PDA

View Full Version : köşe yazıları



denethor
23-03-2004, 01:46
2 haber biri orjinal kaynağından biri abartılı ve şehvetli manşet ile bizim basınımızdan.
Opportunity, Mars'ta kratere saplandı (http://www.haberturk.com/anasayfa/habermetni.haberturk?@=141406)
OPPORTUNITY UPDATE: Try Again to Exit Crater (http://marsrovers.jpl.nasa.gov/mission/status.html#opportunity)

Manşeti gören araç çamura saplandı eyvah ne olacak şimdi sanacak. Ayıp ayıp insanda biraz utanma sıkılma olur. Siz siz olun bu "mütareke" basını denen adamların yayınlarını çok iyi okuyun mutlaka teyid edin ve her habere atlayıp stratejilerinizi bu adamlara göre belirlemeyin.

casaubon
03-06-2004, 09:10
Arkadaşlar bugünden itibaren (bir terslik olmazsa) buraya büyük gazetelerin önemli köşe yazarlarından derlediğim dosyayı koyacağım. Gündemi takip etmek gerek.

Boeing
03-06-2004, 10:56
Güzel çalışma olmuş tebrik ederim. :)

chem73
05-06-2004, 18:51
Rana'yı öldürmekten neden vazgeçtim

Belki duymuşunuzdur, Ruslar Sibirya'da yeryüzünü 14 kilometre aşağısına kadar delip, bilimsel araştırmalar yaptılar.

Ne araştırdılar diyorsanız, bunu tam bilmiyorum ama bazı kuşkularım var.

Yani bana sorarsanız bu kadar derinlikte olsa olsa 'Deprem tetikleme teknolojisi' deneniyordur. Evet böyle bir şey de var hayatta ve bu ne işe yarar diyecek olursanız, ben de derim ki şimdi hiç öyle tatsız meselelere girmeyelim, okey mi?

Neyse, o kadar derinliğe indiklerinde adamlar bazı tuhaf sesler duymuşlar.

Hatta bilim adamlarından bir tanesi duyduğu seslerle öylesine büyük bir travma geçirmiş ki, onu hemen oralardan uzaklaştırıp, tedavi altına almışlar.

Benim bulduğum Internet adresinde orada duyulan seslerin bizler tarafından da dinlenmesini sağlayan bağlantı koymuşlar.

Size bunun adresini burada vermeyeceğim, mektup yazarak sorsanız da söylemem çünkü yer altının karanlık derinliklerinden gelen o sesler gerçekten ürkütücü. Hem de insanın kanını donduracak ölçüde ürkütücü.

Sanki milyonlarca insan acı çekiyor, haykırıyor gibi hissediyorsunuz o kayıt edilmiş sesleri dinlerken.

İşin içinde bir oyun, aldatmaca, yeni bir 'masal' oluşturma çabası var mı bilmiyorum. Olabilir de.

Ama şurası kesin ki eğer bu kayıt edilen seslerle hiç oynanmamışsa, bunlar olduğu gibi bırakılmışlarsa o zaman da ben rahatlıkla cehennemin sesini dinlediğimi söyleyebilirim, sevgili okurlar.

Evde kime dinlettiysem bu sesleri, istisnasız herkesin suratı bir anda sararıp gitti. O sesler benim de beynimden bir türlü gitmiyor.

Koyu ateisti bir anda koyu dindara dönüştürebilecek türde bir şeydi bu vallahi.

Deniliyor ki bir keresinde Cousteau da derin bir dalış sırasında denizin dibinde buna benzer sesler duymuştu ve dalmaktan da o günden itibaren tamamen vazgeçmişti.

Yani yer altında tuhaf bir şeyler oluyor galiba!


* * *


İşte durum böyle.

Şimdi diyeceksiniz ki bütün bunların Rana ile ne alakası var.

Onu da anlatayım.

Özelikle bağırdığında Rana son derece ilginç bir ses tonuna sahiptir.

Bir kere onun sesi, o anda etrafta ne kadar yoğun ve yüksek düzeyde farklı sesler de olsa, onları hemen bastırır.

Bir keresinde ikimiz Niagara şelalesini seyretmeye gittik, ben şelalenin sesini duyamadan geri geldim

Bunu nasıl yapıyor, başarıyor anlamıyorum.

Ayrıca şunu da biliyorum ki eğer o isterse, kırlık alana çıkıp bir kez bağırdığında çevredeki tüm canlı alem, bu işkenceye dayanamayarak intihar da edebilir.

Arada bir evde kendini tutamayarak şarkı da söylüyor ve ancak ben içerdeki odadaki silahımı almaya gitmeye kalktığımda susuyor.

Yani anlayacağınız ben sadece kör değil ayrıca üstüne üstlük sağır da olma tehlikesiyle ciddi bir biçimde karşı karşıyayım.

Daha önce de yazdım, kendimi koruma altına almak amacıyla yaklaşık 14 yıldır onu öldürme planları yapmaktayım.

Bu planları hayata geçirecek cesaretim de yok. Çünkü girişimim başarısız olduğu takdirde onun alacağı öcü hayal etmem bile plandan anında vazgeçmeme yol açıyor.

Ancak şunu da bilin ki planlarım her geçen gün çok daha komplike, detaylı ve orijinal olmaya başladı.

Belki bunları ileriki yıllarda bir kitapta toplayıp, adını da 'Mükemmel Öldürme Yolları' koyarım.

Şu aralar çok da rahatladım, stresim azaldı. Çünkü şu Ruslar'ın deneyiyle ilgili haberi okuyup, yeraltından gelen sesleri duyunca Rana'yı da öldürmekten vazgeçtim.

Düşünsenize, eğer onu öldürürsem kendisi iyi insanların gideceği söylenen o yere gidecek değil ya! Ruslar'ın dinlediği iddia edilen o yere gidecektir.

Şimdi eğer o sesler otantikse ve yer altı cehenneminden geliyorsa, bundan sonra yerin dibini dinleme konusunda bilimsel araştırma yapacaklar tamamen yandılar demektir.

Yeryüzünün dibinden bir tek Rana'nın bağıran sesi gelecek. Düşünsenize ve bu da insanlık alemi açısından altından kalkılması belki de imkansız olan bir travma yaratacaktır.

Belki de bahsedilen mahşer günü o sesin yeraltından ilk duyulduğu günde kopacaktır, ben bilemem artık.

Bilime saygım ve insanları hala daha, onların beni ciddi biçimde aksine davranmam için zorlamalarına rağmen, sevdiğimden dolayı Rana'yı öldürmekten vazgeçtiğim gibi, onu mümkün olduğunca uzun hayatta tutmak için elimden geleni de yapmam gerektiğine karar verdim.

Büyük ihtimalle girişeceğim bu çaba nedeniyle benim ölümüm erken gelecektir ama olsun. Bu benim için küçük ama insanlık için büyük bir adım teşkil edecektir.
Serdar TURGUT

camarors
06-06-2004, 02:00
Bu konu daha ønce de gecmisti sanirim.Su linke bir gøz at.

http://www.haberx.com/news.asp?NewsID=131494

chem73
06-06-2004, 02:11
korkunç

chem73
11-07-2004, 10:45
Avrupa Birliği ve Türkiye
Mahfi Eğilmez

11/07/2004 (135 defa okundu)

Avrupa Birliği, bugün itibarıyla 25 üyeli bir topluluk. 2007'de Romanya ve Bulgaristan'ın girişiyle 27 üyeli olacak. Türkiye de girince üye sayısı 28'e çıkacak. Buradaki değerlendirmeyi 25 üyeli AB'yi baz alarak yapmakla birlikte Romanya, Bulgaristan ve Türkiye'yi de bu değerlendirmenin içine oturtmaya çalışacağım.
25 üyeli AB'nin 2003 sonu itibarıyla cari piyasa fiyatlarıyla GSYİH toplamı 9.7 trilyon euro. Bu tutar ABD'nin GSYİH'sını 3 milyar euro kadar geçmiş durumda. Japonya GSYİH'sının (3.8 trilyon euro) ise yaklaşık 2.5 katı. Türkiye'nin 2003 GSYİH'sı 212 milyar euro. Yani AB'nin yüzde 2.2'si. AB'nin GSYİH'sı en yüksek ülkeleri Almanya (2.1 trilyon euro), İngiltere (1.6 trilyon euro), Fransa (1.6 trilyon euro) ve İtalya (1.3 trilyon euro.) 2003 yılı sonunda 25 üyeli AB'nin ortalama büyüme hızı yüzde 0.8 gibi düşük bir ortalamayı işaret ediyor. En yüksek büyüme hızları Litvanya (yüzde 9) ve Letonya'da (yüzde 7.5.) Türkiye yüzde 5.8 ile ortalamanın çok üzerinde ve en yüksek hızla büyüyen ülkeler arasında yer alan bir büyüme hızına ulaşmış durumda. 2003 yıl sonu itibarıyla 25 üyeli AB toplamında ortalama işsizlik oranı yüzde 9.1. AB'de en yüksek işsizlik oranına sahip ülkeler şunlar: Polonya (yüzde 19.2), Slovakya (yüzde 17.1), Bulgaristan (yüzde 13.6), Litvanya (yüzde 12.7), İspanya (yüzde 11.3), Letonya (yüzde 10.5.) Türkiye, 2003 sonu itibarıyla, bu sıralamada yedinci en yüksek sırayı alıyor ve AB ortalamasının yaklaşık 1.5 puan üzerinde bulunuyordu (yüzde 10.5.) 2003 yıl sonunda kamu kesimi borç yükü (kamu kesimi borç stoku/GSYİH) 25 üyeli AB ortalaması olarak yüzde 63.2. Bu oranın en yüksek olduğu ülkeler şunlar: İtalya (yüzde 106), Yunanistan (yüzde 103), Belçika (yüzde 101), Kıbrıs Rum Kesimi (yüzde 72.2). En düşük borç yükü Lüksemburg (yüzde 4.9), Estonya (yüzde 5.8), ve Letonya'dadır (yüzde 15.6.) Türkiye'nin 2003 sonu itibarıyla borç yükü oranı yüzde 87.4 idi. Kamu kesimi borç yükü, bilindiği üzere Maastricht Kriterleri'nden birisidir. Bu oranın yüzde 60'ın üzerinde olmaması gerekiyor.
Euro'ya geçebilmenin bir koşulu da budur. Oysa euro üyesi 12 ülkede bu oran ortalama olarak yüzde 70.6. Yüzde 60'lık Maastricht Kriteri'ni tutturamayan euro alanındaki ülkeler şunlar: Almanya (yüzde 64.2), Yunanistan (yüzde 103), Fransa (yüzde 63.7), İtalya (yüzde 106),
Avusturya (yüzde 65). Türkiye'ye Kopenhag Kriteleri'ni ileri süren euro alanı üyesi bazı ülkelerin Maastricht Kriteri karşısındaki durumu ilginç.
Düşük ücret gelirlerinde vergi oranı kriterine baktığımızda neler görünüyor?
25 üyeli AB'de düşük ücret geliri elde edenlere uygulanan ortalama vergi oranı yüzde 37.4. En yüksek oranlar şu ülkelerde: Belçika (yüzde 47.5), Almanya (yüzde 46.7), İsveç (yüzde 44.8), İtalya (yüzde 41.3) ve Macaristan (yüzde 41.) En düşük vergi oranı ise yüzde 15.8 ile Malta ve yüzde 18.5 ile Güney Kıbrıs'ta. Türkiye'de bu oran yüzde 40.9. Demek ki Türkiye bu anlamda AB ortalamasının üzerinde yer alan ülkeler arasında. AB, 25 üyeli bir yapıya kavuşunca Türkiye, birçok ölçüden Avrupa'ya uyum sağlamış görünüyor. Yeni gelen 10 ülke Türkiye'nin üyelik olasılığını artırmış bulunuyor. Bu görünüm Romanya ve Bulgaristan'ın girişiyle 28 üyeli olacak olan Avrupa Birliği'nde Türkiye lehine görünümlere sahne olacak. Tıpkı tarımda marjinal alanlara gidildikçe verimliliğin düşmesi gibi marjinal ülkeler AB üyesi oldukça ortalamalar düşüyor ve Türkiye'nin kabulü kolaylaşıyor.
Şimdilerde en önemli sorun yüksek nüfustan kaynaklanan işgücü fazlası ve temsil sorunu gibi görünüyor. İşgücünün serbest dolaşımı sınırlandığına göre geriye kalıyor temsil sorunu. Yakında o konuda da bir düzenleme olur sanırım. Tabii bütün bunlar olunca da bizim girdiğimiz yer bizim anladığımız AB olur mu orası karışık.

kasved
24-07-2004, 12:55
Cumhuriyet 24.07.2004
Lozan'da Neler Yaşandı?

Prof. Dr. Metin KALE Osmangazi Üniv. Tıp Fak. Üroloji Kliniği / Eskişehir
''Hangi istiklâl vardır ki, yabancıların nasihatlarıyla yabancıların planlarıyla yükselebilsin. Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir.'' 6 Mart 1922, Gazi Mustafa Kemal.


Anadolu şimendiferleri şirketinin genel müdürü Mösyö Huguenin Bayındırlık Bakanlığı Müsteşarı Hulusi Bey 'e, Osmanlı hükümeti Adapazarı-Bolu tren hattının yapımından vazgeçerse ''Donanma-yı Osmani Cemiyeti'' ne 30.000 lira hediye edeceğini ifade ediyordu. Yıl 1911'dir. Bundan 3 yıl sonra 1914'te Maliye Bakanı Cavit Bey bütçe görüşmeleri sırasında, Çarlık Rusyası'nın Karadeniz'de şimendifer yapılmaması için para verdiğini belirtiyordu.

Amerikalı amiral Colby M. Chester , 1908'de 'Chester Projesi' adıyla bir demiryolu projesi sundu. Dünya savaşından dolayı kalan projeyi 5 Mayıs 1922'de Ottoman-American Development Company adıyla yeniden canlandırdı. Amiralin amacı petrol bölgesi olan Musul'a ulaşmaktı.

Amstrong Vickers, Turkish Petroleum ve Regie Generale adlı şirketler, Lozan'da tekel niteliğindeki kazanılmış haklarının uzun bir süre daha saklı tutulmasını istiyorlardı. Sevr koşullarında Silivri yoğurdundan bile gümrük alınıyordu, çünkü Sevr'e göre Silivri Yunan toprağı sayılıyordu. Bağımsızlık bilinciyle yoğrulan yeni Türkiye'nin yeni liderleri, bu gibi saçmalıklara son verilmesi gerektiğini bildiler.

Tarih, ulusların yükselme ve çöküş sebeplerini araştırırken çeşitli siyasi, sosyal ve askeri nedenler bulur. Bir ulusun yaşamı, yükselişi ve gerileyişinde en önemli faktör ülkenin ekonomik durumudur. Türkiye için de bu durum geçerlidir. Türkiye Lozan'a giderken toprak kazanma peşinde değildi. Misak-ı Milli'den bile gerileyebilir, ancak Anadolu'dan geri adım atamazdı. Askeri ve siyasal bağımsızlık kadar ekonomik bağımsızlığı da yaşamsal sayan Türkiye için iki konu tartışılmaz idi. Kapitülasyonlar ve başta Ermeni yurdu olmak üzere Anadolu'da birtakım yurtlar yaratma iddiaları.

Kapitülasyonlarla Türkiye, Batı'nın açık pazarı haline gelmişti. Azınlıklar ile bunlara arka çıkan yabancı devletler ve bunların bazı şirketleri kapitülasyon adıyla mali, ekonomik ve adli bazı ayrıcalıklar elde ettikleri gibi bunlardan vazgeçmek istemiyorlardı. Devlet ve halk zamanla yoksullaştı, bitkin ve halsiz düştü, sosyal ve siyasal çalkantılara uğradı. Devlet mali kıskaçtan kurtulmak için dış borçlanmaya gitti. Fakat borçların faizleri bile ödenemez noktaya gelince, devletin iflasına karar verilerek, mali işleri denetim altına alınıp Düyun-u Umumiye belası başımıza çöreklendi. Devlet azınlıklardan vergi alamaz, yabancıları yargılayamaz, fabrika kuramaz ve demiryolu yapamaz hale gelmişti. Yaşamını sağlayamayan Osmanlı Devleti bağımsızlığını çoktan kaybetmiş, ülke yabancıların ve onların şirketlerinin serbest sömürgesi haline gelmişti. Lozan'a kadar galip devletler, mağlubu cezalarını bildirmek için çağırır, kararları tebliğ ederlerdi. Sevr böyle olmuştu. Lozan'da bunu yapamadılar. Türkler ilk kez Batılılarla eşit koşullarda masaya oturdular. Bu durum başta Curzon olmak üzere hepsini çok rahatsız ediyor, çileden çıkarıyordu. ''İngiltere bütün muharebeleri kaybedebilir ama sonuncuyu asla'' denir. Curzon bunu ispat etmek için Türkiye'nin üzerine geliyordu. Curzon'un esas planı, zengin petrol bölgesi olan Musul'u İngiltere'nin elinde tutmaktı.

Savaşı kazanan Türkiye, barışı da kazanmaya çalışırken ne Londra ne de Paris, Sevr ile elde ettiklerinden vazgeçmek istemiyorlardı. Lozan'da Türkiye'nin karşısında Batı emperyalizminin seçkin kurnazları olan İngiliz Lord Curzon ve Rumbold, Fransız Barrere ve Bompart, İtalyan Marki Garoni ve Yunan Venizelos bulunuyorlardı. Türkiye'nin haklı ve meşru isteklerini Bompart ve Curzon, ''Büyük çocukların gülünç kaprislerinden başka bir şey değil'' diye alaya alabiliyorlardı. Kısa sürede anladılar ki bu Türkler, Sevr'i imzalayanlardan farklılığı olan ve ne istediğini bilen, tarih ve yurt bilinciyle yoğrulmuş, tam bağımsızlığın ancak ekonomik bağımsızlıkla elde edileceğinin farkında olan insanlardır. Yine bu Türkler mağlup olarak değil, kendileriyle eşit koşullarda tartışmak üzere gelmiş bulunuyorlardı.
En sert tartışmalar kapitülasyonlar konusunda yaşandı. Demiryolları, limanlar, madenler, ormanlar, bankalar ve gümrükler gibi ekonominin ve sanayinin candamarları Avrupalı sermaye şirketlerinin elinde bulunmaktaydı. Bunlardan vazgeçmek istemiyorlardı. Curzon, Türkleri köşeye sıkıştırdığını zannedip ''Türkiye ya müttefik tekliflerini kabul etsin ya da müzakereler kesilecektir'' diyerek tehdit ediyordu. Türkiye böyle bir anlaşmayı kesin olarak imzalamayacağını bildirince 4 Şubat 1923'te konferans kesildi.

Bu arada İzmir'de toplanan İktisat Kongresi'nde (17 Şubat - 4 Mart 1923) Mustafa Kemal yaptığı tarihi konuşma ile Batı'ya şöyle sesleniyordu: ''Bizim yabancı sermayeye düşman olduğumuz sanılmasın. Çok çalışmaya ve sermayeye ihtiyacımız vardır. Yasalarımıza uymaları koşuluyla yabancı sermaye bizim varlığımıza katılabilir. Özellikle Tanzimat devrinden sonra devlet ve hükümet yabancı sermayenin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Her yeni ulus gibi Türkiye de bunu kabul edemez. Burayı (Türkiye'yi) esirler ülkesi yaptırmayız.''

Lozan'da kapitülasyonların kaldırılmasıyla Türkiye'nin tam bağımsızlığı tescil edilmiş oldu. Böylece devam edegelen yarı-sömürgeleşme sürecinden çıkılmış oldu. Kapitülasyon tartışmaları hukuk sisteminin de laikleştirilmesini gündeme getirdi. Türkiye olası baskıları savuşturabilmek için hukukta laikleşme görüşünü benimsedi. Böylece hukukta ve toplumsal yaşamda Türk aydınlanması başladı. Lozan'da laikleşmenin ulusal bağımsızlığı pekiştirici ve dış baskıları savuşturucu özelliği de öne çıkmaktadır. Denilebilir ki tek ve laik hukuk sistemi, bizim gibi ülkelerde dış baskıları göğüslemenin etkili yollarından biridir. Özgürler ve eşitler arasında yapılan Lozan Antlaşması'yla bağımsızlık kazanılmış, devrimlere giden yol açılmıştır. Lozan'ın tarihi ve felsefi bir anlamı da İslam dünyasından Batı'ya karşı ilk başarılı ve laik bir tepkinin gösterilmiş ve kabul edilmiş olmasıdır. Ortadoğu'da ilk aydınlanmayı Türkler başarmış ve Batı'ya kabul ettirmişlerdir.

Türkiye'nin birliğini ve bütünlüğünü korumak istiyorsak Sevr'i tarihin çöplüğüne buruşturup attığımızı sanmayalım, tarihin çöplüğünde sandığımız Sevr'i Batılılar ''tarihin derin dondurucusu'' na koymuş olabilirler. ''Türkiye teorik olarak bağımsız oldu, fakat bu ticaret ve sanatta yeteneksiz ve sermayeden yoksun halkın bağımsızlığı çok kısa ömürlü olacaktır'' diyen Batılılar, acaba bugünleri mi işaret ediyorlardı? Türkiye ''kifayetsiz muhteris'' politikacıların elinde oyuncak olmuşken emperyalizm tam aradığı ortamı bulur. Tarih ibret almak için vardır, ibret almak istemeyenlerin sonunun nasıl olduğunu yine o tarih yazar. Ülkenin dış politikasını uygulayanlar, bunun iç politikaya dayalı olduğunu da unutmamalıdırlar. Hayali dış politikalar peşinde koşanlar hem kendilerini hem ülkeyi hüsrana uğratırlar. Modern zamanların Düyun-u Umumiye'si olan ve kaynaklarını, ABD ve G-7'nin sağladığı IMF eliyle deli gömleği giydirilmiş Türkiye, Lozan öncesine götürülmek istenmektedir.

Türkiye Lozan'da bağımsızlığını, emperyalizmin etki ve baskılarını saklı tutmak koşuluyla elde etmiş değildir. Atatürk ile alınanı ona yakışır bir şekilde koruyabilmek, Türk devriminin temel ve vazgeçilmez ilkesi olmalıdır.

Lozan'da bu başarılar elde edilirken ulus ile yönetim birlikte hareket etmiştir. Halk ile ulusal önderliğin işbirliği ilk kez yaşanmaktadır. Türkiye işte bu tarihsel ittifakın gücüyle gitti ve bu başarıyı elde etti. Lozan dönüşü İsmet Paşa , İstanbul Üniversitesi'nde yaptığı konuşmada, açık, duru ve yalın bir dille bu tarihi gerçeği şöyle ifade eder: ''Yaşamaya yetecek güçte olduğumuzu belirtmeye gitmiştik. Reddediyoruz dediğimiz zaman, ulusun da reddedeceğini biliyorduk.''

kasved
24-07-2004, 13:00
Cumhuriyet 24.07.2004
ARAYIŞ
TOKTAMIŞ ATEŞ

Lozan Antlaşması

Her yıl, 24 Temmuz'da, ya da buna yakın bir tarihte; Lozan'la ilgili bir şeyler yazmaya ''sıvandığımda'' , inanın çok zorlanırım. Zira bu köşenin dar çerçevesi içinde; Lozan'ın hangi yönünü, ya da yönlerini ele alacağıma bir türlü karar veremem. Kimileri, bu sıfatla alay etseler bile, ''mucizevi'' bir kurtuluş savaşı sonrasında, Lozan'da barış masasına oturan TBMM hükümeti, bir mucize daha gerçekleştirmiş ve Osmanlı İmparatorluğu'nun 600 yıllık hesabını kapatarak, ''çağdaş ve bağımsız'' Türk devletini, dünya uluslar arenasına taşımıştır.

***

15 Ekim 1922 tarihinde yürürlüğe giren Mudanya Mütarekesi görüşmelerinde, 13 Kasım 1922'de İsviçre'nin Lozan kentinde barış görüşmelerinin başlamasına ve devletlerin dışişleri bakanları düzeyinde temsil edilmelerine karar verilmişti.

TBMM Hükümeti'nin Dışişleri bakanı Yusuf Kemal (Tengirşenk), değerli ve önemli hizmetleri olan bir diplomattı. Fakat Mustafa Kemal, Yusuf Kemal'in üslubunu yetersiz buluyordu. Onun aradığı, haklarını sonuna kadar ve gerekirse katı bir biçimde savunacak bir delege idi. Ve kafasındaki isim, elbisesinin üzerindeki barut kokusu çıkmamış olan ve bu alandaki ustalığını Mudanya görüşmelerinde ispat eden İsmet Paşa idi.

Durumu anlayan Yusuf Kemal, bakanlıktan istifa etti ve yerine İsmet Paşa getirildi. Ve TBMM Hükümeti delegasyonu, 11 Kasım'da Lozan'a ulaştı. Fakat Lozan'da, onları ilk sürpriz bekliyordu. Ankara'ya bildirmeye bile gerek duymadan, konferans bir hafta ertelenmişti. Bu erteleme, İsmet Paşa'nın Lozan'daki ''kişilik savaşımı'' konusundaki kararını pekiştirdi.

***

Gerçekten; Lozan görüşmelerinde, İsmet Paşa'nın üzerinde hassasiyetle durduğu iki konu vardı. Bunlardan biri, ''Masada mutlak bir eşitlik içinde oturmak'' idi. İkinci konu ise; masada, ''yenen taraf'' olarak oturduğunu kabul ettirmek idi.

Eşitlik kavgası, konferans açılmadan başladı. İngiltere'nin yaptığı programa göre; ilk günkü oturumda, İsviçre Devlet Başkanı Haab, bir ''hoşgeldin'' konuşması yapacak, bu konuşmaya İngiltere delegesi Lord Curzon yanıt verecek ve ilk günkü oturum sona erecekti. Programı gören İsmet Paşa, ''olmaz'' , dedi, ''Bu konferansta, iki taraf vardır. Taraflardan biri konuşursa, öbürü de konuşur. Ben de konuşacağım'' ...

Bunun mümkün olamayacağı ve programın değiştirilemeyeceği yanıtı karşısında; ''O zaman Lord Curzon da konuşmasın'' , diyerek işin içinden çıktı. Tabii, ''Bavullarımı toplar geri dönerim'' , tehdidini de dile getirerek.

Sonunda; İsmet Paşa'ya da konuşma hakkı verildi ve yaptığı çok güzel konuşmada, Türkiye'nin son yıllarda çektiği sıkıntıları dile getirerek, barışa ne denli gereksinimimiz olduğunu anlattı. İsmet Paşa'nın eşitlik konusunda hiçbir ödün vermeye niyetli olmadığı daha ilk günden belli olmuştu.

***

''Yenen taraf'' olma mücadelesi, tüm konferans boyunca devam etti. İngiltere ve müttefikleri; bu konferansın, 1. Dünya Savaşı'nı sona erdirecek olan bir anlaşmayı hedeflediğini söyleyerek, kendilerini ''yenen taraf'' olarak görüyorlardı. Buna karşılık İsmet Paşa; bu konferansı, Kurtuluş Savaşımızın sonucu toplanan bir konferans olarak görüyor ve kendini, ''yenen taraf'' olarak görüyordu. Bu farklı anlayışlar, zaman zaman alevli tartışmalara neden olacaktır.

***

20 Kasım 1922'de başlayan görüşmeler, Şubat 1923 başında kesildi. Zira müttefikler; başta kapitülasyonların ihdası olarak, Türkiye'yi ekonomik bir zincirle sıkıştırmak istiyorlardı.

İsmet Paşa, Lozan'dan ayrılmadan önce yaptığı basın toplantısında, şöyle diyordu: ''...Sadece evet veya hayır demek kolaydır. Fakat birçok masum insanın kanı, milletlerin mukadderatı mevzu olduğu bir zamanda, işi böyle kolaya almak kabil midir? İnsanların mukadderatı oyuncak mıdır? Ben bütün konferansta, bu mesuliyetin yükü altında çalıştım. Şimdi hadiseler hakkında hüküm vermeyi, milletlerin vicdanına bırakıyorum... Bütün fedakârlıkları yaptım. Her şeyi kabul ettim. Fakat memleketimin iktisadi esaretini reddederim'' ...

Aynı günlerde, Mustafa Kemal İzmir'de şöyle diyordu: ''Efendiler; bu memleketi esirler ülkesi yapamayız...''

4 Şubat'ta kesilen görüşmeler, 23 Kasım'da yeniden başladı ve hızlı bir çalışma sonrasında, 24 Temmuz 1923'te Barış Antlaşması imzalandı.

1. Dünya Savaşı'na son veren antlaşmalar içinde, bugün de yürürlükte olan tek antlaşma, Lozan'dır. Zira Lozan, ''akılcı'' ve ''haklı'' bir antlaşmadır. İsmet Paşa'nın ifadesiyle, ''iktisadi esaret'' tartışmasız bir biçimde reddedilirken; gene İsmet Paşa'nın ifadesiyle, kimi ''fedakârlıklar'' da yapılmıştır. Zaten bunun aksi de mümkün değildir.

***

''Kimileri'' (!), Lozan'ın bir ''zafer olduğunu'' reddeder. Hatta bunu, bir ''hezimet'' olarak görenler de vardır. Fakat aradan geçen bunca zaman içinde, aleyhimize tek nokta gerçekleşmeden, bu ayaklanmanın ayakta olması, bu türden görüşleri tümüyle çürütmüyor mu?..

kasved
30-07-2004, 10:25
Cumhuriyet 30.07.2004
Lozan'da Laiklik
MERİÇ VELİDEDEOĞLU

Geçen haftaki, 24 Temmuz tarihli yazıda Lozan Antlaşması'ndaki ''laiklik'' konusu dile getirilmişti.

Bu kısa değinme kimilerini, 1923 Devrimi'nin temel getirilerinden biri olan laikliğin, ''Lozan Antlaşması'nın dayatmasıyla gerçekleştirildiği'' gibi bir anlamlandırmaya yöneltmiş; ayrıca kimi basında da laikliğin Batılıların isteğiyle Lozan'da, tıpkı günümüz Avrupa Birliği'nin Türkiye'den istediği ''uyum paketi'' gibi bir ''ilk paket'' olarak ortaya konduğu yaklaşımı yer almıştı.

Lozan'da neler önerildiği, nelerin tartışıldığı, sonucun nasıl bağlandığı toplantılarda tutulan ve binlerce sayfayı bulan tutanaklarla, belgelerle saptanmıştır; dolayısıyla bunlar Lozan konusunda başvurulacak en sağlıklı, en güvenilir, en nesnel kaynağı oluştururlar.

Kasım 1922'de başlayan Lozan barış görüşmelerinde başdelegemiz olan İsmet Paşa'ya, hiç ödün verilmeyecek iki konudan birisinin ''kapitülasyonlar'' , özellikle adli kapitülasyonlar olduğu TBMM Hükümeti'nce kesinlikle bildirilmişti.

İlk görüşme Lord Curzon 'un başkanı olduğu komisyonda 2 Aralık günü başladı. Curzon'a göre: ''Kapitülasyonlarla tanınan ayrıcalıklar, hem yabancıların hem de bu ayrıcalıkları tanıyan devletin çıkarlarına ve çağın ihtiyaçlarına uygun'' du, dolayısıyla adli kapitülasyonları kaldırmak isteyen Türkiye'nin, bunların yerine ''aynı güveni verecek nitelikteki bir rejimi ortaya koyması'' gerekiyordu.

İsmet Paşa ise Türkiye'nin 19. yüzyıldan bu yana aşama aşama hukuk reformu yaptığını, yasalarının büyük bir bölümünün laik yasalardan oluştuğunu, kapitülasyonlar gibi, ''çağdaş devlet kavramına, çağdaş kamu hukukuna'' aykırı olan bir kurumun yeniden diriltilmesine ya da onun yerine geçecek aynı nitelikteki herhangi bir rejimin konulmasına TBMM hükümetinin karşı olduğunu kabul etmeyeceğini bildirir.

Bu direniş karşısında Batılılar ve yandaşları Türk hukuk sistemini masaya yatırırlar; ''aile hukuku ve kişisel durum'' konularında şeriat mahkemeleri ve şeriat yasalarının geçerliliğini koruduğunu belirtirler.

Bunun üzerine Türk delegeleri, Türk Hükümeti'nin ''bu eski kurallar yerine, ayrım yapmaksızın hem Müslümanlara hem olmayanlara uygulanacak kurallar'' ı koyan ''çağdaş yasalar hazırlamakta'' olduğunu dile getirerek kesin güvence verirler.

Ortalık daha da karışır; M. Ciamarra (İtalyan), ünlü S.P. Huntington 'ın söylemini aratmayacak bir biçimde karşı gelerek: ''İslam uygarlığı ile Batı uygarlığı arasındaki ayrılıkların çok derin olduğunu ve bunların bir kanun ya da bir antlaşma ile doldurulamayacağını'' söyler.

Tüm ülkelerin delegeleri ayaktadır; M. Montagna (İtalyan): ''Ayrım yapmaksızın bütün Türk uyruklarına uygulanabilecek bir kanun çıkartmanın mümkün olmadığını'' söyler; Yugoslav delege bunun ''tehlikeli bir tutum'' olduğunu belirtir; çünkü M. Ryan 'a (İngiliz) göre bu yasa: ''Müslümanları da kendi özel göreneklerinin uygulanmasından yoksun'' bırakacaktır.

Böylece yargısal ayrıcalıkların korunmasını, Müslümanlara da şeriatın uygulanmasını isteyen ''Lozan Kriterleri'' oluşturulur...

Duruma bir üst komisyon el koyar; Batılılar Türkiye'nin kesin kararlı tutumu karşısında yeni bir uzlaşmaya yönelirler, ''geçiş dönemi'' uygulamasını ortaya koyarlar.

Buna göre Türkiye'nin laik düzene geçiş güvencesi kabul edilmekte, ama bu reformu gerçekleştirene dek ülkedeki yabancıların yargılanmasında yabancı yargıçların da görev alması istenmekte ve bunun için beş yıllık bir süreç tanınmaktaydı.

Türk delegeleri itiraz ettiğinde karşılarında kapitülasyonlardan yüzlerce yıl acı çekmiş olan Japonya'yı bulurlar; Japon delegesi Hayashi , Japonya'da da böyle bir reform yapıldığını ve bunun yirmi yıl sürdüğünü söyleyerek Türkiye'nin itiraza hakkı olmadığını ileri sürer.

Gerçekte Batılılar ve yandaşları bir İslam ülkesinde laik düzenin gerçekleşmeyeceğine yüzde yüz inandıklarından, beş yıl sonunda ayrıcalıklarına kavuşacaklarından çok emindiler.

Oysa Türkiye'de tüm yargıyı laikleştirecek çalışmalar başlamıştı, Mustafa Kemal bu sürecin çok kısa olacağına inanıyordu.

Nitekim Lozan'dan iki buçuk yıl sonra Yurttaşlar Yasası (Medeni Kanun) kabul edilerek aile hukuku tümüyle laikleşti; ülkedeki yabancılar kendi istekleri ile hemen bu yasaya bağlanmayı kabul ettiler; bir anlamda süreç kısalmıştı.

Dahası İsviçre Yurttaşlar Yasası'nın seçilmesiyle, Türkiye kimi Batı ülkelerinden daha öndeydi; birkaç yıl sonra kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasıyla da Türkiye birçok Batılı ülkeden daha çağdaş bir düzeye yükselmişti, dolayısıyla Türkiye Batı'dan bir ''uyum paketi'' isteyebilirdi...

Salacaklı
31-07-2004, 11:42
AK Parti Türkiye'yi mahvedecek!
31 Temmuz 2004 11:30
--------------------------------------------------------------------------------

AB müzakere tarihi verirse Erdoğan hükümeti başarının sarhoşluğuyla ipin ucunu kaçırabilir. AB hayır derse hızlandırılmış "Ankara Kriterleri"ne hazırlıklı olun.



Bu sözler Milliyet yazarı Meral Tamer'e ait. Tamer, katıldığı bir yemekte konuşulanlardan sonra böyle bir izlenim edinmiş. İşte Tamer'in analizi...

17 Aralık'tan sonra AKP'yi tanıyamayacağız

Koç Holding'in Nakkaştepe'deki merkezinde Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç ve CEO Bülend Özaydınlı ile gelenekselleşme yolundaki öğle yemeklerimizin sonuncusunda, Avrupa Birliği ile ilgili son durumu Mehmet Ali Birand şöyle özetledi:
"n AB müzakere tarihi verecek mi, vermeyecek mi sorusu geride kaldı artık. Başbakan'ın Fransa'yı ziyaretinde gördük ki müzakere tarihi verilecek.

2005'te verilecek mi verilmeyecek mi tereddütü de bitti artık. Müzakereler 2005'te başlayacak.
Halen netleşmeyen husus şu: Müzakereler mart 2005'te mi, temmuzda mı, eylülde mi başlayacak?
Bir de Avrupalı politikacılar, biz bunu kendi kamuoyumuza nasıl anlatırız diye sıkıntıdalar. Dolayısıyla önümüzdeki aylarda değişik AB ülkelerinde siyasetçiler, kendi kamuoylarını yatıştırmak için Türkiye aleyhtarı çıkışlar yapacaklardır. 'Şimdi müzakere tarihi verelim, sonra işi uzatırız, Türkiye'yi oyalayıp almayız' türünden açıklamalara hazırlıklı olalım, ancak bunları önemsemeyelim."
Fatih Altaylı'dan Mehmet Barlas'a, Nurcan Akad'dan Güneri Cıvaoğlu'na, Osman Arolat'tan Can Aksın'a kimsenin alınganlık yapmaması için koskocaman tek bir yuvarlak masanın etrafında yenen öğle yemeğinde Birand, peşpeşe soru yağmuruna tutuldu:
- Pekiyi ya Avusturya gibi baştan beri kategorik olarak hayır diyen ülkeler?
"Avusturya, Almanya'nın sözünden çıkmaz. Karar noktasına yaklaşıldığında küçük ülkeler itiraz edemez."
- Yunanistan mızıkçılık yapmaz mı?
"Başbakan Karamanlis, evet diyeceğini açıkça bildirdi."
- Pekiyi ya Kıbrıs Rum kesimi?
"Orada da son sözü Yunanistan söyler. Sıkıntı yok."
Özetle AB'nin yetkili ve etkili kişileri, "Türkiye'ye artık hayır diyemeyiz" noktasına gelmiş durumda. Pek çok kişi gibi Mustafa Koç da "AB'den müzakere tarihi alındığı takdirde 17 Aralık 2004, Türkiye için milat olacak" görüşünde.
Sadece iş dünyası değil, toplumun değişik kesimleri nefeslerini tutmuş AB'nin kararını beklerken bendeniz, hızlandırılmış tren katliamının ardından karışık duygular içindeyim. Galiba tren faciası da, benim hükümete bakışım açısından milat oldu.

Haddini bildirir!
Derme çatma raylar üzerinde tıngır mıngır giden treni akıl almaz bir hafiflikle "hızlandırıp" insanların hayatını göz göre göre tehlikeye atan bu zihniyet, AB müzakere tarihi verirse haklı olarak "40 yıldır ülkeyi yöneten hükümetlerin beceremediğini ben gerçekleştirdim" diyecek ve maalesef "Küçük dağları ben yarattım" havasına girecektir. Öfkelendiğinde şimdilik sadece gazetecilere haddini bildiren Tayyip Bey, müzakere tarihi verilirse, uzlaşma noktalarını aradığı Silahlı Kuvvetler ve Cumhurbaşkanı'na da "haddini bildirmekte" sakınca görmeyebilir!

Ankara Kriterleri
Eğer tüm beklentilerin aksine AB'den tarih alamaz ve Başbakan'ın deyişiyle "Kopenhag Kriterleri olmazsa Ankara Kriterleri" devreye girdiği takdirde halimiz iyice harap demektir! Zira hızlandırılmış tren katliamından bu yana Ankara'nın "kriterlerini" hayretle ve dehşet içinde izlemekteyiz!
Aylar önce deneyimli bir bankacının dediği gibi "AB tarih vermezse mahvolduk demektir, ancak tarih verirse yine mahvolabiliriz. Zira hükümet, tarih aldık diye ekonomide ipin ucunu bırakabilir." Bu gidişle AB müzakere tarihi verse de, vermese de 17 Aralık 2004 Türkiye için milat olacak. Hangi seçenek gerçekleşirse gerçekleşsin, Başbakan Erdoğan ve dolayısıyla da AKP hükümeti, tanınmaz hale gelecek.

Yazı: Meral Tamer
Kaynak: www.milliyet.com.tr

kasved
20-08-2004, 10:48
Cumhuriyet 20.08.2004
YORUM
ÖZTİN AKGÜÇ
İşletmelerde Finansal Verimlilik
Finansal verimlilik ya da faaliyet etkinliği, aynı kaynakla daha büyük bir iş hacmine, satış düzeyine ulaşmış veya belirli bir iş hacmini, satışı göreli olarak daha az kaynak kullanarak gerçekleştirmek anlamında kullanılmaktadır. Finansal verimlilik, satış kârlılığı ile birlikte bir yandan varlık (aktif ya da kaynak) kârlılığını belirlerken öte yandan belirli bir iş hacmini çevirebilmek için işletmelerin finansman gereksinimlerini de belirleyici etken olmaktadır. Daha açık ve iyi bir deyişle, finansal verimliliğin artması, diğer koşulların değişmemesi durumunda, kârlılığı arttırdığı gibi işletmelerin finansman gereksinimlerini de göreli olarak azaltmaktadır. Bu nedenle işletmelerin başarılı sonuç alabilmeleri, performanslarını iyileştirebilmeleri için finansal verimliliklerini arttırmaları gerekir. Finansal verimliliğin ölçüleri de devir hızları ya da satışa, paraya dönüşüm çabukluklarıdır.

Devir hızları hesaplanırken satışlar gibi bir akışı gösteren dönemsel bir tutarın, alacak, stok, dönen varlık, toplam varlık, özsermaye gibi, belli bir andaki mevcudu (stoku) gösteren bilanço kalemlerine oranlanması, bölünmesi, hem kuramsal açıdan hem de bulunan değerin gerçeği yansıtması açısından hatalıdır. Doğru olan, bilanço kalemlerini de yıllık ortalamalar almak yoluyla bir şekilde dönemsel hale getirmektir. Ancak ülkemizde yıl ortalamalarına göre bilanço düzenlenmemekte ya da açıklanmamaktadır. Bu nedenle analizlerde, çok kaba yıllık ortalama almak yerine, yıl sonu bilanço kalemleri esas alınarak devir hızları hesaplanmaktadır. Böyle bir hesap şekli, kuşkusuz hata payı taşır. Ancak yıllar itibarıyla yapılan karşılaştırmalarda her yıl aynı hata yinelendiğinden, bulunan değerler gelişmenin yönünü bozmaz. Çözümlemelerde doğru rakamlara ulaşmak kadar, gelişmelerin yönünü de saptamak önem taşır.

İstanbul Sanayi Odası'nın (İSO) açıkladığı 500 büyük sınai kuruluşa (BBK) ilişkin verilerden yararlanarak sınai kuruluşların finansal verimliliklerini değerlendirmeye çalışalım. Bu bağlamda kullanılan başlıca gösterge varlık (aktif) ya da kaynak devir hızıdır. Açıkçası bir hesap döneminde gerçekleştirilen net satış hasılatının, varlık ya da kaynak tutarına oranlanması, bölünmesidir.

BBK genelinde 2003 yılında varlık (aktif) devir hızı (Net Satışlar / dönem sonu varlık ya da kaynak toplamı) 1.12'den 1.21'e yükselmiştir. Bu kapsamdaki kamu teşebbüslerinde 2003 yılında varlık devir hızı 0.78 kez olarak bir önceki yıl düzeyi 0.77 keze göre değişmezken, özel kuruluşlarda 1.24 kezden 1.35 keze yükselmiştir. Başka bir anlatımla BBK 2002 yılında toplam varlıklarını yaklaşık 326 günde bir satışa çevirirken bu süre 2003 yılında yaklaşık 302 güne inmiştir. Gelişmelere on yıllık bir zaman boyutundan bakıldığında devir hızlarının yavaşladığı görülmektedir. 1993 yılında 1.27 kez olan varlık (aktif) devir hızı 2003'te 1.21'e gerilemiştir. Devir hızı kamu kuruluşlarında 0.95 kezden 0.78'e gerilerken özel kuruluşlarda da 1.60 kezden 1.35'e gerilemiştir. Bu dönemde finansal verimlilikte artış olmasa dahi iki nedenden dolayı BBK genelinde görünürde de olsa devir hızlarında yükselme gerekirdi. (i) Kamu teşebbüslerinin BBK genelinde ağırlıkları giderek azalmaktadır. Kamu teşebbüslerinde varlık devir hızı, varlık yapıları gereği, daha açık bir deyişle duran varlıklarının payı yüksek olduğundan daha düşüktür. Doksanlı yılların başlarından farklı olarak artış BBK gelişme yönünü esas itibarıyla özel kuruluşlar belirlemektedir. Varlık yapıları nedeniyle de devir hızları yavaş olan kamu teşebbüslerinin yerini devir hızları yüksek olması gereken özel kuruluşlar almaktadır. Bu değişimin, BBK'nin ortalama devir hızlarını yükseltmesi gerekirdi. (ii) Satış rakamları fiyat artışlarını yansıttığı halde, tüm bilanço kalemleri enflasyona göre düzeltilmediği durumlarda, fiyat artışının etkisiyle devir hızlarının yükselmesi gerekirdi. Varlık devir hızının, görünürde de olsa yükselmesi gerektiği bir dönemde özel sektörde de düşmesi, finansal verimliliğin artmadığını, tersine azaldığını gösterir. Finansal verimlilikte azalış, BBK'de bir yandan varlık ve özkaynak kârlılığını azaltırken öte yandan finansman gereksinimini de arttırmaktadır.

İşletme sermayesi yönetimindeki etkinliği gösteren işletme sermayesi -döner sermaye- dönen varlık, devir hızı, net satışlar/dönen varlık oranı, BBK genelinde 2003 yılında 2002'ye yükselerek 2.13 kezden 2.37 keze çıkarken on yıllık dönemde artış göstermemiş, hatta hafifçe gerilemiştir. 2003 yılında BBK genelinde kuruluşlar ortalama 154 günlük işletme sermayesi ile çalışmışlardır. Bir önceki yıl ise bu süre 171 gün idi. On yıllık bir dönemde ise BBK genelinde işletme sermayesi devir hızı 2.41 kezden 2.37 keze düşerken bu kapsamdaki özel kuruluşlarda 2.53 kez olarak değişme göstermemiştir.

Tüm veriler, on yıllık bir dönemde kuruluşlar genelinde finansal verimliliğin, kaynak kullanımında verimliliğin, etkinliğin artmadığını göstermektedir.

Bir ekonomide, ekonominin genel başarımını, sonuçlarını, mal ve hizmet üreten kuruluşlar belirler. Bu bağlamda da neden-sonuç ilişkisi gözden kaçmamalıdır. Ekonomi iyiye gittiği için işletmelerin performansı iyileşmez. İşletmelerin performansı, genel ekonominin sonuçlarını, makroekonomik büyüklükleri belirler.

Büyük kuruluşlar genelinde finansal verimliliğin artmaması, hatta uzun sürede bir ölçüde azalması, önemli bir sorun olarak algılanmalıdır.

kasved
21-08-2004, 16:02
Cumhuriyet 21.08.2004
Çanakkale'yi Kirletenler...
MERİÇ VELİDEDEOĞLU

Son günlerde, basının da yer verdiği, Çanakkale Savaşı ve şehitleriyle ilgili haberler karşısında, derinden sarsılmayan bir yurttaşımız yoktur, demek istesek de söyleyemiyoruz.

Çünkü basının bir bölümü, Çanakkale'yi ''geçilmez'' kılan yüz binlerce şehidi yok sayıp savaşın ''yeşil cüppeli sarıklılar'' tarafından kazanıldığını ileri süren ve bunu kullanan sömürücüler yanında bir bölümü de savaşın ''maneviyat'' yönünün de dikkate alınması gerektiğinden ''dem vurup'' bunlarla ''uzlaşma'' yolunda...

Gerçekte Atatürk 'ü eleyerek Kurtuluş Savaşı'na sahip olmanın olanağı olmadığını gören 1923 Devrimi karşıtlarının, Kurtuluş Savaşı'nı hafife alıp geriye itmek için Çanakkale Savaşı'nı yeniden biçimlendirmeye çalıştıkları yıllar öncesinden biliniyordu.

Çanakkale şehitlerini anma günlerinde bu tutumlarını her yıl biraz daha genişletip yerleştirerek ortaya koyuyorlardı.

Ne var ki şimdi kendi görüşlerinde olan AKP'nin iktidarda olması, açılıp saçılmalarına, rahatça ortaya çıkıp uygulamaya geçmelerine, bu saptırmaları kasetlerle, ''ilahi turlar'' la vb. pazarlayıp kullanmalarına olanak sağlamıştır.

Oysa Çanakkale Savaşı'nda ölenlerin, şehit düşenlerin kutsallığını kullanma, dinsel duyguları sömürme girişimi 81 yıl önce de olmuş, ama devrim hükümetince, Atatürk ve arkadaşlarınca kesinkes önlenmişti.

1923'te Lozan'da görüşmeler tıkandığında gündeme sık sık Çanakkale Savaşı'nda ölen bağlaşık (müttefik) askerlerinin Gelibolu ve Arıburnu'ndaki mezarları konusu getirilirdi; bu konunun son konuşulmasında İngiltere Başdelegesi Lord Curzon , ''İngiltere, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkelerden barış için Çanakkale'ye gelerek can vermiş insanların yatmakta oldukları'' mezarlar ve ''savaştıkları alanlar'' da birlikte olmak üzere on kilometrekarelik bir toprağın İngiltere'ye verilmesini ister.

Curzon gerekçe olarak, her dinde savaşta ölenler kutsal sayıldığı gibi onların gömülü oldukları toprakların da ''kutsal'' olduğunu, Türk heyetinin de böyle kabul etmesi ve kutsal ölüler üzerinde ''pazarlık'' yapmaması gerektiğini, Türklerin ''her konuda pazarlığa girişebileceklerini'' ama ''asker ölüleri üzerine'' girişemeyeceklerini belirtir ve savaş alanlarının da eklenmesiyle genişletilmiş, bir tepeden başlayıp denize ulaşan, bir ''askeri üs'' olabilecek konumdaki bu stratejik toprak kendilerine verilmezse ''Gelibolu'dan bir tek askerini bile çekmeyeceğini'' sert bir biçimde bildirir (*).

Söz alan Başdelegemiz İsmet Paşa , Türklerin de savaş alanında ölenleri aziz ve kutsal saydığını, ama bunun ''mezarlıkların kapsadığı alanın genişletilmesine bir neden olarak kullanılamayacağını'' , çünkü Türkiye dışında kalan uçsuz bucaksız pek çok savaş alanında şehit düşmüş Türklerin de böyle istemlerde bulunabileceklerini, ama ''bunun o kutsal ölülerle hiçbir ilgisi olmadığının'' Lord Curzon'un istediği toprak parçasıyla belli olduğunu, ''Curzon'un istemekte olduğu toprak parçasının bir bir mezarlık değil, Çanakkale Savaşları sırasında çıkarma yapılan ve her zaman böyle bir amaçla kullanılabilecek bir toprak şeridi olduğunu'' belirtmesi ve ardından dinsel duygulara, kutsal ölülere ''yaşayanların çıkarlarının bulaştırılmasından 'tiksinti' duyduğunu'' bütün dünya kamuoyuna bildirmek istemesi, Curzon'un beklemediği bir yanıt olur.

İsmet Paşa'nın bu konuşmasının ardından İngiltere geri adım atacaktır.

Bundan 81 yıl sonra Çanakkale Savaşı'nı saptırıp, şehitlerini yok sayıp -bu tutumlarını- pazarlayarak kullananları ve buna, göre göre, bile bile seyirci kalan yönetimi, 57. Alay, 5. Bölüm, 2. Tb'den şehit er Afiyetullah 'ın torunu olarak onun adına -İsmet Paşa gibi- ''tiksinti'' duyarak kınıyorum...


(*) Seha L. Meray, Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler, Ankara, 1972.

kasved
23-08-2004, 13:58
Cumhuriyet 23.08.2004
DÜNYA EKONOMİSİNE BAKIŞ / ERGİN YILDIZOĞLU LONDRA

[email protected]


Chávez Yine (8. Kez) Kazandı - I
The Economist'e göre (12/06) Latin Amerika halkının yüzde 71'i ülkelerinin bir avuç (örneğin Venezüella'da tarıma uygun toprakların yüzde 77'isini elinde tutan yüzde 3 gibi- E.Y) çıkar grubu tarafından yönetildiğine inanıyor. Venezüella Devlet Başkanı Chávez'in 15 Ağustos referandumundan zaferle çıkması bu inanışla yakından ilgili.


Durdurulmuş gelişme


Latin Amerika'da, iç pazara dönük sanayileşme dönemi olarak betimleyebileceğimiz 1960-79 arasında kişi başına milli gelir yüzde 80 artmış, yaşam düzeyinde bir iyileşme olmuş. Sonra, bölgede kişi başına milli gelir 1980-99 döneminde yalnızca yüzde 11 büyümüş. Bu büyümenin önemli bölümü de 1980'lerde gerçekleşmiş. 1990'ların ilk beş yılında, bölgede, kişi başına milli gelir, yüzde 1 artarak Centre For Economic and Policy Research 'den Mark Weisbrot 'un işaret ettiği gibi, ''Büyük Depresyon'' (1929-32) döneminde bile görülmemiş bir düzeyde kalmış.

Denebilir ki, Latin Amerika'da ağır aksak da olsa ilerleyen bir gelişme, IMF ''reformlarının'' (serbest piyasa projesi) yoğun bir biçimde uygulandığı 1980-1999 döneminde, neredeyse tümüyle durmuş; hatta, Arjantin'deki gibi yerini bir toplumsal çöküntüye bırakmış. IMF reformları (Washington Consensus) ABD dış politikasının bir parçası olarak algılandığından, The Economist 'in araştırmasının gösterdiği gibi, Venezüella, Şii, Uruguay, Bolivya, Paraguay, Arjantin, Ekvador gibi ülkelerde sert bir Amerika karşıtı muhalefet oluşmuş.

Yönetici sınıflara güvensizlik, ABD karşıtlığıyla birleşince, 1990'larda, bölgede halkçı, antiemperyalist bir damar güçlenmeye, yeni bir halkçı lider kuşağı gelişmeye başladı. Bu liderler, Brezilya, Arjantin Ekvador ve Venezüella'da iktidara geldiler, Bolivya'da da seçimlerde büyük bir başarı gösterdiler. Buna karşılık, Meksika Devlet Başkanı Vicente Fox gibi ABD yanlısı liderlerin toplumsal desteği zayıfladı. Yine bu yüzden, Brezilya'dan Lula 'nın partisi, Arjantin hükümeti, seçimlerde Chávez'i desteklemek için Venezüella'ya delegasyonlar gönderdiler, Latin Amerika Yerlilerinin Hakları Örgütü, Latin Amerika Topraksız Köylüler Hareketi, küresel çapta 60 milyondan fazla üyeli Köylüler Hareketi, Chávez'i desteklediğini açıkladı, aralarında Eduardo Galeano (Uruguay), Ahijaz Ahmad (Hindistan), Tarık Ali (İngiltere-Pakistan), Perry Anderson (İngiltere), Ken Livingston (Londra Belediye Başkanı), Eric Hosbawm (tarihçi) Naomi Klein (Kanada), James Petras (USA), Ignacio Rmonet (Le Monde Diplomatique editörü), Ken Loach (Sinemacı), , Jose Bove gibi dünya çapında saygın aydının ve aktivistin yer aldığı 75 kişi ortak bir deklarasyonla ''Venezüellalı olsaydık oyumuzu Ch á vez'e verirdik'' dediler ( Counterpunch 16/08).


'İmkânsızı yapmak'


20 yıldır neo-liberal ayetullahların, serbest piyasa tanrısına tapınırken lanetledikleri günahlar listesinin başında ''popülizm'' (halkçılık) var. Medyanın yardımıyla ''popülizm günahtır'' dogması geniş halk kitlelerine kabul ettirilmeye, ayetullahlarla aynı düşünceyi paylaşmayan, serbet piyasa projesinin çalışanlar, kadınlar, genel olarak halk üzerindeki olumsuz etkilerinden söz açmaya kalkan siyasetçiler popülistlikle suçlanarak medyada linç edildi. Venezüella dahil, birçok gelişmekte olan ülkede medyanın yüzde 80'i mali karteller tarafından denetlendiğinden bu taktik başlangıçta başarılı da oldu.

Chávez deneyimi bu bağlamda çok önemli. Çünkü, o ''inanılmaz'' şeyi yaptı, ayetullahların tehditlerine aldırmadan en büyük günahı işledi, halkın verdiği oyları ciddiye aldı. Latin Amerika'nın dördüncü büyük ekonomisi, dünyanın beşinci petrol ihracatçısı Venezüella'da, petrol gelirlerini, oligarşiye ve petrol sanayiinin sarı sendikacılarına yedirmek yerine, hiç ''utanmadan'' kapsamlı ''popülist'' (halkçı) politikaları, gerçekten reformcu programları uygulamakta kullandı. Ama vaaz edilen ekonomik felaket gerçekleşmedi. Aksine Venezüella'da ekonomik yaşam canlanmaya, Merkez Bankası'nın verilerine göre, işsizlik yüzde 18'den yüzde 12'ye gerilerken araba satışları yüzde 93 arttı, ekonomik büyüme hızı yüzde 12'ye ulaştı, halkın refahı artmaya, dahası halk, tüm medya şamatasına rağmen bunu görmeye başladı. Bu yüzden, 1998'de ilk kez seçildiğinden bu yana Chávez tam sekiz kez (seçim ve referandum) kazandı. 2002'de ABD destekli bir darbeyle devrildi, ama halk sokaklara dökülerek onu tekrar yerine oturttu.

Burada çok değerli bir ders yok mu? İktidara gelmek mi istiyorsunuz, neo-liberal ayetullahların felaket tellallığından korkmayın, halkın güvenini kazanmaya öncelik verin. Bu ise çok zor değil. Yaşam koşullarını düzeltmeye öncelik verir, verdiğiniz sözü hükümet olunca tutarsanız, o sizi yarı yolda bırakmaz, gerektiğinde sokağa dökülüp canı pahasına korumaya çalışır.


Yaşasın 'popülizm'!


Chávez reformlarına geçmeden önce, ayetullahları en çok kızdıran gerçeğe değinmek istiyorum. Chávez bir, demagog diktatör değil aksine, Financial Times 'ın bile kabul ettiği gibi, becerikli, demokrasiye güvenen bir siyasetçi. Örneğin Chávez seçimlerden hiç çekinmiyor; hatta anayasaya, bugüne kadar hiçbir ülkede görülmeyen bir madde ekleyerek halka beğenmedikleri devlet başkanlarını, süresinin bitmesini beklemeden geri çağırmak için referandumu yapma olanağı getirdi. Ev kadınlarının emeğini, toplumsal emeğin bir parçası sayarak sosyal sigorta kapsamına alan madde de anayasaya Chávez döneminde girdi (The Guardian 13/08).

Chávez'in başlattığı, okuma-yazma seferberliği, yoksullara ücretsiz sağlık, eğitim, iş bulma şansını arttırmak için eğitim olanağı getiren reformları, iş olanaklarını genişleten mikro-kredi (küçük esnafa, yoksul ailelere verilen krediler) sistemi, sınırlı ve yavaş da olsa nihayet başlamış olan toprak reformu, Küba'dan ucuz petrole karşılık gelen, ücretsiz hizmet sunan, en yoksul bölgelerde aile doktoru sistemini yerleştirmeye başlayan 17.000 doktor ve dişçi Venezüella halkının yaşam koşullarını iyileştirmeye başladı (Financial Times 12/08).

Chávez hükümeti, kırsal ekonominin canlanmasına, ülkenin kendi kendini besleme kapasitesinin artmasına yönelik projelere büyük önem verdi. Vergilerin toplanmasında verimliliği arttırdı, kaynağı Venezüella'nın dış borçlarını ödemekte kullandı.

En önemlisi, bu reform programları, halkın büyük çoğunluğu gibi koyu derili-yerli, köylü aksanıyla konuşan, her hafta televizyonda ''Alo Başkan'' adlı programda 2 saat boyunca telefon edenlerle spordan sinemaya, Venezüella'dan dünya sorunlarına kadar çeşitli konuları konuşan, şakalaşan, akıl veren, tavsiye dinleyen bir başkan, önceki rejimlerde siyasi süreçten dışlanmış kesimler arasında bir topluluk-dayanışma ruhunun oluşmasına yol açarak, siyasi kültürü değiştirmeye başladı (BBC, 13/08). Yeni seçmen kaydetme seferberliği dışlanmış kesimleri siyaset sürecinin içine çekti, onlarda özsaygıyı güçlendirdi, böylece siyasete ilgi olağan üstü arttı (The Guardian). Chávez deneyimi, ayetullahların ''popülizm'' hayaletinden bu kadar çok korkmalarının gerçek nedenini de gözler önüne serdi: ''Popülizm'' halka gücünü hissettiriyor, ayetullahların aslında çıplak olduğunu görmelerine yardım ediyordu. Yaşasın ''popülizm!''. ( 2. Kısım Çarşamba Günü)

uptrend
25-08-2004, 11:11
Bazı köşe yazarları ve TV yorumcuları için kesin notumu verdim.

Hasan Cemal,Cüneyt Ülsever,M.Ali Birand,Hadi Uluengin,Ferai Tınç,İlter Türkmen,Yalım Eralp.

Irak savaşı öncesi tezkere muhabbetinden itibaren bu yazarların toplumun beklentileriyle bağdaşmayan yazıları dikkatimi çekti.Tezkere krizi,Irak savaşı,Kıbrıs referandumu,AB ye üye olma mevzuları,Büyük orta doğu projesi,Türkiyenin bir İslam cumhuriyeti olacağı mevzuları,laiklik,türban vs.vs.Toplumun beklentilerinin aksine yabancı güçlerin lehine görüntü çiziyorlar.

Sonunda neticeye vardım.Başta Hasan Cemal ve Cüneyt Ülsever olmak üzere bu yazarlar Türkiye'nin çıkarları doğrultusunda değil Amerika'nın,Avrupa'nın Türkiye üzerindeki çıkarları doğrultusunda yazılar yazıyorlar.

Yukardaki yazarları dikkatle izleyin.

gemici
25-08-2004, 11:20
sana hak veriyorum bir kere köşe yazarı olmak için sadece yazı yazacak bir köşe bulmanın yeterli olduğu bir yerde onlarda yazmışlar.hayatta okumam köşe yazarlarını.kendimden daha akıllı olanını bulamadığım için haber dışındaki yorumları bu yazarların 5 para etmez................................
not.görülen lüzum üzerine açıklama siyasi görüşüm hiç bir gazete yazarına endekslenmemiştir.

zeplin
25-08-2004, 12:06
ne yazacaklardı? Allah Ruslardan razı olsunmu?

şuna benim siyasi düşünceme uymadılarda ondan laf atıyorum desene kardeşim ne diye lafı eğip büküyosun?

uptrend
25-08-2004, 12:20
ne yazacaklardı? Allah Ruslardan razı olsunmu?

şuna benim siyasi düşünceme uymadılarda ondan laf atıyorum desene kardeşim ne diye lafı eğip büküyosun?

Lafı döndürüp, dolaştırma.

Bu yazarları bu zamana kadar okumadıysan bundan sonra oku.Nerdeyse ülkeyi satışa çıkaracaklar.

zeplin
25-08-2004, 12:49
lafı dolaştırmıyorum direk söylüyorum dikkat edersen.

örnek yazı getir onu konuşalım.tabiiki bunların hepsi su katılmamış vatansever demiyorum ama yazı copyle nerde satış onu görelim?

halkın beklentisini karşılamıyor demişsin.bende halkın beklentisi diye lafı çevirme, keyfimin beklentisi de daha güzel anlaşılırsın diyorum.
kıbrısta halkın beklentisini gördük.%67?

market
26-08-2004, 00:34
Söz konusu yazarlar, karen fogg tayfasıdır.sozunden dısarı cıkmazlar.

spek_avcısı
27-08-2004, 22:02
Bazı köşe yazarları ve TV yorumcuları için kesin notumu verdim.

Hasan Cemal,Cüneyt Ülsever,M.Ali Birand,Hadi Uluengin,Ferai Tınç,İlter Türkmen,Yalım Eralp.

Irak savaşı öncesi tezkere muhabbetinden itibaren bu yazarların toplumun beklentileriyle bağdaşmayan yazıları dikkatimi çekti.Tezkere krizi,Irak savaşı,Kıbrıs referandumu,AB ye üye olma mevzuları,Büyük orta doğu projesi,Türkiyenin bir İslam cumhuriyeti olacağı mevzuları,laiklik,türban vs.vs.Toplumun beklentilerinin aksine yabancı güçlerin lehine görüntü çiziyorlar.

Sonunda neticeye vardım.Başta Hasan Cemal ve Cüneyt Ülsever olmak üzere bu yazarlar Türkiye'nin çıkarları doğrultusunda değil Amerika'nın,Avrupa'nın Türkiye üzerindeki çıkarları doğrultusunda yazılar yazıyorlar.

Yukardaki yazarları dikkatle izleyin.


kınayın bakalım megafonla namaz çıkışı türk milletiyle bağıra bağıra alay eden köşe yazarlarını görmeden buna sesiz kalmanız ayrı bi konu tabi!!...

hakanen
27-08-2004, 23:15
+Cengiz Çandar
+Mehmet Barlas
+Ertuğrul Özkök

spek_avcısı
29-08-2004, 22:31
direkt iftira atma yerine düşünceye düşünceyle cevap verilmesi taraftarıyım
ülkenin gelişmesi için çok önemli bir koşul
sonuçta fransa ,italya,ing... vs hepsinde sağcı solcu , katolik protestan var..

kasved
07-09-2004, 10:37
Hükümet hem dış politikada, hem de ekonomide fazla suya sabuna dokunmadan dış istekleri güleryüzle karşılayıp bunları harfiyen yerine getirdiğinde hem kendi geleceğini hem de Türkiye' nin geleceğini kurtaracağı inancında.

Hükümetin eline verilmiş iki adet liste var.

Liste 1 : AB muzakereleri için istek listesi
Liste 2 : Ekonomi için IMF listesi.

Hükümet hem iç hem dış basına ve muhataplarına bu iki listedeki istekleri ne kadar başarılı bir şekilde yerine getirdiğini ifade ederek dış dünyadan kredi-yatırım-müzakere ve iyilik beklentisi içinde.

Hükümetin Stratejisi şu : Kesinlikle ne ekonomide, ne dış politikada hiçbir risk alma, suyu akışına bırak.

Acaba şunu düşünüyor muyuz :

1- ABD 500 milyar dolar para harcamayı göze alarak Irak' a niçin geldi ? Bu ülkenin Ortadoğu ve Türkiye için planı, stratejisi ve politikası nedir ?
2- Israil' in Irak ve Ortadoğu konusundaki planı, politikası ve stratejisi nedir ?
3- Washington DC de kimlerin ne tip enstitü vb adlar altında örgütlenmeleri var ? Bunlar ne işe yarıyor ?
4- Beyazsaray, Pentagon ve ABD dış işleri bakanlığında hangi lobilerin adamları ve teorisyenleri var ? Bu adamların bölgemiz için teorileri neler ? (Bazı rapor ve teorileri taktik ve yem amaçlı, yanıltıcı olabilir)

Yukarıdaki sorular objektif biçimde ele alındığında Irakda :

1- Güçsüz, gevşek ve bölünmeye elverişli bir Irak federasyonu
2- Şii-şii, sünni-şii, arap-kürt, kürt-türkmen, türkmen-arap gibi matrix bir karmaşa yaratılması
3- Zayıflatılmış ve etkisizleştirilmiş Irak' ın zaman içinde hem kaynaklarının hem de topraklarının kontrolünün sağlanması, ileride söz konusu olabilecek güçlü bir Arap oluşumunun önüne geçilmesi
4- Bölgede Türkiyenin ve İran' ın ileriye yönelik etkinliğinin önüne geçilmesi
5- Bölgedeki hem petrol, hem su kaynaklarının Türkiye ve Arap ülkelerinin kontrolünde değil, ABD ve İsrail kontrolünde olması,

Bu kapsamda,

1- Bölgede Türk ve Türkiyeyle pozitif bağ kurabilecek her türlü oluşumun yok edilmesi gerekiyor. İşte Türkmenlerin bu nedenle etkisizleştirilmesi, Türkiyeye veya başka yerlere göç ettirilmesi, aralarında bölünmesi, çatışması gerekiyor.
2- Bölgedeki Kürtlerin Türkiye aleyhine kışkırtılması, Türkiyeye düşman edilmesi gerekiyor.
3- Türkiye içindeki etnik ayrımcılığın sistematik yapıda güçlendirilmesi ve ortaya tatlı büyük etnik bir devlet hayali ve ideali konulup, bunun hayali sınırlarının peşinden koşturulması gerekiyor.
4- Dünyanın ısınmasına ve iklim değişimlerine bağlı olarak ileride sorun oluşturacak çok değerli su kaynaklarının Türkiye' nin elinden koz olarak alınması, bu başarılamazsa, bölge ülkelerinin Türkiye aleyhine kışkırtılması ve terörize edilmesi gerekiyor.

Neden Türkiye Sorun Oluşturuyor ?

1- Türkiye Washington DC deki teorisyenler için kısa vadeli müttefik, uzun vadeli sorun bir ülke. 20-30 yıl daha göz yumulacak, derin krizler yaşatılmayacak ama iki ayağı üzerinde de durdurulmayacak gerekli bir ülke.
2- Türkiye değerli bir toprak parçası üzerinde oturuyor. Aslında Ortadoğu ve Avrupa' nın Rusyadan sonraki aktif varlık olarak İranla birlikte en değerli ülkesi. Bu değeri Türklerin inisiyatifine bırakmak istemiyorlar. Çünkü bu pastadan pay almak isteyen başka bölge ülkeleri de var.
3- Türkiyenin günün birinde adam olup kendi başına bağımsız bir güç olma riskini kendi açılarından ortadan kaldırmak istiyorlar. Müslüman bir kimliği olması da ayrıca İslam dünyasında az da olsa birgün birleştirici ayrı bir güç oluşturma riski doğruyor. (Batı özellikle bağımsız karekterli, emir ve kontrol altına alınamayan Büyük Lideri bütün islam dünyasına, bu ülkelerde satın aldığı din yobazları kanalıyla bir şeytan ve islam düşmanı olarak tanıtmıştır. Batı bugün hala Onun Türkiyedeki manevi varlığından rahatsızdır. Dikkat edin, kim Büyük Lidere karşıysa onlara özel sempati beslemişlerdir. Batı zeki ve bağımsız karekterli Türkleri sevmez. )
4- Onlara göre, gelecekte Rusya, Türkiye ve Çin Asya-Avrupa-Pasifik ekseninin en etkili ülkeleri olabilir. Bush' un açıkladığı Libya-İran-K.Kore şeytan ekseninin altındaki asıl eksen budur. Özellikle Asya-Pasifik ekseni bu yüzyılın ekonomik gücü olacaktır. Dünya ekonomik zenginliğini bu eksenden çıkaracaktır. Çünkü bu eksende önümüzdeki 30 yıl içinde dünya üretiminin yaklaşık % 752 i yapılacaktır. Hammaddenin de çoğu bu eksendedir. Yeterli know-how da artık bu eksende var. Bu eksen yeni süper güçlere gebedir. Akıllı bir ABD' nin bu eksendeki kaynakları ve Rusya, Türkiye, İran, Çin, Pakistan ve Hindistan' ı özel olarak mercek altına alması normaldir. Tabiki bu eksende çok akıllı, çok stratejik, çok planlı, çok kurnaz, dünyanın en etkili finans ve politika ilişki ve iletişim ağı olan çok güçlü bir başka ülkesi de İsraildir. Bu ülkenin de geleceğe yönelik düşünmesi, politika ve strateji oluşturması her aklı başında ülke gibi normaldir. Onlar da kendi çıkarlarına uygun olduğunu düşündüğü şekilde hareket etmektedir.

Sonuç :

Türkiyenin başında etrafındaki gelişmeleri tebessümle izleyen, kurtuluşunu onların eline bağlamış tam da Avrupa, ABD ve İsrail' in istediği tipte bir hükümet var.

Bu demek değilki ortada kaliteli bir alternatif var veya yakın gelecekte olacak. Türkiye sürekli çapı ve hazırlığı olmayan hükümetler çıkaramanın cezasını umarım 50 yıl sonra büyük acılarla ödemez.

Not :
Türkiye-Rusya ve Türkiye-ABD-İsrail ilişkilerinin karşıklı akıl ve mantık içinde saçmalık ve kurnazlıklardan, gizli planlama ve uygulamalardan uzak, bölgeki tüm milletlerin refahını artırıcı, barış içinde oluşturulması herkesin lehinedir. Umarım aklı başında ülkeler, mevcut hükümetlere bakarak gelecekten cesaret alıp Türkiye üzerinde, Türkiye üzerinde Dini ve Etnik ayrımlar yaratarak birşeyler elde edeceğini düşünüp, ileride aptalca maceralara girişmeyi düşünmezler. Kurbağa haşlama taktiği gütselerde bu milletin bilmedikleri başka sürprizleri her zaman vardır.

Biz millet olarak pahalı dersler alırız ve pahalı dersler veririz.

kasved
08-09-2004, 09:38
Cumhuriyet 08.09.2004
SÖYLEŞİLER
KORKUT BORATAV
'Ekonomi Tıkırında'
İki yıl önce yitirdiğimiz Fransız sosyal bilimcisi Pierre Bourdieu , aydınları ''neoliberal ideolojiyle mücadeleye'' çağırırken, öncelikle, egemen söylemin oluşmasında başrolü oynayan medya iktisatçılarının ideolojik tavırlarının eleştirisini, teşhirini ve bu tavırları belirleyen toplumsal etkenlerin araştırılmasını öneriyordu.

Türkiye ekonomisinin ufkunda belirsizlikler yoğunlaşmakta iken, TV kanallarında boy gösteren medya iktisatçıları koro halinde, Timur Selçuk 'un eski bir şarkısının nakaratını tekrarlıyorlar: ''Ekonomi tıkırında...'' Onları izledikçe Bourdieu'nün önerisini hatırladım. Türkiye ekonomisinin, hatta toplumunun kaderine topluca hükmetme iddiasını taşıyan bu insanların dünya görüşlerini belirleyen toplumsal veya psikolojik etkenler nelerdir? Bu sorunun yanıtını, iletişimcilere, sosyologlara, sosyal psikologlara bırakalım. Ben, bugün, medya pompalamasıyla şişirilen iyimserliğin niçin gerçekten ''yapay'' olduğunu göstermeye çalışacağım. Türkiye ekonomisinin 2004 güzünde önemli dış denge, dış kaynak sorunlarıyla karşı karşıya bulunduğu saptaması karşısında, ''iyimserlik pompacıları'' nın üç tepkisi vardır: ''IMF ile stand by imzalanmak üzeredir''; ''AB ile ilişkilerimiz iyiye gitmektedir'' ve ''Cari açıktaki artış önemli bir sorun değildir'' ...

Biz de tartışalım: Dış açık önemli midir? Ve önemli ise, IMF/AB ilişkileri bu derde deva mıdır?

****

Türkiye'nin krize sürüklendiği 2000 yılının ilk yedi ayının dış açığı 5.9 milyardı; bu yılın rakamı 10 milyar dolarla 2000'in yıllık açığını şimdiden aşmıştır. 2000 Temmuzu'nda dış açık 360 milyon dolardı; rekor turizm gelirlerine rağmen 2004 Temmuzu'nun açığı 700 milyon dolardır. Yıl sonunda cari işlem açığının daha da büyümüş olacağı anlaşılmaktadır. Temmuzda, cari açığı kapatan ana kalemlerin en büyüğü rezervlerdir ve ödemeler dengesinin net hata/noksan kalemi eksiye dönmüş; 1.4 milyar dolarlık kayıtdışı para çıkışı gerçekleşmiştir. Dış borç göstergeleri tehlike eşiklerini aşmaktadır. Türkiye ekonomisi, örneğin Brezilya gibi hem cari işlem fazlası , hem de yüksekçe bir büyümeyi birlikte gerçekleştirecek yapısal özelliklerden yoksundur. Ekonomi küçülmedikçe, cari işlem fazlaları ile dış borç servisine katkı yapılabilmesi, artık, mümkün değildir. ''Cari açık sorun değildir'' diyenlerin tek ciddiye alınacak savları, dalgalı kur rejiminin döviz kurlarında ani patlamalara karşı güvenceli olduğudur. Ne var ki, ani veya zamana yayılmış bir hareketin nihaî sonuçları arasında çok da fark yoktur.

*****

Peki soralım: IMF ile imzalanacak bir stand by anlaşması, bu soruna çözüm müdür? IMF'den net ''taze para'' gelmeyeceğini, Ali Babacan bile itiraf etti. Şu anda geçerli ödeme planına göre, AKP iktidarı Temmuz 2004 ile 2006 arasında IMF'ye 22.2 milyar dolar anapara ve faiz ödeyecektir. En hafif yük 2004'ün Ağustos-Aralık ayları arasındadır ve 2.6 milyar dolara ulaşmaktadır. Yedi ayda 10 milyar doların üzerinde cari işlem açığı veren bir ekonominin önümüzdeki beş ayda bu yükün nasıl üstesinden geleceği belli değildir. 2006'nın IMF taksitleri, 11.4 milyar dolara yükselmektedir. AKP'nin yeni stand by anlaşması ile yapmaya çalıştığı, borç taksitlerinin önemli bir bölümünü 2007 ve sonrasına yıkarak önümüzdeki iki yılı kurtarmak ve erken bir seçimle ''malı götürmeye'' çalışmaktır.

IMF'ye borçlu ülkeler listesinin (borç toplamı/ülke kotası oranına bakarsak) en başında Türkiye gelmektedir. IMF kredi portföyünün yaklaşık yüzde 20'si Türkiye'ye tahsis edilmiştir. Yeni ve önemli miktarlarda IMF kredileri mümkün olamaz. ''Borcumu ödemede güçlük çekiyorum; yeniden yapılandırın'' anlamına gelecek bir başvuruya karşılık verilebilir; ama, o kadar... Şimdiki pazarlığın, AKP iktidarına nefes aldıracak, olası bir borç krizini erteleyecek bir yeni ödeme planı üzerinde olduğu anlaşılıyor. Kısacası, stand by anlaşması ile ekonominin güçsüzlüğü belgelenmiş olacaktır.

****

Gelelim AB ilişkilerine... Diyelim ki, Türkiye ile ilgili ''ilerleme raporu'' nda olumlu öğeler ağır basacaktır; hatta aralıkta müzakere takvimine geçiş kararı alınacaktır. Bunların âcil ekonomik sorunlara katkısı ne olabilir? Bu sürecin on beş yıldan önce tamamlanmayacağını söyleyen Fischer 'in uyarısını göz ardı edip, ''AB'den gelecek kaynaklar'' safsatası ile borsayı biraz daha şişirip, sessizce kaçıp gitmenin hazırlığı içinde olanlar mı vardır?

****

Bu ortamın daha fazla süremeyeceği açıktır. Dört ay önce bu köşede sorduğum bir soruyu tekrar edeyim: ''Balon sönecek mi, patlayacak mı?''

kasved
14-09-2004, 13:09
Cumhuriyet 14.09.2004
BENCE
İZZETTİN ÖNDER
Bu, Harim-i İsmete Saldırıdır!
Aklını kullanmayan insanlar için, kafanın yük olduğu söylenir. Akl-ı selimini kullanmayan uluslar için de galiba, memleket toprakları yük oluyor.

İktisat fakültesi birinci sınıfında, hocamız şöyle bir hikâye anlatmıştı: Kulübesinde güzel bir gece geçirip, kollarını gererek parıldayan güneş ışığına çıkan karnı aç kişi, balık tutan birisinin geldiğini görerek, balığı satın almak ister. Balığın sahibi, balığı ancak kulübe ile değiştirebileceğini söyler. Bu öneriyi kabul eden aç kişi, balık karşılığında kulübesini verir. Akşam olur, bu kafasız insan hem acıkır, hem de kulübesinden olduğunu idrak eder. Heyhat, iş işten geçmiştir!

****

Bir malın piyasa değeri alıcı ile satıcının göreli güçlerine göre belirlenir. Satıcının görece yoksul, alıcının ise varsıl olduğu durumda metanın piyasa fiyatı, doğal olarak, zengine göre düşük olur. Her ne kadar döviz baskılı olsa da TL/döviz değişimi daima yabancılar karşısında mallarımızı oldukça ucuz kılmaktadır. Bu durumu gayrimenkul stoka uyguladığımızda, karşımıza çok acı bir tablo çıkar. Batılı bir mülk alıcısının ortalama alım gücü o ülkelerin ortalama fert başına geliri ile belirlenir. Ortalama fert başına gelirin Türkiye'dekinden 4, 5, hatta 6 kat ya da daha fazla olduğu bir ülkeden gelen bir kişi, Türkiye'de güçlü bir alıcı olur. Nasıl bir banka, hangi şehrin, hangi semtinin hangi köşesinde bir şube binası isterse, fiyatını vererek ona sahip olabilirse, aynı şekilde zengin bir ülke mensubu da yoksul bir ülkede istediği her şeyi, kendisine göre oldukça makûl, hatta düşük bir fiyattan, ama satıcıya göre bir servet karşılığında alabilir.

Zenginin, para karşılığında yoksulu vatanından kovması ya da yoksulu yapay vatandaş yapması da çok kolaydır. Küreselleştirilen dünyada insanı da hızla metalaştıran bazı düşünürlerin tasvip ettiği, bazı yabancı sporcuların Türkiye bayrağı altında yarışmasının vicdan sahibi kişileri rahatsız etmiş olduğunu düşünüyorum!

Gayrimenkul satışı, yabancı sermaye yatırımından dahi çok farklıdır ve sonuçları itibariyle de çok daha vahimdir. Yabancılara mülk satışı, satan kişiyi geçici olarak zengin eder, ama ülkeye sadece bir miktar döviz girişi sağlar. Ülkeye giren bu para ne istihdam yaratır, ne ihracata katkı yapar, ne de üretim kapasitesini yükseltir. Bütün bu sayılanlar, liberallerin dillerine doladığının aksine, yabancı üretici yatırımlar için de fazla geçerli değildir, mülk satışı için hiç geçerli değildir.

Yabancıların mülk alımında ülkeye sadece bir seferlik bir döviz girişi olmakta, ama bunun karşılığında ülke toprakları üzerindeki mülkiyet yabancılaşmakta ve ülkenin tümünde ya da bazı bölgelerinde nüfus bileşimi değişmektedir. Ulusların oluşumunda ya da geçmişe yönelik hak iddialarında nüfus birikimi ve yoğunluğu fevkalâde önemlidir. Devleti olmayan ve devlet kurmak isteyen ırklar, kümelendikleri yerde hızlı nüfus artışı politikası güderek, fiili durum oluşturma gayretine girerler. Bu politika, maalesef, Türkiye'de de güdülmüştür. Günümüzdeki alımların istihbarat örgütleri tarafından, hiç değilse bu açıdan incelenmesi kaçınılmazdır.

Türkiye'de gayrimenkul alan yabancıların şimdilik böyle bir siyasal amacı olmadığı iddia edilebilir. Hatta, gayrimenkul alanların, yaşamlarını sürdürebilmeleri için Türkiye'ye her yıl belirli miktarda döviz getirme, böylece, fiili ihracatımıza da katkı yapma durumunda oldukları da söylenebilir. Ancak böyle bir yoldan kazanılabilecek üç-beş kuruşluk dövizle, ülke topraklarının el değiştirmesi ve nüfus bileşiminin değişmesi aynı kefeye konamaz.

Ekonomik koşulların kolaylaştırdığı bu uğursuz dönüşümün önünde sadece yasa gücü ile durulabilirdi. Ne yazık ki varsıl ülke uygulamalarının fevkalâde yanlış yorumlanması ya da dış baskılar sonucunda veya yanlış yoldan borç eritme düşüncesiyle çıkarılmış olan 3 Temmuz 2004 tarihli ve 4916 sayılı yasa ile korkunç bir gidişin önü açılmıştır. Bu yasa ile taraflar arasında âdil ve dürüst ticaretin değil, Batı'nın dayatması sonucunda devletin küçültülmesi, ekonominin serbestleştirilmesi ve özelleştirme gibi maddî alanda ulusu çökertme uygulamalarının yanında, şimdi de para ile ''harim-i ismet'' e saldırı yolu açılmış oldu. Çok yazık!

****

Ülke toprakları satışa çıkarılarak harim-i ismete saldırı yolu açılırken, toplumun dikkatleri de kurnazca ''zina'' konusuna yönlendirildi. Medyamız da oltaya gelerek, günlerce bu ipe sapa gelmez konu ile uğraşarak, AKP'nin stratejik oyununa alet oldu. Bu konuda, zina ile fuhuş arasındaki farkı açıklayan ince sosyolojik açıklama gayretlerine dahi tanık olduk. Hiç düşünmedik ki son anda manevra yapacak olan AKP, hem sivil toplum örgütlerine hem de AB'ye, uyum sağlayıcı ve demokratik bir görüntü verirken, aynı anda diğer başarısızlıklarını da gözden uzak tutmuş olmanın rahatlığını yaşayacaktır. Her iki tarafa da bravo!

Ama; yasa yapıcıları hukuken sorumlu tutulmasa da, vicdanlarının sesinden ve gelecek kuşakların gazabından kurtulamayacaklardır, bugün sorumsuzca sattıkları yerlere, yarın onlar da sokulmayacaklardır!

kasved
22-09-2004, 11:19
Cumhuriyet 22.09.2004
GLOBALPOLİTİKÜLTÜR
ERGİN YILDIZOĞLU
Türbülans
Türkiye'de bu yıl, geçen yıl olmayan, bir ekonomik, siyasi ''türbülans'' var. Acaba yine bir yol kavşağına mı yaklaşıyoruz?

IMF yalanının sonuna geldik
Az sayıda ekonomist ve sosyal bilimcinin o harika ekonomik büyümeyle ilgili dile getirdiği kuşkular giderek, 'kartel basını' nın köşelerine de sızmaya başladı. Bunların söylediklerine boş verip bir uluslararası danışmanlık şirketi Condor Advisers'ın başkanının, mali sermayenin sözcülerinden Financial Times'da yayımlanan, ''Kuşkular ve tehlikeler Türkiye'nin ekonomik toparlanmasına gölge düşürüyor'' başlıklı yorumuna bakalım. Bu yorum ilginç, çünkü IMF'nin ''faiz dışı fazla'' ölçütünün, hükümet harcamalarının yüzde 60'ını hesap dışı bırakarak mali yapıdaki zaafları gizlediğini, yatırımcılara aşırı olumlu bir görüntü sunduğunu saptıyor. Yazara göre, kamu sektörü borçlanma gereksinimi, çok daha gerçekçi bir risk göstergesi. Böylece yazar sırasıyla, KSBG (PSBR) ve toplam kamu borcunun GSMH'nin yüzde 10'una ve yüzde 100'üne ulaştığına, bankaların dışarıdan borçlanarak içeride plase ettiğine, yıl sonunda özel sektörün kısa dönemli borçlarının 2000 yılı düzeyine yükselerek döviz rezervlerinin yüzde 120'sine ulaşacağına (yine sıcak para tehlikesine) dikkat çekiyor. Yazar ''IMF mali riski gizlemeseydi Türkiye'de bu düzeyde sıcak para birikmezdi'' diyor.

Bu aslında ''herkesin bildiği bir sır'' . Öyleyse dile getirmenin anlamı ne? Yoksa oyun sürdürülebilirlik sınırlarına mı dayandı? Yazar da, zaten hükümetin IMF'den borç almadan ekonomiyi çeviremeyeceğini anımsatarak durumun hassasiyetini vurguluyor. Sanırım, dış finansman gereksinimi 10 milyar doların üzerinde. Ancak bu paranın IMF'de olmadığını, olsa bile AB liderlerinin zorluk çıkaracağını düşünüyorum. Geçmiş deneyler bize (AKP'nin ABD ilişkileri de göz önüne alındığında) bu paranın eninde sonunda verilebileceğini, ama bu ''inayetin'' ancak, bir krizden sonra, hükümet her tavizi vermeye hazır duruma geldiğinde gerçekleşebileceğini düşündürtüyor. Kısacası, AKP hükümetinin başı belada...

Siyasette de deniz bitti (mi?)
AKP iktidar olurken iki noktaya dikkat çekmeye çalışmıştım: AKP'nin ait olduğu geleneğin Türkiye devletine ve toplumuna yönelik belli bir programı var, bunun hükümetin icraatlarına damgasını vurması, bir dönüşüm süreci başlatması beklenmelidir. Bir koalisyon üzerinde durduğu anlaşılan, ağır bir dış ilişkiler yükü taşıyan AKP'nin, tabanının ekonomik taleplerine cevap veremez. Gerçekten de ''Gerçek'' piyasaları yakından izleyen ekonomistler, çarşı esnafının AKP'den hoşnutsuz, düş kırıklığının yaygın olduğunu söylüyorlar. Bu yüzden, AKP ekonomik alanda veremediklerini, sık sık, kültürel, siyasi alandaki ataklarla telafi etmeye çalışıyor. Ancak pazartesi günü Işık Kansu' nun sunduğu 'geri çekilen yasa tasarıları listesi' bu alanda da AKP'nin elindeki iktidarı kullanamayan bir parti olduğunun kanıtıydı. Ayrıca, Tel Afer'le ilgili '' sert çıkış'' , ''zina tartışması'' ( Gül' ün yıpratılması), Verhaugen ''fırçası'' karşısında hükümetin ''erkekçe'' posta atması da bu iktidarsızlığın semptomları olarak görülebilir.

Ancak, tüm bu beceriksizliklerin altında, AKP liderliğinin iradesi dışında, sanılandan çok daha sinsi bir dinamik işliyor olabilir: Tabanının taleplerini ifade eden tasarıları her gündeme getirip, sonra geçiremeyip geri çektiğinde, AKP liderliği, hem çabaladığını, hem de ''malum düşmanın'' kendisini engellemeye devam ettiğini, bir kez daha 'kanıtlamış' oluyor. Böylece, belki AKP liderliği günü kurtarıyor ama, parti içindeki ''ılımlı'' , oportünist kesim iktidarsızlaşırken ''daha radikal'' , uzun dönemli projesi olan kesimin, iradesini dayatma kapasitesi, risk alma eğilimi artıyor. Burada, (bir sosyal demokrat, halkçı seçeneğin yokluğunu göz önüne aldığımızda) iki boyutlu bir başka sürecin işlediğini düşünebiliriz: Birincisi, hem toplumdaki hem de AKP içinde çatlaklar giderek derinleşiyor. İkincisi siyasetin söyleminde başlayan önemli bir dönüşüm hızlanıyor. Siyasetin söylemine hâlâ laik, demokratik, bağımsızlıkçı, halkçı/sol eğilimleri içeren 'modern' bir söylemle, neoliberal ve 'siyasal İslam' ı içeren 'postmodern' /ümmetçi bir söylem arasındaki çatışma damgasını vuruyor. Ancak bu biçimlenme aşınıyor; gelecekte, küreselleşmeci, Amerikancı ''ılımlı İslamla'' , ''daha radikal ümmetçi bir İslam'' arasındaki rekabet siyasetin söylemini belirlemeye başlayabilir; böylece laik, ulusalcı ve sol (modern) söylemler dışlanabilir.

Bu dönüşüm, belki ABD'nin 'Büyük Ortadoğu' hesaplarına, Fethullah efendinin ''Yeni Osmanlılık'' fantezilerine uygundur ama, AKP ile yönetilemeyecek, çok yönlü çatışmaların da yolunu açar. Kısacası artan türbülans, kritik (ama özellikle AKP için yaşamsal olabilecek) bir konjonktürün başladığını düşündürüyor...

kasved
24-09-2004, 13:54
SÖYLEŞİ ATTİLÂ İLHAN

''...'Hıristiyanlığın', 'Perde Arkası'...''
...handiyse yarım yüzyıldır, içinde debelendiğimiz -hani, çoğu aydınımızın 'Batılılaşma' zannettiği- o 'Kültürsüzleşme' nin; bazı gençlerimizi, hangi merhaleye taşıdığını, görmek için; 'samimi bir şekilde, 13 yıldır Hıristiyan, ama 'solcu' ve 'Kuva-yı Milliye'ciyim' diyen, Oktay Duman 'ın (asıl adı mahfuz) yazdıklarına, şöyle bir göz atmak kâfi geliyor.

İbret-i âlem için, bir bakar mısınız?


'Bir kiliseye gitmek denilince...'


(Tesbit/1. ''...Türkiye'de, 'Hıristiyanlık' deyince ilk akla gelen, bir kiliseye gitmek olur; bu da, genelde, bir Katolik kilisesidir; insanları ilk etapta çeken şeyler, yanan mumlar, ikonalar, müzik vs. olur. İzmir'de bir Katolik kilisesinin, beş yıl kadar -bir nev'i- 'zangoçluğunu' yaptım, oradan biliyorum; ancak kilisenin yaklaşımı, normalde, en az altı ay ya da bir yıl gelen kişiyi gözlemek ve beklemektir: Adamlar, inançlarında daha samimi, yâni gelen kişinin gerçekten 'inanan' olmasını istiyor...''

''...eğer bu kişi bir hevesle, mum, ikona, müzik hevesiyle gelmişse; altı ay sonra kiliseye, bir daha uğramıyor; bir yıl sonra bile gelmeyi sürdürüyorsa, bu insanın -en azından- 'inandığını' kabul etmeye başlıyorsunuz. Bu süre boyunca, kilise hiçbir şey öğretmez; kişi ancak bir yıl sonra, 'katekümen' yâni 'öğrenci' olarak kabul edilir; ve kendisine, en az üç yıl, kilise öğretisi verilir ve en az vaftiz süresi de üç yıldır. Benim zamanımda yedi sekiz yıl kadardı: Ben hâlâ vaftiz olmuş değilim...''

''...asıl gümbürtü de zaten, yıllar sonra vaftiz olacağımızı öğrendiğimizde kopuyor; ve ilk akla gelen çare, Protestanlara gitmek oluyor, çünkü onlarda, vaftiz etmek için, üç ay yeterli; bir yıl beklemek gibi, bir olay da yok; ayrıca genelde ateistlikten (inançsızlıktan) gelen bu insanların kafası, ilk başta Katolik Teolojisi'ni almıyor; bu da Teolojisi zayıf Protestan Kilisesi'ni câzip, daha akla yakın gösteriyor; bu yüzden, istemese de Katolik Kilisesi, Protestanlar'a adam yetiştiriyor...''

''...Türk 'Hıristiyanlar', 'ulusalcı' mı?..''

(Tesbit/2. ''...Katolik kilisesi, üç beş yıl öncesine kadar, Levantenler'in, çok büyük baskısıyla karşılaşıyordu; ve bu yüzden, Türklere 'sıcak' bakılmıyordu, Katoliklerde 'misyonerlik' sınırlıydı; hatta biz bile, samimi olarak, kiliseye kızardık. Ancak inanç yönünden Levantenler'in 'ölü' olması, ibrenin Türklere dönmesini sağladı. Levantenler'de Hıristiyanlık, sadece bir kimlik! On yıl önce, Türkçe âyin yapılmıyordu, ya da yılda bir kere filandı; kimi âyinlerde, küçük bir kısım Türkçe yapıldığında, sevinirdik...''

''...ancak şurası ilginçtir, Türk Hıristiyanlar 'ulusalcıdır'; zaten birçoğu, 'sol kafalı'. Hatta herkesin aklı, bir Türk Katolik Kilisesi kurmaktadır; bu yüzden az daha 'aforoz edilecektik'. O zaman öyleydi ama, bu, uzunca bir süre için mümkün görünmüyor, zira bunun olması için adam gibi bir sayıda Katolik cemaat lâzım. Biz de rahiplerimizin Türk olmasını istedik, birkaç kişi gönderildi ama, onlar da geri döndüler...''

''...sanırım şu an birkaç kişi (rahip) var. İsteme sebebimiz şuydu: Buraya gelen rahipler genelde Maltalı, İtalyan ve Fransız; ve bizimle aynı geçmişi ve sorunları yaşamadıklarından, kimi noktalarda bizi anlayamıyorlardı; oysa Türk bir rahip olsa, o da aynı sorunları yaşamış olduğundan, Türkleri anlayabilecekti. Şimdi birçok yerde, birçok âyin Türkçe yapılıyor; bunu Türklerin baskısına dayanamayıp yaptılar ama, on yıl aldı bu süreç...''


''...tekrar 'düşünülecek' noktalar...''


... Oktay Duman 'ın (asıl adı mahfuz) yaptığı 'tesbitler' in bu kadarı bile, bizi şu noktalar üzerinde tekrar düşünmeye sevk etmiyor mu?

a/ İnönü Cumhuriyeti 'nden itibaren öğretim/eğitim sisteminin 'aşırı' Batılılaştırılması, sonunda Türkçenin, öğretim dili olmaktan adeta çıkması; yeni kuşakları, ulusal kültürlerine ciddi şekilde 'yabancılaştırmış' ; kilisenin görkemli opera atmosferi -sinema ve TV'nin de etkisiyle- Hıristiyanlığı çekici bir hâle getirmiştir.

b/ Anti/Emperyalizm yerine, 'mütecaviz' bir laiklik düzeninin 'resmileştirilmesi' , çocukları, Selçuklu/Osmanlı 'ümmet' kültüründen bütünüyle koparmış; geçmişini küçük görmeye götürmüştür ; bu durumda, tıpkı sömürgelerde olduğu gibi, Emperyalist'in, bir bakıma sosyal hayatından dışladığı Hıristiyan 'ümmet kültürü' -yani kiliseler- 'ilerici' tercih nedeni sayılıyor.

c/ Batılı 'kültürsüzleştirme' Ortodoksluk'ta bile, Batılı/Roma (Vatikan) egemenliğine oynamaktadır; Hıristiyanlaştırdığı Türk çocuklarını benzer bir manyetik alan -etki alanı- içinde tutmayı; o çerçevede yetiştirmeyi amaçladığı görülüyor: Aynen sömürgelerinde yaptığı gibi! Lâkin, Yeni Türk 'Hıristiyanlar' ın 'evcilleşme oranları' ; Vatikan'ı ne dereceye kadar memnun edecektir, belli olmaz; baksanıza delikanlı 'ulusalcılık' tan hatta 'Kuva-yı Milliyeci' olduğundan söz ediyor.

kasved
24-09-2004, 13:56
Cumhuriyet 24.09.2004
YORUM
ÖZTİN AKGÜÇ
Kozmetik Yönetim
AKP'nin, özellikle Sayın RTE 'nin yönetim anlayışı ve davranışları, kozmetik ya da makyajcı veya görüntü verme yönetimine örnek olarak verilebilir. Makyajcı ya da kozmetik yönetim anlayışında gerçeğin yansıtılması değil; başarılı gözükmek, olaylara olduğundan farklı bir görüntü vermek, seyircilerde istenildiği yönde izlenim uyandırmak önemlidir. Olayların, gelişmelerin olduğundan farklı biçimde aktarılması, görüntülenmesi, kalıplanmış kısıtlı bilgi verilmesi ve bazı sembollerin kullanılması yoluyla, izleyicilerin algılamalarını etkilemek ve onları yönlendirmek, bu tür yönetim anlayışının temelini oluşturur. Bu tür yönetim anlayışı kamuoyunu aldatmaya kadar ileri gidebilir.

İşletmelerde, özellikle bankalarda ve politik yaşamda gözlediğimiz, kozmetik, istenilen görüntüyü verme yönetim anlayışı, özellikle ABD'de Pentagon tarafından geliştirilmiştir. Geliştirilen yönetim biçimi, gerçi kozmetik olarak nitelendirilmemektedir. Bu bağlamda dilimize algılandırma yönetimi olarak çevirebileceğimiz perception management terimi kullanılmaktadır. İzleyicilerin duygularını, düşüncelerini, davranışlarını, hareket güdülerini etkilemek amacıyla gerçekten farklı biçimde olayların gösterimi; ayıklanmış, seçilmiş yanıltıcı bilgiler verilmesi, semboller kullanılması, sinyaller gönderilmesi, bu tür yönetimin ana öğeleri olmaktadır.

Türkiye'ye kozmetik yönetim anlayışı, makyajlama, AKP ile Sayın RTE ile gelmiştir demek, haksızlık olur. Birçok işletme, kuruluş da dahil, kozmetik yönetim anlayışı, özellikle 1980 sonrasında Türkiye'de egemendir. AKP, Sayın RTE sadece abartılı biçimde bu tür yönetim anlayışını uygulamaktadır. Kozmetik yönetimin politikada göstergeleri nelerdir? Ülkemiz uygulamalarından örnekler vermeye çalışayım.

* Rakamlar, özellikle ekonomik büyümeye ve fiyat artışlarına ilişkin veriler, irdelenmeleri çok daha zor olduklarından makyajlanmaktadır. Yüksek büyüme hızı, yüzde 10'a düşmüş yıllık fiyat artışı, yaşanan olaylar, gözlemler, farklı da olsa, çoğu vatandaşa inandırıcı da gelmese, ''ekonomik başarı, ekonomiyi ayağa kaldırdık'' diye sesyayar medya ile birlikte kamuoyuna duyurulmaktadır.

* Göstermelik AB'ye uyum yasaları çıkarılmakta, ancak uygulama aşamasına geçilmemekte, bu bağlamda bazı çevrelere sadece ileti (mesaj) verilmekle yetinilmekte, anlayış değişikliği, pratikte uyum gerçekleştirilmemektedir.

* Biçimsel popülist bir yaklaşımla sözde halkçı, halktan yana bir tavır sergilenmektedir. Gelir dağılımının düzeltilmesi, kamunun eğitim ve sağlık harcamalarının arttırılması, geniş halk kitlelerine daha iyi hizmetler sunulması bir yana bırakılarak, cenaze namazı kılınarak, tabut taşınarak, sünnet düğünlerine katılınarak halkçı görüntüsü verilmektedir.

* Kaynak savurganlığı yapılarak gösterişli, görkemli temel atma törenleri düzenlenmekte, tesis açılacağına, Guinness Rekorlar Kitabı'na girmeye özen gösterilmektedir. Temel atmak değil, tesisi kısa sürede tamamlamak, mal ve hizmet üretim aşamasına geçirmek, verimli çalıştırmak önemlidir.

* Geçmiş dönemlerin ihmalinden yakınılmakta, duble yollardan, demiryollarının geliştirilmesinden söz edilmekte. Gerçekte kamu yatırımları azaltılmaktadır. Yatırımların konsolide bütçe harcamaları içindeki payı 2004 yılının ilk yedi ayında yüzde 3.2 düzeyine değin gerilemiştir. Kamu yatırımları azalmakta, ancak yatırımlar artıyor izlenimi yaratılmaktadır.

* Yönetimde sadece Sayın RTE gösteri yapmakta; etkili bir takım oyunu oynanmamakta; düzen, tek kişinin gösteri yapmasına uygun biçimde kurulmaktadır.

* Tartışmalar, dikkatler, ülkenin temel sorunları üzerinde değil, halkın ilgi duyduğu, bazı çevrelere siyasal selam göndermeye elverişli türban, cinsel sadakatsizlik, din eğitimi gibi konulara yoğunlaştırılmaktadır.

* Övgü düzmeye yatkın, verilen emirlere uyan, kişisel istekleri yerine getiren kişilerden oluşan kadrolaşmaya gidilmekte, bu nedenle de yetenekleri sınırlı, zayıf kişilerle çalışılmaktadır. Böyle bir bürokratik yapılanmayla Sayın RTE'ye övgü düzülmekte, ancak hizmetler aksamaktadır.

* Yararlı işler yapmaktan çok duyurmaya, siyasal pazarlama yapmaya ağırlık verilmektedir. Çabalar, iş yapmaya değil, propagandaya yönelik olmakta, laf, slogan üretilmeye aşırı zaman ayrıldığından, iş yapmaya çoğu kez zaman bulunamamaktadır.

Kozmetik yönetimle, medyanın da bazı güçlerin desteğiyle, olaylar bir süre olduğundan farklı gösterilebilir, farklı görüntü verilebilir, izleyicilerin olayları algılamaları etkilenebilir. Ancak gerçek, bir zaman aralığı ile de olsa izleyiciler tarafından görülür. Kozmetik, makyajcı da olsa hiçbir yönetim, başarısızlığı uzun süre gizleyemez.

bgali
12-11-2004, 03:57
29 yaşında stajyer her derde çare, kendi derdine biçare...

Bu haller böyle haller... Hele medyada olağan, rutin, monoton, yeknesak haller...

Gazetenin aracıyla, 'İşe giderken' kazada ölen muhabir, 29 yaşında stajyer!

Gazetenin Umum yönetmeni yazmış 'Hiç tanımadım kendisini, okulu bitirmiş miydi, bitirmek üzere miydi, işe gidiyordu. Hadi ne işe gittiğini de söyleyeyim, Haluk Bilginer ile tiyatrosunda özel söyleşi yapacaktı!'

29 yaşında stajyer... İnsaf, merhamet... 29 yaşında stajyer olur mu...15, 17, 19, 20 neyse... 29 yaşında stajyer... Stajyer olunca muhtemelen kadro ve sigortada, bordroda adı da yoktur. Varsa mucize! Boğaz tokluğunadır 'işe gitme' o kadar. Stajyersin, 'işe git' derler, gidersin, ölürsün. Arkandan acıklı yazılar yazılır, masana mumlar yakılır, çiçekler konulur. Umum yönetmenin ve arkadaşların 'boş gözlerle uzaklara' bakar, cenazende. 'Baktığını' yazar köşesinde. Yazmış olmak için. Patronun 'ailene' başsağlığı diler. Üzünçlü bir yüz giydirilmiş, yüzle. Adını bile bilmez oysa.

Umum yönetmen 'varlığından bihaberdir', stajyerin. Her medyada umumiyetle böyledir. Stajyer ölse de 'gazetesini bağlar' öyle gider hastaneye. Bizim meslek sanatçılık gibidir. Oyuncu ölse de oyun sürer, 've perde' denilir. Stajyer ölse de gazete bağlanır. Haluk Bilginer mülakat için 'bir ölüyü beklediğini ve ölenin gelmeyeceğini' öğrenince üzülmüştür.

'İşe giderken, öldüm, mülakata gelemeyeceğim. Mazeretimin kabulünü arz ederim. İmza 29 Yaşında stajiyer.'

Ama yine de akşamına Bilginer, 'Ve perde!' demiştir, mecburen. Hayat devam ediyor. Oyun oynanacak, gazete çıkacak. Bütün medyada stajyerler vardır. Kadrosuz, sigortasız, 'işe giden, gönderilen'. Bu medyanin hali, halleri böyledir. Medya her derde çaredir, kendi derdine biçare!


* * *


Bu haller, böyle haller... Hele medyada, olağan, rutin, monoton, yeknesak haller...

İnsan hakları, azınlık hakları, Kürtler'in hakları, işçi hakları, emekli hakları, çiftçi hakları, işkenceci ifşaatları, darbe tezgahçıları, diye en radikal manşetleri çeker... 29 yaşında ve stajyer muhabirden bihaber!

Ülkeler, milletler layık oldukları yönetimlerce yönetilir... Ülkeler ve milletler layık oldukları medyayı bulur. Her medya layığını, her millet medyasını bulur. Millet ölümden zevk - keyif alır, medya ölen hostesin cayır - cayır yanan cesedinin fotoğrafını basmaya bayılır. Millet zevk - keyif alır, röntgenciliğe bayılır, intihara teşebbüs edene 'atla, atla' diye bağırır. Bu teşvik ve iştiyakle intihar teşebbüsçüsü atlar, vücudu dağılır, 'Atla, atla' diyenler 'AAA atladı be' diyerek şaşırır.

İşkenceye paydos 'sıfır tolerans' diye yasa çıkar, karar alınır, aksine işkence karakoldan hanelere, evlere, ikametgahlara yayılır. Baba geç gelen kızına, hortumla vurur, elektrik verir, kafasını jiletle kazır. AB denetçileri 'Haydi işkence neyse de, karakolda, poliste, emniyette, bu kadar işkenceciyi nereden buldunuz?' diye apışır. Bu millete ve medyasına toplu terapi, toplu psikiatr seansı gerek. Telefon çalmak için demir şişle göz oyan, 2 milyon lira için minicik mendilci çocuğu sırtından bıçaklayan, intihar edene 'atla' diye bağıran, keyif alan ruhu ve psikolojisi zedelenmiş bir millet!

29 yaşında stajyer, 25 yıl sigortasız, kadrosuz, mesaisiz, gece müdürü çalıştıran, siyasetçi memuru tayin edince 'kadrolaşma, sürgün' diye manşetten haykıran, ama 20 yıllık gazeteci 'hakkını arayınca' sürgüne yollayan, yöneticileri krallar, muhabirleri ve diğerleri paryalar gibi yaşayan bir medya!

Her millet layık olduğu yönetimi, medyayı ve mevkuteyi bulur.
http://www.aksam.com.tr/arsiv/aksam/2004/11/09/yazarlar/yazarlar166.html

bgali
22-11-2004, 05:21
Ne yapsalar bize yarıyor!

Türkiye’de zihinleri ile kalemleri arasında süzgeç bulundurmayan bir yazar kategorisi Amerikan seçimleri öncesi yorumlarında, Kerry’nin muhtemel başkanlığının bazı sakıncalar taşıdığını ima etti. Bunun nedeni ise Demokratların liderinin Ermeni lobisine verdiği ‘soykırım’ sözüydü. Dolayısıyla bir başyazarın belirttiği gibi “Kerry’nin başkanlığı Türkiye açısından iyi değildi.” Ancak aynı başyazar bir satır altta şunu da ilave etmekteydi: “Bush ise dünya barışı için iyi değil.” Böylece ortaya ilginç bir durum çıkmakta...


Türkiye öyle bir ülke ki onun için iyi olan dünya için sakıncalı. Tabii bu çarpıcı gözlem bizim Bush’vari bir zihniyet içinde olduğumuzu göstermekle kalmayıp, dünyanın geneli ile bir adaptasyon sorunu yaşadığımızı da ortaya koyuyor. Zihniyetimiz Bush’vari, çünkü sorunların karşılıklı taleplerin dengesini kollayan bir biçimde çözümlenmesindense, kendi kimliğimizin diğerine bastırılmasına dayanan tahakkümcü yöntemlere yatkınız. Bush nasıl tarihin ve geleceğin kendi fıtratını besleyen bir çizgide gittiğinden eminse; bizdeki yaygın anlayış da geçmişteki olayların ‘resmi’ fıtratımızı kirletemeyeceğinden emin olduğu gibi, geleceği de aynı fıtrata yedirerek oluşturmanın peşinde. Öte yandan Türkiye’nin adaptasyon sorunu, Bush’un Amerika’sına kıyasla daha sancılı; çünkü o denli gücümüz yok. Bu durum Türkiye’de gizli, söylenmeyen; ancak zımnen paylaşılan bir pragmatik otoriterleşmenin oluşmasına işaret etmekte.

Söz konusu durumun en çarpıcı göstergesi, dünyayı barıştan uzaklaştıran, çatışmacı mantığı egemen kılan, gücün çıplak üstünlüğünü haklılığa dönüştüren siyasi eylemlerin; bizlerin ulusal menfaatine uygun durumlar ürettiği kanısı... Amerika’daki ikiz kulelere yapılan saldırıdan sonra yapılan analizlerde, neredeyse bütün yorumcular bu olayın ‘Türkiye’nin önemini’ artırdığında hemfikirdiler. Amerika Irak’a müdahale ettiğinde de gene aynı değerlendirme gündemdeydi: Türkiye’nin bölgedeki önemi artmış, bizi dışarda bırakacak çözümler olanaksız hale gelmişti... İşin hoşu, ABD’nin Irak’taki başarısızlığı bu tespiti daha da katmerli hale getirdi: Böylece Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulması zorlaşmış, bizim müdahil olacağımız bir durum ortaya çıkmıştı... Bu tür analizlerin dünya siyaseti açısından ne denli isabetli olduğu tartışmalı olabilir. Ancak önemli olan yorumların gerçekliğe ne denli tekabül ettiği değil; bizzat yorumların ardındaki ruh hali.

Görünen o ki, Türkiye hâlâ soğuk savaş mantığı içinde, çözümsüzlüklerin ve çatışmaların egemen olduğu bir dünya hayaliyle yaşamakta. Böylesi bir dünyanın acılarla, ölümlerle dolu olması işin sadece bir yüzü. Bu noktaya teksif olunduğunda Türkiye toplumu da büyük çoğunlukla, şiddete ve savaşa karşı olduğunu beyan ediyor. Ancak çatışma halinin kendisini rahatlatan bir yanının olduğunu da galiba gözden ırak tutmuyor. Otoriterliğin ilkesel olarak kınanmasına karşın, sessizce pragmatik bir biçimde olumlanmasının ne derece ahlaki olduğu sorusu ise hiçbir biçimde sorulmuyor. Barış kavramının böylece giderek bir tür tehdit imgesi haline gelmesi hiç hayra alamet değil; çünkü bu sağlıklı kalmayı beceremeyen bir toplumun göstergesi. Bizler tarihle yüzleşemiyoruz veya farklı kimliklerin taleplerini karşılayacak bir birliktelik üretemiyoruz diye savaşa ve Bush’a razı olmak; dahası savaşı ve Bush’u ulusal çıkar açısından olumlamak övünülecek bir kimliksel duruşu ifade etmiyor. Türkiyelilik kavramına itiraz edenlerin meseleye biraz da bu noktadan bakmalarında yarar var... Acaba hangi kavram dünya barışına ve kardeşliğine gönderme yapmakta, hangisi çatışmacı bir dünyaya ihtiyaç duymakta...

ETYEN MAHÇUPYAN


http://www.zaman.com.tr/?bl=yazarlar&alt=&trh=20041122&hn=114018

chem73
28-11-2004, 14:29
ABD tüketimini kim ayakta tutuyor? (28/11/2004)


saih neftçi
Cuma günü uluslararası döviz piyasalarında olan bitenin iyi izlenmesi gerekiyordu. Bilindiği gibi euro Cuma günü dolar karşısında 1.33'leri aştı. Sonra döndü... 1.32'lere geriledi. Ama New York'ta piyasalar (erken) kapanırken euro-dolar paritesi yine 1.3290 seviyesindeydi.

Bu yüksek volatilitenin arkasında doğruluğu "belli olmayan" bir haber var. Sadece Eurobond yatırımcıları değil, içerideki tüm yatırımcılar açısından önemli.

Daha yakından inceleyelim...

ABD ekonomisinin şimdiki büyümesini nasıl olup da sürdürebildiğini göreceğiz.

Haber
Döviz piyasalarını hareketlendiren haber Çin'de yayınlandı.

Çin Merkez Bankası yöneticilerinden alınan bilgilere göre Çin döviz rezervlerinde doların payını kısmaya başlamıştı.

Haber sonradan yalanlandı.

Ama bu "gönderme" bile piyasaları korkutmaya yetmişti.

Nedeni
Çin'in 500 milyar dolardan fazla döviz rezervi var. Karışımının çok büyük bir ağırlıkla dolardan oluştuğu düşünülüyor.

Çin Merkez Bankası yıllar boyunca piyasadan döviz topladı ve bu dövizlerle Amerikan Hazine bonoları satın aldı.

Şimdi... Çin Merkez Bankası bu rezervleri biraz euro ve yene kaydırmaya karar verse....

İki şey olacak.

Bir kere piyasaya büyük bir dolar veya Yen talebi gelecek. Bu talep en az 100 milyar dolar... Kalıcı bir talep olduğundan bu fiyatları hemen etkileyecek ve euro-dolar paritesi yine yükselecek. Yani Çin rezervlerinin euro cinsinden değeri büyük bir olasılıkla yine azalacak.

Hepimiz açısından kayda değer bir gelişme ama bunun ABD ekonomisine fazla zarar vereceği de söylenemez. Aksine ABD ekonomi yönetiminin işine bile gelebilir.

ABD açısından esas kritik olay bu olayın faizler üzerindeki etkisi.

Uzun vadeli faizler
Çin'in Amerikan Doları'ndan euroya geçmesi, Çin Merkez Bankası'nın elindeki ABD Hazine bonolarını satıp Avrupa Hazine bonoları satın alması demek.

Yani ABD bonolarından büyük bir çıkış yaşanabilecek ve bu da orta ve uzun vadeli faizleri bir anda yükseltebilecek. (Teknik bir not. Çin Merkez Bankası aslında nispeten kısa vadeli ABD bonolarını yeğler. Ama yine de, bu bonolara gelecek satış uzun vadeli kağıtları da etkileyecektir.)

Dolar cinsi orta ve uzun vadeli faizlerin hızla yükselmesi Amerikan ekonomisi üzerinde olumsuz bir etki yapacaktır.

Otomobil satışlarından...

Gayri menkul piyasasına... Amerika'da tüketim esas olarak krediyle yapılır.

Amerika'da büyük bir bütçe açığı var. Amerikan Hazinesi yüklü miktarda borçlanma zorunda.

Bunu şimdiye kadar zorlanmadan düşük bir faizle gerçekleştirebilmelerinin nedeni Çin ve Japon Merkez Bankaları'nın ellerindeki dövizleri Amerikan Hazine bonolarında tutmasıydı.

Sorun
Eğer bu durum değişirse...

...Ve Çin Merkez Bankası ABD bonolarından çıkmaya karar verirse Amerika'da tüketimi ayakta tutan bu düşük faizler yükselme trendine girer.

Tüketim de tökezler.

Sonuç
Riskli bir durum.

Ancak unutmayalım ki düşük Amerikan faizleri Çin'in de işine geliyor... Amerikan tüketimi Çin'in ihracatını sürdürmesini sağlıyor.

Yani ortada karşılıklı çıkarlar var.

Ama dolar her yüzde 1 gerilediğinde Çin devleti de rezervlerden 5 milyar dolar kaybediyor...

bgali
29-11-2004, 02:37
Bir fotoğraf karesi
-26/11/04-
Dün Hürriyet'te yayımlanan bir fotoğraf Türkiye gazeteciliği açısından çok anlamlıydı. Londra'da Dünya Gazeteler Birliği (WAN) Yönetim Kurulu Toplantısı yapılıyor. Yöneticiler bir masa etrafında toplanmışlar. Masa üzerindeki kartonlara katılımcıların isimleri yazılmış: H. DOGAN, A. DOGAN açıkça görülüyor. Türkiye Gazete Sahipleri Birliği Genel Sekreteri O. ERSOZ de.
Haberden anlıyoruz ki, toplantıya Türkiye'yi temsilen Doğan Yayın Holding Yönetim Kurulu Başkanı Aydın Doğan, Milliyet Gazetesi İcra Kurulu Başkanı Hanzade Doğan, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesi Medya Danışmanı Garbiz Keşişoğlu ve Türkiye Gazete Sahipleri Birliği Genel Sekreteri Ömer Ersöz katılmışlar.

Türkiye Gazete Sahipleri Birliği'nin başkanı da Aydın Doğan. Diğer gazete sahiplerinin katılmadığı, eskiden sendika olarak tanımlanan bu birliğin artık pek çalıştığı da söylenemez. Yani, patronların örgütü olan WAN'da Türkiye'yi yalnızca Doğan Grubu yöneticileri temsil ediyor. Bu ülkenin gazetecileri olarak, bu fotoğraf karesi karşısında irkilmeyeceksek, sabah akşam bu karenin anlamını konuşmayacaksak, daha ne konuşacağız.

Taha Kıvanç, A. Doğan'ın İstanbul'daki evinde WAN yöneticilerine bu akşam bir yemek vereceğini yazdı. WAN yöneticilerinin Sayın Doğan'ın evinde yemek yediği gün, onun gazetelerine sokulmayan Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) da İstanbul'da genel kurulunu topluyor. Şimdi gazetecilerin asıl tartışması gereken konu o fotoğraf karesinin anlamıdır.

O karenin Türkiye gazeteciliğine, halkın haber alma hakkına, gazetecilerin yaşam ve çalışma koşullarına, basın özgürlüğüne, medya-iktidar ilişkilerine kadar her alanda ağır etkileri oluyor. Milliyet'te okur temsilcisi olan Yavuz Baydar'ın, bir haberin yalan olduğunu tesbit edip eleştirmesi üzerine hem Milliyet'teki hem de CNNTürk'teki işine son verilmesinin nedenleri de o karede. Taha Kıvanç günlerdir bu konuyu yazıyor. Doğan Grubu'nun Sabah ve Star'ı da satın alarak medya imparatorluğunu ve o fotoğraf karesinin anlamını daha da güçlendirme niyeti biliniyor.

Umur Talu, sayfalarını ve köşelerini stat cinayetine ayıranlar arasından ayrık otu gibi sıyrılıp, Mardin'de vücutlarına 21 kurşun sıkılarak katledilen baba-oğulu anlatıyor. 12 yaşındaki Uğur Kaymaz'ın, 9'u sırtından, vücuduna saplanan 13 kurşunun izini sürüyor. Büyük gazetelerin derin sessizliğine işaret edip, yalnızca "gazete sayılmayan" birkaç gazetenin olayı gördüğünü vurguluyor. Kimi gazetelerde Talu gibi ayrık otları bitse de, hakim medya genelde suspus. Uğur'u Birgün'ün birinci sayfasından okuyabiliyorsunuz. Ekmeğini Irak'ta arayan kamyon şöförü Ahmet Kaymaz ile Irak'taki kurşunlardan kurtulup bayramda kucaklamaya geldiği oğlu Uğur'un Kızıltepe'de "terörist" diye nasıl kurşunlandıklarını bu gazete yazıyor. Kızıltepe'de toplanan binlerce kişinin "Çocuk katilleri hesap versin" diye slogan attıklarının, Uğur'un okul arkadaşlarının onun fotoğraflarıyla mitinge katıldıklarının haberi de bu gazetenin birinci sayfasında yer buluyor.

O fotoğraf karesinin dışında kalan gazeteler olması, böyle gazetelerin yaşayabilmesi, bir ülkede gazeteciliğin var olabilmesi için de gerekiyor, halkın gerçekten haber alabilmesi için de.

Prof. Ben Bagdakian, bu alanda klasikleşmiş Medya Tekeli kitabının 5. baskısına yazdığı önsözde "Geçen her yılla ve bu kitabın her yeni baskısı yapıldıkça, medyayı kontrol eden şirketlerin sayısı azaldı: 1984'de 50 korporasyon (şirket) varken 87'de 26'ya, 90'da 23'e düştü. Ve daha sonraları farklı medyalar arasındaki sınırların da muğlaklaşmasıyla, 1993'de 20'nin altına indi. 1996'da toplumda hakim güce sahip medya holdinglerinin sayısı 10'a yaklaşmıştı" diyor. Medya inanılmaz bir hızla birkaç şirketin eline geçiyor.

Bugün Türkiye'de geldiğimiz nokta girişte söz ettiğim fotoğraf karesinde somutlanıyor. Şimdi o karenin dışında kalan medya organlarına ve gazetelere her zamandan daha çok ihtiyaç var.

http://www.birgun.net/index.php?sayfa=73&view_author=9

zeplin
09-01-2005, 13:14
KOMOR Cumhuriyeti'nde, deniz kıyılarına kadar uzanan bakımlı bir korunun içindeki, mavi yüzme havuzlu bembeyaz bir villanın terasında; eski bir bakan, emekli bir general, emekli bir yargıç ve İngiliz bir gazeteci, oturmuş konuşuyorlardı.
Eski bakan:
- İyi oldu, diyordu, şu havaalanı ihalesini bizim Kokoto'ya kazandırdığımız. Adam bu iyiliğin altında kalmadı.
Ve generale dönüp:
- Bu villayı yaptırmanız için size, 200 milyarı aşkın bir yardımda bulundu, öyle değil mi, diyordu.
Emekli general:
- Evet, diyordu; gerçi ben borç olarak aldım ama, ne o bir daha paranın peşine düştü, ne de ödemek için bir olanak bulabildim ben henüz...
Emekli yargıç, bakana:
- Değerli bakanım, Kokoto, generalimle size cömert davrandı ama, bizi de bu arada görmezlikten geldi, diyordu. Neyse havaalanı inşaatında kötü malzeme kullanmasını bahane ederek içeri tıktık kendisini de; ancak o zaman bize de aynı tip bir villa yapmayı vaat etmesi sonucu kaldırdık tutuklamayı. Villa bitinceye kadar da beraat kararı vermedik...
İngiliz gazeteci soruyordu:
- İhalesi Kokoto'ya verilen havaalanı, çalışmaya başladı mı?
Emekli general:
- Hayır, diyordu; henüz daha bir yığın bina ve hangar inşaatı var. Biz emekliye ayrıldıktan sonra gelenler, bilmiyoruz kime verecekler onların ihalesini...
Gazeteci:
- Çok enteresan, diyordu.
Emekli general, İngiliz gazeteciden rica ediyordu:
- Lütfen bunları yazmayın. Biz hepimiz vatanı da, milleti de çok seven insanlarız. Biliyorsunuz, dost var, düşman var; devletin imajı bozulmamalı...
Ve hep birlikte kadeh kaldırıyorlardı Komor Cumhuriyeti şerefine...
Çetin ALTAN

erciyesforce
09-02-2005, 14:16
LAZ Taylor'un Kırgız dağlarındaki akrabaları

CNNTürk birkaç haftadır bir belgesel yayınlıyor, Kıbrıslıların unutulan, hatta bilinmeyen savaşını ekrana getiriyor. 2.Dünya Savaşı'nda Kıbrıs'tan çok sayıda Türk ve Rum, gitmişler İngiliz ordusuna katılıp, Almanlara karşı savaşmışlar, yaralanmışlar, ölmüşler.

İlk bakışta Hitler'in insanlık dışı saldırılarına karşı savaşmak ulvi bir düşünce gibi gelse de... Yabancı bir ülkenin, yüzyıllardır dünyayı enayi yerine koyup, olmadık fitne-fesat-fücur çıkaran İngiltere'nin bayrağı altında bir Türk olarak savaşmak, hatta ölmek bana acı geliyor.

Ingiliz ordusunun askeri elbisesi ve postallarını giyip cepheye koşan bir Kıbrıs Türkü, Almanlara esir düşüyor. Ellerinden kurtulup, karda kışta yürüyerek dağları aşıp Atina'ya geliyor. Oradan Türkiye'ye geçmek yerine Yunanlı milislere katılıyor. Beraber savaştığı bir Yunanlı onu Almanlara casus diye ihbar ediyor. Çünkü o ihbarcı Yunanlı, bizim Türk ile milisler için topladığı erzağı hortumlayıp, el altından satıyor. Ardından da bu satışı gören Türk arkadaşını da SS'lere satıyor.

Çok acaip duygular içine girdim bu yaşanmış öyküyü izlerken... Kendi ülken, kendi komutanın, kendi bayrağın dışındaki savaşta satışa gelen acı bir son...


* * *
Dünyaca ünlü sanatçı Liz Taylor'u bilirsiniz.

Peki LAZ Taylor'u biliyor musunuz?...

OBir Karadenizli türkücü hanımefendi... ATV'nin Ana Haber Bülteni'nde tanıdım onu... Televizyon kanalları, klibini yayınlamak için on bin dolar isteyince, o da bir kafeteryaya 200 dolar vermiş, klibini orada yayınlatıyor. Kasetleri satmayınca bu yola başvurmuş.

Şöhret olup, satışları artımak için de Liz Taylor'un LAZ Taylor halini almış...

Bizim Laz, ecnebinin Liz'inden medet umuyor.... Fıkra gibi bir hadise...


* * *
Kanal7'de Türksoy'la Ipekyolu belgeselini izledim. Mükemmel bir yapım. Önceki gün Bakü'de kalan, yalnızlığa terkedilen, unutulan 97 yaşındaki son Osmanlı askerinin dramını ekrana taşıdı. 97 yaşındaki Türkoğlu Türk yalnız asker, Bakü'de Ingiliz bayrağı altında değil, bu milletin yıllarca taşıdığı sancak altında savaşıp, şehit olmak için çırpınmış... Bir hafta önce de aynı programda Orta Asya'daki LAZları yayınladılar. Sürmene'den, Of'tan Batum'a gidip gelen binlerce Türk, Sovyetler Birliği'nde ihtilal olup, Çar devrilince... Üstüne üstlük sınırlar da kapanınca... Bir anda öbür yakada, Batum'da kalmışlar... Komünist rejim bizim Lazları, almış Orta Asya'nın ücra köşelerine, Kırgız dağlarına sürmüş... Orada köylerde yaşıyor 2000'e yakın laz... "Biz Sürmeneliyiz, Ofluyuz, Türkoğlu Lazız" diyor gururla... Kimliklerini asla unutmamışlar, satmamışlar.

Adını Liz Taylor'dan alan yeni yetme şarkıcı LAZ Taylor'u hiç tanımıyorlar... Belki de onunla hiç işleri olmaz... Onlar, Ismail Türüt ve Davut Güloğlu'nu dinliyorlar Kırgız dağlarındaki sürgün yaşamda... Bizi bilin ve görün diye haykırıyorlar... Davut Güloğlu ve Ismail Türüt'ü bekliyorlar Orta Asya'nın ücra köşesine.. Yapımcı Seyfullah Türksoy iki sanatçı ile de görüşmüş, söz almış "Yakında gideceğiz" diyor Tanrı dağlarına yakın Laz köylerine... Uğurlar ola size... Bizden de selam söyleyin Türkoğlu Lazlara...

Bekir HAZAR

[email protected]

kasved
14-02-2005, 13:49
Cumhuriyet 14.02.2005
DÜNYA EKONOMİSİNE BAKIŞ / ERGİN YILDIZOĞLU LONDRA

[email protected]


İki 'Lider'
Biri ülkesinde çikolata gofret satıyor, ekonominin yönetimini IMF'ye teslim etmiş, öbürü, ülkesinin telekomünikasyon sektöründe en zengin işadamı, göreve gelirken servetini ailesine devretmiş. IMF borçlarını iki yıl önceden ödemiş, IMF politikalarını terk etmiş, ülkesine özgün bir kalkınma modeli geliştirmeye çalışıyor. Birinin ekonomisi, cari açık, bütçe açığı, yüksek dış ve iç borç sarmalında kıvranıyor, sanayicisi fasoncu, taşeron oluyor, ülke varlıklarını yabancılar satın alıyor, tarımı perişan, halkı giderek yoksullaşıyor. Öbürü sanayisini, tarımını, küçük üreticiyi destekliyor, yoksullukla mücadele ediyor. Birini dünyanın hızla dağılmakta olan en istikrarsız bölgesinde ''Senin modelin örnek olsun'' gazıyla kargaşanın içine çekiyorlar, diğerinin ekonomik modeli dünyanın yükselmekte olan bölgesinde, ilgi görüyor Çin ve Japonya uzmanlarını gönderip inceliyor, Filipinler benimsemeye çalışıyor... Biri ''cemaatçı'' , ABD ile stratejik ilişkileri her şeyin üzerinde tutuyor, aklı türbanda, ''ılımlı İslamda'' , öbürü ulusalcı, modern, güçlü bağımsız bir ülke yaratmaya çalışıyor.

Birincisi, bağımlı, hatta sömürge sendromu sergilemeye başlamış bir ülkenin sıradan bir yöneticisi: ''Siyah ten, beyaz maske.'' İkincisiyse, bence, ilgilenmeye değer.


Thaksin Shinatwara


Tayland ekonomisi 1997 Asya krizinden 2000 yılına kadar IMF programları elinde perişan oldu, yüzde 11 daraldı, depresyona girdi, ''değer kaybetti'' , yoksullaştı. 2001 yılında IMF karşıtı bir programla iktidara gelen Thaksin Shinatwara , hemen IMF programını terk etti, IMF'ye olan borçlarını da 2003'te tümüyle ödedi. Uluslararası mali piyasaların IMF, Financial Times, The Economist gibi sözcüleri Tayland ekonomisinin çökmesini beklerken, uygulanmaya başlanan kalkınma modelinin etkisiyle Tayland ekonomisi yeniden canlandı, yılda ortalama yüzde 6 büyümeye başladı, istikrar kazandı, yoksullukta belirgin bir azalma görüldü. 6 Şubat'ta yapılan genel seçimlere bu karneyle giren Thaksin yeniden, bu kez 500 sandalyelik meclisin 399 sandalyesini alarak kazandı.

Thaksin'in izlediği ekonomik programın temel özelliklerini 2003'te aktarmıştım; ama, o zaman ne kadar başarılı olacağı henüz belli değildi. Şimdi, artık modelin başarılı olduğunu, ülkenin yönetici sınıfının karar verme kapasitesinin arttığını, iktidarının güçlendiğini, halkın ekonomik durumunda belirgin bir iyileşme olduğunu söyleyebiliriz.


Yeni ekonomik model


Thaksin'in uyguladığı ekonomik modeli üç aşamada değerlendirmek olanaklı. Birinci aşama, 1997-2000 döneminde IMF ''kurtarma'' politikalarının yol açtığı deflasyon/depresyon eğilimini tersine çevirdi, ülke varlıklarının (assets) yeniden değerlenmesini sağladı. İkinci aşamada ihracat yapmaya devam ederken, iç talebi güçlendirecek politikalar devreye sokularak ihracat bağımlılığı azaltılmaya başlandı. Şimdi üçüncü aşama, ülkede altyapı yatırımlarına, teknoloji üretimine öncelik vererek ''değer yaratma'' kapasitesini arttırmayı planlıyor. Neoliberal eğilimli mali haber/yorum sitesi Bloomberg 'den William Pesek 'in geçen sene ekim ayında teslim etmek zorunda kaldığı gibi Tayland, ''İlk aşamada çok büyük bir başarı gösterdi'' . Ancak Pesek'te, başından beri Thaksin politikalarına karşı çıkan Financial Times ve The Economist yazarları gibi, ekonomide bir borç köpüğü oluştuğunu, bir krizin kapıda olabileceğini iddia ediyordu. Morgan Stanley analistlerinden Daniel Lian 'a göreyse bu tür yorumlar Tayland'a haksızlık ediyor, gerçek durumu yansıtmıyorlar ( Global Economic Forum , 26/01/05).

Thaksin'in ekonomik politikasının başarısının temelinde, kaba, enflasyonist, Keynesyen talep yönetme politikalarıyla (borçlan ve harca) değil, ihracatı ihmal etmeden iç talebi, esas olarak ülkenin genelde küçük ve orta işletmelerinin, öncelikle çiftçisinin üretim kapasitesini arttırmaya gelirlerini istikrara kavuşturmaya öncelik veren tedbirler yatıyor. Ek olarak Thaksin yönetimi ihracatı, Dünya Ticaret Örgütü dışında, kendisine uygun koşullarda gerçekleştirmeye çalıştığı ikili anlaşmalarla güçlendirmeye devam etti.

Kısaca özetlersek (Ayrıntılı ve ilginç bir çözümleme için: Robert Looney , ''A New Asian Paradigme'' , Strategic Insigth, Cilt II. Sayı 12, Aralık 2003-ABD, Naval Postgaduate School -deniz kuvvetleri akademisi WEB sitesi-): Çiftçi borçlarının dondurulması, köy topluluklarına, proje temelinde kredi verilmesi, orta ve küçük işletmelere, hatta kentlerdeki sokak satıcılarına ''mikro kredi'' alma olanağı sağlanması, tarımda ve sanayide ''geleneksel'' üretim sektörlerine üretkenliklerini arttırmaları, ürün profillerini güncelleştirmeleri için mali desteğin yanı sıra eğitim, desteği vermek böylece gelişen yeni ürünlere hem iç pazarda hem de dünya pazarında yeni talep bulunmasına yardımcı olmak. Bu uygulamalar, hem ülkenin ekonomisini canlandırdı hem de ''bir dolar karşılığı herkese sağlık hizmeti'' gibi son derecede başarılı ( Financial Times , 08/02/05) uygulamaların da yardımıyla yoksullukta, Dünya Bankası 'nın Nisan 2004 Thailand Economic Monitor Raporu'nda kabul ettiği gibi, önemli bir gerileme oldu. İşsizlik 2000 yılında yüzde 5.7'den 2004'te yüzde 1.6'ya geriledi.

Araştırmacı yazar Wang Tai Peng 'in aktardığı gibi yoksullukta 2001-2003 döneminde yüzde 4 gerilerken, neoliberallerin kredi sisteminin batacağına ilişin beklentileri gerçekleşmedi, aksine alınan mikrokredilerin yüzde 97'si geri ödendi. ( Asian Business Journal , 04/01/04). Daniel Lian 'ın aktardığı verilerse 2001-2004 döneminde ''Washington Consensus'' yazarlarının beklentilerinin aksine Tayland'ın kamu maliyesinin dengelerinin güçlendiğini gösteriyor: Kamu borçlarının GSMH'ye oranı 2000'de yüzde 57'den 2004'te yüzde 48'e geriledi, ''kamu borcu/dış borç'' oranı aynı dönemde yüzde 48'den yüzde 25'in altına indi. Çünkü Thaksin hükümeti verdiği kredilerin özellikle üretken sektörlere gitmesine, üretken olmayan alanlarda varlık değerlerinde bir şişme oluşmamasına dikkat etti. Bu arada Tayland borsa endeksi yükselme trendini koruyarak üçe katlandı. Tayland Amerikan Ticaret Odası başkanı Judy Benn 'e göre ''geçen dört yılda Tayland iyi bir ekonomik büyüme ve siyasi istikrar sergiledi. Böylece ABD şirketlerince de çok olumlu bulunan bir yatırım iklimi yarattı'' . Benn, ''Başbakanın ikinci döneminde de aynı politikaları uygulamasını bekliyoruz'' diyor ( channelnewsasia.com , 08/02/05).

Özetle, Thaksin deneyi derin bir krizin ortasında bile hem ekonomiyi düze çıkarmanın hem de yoksulluğu azaltmanın olanaklı olduğunu gösteriyor. İkincisi, IMF reçetesine bağlı kalmak gerekmiyor, hatta reçetenin tam aksini yapmak gerekiyor. Üçüncüsü, bu koşullarda var sayılanın aksine ülkenin uluslararası saygınlığı, yabancı yatırımcılar için çekiciliği azalmıyor. Bu arada ülkenin, kendi iç dinamiklerini denetleme, yönlendirme kapasitesi, emek yoğun ihracata dayalı bir modeli terk ederek teknoloji yoğun katma değer oranı yüksek bir üretim düzeyine yükselme şansı artıyor. Ama, tüm bunları yapabilmek için ilk önce ''beyaz maskenin'' çıkarılması, gerekiyor. Ülkenin egemen sınıfının da ''kendi malına'' sahip çıkmaya kararlı olması...

kasved
15-02-2005, 13:13
Cumhuriyet 15.02.2005
İŞÇİNİN EVRENİNDEN
ŞÜKRAN SONER

İyi mi?

Son günlerde borsa yupilerimiz daha bir fazla altını çizer oldular. IMF ile anlaşma durmadan geciktiği, IMF cephesinden hükümetin izlediği politikalara eleştiri geldiği halde yabancı sıcak para girişinde kayda değer bir düşüş yaşanmıyor. Borsa yorumcularımız efelenir bir havada, ''Dünyanın hiçbir parasında bu kadar kazanma şansları yok. Nerede tutsalar on yılda kazanabileceklerini bizde bir-iki yılda kazanıyorlar...'' diye, Türk parasının dolar ve Euro değeri üzerinden kimi hesaplarla açıklamalarda bulunuyorlar.

Benim ekonomi kültürüm, bilgim bunu anlamaya yetmiyor. Sahi bu iyi bir şey mi? Siyah bıyıklısı, hakikisi.. yabancı sıcak para Türkiye'ye gelecek, iki yılda başka ülkelerde ancak 10 yılda kazandığını kazanıp, vurup gidecek... Yabancı para yeni yatırım için nerede ise hiç kapı çalmayacak. Cumhuriyetten bu yana bizim birikimlerimizle yaratılmış değerlere, kamu yatırımlarına ancak göz dikecek. Ortaklı, ortaksız, en kârlı, blok satışlı işletmelerle ancak ilgilenecek. Yani yabancı yeni teknolojinin gelişi gibi anlamlı bir şeyler de ortalıkta olmayacak...

Buna izin vermek, buna dayalı ekonomide pembe tablolar çizmek gerçekten iyi bir şey mi?

Erdoğan Hükümeti bugünlerde IMF ile anlaşma imzalamada biraz nazlı davranır gibi gözüküyor ya, kimi piyasacılar, iş dünyası sözcüleri biraz telaşlı, uyarmadan edemiyorlar. Örneğin Brezilya'nın anlaşma imzalamaması üzerine, Türkiye'nin durumunun Brezilya ile kıyasalanamayacağını anımsatıyorlar. Brezilya'nın dış borcunun GSYİH'ye oranı yüzde 30'larda iken bizimkisi yüzde 55'lere çıkmış. Brezilya'nın kamu borç stoku yüzde 30'larda dolaşırken, bizimkisi yüzde 70'lere varmış. Üstelik Brezilya cari fazlası veriyormuş... Özeti, Erdoğan Hükümeti iktidarında para piyasalarında çizilen pembe tabloyu, iç ve dış borç katlanmasına, Brezilya'nın çok gerisinde bir çizgiye düşürülmemize borçluymuşuz. Bu nedenle IMF'ye kafa tutma lüksümüzün olmadığı üzerine uyarı üzerine uyarı yapılıyor. Önemsiz olduğu söylenen ihracat-ithalatın bozulan dengesi, büyüyen açıktan söz bile etmiyoruz...

****

Haftanın siyasi havalarına geçelim... Erdoğan - Gül ikilisinin Irak'ta kırmızı çizgilerimizin yok sayılışına ilişkin, ''dozu fazla'' olarak değerlendirilen bir dizi çıkışlarından sonra, birden, yeniden sıcak rüzgârlar esmeye başladı. En taze medyamıza yansıyan özel haberlere göre, '' Rice 'a Türkiye'nin kaygıları çok iyi anlatılmış, o da çok iyi anlamış. İlişkiler yumuşamış. Startejik ortaklık havası yeniden doğmuş...'' Sizin anlayacağınız ABD lobicileri boşuna korkmuşlar. Bizimkiler en sert demeçlerini, ABD'nin Irak poltikalarına yönelik, Türkiye'nin kırmızı çizgilerinin yok sayılmasına ilişkin.. Türk kamuoyuna yönelik patlatırlarken, kapalı kapılar arkasında havalar, işin rengi çoktan değişmiş bile. Sizi bilmiyorum ama kendi adıma, bütün önemli konulardaki gelişmelere bir bir bakıyorum, hangisinde, hangi boyutunda, Türkiye'nin kaygılarının ciddiye alındığına ilişkin en küçük bir ipucu bulamıyorum. İyi mi?

****

Hafta sonu Erdal İnönü 'ye armağan niteliğinde TÜSES'in bir toplantısı vardı. Erdal İnönü'nün kendisi dahil, Murat Karayalçın, Şükrü Sina Gürel, Özden Sanberk gibi işin içinde, gelişmeleri sorumlu olarak yakından izlemiş insanların birikimlerinden ''AB sürecinde Kıbrıs'' ın masaya yatırılmasını dinledik. Ayrıntı gibi görünen, öze ilişkin satır arası çok önemli gelişmeler üzerine de bilgi sahibi olduk.

Kıbrıs, AB gelişmelerine hangi pencereden bakarsanız bakın, maddi olgular olarak reddedilemeyecek çok önemli gerçekler, gelişmeler var. Farklı pencerelerden bakanların, belge, bilgi olarak masaya koydukları, bir diğerini doğrulayan bilgilerin bütününden ortaya çıkanlar çok düşündürücü. Kamuoyunda, medyanın da katkıları ile yaratılan imajın aksine, Erdoğan Hükümeti iktidarı sürecinde, Kıbrıs üzerine geri dönüşü olmayan bir dizi kayıplar, üstelik savlananın aksine AB'ye yakınlaşmaya yaramayacak biçimde gerçekleşiyor.

En hafifi ile, AB'nin Türkiye pazarlık gündeminde olmayan Kıbrıs, bizim dış politika çuvallamamız, bir dizi gafımız sayesinde, üyelik koşullarının en başına oturtulmuş oluyor. Daha vahim bir boyut, artık Türkiye'nin sadece Kıbrıs ve AB üyeliği değil, genel dış politikasının ilkeleri, çizgisi belirsiz, bilinmiyor. Dışişleri'nin elinde resmi kayıtlar, tutunaklar yok ki, nereden nereye gidilmekte olduğu üzerine bir fikir edinilebilsin. Tutanak tutulmayan, resmi Dışişleri sorumlularının yerine özel kişilerin katıldığı, ağırlıklı Başbakan, bazen Dışişleri Bakanı'nın kontrolünde, zikzakların çizilip durduğu, ilkeleri belirsiz bir dış politika süreci yaşanıyor... İyi mi?


[email protected]

kasved
16-02-2005, 14:05
Cumhuriyet 16.02.2005
SÖYLEŞİLER
KORKUT BORATAV
Ödemeler Dengesi Nereye Gidiyor?
2004'ün ödemeler dengesi rakamları neler gösteriyor? Bu soruyu geçen hafta bu köşede tartışmaya başlamıştım. Bugün, tartışmayı aşağıdaki tabloyu kullanarak sürdürmek istiyorum. (İstatistiklerle başı hoş olmayan okurların, tabloya hiç bakmadan yazının ileriki kesimlerini izleyebileceklerini umuyorum.)

Kısaca açıklayalım: Ödemeler dengesi tablolarında döviz kazandıran işlemler ''artı'' , döviz çıkışını gösteren (ve ''açık'' ifade eden) öğeler ''eksi'' ile gösterilir. Rezervlerde ise artışlar ''eksi'' , azalmalar ''artı'' ile gösterilir. Tablonun ilk beş sırası, ödemeler dengesinin ana kalemlerini içeriyor; bunların toplamı, tanım gereği sıfıra eşit olur. Sonraki sıralar ise ödemeler dengesi ile milli gelir verilerinden türetilen ek bulguları içeriyor.

****

Tabloyu mercek altına alalım:

1) ''Normal'' yıllarda yabancılar sermaye getirir; cari işlemler açık verir; rezervler artar; yerli firmalar, şirketler, bireyler yurtdışına sermaye çıkarırlar. Yabancı sermayenin net olarak çıkış göstermesi, rezervlerin erimesi ve cari işlemlerin ''fazla'' vermesi ise (2001'de olduğu gibi) kriz dönemlerinde gözlenir. Kaynağı belirsiz sermaye hareketleri net hata/noksan başlığı altında gösterilir. Bunun, ''yerleşiklere ait kayıt dışı sıcak para'' olarak yorumlanması, kanımca, doğrudur. Görüldüğü gibi, 2000-2001 yıllarında net çıkış gösteren bu kalem, daha sonra terse dönmüş; özellikle 2003-2004'te önemli bir kaynak girişi olarak kritik rol oynamıştır. İşte önemli bir belirsizlik öğesi: Kayıt dışı hareketlerin tekrar ''çıkışa'' dönmesi ve dış denge üzerinde önemli bir baskı oluşturabilmesi her an gündemdedir.

2) 2004'te 15.6 milyar dolara ve GSMH'nin yüzde 5.3'üne ulaşan cari işlem açığı bir Türkiye rekorudur ve 2001 krizi öncesindeki boyutlar fazlasıyla aşılmıştır. Cari açıktaki artışı, yaklaşık 10 milyar dolardan 23 milyara çıkan yabancı sermaye girişleri mümkün kılmıştır. ''Finansman güçlüğü çıkarsa, kur yükselir, açık düşer'' rehaveti gaflettir. Biz 1999'da UNCTAD'ta faiz/kur arbitraj getirisine duyarlı ''sıcak para'' hareketlerinin istatistiki tanımını oluşturduk ve bu tanımı çeşitli araştırmalarda kullandık. Bu tanıma yaklaşan bir sıcak para tahminini tabloda veriyorum. Görüldüğü gibi, 2004'teki yabancı kökenli sermaye girişlerinin yarısından fazlası (11.6 milyar doları) sıcak paradan oluşuyor. Bu tür sermaye giriş-çıkışları kontrol-dışıdır; öngörülemez ve hızlı çıkış, ''yumuşak'' bir uyuma değil, büyük boyutlu bir şoka yol açar.

3) Yabancı sermaye girişleri yükseldikçe büyüme hızı artmakta; sermaye girişlerinin yavaşlaması, 2002'de olduğu gibi büyüme hızını aşağı çekmekte; yabancılar 2001'deki gibi çıktığında, kriz gerçekleşmektedir. 2005'te geçen yıl düzeyinde dış kaynak girişi mümkün görünmüyor. Belirsizlik, ''yavaşlama mı, çıkış mı'' ; yani, ''ekonomi durgunlaşacak mı; inişe mi geçecek'' sorularındadır.

4) 2000-2004 arasında birikimli (toplam) olarak 31.6 milyar dolarlık cari işlem açığı gerçekleşmiştir. Bu rakamı aynı dönemin (dolarla ifade edilen) GSMH toplamına bölelim. Bu dönemde milli gelirin yüzde 3'ü oranında dış açık, yüzde 3.1'lik ortalama büyümeye refakat etmiştir. 1980'i izleyen yirmi yıl boyunca, daha yüksek büyüme hızları, ortalama olarak yüzde 1.5'in altında dış açık oranları ile sürdürülmüştü. Türkiye ekonomisinin bu anlamdaki dış bağımlılığı 2000 sonrasında ciddi boyutlarda artmıştır. Bu durum sağlıksızdır. Gümrük birliği, döviz kuru politikasının devre dışı kalması, ihracatın ithal bağımlılığının artması gibi etkenler söz konusudur.

Tekrarlayalım: Türkiye ekonomisinin kaderi, bir yandan spekülatif özelliği ağır basan dış kaynaklara; öte yandan da politik etkenlerin belirleyici olduğu IMF/ABD ilişkilerine bağımlı hale gelmiştir.

kasved
16-02-2005, 14:08
Cumhuriyet 16.02.2005
EKONOMİ POLİTİK
ERİNÇ YELDAN
'Piyasa Demokrasisi'
Çeşitli finans kuruluşlarının araştırma dairelerinin Türkiye üzerine hazırladıkları raporları elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum. Bunların arasında geçen hafta masama ulaşan bir rapor ilginç bir uyarı içeriyordu: AKP hükümeti ''yapısal reformları'' hayata geçirme konusunda son günlerde isteksiz bir görünüm arz etmekteydi; ve bu yüzden yeni stand-by'ın onaylanması da gecikiyordu. Ya IMF bu yavaşlamayı fark eder de yeni stand-by'da sözünü verdiği 11 milyar dolarlık krediyi keserse halimiz nice olurdu?

Dolayısıyla, söz konusu finans kuruluşu AKP hükümetine kibarca şu soruyu sormaktaydı: ''Bugün IMF için ne yaptınız?''

Anlaşılan o ki, ''piyasalar'' son günlerde IMF'nin hükümete karşı olan tutumunu sertleştirdiğini sezinlemişler ve uyarılarını yükseltmeye başlamışlardı. Bu tür yorumlar bana 2003'ün 1 Mart'ında ''Irak savaşı tezkeresinin'' reddinden hemen sonra, gene bir uluslararası finans kuruluşunca yayımlanmış olan bir raporu anımsattı. Söz konusu rapor, ''Meclis'in savaş tezkeresini reddeden son kararının kırılgan olan dengelere yeni belirsizlikler eklediğini ve AKP'de parti disiplininin bozulmasının da yeni bir belirsizlik kaynağı olduğunu'' vurguladıktan sonra aynen şu soruyu sormaktaydı: ''Örneğin, AKP grubu bundan sonra, halkın yüzde 80'inin IMF programına karşı olduğunu öne sürerek yapısal reformlardan vazgeçerse ne olacaktır?''

Yani ''piyasaların'' mantığı açısından burada önemli olan sorun, gerçekten bağımsız bir siyasi iradenin izlenmesi sonucu ortaya çıkacak olan ekonomik belirsizliklerin boyutu sorunudur ve bunların arasında en ürkütücü olanı da ''IMF programına ezici bir çoğunlukla karşı olan halkın taleplerinin dile getirilebileceği'' endişesidir. Türkiye, Ergin Yıldızoğlu 'nun geçen pazartesi günü köşesinde örneğini verdiği üzere, Tayland'ın yapmış olduğu gibi IMF programını terk ederek, uluslararası finans kuruluşlarının spekülatif akımlarını cezbetmeye çalışmak yerine, yoksulluk ve işsizlik ile doğrudan mücadele etmeyi ön plana çıkartan ve iç talebe dayalı bir istikrar ve büyüme modelini uygulamaya başlarsa ne olacaktır? Gelişmiş ülkelerin para piyasaları sadece yüzde 3.5-4 gibi faiz getirileri ile çalışırken, uluslararası finans çevrelerine yüzde 30'lara varan spekülatif arbitraj geliri sunmaya devam eden Türkiye gibi bir ''yeni yükselen piyasa'' , bu oyunu artık sürdürmeyeceğini ilan ederse ne olacaktır? Spekülatif sıcak para girişlerinin uyardığı bu ''hormonlu'' büyümenin, gelir dağılımını bozucu ve işgücü piyasalarında işsizliği ve marjinalleşmeyi arttırıcı öğelerinden arındırarak, öncelikle ulusal tasarruflara dayanan ve planlı bir sosyal kalkınma modeli amacına uygun biçimde yönlendirmeyi amaçlayan bir Türkiye'nin, uluslararası işbölümüne bir ucuz emek ve ithalat cenneti olarak katılmayı reddetmesi durumunda ne olacaktır?

****

Türkiye'nin IMF patentli istikrar programı, ''mali disiplin için kamu kesiminde yüzde 6.5'lik faiz dışı fazla yaratma'' ; enflasyon hedeflemesinden başka hiçbir sorumluluk taşımayan (sözde) bağımsız (gerçekte uluslararası finans sermayesine bağımlı) Merkez Bankası; ve ''bağımsız üst kurullar ve yerel yönetimlere dayalı yönetişim'' fetişlerine indirgenmiş durumdadır. Bu fetişlerden herhangi birinden en ufak bir sapma veya sosyal amaçlı herhangi bir kamu harcaması ''popülizm hortladı'', ''programdan çıkıyoruz'' şantajı ile IMF ve uluslararası finans şebekesine şikâyet konusu olmakta ve Türkiye böylece hizaya getirilmeye çalışılmaktadır.

Bu program uyarınca Türkiye'de, ''sağlıkta dönüşüm'', ''kamu yönetimi reformu'', ''emeklilik reformu'' gibi yapısal uyarlama projeleri birbiri ardına uygulamaya konulurken orta sınıfların çöküşü ve halkın yoksullaşması süreci de giderek hızlanmaktadır. Sosyal devletin zaten sınırlı olan kazanımlarının teker teker tasfiyesi ve eğitim ve sağlık gibi hizmetlerin ''Parası olan tüketsin'' mantığıyla piyasa güçlerine terk edilmesi sonucunda orta sınıfların çöküşünün yapısal koşulları hazırlanmaktadır. Zira orta sınıfların kendilerini yeniden üretmeleri için en önemli araç olan eğitim ve sağlık hizmetleri artık giderek piyasada satın alınıp satılan bir metaya dönüştürülmekte, yeterli gelire sahip olmayan geniş halk yığınlarının bu hizmetlerden yararlanma olanakları da kalmamaktadır.

Bu gelişmelere koşut olarak, artan işsizlik ve derinleşen yoksullaşma altında çaresiz kalan kent yoksulları geçimlerini giderek yasadışı yollardan temin etmeye itilmektedir. Pazartesi günkü Cumhuriyet'te Emine Kaplan 'ın haberinde vurgulandığı üzere, kentlerde yüzde 30 oranında artış gösteren hırsızlık ve gasp suçları, söz konusu sürecin çok yalın ve son derece kaygı uyandırıcı göstergelerinden sadece bir tanesidir.

Bu noktada artık sormamız gerekmektedir: ''İyi yönetişim, güven ve istikrar; kim için?''

kasved
16-02-2005, 14:09
Cumhuriyet 16.02.2005
GÖRÜŞ
COŞKUN ÖZDEMİR
Türkiye Gerçekten Kalkınıyor mu?
Yılbaşı gecesi Taksim'de çok sayıda genç insanımızın sahnede yer aldığı o bayağılığa, o ilkelliğe, duyarlı Türk halkının utançla izlediği o gösteriye tanık olduysanız ve bunun yanı sıra tinercilerin neden olduğu birbirinden feci olayları, genç hemşirenin yolda yürürken uğradığı saldırıyı, yüzlerce kapkaççının acımasızca gerçekleştirdiği dehşet verici gasp eylemlerini, günde yüz arabanın ve deprem için hazırlanan konteynerlerin soyulduğunu ve karısını tekmeleyerek dövüp yüzüne kezzap atan polisi ve bütün bu olaylara tanık olup kılını kıpırdatmayan halkımızı görüyorsanız; stadyumlardaki utanç verici sahneleri beş yıldızlı otellerdeki seks partisi eşliğindeki tarikat ayinlerini duyuyor ve izliyorsanız ve eğer benzersiz bir vurdumduymaz değilseniz bu koşullarda iyimserlik duyguları besleyemezsiniz ve Türkiye iyi yoldadır, kalkınıyor, gelişiyor, önümüz açılıyor gibi masallara inanamazsınız.

Artık İstanbul'da sokakta yürümenin iyice tehlikeli bir hale geldiği yadsınamaz. İyimser tablolar çizerek bu gerçekleri görmezden gelmek gaflettir, sorumsuzluktur. Ülkemizde halka hızlı büyüme müjdeleri verilirken toplum tehlikeli bir doğrultuda sürükleniyor. Kapkaç, yolsuzluk, rüşvet, yasa ve kurallara saygısızlık, haksız kazanç, vurgun, soygun gittikçe yaygınlaşıyor. Dürüstçe çalışmak ve kazanmak, yasalara uymak istisnai davranışlar oluyor. Halkın büyük çoğunluğu yasalara, kurallara hatta adalete saygısını, güvenini kaybediyor. Yaşamak için ilkelerden, yasalardan, kurallardan sapmak gerektiğine inanır olmuştur halkımız. TV ekranlarında ekonomimiz hakkında olumlu yorumlar dinlediğim günün ertesinde Migros'ta ilk kez YTL ile eşimle birlikte alışveriş yaparken orada çalışan bir genç insana ekonomideki sözü edilen iyimserliği paylaşıp paylaşmadığını sordum: ''Efendim'' dedi genç adam, ''bakın o sizin birer birer arabanıza attığınız ve satın alacağınız şeyler var ya, ben onlardan hiçbirine dokunamam, asgari ücretle yaşayan insanım ben, ancak pazarlardaki artıklara uzanabiliyorum.'' İşte size Türkiye'nin gerçeği. Saklamanın ne yararı var. Ben 5-6 yüz YTL ile geçinmeye çalışan, bu mucizeyi yaratan insanlarla sık sık birlikte oluyorum, bir ek kazanç yaratabilmek için bir çırpınış içinde olduklarına, kendilerine tanıdıkları etik sınırları aşmaya zorlandıklarına yakından tanık oluyorum. Bunları görmezden gelmek mümkün mü? Türk toplumunun gelişmesi, kalkınması hakkında yorumlar yaparken bunları yok saymak olası mı?

Enflasyon düşmesinden dar gelirli vatandaş nasıl yararlanıyor, neden işsizlik azalmıyor, milyonlarca işsizimiz var; bu insanlara anlatabilir misiniz görkemli kalkınmamızı? Neden dolaylı vergiler bu kadar yüksek, niçin vergi adaleti sağlanamıyor, neden Ekodiyalog'daki ekonomistlerle İzzettin Önder, Korkut Boratav, Erinç Yeldan bu kadar farklı yorumlar yapıyorlar. Bakınız İzzettin Önder bu konuda ne kadar çarpıcı bir vurgu yapıyor: ''Türkiye'nin sosyal ve ekonomik durumuna işimize geldiği gibi değil, kendi rahatlığımız içinde değil tarafsız ve objektif gözle ve bir bilim adamı titizliği ve dürüstlüğü ile bakabilmeliyiz. Bu ekranlarda yorumlar yapan ekonomistlerin yalnız akademik olanlar değil tüm unvanları verilmeli. Üniversite profesörü unvanına eğer varsa holding profesörü unvanı da eklenmeli. Çünkü unutmamalıyız ki sermayenin çıkarlarıyla halkın çıkarları çakışmamaktadır. Olaylara ve ekonomiye bir işadamı, bir sermaye temsilcisi gözüyle bakmak başka bir emekçi, bir dar gelirli gözüyle bakmak elbette başkadır ve farklıdır. Politikacılar çok defa gerçek dışı hikâyeleri benimsemek ve halka bu masalları anlatmak zorundadırlar. İçinde yer aldıkları sistem onlara doğruları görmek ve irdelemek fırsatı vermez. Azgelişmiş bir ülkede yürütülen güdümlü bir ekonomide serbest piyasa düzeninin dışına çıkmak ve neoliberal politikalara bir alternatif yaratmak şansı yok gibidir. Halktan, emekten yana bir iktidara sahip olmak çok zorlu, çok çetin mücadeleleri gerektiriyor.''

kasved
19-02-2005, 17:01
Cumhuriyet 19.02.2005
AÇI
MÜMTAZ SOYSAL
Entelliğin Son Kertesi

YAŞANMADIKÇA hiçbir şeyin son kertesi önceden bilinmez.

Ne bilimin ve teknolojinin, ne kahramanlığın ve hainliğin, ne aşkın ve nefretin, ne de sanatın ve çirkinliğin.

''Entelektüel'' liği tanımlamak zaten zordur. Onun karikatürü ya da parodisi olan ''entel'' liğin son kertesini düşünmek daha da zor. Ama, yeni örneklerini görünce, ''Entelliğin son kertesi galiba bu'' demek geçer içinizden.

Örneğin kendi ülkesinin halkını, tarihini ve hatalarıyla kusurlarını insafsızca anlatmak, sergilemek, eleştirmek ve neredeyse bundan zevk almak.

Öyle titiz bir nesnellikle, içtenlikle, anlayışla, düzeltme niyetiyle değil, yerin dibine batırarak, sanki bu ülkeyi ve halkı düşman bilenlerin gözüyle bakarcasına, onların zihniyle düşünürcesine.

Dinlerken, okurken, seyrederken, ister istemez ''Sen kimdensin arkadaş?'' diye sormak geçer içinizden. Sanki dıştan görevlendirilmişler gibi gelir size.

Bu son model entelliğin ilk belirtisi konu seçimiyle kendini gösterir. Başka bir yığın konu varken, bu ülkenin insanlarını ilgilendirecek değişik temalar işlenmemiş olarak dururken, şu sıra dış çevrelerin ilgisini, merakını, sempatisini çekecek ya da dış hesaplara, niyetlere, emellere uygun düşecek olanları seçmek.

Örneğin yakın geçmişin uluslararası açıdan tartışmalı sayılan olaylarını, başkalarının kurcalamak istediği sorunları ya da dışta zaten var olan önyargılara daha da ağırlık katacak olanları.

Konuları bilimsel titizlik, sanatsal nitelik, insanca sıcaklık endişesiyle ele almak yerine, her şeye olayların karşıt yorumcularını, sorunların dış kurcalayıcılarını, önyargıların yabancı sahiplerini memnun edecek bir yaklaşımla bakarak. Örneğin Güneydoğu sorunu güncelliğini sürdürüyorsa, ortalıkta bir ''Ermeni soykırımı'' iddiası dolaşıyorsa, Pontus davası canlandırılmak isteniyorsa, sözde bilimsel tezler bu yaklaşımla savunulacak, romanlar bu yaklaşımla yazılacak, filmler bu yaklaşımla çevrilecektir.

Bugünün dünyasında böyle bir yaklaşımın sağladığı yararlar saymakla bitmez. Yalnız dışta ''ulusalcı duyguların üstüne çıkabilen gerçek aydın'' diye övülmekle kalmazsınız, ününüz oralarda büyütülüp katmerlenir.

Bilimsel araştırma projeniz Atlantik ötesinde ve Avrupa'da destek bulur.

Romanlarınız mutlaka çeşitli dillere çevrilir, ödüller alırsınız.

Filmleriniz, konularına göre, başka şu ya da bu ülkede gişe rekorları kırar.

Herhalde bu ülkenin en çelişkili bahtsızlığı, kendi halkını savunmayı unutarak yabancı hesaplara, niyetlere, emellere, hatta çıkarlara hizmet eder duruma düşebilen yetenekli evlatlar da yetiştirmiş olmasıdır.

kasved
19-02-2005, 17:31
Türkiye'deki ABD karşıtlığı, psikolojik savaş ve şu 'yazı'
İbrahim Karagülle-YeniŞafak

......................

Bütün dünya onların politikalarına teslim olmak zorunda, önlerinde diz çökmek zorunda, teslim olmak zorunda, itaat etmek zorunda. Sorgulamadan, karşı çıkmadan, yargılamadan teslim olmak zorunda. En önemlisi de, bütün insanlık onları sevmek zorunda. Ülkeleri ele geçiriyorlar, kaynakları yağmalıyorlar, insanları esir alıyorlar, katlediyorlar, aşağılıyorlar, herkesi tehdit ediyorlar. Ama yetmiyor. Zihinleri de kontrol etmek istiyorlar. Kalpleri de rehin almak istiyorlar.

..........devamı;

http://www.yenisafak.com.tr/ikaragul.html

kasved
19-02-2005, 17:51
Türkiye’nin Borçları Azalıyor Mu?
Selim Somçağ

Son günlerde IMF cephesinin sık sık dile getirdiği bir iddia var: IMF programı sayesinde Türkiye’nin borçları azalmaya başlamış. Bu iddianın bir de rakamsal ifadesi var: 2001’de % 100 olan Türkiye’nin net borç stoku/millî gelir oranı % 70’e düşmüş. Bu yazıda bu iddiayı ele alacağız.
.................................................. .............
http://www.selimsomcag.org/article.asp?artID=219&catID=1

kasved
22-02-2005, 13:18
....................................

En önemli özellikleri kendilerine güvensizlik. Kendine yabancılık. Yaşadığı ülkeye düşmanlık, tarihe düşmanlık, kültüre düşmanlık… Amerika'nın onaylamadığı devlet kötü. Amerika'nın onaylamadığı millet kötü. Amerika'nın onaylamadığı kültür kötü. Amerika'nın onaylamadığı tarih kötü. Amerika'nın onaylamadığı din kötü. Amerika'nın onaylamadığı özgürlük kötü. Amerika'nın istediği kadar özgür, o kadar Müslüman, o kadar onurlu, o kadar mutlu olacaksın!

.............................

İbrahim KARAGÜL

http://www.yenisafak.com.tr/ikaragul.html

kumralada
23-02-2005, 13:02
Küresel petrol cinneti

Mine G. Kırıkkanat


Paranın dini yoktur, derler. Yeşil sermaye tersini kanıtladı mı, bilemem. Ama en azından petrol sanayinde, paranın yalnızca paraya iman ettiği anlaşıldı. Nasıl mı?
2004 yılında, dünyanın beş büyük özel petrol şirketi tarihsel bir rekor kırarak 85 milyar dolar kazanç sağladı. Dile bile kolay değil bu net kârın 25.33 milyarı bir numaralı petrol devi Exxon Mobil'e düşen pay. Diğerleri sırasıyla Shell (18.5 milyar), BP (16.2 milyar), ChevronTexaco (13.3 milyar), Total (11.2 milyar) dolar kazandı.
6 Şubat'ta zil takıp oynayarak bilanço sonuçlarını açıklayan BP Genel Müdürü John Browne'ın iştahla müjdelediğine göre, bu daha bir şey değilmiş, asıl rekor kâr, 2005 yılında edilecekmiş...
Gözümüz yok, ama güle güle harcasınlar diyemeyeceğim, çünkü sorun da bu zaten: Harcamıyorlar. İngiliz TG Sendikası Başkanı Tony Woodley, 'Ayıp kazanç,' diyor petrol şirketlerinin kârlarına. 'İstasyondaki benzin, motorin ve gaz fiatları, hatta elektrik fiatları sürekli artarken bu kârlar ayıptır!'
Paylaşmamak olanaksız bir görüş, çünkü dünya ekonomisi demek olan petrol üretimini ellerinde tutmakla kalmayıp siyasal coğrafyayı çıkarlarına göre yönlendiren ve hatta savaş çıkarmak suretiyle yeniden biçimleyen petrol devleri, kapitalizmin en sağlıklı kuralına bile uymuyor, yatırım yapmıyorlar.
Aşırı kârlarına karşın, dünyanın başına bela bu şirketler, petrol arama çalışmalarını hemen hemen durdurmuş, yeni kuyu açmıyor. Nedeni vahim olduğunca basit: Çin ve Hindistan'ın ekonomik büyümesine orantılı artan petrol ihtiyacı, Irak'taki belirsizlik, brüt petrol fiyatlarını yükseltiyor, fiyatlar yükselince de şirketlerin kâr marjı tavan yapıyor.
Başka bir deyişle küresel petrol şirketlerinin yönetici ve ortakları, genelinde insanlığı, özelinde yoksul dünyayı inim inim inletmelerine karşılık, yalnızca paraya iman ediyor. Petrol paraya dönüşüyor, ama para daha çok petrole, dolayısıyla daha ucuz refaha dönüşmüyor.
Petrol arama (ve tabii bulma) çalışmalarını durdurarak üretimi tıkayan beş devin karşısına yavaş yavaş daha büyük bir güçle dikilen tek rakip var: Hemen tüm üretim sahalarına saldıran, kuyu açan, üretimi arttırmak için zorlayan, çünkü petrol ihtiyacı içinde kıvranan Çin 'ulusal' petrol şirketleri. Bir de Venezüella 'illallah' demiş durumda, özellikle Amerikan şirketlerini devre dışı bırakmak için doğrudan anlaşmalar yapıyor İran, Katar, Rusya ve Çin'le. Venezüella, büyük potansiyeli olan petrol üreticisi bir ülke. Ancak elini verip kolunu kaptırdığı Amerikan petrol şirketleri sayesinde, zaten onların kışkırtıp planladığı siyasal karışıklığı aşamadı ki yoksulluğunu yensin. Bilmem kaçıncı darbe girişiminden sonra, yoksulluktan kurtulmak için önce bu şirketlerden paçasını kurtarmaya çabalıyor şimdi. Ama Amerikan petrol 'sülükleri' her an, Venezüella'yı yeniden karıştıracak güçte. Yeryüzünde, şimdilik, gerçek anlamda diş geçiremedikleri tek ülke, Çin. Üretici Rusya'yı bile 'borçlarına karşılık' ırgalayabiliyor, Hindistan'ı Çin'e karşı kolladıkları için pek zorlamıyorlar.
Türkiye, bu sülüklerin en acıklı kurbanlarından biri. Türkiye'nin verimli bir petrol potansiyeli olduğu öteden beri varsayılıyordu, ancak uydular devreye gireliberi kuşkuya yer kalmadı. Güneydoğu'da petrol var, hatta bir ölçüde Doğu ve Kuzeydoğu'da da var.
Ancak ABD'de hükümet olan petrol şirketleri, Amerikan olmayan müttefiklerinin de icazetiyle, Türkiye'de petrol (aramaya bile gerek yok, çünkü nerede olduğu biliniyor) çıkarttırmıyorlar. Ülkemizde sivil hükümetler de biliyor bu yasağı, askeri merciler de.
Kafa tutmaya kalksalar, alimallah hükümet devirmekle kalmaz, iç savaş çıkartır Türkiye'de bu 'kutsal' ittifak. Neden derseniz, iki sonuçlu bir hesap var: Türkiye büyük bir ülke ve petrol ihtiyacı da büyük. Petrol ihtiyacını kendisi karşılar, üstelik borçlarını öderse, palazlanır ve ABD tarafından 'yönetilemez' hale gelir. Petrol ihracına kalkarsa büsbütün beter, çünkü yükselmesi istenen fiyatların düşmesine neden olur.
İşte Türkiye'de kazmayı vurunca petrol fışkıran kuyuların betonlanması, petrol aramaya kalkan mühendislerin öldürülmesi ve devletin 'kendisini alaşağı edeceğini' bildiği güçlere kafa tutamamasının öyküsü, bu açık hesaptan ibaret olup, Çin'i 'petrol arama'ya ortak ve davet edememek; IMF ve Dünya Bankası'na borçlarımız yüzündendir.
Ortadoğu'da petrol tükendiği gün, emin olabilirsiniz, Allah'ın bir hikmeti olarak Türkiye'de şıppadanak petrol bulunacaktır

alanyafatihi
24-02-2005, 09:34
CUDİ DAĞI'NIN ALTI DA PETROL DENİZİ...


Vedat Yenerer


Değerli okurlar, geçenlerde Türkiye-Suriye sınırında uydu verilerine göre petrol denizi olduğu iddiasını yazmıştım..Yazı sonrasında Silopi''de madencilik yapan Beşir Yılmaz aradı.. Yazacaklarımı lütfen iyi okuyun!...



Beşir Yılmaz telefonda ;

" Vedat bey, gelin Silopi''de Cudi eteklerine sizi götüreyim de petrolü kendi gözünüzle görün!.." diyerek feryat ediyordu..

"Nasıl yani!.." diye sorduğumda anlatmaya başladı.. "Biz aileden madenciyiz..

Irak sınırında yaklaşık 300 km ya da bir başka deyişle yaklaşık 150 milyon ton asfaltit madeni buldum..

Bu madeni bir süre resmi olarak işlettikten sonra devlet 1978 yılında " kamulaştırıyoruz" diyerek el koydu.

Rezervin de 50 milyon ton olduğu iddia edildi.

Madem asfaltit rezervi az , neden el koyuyorsunuz.

Dünyanın neresine giderseniz gidin asfaltit maddesi bulunan her yerin altında petrol vardır.

Silopi''nin altı da petrol denizidir.

Yaz aylarında etraftaki ocaklardan resmen petrol akar ve Hezil çayına karışır.

Gelin görün! Sadece petrol değil, burada çok zengin uranyum ve nikel madeni de var" - Nereden biliyorsunuz? "Türkiye''deki analizlere güvenmediğim için madenin her tarafından örnekler alarak Almanya''ya bizzat götürdüm ve analiz yaptırdım.

Raporları gönderdim size ( Sonuçlar elimde Yatağan ve Tunçbilek''e göre iki misli rakamlar var) dünyanın en önemli uranyum madenlerinden birisi buradadır ve aktif haldedir.." Beşir Yılmaz''ın anlatacak o kadar çok şeyi var ki makineli tüfek gibi ard arda sıralıyor.

Ben de zaman zaman araya girip soru soruyorum.. - Petrol olduğunu nereden biliyorsunuz? "Bu bölgede İngilizler 1967-87de petrol aramışlar.

Açılan kuyulardan gökyüzüne doğru 100 metre kadar petrol fışkırmış.

Ardından kapatmışlar ve betonlamışlar.

Benim madenimin yanında da bu kuyudan var ve vanasını gelin birlikte açalım eğer beton ve civa basıp tıkamadılarsa bakalım ne kadar petrol fışkıracak.

Dönemin köylüleri arasında hâlâ yaşayan görgü tanıkları var ve petrolün 100 metre kadar fışkırdığını görenler var." Beşir Yılmaz konuştukça pür dikkat dinlemeye devam ediyorum.. "Vedat bey, asfaltit maddesi olan her yerde petrol vardır.

Eğer petrol yoksa bana neden petrol çıkartma ruhsatı vermiyorlar.

Musul ve Kerkük''ün rakımı 80-100 metre civarındadır.

Cudi Dağı''ndaki petrolümüz resmen Irak''a doğru akıyor ve başta İngilizler ve ABD bunu biliyor.." Beşir Yılmaz bugünlerde Silopi''ye bile zor gider hale gelmiş.

Devlet kamulaştırılacak diye el koyduğu madeni şimdi Turgay Ciner''in sahibi olduğu Park Holding''e devretmiş.

Durum böyle olunca, Yılmaz da dava üstüne dava açmış ve yürütmeyi durdurma kararı aldırmış.

Eğer tekrar el konulursa AİHM''ye başvuracakmış.

Kısacası madeninin peşini bırakmıyor ama artık bölgedeki aşiret ağaları da onun peşini bırakmaz hale getirilmiş..

Bütün dava tutanakları elimde okudukça dehşete kapılıyorum.. Şimdi sıkı durun… Beşir Yılmaz Başbakan Tayyip Erdoğan''a bu durum üzerine başvurmuş ve dilekçe vermiş dilekçede aynen şöyle yazıyor.. " Bürokrasi ve çeteler milletin hak ve hukukunu aramaktan bezdirmiştir.

Televizyonda ve basındaki konuşmalarınızda "hortumcu çetelerin ve bürokrasinin üstüne gidilecektir" diyorsunuz Millet buna çok seviniyor.. 25 yıldır gasp edilen madenimiz çete ve bürokratların, anayasa, kanunlar ve insan hakları hiçe sayılarak ihale yolu ile peşkeş çekiliyor.

Allah''a ve sizin yüksek adaletinize sığınıyorum." Beşir Yılmaz devlet tarafından el konulan mallarını ve bunun karşılığında devletin verdiği parayı yazıya eklemiş..

. . 1- 35 km yol yaptım. 2- 500 bin ton hazır çıkarılmış kömürüm var. 3- 3,5 milyon metreküp hafriyat yapılmış. 4- Mazot tankları. 6- Dinamit ambarı. 7- Kantar ve kantar binası. . Resmi olarak bana ait olan ve vergisini ödediğim madenimde bugüne kadar yaptığım işler ve halen bulunan demirbaş ve çıkarılmış maden için ödenen para da 5.800.8000 TL.. (Buna resmen gasp ve devlet terörü denir!..) Beşir Yılmaz Başbakan Erdoğan''a yazdığı dilekçede devam ediyor.. " Bu para halen bankada duruyor.

Buna rağmen Türkiye Kömür İşletmeleri ihaleyi adamlarına ve hortumculara peşkeş çekiyor… ". . . Beşir Yılmaz''ın bu başvurusuna Başbakan Erdoğan bugüne kadar cevap vermemiş.. Beşir Yılmaz''dan al ve ABD bağlantılı şirketlere ver… Uranyum konusu da bir başka skandal… Güneydoğu resmen petrol denizi üzerinde ve Türkiye ABD Şrmalarının peşinde "bize petrol bul" diye yalvarıyor… . . . .

Korkunç iddialar devam ediyor:. 6 mühendisin kafaları kesildi. . .

.

.

TPİK diye Türkiye Petrolleri''nin kurduğu bir kurum yurt dışına petrol arama işlerine giriyor ve bugüne kadar milyar dolar zarar ediyor… Beşir Yılmaz diyor ki: "Kimin hain kimin işbirlikçi olduğunu anlamak çok kolay!..

Eğer bölgede petrol yok ise neden bana petrol çıkartma ruhsatı verilmiyor.

Ruhsatı verin 800 metreden petrolü çıkartmazsam ben bu ülkeyi terk ederim.

MTA yıllar önce sondaj yaptı 480 metrede su bulundu ve ardından delici aletin ucu kırıldığı için sondaja son verildi.

Herkes bilir sudan sonra petrol gelir.

Biz yerli teknoloji ile 1200 metreye kadar sondaj yapabiliriz kimseye ihtiyacımız yok.

İzni versinler siz görün petrol nasıl fışkıracak.." Bu görüşmemizden bir gün sonra Beşir Yılmaz tekrar aradı ve Soma''da görevli bir mühendis ile görüşmemi isteyerek telefon numarasını verdi.

Adını burada yazmak istemiyor. Mühendis ile görüşmemde daha da çarpıcı gerçekler çıktı ortaya… Altı ay kadar önce Cudi dağları eteklerinde bulanan 6 insan iskeletinin ne olduğunu bilip bilmediğimi sordu..ben de " bilmiyorum" dedim. Mühendis ekledi " Bu iskeletler 18 yıl önce Cudi Dağı''nda kaybolan 6 Türk petrol mühendisinin iskeletleri.

Kafaları kesilerek öldürülmüş.." Dondum kaldım.

Ne diyeyim.

Kendisi de mühendis olduğu için yalan söylemiyordur diye düşündüm.. Ardından devam etti.. "Vedat bey Türkiye maden bakımından dünyanın en zengin ülkesi.

Siz Ödemiş yakınlarındaki Bozdağ''ın dünyanın en büyük altın rezervi olan dağlarından biri olduğunu biliyor musunuz? Ama bu madenleri kimse çıkaramaz.

Hata bu konunun üzerine giden gazeteciler öldürüldü.. Uğur Mumcu ve Çetin Emeç''in öldürülmeden kısa bir süre önce bu madenler üzerine gittiğini biliyorsunuz her halde…" İlgiyle dinledim.

O kadar çarpıcı şeyler anlattı ki, yazmaya sayfalar yetmez..

İddiaların hepsinin belgeli olduğunu söyleyen bu mühendis, gazete ve televizyon kanallarında hiçbir gazetecinin bu yönde bir haber yapamadığını ve milletin resmen uyutulduğunu örneklerle anlattı.. Beşir Yılmaz''a son sözüm " Bana anlattıklarınızı Genelkurmay''a anlatınız mı?" oldu. Aldığım cevap da aynen şöyle.. " Vedat bey her şeyi belgeleriyle birlikte birkaç kez askeri büyüklerimize anlattım ama bugüne kadar bir arpa boyu ilerleme kaydedemedik!".. Ne diyeyim, bu milleti korumaya yemin etmiş olanlar utansın!.. Son sözüm: "AB, ABD PKK''yı boşu boşuna özellikle bu bölgede güçlendirip milletin başına bela etmedi.

Bölgeye gelecek barış ortamı Türkiye''yi ekonomik olarak uçuracak gelişmelere gebedir!.."

kasved
24-02-2005, 13:43
...................................
Operasyonun başka bir bacağı da artık klasikleşen milletvekili istifaları. Erkan Mumcu’nun istifa eder etmez HaberTurk televizyonunda söylediği şu sözler istifanın asıl sebebini ortaya koyuyor: “Irak’ta bağımsız Kürdistan istemiyoruz demek politika değildir.” ...............................

http://www.selimsomcag.org/article.asp?artID=221&catID=2

kasved
25-02-2005, 11:44
Orhan Pamuk Dosyası.

Sevgili dostlar edebiyata olan ilgimden dolayı aslına bakarsanız yazı insanlarının ufak tefek hatalarını maruz görür ve onları çok gündeme getirmemeye çalışırım. Çünkü yazar dünyayla sıkıntısı olan insandır ve temel olarak yaptığı sıkıntısını yazıya dökmektir. Bunu en iyi kendimden bildiğim için yazı insanlarının bazı çıkışlarını çok önemsemem. Orhan Pamuğun son yaptığı açıklamalarla beni “yazara dokunma” prensibimi bozmak zorunda bıraktırdığı için üzgünüm. Nedense edebiyatçılarımız siyaset yapmadan duramıyorlar ve bu siyasetlerde ne hikmetse hep vatanımız aleyhine oluyor.

İstihbarat dünyasında “kuş yumurtası üretmek” diye bir değim vardır. Diyelim ki X ülkesinde bundan 20 sene sonra yapmak istediğiniz uzun vadeli bir operasyon
var. Bu operasyon için size çeşitli provakatörler lazım ve en güvenilir provakatör kendi yetiştirdiğinizdir. Bu iş için yetenekli ama geleceği parlak olmayan zayıf karakterli bir “yumurta” bulunur. Mesela bu genç üniversitede devşirilir ve aşama aşama önce öğretim görevlisi daha sonrada medya parlatmaları ve şirket sponsorluklarıyla ülkede sözü dinlenen bir Profesör haline getirilir. Gerekirse tüm araştırma ve kitapları da eline hazır olarak verilir. Ülkedeki insanlar bu kişinin yazdığını sandıkları muhteşem
eserleri okur ve ona olan saygıları artar. Böylece yumurta kuluçka aşamasını bitirmiş ve çatlayıp güzel bir kuş olma zamanı gelmiştir. Belirlenen zamanda bu
profesör medya yoluyla müthiş radikal açıklamalar yapmaya başlar ve tüm ülkeyi karıştırır. Aynı anda kendisi gibi yetiştirilen diğer yumurtalarda farklı faaliyetlere girişirler. Neyse konu uzun benim yerim dar ama ilgilenenler için Doğu Bloğunun çöküş dönemine bakmalarını salık veririm.

Bu alakasız konudan sonra gelelim Orhan beye. Ferit Orhan Pamuk Beyin (kimsenin bilmesini istemediği göbek adı Ferit’tir) ülkesine bu kadar muhalif olmasını hiç
anlayamamışımdır. Hani fakir ve hayatını zorluklar içinde geçirmiş birisi olsa belki anlayacağım ama Orhan Pamuk sülalece aristokrat tabakasına mensuptur ve bugün eleştirdiği devletin çok ekmeğini yemiştir. Mesela dedesi Cumhuriyetin ilk mühendislerindendir ve özellikle Atatürk,İnönü dönemlerinde yapılan demiryolu hamlesinde büyük ihaleler alıp kısa zamanda zengin olmuştur. Oğulları bu koca servetin büyük kısmını sefahatle tüketseler de Orhan Pamuğun zengin bir hayat sürmesine yetecek kadar servet kalmıştır. Babası deseniz Türk özel sektörünün duayenlerinden Gündüz Pamuk. Amerikanın IBM şirketinin Türkiye’ye atadığı ilk genel müdürlerden. 1959-1964 yılları arasında IBM firmasının tüm devlet birimlerine ve silahlı kuvvetlere sattığı cihazları pazarlayan kişi. 1964 yılından sonra Koç Holding’de Aygaz Genel Müdürlüğü,
Koç Holding Plan Grubu Başkanlığı, Arçelik müdürlüğü yapmış ayrıldıktan sonra iki senede PETKİM’in başında bulunmuştur. Yani Orhan Pamuğun babası Türkiye’nin
başarılı özel sektör yöneticilerinden biri. Bu kadarda değil Gündüz Pamuk İsmet Paşanın yakın dostudur ve SODEP’in kurucularındandır. Kısacası Pamuk ailesi
dönemlerinde zengin oldukları Halk Partisine büyük bir sadakatle bağlı.

Anne tarafı deseniz o da aristokrat. Anne tarafından büyük dedesi 1700’lü yıllarda Girit Valiliği yapmış İbrahim Paşa. İbrahim paşa geniş torun yelpazesine sahip ve bu kanaldan Orhan Pamuğun ilginç akrabaları var. Mesela Hürriyet Gazetesinde edebiyat yazıları yazan papyonlu Doğan Hızlan ve eski İş bankası genel müdürü Ferit Basmacı Orhan Pamukla uzaktan akraba. Karısı Aylin Pamuk bile aristokrat. Aylin hanımın anne tarafı Beyaz Rusya’dan göç etmiş ve daha sonra Osmanlı hizmetine girmiş bir Rus soylusuna dayanmakta. Babası ise Osmanlı Adliye Nazırı Kazım Beyin oğlu. Kısacası sevgili dostlar bugün Türkiye’deki sisteme binlerce eleştiri yağdıran Orhan Pamuk bu eleştirileri yapacak en son kişidir çünkü Osmanlıdan beri bu ülkeyi yöneten aristokrasinin tam bir üyesi kendileri. Peki Orhan Pamukta oluşan bu sistem düşmanlığı nereden kaynaklanıyor ve acaba “yapay” bir düşmanlık mı sorularına cevap arayalım.

Orhan Pamuğun hayatının ilk evrelerine baktığımız zaman koca bir başarısızlık olduğunu görüyoruz. 30 yaşına kadar iki okul değiştirmiş ve sırf askerliğini kısa dönem yapmak için Gazetecilik okumuş bir insan. İlk başlarda ressam olmak isterken sonra yazarlığa sarıyor. Yıllarca evinin odasına kapanarak ödüller alan ama kimsenin para vermek istemediği romanlar yazıyor. Tam artık buraya kadarmış aşamasına geldiği anda sihirli bir değnek değmiş gibi Orhan Pamuğun kitapları satmaya ve yurtdışında tanınmaya başlıyor. Peki bu sihirli değnek acaba nerede değmiş olabilir. Benim kanaatimce bu değneğin izini Amerika’da sürmek lazımdır.

Amerika’ya gitmeden önce Orhan Pamuk üzerinde derin etkileri olduğu anlaşılan birisinden bahsetmek lazım. Bu kişi Orhan Pamuğun erkek kardeşi Şevket Pamuk.
Şevket Pamuk Orhan Pamuğun ilk dönemlerinin aksine oldukça başarılı bir insan. Amerika’da Yale,Berkeley gibi sağlam üniversitelerde ekonomi okuduktan sonra
Türkiye’de bir çok üniversitede ders veren Şevket Pamuk Osmanlı ekonomisi üzerinde tanınmış bir uzman. Kendisi pek çok yabancı üniversitede Osmanlı ve
Türkiye ekonomisi üzerine dersler vermiş. Bu üniversitelerden en ilginci İsrail’de bulunan Negev Ben Gurion üniversitesi. İsmini İsrail’in ilk başbakanı,İsrail’in kurucularından ve hatta anarşik faaliyetleri yüzünden Osmanlı tarafından Filistin’den kovulacak kadar fanatik siyonist olan David Ben Guriondan almıştır. Üniversitenin derslerini MOSSAD’ında ilgiyle takip edip raporlar hazırlattığı bir “Ortadoğu Çalışmaları” bölümü bulunmakta. İşte sayın Şevket Pamuk böylesine kaliteli bir bölümde ders verebilecek kadar yetenekli bir ekonomi uzmanımız. Ben Gurion üniversitesinin başında 14 sene Dünya Bankasında çalışmış ve daha sonra bu başarılarından ötürü Rotary ve Lions klüplerinin 2000 yılının adamı olarak seçtikleri Prof.Avishay Braverman bulunmakta. Böylesine başarılı bir ekonomistin yönettiği üniversitede ekonomi dersi vermenin önemini anlamışsınızdır. İşte Orhan Pamuğun kardeşi Şevket Pamuk bu kadar değerli bir hocamız.

Evet biz Orhan Pamuğun Amerika yolculuğuna dönelim gene. 1985-1988 arasında tam üç sene Amerika’da kaldı Orhan Pamuk. Bu dönemde Amerika’da harıl harıl kitap
yazmanın dışında çok önemli bir kursuda başarıyla bitirdi.Bu kurs Iowa üniversitesi bünyesinde verilen International Writing Program (IWP) isimli çok ilginç bir kurs. Kursun amacı dünyanın değişik bölgelerinden gelen ve kendilerinde potansiyel görülen yazarların Amerikan hayatını tanımaları ve kitaplarını yazabilecek güzel bir ortama kavuşmaları. Bu “iyiliksever”programın bünyesinde her sene 20 kadar yazar ağırlanıyor. İşte Orhan Pamuğun bu kurstan sonra hayatı değişti. Yani onun deyimiyle “Bir kursa gitti hayatı değişti”.Bu arada kurstan 2004 senesinde mezun olan bir başka Türkün ismi de Mahir Öztaş aklınızda bulunsun çünkü geleceği parlak. İnsan düşünmeden edemiyor bu üniversite bu kadar insanı çağırıp onları aylarca yedirip içirecek ve ağırlayacak parayı nereden buluyor diye. Cevabı basit. Bu yazar eğitim kursu
programının baş sponsoru Amerikan Dışişleri Bakanlığı.


Orhan Pamuğun şansı Amerika’da bundan sonra oldukça açılıyor. Baktığımız zaman Orhan Pamuğun Amerika’da basılan kitaplarının tamamına yakını aynı yayınevinden
çıkmış. Bu yayınevi Random House. Yayınevinin sahipleriyse dünyaca ünlü Alman Bertelsmann yayıncılık. Bertelsmanın kurucusu ve şu anda emekli hayatı süren dünyanın en zenginlerinden Reinhard Mohnda sihirli değnek örneklerinden. Bay Mohn İkinci Dünya Savaşında general Rommelin Afrikakorps birliğinde asteğmen olarak savaşıyor. Burada Amerikalılara esir düşerek Kansasda bir esir kampına tıkılıyor. O zamana kadar kitaplara ilgi duymayan Mohn biranda kitap sever oluveriyor. Savaştan sonra komünizm tehdidi altındaki ülkesine dönen Mohn aniden bir yayınevi açarak ilahi kitapları ve dini kitaplar basmaya başlıyor. İşte Bertelsmanın kuruluşu böylesine
mütevazi. 1991 senesinde emekli olduğu zaman Bertelsmann dünyanın en büyük yayıncılarından ve kendiside karun kadar zengin. Bu Amerikalılar asteğmen Mohna esir kampında ne yedirdilerse adam başarının sırrını buluveriyor bir anda. Bertelsmanın bir diğer ilginç özelliği Doğan Holdingle 2001 senesinde Müzik piyasasına yönelik bir ortaklığa gitmeleri. Bu ortaklığın tüm görüşmeleri bizzat Aydın Doğanın kızı Hanzade tarafından yapıldı. Buna göre şu an Türkiye’de yayınlanan pek çok yabancı müzik albümü hep bu ortaklığın sayesinde Türkiye’ye ulaşıyor. İşte bu büyük grup Orhan Pamuğu çok sevmiş olacak ki tüm kitaplarını satsa da satmasa da ısrarla onlar
basıyorlar.

Orhan Pamuğun en büyük başarılarından biride dünyaca ünlü IMPAC Dublin ödülünü almış olması. Bu ödül öylesine basit bir plaket değil tabii ki çünkü ödül jürisi “Benim adım Kırmızı” kitabını öylesine beğenmiş ki birde hediyesi olarak 115 bin dolar vermişler. Peki bir Türk yazarına kendisiyle aynı mesleği yapan çoğu meslektaşının hayatları boyunca bir arada göremeyeceği meblağı veren kurumun arkasındaki güç kim. Bu şirket ödüle ismini veren IMPAC şirketi.

IMPAC tüm dünyada yaygın yönetim danışmanlığı hizmetleri veren bir Amerikan şirketi. Yönetim danışmanlığı adı altında güzel istihbarat hizmetleri verdiği de bilinir. Şirketin başındaki Dr James Irwin İrlanda’yı ve kitapları çok sevdiği için böylesine güzel bir ödül ortaya çıkarmış ve her sene başarılı bir yazara bu ödül veriliyor. Edebiyatsever dostumuz bay Irwin çok da aktif birisi. Kendisi Amerikanın önde gelen Cumhuriyetçilerinden ve Amerikan ordusuyla arası harika. O kadar harika ki Amerikan Askeri akademisi West Pointden üstün hizmet ödülü almış.


Orhan Pamuğa verilen ödülün sponsoru bay James Irwin “International Democratic Union” derneğinin de baş üyesi ve muhasebecisi. Bu dernek dünya çapındaki
merkez sağ partileri bir araya getirmek için kurulmuş. Kurucuları arasında Ronald Reagan,Margaret Thatcher,Baba George Bush, Helmut Kohl ve Jack Chirac
gibi önemli isimlerde bulunmakta. Derneğin Türkiye’den de iki üyesi var. Bunlar Anavatan Partisi ve Doğru Yol Partisi. Derneğin şu anki başkanı Avustralya’nın
Amerikan yanlısı başbakanı John Howard.

James Irwin bunun dışında Washintonda bulunan “Center for Democracy” derneğinin de üyesi. Tüm dünyaya Amerikan demokrasisi getirme amacındaki bu derneğin en
ilginç siması artık hepimizin tanıdığı Henry Kissinger. Kissinger dendi mi o demokrasinin nasıl geleceğini hepiniz tahmin edersiniz herhalde.

Orhan Pamuğun otuz yaşlarına kadar odasından çıkmayan biri olarak çok büyük aşamalar kaydettiği büyük bir gerçek. Şu anda kazandığı ünün ve paranın keyfini
çıkarmakla meşgul. Taksim meydanına yakın ve muhteşem boğaz manzaralı teras katında yeni eserleriyle uğraşıyor. Duvarlarında Japon edebiyatına kadar tasnif
edilmiş yüzlerce kitap bulunan lüks dairesini sadece çalışma amaçlı kullanıyor ve bazen de yakın dostlarıyla yemek yiyor. Bu eve sık sık gelen yakın dostlardan biride Yahudi asıllı Amerikan gazetecisi Jeri Liberdi. Bu şahsiyeti hafızası güçlü okurlar hatırlayacaklardır. Kurucusu olduğu insan hakları izleme komitesini temsilen Türkiye’deki insan hakları ihlallerini konu alan bir rapor yazmıştı. Sonra bu rapor kitap haline de dönüştürüldü. Bu raporda Türk ordusunun Kürtlere katliam yaptığını iddia edilmiş ve
Türk ordusuna açıkça “serseriler” diye hitapta bulunulmuştu Bu kitabın çevirisini yapan Ertuğrul Kürkçü ve Ayşe Nur Zarakoğlu hakkında dava açılınca Jeri Liber onlara destek vermek için hemen Türkiye’ye gelerek mahkemelere katılmıştı. Herhalde Sayın Orhan Pamuğun fikirlerinin oluşmasında Jeri Liberle özel teras katında yaptığı yemekli sohbetlerin büyük etkisi olmuştur.

Evet sevgili dostlar uzun bir yazının sonuna geldik. Keşke Orhan Pamuk gibi yazarlarımız bu şekilde açıklamalar yapmasa da bizde edebiyatçılarımızla ilgili böyle uzun yazılar yazmasak. Bu arada yazıyı yazarken sabahı etmişiz gene ve dışarıdan kuş sesleri geliyor. “Kuş sesleri” çok güzel ama her “kuşun” sesi değil tabii ki.

Sevgilerimle
Serdar Kuru

=====
Serdar Kuru
Araştırmacı-Yazar

Ortadoğu Gazetesi köşe yazarı.
Güvercinevi sitesi köşe yazarı. (www.guvercinevi.net)
Yurtseven sitesi köşe yazarı. (www.yurt-seven.net)
Antiemperyalizm sitesi köşe yazarı. (www.antiemperyalizm.org)
Kitapları:
Top Secret Yazılar - Q Matris yayınları
Türkiye Dönüştürülürken - Türk Yay yayınları

kasved
25-02-2005, 19:49
Cumhuriyet 25.02.2005
POLİTİKA GÜNLÜĞÜ
HİKMET ÇETİNKAYA
Karikatür Özgürlüktür ...

Londra'daki İmparatorluk Savaş Müzesi 'ni yıllar önce gezmiş, İkinci Dünya Savaşı yıllarında İngiltere Başbakanı olan Winston Churchill 'in yüzünü taşıyan buldok köpeği heykelciği karşısında uzun süre kalmıştım...

Bu arada kendi kendime de sormuştum:

''Acaba Kenan Evren 'in böyle bir heykelciği yapılıp sergilense Türkiye'de neler olur?''

.....................

Bizim Musa Kart , Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 'ın bir karikatürünü çizdi yıllar sonra...

Karikatür Cumhuriyet 'te yayımlandı...

Vay sen misin, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nı ''kedi yapan'' . Şiir okumaktan hapis yatan başbakan , Musa hakkında dava açtı...

Sonuçta Musa Kart 5 bin YTL para cezasına mahkûm oldu...

Cumhuriyet gazetesinin yayımlayanı Yeni Gün Haber Ajansı ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü Mehmet Sucu da paçayı kurtaramadılar elbet...

Onlar da Başbakan Erdoğan'a bu 5 bin YTL 'nin ödenmesinden Musa'yla birlikte sorumlular...

Musa Kart'ın Cumhuriyet'te yayımlanan karikatürü Eskişehir'deki günlük Sakarya gazetesinde yayımlandı birkaç gün sonra...

Başbakan Erdoğan'ın avukatı Sakarya gazetesi hakkında da 10 bin YTL'lik tazminat davası açtı...

Davaya bakan Eskişehir Üçüncü Asliye Hukuk Mahkemesi yargıcı Mithat Ali Kabaali , karikatürde bir hakaret öğesi bulunmadığını, Musa Kart'ın, mizah inceliğiyle Başbakan Erdoğan'ı eleştirdiğini belirtip şu kararı verdi:

''Söz konusu karikatür eleştiri sınırları içinde kalmıştır. O yüzden hukuka uygundur. Okuduğu bir şiir yüzünden cezaevinde uzun süre yatmak zorunda kalan Sayın Başbakan'ın bu tür eleştirilere daha hoşgörülü bakması kanaatiyle...''

****

Yargıç Mithat Ali Kabaali karikatürde bir hakaret öğesi bulmazken , Ankara Sekizinci Asliye Hukuk Mahkemesi Yargıcı Kemalettin Satılmış daha önce aynı karikatürde hakaret öğesi bulup (başbakanı küçük düşürmek) Musa Kart ve Mehmet Sucu'yu 5 bin YTL tazminat ödemeye mahkûm etmişti...

İki yargıç ve iki ayrı karar...

Bu konuda yorum yapmak istemiyorum...

Dün sabah Turhan Selçuk 'la konuşurken sordum:

''Turhan Ağabey, siz Süleyman Demirel 'in çok karikatürünü çizdiniz, hiç hakkınızda hapis ve tazminat istemiyle dava açtı mı?''

Karikatür sanatının duayeni olan Turhan Selçuk, ''Hayır açmadı'' deyip ekledi:

''Sana bir anımı anlatayım: Ben Süleyman Demirel'le ilgili çok ağır karikatürler çizdim. Ankara'da bir ödül töreninde Süleyman Bey de vardı. Bunu anlattım. Sonra Demirel bir konuşma yaptı ve şöyle dedi:

- Ben karikatüre dava açmam...''

''Başka açan oldu mu?''

''1950'lerde Dolmuş Dergisi'ni İlhan Selçuk 'la birlikte çıkarırken çok dava açıldı. Bir de Tansu Çiller açmak istedi. Ama mahkeme gerek görmedi. Hani; 'Şaibe Hanım' diye eleştiriyordum ya Tansu Hanım'ı. Onun için dava açmak istedi.''

Turhan Selçuk, karikatür için dava açılmasını yadırgadığını söylüyor:

''Tarih içinde bu durumlarla çok karşılaştık. Ama çoğu zaman karikatürcüler bu davalardan aklandılar. Biz bu anlayışla, 1800'lü yılların bile gerisindeyiz. Avrupa Birliği için yasalar çıkartılıyor ama ne yazık ki uygulanmıyor. Uygulananlar ise karikatürcülere dava açmak oluyor. Biz sözde AB'ye gireceğiz. Bu kafayla mı? Avrupa'da hoşgörü var, bizde yok.''

****

Ortada Musa Kart'ın çizdiği bir karikatür ve iki ayrı yargı kararı var...

Eskişehir'deki yargıç ''karikatürde hakaret öğesi'' bulamıyor, Ankara'daki yargıç ise ''Karikatür küçük düşürücü ve aşağılayıcı'' kararını veriyor...

Ne demektir bu?

Türkiye'de düşünce ve ifade özgürlüğünün yasalarla değil kafalarla algılanması anlamına geliyor!..

Sıkmabaşı, şeyhler ve şıhlar demokrasisini içine sindirenler, Başbakan Erdoğan'ı özgürlüklerin simgesi olarak görenler düşünsün...

kasved
25-02-2005, 20:21
Cumhuriyet 25.02.2005
BİR BAKIMA SERVER TANİLLİ Yola Çıkarken Notlar

........................................

Öte yandan, unutmadığım bir yazı. Gazetemizin 14 Şubat günlü nüshasında, Emre Kongar 'ın bir yazısı yayımlandı. Dış Dinamik Türkiye'ye Nasıl Egemen Oldu? adlı yazısında, Hoca, ''Bugün Türkiye, hemen hemen tümüyle dış dinamik öğelerine teslim olmuş durumda'' deyip onları sıralıyordu: Ekonomimiz IMF, hukuk yapımız Avrupa Birliği, dış politikamız da Amerika Birleşik Devletleri'nce belirleniyor. Kültürümüz -ve medya da- ABD'ye teslim olmuş halde. Atatürk 'ün Nutuk 'ta çizdiği tabloyu hatırlatıyor... Bu badireye sürükleyen süreç de şu: 1) Orta sağ'ın yolsuzluklarla çökmesi, 2) Orta sol'u liderlerin tıkaması; 3) Siyasal seçenek olarak kala kala, 1945'ten beri uluslararası ve ulusal resmi güçlerce desteklenen ve sürekli güçlenen dinci sağ'ın kalması. AKP, işte bu sürecin ürünüdür ve ABD desteğiyle iktidara geldi. Arkasından da, ''ılımlı İslam'' desteği! Buna demokrasi de diyebilir misiniz? Bağımsızlığını kaybetmiş bir ülkede demokrasi olamaz. Türkiye, demokrasi adına da, önce bağımsız olmalıdır. Türkiye, Türkiye'den yönetilmelidir!

....................

kasved
26-02-2005, 13:50
Cumhuriyet 26.02.2005

Türk Metal Sendikası ve Uluslararası Avrasya Metal İşçileri Federasyonu Başkanı Mustafa Özbek: Türkiye'nin ilk sorunu AKP "Atatürkçülüğü, laik demokratik cumhuriyeti, ölümüne ne pahasına olursa olsun savunmak zorundayız" diyen Mustafa Özbek şöyle konuştu: "Çıkış mutlaka demokrasiyle, adına demokrasi dediğimiz bu sistemle sağlanmalı. Çözüm yeri parlamentodur. Hükümetler oraya saygı duymak zorundadır. Parlamentolar sorumluluklarını bilmek durumundadır. Ama parlamentoda Türkiye'nin sorunlarıyla ilgili bir tartışma olmuyor. Tayyip Erdoğan'ın aklına ne gelirse yasalaşıyor.
" MUSTAFA BALBAY
.................................................. .........
- Küreselleşme dalgası karşısında Türkiye'yi hangi tehditler bekliyor?
ÖZBEK - 21. yüzyıla girerken küreselleşme, yeni dünya düzeni adı altında çok güzel mesajlar verildi. Ama gerçekler öyle değil. Özellikle Türkiye açısından. Amerika'nın etrafımızdaki ülkelerle ilgili tutumu, bizi tekrar tekrar düşünceye sevk etmeli. Küreselleşme emperyalizmin ta kendisidir.

'SIRA TÜRKİYE'DE' -
Bu konuyu biraz açar mısınız?
ÖZBEK - Amerika İran'ı vurursa Türkiye şimdiden savunma hatlarını çizmelidir. Ben Amerika'nın ve Avrupa'nın Türkiye'ye iyi baktığı kanaatinde değilim. Dünyayı tek merkezden idare etmeye hazırlanan bir Amerika'nın büyük Ortadoğu politikasında İsrail, jandarma rolünü üstlenmiş. Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti kurduracaklar... Türkiye bir ateş çemberi içerisinde bana göre. Biz TBMM ile, hükümetimizle, sivil toplum örgütlerimizle, askerimizle, ordumuzla oturup ne yapmalıyız, sorusuna cevap aramalıyız. Böyle bir tehlike var, bunu görmemek körlüktür. Bu ateş çemberini bizi yönetenler göremiyorsa kördür, yazıklar olsun derim. ABD İran'ı vurduğu an, sıra Türkiye'dedir. O zaman Türkiye'yi hiçbir ulusal refleksi olmayan bir ülke haline getirmek isteyeceklerdir. Buna hazır olmalıyız.

- Bunun devamı olarak medya ne durumda?
ÖZBEK - Türkiye'de medya diyebileceğimiz bir kurum görmüyorum. Holdingleşmiş... Petrol şirketleriyle, bankalarıyla, ticari şirketleriyle, gazetesiyle, televizyonuyla bir holding basını var Türkiye'de. Bu holding medyası siyasi iktidarla işbirliği halinde... Birkaç gazete var, Cumhuriyet gazetesi gibi, o kadar. - İç sorunlarla dış sorunlar iç içe giriyor. Güvenlik konusu, ABD'nin hedefleri, Kıbrıs, işsizlik...

Sizce Türkiye'nin en önemli sorunu ne?
ÖZBEK - Türkiye'nin gerçek sorunlarını sayarken Türkiye'de birinci sorun siyasi iktidarın konumudur. Sorun olan odur. Siyasi iktidar sorun olduğu için pek çok konuda gerçekler kamuoyuna yansımamaktadır. İşte Kıbrıs... Türkiye'nin namus meselesidir. Bu yönde TBMM kararları vardır. Ama hükümetin uyguladığı politikaya bakıyoruz, Anadolu'dan çok Rum'u dinliyor. Hükümetin Kıbrıs politikası, üç tarafı denizlerle çevrili Türkiye'yi denize ayak değdiremez hale getirecek. Kıbrıs'tan sonra Yunanistan'ın Ege'deki istekleri gündeme gelecek. İşte Kerkük... Atatürk 'ün dış politikası izlense böyle mi olurdu? Yakın zamana kadar Silopi kaymakamından randevu aldığı zaman bayram eden Talabani ile Barzani , bugün bizim başbakanımıza rest çekiyor, hükümete rest çekiyor. Yeri gelince bölgemizin en güçlü devletiyiz, diyoruz. En güçlü devletin izlediği politika bu mu? Bunlar çelik çomak oynuyor. - Dış konuların başında AB de var.

Orada da saklambaç mı oynuyoruz?
ÖZBEK - Amerika, Avrupa, hepsi aynı kabın çocukları... Türkiye üzerinde büyük oyunlar oynanıyor. Kıbrıs, Kerkük, bunların uç noktaları, buralar teker teker düştükten sonra gelecek iş anaya, Anadolu'ya gelecek. Türkiye ne zaman AB ya da Amerika ile yakın ilişki içine girdiyse başına büyük dertler alıyor. AB, Türkiye'nin gerçek sorunlarını çözüme kavuşturmasını engelleyen, gelişmesi, ilerlemesi, büyümesi önüne kurulmuş bir tuzaktan farksızdır. 75 milyonluk bir Türkiye'yi bünyesine almak istemiyor Avrupa. Avrupa'nın gündeme getirdiği isteklerin, uyguladığı politikaların Türkiye'yi parçalamaya götürebileceğini unutmamak ve dikkatli olmak gerekiyor. Ama hükümetin bu tür kaygıları yok. Bu hükümet sanki bir görevlendirilmişlik havasında. AB ile yatıp AB ile kalkıyorlar ama katedilen bir mesafe de yok. Bizim AB'ye karşı çizgilerimizin olması lazım. Şunu şunu yapıyorsanız biz size üye oluruz, yoksa olmayacağız, demek lazım. - Ekonomi IMF'ye, dış politika AB-ABD'ye teslim...

Reçete gibi bir tarif beklemiyoruz ama, siz çıkışı nerede görüyorsunuz?
ÖZBEK - Çıkış mutlaka demokrasiyle, adına demokrasi dediğimiz bu sistemle sağlanmalı. Çözüm yeri parlamentodur. Hükümetler oraya saygı duymak zorundadır. Parlamentolar sorumluluklarını bilmek durumundadır. Ama parlamentoda Türkiye'nin sorunlarıyla ilgili bir tartışma olmuyor. Tayyip Erdoğan'ın aklına ne gelirse yasalaşıyor.

- Parlamento Erdoğan'ın siyasi bürosu gibi bir şey mi?
ÖZBEK - Maalesef evet. Erdoğan ne derse o tıkır tıkır oluyor. Ama bu nereye kadar gidecek? Yarın Kıbrıs konusunda, Kerkük konusunda taviz verilirse, parlamento darmadağınık hale gelirse... Bu durum toplumu da etkisi altına alırsa... Böyle bir Türkiye, savunma mekanizmalarını zora sokar. 'MOLLA REJİMİ' - Özellikle Amerikalılar Türkiye'den söz ederken sık sık ılımlı İslam tanımını kullanıyorlar.

Bu yaklaşım ve Türkiye'nin laik değerleri konusunda ne düşünüyorsunuz?
ÖZBEK - Ben bunu 1.5, 2 yıldır dile getiriyorum. Tayyip Erdoğan hükümeti iktidara geldikten bu tarafa ey halkım, ey yüce Türk milleti, aklınızı başınıza alın, bunların Türkiye'yi götürmek istediği nokta molla rejimidir, diye bağırıyorum. Eğer becerebilirlerse bunların götürmek istediği şey molla rejimidir. Zaten cemaat cemaat bölünmüş Türkiye. Cemaat başkanları var, aynı İran'daki mollalar gibi. Bizi ayakta tutan nokta, laik demokratik cumhuriyettir ve onun sistemleridir, kriterleridir, kurumlarıdır, yani Atatürkçülüktür. Sen Atatürkçülüğü, benim ışığımı elimden alırsan, benim lambamı elimden alırsan ben gecede, karanlıkta kalmış gibi oluyorum. Onun için biz Atatürkçülüğü, laik demokratik cumhuriyeti, ölümüne ne pahasına olursa olsun savunmak mecburiyetindeyiz. Her şeye karşın laik demokratik cumhuriyet. Kurtuluşumuz odur.

- Dünyaya açılırken elimizdekileri yitirmeyelim diyorsunuz...
ÖZBEK - Evet, Avrupa'yı da bırakmayalım, bekleyelim ama elimizi de bağlamayalım, esas nokta Avrasya olsun. 21. yüzyılın ekonomik kalbi Avrasya coğrafyası diyor tüm dünya ilim ve bilim adamları. Türkiye, Rusya ile oturup bir Avrasya ekonomik birliğini kurmalı. O birliğe Rusya ile Türkiye başta imza atacak ve arkasından Türk cumhuriyetleri, Çin katılmak suretiyle Avrasya ülkeleriyle müşterek bir Avrasya ekonomik birliğini geliştirecek. Gidin Kazakistan'a, her tarafında Alman görürsünüz. Her şeyi yapıyorlar. Türkiye yok Türk cumhuriyetlerinde, ama Avrupa'nın her ülkesi var.

kasved
26-02-2005, 13:52
Cumhuriyet 26.02.2005
GÜNCEL CÜNEYT ARCAYÜREK
....................................
Yaptırım gücü olmadığı için AP bünyesindeki gelişmelere önem vermemek, AB ile müzakerelerde örneğin Ermeni soykırımı sorunu ile ilgili baskılara hazırlanmamak anlamına geliyor. KPK'nin genişlemeden sorumlu müdürü Pierre Mirel , müzakere takvimine ''Türkiye'nin tarihiyle barışması gerektiğini'' ifade eden (tabii soykırım konusunda bizi uzlaşmaya zorlayan) bir paragraf ekleneceğini söylüyor. Biz hâlâ Ermeni soykırımını tarihçilere bırakmayı önereduralım. Siyasal kulisler aleyhimize işliyor. Ermeni soykırımı AB'nin başlıca konusu olmaya aday.

kasved
26-02-2005, 13:56
DÜNYADA BUGÜN
ALİ SİRMEN ABD Bunu Hep Yapıyor Sonra Başkasına Kızıyor
...................................
Türkiye'deki yönetime yönelik Amerikan tavrını, yanlış anlaşılmasın haklı bulmak değil, arkasındaki nedeniyle anlayabilmek için Bush yönetiminin psikolojisini kavramaya çalışmakta yarar var.

Bush yönetiminin Irak'a müdahale ve onu da içeren GOP politikasını uygulamaya başlamadan önce, ilk attığı adımlardan biri de Türkiye'de zemini temizlemekti.

Bunun için Ecevit hükümetinin yıkılması, erken seçimlerin gerçekleşmesi ve 3 Kasım seçimleriyle AKP'nin iktidara gelmesi senaryosu yürürlüğe kondu.

AKP, ABD ve içerdeki uzantıları tarafından dizayn edilip iktidara gelmesine koltuk çıkılmış bir partidir. Ya da, Washington haklı ya da haksız olarak (bizce çok haklı) olayı böyle algılamaktadır.

Recep Tayyip Erdoğan 'ın daha partisinin kuruluş aşamasında ABD'deki lobi faaliyetlerini, kendisi milletvekili bile seçilmeden Washington'da, ayaklarının altına kırmızı halı serilmesi olayını anımsayınız.

Türkiye bölgede aktif olarak görev yapacak yumuşak başlı bir ortak olmanın ötesinde, ılımlı İslam modeliyle aynı zamanda örnek oluşturacak ideal bir model olarak görülmekteydi.

Doğrusu, bir yandan Kemalizmin simgesi olduğu ulusal devlet ve bağımsızlık fikirleri geri plana atılacak, bunun için temel taş olarak görülen laiklik törpülenecek, öte yandan Türkiye, içerdeki dengeleri değiştirirken ABD'ye itaat eden bir ülke olarak GOP içinde anahtar rolünü üstlenecekti.

****
Ulusal devletin yıkılması, Kemalizmin tasfiyesi ve laiklik törpülenmesi içerdeki bazı güçlerin de aklına yatmakla kalmıyor, kimileri ABD'nin şampiyonu ve simgesi olduğu küreselleşmenin bu yolda en iyi çare olduğunu da düşünüyorlardı.

Nitekim Ömer Dinçer bu gerçeği, ''ne kadar çok küreselleşme, o kadar çok İslamileşme'' diye açıklıyordu.

CIA'nın analizleri ile Anadolu toprakları üzerinde belirli hedeflere yönelenlerin irdelemelerinin birbirleriyle bu kadar iyi bağdaştığı bir örneğe son altmış yılın tarihinde az rastlanır.

Ne var ki, çok karmaşık kamuoyu tepkisi, iktidarın bunu görmezden gelemeyecek duruma düşmesi ve daha başka etkenlerin de eklenmesiyle evdeki hesap çarşıya uymadı.

Durum böyle olunca, ABD için kendi görüşüne göre, fevkalade iyi hazırlanmış ve yürütülmüş bir planla, işbaşına getirdiği, ya da öyle olduğunu sandığı bir iktidarın oyunbozanlık etmesi, kabul edilemez bir nankörlük olarak algılandı.

Tepkinin temelinde yatan ve boyutunu büyüten nedeni işte budur.

Amerikalı yöneticilerin, Türkiye'de kimilerine, ''biz bu partiyi bunun için mi dizayn edip iktidara getirdik?'' deyip demediklerini bilmiyorum. Ama bu sorunun dile getirilmediyse bile çok kez akla geldiği kesindir.

Ne var ki, Bush yönetimi, ona buna kızmadan önce, kendi planlayıcılarına ve uygulamacılarına kızmalıdır.

Çünkü hesap daha CIA masalarından beri yanlıştı.

Birçok kez benzer yanlışlara düşen Amerikan aklı bunu görmüyor, ''olmayacak duaya amin'' diyordu.

ABD bunu hep kendisi yapıyor, sonra da kalkıp başkalarına kızıyor.

Ne diyelim, Allah akıl versin!

Tabii hem onlara, hem de bize...

chem73
27-02-2005, 14:12
AKP erken seçim gibi anlamsız bir adım atmaya çalışır mı? Bize hiç de olası gelmiyor. Sayın Erdoğan'ın böyle bir yanlış yapacağını sanmıyoruz.

Ama bir iki doğru veya yanlış haber... Bu haberlerle ilgili bir iki yorum... Nasıl olsa piyasaları da yakından ilgilendiriyor. Konu hemen gündeme oturabiliyor.

Borsada adam silkeleme için kullanılabilecek klasik stratejilerden birisi. Tipik piyasa psikolojisi...


***

Efendim, Amerika'nın kuzey bölgelerinde bir Kızılderili kabilesi yaşarmış.

Yaşlı... bilge bir liderleri varmış. Büyük şef.

Büyük şefin başından çok şeyler geçmiş. Yaz görmüş.... kış görmüş... beyazlarla ticaret yapmış... girmiş, çıkmış ve görmediği, yaşamadığı kalmamış.

Bir gün yine Eylül ayı gelip çatmış. Kış kapıda. Hazırlık yapılması gerekiyor.

Büyük şef düşünmüş....

"Bu soluk yüzlüler işi bizden daha iyi biliyor. Hava koşullarını tahmin konusunda bizden ileriler. Bu yıl kış hazırlığı yapmadan onlara bir danışayım..."

Açmış telefonu Ormanlar ve Meteoroloji dairesi müdürüne, büyük şef gururlu, kim olduğunu söylemeden... sormuş.

"Bu sene kış nasıl geçecek?.."

Adam bir an düşünmüş. "Belli değil... İyi de olabilir... ama kötü de. Ama kötü gibi."

Büyük şef hemen kızılderililere bir emir vermiş. "Temkinli olmamız gerekiyor... Gidin meşe ağacı toplayın... "


***

Aradan bir ay geçmiş. Büyük şef bir hava tahmini daha almanın doğru olduğunu düşünmüş...

Yine telefona sarılmış. "Kış tahminleriniz değişti mi?"

Meteoroloji müdürü... "Evet... demiş, tahminleri değiştirdik, bu sene kış çok ama çok sert geçecek... "

Büyük şeften hemen yeni bir emir... "Gidin çok daha fazla meşe ağacı toplayın..."


***

Aralık ayı gelmiş çatmış. Büyük şef çok temkinli. Her ihtimale karşı bir kez daha telefon edeyim demiş. Açmış telefonu meteoroloji dairesi müdürüne...

"Ne oluyor... Kış nasıl geliyor?"

"Felaket... çok ama çok felaket bir kış geliyor..."

Büyük şef çok etkilenmiş. Tam telefonu kapatacak, aklına son bir soru gelmiş....

"Peki bu tahminleri nasıl yapıyorsunuz?"

Meteoroloji müdürü "Yahu demiş...bilmiyorsunuz. Kızılderililer deliler gibi meşe ağacı topluyor...."


***

Bu öykü bize New York piyasalarından email'le geldi. Cıva gibi bir genç kredi trader'i göndermiş.

Doğru, işin içinde arz var talep var... ekonomik veriler var...

Ama piyasa psikolojisi biraz da böyle oluşuyor.

Salih Neftçi

kumralada
28-02-2005, 17:19
KAĞITTAN KAPLAN (28/02/2005)

1960'ların sonlarında Vietnam savaşı tüm hızıyla devam ederken Çin Halk Cumhuriyeti'nin efsanevi lideri Mao'nun ünlü bir deyişi dillerden düşmezdi: "Kağıttan Kaplanlar." Başkan Mao bu deyimi "tüm emperyalistler" için kullanırdı. Çin'e göre Sovyetler Birliği de bu tanıma dahildi.

Görünürde kaplan kadar ürkütücü ama aslında kof. Mao'nun ünlü deyişinin özlü anlamı buydu.

Baş emperyalist ABD Hindiçin'de kaybetti. Ama halen ciddiye alınan bir kaplan. Diğer "emperyalist" SSCB'nin ise gerçekten kağıttan kaplan olduğu anlaşıldı. İnanılmayacak kadar kısa sürede sovyet sistemi çöktü. Bu ani çöküşün dışardan fark edilemeyen yapısal sorunlar ve iç çelişkiler sonucunda gerçekleştiği sonradan anlaşıldı. Soru şu: Acaba Çin de kağıttan kaplan olabilir mi?

Madalyonun iki yüzü
Dünya basınında egemen görüş Çin'in büyük bir başarı öyküsü olduğu. Yüzde 9-10 civarında soluğu kesilmeden devam eden yüksek büyüme ve bu oranlara yakın kişi başına gelir artışı. Şanghay gibi hızla batılılaşan kentler. Rakiplerine korku salan bir ihracat makinesi. Devasa bir dış ticaret fazlası.

Bu çarpıcı büyümenin motoru ihracat. Son on yılda artışlar yüzde 30-40'ın altına düşmedi. İhracatın esas motoru da yabancı firmalar ve batı teknolojisi.

Çin'in ihracatının yarısını yabancı firmalar gerçekleştiriyor. Sosyalist Çin, ihracat makinesine sendikal hak, ücret pazarlığı, çalışma koşulları gibi kavramları hayatında duymamış ucuz ve disiplinli işgücünü sağlayarak katkı yapıyor. Ancak modern Çin ekonomisi buzdağının sadece görünen kısmı. Buzdağının su altındaki görünmeyen büyük bölümü son derece geri bir tarım, aşırı istihdam, miadını doldurmuş teknolojiler ve yolsuzluktan mustarip devlet işletmelerinden oluşuyor.

Artan sorunlar
Bu ikinci Çin koyu bir yoksulluk içinde. Gelir dağılımı kötüleşiyor. Oysa Çin ekonomisi yüzde 30 artışla sermaye biriktiriyor. Tüketim toplumunun ürünlerinde iç talebin sınırlarını dikkate alan uzmanlar "aşırı yatırım"dan söz ediyorlar. Çin ekonomisi için şöyle bir özdeyiş cuk oturur: "İhraç et ya da öl." G-7'lerin tüm baskılarına rağmen Çin'in revalüasyona direnmesinin ardında işte bu gerçek yatıyor.

Banka sistemi yapay teneffüsle ayakta duruyor. Sürekli artan batık kredilerin tüm sistemi çökertmemesi için devlet 1998'den bu yana yüz milyarlarca dolar destek verdi. Ama sistemi sağlamlaştırmayı beceremedi. Kırdan göç devam ediyor ve işsizlik şimdiden önemli bir sorun. Köhne devlet işletmelerinin ayakları üzerinde durabilmeleri için milyonlarca çalışanın sokağa atılması gerekiyor. Mevcut durum devam ettiği sürece ise zararlar banka sisteminin üzerine yıkılıyor.

Tam bir saatli bomba
Deng Siao Ping'den bu yana Çin, sosyalist ekonomiden piyasa ekonomisine, hatta kontrollü bir kapitalizme geçmeye çalışıyor. Başlıca unsurlarını özetlemeye çalıştığım ikili yapı tam bir saatli bomba. Tek parti iktidarından ve diktatörlükten vazgeçmeden piyasa ekonomisi nasıl egemen sistem haline gelecek? Sovyetler'in başaramadığını Çin başarabilecek mi? 21. yüzyılın ilk 25-30 yılı bu sorulara verilecek yanıta göre şekillenecek.


SEYFETTİN GÜRSEL

kumralada
02-03-2005, 11:03
ULUSAL BİLİNÇ

Yiğit Bulut


Serdar Turgut'lu Akşam gazetesinin pazar günü attığı manşet; "Tehlikeli gelişme; 'Kavgam' en çok satan kitap, Türkiye'de artan milliyetçiliğe çözüm gerekli. Bu çözüm de yeni bir sentez!..."
Sevgili dostlar, yukarıdaki haber gelişen tehlikeyi gösterme açısından olumlu bir haber olmakla birlikte 'tezi de, antitezi de yarat, arada kalan herkesi kontrol et' gerçeğini bilen biri olarak beni yeni bir tehlike konusunda uyardı; 2000 yılında bu ülkeye gerekli olduğu konusunda hem fikir olduğumuz ve o günlerde adını koyduğumuz tez yani 'ulusal bilinç' sahte savunucular tarafından üstlenilebilir ve sulandırılabilir aynen yukarıda özü geçen cümlede açıklandığı gibi; 'tezi de antitezi de kontrol ederek bütünü kavra'.
Peki 'ulusal bilinç' nasıl tanımlanabilir? Bu konuda, ortaya yeni çıkanlar veya geçmişteki görüşleri, akıl hocaları bilinirken trende göre bir anda ulusalcı olanlar ile birlikte sanki yeni bir şey söylüyor olmamak için geçmişe dönmek ve bu köşede çıkan 'ulusal bilinç' başlıklı yazılardan bazı bölümleri sizlere aktarmak istiyorum. Bu noktada bir ayrıntı; bu satırları paylaştığımız günlerde, şimdi 'ulusal' demeye başlayan basınımızın bir kısım güzide mensupları, Kemal Derviş'in ve IMF temsilcilerinin yediği ekmeğin rengini bile haber yapıyorlardı.
Yazılara gelince İşte alıntılar: 'Ekonomik alanda yediğimiz darbeler algılama ve gerçek arasındaki mesafenin maalesef yıkılmasına yol açtı.' Ekonomik tabanlı 'destabilizasyon', daha doğrusu 'istikrarsızlaştırma' politikası maalesef ilk sonuçlarını vermeye başladı. Kim olduğu ve nereden geldikleri, algılamalarımızın kör edilmesi sonucu unutulan adamlar, şimdi kurtarıcı havalarında ülkenin yönetimine getirilmeye çalışılıyor. Şimdi bir sorun kendinize. Biz kimiz? IMF ve birkaç sermaye grubunun oyuncağı mı? Yoksa AB veya Amerika'nın paralı askeri mi? Üstümüzde oynanan oyunlara 'DUR' diyemez ve bu gaflet uykusuna devam edersek, iki yıl sonra inanın çok geç olacak. 'Ekonomik alanda gafletimizi, algılamadaki gafletimizle' birleştirip kullananların ve türevlerinin bir silahı daha var. 'AB umut yolu'. AB'ye gireceğiz herkese aş, herkese iş gelecek diyenler. Gümrük Birliği'nin Türkiye aleyhine nasıl işlediğini, nasıl AB lehine varlık transferi gerçekleştiğini halka yıllar sonra nasıl açıklayacaklar? Hedef gayet açık. 'AB kapısına asılmış, kişiliksizleştirilmiş ve AB, ABD arasında sıkışmış bir Türkiye. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük ve en planlı saldırısıyla karşı karşıya. Dünyanın en büyük enerji ve maden yataklarına giden bölgede anahtar konumda olan ve büyük bir işgücüne sahip bu ülke, maalesef dönüştürülüp, kişiliksiz bir geçiş bölgesi haline getirilmeye çalışılıyor. Bu eylemi hayata geçirenler bir şeyi gözden kaçırıyorlar. Biz üç, beş milyar dolar için bazı kavramlardan vazgeçmeyi içimize sindirebilseydik, savaşları yaşamadan, Cumhuriyet'in kurulması aşamasında yaşadığımız sıkıntıları çekmeden, hemen teslim olurduk. Gün 'ulusal bilincin' uyanma ve algılamaları üzerindeki perdeyi kaldırma günüdür. Kimin 'kim' olduğuna ve ne yapmak istediğine lütfen dikkat !... Ulu önder Atatürk diyor ki; 'Türk halkını ancak ve ancak Türk halkının azmi ve iradesi kurtaracaktır'. Oynanan oyunları göremez ve bu tuzakların farkına varamazsak 2000 yılında sermaye piyasaları yoluyla ekonomik özgürlüğümüzü çekip alanlar, bir dahaki sefere ruhumuza pranga vurmak isteyecekler. Bir düşünürden aldığım bir cümleyle veda etmek istiyorum. 'Uykudakiler uyansın belki yanmak vaktidir, gerçekleri bilenler toplansın bilin ki vermek vaktidir.'
Sonuç: 2000 yılında borsa endeksi tepe noktasını test ederken, sermaye piyasalarında başlayan satış, dolar kurunu patlatmadan yabancıları yurtdışına, transfer ederken, kriz çıkıp büyük kurtarıcılar Türk halkına 'antitez' olarak kabul ettirilirken, o günlerde hep şunu savundum; 'bu süreç içinde çok yakında piyasaların yeniden çok güzel göründüğü ama bu güzellik altında 'Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi ve ekonomik anlamda tasfiye edilmeye' başlanacağı günler gelecek, tek çıkış her alanda ulusal bilinci oluşturmak ve bu bilinci hayatımızın merkezi haline getirmek 'Sevgili dostlar, işte o günler geldi. Sıcak paranın ortamı pembeye boyadığı, boyanın her yana bulaştığı ortamda da ekonomik-siyasi yapımızın süratle yok edilerek,Kıbrıs'ta, Kuzey Irak'ta hiçbir çizgimizin kalmadığı günler. Şimdi tek çıkış var; 'kontrollü antitezcilere aldanmadan', gerçek ulusal bilinci şahlandırmak.
Son söz: ABD, AB, İsrail veya diğerleri Türkiye'de artan 'dalgadan' korkuyorsanız artık çekin ellerinizi bu ülke üstünden. Haftada bir milyar dolar faiz ödeyen, 1946'dan beri rahat yüzü görmeyen bu halkın size ve işbirlikçilerinize tepkisi çok sert olabilir.

kasved
03-03-2005, 20:05
Nazarbayev Orta Asya Birliği Önerdi


........................................
İşte bu kâbus ortamında Türk’ün özgüveni dibe vurunca “Biz adam olmayız” ve “Asılacaksan İngiliz sicimiyle asıl” (Çünkü Türk ipi kopar) sözleri üretilmiştir. Bu devirden bize kalan en kötü miras ölçüsüz ve temelsiz bir Batı hayranlığıdır. Buna bir tek Atatürk döneminde dur denmiştir. Hem bilinç düzeyinde, ulusal bilince, bağımsızlık ruhuna ve özgüvene dayalı bir anlayışla, hem de dış politikada bölge merkezli, Batı emperyalizmine mesafeli tavırla...
...........................................

http://www.selimsomcag.org/article.asp?artID=225&catID=2

kasved
05-03-2005, 16:21
Cumhuriyet 05.03.2005
CUMARTESİ YAZILARI ATAOL BEHRAMOĞLU
Yurtsevmezlik...

Dilimize Farsçadan gelmiş tuhaf bir sözcük vardır: Merdümgiriz... Yemek adı olmaya sanki daha çok yakışabilecek bu sözcüğü konuşma dilinden değilse de yazı dilinden anımsıyorum... Sözlükte ''İnsanlarla karışmaktan hoşlanmayan, insanlardan kaçan (kimse)'' diye açıklanıyor... (Böylelerine İngiliz dilinde ''unsociable'' , Fransızcada - Molière' in ünlü oyun kahramanı için olduğu gibi- ''misanthrope'' deniyor...) Türkçede, bileşik bir sözcük yaparak, ''insansevmez'' de denebilir belki... Tıpkı bunun gibi, dilimizin en güzel sözcüklerinden ''yurtseverlik'' ve ''yurtsever'' in karşıtları olarak da, ''yurtsevmezlik'' ve ''yurtsevmez'' sözcüklerinin kullanılabileceğini düşündüm... Sözcükler yaşamın zorunluluklarından doğduğuna göre, bu yeni sözcüklere artık gereksinim olduğu kanısındayım... Bu güne kadar böyle bir gereksinim duymamıştım. En doğal bir duygu sayılması gereken ''yurtseverlik'' duygusunun bir karşıtı olabileceğini düşünmemiştim. Meğer, insansevmezlik gibi yurtsevmezlik de olabiliyormuş. Hatta günümüz Türkiyesi'nde herkesten daha demokrat, en demokrat olmanın neredeyse başlıca ölçütü ve koşulu, yurtsevmezlik olacakmış gibi görünüyor...

****
Eğer bir yurtseverseniz, yurtsever olduğunuzu düşünüyor ve söylüyorsanız, yurtseverliği içinizde değerli bir duygu olarak taşıyorsanız, dilinizde, sözlüğünüzde bu sözcüklerin içerdiği kavramların olumlu bir anlamı varsa, şoven milliyetçilikle, hatta faşistlikle suçlanmaya hazır olmalısınız... Yurtseverlikle şoven milliyetçiliğin ayrı şeyler olduğunu, kanıtlanmasına gerek olmayan bu apaçık olguyu istediğiniz kadar kanıtlamaya çalışın; sözgelimi, İkinci Dünya Savaşı'nda şoven milliyetçi Nazilere ve faşistlere karşı, işgal edilmiş ülkelerini savunan kahramanların ya da bizim ulusal kurtuluş savaşı kahramanlarımızın şoven milliyetçi değil yurtsever olduklarını söyleyin, yurtsevmezler için fark etmiyor. Mademki yurtseverlikten, ulusal değerlerden söz ediyorsunuz, demek ki şoven milliyetçi ve hatta faşistsiniz. Böyle bir enternasyonalcilik ya da demokratlığın gelmiş geçmiş dünya tarihinde bir eşi sanırım görülmemiştir ve günümüzde de herhangi bir başka ülkede bir benzerine rastlanabileceğini sanmıyorum. Belki işgal altında bir ülkede, o ülkenin, işgalcilerle işbirliği yapan kişi ve çevreleri dışında...

****

Yurtseverlik, tıpkı insanseverlik ya da bir insanın hiç değilse kendi ailesini, yakınlarını, çoluğunu çocuğunu sevmesi gibi nasıl doğal bir duyguysa, bunun karşıtı olan yurtsevmezlik (tıpkı insansevmezlik gibi) bana doğallık dışı, doğallık karşıtı bir duygu, bir hastalık, psikolojik bir rahatsızlık gibi görünüyor. Bunları polemik yapmak ya da alay olsun diye değil, yurtsevmezlik psikolojisini anlamak çabasıyla yazıyorum... İnsansevmezliği, sözgelimi, Freudcu verilerle açıklamaya çalışabiliriz. Çocuklukta yaşanmış bir travma, kimi kez insanın en yakınlarından, annesinden, babasından nefret etmesine bile neden olabilir. Fakat bir insanın kendi yurdunu sevmemesini, bununla da kalmayarak yurtseverliği doğal bir duygu olarak duyumsayıp yaşayan ve yeri geldiğinde de savunan kimseleri şovenlikle suçlamasını hangi verilerle açıklayacağız? Bir insan nasıl bir kişiliğe sahip olmalı ya da nasıl bir travma yaşamış olmalı ki yüreği kendi ülkesine karşı soğuk olsun? Yurtsevmezler yoksullar arasından çıkıyor olsa, bu olguyu ekonomik nedenlerle açıklamak belki mümkün olabilirdi... Fakat tam tersine, yoksul (ya da varsıl) halk insanlarının, halktan kopmamış kimselerin yurtlarına çok daha bağlı oldukları görülüyor... Buna karşılık yurtsevmezlik, daha çok bir ''aydın'' hastalığı gibi... Ve bu yurtsevmez aydınların, okumuş yazmış kişilerin arasında burjuva kökenliler olduğu kadar, köylü, işçi vb. ailelerden gelmiş olan kimseler de yer alıyor... Eğitim sistemimizin bilinen sakatlıklarının bir sonucu mu? Sadece bununla açıklanacak olsa bütün okuryazarların yurtsevmez olması gerekirdi ki çok şükür öyle değil... Öyleyse nedir bu yurtsevmezlik? İnsansevmezliğin bir türevi mi? Bencillik mi? Kibir mi? Aşağılık duygusu mu? Hepsi birden mi? Her hasta için ayrıca irdelenmesi gereken bambaşka nedenlerin sonucu mu?

****

Ben tam bir açıklama bulamıyor; günümüz Türkiyesi dışında hiçbir yerde (en azından bu ölçüde ve yaygınlıkta) rastlamadığım bu hastalığın, ''yurtsevmezlik'' diye adlandırılmasını önerdiğim bu ruh sakatlığının tanısı ve tedavisi konusunda, başta psikologlar ve toplumbilimciler olmak üzere konunun uzmanlarını, tedirginlik ve kaygı duyan herkesi, elden geldiğince serinkanlılıkla düşünmeye çağırıyorum... [email protected]

kasved
06-03-2005, 14:14
Cumhuriyet 06.03.2005
YORUM ÖZTİN AKGÜÇ

Öngörü Eksikli, Algılama Gecikmeli Toplum

Gerçekten kalkınmak, daha iyi bir düzen kurmak, haksızlıkları önlemek, saygınlığımızı korumak, ülkemizi her açıdan dünya sıralamasında daha iyi yerlere getirmek istiyorsak, bunun temelinde insanın yattığını algılamamız gerekir. Kalkınmanın, daha iyi bir dünya düzeninin motoru insandır. İnsan davranışları, değer yargıları incelenmeli, mercek altına alınmalıdır. Yapısal reform diye birkaç yasayı ya da örgüt yapısını değiştirerek, özelleştirme diye ekonominin belkemiğini kırarak, yabancı sermaye gelecek kalkınma olacak yavelerini yineleyerek, bir şeyler söyleyeceğim diye bir sürü boş lafı bir araya getirerek sorunlar çözülmez. Günümüzde olduğu gibi tersine ağırlaştırır.

Toplumsal davranışlarımızı, değer yargılarımızı, gözleyebildiğim kadarı ile eleştirmeye çalışıyorum. Davranışlar, değer yargıları değişmediği sürece, olumlu sonuç almaya olanak yok. İşte Türkiye'nin geldiği noktalar, bu savın nesnel (objektif) kanıtını oluşturmaktadır.

Biz öngörü eksikli bir toplumuz, buna özürlü de diyebiliriz. Sağlıklı, gerçekleşebilir öngörülerde bulunamıyoruz. Bu nedenle bazı söylemlere, modalara, aldatmalara, kandırmalara kolay kapılıyoruz. İyi niyet yoksunu politikacılar, iç ve dış çıkar odakları bundan yararlanıyorlar. Ülkemizde şarlatan, aferist, fırsatçı, kolay vaat eden, etik değerlere önem vermeyen, gerçekte liderlik, hatta iyi bir yöneticilik niteliklerine sahip olmayan politikacılar, kısa süreli de olsa daha fazla kamuoyu desteği alıyorlar.

Dış politikada da öngörü eksikliğimizden, özür dilerim, kolay dolduruşa geliyoruz. Dost, müttefik gibi nitelemeler, stratejik ortaklık, Avrupalı olma, çağdaşlaşma, küreselleşme, karşılıklı bağımlılık, sloganlar, nitelemeler bizi cezbediyor. Zaman zaman yüzümüze gülünüyor, kompleksli liderlerimiz, üst düzey yöneticilerimiz övülüyor, zaman zaman eleştirilere uğruyoruz. Sonuçta kim kazanıyor, kim bir şeyler yitiriyor, kim uzlaşma görüntüsü altında ödün veriyor, bunları öngöremediğimiz gibi çoğu kez düşünmüyoruz bile.

Öngöremediğimiz gibi, olayları, sonuçları da geç algılıyoruz. Günümüzde yaşadığımız sorunların önemli bir kısmının, bir zamanlar lider, kurtarıcı diye peşinde koştuğumuz, övdüğümüz, alkışladığımız kişilerden kaynaklandığını çok geç idrak ediyor, algılayabiliyoruz. Sonra bir pişmanlık, nedamet, cahillik, kandırılma, elim kırılsaydı edebiyatı... Günümüzde yaşadığımız olumsuzlukların, sorunların, kötülüklerin kaynağı ne, kimler diye sorulduğunda, vatandaşların önemli bir bölümünün yanıtı artık Demirel, Özal, 12 Eylül yönetimi oluyor. Geç bir algılama. Algılama, tanı geciktikçe, onarma olanağı da zayıflıyor, hatta ortadan kalkıyor.

Bazı çevrelerde AKP'ye, Sayın RTE 'ye yönelik eleştiriler artıyor. AKP'de bir hareketlilik, istifalar gözleniyor, istifaların süreceği beklentisi yayılıyor. Bunlar halkta alışmaya başlayan hoşnutsuzluğun, yanılma duygusunun yansımasıdır. Yavaş yavaş da olsa AKP'nin gerçek kimliği, Sayın RTE'nin nitelikleri görülmeye başlanıyor. Övünmeler, övgüler, yalakaların yaratmaya çalıştığı hava, takıyye, olduğundan farklı gözükme, gösterme, bizim gibi algılama gecikmeli toplumlarda bile, belirli bir süre kazandırıyor, toplum açısından baktığında zaman kaybettiriyor.

Türkiye, dış ilişkilerinde çok daha dikkatli, sakıngan (ihtiyatlı) olmak, daha sağlıklı öngörülerde bulunmak, sonuçları kısa sürede algılamak zorundadır. ABD'nin Ortadoğu'da bulunmasına, Genişletilmiş ya da Büyük Ortadoğu Projesi'ne doğru tanılar koymak zorundadır. Ortadoğu'ya demokrasi getirme, barış, kalkınma, refahın alt kesimlere dağıtılması, BOP ya da GOP'ta sloganlar bunlar. Davranışlar, tutum bu sloganlarla ne denli tutarlı? Irak'ta yaşananlar artık bizim gibi toplumların da gözünü açmalıdır. ABD, bize bir süre daha muhtaçtır. Yararlanmak için çeşitli yöntemler denemektedir. Zaman zaman fırçalama, göz korkutma, bazen övme, ABD'nin Türkiye'ye yardım ettiği iletisi, Türkiye'nin ABD'siz ekonomik, siyasal bunalımlara sürekleneceği savı. Amaç kamuoyunu etkilemek, yönetenleri, Türkiye'yi baskı altında tutarak amaçları doğrultusunda kullanmaktır. Bizi saf yerine koyarak altımızı oymak. Tampon, işbirlikçi, uydu bir Kürt devleti kurdurtarak Türkiye, İran ve Suriye için bir tehdit unsuru oluşturmak. Bunun için yapmadığı, çevirmediği numara yok. Hileli bir seçim, Türkmenlere baskı vb... Türkiye'nin niçin yüzde yüzü ABD karşıtı değil de yalnız yüzde 80'i karşı? Asıl buna hayret etmek gerekir.

AB, bir yandan ekonomimizi kontrol altına almaya çalışırken öte yandan Kıbrıs'ı koparmaya çalışıyor. Yöntemler benzer, zaman zaman umut verme, zaman zaman sopa gösterme, istedikleri yönde gelişme sağlama. AB ilişkilerinde tıpkı ABD olduğu gibi kim kazançlı, kim sürekli kayıpta, bunun da muhasebesi yapılmalıdır. Biz sözde kazanıyor, fiilen kaybediyoruz. Batı'nın niyeti Sevres'i hortlatmak denildiğinde, Sevres paranoyası diye sarakaya almaya çalışanlar şimdi nerede? Artı Sevres gizli gizli değil, açıkça dile getiriliyor.

Doğru öngörülerde bulunup olup bitenleri kısa sürede algılayalım. Türkiye'nin emperyalist güçlerle ortak çıkarı yoktur. Türkiye emperyalistlerin kapı çuhadarı değildir.

alanyafatihi
07-03-2005, 12:03
Yargısız infaz ve... Sözde özgürlükçü, özde yasakçılar!

Arap kısrağı "kocaman bir tay" doğurur, kimsenin haberi olmaz!.. Tavuk "küçücük bir yumurta" yapar, cümle âlem duyar!.. Geçen hafta, bir kere daha bunun canlı şahitleri olduk...
Vakit karikatüristi Kemal Güler'in, hem de hiçbir hakaret unsuru taşımayan karikatürüne dâvâ açıp, onu "20 milyar lira tazminat"a mahkûm ettiren Arif Sağ'a yönelik hiçbir eleştiride bulunmayan ve hatta "gık"larını çıkarmayanlar, Cumhuriyet gazetesi karikatüristi Musa Kart'ın; Başbakan Erdoğan'ı "yumağa dolanmış kedi"ye benzeten karikatüründen dolayı "5 milyar lira"ya mahkûm olmasını, bir "saldırı vesilesi" olarak kullanabilmek için, adeta "beyanat kuyruğu"na girdiler!..
"Açıklama"lar, "bildiri"ler, "toplantı"lar birbirini kovaladı... Musa Kart'ın mahkûm olmasını "düşünceyi ifade hürriyetine ağır darbe" olarak ilân ettiler!.. "Kınama bildirileri" birbirini takip etti!..
Hayır, "yapılmasın" düşüncesinde değiliz... Biz; düşüncenin sadece "karikatür" yoluyla değil, "yazı" olarak da, "beyanat" olarak da "özgürce ifade edilmesinden" yanayız!..
İtirazımız, "çifte standart"a ve "ikiyüzlü" tavırlara!.. Musa Kart için ortalığı velveleye verenler, niçin Kemal Güler'e sahip çıkmadı?.. Başbakan Tayyip Erdoğan'ı bombardımana tutanlar, Arif Sağ için niye bir tek kelime etmedi?..
Olaylara "at gözlüğü" ile bakanlar, sadece "kendi çevrelerini" görürler ve aynen "at"lar gibi, "tayin edilen doğrultu"da yol almaya devam ederler!.. Bu şekilde bir yürüyüşün sonu da, asla "özgürlüğe" çıkmaz!..
Hem zaten kafalarına "at gözlüğü" geçirilmiş olan "at"ların, aynı zamanda ağızlarına da "gem" geçirilmiştir ki, o "gemin dizginleri" at sahibinin elindedir!..
Demek istediğimiz o ki;
Eğer gerçekten "özgürlük" isteniyor ise; bunun yolu, öncelikle "at gözlüğü"nden kurtulmaktan ve olaylara "daha geniş perspektif"ten bakmaktan geçer!..
Sadece "kendi çevreleri"ni görenler ve yalnızca "kendi nasırları"na dokunulduğunda cayırtı koparanlar, "özgürlüğe kavuşmak" şöyle dursun, "gem'le yaşamak"tan asla kurtulamazlar!..
SÖZDE MESLEK KURULUŞLARI!
Bunun bir örneğini daha, yine geçen hafta gördük... Yine Cumhuriyet gazetesinin yayınladığı bir yazı dizisi, "mahkeme kararıyla" durduruldu...
Başta "meslek kuruluşları" olmak üzere, "yandaş siyasiler" ve "ideolojik taraftar"lar, hem de ortada bir "mahkeme kararı" olmasına rağmen, "kınama ve protesto" açıklamaları yapmak için adeta yarışa girdiler!..
Hayır, "ideolojik taraftarlar"a hiçbir sözümüz yok... "Yandaş siyasiler"in verdiği desteğe de bir şey demiyoruz... Ancak, "meslek kuruluşları"nın sergilediği "ikiyüzlülük" ve "çifte standart"lara bir çift sözümüz var!..
Sormak istiyoruz bu "sözde" meslek kuruluşlarına;
"Siz Cumhuriyet'in bir yan kuruluşu musunuz?.. Sizin tepkileriniz Cumhuriyet'le mi sınırlıdır?.. Sizler, başka bir gazete okumaz mısınız?.. Sizler, tüm gazetecilerin cemiyeti misiniz, yoksa Cumhuriyet Gazetesi Cemiyeti mi?"
YARGISIZ İNFAZ'A ÇIT YOK!
Öyle ya;
Türkiye'de bir "gazete" daha var ki; bu gazete "yargısız infaz"a maruz kaldı... Bu gazetenin; elde hiçbir "mahkeme ve mahkûmiyet kararı" olmadan, tamamen "keyfî" bir kararla "Almanya baskısı" yasaklandı!..
Hem de, Türkiye'ye "Kopenhag Kriterleri"ni dayatanlar tarafından!..
Hem de;
"Türkiye, basın özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırmalıdır!.. İnsanlar, fikir ve düşüncelerini ifade etmekten dolayı mahkûm edilip, cezaevlerine gönderilmemelidir!" diyenler tarafından!..
Öyle bir "keyfîlik" ki;
Otto Schily adlı bir bakan ortaya çıkıyor ve tıpkı Hitler dönemindeki "SS subaylarının yargısız infazı"nı andırır bir tavırla, "Vakit'in Almanya baskısı yasaklanmıştır" diyebiliyor!..
Öyle bir "keyfîlik" ki;
Alman yasalarındaki "dernek kapatma"larla ilgili bir maddeyi bir "gazete"ye tatbik edebiliyorlar!.. Hem de; Türkiye'ye ağızlar dolusu küfürler savuran dernekler, faaliyetlerini özgürce sürdürürken!..
Evet, ortada böyle bir "cinayet" var!.. Öyle bir cinayet ki, üzerine "hukuk kılıfı" geçirilmeye bile gerek duyulmamış!.. Tam bir, "ben yaptım oldu" mantığı ve o mantıkla işlenmiş bir cinayet!..
Buna rağmen;
Basın Konseyi Başkanı sayın Oktay Ekşi hariç, "kurumsal" bazda, hiçbir "basın meslek kuruluşu"ndan "çıt" yok!.. Görmüyorlar, duymuyorlar, konuşmuyorlar!.. Onlar için, varsa-yoksa Cumhuriyet!..
"Cumhuriyet'teki yazı dizisinin durdurulması"na karşı ortalığı velveleye verenler; ne yazık ki, "Vakit'in yasaklanması" karşısında "dut yemiş bülbül"e döndüler!.. Oysa, sözkonusu olan; bir "yayının durdurulması" değil, bir "gazetenin tamamen durdurulması"dır!..
Bu vesileyle;
Gerek "ziyaret"imize gelerek, gerek "basın toplantıları"yla, gerek "yazılı açıklamalar" ve "beyanat"lar yoluyla "Vakit'e destek" verip "yanımızda" olduklarını belirten, bu arada Almanya İçişleri Bakanı Otto Schily'nin "yargısız infaz"ını protesto eden tüm "siyasi"lere, "sivil toplum kuruluşu" temsilcilerine, "fikir namusu" örneği sergileyen "gazeteci ve yazarlar"a, "mektup, telefon ve faks"larıyla desteklerini sürdüren "okur"larımıza teşekkür ediyoruz...
ALMANYA VAKİT'İ KONUŞUYOR
Türkiye'de oluşan ve bir "çığ" gibi her gün katlanarak büyüyen bu "tepki seli"dir ki; "Türkiye'ye tepeden bakan" ve Türkiye'deki "Müslüman"ları hiç kaale almayan Alman siyasîlerinde "ciddi yankılar" yapmaya başlamıştır!..
"Vakit'in Almanya baskısını yasaklamak"la Türkiye'den ciddi bir tepki gelmeyeceği gibi bir "yanılgı"ya düşen ve aslında "Türkiye kamuoyunu tanımadığı" ortaya çıkan Alman Federal İçişleri Bakanı Otto Schily; işlediği "hukuk cinayeti"ne gösterilen tepkiler karşısında şoka uğramış, paniğe kapılmış ve kendine "yandaş" aramaya başlamıştır!..
Schily'nin, İçişleri Bakanı sayın Abdülkadir Aksu'ya yazdığı mektup, bu paniğin bir ifadesidir!.. Ancak, sayın Aksu'nun, bu "hukuk cinayeti"ne "ortaklık" edeceğine hiç ihtimal vermiyoruz... Kendisinin de dediği gibi; "Gazete kapatmak, bir bakanın işi değildir!"
Bu arada; Alman resmî makamları da bir şok içine girmişlerdir... Nitekim, Türkiye'yi "kartel medyası"ndan tanıyan bu makamlar, artık şöyle demeye başlamışlardır:
"17 Aralık öncesi Almanya'da hem resmi makamlar, hem de medya kuruluşları; Hürriyet, Milliyet ve Radikal'in neler yazdıklarına bakarlardı. Gündemimizde Türkiye'nin AB üyeliği vardı.
Şimdi ise Vakit'in hakaretleri ile meşguluz. Artık Dışişleri'nin, İçişleri'nin, Alman medyasının ve dolayısıyla kamuoyunun gündeminde Vakit var.
Sanırım bu da Türkiye için iyi bir şey değil. Türkiye, AB'deki en büyük destekçisini kaybetmek üzere. Ümit ederiz ki, birileri bunun farkına varır ve gereken önlemi alır."
WAGNER'İ DE YASAKLAYACAKLAR MI?
Türk resmi makamlarını "tedbir" almaya çağıranlara şunu sormak gerekir:
"Vakit'in yayınlarını yasaklama kararını hangi yasaya, hangi mahkeme kararına, hangi suça dayandırıyorsunuz?.. Bir gazeteyi kapatmak, bir bakanın iki dudağının arasından çıkan söz ile mümkün ise; hukuk nerede, dilinizden düşürmediğiniz demokrasi nerede? İnsan hakları ve fikir özgürlüğü nerede?"
Herkes "Almanlar gibi düşünmeye" mecbur mu?.. Bu mu "özgürlük"ten kastınız?..
Vakit'in yayınlarını "Yahudi düşmanlığı" olarak yorumlayıp yasaklayan Alman Bakan'a sormak istiyoruz;
"Hepsi de antisemit düşüncelere sahip olan Wagner, Brecht, ???. gibi Alman dehalar olarak alkışladığınız insanların isimlerini ve eserlerini de yasaklayacak mısınız?"
........
Sonuç olarak, bir kere daha şunu söylemek istiyoruz;
"Beyinlerinde fikir ve yüreklerinde vicdan" taşıyan ve bunu söylem ve eylemleriyle ortaya koyan bütün kişi ve kuruluşlara bir kere daha teşekkür ediyoruz... Onlar ki; bazılarıyla "fikrî çatışma" halinde olsak ve "düşüncelerine katılmasak" da, "fikir namusu ve insanlık haysiyeti"ne sahip olduklarını ortaya koymuş ve Vakit'e yönelik "yargısız infaz"ın karşısında durmuşlardır!..
Vakit'in maruz kaldığı olay; kimlerin "sözde" meslek kuruluşu, "özde yasakçı" olduğunu da ortaya koymuştur ki, onların "Türkiye basınını temsil edemeyecekleri" yine kendi "çifte standartlı" tavırlarıyla ortaya çıkmıştır!.. Bundan böyle; bu meslek kuruluşlarını tanımayacağımızın ve faaliyetlerini ciddiye almayacağımızın bilinmesini istiyoruz.
İnanıyoruz ki;
Türkiye'nin kurtulması, olaylara "at gözlüğü" ile bakanlardan kurtulmasına bağlıdır!.. Türkiye'nin kurtulması, "fikir namusu" taşıyan "gerçek aydınlar"la mümkündür!..
Bu vesileyle; bir kere daha "yargısız infaz"ı kınayan siyasilere, STK temsilcilerine ve desteklerini arttırarak sürdüren "okur"larımıza teşekkür ediyor, hepinize selâm ve saygılarımızı sunuyoruz...

Hasan Karakaya
vakit

kasved
09-03-2005, 18:35
Cumhuriyet 09.03.2005
SÖYLEŞİ ATTİLÂ İLHAN

'...men dakka dukka!..

' (Tespit/1. ''... 'Beyaz, Hıristiyan ve Batılı' Emperyalizm, Ortadoğu' ya hâkim olmasını sağlayan Sevres Antlaşması 'na ne çok sevinmişti; bu antlaşmanın, 'Ulusal Demokratik Devrim' i gerçekleştiren, 'Anadolu İhtilâli' tarafından yırtılıp atılması; üstelik Türkiye 'nin, dünya siyaset sahnesine 'Mazlumlar' ın mümessili gibi çıkması, Emperyalizm 'in başkentlerini çileden çıkardı.

Yanılmıyorsam, bu mevzuda en 'dobra dobra' konuşan Batı 'lı gazeteci, New-York Times 'tan Henry Morgenthau olmuştur; hepsi namına fikrini söylemiş, diyor ki:

'...400 yıldır Türkleri, Avrupa'dan kovmak için çaba harcayan Avrupalılar için; Lausanne çok acı bir ders olmuştur; Türklerin Avrupa'dan kovulması şöyle dursun, Avrupalıların Türkiye'den kovulacağı anlaşılmaktadır. Türkiye'de, bugüne dek, soykırımlar bilinçli olarak yapılmıştır: Türklerin amacı, toprakları üzerinde yaşayan azınlıkları, ortadankaldırmaktır...'

'...İngiltere, geçtiğimiz sonbaharda; Türklerin, Avrupa'ya geçmelerine engel olarak, dünyaya büyük iyilik yapmıştır: Türkleri yola getirmenin tek yolu, onlara karşı silâha başvurmaktır; çünkü bu millet, yalnız ve yalnız, zorbalıktan anlamaktadır...' (New York Times, 20 Ocak 1923)

Günümüzde, hemen aynı suçlama ve yargılamalar, aynı çevreler tarafından yapılmakta; bu da hem, 'Derviş'in fikri neyse, zikri odur' atasözünü; hem de Batılı Emperyalizm 'in muhayyele darlığını kanıtlamaktadır.'' )

'Arabın derdi kırmızı pabuç!..

' (Tespit/2. ''...peki, İngiltere ne diyordu? O her zaman olduğu gibi, 'ince oynuyor' du: Sovyetler 'in başarısına karşı, yeniden Türkler 'i kullanmak fikrini câzip bulsa da; bunu sağlamak için, Ankara'nın tekrar, 'Tanzimatçı' çizgiye mutlaka kaydırılması lâzımdı; görülüyor ki İngiliz Basını, daha o tarihlerde kumandayı ele almış, malûm 'telkinlerde' bulunarak, 'baskıya' başlamıştı:

'a/ Türkiye, en kısa zamanda, ekonomisini yeniden kurmak; ve ekonomik faaliyetlerini canlandırmak zorundadır; fakat bunu, 'yabancı sermaye ve teknoloji'nin yardımı olmaksızın gerçekleştirebilmesi imkân dışıdır. Türkler, ülkede ecnebi çıkarlarının; katı bir kesinlikle, Türkiye'nin egemenliğine bağımlı kılınmasını; öbür taraftan, hızlı bir ekonomik kalkınma hamlesinin gerçekleştirilmesini isterken; bu iki isteğin birbirine karşıt olduğunu kimse düşünmüyor.' (The Economist, 7 Eylül 1923)...)''

'b/ Ecnebi sermaye sorunu, kendilerini çıkmazda bulan, Türk liderlerini düşündürmektedir: Bağımsızlığın ve -Türklerin deyişiyle- 'ulusal bütünlüğün' korunması için; ülkenin, zengin doğal kaynaklarının, bir an önce geliştirilmesi zorunludur; bu ise ancak, ecnebilerin yönetim katkısı ve mali desteğiyle gerçekleşebilir. (buraya dikkat!) Özellikle, büyük dış borç altına girilmesi ya da ecnebilere geniş imtiyazlar tanıyan bir politika uygulanması, hızlı bir üretim artışı sağlayabilir. (buraya dikkat!) Ancak, her şeyden önce Cumhuriyet yönetiminin, mutlu yalnızlık ve mutlak bağımsızlık tutkularından vazgeçmesi gerekmektedir...'' (The Economist, 11 Nisan 1925)


'c/ Türkiye'nin doğusundaki ekonomik, daha doğrusu tarımsal gerileme; Ankara Rejimi'nin geleceğini tehlikeye atacak ölçüye varmış durumdadır, (buraya dikkat!) ve Türk Hükümeti bu konuda, danışmanlık ve yardım için ecnebilere başvurmadığı takdirde; zaten az sayıdaki nüfusun ürettiği verimsiz ürünlerin, daha da düşmesi kaçınılmaz olacaktır...'' (The Economist, 26 Haziran 1926)

Evet! 'Arabın derdi kırmızı pabuç!' Londra basınında da, New-York basınındaki, aynı Derviş'in fikri ve zikri ; daha dolaylı görünse de, aynı muhayyelesizlik! )

'Zarûri' bir tedbir miydi?

S anırım, Terakkiperver Fırka 'nın Programı 'ndaki iki önemli madde, asıl bu ışık altında gerçek anlamını buluyor ve hareketin mâhiyetini gerçekten kuşkulu kılıyor:

''...madde/2: 'Hürriyetperverlik, yâni Liberalizm ve halkın hâkimiyeti, yâni Demokrasi, Fırka'nın meslek-i aslisidir''. ''madde/40: Tamamen imâra muhtaç olan memlekette, (buraya dikkat!) yalnız kendi servet ve sermâyesiyle yaşamak fikrinin doğru olmadığına inanıyoruz; asayişin sağlanması, sükûn ve istikrâr ile (buraya dikkat!) ecnebi sermayesine gösterilecek hüsnükabul, herkese güven telkin ederek; harap memleketimizi hızlı adımlarla geliştirmeye gayret edeceğiz...''

İnsanın havsalası, 'İstiklâl Harbi' nin 'öncü kadrosu' ndan, bellibaşlı 'Paşalar' ın; - Terakkiperver Fırka olayında, günümüzün bazı NATO Paşaları gibi davranmış olmasını, nasıl almıyorsa; Gâzi 'nin, daha sert ve radikal gördüğü İsmet Paşa 'yı derhal Başvekilliğe getirerek, 'zecri tedbirler almış olmasını' ( Takrir-i Sükûn Kanunu ) zamanında alınmış, 'zaruri bir tedbir' olarak görüyor...

Aksi halde 'inkılap' elden gidecekti! Gitmedi mi?

alanyafatihi
10-03-2005, 12:05
Ekim yolundaki en zor viraj

Kimin başmüzakereci olacağı üzerindeki bitmek tükenmek bilmeyen merak hâlâ, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin en önemli konularından birisi olarak gündemi işgal ediyor. Tabiî, sadece iç politikada… Oysa, hükümetin gündemini de, zihnini de işgal eden bambaşka bir konu. Asıl önemli olan Avrupa Birliği müzakerelerine kimin önderlik edeceği değil, müzakereye giden yolda Ankara'nın elini güçlü kılacak bir sorunun aşılabilmesidir. Yani Kıbrıs sorununun çözümü.

Sadece Türkiye değil AB kanadı da başmüzakereci konusuna magazin bir ilgi göstermiyor. Nitekim, troykanın ziyaretinde de bu konu, beklenenin aksine gündeme gelmedi. Kıbrıs konuşuldu, Kopenhag Kriterleri'nin uygulanması ve eksik kalan birtakım yasalar da konuşuldu. Avrupalılar da işin sırası geldiğinde bir başmüzakerecinin atanacağını biliyorlar.

Öte yandan Ankara, 17 Aralık'tan sonra AB yolunda bir tembellik yaşandığı eleştirilerinin de üstesinden gelebilecek durumda. Dikkatlerden kaçıyor ama o tarihten bugüne AB uyum sürecinin gerektirdiği 4 yasa Meclis'ten geçirildi. Uygulamayı kolaylaştıran 17 de yönetmelik çıkarıldı. Yani, işin tabiatı gereği siyasi planda bir yavaşlama olsa da teknik açıdan takvim işliyor.

Şu anda temel problem, Kıbrıs konusu için bir yöntem belirlenememesidir. Ki, bu da Ankara'nın tek başına üstesinden gelebileceği bir konu değildir. Yunanistan'ın, Rum Kesimi'nin ve nihayet AB ve ABD'nin aynı anda devreye girmesi gerekmektedir. Bütün unsurların çözüm masası için bir araya gelmeleri de yeterli değildir. Bir de masanın mümkün olan en erken tarihte kurulması sağlanmalıdır.

Yani, Türkiye'nin Gümrük Birliği ek protokolünü gönül rahatlığıyla imzalayabilmesi için; sorun tam olarak çözülemese bile 3 Ekim'den önce mutlaka umut verici bir perspektif oluşması ihtiyacı vardır.

Böylelikle, "tanınma anlamı"na gelmese de ek protokolün Rumlara sağladığı diplomatik avantaj kaybolacaktır.

Ankara için çözümün adresi de, sorunun öylece bırakıldığı yer, yani Birleşmiş Milletler'dir. Daha açık bir ifadeyle, hızlı ve tempolu bir görüşme trafiği için Annan Planı'nın yeniden ele alınması gerekmektedir.

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın terör zirvesi için gideceği İspanya'da BM Genel Sekreteri Kofi Annan'la yapacağı görüşme işte bu açıdan son derece önemlidir. İki taraftan da açık bir çözüm talebi gelmedikçe Kıbrıs konusuyla ilgilenmeyeceğini açıklayan Annan'ın masaya dönmek için ikna edilmesine öncelikli olarak Türkiye'nin ihtiyacı vardır. Rumların böyle bir ihtiyacı yok çünkü, hem sözkonusu planla avantajlarını kaybetmektedirler, hem de AB üyesi olarak Türkiye'ye bütün aşamalarda baskı kurma imkanına sahiptirler.

Durumu özetleyecek olursak, Türkiye'de bazılarının burun kırdığı, "tuzaklarla dolu" olduğunu düşündüğü ve nihayet Rumların işine yarayacağını iddia ettiği ama referandumdan sonra durumun tam tersi olduğu görülen Anan Planı'na AB yolunda acil ihtiyaç vardır.

Açıkçası, masa 3 Ekim'e kadar kurulamazsa sonrasında daha büyük zorluklar; yani, tavizlerle ancak kurulacaktır. Rumların, egemenliği Türklerle paylaşmadan, bugünkü statükoyu AB'ye kabul ettirme politikaları güçlenecektir.

Erdoğan'ın yarın Annan'la yapacağı görüşmeden çıkacak sonuç, 3 Ekim yolundaki en keskin virajın nasıl alınacağıyla doğrudan ilgilidir.




[email protected]

alanyafatihi
10-03-2005, 12:07
Dinciliğin sonbaharı... Ya da, ricat psikolojisi! HASAN KARAKAYA – 10/03/2005 VAKİT
Hepsi üst üste geldi... "17 yıl sonra başını açan Fadime Özkan adlı muhabir"i yazayım diye düşünürken, ardından Reyhan Gürtuna Hanımın sözleri geldi gündeme... "Üniversitede okumak için başımı açarım!.. Alacağım eğitim, o anda takacağım başörtüsünden daha önemli!" diyordu Reyhan Hanım...
Derken; önceki gün, Ankara'daki "Ayrımcılıkla Mücadele Konferansı"nda sayın Emine Erdoğan konuşurken, "Ayrımcılığı bir de bana sor... Hangi ayrımcılık; kadın-erkek, açık-kapalı... Toplumsal mutabakat yüzde 76, yetmedi mi?" şeklinde "pankart" açan "4 başörtülü kız"ın karga-tulumba dışarı çıkarıldığı haberi geldi!..
Tezatlar üst üste!..
Bir yanda "17 yıl sonra başını açmakla" övünen bir hanım, öte yanda "Okumak için başımı açarım" diyen bir başka hanım!.. Ankara'da ise, "Ayrımcılığı bir de bana sor!" diye haykıran dört genç kız!..
Neler oluyor?..
Örtü, bir "Artema musluğu" mudur ki, rahatlıkla "aç-kapa" yapılabiliyor?..
Şahsî arzuya göre takılıp-çıkarılan "geçici bir aksesuar" mıdır başörtüsü?.. Başta duran "eğreti bir bez parçası" mıdır?..
Yoksa;
"Sana ait" değil de, "başkasına" mı ait o örtü?.. Onun için mi rahatlıkla çıkarıp, atabiliyorsun başından?..
KUTSANMAK İÇİN Mİ?
İşte bunları yazacaktım...
Ne var ki, Ahmet Taşgetiren Bey, benden hızlı davrandı. Önceki gün, şunları yazdı:
"Diyelim ülkede, başörtüsü konusunda bir tartışma var ve siz birdenbire, başörtüsü karşıtı bir yayın kuruluşunda sürmanşete çıkıyorsunuz.
Bu sizi çok sevindirmeli mi?
"Sürmanşetlere çıktım, çok önemsenen bir insan oldum" diye düşünüp, havalara mı uçmalısınız?
Yoksa, "Bunlar beni kullanıyorlar, kendi tezlerine hizmet ettiğimi düşündükleri için öne çıkardılar, benim bir manşetlik değerim var onların yanında" diye mi düşünmelisiniz?(...)
-İşte yıllar sonra, üstelik başörtüsü konusunda son derece hassas olan bir gazetede çalışırken başımı açtım, dediniz.
(...) En çok satan gazetenin sürmanşetinde yer buldunuz. Kutlanmalı mısınız?(...)
Türkiye'de öyle bir çevre var ki, dindar insanların sadece günahlarını seviyorlar.
Onlara bir günah sunun, kutsanıyorsunuz.
Sevaplarınız ise hiç anlam taşımıyor."
DİNCİ-DİNDAR
Doğru bir tesbit...
Türkiye'de öyle bir "çevre" var ki; "kimlik"lerinden, "şahsiyet"lerinden, "inanç"larından, "örf ve âdet"lerinden, hele hele "elbise"lerinden soyunup, "çıplaklaşan" insanları "kutsamaya" ve onların bu tavırlarını "jest" olarak sunmaya hazırlar!..
Peki ama;
Bu sunuşta, onlara "malzeme" olanların hiç mi katkısı yok?..
Bu sorulara cevap bulmaya çalışıp, bir yandan da, "ayrışma, çözülme, onlara benzeme çabası yaygınlaşıyor mu?" endişelerini yaşarken, dün bir "dergi" geçti elime...
İyi ki de geçti...
Ne yalan söyleyeyim, kafamdaki "soru"ların cevabını buldum, "endişe"lerimden de kurtuldum!..
Anladım ki;
"Dindarlar safı"nda bir bozulma, bir dağılma, bir çözülme yok!.. "Dindarlar" sapasağlam ve dimdik duruyorlar bulundukları yerde!..
Problem, "dinci"lerde!.. "Ricat psikolojisi"ne giren, "özür" dileyen "aşağılık kompleksi"yle "ünlü" olma arzusuna kapılıp, "kutsanma ihtiyacı" hisseden "dinci"lerde!..
"Dergi" demiştim... Aylık yayınlanan "Anlayış" dergisinden söz ediyorum... Son sayısında, Kemal Sayar'ın bir yazısı var... "Günün mânâ ve ehemmiyetine uygun" bir yazı... Başlığı da ilginç; "Türkiye'de dinciliğin sonbaharı!"
Size, o yazıdan bazı bölümler aktarıp, "kim, neden, nereye ve niçin?" sorularının cevabını, "farklı açı"dan sunmak istedim...
Yalnız, hemen belirteyim; Kemal Sayar'ın yazısı, yukarıda bazı örneklerini verdiğim gelişmelerden çok çok önce yazıldı!.. Dolayısıyla, bu gelişmelerin hiçbiriyle irtibatı yok!..
Fakat, dileyen bu "tarif" ve "tasvir"lerden bir anlam çıkarıp, "kendisini" veya "başkasını" bu tabloda herhangi bir yere koyabilir!..
SAHNEDE OLMA ARZUSU
Buyrun, okuyalım:
"DİNCİLİK, oldum olası tuhaf, kekre bir söz olarak tınlamıştır kulağımda; hassas yürekler için aziz ve mukaddes olan dinin ardına eklenen -cılık eki onu pazarlayan, satan kişileri ya da onu yalnızca dünyevî bir ideoloji kılanları çağrıştırıyor bana.
Ama bu yazıda tam da bu tür insanlardan bahsedeceğim için, kullanışlı bir terim dincilik!..
Dinî duyarlılığını dünyevî ikbâli için vasıta kılmayan, ancak dinî ihtizaz ve ihtiyar ile dünyasını anlamlandıran kişilere ise asla dinci demek istemem; onlar bu topraklarda yüzyıllardan beri akıp giden, bu toprakları mayalayan, "dindar"lardır.
Elbette dünyayı anlamlandırma pratikleri arasında farklar vardır; ancak bu insanları buluşturan şey, dinin ahlâkî sorumluluk isteyen bir âmil olarak bu kişilerin hayatlarına sokulmuş olmasıdır.
Din; yalnızca bir dünya tasavvuru olarak değil, kişinin kendisine ve iç dünyasına çekidüzen veren bir âmil olarak oradadır.
Son birkaç yılda dinciliğin yaşadığı bozgun giderek bir "ricat psikolojisi"ne dönüşüyor. Dinciliğin sonbaharında, dinciler özür dilemeyi öğreniyorlar. Çünkü sahnenin dışında olmak istemiyorlar; üzerine projektörlerin çevrilmediği hayatlar, içinde yaşadığımız "gösteri çağı"nda onlar için de kayıp olarak algılansa gerek.
Özür dileyerek varolmayı seçiyorlar; özür dileriz çünkü sizden farklıydık; özür dileriz çünkü yıllarca bazı temel değerlerin önemini fark edemedik; özür dileriz ama sizin gibi olmaya da can atıyoruz!!!..
Sanki şöyle diyorlar:
"Değişmeye ve Harlem'de kıvırcık saçlarını düzelten siyahlar gibi zenciliğimizin belirtilerini gidermeye hazırız."
Çizgilerini korumakta gösterdikleri hodbinlik, onlara ilk elde inanmamızı güçleştiriyor. Eğer onları özür dilemeye iten şey sahne ışıkları altında olmak arzusu ise, bir sonraki dönemeçte, ışıklar başka bir yönden vurduğunda yine özür dilemeyeceklerinden nasıl emin olabiliriz?
(....)
Gönlün şiirini değil, aklın sloganlarını dillendirir dinci; o yüzden de kendisine bir dayanak aradığında Yunus'a, Mevlana'ya, Hafız'a gitmez de, komşu memleketlerde yaşamış ideologları rehber edinir.
Dinci; gündelik hayattaki faydanın peşinde koşan, istediklerini burada ve şimdi isteyen bir kişiliktir.
O yüzden kurnazdır; güç ve beğenilmeye bu yüzden "aç"tır!..
Muktedirler gözünde meşru sayılmak için adeta çırpınır. Bu çırpınışın karşılığını almakta gecikmeyecektir; sahne ışıkları altında olma imkânı ona bahşedilir. O da kurtlar sofrasında kendisine düşen rolü oynayarak payını alır.
"DİNDAR"LARIN FARKI
Öte yandan; bir dünya tasavvuru olarak dinin sağladığı imkânlara sıkı sıkıya yapışan, edebiyatla, irfanla ya da bu topraklara kıvam veren medeniyetle hemhâl olmuş "dindar" kişiler vardır.
Bu kişiler; dincilerden, dünya karşısındaki müstağni duruşlarıyla ayrılmaktadırlar. Ahlâkî bir tutarsızlık sergilememekte, göre göre hata yapmamakta ve dolayısıyla da özür dileme ihtiyacı duymamaktadırlar.
Onları sahne ışıkları altında olmadıkları için yeterince tanımıyoruz, ama genel bir tarif vermek gerekirse, bu toprakların şiir yazan ve hatta bu toprakların şiirini yazan, bir parti ya da oluşum karşısında boyun eğmeyen, "bağımsız ruhlar"dır bu insanlar!..
Bu insanlar inançları sayesinde bir ikbâl görmemiş kişilerdir; o inanç dairesinde mensubiyeti hiçbir şekilde dünyevî istekleri için kolaylaştırıcı bir unsur olarak kullanmamış, dünyaperest olmamışlardır.
Bu insanların bir çilesi ve içtenlikle inandıkları bir dâvâları hep oldu; ama ülkemizin yaşadığı siyasî hercü merc yüzünden, söz konusu nâzenin insanlar da kolayca dinci hanesine yazılıverdiler. Sapla saman birbirine karıştı.
Azgın bir inançsızlık siyaseti yürüten, ülke kaynaklarını ideolojik söylemlerle utanmazca tüketen "seçkinler" takımı; dindarları dincilerle aynı paydaya yazarak, onların oluşturduğu direnç hattını kırmak istediler.
"Kodamanlar"ın temel derdi, ülkenin çürümeye devam etmesi ve bu çürüyen gövdeden leş kargalarına düşen payı almaktı. Bu yüzden ahlâkın direnç noktaları olarak gördükleri her siyasî duruşu, her tavır alışı dinamitlemeye yeltendiler.
Bu ülkenin tevarüs ettiği geleneği devam ettiren ince ruhlu insanlar, birden kendilerini kaba ve çıkarcı bir güruhla aynı safta buldular. Müstağni ve medenî duruşlarını sürdürdükleri için de sahneye ötekiler, yani "dinci"ler çıktı.
Menfaat şebekesi olarak işlev gösteren ve dini yalnızca aralarındaki dünyevî iletişime ait bir metafor olarak kullanan dinciler, bu topraklara riyakârlığı yayarak kötülük etmektedirler.
Şimdi ricat psikolojisi içinde geçmişin ağırlıklarından kurtulmaya çalışıyorlar.
(....)
Dinciler "özür" diliyor!.. Bütün ağırlıklarından, kurnaz tilkiliklerinden sıyrılmaya "and" içiyorlar. Öte yanda kurnazlık için hiçbir zaman vesile bulamamış olan bu toprağın yerlileri var. Onlar özür dilemiyor ve asla "bronzlaşmıyor."
Sahne ışıklarını ellerinin tersiyle iterek, bu topraklar için söyleyecek sözü olan herkese değer veriyor ve usulca konuşuyorlar.
Onları bir gettonun sakinleri olarak görmüyoruz; daha çok edebiyat, fikir ya da irfan meclislerinde kümelenseler de, "bağımsız bir duruşları" var.
Onlar, Allah'tan başkasına boyun eğmemenin erdemini yaşayan soylular...
Onlar ricat etmiyor ve mevsim onlar için sonbahar değil.
Çünkü kursaklarında haram lokma taşımıyorlar..."
............
Yazı bu kadar... Daha önce de ifade ettiğim gibi; burada hiçbir kişi ve kuruluştan söz edilmiyor!..
Ancak;
"Nasibi" olan, buyursun alsın!..
İster "dincilik"ten!..
İster "dindarlık"tan!..

alanyafatihi
10-03-2005, 14:23
'Ben Guantanamo yolcusu muyum'
ABD'nin 8 Mart'ta kendi yazısından dolayı bir açıklama yapmasına tepki gösteren yazar Karagül; "Ne yani? Bizi uçaklara doldurup işkence kamplarına mı götürecekler?" dedi:
10 Mart 2005 11:53

Ne demek oluyor bu? Beni de mi Guantanamo'ya götüreceksiniz?

ABD'nin Ankara Büyükelçiliği 8 Mart tarihli bir basın açıklaması yayınladı. Açıklamanın sebebi benim Yeni Şafak'ta yayınlanan 3 Mart tarihli yazım. Konu, Felluce'de kimyasal silah kullanılıp kullanılmadığı. Ellerine tutuşturulan dosyalarla kanal kanal dolaşıp işgali ve işkenceleri örtbas etmeye çabalayanlara Felluce'deki vahşetten bir hatırlatma yapmış, Irak Sağlık Bakanlığı Sözcüsünün, "araştırmalar sonunda ABD ordusunun Felluce'de kimyasal silahlar kullandığının kesinleştiği"ne dair açıklamasına yer vermiştim.

ABD Büyükelçiliği haberin yalan olduğunu, "dezenformasyon" ürünü olduğunu içeren açıklamasında, bizi neredeyse terörist ilan etti! Güya o haberi terörist unsurlar üretmiş. Bir kere haber, açıklamada belirtildiği gibi, sadece iki internet sitesinde yayınlanmadı. Terör kaynağı olarak nitelenen www.islammemo.cc, Irak Müslüman Alimler Heyeti'ne ait. Bu çevre, hem ABD hem de BM tarafından resmen kabul edilen, kendileriyle görüşmeler yapılan bir siyasi grup. AB ülkeleri tarafından da resmen kabul ediliyor, büyükelçilerle görüşmeler yapıyor, Irak'ta pazarlıkların içinde yer alıyor. Resmi internet siteleri olan www.basaernews.com'dan bu adrese girilebiliyor.

Küresel Barış ve Adalet Adalet Koalisyonu'nun davetlisi olarak iki hafta önce İstanbul'a gelen aynı grubun üyesi İsam er-Ravi'nin bu konudaki sözleri şöyle: "Felluce'nin maruz kaldığı durumun tahayyülün bile üstünde olduğunu söylesem, mübalağa etmiş olmam. Felluce'de yaşananlar 2. Dünya harbinde bile yaşanmadı. Yasak silahlar kullanıldı. Napalm bombaları kullandıklarına dair deliller var. Felluceli'lerin bir çoğunun yanarak ölmesi, cesetlerinde bir kurşun izi dahi olmamasına rağmen ve cesetlere dokunulduğunda dağılması bunun en bariz delili."

Açıklamada bir internet sitesi daha verilmiş; "Jihadunspun" adlı bu sitenin el Kaide yanlısı olduğu belirtilmiş. Ben haberi oradan almadım ama bölgesel gelişmeleri dikkatle izleyenlerin büyük bölümü, söz konusu internet sitesinin, El Kaide yanlısı değil, ABD istihbaratı tarafından hazırlanan "tuzak" bir haber sitesi olduğuna inanıyor. Haber, El Cezire başta olmak üzere, Irak'la ilgili haberleri tüm detaylarıyla izleyebileceğiniz albasrah.net gibi bir çok kaynakta yayınlandı.

Yine ABD açıklamasında benim yazıdan sonra Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez'in de aynı şeyleri söylediği belirtiliyor. Chavez de mi benden öğrendi acaba? Eğer öyleyse gurur duyarım. Ya da benim Chavez'le bağlantım olduğu anlamına mı geliyor bu?

Açıklamanın yapıldığı 8 Mart tarihinde, 'Ramadi Çılgınlığı' adıyla ABD askerlerinin Ramadi'deki işkenceleri ile ilgili haberlerin gün yüzüne çıkması ne rastlantı! Eğer bunu ben yazsaydım kesinlikle yalanlanacaktı. Çünkü, Irak işgalinden bu yana, ABD Büyükelçiliği, bizzat Pentagon'un ya da embedded gazetecilerin verdiği bilgilerin dışındaki bütün haberleri yalanladı. Ne yazık ki, yalanlanan bu haberler hep doğru çıktı. Hem de ABD medyasının yayınlarıyla doğrulandı. Eğer gerçekten Felluce'de kimyasal silah kullanılmadığından eminseniz yapacak çok basit bir şey var: İnsan Hakları Derneği, Mazlum-Der, doktorlar ve kimyasal silah uzmanlarından oluşan "bağımsız ve özgür" bir inceleme grubunun Felluce'ye gitmesine, iddianın Iraklı kaynaklarıyla görüşmesine izin verirsiniz, olur biter.

Ancak açıklama bir tekzipten ziyade tehdit içeriyor. Kullanılan dil, son derece rahatsız edici. ABD'nin resmi açıklamalarının dışına çıkan herkesin terörle ilgisini kurmaya çalışan imalar oldukça çirkin. Milliyet gazetesinin bu "işareti" alıp aynı imaları sayfalarına taşıması ise son derece tehlikeli. Ne yani? Bizi uçaklara doldurup işkence kamplarına mı götürecekler? Ne de olsa Boeing 737'ler ve 'Gulfstream V' uçaklarıyla yüze yakın "işkence uçuşu"nun yapıldığını ABD basını duyurdu. Bizi de mi hedef göstermeliler? Guantanamo'ya mı kapatmalılar? Artık "kurban gazeteciler" mi aranıyor? Bu ne demek? "Resmi" doğruların dışında "gerçek"lerin peşine düşen herkes terörist mi ilan edilecek?

Felluce'de kimyasal silahlar kullanılmasıyla ilgili hiç düşünmeden onlarca kaynak gösterebilirim. Kullandığı kimyasal silahlarla ilgili çalışmalardaki resimlerin sadece bir tanesini burada yayınlasam başka bir cümleye gerek kalmaz. Ama o resimlere bakmak ne kadar zor? Eriyen, yanan, kömürleşen ceset resimlerine…

Felluce saldırısının en yoğun olduğu günlerde BBC muhabiri olarak kentte bulunan ve Reuters'a fotoğraflar geçen Fadıl El Bedrani, Felluce'den Yeni Şafak'a yaptığı açıklamalarda aynı şeyleri söylemiş, kentte nasıl bir kıyım yapıldığını anlatmıştı.

Daha ilginç bir şey yazayım. Irak'ta rehin alınan, serbest bırakıldıktan sonra Bağdat Havaalanı yolunda ABD askerlerinin saldırısına uğrayan ve yaralanan İtalyan gazeteci Guiliana Sgrena da aynı şeyleri yazdı. 23 Kasım 2004'deki Napalm Raid on Felluja başlıklı yazısında, Felluce'nin hemen yakınındaki Saklaviye bölgesinde 73 kadın ve çocuk cesedinin toplu mezara gömüldüğünü, cesetlerin kömürleşmiş olduğu için kimlik tespitlerinin bile yapılamadığını yazdı. Le Monde Diplomatique ile ortak yayın yapan İl Manifesto gazetesinin muhabiri, gazetesinde "Two thousand victims in Fallujah", "The death throes of Fallujah", "Stop the massacre", "Bombs and tanks, hell breaks in Falluja", "UN: US crimes in Iraq", "Flight from a Falluja massacred by bombs" başlıklı yazılarına dikkat çekmek istiyorum. Serbest bırakıldıktan sonra nasıl ABD askerlerinin saldırısına uğradığını My Truth başlığı altında yayınlayan Sgrena, ABD askerlerinin bilerek kendilerini saldırdığını iddia ediyor ve bakın neler söylüyor: "Nicola Calipari (aynı saldırıda öldürülen İtalyan İstihbarat mensubu), saldırı sırasında beni korumak için üzerime kapandı. Kurşunlar bu nedenle ona isabet etti…" Kendisini kaçıranların şu ifadelerini aktarıyor: "Seni serbest bırakmak istiyoruz. Ama çok dikkatli ol. Amerikalılar senin geri dönmeni istemiyorlar." Ve ekliyor: "Şu anda bundan fazlasını söyleyemem:"

Orta çekada biri olarak, aklıma gelen ilk şey şu oldu: Acaba Sgrena, yukarıda başlıklarını verdiğim yazılarında gerçekleri dünyaya duyurduğu için mi öldürülmek istendi? Gayet masum bir soru değil mi bu?

İBRAHİM KARAGÜL



Yeni şafak

kasved
11-03-2005, 10:01
Cumhuriyet 11.03.2005
SÖYLEŞİ ATTİLÂ İLHAN

''...'Eski Defterler' Niye Karıştırılır?!..''

(Tespit/3. ''...Türkler, 1919 'da bir ölüm/kalım savaşına başlarken; Mustafa Kemal 'in Samsun 'a çıkışından, tam on iki gün sonra - 31 Mayıs 'ta- ABD Dışişleri Bakanlığı , yeryüzündeki bütün büyükelçilik ve konsolosluklarına bir genelge gönderip, neyi istiyor biliyor musunuz? ''...petrol bulunan, bulunabilmesi olanağı olan, her yerde; oralardaki petrol kaynakları üzerindeki, denetim durumunu; gelişme umutlarını ve (buraya dikkat) bu alanlardaki petrol üretimine, Amerika'nın 'karışabilme' olanaklarının bildirilmesini!(*)...'' (Bkz. Laurence Evans, 'Türkiye'nin Paylaşılması/United States Policy and Partition of Turkey' , Milliyet Yayınları, 1972)

Sebep, basit: savaş içinde, uzmanlar bir araştırma yapmış, Birleşmiş Amerika 'daki petrol rezervlerinin, yetersizliğini ortaya koymuştu; Amerika , denizaşırı petrol yataklarına, aşırı bir ilgi gösteriyordu; en başta da, yenilgi dolayısıyla paylaşılacak Osmanlı İmparatorluğu' nun, 'eski' topraklarından Mezopotamya 'dakilere! İşe bak ki, 3 Mayıs 1920'de Standart Oil of New Jersey petrol şirketinden, Bedford diye biri; San Remo 'daki Fransız delegelerinden, 27 Nisan 'da Fransa ile İngiltere arasında, adı geçen topraklardaki petrolü paylaşma konusunda yapılmış bir anlaşmanın metnini ele geçirir; geçirmekle kalmaz, bunu Amerikan Elçiliği kanalıyla Washington 'a bildirir: Washington küplere biner!

Ne? Mezopotamya petrollerinin, İngilizlerce denetimini kabul konusunda; gösterdiği uysallığa karşılık olarak; Fransa, işletilirse, bu pay yüzde 25 'e mi çıkarılacakmış? Ne? Bu bölgede özel örgütlerce işletilecek petroller, devamlı olarak İngilizlerin denetimi altında mı bulunacakmış? Olur muymuş hiç! (Buraya dikkat!) Artık Ortadoğu 'da Amerikan Hakları 'nın, vakit geçirilmeden korumasına girişilmesi, zorunluluğu belirmiş imiş!

Adil ve devamlı düzen 'masalı'!..

(Tespit/4 ''...Açın Laurence Evans 'ın kitabını Washington 'la Londra arasında, o yıllarda sürdürülen 'çıkar kavgasını' , hızlı bir nota alıp verme savaşı olarak izleyin!

Laurence Evans açık açık yazıyor: ''...Türkiye ile yapılacak barış, genellikle Doğu Sorunu'na verilecek biçim söz konusu oldu mu; Amerika'nın üzerinde durduğu çıkar savunması; başlıca, 'Açık Kapı' ilkesinin korunması; kendisinin, Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerindeki, hak ve ayrıcalıklarının, devamını sağlamaktı. (Buraya dikkat) Bu toprakların Türk yönetiminde kalması, bağımsızlığını kazanmış olması ya da başka bir devletin yönetimine geçmiş bulunması, bu amacın elde edilmesine engel olmamalıydı...''

''...bu amaca nasıl ulaşılacaktı? Çünkü (o zaman) Amerika, Ortadoğu'ya doğrudan doğruya karışmak ve baskı yapmak olanağına sahip değildi: ve bu konuda yalnız Avrupa devletleri üzerinde, genel anlamda bir baskı yapabilirdi. Dışişleri'nin bulduğu çözüm yolu (buraya dikkat!) a/ Yerine başka bir şey almadan, hiçbir şey vermemek!.. b/ Büyük bir uyanıklıkla davranmak!.. c/ Mümkün olduğu kadar, hukuk çerçevesinde kalarak; Amerikan isteklerinin ve 'haklarının', inkârına sapıldığında; bunun 'uluslararası hukukun çiğnenmesi' sayılarak, karşı durmayı mümkün kılmak!.. d/ Haklarını en büyük etkinlikle kullanmak ve değerlendirmek yoluyla, Orta Avrupa devletlerinin ve bu arada, Türkiye'nin yenilmesindeki Amerikan payını yükseltmek!..''

Çünkü, ''...Amerika, Türkiye ile olan Barış Antlaşması'na katılmıyorsa da, bu konuda söz söylemeye hakkı vardır; yalnız çıkarları bakımından değil, (buraya dikkat!) aynı zamanda, 'Ortadoğu'da adil ve devamlı bir düzen yaratılması (!) amacıyla, bu 'hakkını' kullanması gerekir. Ayrıca 'Açık Kapı' politikası sürdürülmelidir; hem de öyle bir biçimde ki, ne Amerika, ne de başka bir ülke zararına olsun; ne de (diğer) barışı imzalamış olanlara, bir ayrıcalık getirsin! Bu üç temele, dördüncü bir temel sayılan Amerikan yararlarının ('çıkarlarının' demek daha doğru) 'devamlılığı' da eklenerek; hepsi, antlaşma son biçimini alıncaya kadarki dönemde ve üç başkanın başkanlıkları süresince, Amerika'nın Ortadoğu Politikası'nın 'temeli' olmuştur...'')

Yalnız 'o süre boyunca' mı?

...ilahi Laurence Evans ! Yalnız 'o süre boyunca' mı? İş bugün; döndü dolaştı, kalın fakat kuş beyinli bir boğa yılanı gibi, Amerika 'nın Ortadoğu üzerine çöreklenmesine kadar geldi. Dikkat isterim: ilkeler aynıdır, uygulama daha sertleşmiştir.

Kim bilir, belki de bu Söyleşi 'yi kaleme alırken; işin nerelerden koptuğunu, nerelere kadar varabileceğini, zamanın yöneticilerine anlatabilmek telaşı içindeydim. Zira, 'Amerikan Ortadoğu Politikasının Kökeni' başlığıyla, o tarihte yazdığım gazetede (yoksa 'Yeni Ortam' mıydı? Belki de 'Dünya' ), bundan handiyse otuz sene önce yayımlanmış: 29 Ocak 1978! Bitirirken, demişim ki:

...herifçioğulları, daha o zamandan 'petrol'e takmışlar; daha o zamandan, 'Açık Kapı Siyaseti' diye bölgeyi 'Amerikan Pazarı'na dönüştürmeyi kararlaştırmışlar: daha o zamandan, bunun, 'Ortadoğu'da adil ve devamlı bir düzen yaratılması' adına, yürütmeyi planlamışlar!

''...İktidar sözcüleri, ağızlarıyla kuş tutsa, bizi tersine inandırabilirler mi?..''

'Takke düştü, kel göründü' hâlâ 'inandırmaya' uğraşıyorlar...

e-mail:[email protected] http://www.bilgiyayinevi.com.tr/ailhan Faks:0-212 / 260 19 88

alanyafatihi
11-03-2005, 10:11
Perdeyi araladım... Bir de ne göreyim!


Merhum Yunus Emre, "Bir ben vardır, benden içeru" der ya, "olay"lar da böyledir... Olaylar vardır, "olaydan içeru!" Ama bizler, genelde "buzdağının görünen kısmı" ile yetinir, "suyun altı"na bakmayı lüzumsuz görürüz!.. Tıpkı, "sahne" ile oyalanıp, "perde gerisi"yle ilgilenmediğimiz gibi!..
Efendim; bugün sizlere "yanlış bildiğimiz olaylar"dan bir kesit sunacağım!.. Hani, "işler bildiğiniz gibi değil!" deriz ya, işte o tür olaylardan!..
Bu olayları aktaracağım ki;
Bazen nasıl "mandepsi"ye bastığımızı, nasıl "manipülasyon"lara maruz kaldığımızı, işin doğrusu; nasıl "enayi" yerine konulup, nasıl "aldatıldığımızı" daha iyi göresiniz!..
"Göresiniz" dediğime bakmayın; bu söz, aynı zamanda kendime!..
VAYY BUSH VAYY!
Bu girizgâhtan sonra, ilk örneği aktarayım...
Efendim;
Yıl 1989... Bugünkü ABD Başkanı Bush'un babası George Bush, Varşova'ya bir ziyarette bulunur... Bir meydanda konuşma yapar...
Ne var ki;
O esnada "yağmur" yağmakta ve insanlar ıslanmaktadır!..
Baba Bush, kalabalık arasında "yaşlı bir kadın"ın sırılsıklam ıslandığını görünce, "CIA ajanı"na der ki;
"Elinde tuttuğun yağmurluğu o yaşlı kadına ver!"
CIA ajanı, yağmurluğu yaşlı kadına giydirir, Baba Bush da konuşmasına devam eder!.. Tabiî, üzerinde "yağmurluk" yoktur!.. Konuşmasını, bir görevlinin tuttuğu "şemsiye" altında sürdürmektedir!..
Olayı izleyen, fakat "bir bölümüne" vakıf olan gazeteciler, ertesi gün şu başlığı kullanırlar gazetelerinde;
"Nazik jest!"
Altına da, "Bush'un kendi yağmurluğunu yaşlı kadına verdiğini, konuşmasını yağmurluksuz olarak sürdürdüğünü" yazarlar!..
Böyle bir "insanlık örneği" karşısında, kim olsa etkilenir elbet... Baba Bush'un "nazik jest"inden, "Polonya kamuoyu" da etkilenir ve ona "büyük sempati" duyar!..
Ancaaak!..
"Kazın ayağı" hiç de "öyle gösterildiği gibi" değildir!.. "Gerçek" tamamen farklıdır!..
Ne var ki;
"Olayın aslı"nı öğrenmek, tam "16 yıl sonra" mümkün olur!..
Nasıl mı?..
Şöyle:
"1989'daki olay"ın üzerinden tam "16 yıl" geçtikten sonra, Baba Bush; geçtiğimiz Salı günü, yani 8 Mart 2005'te yine Varşova'dadır!..
Etrafını "gazeteciler" sarar... Gazetecilerden biri, "1989'daki olay"a şahit olup, gazetesinde "nazik jest" başlığını atanlardan birisidir!..
Evet, o başlığı atmıştır ama, kafasında da bir "soru işareti" belirmiş ve o günden beri de içini kemirmektedir!..
Hazır yakalamışken, geçer Bush'un karşısına ve sorar;
"1989'da geldiğinizde, üstünüzdeki yağmurluğu çıkarıp, bir yaşlı kadına vermiştiniz... Polonya halkını çok etkileyen bu nazik jestinizi hatırlıyor musunuz?"
Baba Bush; gülümser ve "elbette hatırlıyorum" der;
"Ama o yağmurluk benim değil, korumamındı!!!"
................
Ajanslardan geçen haberler; "soruyu soran gazeteci"nin, o an hangi şekil ve rengi aldığı konusunda detay vermemiş!..
Ama, eminim ki;
Fena halde "yamulmuş", suratı da "patlıcan moru"na dönmüştür!.. Yine eminim ki; içinden "Vayy Bush vayy!" bile demiştir!..
Fakat, dese ne fayda!..
Polonya halkı, "nazik jest" başlıklarına aldanıp, "zoka"yı yutmuş ya, önemli olan o!..
Şimdi, çıkar çıkarabilirsen!..
ŞEYTAN BU, YAPAR!
Demek oluyor ki, "mandepsi"ye bastırılıp, "medya" tarafından "yönlendirilenler" sadece bizler değiliz!..
Aslına bakarsanız;
İnsanın yaradılışında vardır, "cazibe"ye kapılmak!.. Öyle olmasaydı, "Lânetli Şeytan"a aldanıp, yoldan çıkar mıydı insanoğlu?..
Dolayısıyla, Polonya halkının "Büyük Şeytan"ın liderine aldanmasını da normal karşılamak gerek!..
Çünkü "Şeytan"lar;
İnsanların karşısına, daima "cazip" eylem ve söylemlerle çıkarlar!..
Bu; kâh Varşova'da "yağmurluk" olur, kâh Irak'ta "demokrasi ve özgürlük!"
"Şeytan"ın işi bu!..
İnsana düşen ise;
"Aldanmamak!"
Tabiî, bu da kolay bir şey değil... Hadi "şeytan" neyse de, "şeytanın avukatlığını" yapanlarla başetmek, hayli zor!..
Çünkü onlar;
"Höst" denilecek bir davranışı bile, "jest" diye sunmakta hayli mahirler!..
EVREN'İN "VEKÂLET"İ!
Her neyse... Olayı başka mecralara sürüklemeden, asıl mevzumuza dönelim...
Ne diyorduk;
"Sana gösterilene değil, senden gizlenene bak!"
İşte bir örnek daha:
Bir okurum anlattı... O da, bir gazetede okumuş, ama hangisi olduğunu hatırlayamadı... Olayı yazan meslektaşımın anlayışına sığınarak, bana anlatıldığı şekliyle aktarmak istiyorum...
Efendim;
12 Eylül Darbesi olmuş, "Kenan Evren ve arkadaşları" Türkiye'nin idaresine el koymuşlardır!..
Evren, çıktığı yurt gezilerinde; "başörtüsünün, yemeğe saç düşmesin diye bağlandığını, günümüzde ise kadınların zaten kısa saçlı olduğundan başörtüsüne gerek kalmadığını!" filân söyleyip, "inci"ler döktürse de, içinde bir yerlerde "üzeri küllenmiş iman kırıntıları" vardır!..
Dolayısıyla;
Bazıları "âdet" olarak yerleşmiş olsa da, "ibadet"leri eda etmeye çalışır!..
"Kurban" ibadeti de bunlardan biridir...
Paşa'nın "koruma ve kollama görevi"ni icra ettiği günlerden bir gün, "Kurban Bayramı"dır!..
Paşa, "yakın akraba"larından birine der ki;
"Bizim kurbanların kesilmesi için de vekâlet verin!"
Yakın akraba, "başüstüne efendim" deyip, saygıyla ayrılır Evren'in huzurundan!..
Aradan saatler geçer... Yakın akraba, ortalıkta yoktur!..
Meraklanır Evren Paşa... Öyle ya; alt tarafı bir "vekâlet" verip, gelecektir!..
Neyse, uzunca bir sürenin sonunda akraba döner gelir... Evren Paşa, merakla sorar;
"Ne yaptın, hallettin mi vekâlet işini?"
"Maalesef" der, yakın akraba;
"Maalesef halledemedim efendim!.. Vekâlet verecektik, ama noterlerin hepsi kapalıydı!!! Yarın ilk işim, en yakın notere gidip, vekâletinizi vermek olacak!!!"
Evren, donar kalır!..
Nutku tutulur!..
Öyle ya;
Nüfus kâğıdında "Müslüman" yazan bir adam, "kurbanını bizzat kesmeyen insanların sözlü vekâlet vererek kurban kestirdiğini" bilmemekte, bu işin "noter tasdiki gerektiren resmî bir işlem" olduğunu sanmaktadır!..
ER KİŞİ NİYETİNE!
Şöyle düşünür Paşa;
"Ateş bacayı değil; evi, hatta memleketi sarmış da haberimiz yok!"
Derhal "koruma ve kollama"cı arkadaşlarına açar durumu!..
Der ki;
"Bu din bilgisizliğinin önüne geçmek için, din bilginleriyle temas kuralım ve halledelim bu meseleyi!"
İşin garibi, bu cehalet sadece "kurban vekâletine noter vekâleti" arayan yakın akrabası ile de sınırlı değildir!..
Kulağıma, daha başka söylentiler de gelmektedir!..
Meselâ, bir gün;
Bir "cenaze namazı"nda, imam efendi, "tekbir" almadan önce, "Er kişi niyetine" diye seslenince, mevtanın oğlu itiraz etmiştir;
"N'aapıyorsun hocam?.. Babam er değil, bir albaydı!!!"
İşte bu tür olaylar üzerine, Evren Paşa, "ilâhiyatçı"ların da görüşünü alarak, "karar"ını açıklar;
"Okullarda din dersinin okutulması mecburi olacaktır!"
Olur da!..
Hani, şimdilerde Avrupa ülkeleri bastırıp, "din dersini mecburi olmaktan çıkarın!" diyor ya; işte "mecburi" olmaktan çıkartılmak istenen din dersleri, "Evren'in koydurduğu" din dersleridir!..
Sonraları "kuş"a çevrilse de!..
"DEKOLTE"NİN ASLI!
En başta dedim ya;
Biz insanlar, birçok konuda "çok meraklıyız"dır!.. Meselâ, "içeride ne konuşulduğunu" öğrenmek için, kulağımızı kapıya yaslar, konuşulanları duymaya çalışırız!..
Ya da;
Televizyon ekranının karşısına geçer, sabahtan akşama "bilmem ne evi"nde olan-biteni izleriz!..
"Anahtar deliği"nden içeri bakıp, ne olup-bittiğini görmeye çalışırız!..
Evet, bu kadar "meraklı"yızdır da, bir türlü "olayların perde gerisi"ne bakıp, "aslında ne oldu"nun cevabını bulma zahmetine girmeyiz!..
Sözün özü;
"Sahnedeki aktörler"le ilgileniriz de, "perde gerisinde dönen dolaplar"a hiç kafa yormayız!..
Bu yüzden de;
"Zoka"yı hep yutarız!..
İşte bir örnek daha:
Adı Melike Danışık... Son günlerde "açık" veya "açılma eğilimi" gösteren "kadın"ları 1. sayfasından "kutsayarak" sunan Hürriyet, önceki gün onu da 1. sayfasından haber yaptı...
Şöyle sundu haberi:
"Erzurum'da giydiği kolsuz bluz ve kısa eteği dekolte bulunup, blucini eleştiri konusu olunca valilik tarafından iş akdi feshedilen sekreter Melike Danışık, açtığı dâvâyı kazandı. Mahkeme, Danışık'ın işe iadesine ve dört maaşının ödenmesine karar verdi. Yargıtay da mahkemenin bu kararını onayladı."
Eminim ki, bu haberi okuyan "Hürriyet okurları" şöyle düşündü;
"Oh olmuş vilâyete!.. Demek onlar da irticacıymış!.. İyi ki Yargıtay var da, engel olmuş bu gericilere!.. Bir genç kızın kıyafetine vilâyet niye karışıyormuş ki?.. Oh olmuş, almışlar derslerini!"
Evet, böyle düşünmüş ve tabiî yutmuşlardır "zoka"yı!..
Hem de;
Aynı yaştaki "başörtülü" kızların kıyafetlerine her yerde karışıldığını bile bile!..
Hem de;
"İşten atılmaya neden olan kıyafet" olarak sunulan fotoğraftaki Melike Danışık'ın üzerinde "kolsuz bluz" değil, "uzun kollu" bir kıyafet bulunduğunu göre göre!..
Evet, okuyucuya "zoka" yutturulmuş, bu vesileyle de "dekolte elbise" giyenler aleyhinde tavır takınacak "resmî zevat"a da "gözdağı" verilmiştir;
"Dekolteye karışmayın haaa!.. Onların kıyafetlerine dokunmayan haaa!.. Yoksa Yargıtay'a gidersiniz!"
Peki, olay "aktarıldığı gibi" midir?..
Elbette değil... Dünkü Vakit'te de okuduğunuz gibi, "olayın aslı", hem de Melike Danışık'ın ağzından şöyle:
"Beni sekreter olarak işe aldılar. Kömür Tevzi'de görevlendirdiler. Valiliğe dönmek isteyince de işime son verdiler. Ben de işe dönüş için dâvâ açtım. Erzurum İş Mahkemesi'nde kazandığım dâvâ sonucu yeniden Kömür Tevzi ve Tahsis Bürosu'nda göreve başladım!.. Burada bir süre çalıştıktan sonra devam etmek istemedim ve dilekçe vererek işten ayrıldım. Şimdi yeni bir işim var ve geri dönmeyi de düşünmüyorum. Olayın kılık-kıyafetle hiçbir alâkası yok!"
Buyrun, buradan yakın!.. Ya da, ayıklayın pirincin taşını!..
"Olayın aslı" bu olsa da, Hürriyet'in vermek istediği "mesaj" çoktaan yerine ulaştı!.. "Çamur" atıldı bir kere, yapışmasa da "izi" kaldı!..
Onun için diyorum ki;
Siz siz olun, her atılan "yem"e sazan gibi atlamayın!.. Unutmayın ki, "oltaya yakalanan balık" yem istemez!..
Çünkü, kendisi "yemek" olur!..
Benden, bugünlük bu kadar!..
"Yorum"unu da siz yapın!..
"Jest"lerle "mest" olmamak için!..

Hasan Karakaya
vakit

kasved
14-03-2005, 13:36
Cumhuriyet 14.03.2005
DÜNYA EKONOMİSİNE BAKIŞ / ERGİN YILDIZOĞLU LONDRA

Hindistan'dan Bir Konuk

Yeni Delhi'deki Nehru Üniversitesi ve Kanada'daki York Üniversitesi'nde siyasal bilimler bölümlerinden Profesör Aijaz Ahmet çarşamba günü Ortadoğu Teknik Üniversitesi'ndeydi. ''Savaşlar, Petrol, Dolar: Günümüzün Emperyalizmi'' başlıklı bir konuşma yaptı.

Gelişmekte olan ülkelerin giderek daha sık üretmeye başladıkları, bir Anglosakson deyimini kullanırsak ''Rönesans Adamlarından'' (edebiyattan siyasete kadar birçok alanda geniş bilgi ve fikir sahibi) biri olan Prof. Ahmet'in özgün yaklaşımlarını, gerek sabah kahvaltısı sırasında yaptığımız konuşmadaki izlenimlerime, gerekse de konferansı sırasında aldığım notlara dayanarak Cumhuriyet okurlarına aktarmak istiyorum. Ancak bu, Prof. Ahmet'in görüşlerini tümüyle paylaştığım anlamına gelmiyor. Ama bu başka bir yazının konusu.

Sonu olmayan savaş

Prof. Ahmet konuşmasına, Bush 'un, 11 Eylül'den hemen sonra Kongre'de yaptığı bir konuşmasından hareketle o zaman yazdığı bir makaleye gönderme yaparak başladı. Bush, ''sonu olmayan bir savaşa başladıklarını'' açıklamıştı o konuşmasında. Ahmet, Afganistan ve Irak'ın işgaline yol açan belki de sonra Suriye ve İran'ı da kapsayabilecek bir saldırının söz konusu olduğunu vurguladıktan sonra, bu savaşın hinterlandına dikkat çekti. ''Terorizme karşı savaş'' petrol/gaz kaynaklarının ve taşıma yollarının üzerinde ve çevresinde sürüyor ve Amerikan devleti, esas olarak bu geniş bölgeyi denetim altına almak istiyordu.

Ancak görünen o ki, ordusunun yaklaşık yüzde 40'ını Irak'a bağlamak zorunda kalan ABD için evdeki hesap çarşıya uymamış, Irak petrol kuyularını ele geçirerek yeniden işleterek hatta kapasitesini arttırarak petrol fiyatlarında bir düşüş yaratamamıştı. Bu sırada ABD ekonomisinin zaafları daha da bir görünür hale gelmiş, dolar düşerken ABD'nin ihracatının artmadığı dikkati çekmeye başlamıştı. ABD'nin bütçe ve cari açıkları da artmaya devam ediyordu. Bu koşullarda, Prof. Ahmet, ABD'nin bir ülkeyi daha işgal etmesinin olanaklı olmadığını ancak, İsrail'in İran'ı vurması halinde ABD'nin bunu kabullenip İsrail'i desteklemekten başka çaresi olmadığını da not etti.

Çağımızda emperyalizm

Konuşmasının ikinci bölümünde Prof. Ahmet emperyalizm konusuna da daha yakından baktı. Ahmet'e göre SSCB yıkıldıktan sonra tarihte ilk kez, kapitalizm küresel bir üretim sistemi olmuştu. Böylece yine tarihte ilk kez bir küresel emperyalizm olanaklı hale geliyordu.

Daha önce, örneğin Lenin emperyalizm ile ilgili broşürünü yazdığı dönemde, böyle bir küresel emperyalizm söz konusu değildi. Birincisi, İngiltere'nin yanı sıra Almanya, Fransa, Japonya gibi kendi sömürge sistemlerine sahip emperyalist ülkeler vardı. İkincisi, o dönemde sermaye, emperyalizmin arkasındaki itici güç mali sermaye, esasen ulusal bir karakter gösteriyordu. Tek bir emperyalist kapitalist sistemde tümüyle egemen olamıyordu.

II. Dünya Savaşı'ndan sonra SSCB dışında kalan bölgelerde, ABD egemenliği altında, özellikle sömürge sistemleri çözüldükten ve dolar uluslararası rezerv para olduktan sonra birleşmiş bir emperyalizm olanaklı hale gelmişti. Prof Ahmet'e göre bu dönemde emperyalist ülkelerin burjuva sınıfları arasında da bir entegrasyon süreci başlamıştı.

SSCB çöktükten sonra, o topraklardaki ekonomi yeniden dünya ekonomisine entegre olmuş ve böylece kapitalizm ilk kez küresel çapta egemen üretim biçimi haline gelmişti. İkincisi ABD, artık askeri açıdan dünyada tümüyle rakipsizdi. Üçüncüsü, iletişim teknolojisindeki gelişmeler artık sanayi sermayesini egemenliği altın almış olan mali sermayenin küresel çapta etkinliğini göstermesine olanak sağlıyordu. Böylece ilk kez bir küresel emperyalizm olanaklı hale geliyordu.

Anti emperyalist mücadelenin ufku

Prof. Ahmet'e göre ABD emperyalizminin gücü, askeri üstünlüğüne, doların uluslararası konumuna ve enerji kaynakları üzerindeki etkinliğine dayanıyor. Ancak, ekonomisinin sorunlarının yanı sıra ABD'nin bu üç alanda da önemli zaafları vardı. Askeri gücü eğer zorunlu askerliği geri getiremezse, projesini sürdürmeye yeterli değildi. ABD halkı da savaştan yana değildi. Dolar giderek değer kaybediyor ve bir rezerv para olarak etkinliği yavaş yavaş da olsa geriliyordu, petrol üzerinde rekabet kızışıyordu.

Prof. Ahmet'in konuşmasını izleyen tartışmalar sırasında, iki konu öne çıktı. İki dinleyici, emekçi sınıfların konumuna ve günümüzde emperyalizme karşı mücadelenin dinamiklerine dikkat çektiler ve Ahmet'in bu konuda görüşlerini öğrenmek istediler. Ben de iki konuya dikkat çekmeye çalıştım. Birincisi, petrolü analizimizin merkezine koymak önemliydi, ama yeterli değildi. Çünkü dünya ekonomisinde bir fazla kapasite (aşırı üretim krizi) sorunu vardı. Bu sorunu aşarken kimin fazla kapasitesi imha edilecekti? Bu önemli bir noktaydı, çünkü tüm petrol rezervlerine el koysanız bile bu sizin kapasite sorununuzu çözmeyecekti. İkincisi, bu fazla kapasitenin imhası sorunu, yıkımın maliyetini üstlenmek istemeyecek olan, büyük güçler arasında rekabeti kaçınılmaz olarak keskinleştirecekti. Entegrasyon olgusunu fazla abartmamak gerekirdi.

Prof. Ahmet, benim aşırı üretimle ilgili yaptığım saptamaya katıldığını, ancak yine de entegrasyonun baskın eğilim olduğunu, büyük güçlerin el birliği ile gelişmekte olan ülkelerdeki fazla kapasiteyi imha etmeye, kendi sermayelerine yer açmaya çalıştıklarını vurguladı.

Emperyalizme karşı mücadele konusunda, Prof. Ahmet, geçen yıl Bombay'da yapılan Dünya Sosyal Forumu'ndaki (DSF) bir tartışmayı anımsattı, Hindistan Komünist Partisi olarak DSF'nin tüm görüşlerine katılmamakla birlikte, toplantının Bombay'da yapılmasına destek vermeye karar verdiklerini söyledi. Çünkü emperyalizme, küreselleşmeye karşı her türlü uluslararası mücadele çok önemliydi. Ancak gelişmekte olan ülkelerde ilericilerin mücadelelerinin ufkunu esas olarak ulus devletin sınırları oluşturuyordu.

Ahmet'e göre ulus devletin yok olduğuna ilişkin teorisi tam anlamıyla bir fanteziydi. Aksine birçok ulus devlet doğmuş birçoğu da kendini güçlendirmeye koyulmuştu. Kafa karışıklığı şuradan kaynaklanıyordu: Ulus devletin temsil ilişkisinde bir değişiklik olmuş, denge emekçilerden burjuva sınıfına doğru kaymıştı. Ulus devlet, burjuvazinin karşısında zayıflamış, emekçilerin karşısında güçlenmişti. Hatta temsil ilişkisinde de ağırlık yerli burjuva sınıflarından uluslararası mali sermayenin temsil edilmesine doğru kaymıştı. Bu yüzden ilericilerin ilk hedefi ulus devlet altında bu dengeyi yeniden kazanmaya çalışmak olmalıydı. Bunun için de Prof. Ahmet'e göre, emperyalizme karşı hem ülke içinde hem de uluslararası düzeyde küreselleşme karşıtlığı bağlamında mümkün olan en geniş cephe oluşturulmalıydı.

Prof. Ahmet'in, Iraq Afganistan and the Imperialism of our time, In Theory: Classes. Nations and Literatures (Teoride: Sınıflar, Uluslar ve Edebiyatlar başlığıyla , Alan yayıncılık tarafından Türkçeye kazandırıldı) Lineages of the present: ideological and Political Geneologies of contemporrary South Asia, gibi kitapları var.

kasved
14-03-2005, 13:40
Cumhuriyet 14.03.2005
BIÇAK SIRTI EROL MANİSALI

Mesele, Acaba 'Ermeni Meselesi' mi?

Kamuoyunda, ''yanlış Ermeni tezlerinin'' çürütüleceği tartışılıyor. Hükümet ve muhalefet çevreleri, bazı kamu kuruluşları ve sivil toplum örgütleri yeni girişimlerde bulunacaklarmış.

Ancak Ermeni savlarının çürütülmesi imkânı bulunmamaktadır. Çünkü ''mesele'' , bilimsel ya da akademik bir mesele değildir. Bu tamamen ''siyasi'' bir meseledir.

ABD'nin ve AB'nin ''Türkiye politikalarının bir sonucudur'' ve aynı zamanda sadece bir ''aracıdır'' .

- Meseleyi, ''bilgi eksikliğinden kaynaklanan'' bir soru olarak değerlendiremeyiz.

- Biz anlatamıyoruz, ama Ermeniler daha iyi anlatıyor biçiminde algılamak, ''esas meseleyi gizlemekten başka bir anlam taşımaz'' .

Meselenin esasını kavramak için şu değerlendirmeyi yapmamız gerekir:

1) Ermeni sorunu, ABD ve Avrupa'nın Türkiye'ye ve bölgeye yönelik politikalarının ''bir parçasıdır'' . Aynen Kıbrıs, K.Irak, Güneydoğu Anadolu, Ege, Patrikhane sorunlarında olduğu gibi Türkiye'nin bütünlüğüne, bağımsızlığına, Lozan'a ve Cumhuriyete karşı yeni gelişen veya ''yeniden ateşlenen'' genel bir meseledir.

2) Prof. S. Shaw ve Prof. B. Lewis gibi ünlü Batılı tarihçiler doğruları yazdıkları için ya üniversitedeki odaları bombalandı ya da Fransız mahkemeleri tarafından gülünç gerekçelerle cezalandırıldılar.

Düzinelerce Türk diplomatı Batı'da çatır çatır vurulurken Batı bunu bile görmek istemedi. Ünlü Batı tarihçilerinin yazdıkları ve teröristlerce öldürülen Türk diplomatları ''Ermeni meselesinin gerçek yüzünü'' Batı'ya gösterememişse, o zaman ''esas meseleyi bizim görmemiz gerekir'' .

Batı bilmiyor, onun için Ermenilere hak veriyor demek; ' 'Bush yanlış bilgi aldığı için Irak'ı işgal etmek zorunda kaldı'' demek kadar safça ve aptalca bir düşünce tarzı olur.

3) Türkiye'nin iç ve dış politikalarındaki dengesizlikler ''Batı ile ilişkilerimizin normalleştirilmesini engelliyor'' . Batı ile ilişkilerimizi normalleştirecek ve dengeleyecek yönetimleri işbaşına getiremediğimiz sürece Ermeni, Kıbrıs, Güneydoğu, Patrikhane ve diğer ''meseleler'' , önümüze konacak ve dayatılacaktır.

17 Aralık 2004'te kabul edilen AB mutabakatı ''Ermeni meselesini de otomatik olarak kabullenmek'' anlamına gelmektedir. Batı dayatmalarına hayır demeyeceksiniz; ondan sonra da ''Bilgilendirelim, gerçekleri görerek kararlarını değiştirmeye çalışsınlar''. Aziz Nesin 'i haklı çıkarmak istiyorsanız o başka.

Ağzıyla kuş tutsa...

17 Aralık 2004 mutabakatı ''Türkiye'nin Lozan'ı tartışmaya açması mutabakatıdır''. Bunun içinde ''Ermeni meselesi'' ile birlikte bütün meseleler vardır. Türkiye'de yönetimler 17 Aralık mutabakatına ''evet'' dedikten sonra ''bari biraz bilgilendirelim'' demek dünya kara mizah tarihine geçecek bir aldatmacadır.

Çünkü bu mutabakatla;

1) Ermeni meselesini görüşme masasına getirmeyi, pazarlık etmeyi kabul ediyorsunuz.

2) Ege'de Yunan talepleri doğrultusunda çözüme ''evet'' diyorsunuz.

3) Fener Patrikhanesi'ni ekümenik (ve bağımsız) olarak kabullenmenin kapılarını ardına kadar açıyorsunuz.

4) Kıbrıs'ta Rumları adanın egemen gücü olarak kabullendiğinizi ilan ediyorsunuz.

5) Güneydoğu Anadolu'nun özerkliği tartışılabilir diyorsunuz.

6) Dicle ve Fırat sularındaki hükümranlık haklarınızdan vazgeçebileceğinizi kabul ediyorsunuz.

7) AB'nin Türkiye'yi bekleme odasına hapsederek ''özel bir statü ile himayesi altına alması koşullarını'' kabul ediyorsunuz.

Daha bugünden AB ülkelerinin yarısı ''soykırım meselesini'' meclislerinden geçirdiler bile; 2-3 yıl içinde AB'nin ortak politikası olacak. ABD'de Senato'dan geçirme hazırlıkları şimdiden başladı.

Ermeni meselesi ''bilgi eksikliği veya bilimsel bir mesele'' değildir, tamamen siyasidir ve Batı'nın Türkiye politikasının bir parçasıdır.

Bu gerçeği görmemek demek, ''Batı ile ilişkilerimizi normalleştirmeden'' , kendi kendimizi aldatmayı sürdürmek demektir.

Aynen 6 Mart 1995'te, 17 Aralık 2004'te bayram yapanların, halkı aldattıkları gibi. ''Meseleleri masanın üzerine taşıma'' imkânına kavuştukları için esas bayramı onlar yapıyorlar... Daha anlamadınız mı? Yoksa anlamak mı istemiyorsunuz?
www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali

alanyafatihi
15-03-2005, 09:53
Londra Belediye Başkanı da mı Bin Laden'ci


Medyaya yansıyan haberlere göre, Londra Belediye Başkanı Ken Livingstone, Ariel Şaron'un, terörü organize ettiğini, Avrupa'da büyük bir nefrete sebep olduğunu, hükümet yerine hapiste olması gerektiğini açıklamış.
Bakalım bu açıklamayı Şaron'un vazgeçilmez müttefiki Bush ve onu savunan MEMRI gibi basın kuruluşları nasıl karşılayacaklar?
Ken Livingstone'a da bize yaptıkları gibi Bin Laden yakıştırmasını mı yapacaklar, ya da onu El Kaide üyesi mi sayacaklar?
Görülüyor ki, güneş balçıkla sıvanmıyor. Artık herkes artan bir tempo ile Bush ve onun vazgeçilmez müttefiki Şaron'a karşı sesini yükseltmeye ve bu ikiliyi kınamaya başladı.
Bush ve yandaşları, globalleşen dünyada, globalleşmenin meydana getirdiği türbilansın dayanılmaz gücü sayesinde, bu gücü kullanarak dünyanın da hâkimi haline geleceklerini sanıyorlardı.
Ama şimdi işler tersine döndü. Öylü gözüküyor ki, globalleşmenin gücü, daha büyük bir hızla, Bush başında bulunduğu takdirde, ABD'yi bile evirip çevirip bu girdabın içinde boğacak, perişan edecek.
Görüldüğü gibi, doların hızla düşüşü, ABD ekonomisinin başaşağı gidişi, ABD maliyesinin IMF'ye muhtaç hâle gelmeye yüz tutması, şu tahminlerimizin gerçek olduğunu gösteriyor.
Bilindiği gibi, küfür düzeni yürür, amma zulüm düzeni asla yürümez. Zulm ile âbad olanın sonucu berbad olur. Londra Belediye Başkanı Ken Livingstone'un dediği gibi, Şaron'un; yaptıkları zulümler dolayısıyla çoktan hapishaneyi boylamış olması lâzımdı.
Ama esef ederek söylüyoruz ki, Bush, Şaron'un sanki yapışık kardeşi gibi davranıyor. Şaron'un bütün zulümlerini destekliyor ve desteklemeye de devam ediyor. Şaron, ağır İsrail tanklarının altında Filistinli küçücük çocukları eziyor, Bush onaylıyor. Ağır harp silahları ve ağır roketlerle Filistin şehirlerini hallaç pamuğu gibi atıyor, Bush onaylıyor, fakir Filistinlilerin iltica ettikleri mülteci kamplarını dozerlerle yerle bir ediyor, Bush yine onaylıyor.
Üstelik Birleşmiş Milletler Teşkilâtı'ndan bütün ülkelerin onayıyla, İsrail aleyhinde kınama kararları çıkıyor, Bush, anında onu veto ediyor.
Hele hele Şaron'un Sabra-Şatilla mülteci kampında Başbakan olmadan önce yaptığı ve yaptırdığı öylesine kanlı bir katliam var ki, bütün vicdan sahiplerini galeyana getirecek bir olaydır. Sadece bu olay, Şaron'un hapishaneye atılması için yeterli olduğu halde, böyle bir kişiyi, Bush elinden tutup destekleyerek, İsrail'e Başbakan olmasını sağlıyor ve iktidarda tutuyor.
Maalesef, dünyamızda akıl almaz çifte standartlar yan yana. Meselâ Avusturya Parti başkanlarından Haider, seçimle işbaşına geldiği halde, siyonist çevrelerin menfî propagandaları dolayısıyla adamı anasından doğduğuna pişman ettiler.
Görüldüğü gibi, dini, milliyeti, dili ve mezhebi ne olursa olsun, bütün insanların yaratılışındaki mevcut olan ortak hasletler, bu derece zulüm yapılmasına ve yapılan zulümlere sessiz kalınmasına, asla müsait değildir.
Bizleri zulme karşı çıktığımız için kınayan, boy hedefi yapan Bush'un medya gladyatörleri, şunu iyi bilsinler ki, insanlığın cevherinde mevcut hak ve adalet duyguları ve ortak vicdanları karşısında eninde sonunda mutlaka pes edip yenilgiye uğrayacaklardır.
Londra Belediye Başkanı Mister Ken Livingstone'u harekete geçiren duygu ve gayretin kaynağı da budur. Artık tünelin ucundaki ışık gözükmüştür.
Kralın çıplak olduğuna inanmayan kalmamıştır. Dünya, insan hakları getiriyorum şeklindeki gerçek dışı bahanelerle, postmodern bir haçlı savaşı başlatmaya kalkışan bu ikilinin tuzağına asla düşmeyecektir.

Süleyman Arif Emre
Vakit

alanyafatihi
15-03-2005, 09:56
Haluk Kırcı... Ya da "O Aile"nin çocuğu!


Bazen bir "kelime"dir!.. Bazen bir "küçük parça"dır!.. Bazen bir "anahtar", bazen bir "kıvılcım", bazen de "mektup"tur!.. Bunlara ulaştığınızda; ya "arıza"yı giderir, ya "kapı"yı açar, ya da kafanızdaki "soru yumağı"nı çözersiniz!.. Artık, kafanızdaki "acaba"lar, "niye"ler gider, yerine "berraklık" gelir!..
Benim de öyle oldu... Aldığım bir "mektup", kafamdaki soruların dağılmasına; "niye"lerin yerini, "tamam, şimdi oldu"nun almasına vesile oldu!..
Sanki, "Yap-Boz'un parçaları"ndan biri eksikti... Tablonun "bütün"ünü göremiyordum...
Aldığım mektup, işte o "eksik parça"yı tamamladı!.. Şimdi, tabloyu "daha net" görebiliyorum...
KIRCI'NIN SERÜVENİ
Mektuba geçmeden önce, "kronolojik bir bilgi" vereyim!..
1958 yılında Erzurum'da doğdu. 24 Mart 1978 tarihinde Ankara'da Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Doğan Öz ile 9 Ekim 1978 günü Bahçelievler semtinde 7 TİP üyesi öğrencinin öldürülme eylemlerinin sanığı olarak hakkında arama kararı çıkartıldı...
8 Eylül 1978 tarihinde İstanbul'da yakalandı ve Ankara'ya getirildi...
12 Nisan 1988'de Bahçelievler Katliamı dâvâsında idama mahkûm oldu...
16 Temmuz 1989 tarihinde Bursa Cezaevi'nde iken, çıkarılan İnfaz Kanunu'ndan yararlandı ve 26 Nisan 1991 tarihinde Bursa Cezaevi'nden şartlı tahliye edildi.
Ancak, "her idamı için ayrı hesaplanması gereken süre" henüz tamamlanmadığından tekrar aranmaya başlandı...
1 Ağustos 1992'de Erzurum'da evlendi. Nikâh şahidi Mehmet Ağar'dı...
25 Ocak 1996'da İstanbul'da yakalandı ve aynı gün firar etti.
10 Ocak 1999'da İstanbul Terörle Mücadele ekiplerinin bir operasyonu ile yakalandı.
8 Şubat 1999'da İstanbul DGM'de yargılanmaya başladı.
Cezasını çektiği İzmir'in Ödemiş Cezaevi'nden 18 Mart 2004'te ikinci defa tahliye edildi.
Yanlış infaz hesabı sebebiyle serbest bırakıldı ve ardından gittiği Ukrayna'da yakalanıp, Türkiye'ye iade edildi... Sorgusunun ardından kesinleşmiş hapis cezaları sebebiyle, 4 Şubat 2005 günü, yeniden tutuklandı ve Kartal Cezaevi'ne gönderildi... Halen orada!..
Haluk Kırcı'dan söz ettiğimi herhalde anladınız... Bununla birlikte, Haluk Kırcı hakkında yazdığım, bu "4. yazı" oluyor...
Öncelikle söyleyeyim;
Onunla, uzaktan-yakından bir yakınlığım, görüşmüşlüğüm ve bir alışverişim yok!..
"Eylem"lerine gelince...
Sanıyorum, o da, şimdi;
"O acı yılları, ülkem keşke hiç yaşamasaydı" diye düşünüyordur!..
Dolayısıyla;
Onun "tasvip etmediği" bir eylemi benim tasvip etmem mümkün değil!..
O halde, onunla ilgili niye "dördüncü bir yazı" yazıyorum?..
Yazıyorum, çünkü ortada bir "çifte standart" var!.. Yazıyorum, çünkü elimde bir "mektup" var!..
Yazıyorum, çünkü ortada bir "Adil Şahin örneği" var!..
Kusura bakmayın, bu örneği yeniden hatırlatacağım!..
NİYE 7 İDAM?
Tarih, 29 Ocak 2000...
Yer, Sarıyer Hakimevi...
Dönemin Adalet Bakanı sayın Hikmet Sami Türk, aralarında benim de bulunduğum 20-25 gazeteciye, "affa niçin taraftar olduğunu" izah etmeye, gazetecileri de "ikna" edip, desteklerini almaya çalışıyor...
"Cezaevleri doldu, taşıyor... Af çıkarıp, biraz rahatlamak istiyoruz."
Ama, "medya" aksini düşünüyor... O günlerde, "af çıkmasın" diye bastırıyor!..
Sayın Hikmet Sami Türk, eleştirilerin haksız olduğunu söyleyince, bir bayan meslektaş;
"Ama sayın bakanım, Haluk Kırcı'nın durumu özel değil mi?.. Onun 7 defa idamı gerekmiyor muydu?" diye soruyor...
Sayın Adalet Bakanı, bu "gerekçe"ye karşı bir başka gerçeği dile getiriyor!..
Belki de "ilk defa" söylüyor bunu ve diyor ki;
"Tamam. Haluk Kırcı Bahçelievler'de 7 kişiyi katletti... Ve siz, onun 7 defa idam edilmesi gerektiğini savunuyorsunuz... Peki, Adil Şahin gerçeğini niye görmezden geliyorsunuz?.. Adil Şahin de; 146. maddeden, yani anayasal düzeni cebren değiştirmeye kalkışmak suçlamasıyla yargılandı ve idama mahkûm oldu. Haluk Kırcı'nın 7 kişiyi öldürdüğünden bahsediyorsunuz... Adil Şahin de, karakol basarak tam 8 eri katletmişti!..
Ama, Adil Şahin'e 1 idam cezası verildi!..
Sonra da 8 Nisan 1991'deki şartlı tahliyeden yararlanıp, 3 yıl sonra dışarı çıktı!"
Evet; bu olay "ilk defa" açıklanıyordu kamuoyuna... Belki hiç kimse bilmiyordu, ya da bilenlerin işine gelmiyordu...
İşte ben, sonraki yazılarımda, hep bu "çelişki"yi dile getirdim...
"8 askerin katiline özgürlüğün yolları, Haluk Kırcı'ya zindanlar!"
Hep sordum;
"Tek idamla yargılanabilmek için, bu ülkede ?asker katili' veya ?solcu' olmak mı gerekiyor?.. 7 TİP'linin canı, 8 askerden çok daha mı değerlidir?.. Haluk Kırcı'nın suçu ülkücü olmak mıdır?"
NİÇİN BAHÇELİEVLER?
İtiraf etmem gerekir ki; önceki yazılarımda, hep "eylemci kimlikleri"ne odaklanmış, "maktüllerin kimlikleri" üzerinde hiç durmamıştım!..
Sanıyordum ki;
Adil Şahin "solcu" olduğu için, "tek idam"la yargılandı, Haluk Kırcı da "ülkücü" olduğundan "7 idam"a mahkûm edildi!..
Meğer, "işin rengi" başkaymış!..
Bu olayda;
"Öldürenlerin kimlikleri" kadar, "ölenlerin kimlikleri" de önemliymiş!..
İşte bunu, "mektuptan sonra" öğrendim...
Dediğim gibi; Kırcı'yla ilgili bu "4. yazı"yı da, bu mektuptan sonra yazma gereği hissettim...
Efendim;
Mektup, "Haluk Kırcı'yı çok iyi tanıyan biri"nden geldi...
Mektubu yazan kişi; 5 Şubat tarihli yazımda, "Bu çifte standardı birisi izah etmeli" demem üzerine, "işte aradığın cevap" diyerek kaleme almış mektubu...
Diyor ki;
"Haluk Kırcı'ya uygulanmaya çalışılan çifte standart hukuk anlayışının altında; ne olayın vahim sonuçları, ne de adaletin tecellisi gibi kaygı, asla yer almamaktadır!..
Eğer öyle olsaydı;
1980 öncesi meydana gelen olaylarda hayatını kaybeden (sağcı-solcu) binlerce genç insanın katilleri, Haluk Kırcı gibi cezaevinde olurlardı!..
Kaldı ki;
Binlerle ifade edilen ve ölümle sonuçlanan olaylarda, tek katliam Bahçelievler Hadisesi değildir!..
Birden fazla insanın aynı olay içinde öldürülmelerine onlarca örnek vermek mümkündür!.. Meselâ Ümraniye, meselâ Adana Meslek Lisesi, meselâ Bayrampaşa ve Ordu Aybastı katliamları!..
Yaşananlara bu noktadan bakıldığında akla hemen ?Niçin Bahçelievler hadisesi gündemden düşürülmüyor?.. Niçin Haluk Kırcı; lehindeki mahkeme kararlarına rağmen tekrar tekrar cezaevine konuluyor?' soruları geliyor!"
"GİZLİ VE MESİHÇİ"
İşte şimdi, "zurnanın zırt dediği" noktaya geliyoruz... Evet, benim gibi, "Haluk Kırcı'nın yakını"nın da zihnini yıllarca meşgul eden "soru"nun cevabına...
Mektubun sahibi;
"Niçin Bahçelievler?.. Niçin Haluk Kırcı?" sorusunun cevabına, "yıllarca yaptığı araştırmalar" neticesinde ulaştığını söylüyor ve diyor ki;
"Sayın Karakaya;
Soruların cevapları, sizin de bildiğiniz ve zaman zaman da kaleme aldığınız gibi, kendilerini Türkiye'nin gerçek sahipleri(!) sanan, ?GİZLİ VE MESİHÇİ' oluşumun ?SIRLARI' içinde yer almaktadır!..
Şöyle düşünün;
Niçin 1970-1980 yılları arasında meydana gelen binlerce anarşik olayın içinde, ?UNUTTURULMAYAN' iki olay sürekli ön plâna çıkarılmaktadır?!?
Bunlar, hepimizin bildiği gibi;
Abdi İpekçi'nin öldürülmesi ve Bahçelievler olaylarıdır!.. Sanıyorum, bu gerçek yukarıdaki iddiam konusunda size bir ?ipucu' verecektir!..
Yani;
Haluk Kırcı'nın bugün tasvip etmediği ve ?Keşke o acı yılları ülkem hiç yaşamasaydı' diyerek değerlendirdiği olaylardan yalnızca biri olan Bahçelievler'de ölen gençlerden birisi; ?O AİLELERDEN BİRİNİN ÇOCUĞU' olmasaydı; ne Haluk Kırcı cezaevinde olurdu, ne de siz o gerçekleri haykıran yazıları kaleme almak zorunda kalırdınız!..
Bahçelievler olayı da;
Tıpkı Ümraniye, Adana Meslek Lisesi, Bayrampaşa, Ordu-Aybastı katliamlarında olduğu gibi unutulur, ?SOĞUK SAVAŞ HATIRASI' olarak tarihin tozlu raflarına kaldırılırdı!!!"
ARADIĞIM CEVAP!
Evet; Haluk Kırcı'ya "aldığı nefes kadar yakın" birinin yazdığı mektup bu kadar...
İşte bu mektup;
Kafamdaki "soru"ların cevap bulmasına vesile oldu... Ve tabiî, bir kere daha "olayların perde arkası"nı görmeme!..
Olayın sırrı;
"Gizli!.. Mesihçi!.. O gençlerden birisi!.. O ailelerden birinin çocuğu!" ifadelerinde yatıyor!..
Tevekkeli değil;
Haluk Kırcı, bırakılıp bırakılıp, tekrar tekrar boşuna içeri atılmıyor!..
Her neyse...
Ben, zihnimi kurcalayan sorunun cevabına kavuştum... Haluk Kırcı da, herhalde bir gün "özgürlüğe" kavuşur da, "ayrıntı"ları kendisinden dinlerim...
Böylece;
"O aile"yi de tanımış oluruz!..

Hasan KARAKAYA
Vakit

alanyafatihi
15-03-2005, 10:08
Hariri, ABD üssüne karşı çıktığı için mi öldürüldü?

14 Şubat'ta öldürülen Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri'nin kim/kimler tarafından ve neden öldürüldüğüne ilişkin soruşturma ne aşamada? Hariri'yi gerçekten kim öldürdü? Bu sorunun cevabı artık merak edilmiyor. ABD ve İsrail, "Hariri'yi Suriye öldürdü" dedi, herkes sustu. Ardından Lübnan yönetimi ve Suriye üzerine korkunç bir baskı başlatıldı. Lübnan'da insanlar sokaklara çıkarıldı. Günlerce Suriye aleyhine gösteriler yaptırıldı. Hizbullah ve Lübnan'ın özgürlüğünü savunan yüzbinlerce kişinin katıldığı gösteriler medyada yer bulamazken, birkaç bin kişilik gösteriler Lübnan'ın gerçek iradesi olarak pazarlandı.

ABD Başkanı George Bush, yarın Suriye konusunda açıklamalar yapacakmış. Hariri suikastinden Suriye ve Lübnan yönetiminin sorumlu olduğunu ilan edecekmiş! Artık buna gerek yok. Amaç hasıl oldu. Dünya artık eski Başbakan'ı kimin öldürdüğünü düşünecek halde değil. Lübnan nasıl karışacak, Suriye'ye ne tür müdahaleler yapılacak, onları sorguluyor. Suikast gününden bu yana bölgede yaşanan gelişmeler, cinayetten kimin kazançlı çıktığını net bir şekilde ortaya koydu. Hadi Suriye yaptı, diyelim: Şam yönetiminin ne kazancı oldu? Bir örnek verebilecek kimse var mı?. Ya ABD ve İsrail'in neler kazandığını sorsam? Uzun bir liste yapılabilir. Büyük Ortadoğu tasarımının Filistin-Lübnan-Suriye cephesi açıldı.

Hariri suikastinin İncirlik pazarlıklarıyla ne ilgisi var, sorusu ilk bakışta oldukça saçma bir soru gibi karşılanabilir. Ancak, yıllardır burada aslında olayların göründüğünden çok daha iç içe olduğunu göstermeye çalışan biri olarak, ben bu tür soruları hiç yabana atmam. Şimdi bir iddiadan örnekler vereceğim. Ardından soruyu tekrar soracağım.

Hariri Lübnan'ın kuzeyinde inşa edilmesi planlanan ABD askeri üssüne karşı çıktığı için mi öldürüldü? Wayne Madsen imzalı "Hariri reportedly assassinated to make way for large US air base in Lebanon" başlıklı bir habere dikkat çekmek istiyorum. Üst düzey Lübnanlı istihbarat kaynaklarına dayandırılan haberde, Hariri'nin Bush yönetimi ve Ariel Şaron'un Likud yönetimi tarafından taşeron ajanlar kullanılarak öldürüldüğü öne sürülüyor. İddianın özeti şöyle:

"Lübnanlı Hristiyan lider Elie Hobeika da 2002'de yanı yöntemle öldürüldü. Hobeika Brüksel'e gidip Ariel Şaron'un Sabra ve Şatilla katliamlarından sorumlu olduğunu ve insanlık suçlusu olduğuna dair ifade verecekti. Arap ve Lübnan milliyetçisi olan Hariri de, Amerika'nın Lübnan'ın kuzeyinde büyük bir askeri üs inşa etme planlarına karşı çıktığı için öldürüldü. Amerika bu üssü inşa etmek için Suriye askerlerinin derhal Lübnan'ın kuzeyinden çekilmesini istedi. Ayrıca, öldürülmeden hemen önce yapılan Hariri-Hizbullah görüşmesi, ABD ve İsrail yönetimini çok kızdırdı."

Aynı kaynaklar, herhangi bir anlaşma imzalanmamasına rağmen bölgede inşa edilecek ABD üssü için ihalelerin yapıldığını belirtiyor. Buna göre üs inşası, Pentagon tarafından California merkezli Jacobs Engineering Group of Pasadena adlı şirkete verildi. Bir başka ünlü firma olan Bechtel Corporation'ın ise inşaata destek olması kararlaştırıldı. Jacobs Engineering ve Jacobs Sverdrup Aramco için Suudi Arabistan'da işler yapıyor. Bu kadar değil. Aynı şirket, Irak'ta ABD işgal yönetiminden ihaleler aldı. Yine Türkiye ve Bosna dahil, hemen bütün Ortadoğu ülkelerinde iş yaptığı belirtiliyor.

İddiaya göre, Lübnan'ın kuzeyinde inşa edilmesi planlanan ABD askeri üssü, Ortadoğu'daki ana üslerden biri olacak. Hem lojistik hem de transit üs görevi yapacak. Irak ve bütün bölgedeki Amerikan askerleri için aynı zamanda dinlenme merkezi işlevi görecek. Ancak üssün bir başka önemi daha var: "ABD'nin Doğu Akdeniz'e çıkan ve çıkacak olan boru hatları buradan kontrol edilecek. Tabiî ki, Suriye ile ilgili planlar da buradan yürütülecek. Üs, Katar'daki büyük Amerikan üssünün bir benzeri olacak. Hariri'nin aracı uzaktan kumandalı patlayıcılara karşı korumalıydı. Bu nedenle başka bir yöntemle öldürüldü. Tıpkı 2002'deki Elie Hobeika suikastinde olduğu gibi... Devam ediyor: "Bu suikastler, yabancı liderlere yönelik cinayetler, iki Beyaz Saray görevlisi tarafından organize ediliyor. Bush'un yakın danışma halkasındaki iki isim; Karl Rove ve Elliot Abrams..."

Şimdi iki soru: Hariri, ABD'nin bu üs planına, Lübnan merkezli olarak Suriye'ye müdahale planlarına karşı olduğu için mi cinayete kurban gitti. Ölmeden önce Hizbullah yetkilileriyle bu çerçevede mi görüşme yaptı?

Lübnan'ın kuzeyinde yapılması planlanan bölgenin en büyük askeri üssü İncirlik üssünün bir alternatifi mi olacak? ABD'nin son günlerde İncirlik'le ilgili talepleri ortada. Bu taliplerle Lübnan'da inşa edilecek üsse yüklenen misyon hemen hemen aynı. O zaman ABD, Türkiye'nin İncirlik Üssü'nün bu çerçevede kullanımına izni vermeyeceğini mi düşünüyor? Lübnan üssü ile Irak petrollerinin Doğu Akdeniz'e akıtacak yeni boru hatları projesi arasında ne tür bir bağlantı var? Eğer bu sorular önemliyse Doğu Akdeniz'e çok daha dikkatlice bakmak gerekiyor. Özellikle Kıbrıs konusuna… ABD'nin Ankara Büyükelçisi Eric Edelman'ın Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer'in Şam ziyaretine yönelik "uyarısına ya da tehdidi"ne de bu çerçeveden bakmak gerekiyor. Ne de olsa, ABD ve İsrail ile Türkiye'nin bölgesel politikaları artık örtüşmüyor. ABD ve İsrail'in Lübnan ve Suriye'ye dönük planlarının, Türkiye'ye, Irak işgalinden çok daha ağır faturalar ödeteceği, hatta Türkiye'nin güvenlik endişelerini artıracağı ortada. Türkiye'nin ABD-İsrail merkezli bölgesel tasarrufa karşı bir direnç merkezi olmasından mı endişe ediliyor?

Hariri suikastinin çözülmesini beklemiyoruz. Ancak bu suikast Ortadoğu'da bundan sonra neler yaşanacağına dair bize çok şey anlatıyor.




[email protected]

alanyafatihi
16-03-2005, 16:28
Özgürlük bir masaldır yavrucağım!

Türk medya tarihi ne yazık ki özgürlüğün, baskıya, zulme karşı başkaldırının destansı tarihi değildir. Ne yazık ki değildir.


Bugün plazalarının deri koltuklarında, koyu renkli camlarından dışarıya bakan medya mensupları, patronları, yazarları, çizer ve yorumcuları hiç öyle ‘özgürlük dayılanmasına’ girişmesinler. Birçok açıdan kaht-ı rical olan bu ülkede ne acıdır ki medya tarihçisi de doğru dürüst olmadığı için foyalarını ortaya çıkaracak, geçmişlerini yüzüne çarpacak pek kimse yoktur.

Siz bakmayın günümüzde özgürlükçü, demokrat kesilmelerine. Hatta bırakınız yakın tarihi, iki gün önce attıkları özgürlük çığlıklarında bile samimi değildirler. Bir çeşit ‘dostlar alışverişte görsün’ özgürlükçülüğüdür bizim medyanınki.

Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir karikatürden dolayı Başbakan’ı eleştiren, topa tutan, yerden yere vuran yurdum medyası, mesela Akit Gazetesi’nin karikatüristinin ceza almasına, bırakınız ses çıkarmayı, içten içe alkış çalmıştır, ‘hurra’ demiştir. Kalın göbek kordonuyla siyasete bağlanan, devlet imkânlarıyla elde ettikleri krediler, bankalar ve daha bir dolu aklımızın almadığı güç noktalarıyla her türlü ‘erk’ ile iyi geçinmek Türk medyasının genlerinde vardır. Bu, dün olduğu gibi, çok önceden de böyleydi.

60 İhtilali sonrasında Başvekil’i ipe götürmek için gırtlak paralayan, manşetlerinde, -henüz yargılama başlamadan- ‘cezaları idam’ diye manşet atanlar hâlâ ortalıkta yazar, başyazar, yorumcu, anchorman diye geziniyor sevgili dostlarım! 28 Şubat sürecinde Türk medyasının kimi, ne için alkışladığını unuttuğumuzu mu sanıyor bunlar? Kendi meslektaşlarını bile iğrenç komplolara kurban verebilecek yayınları yapacak kadar utanılacak geçmişe sahiptir. O nedenle kimse kimseye, özgürlük masalı okumaya kalkmasın. Bugün oturdukları plazaları, baskı yaptıkları tesisleri nasıl kurdukları, bankalara nasıl sahip oldukları, enerji ihalelerini ne şekil aldıklarını araştırabilecek babayiğit çıkmadığı için dayılanabiliyorlar.

Öylesi pis bir utançtır ki bu, yüzleşmeye de gönülleri elvermiyor. Özgürlük mücadelesi açısından, bırakınız Doğu Bloku ülkesi medyalarını (Macaristan, Polonya işgal edilirken, en son teslim olan kaleler radyo istasyonları ve matbaalardı), Rus, İran medyasından bile kötü durumdadır Türk medyası. Üniversiteli kızların eğitim hakları ellerinden alınırken, yasağın üzerine alkışla gider, yasağı desteklemek için kırk çeşit takla atan yayınlar yaparlar. Bunu yaparken köşelerinde, ‘evet serbest olsun’ dedikten sonra kocaman bir ‘ama’ yazarak gerçek zihniyetlerini dışa vururlar. Kimse geçmişlerini, sabıkalarını yüzlerine vurmadığı için de ortalıkta ‘özgürlük’ diye dayılanırlar her gün. Oysa en iyi kendileri bilir, menfaat olduktan sonra özgürlüğün canı cehennemedir onlar için.

Bana inanmayan, abarttığımı düşünenler Kenan Paşa’nın anılarını okusunlar. 12 Eylül sürecinde darbecilere yalakalık yapanların, Paşa emekli olduktan sonra onu nasıl bir mizah figürü olarak kullanmaya başladığına şahit olsunlar.

Bunlar bizim aklımıza takılıp kalanlar. Aklı başında medya tarihçisi olmadığı için, derli toplu okumak, incelemek imkanımız yok. Bir de bazen nereden esiyorsa oturup kendileri ufacık bir günah çıkarma seansı düzenliyorlar. Oralardan edindiğimiz malumat kırıntılarıyla idare edebiliyoruz. Kendileri yüzleşmeyi ya erteliyor ya da şizofren bir özgüvenle sanki yaşanmamış gibi davranıyorlar. Dünkü gazetemizde yayınlanan Oktay Ekşi röportajı hatırlattı bana bu satırları. Bakın Sayın Ekşi söyleşinin bir yerinde ne diyor: “İş dünyası (medyaya) girdi, mahvolduk, gazetecilik temizdi eskiden diyorlar. Berbat idi, temiz gazetecilik yoktu, rezildi. Geriye baktığınız zaman ahlaksızlığın daniskası vardır şanlı basın tarihimizde. Şu anda, isimler, rakamlar değişerek şu veya bu şekilde benzer bir durum var... Hangi mercide (günah) çıkarılacak ki, bana onu bir söylesen de gidip orada çıkarsak. Yani hangi kilisede, hangi camide günah çıkarılacak?.. 53 senem geçti bu meslekte. O 53 sene içinde tanık olduğum rezilliklerin failleri ahlak kitapları yazıyorlar ve aleme ahlak dersi veriyorlar. Yani oturup yazacak mısın ‘sen şu tarihte şu rezilliği yapmıştın’ diye? Belki bir gün yazarsam, öldükten beş on sene sonra yayınlanmak üzere bırakabilirim.”

Eh şimdi Türk halkının ve T. Erdoğan’ın, ‘Taşı en günahsızınız atsın’ deme hakkı yok mu?



15.03.2005


e-posta adresi:[email protected]

kumralada
30-03-2005, 10:46
Güler Kömürcü


Soros devrimleri Türkiye'yi etkiler mi?


Şu günlerde... Gürcistan, Ukrayna, Lübnan derken şimdi de Kırgızistan'da 'halk ayaklanmasıyla' tetiklenen rejim ya da iktidar değişikliği sahnelerine bakıp da 'acaba Türkiye'mizde de düğmesine yurtdışından basılacak benzer bir rüzgar estirilir mi' endişesini taşımayan yok sanırım.


Bu malum halk hareketlerinin hepsi birbirinin kopyası özelliklere sahip. İlk adım seçimden hemen sonra, sandıkta hile yapıldığı iddialarıyla başlıyor ve devreye AGİT'in (Avrupa Güvenlik Örgütü) tarafsız (!) gözlemcileri giriyor. AGİT'ci gözlemciler, kendilerine yakın muhalefet parti adına çözüm üretip gerekeni yapıyorlar. Hemen ardından ikinci adıma sıra geliyor; sokaklarda operasyonel görev yapacak gençlik gruplarının ve de özellikle kadınların eğitilmesine geçiliyor. Şimdi dikkat; tüm bu halk hareketinin arka planında da genellikle aynı 'sivil toplum örgütü' oluyor; ünlü Yahudi yatırımcı BAY SOROS'un vakfı.


Demokrasi aşığı Bay SOROS'un adına Türkiye'de faaliyet gösteren malum Enstitüsü ile sosyal ve mali beraberlikler içine girmiş olan Türk sivil toplum örgütlerini sizler tanıyor musunuz acaba ey dikkatli okur?

Cevabı inceleyerek bulabilirsiniz; www.osiaf.org.tr


Evet, gelelim başlık sorumuza, ASAM'ın stratejistlerinden sevgili arkadaşım Sinan OGAN'ın analizi muhteşem, kayda geçin, Sinan diyor ki;


'Soros tarafından finanse edilen ve Amerikan Hükümeti tarafından da siyasi ve diplomatik yollarla desteklenen 'Hollywood yapımı renkli devrimler' karşımızdadır. ABD projesiyle radyo, kitap, televizyon, fon, burs ve ödüllerle ülke aydınlarını kazanmaya yönelik faaliyetler başlatıldı. Projeye göre bu çalışmalar 'beyinde iktidar kurmak' anlamına geliyordu. Bu politikalar sonucu yeni bir aydın tipi ve yeni liderler yaratmaya çalışan ABD bir yandan uzun süredir yatırım yaptığı genç liderleri iktidara taşımanın yollarını ararken diğer yandan hedef ülkelerin iç dinamikleriyle sürekli oynamaya başladı.


Bu -renkli- devrimlerin Türkiye'ye sıçrayıp sıçramayacağı tartışma konusu şimdilerde. Türkiye'nin bütün sınırları boyunca Amerikan patentli devrimlerin yaşanması ve diğer ülkelerde de bu ihtimalin giderek güç kazanması akıllara ister istemez sıranın Türkiye'ye de geleceği ve/veya en azından bu devrimlerden Türkiye'nin mutlaka etkileneceği ihtimalini getirmektedir.


Özellikle son günlerde kadim Türk bayramı olan Nevruz münasebetiyle bayrağımıza yapılan çirkin saldırı sebebiyle yaşanan üzücü hadiseler Türkiye'de dengelerin giderek daha hassas bir zemine kaydığı/kaydırıldığını göstermektedir. Türkiye'de gerçekleştirilmek istenen içten değişim ile beraber devreye sokulmak istenen 'bölünme' senaryolarına karşı bilhassa dikkatli olunmalıdır. Ancak buna karşın Türkiye'nin kesinlikle bir bölünme psikozuna girmemesi de gerekmektedir. Bu tür senaryolar Türkiye için düşünülen seçenekler arasında olmakla beraber Türkiye'nin gelenekleri olan büyük bir devlet olduğu ve iç dinamikleri ile oynanan diğer ülkelerden ciddi farklarının bulunduğudur.'


İSTANBUL EMNİYET MÜDÜRÜ 'KAPKAÇÇIYI BİTİREMEM' DİYOR, YA... Asayiş ve güvenliğin bu denli öne çıktığı bugünlerde, İstanbul gibi Türkiye'nin can damarı özelliğinde olup son bir yıldır da 'kapkaççı-otopark mafyası cennetine dönüşen-suç oranı patlaması yapan kentin Emniyet Müdürü CELALETTİN CERRAH bakın dünkü gazetelerde ne diyor; 'Kim İstanbul'da kapkaçı bitiririm diyorsa yalan söylüyordur, bu mümkün değil.' İnanılmaz. Bu denli kritik günlerde İstanbul'un kapkaççısını dahi 'temizleyemem' diyenler, acaba düğmesine yurtdışından basılacak olası senaryolara karşın nasıl bir hakimiyet sağlayacak, hangi eylem planıyla hazır vaziyettelerdir dersiniz? Kapkaççı dahi bitirilemez ise, büyük şehirlerin varoşlarında yuvalanmış-dış destekli olası etnik hareketleri birileri bir gün kullanmaya kalkarsa ne yapabilirler acaba? Vatanımızın etrafındaki bu vahim tablo en ufak bir riski dahi şimdiden yok etmemizi gerektiriyor, acilen...



--------------------------------------------------------------------------------



MERSİN AYNI KERKÜK GİBİ...

'Sayın gazeteci. Mersin'den yazıyorum. Bir süreden beri Mersin 'Bağımsız Kürdistan' için 'denize açılma kapısı' olarak stratejik bir hedef seçilmiştir. Bu proje sadece PKK ile sınırlı değil, işin içinde Talabani ve Barzani de vardır. Kürtçülerin mümkün olduğu kadar Mersin'e göç etmeleri, ticaret ve sanayide etkin olmaları, sivil toplum kuruluşlarını ele geçirmeleri gibi sonuçlar hedeflenmiştir. Türkmen eli Mersin bugün KERKÜK gibi olmuştur. Hırsızlık, gasp, tecavüz, taciz artık sıradan olaylar haline geldi. Yerli Türkmen halk şehirden kaçıyor. Geçtiğimiz sene sadece Çamlıbel mahallesinden en az 50 Türk aile evini barkını sattı ve şehri terk etti. İnsanlar sokağa çıkmaya korkuyor. Ayda en az birkaç kez PKK eylemleri yapılıyor. Molotoflar, taşlar, sopalar. Nevruz'daki olaylar ortada. PKK'nın siyasal temsilcisi konumunda olan partinin oyları her seçimde katlanarak artıyor. İşte Sayın gazeteciler. Mersin böyle. Aynı Kerkük gibi... Bir okur; A.YILMAZ'

http://www.aksam.com.tr/arsiv/aksam/2005/03/29/yazarlar/yazarlar154.html

bgali
31-03-2005, 14:52
[Yorum - Prof Dr. Mümtaz'er Türköne]
Vatanseverliğin ilkel kabilecilikten farkı

Yükselen milliyetçilik dalgası neye hizmet ediyor? Keskin sirkenin küpüne zarar vermesi gibi, bazen sizi koruyan, yaşatan değerlere zarar verebilirsiniz. Mantığın kaybolduğu, duyguların aklın önüne geçtiği durumlarda zayıflayan sağduyuya şiddetle ihtiyaç vardır.


Sağduyu, toplumun birlikte yaşama konusunda geliştirdiği yeteneklerdir. Bugünlerde ve belki uzun bir gelecekte bu yeteneklerin sık sık hatırlanması gerekiyor. İlkel kabileciliğin dirilmesini milliyetçilik zannederek alkışlamak yerine kuşatan, kucaklayan vatanseverliğe ihtiyacımız var.

Sanayileşmenin getirdiği bir yığın insani problemi çözmek için ideolojiler seferber oldu. Hızlı şehirleşme, geleneksel bağlılıkları, cemaat yapılarını yerle bir etmişti. Milliyetçilik yeni ve muhayyel bir cemaat fikri yaratarak bu boşluğu doldurmaya girişti. Artık köyünüzdeki cemaatin yerine adını sanını bilmediğiniz insanlarla ortak yönlerinizi keşfedip, kendinizi bir bütünün parçası olarak hissetmeye ve bu hissin verdiği sıcaklık ve güven duygusu içinde yaşamaya başlıyordunuz. Böylelikle ortaya millet ve bu bütünü korumak ve sürdürmek ülküsü anlamına gelen milliyetçilik çıktı. Çok geçmeden milliyetçiliğin ülkeyi yönetmek ve rakiplerle mücadele etmek için elverişli yanları keşfedildi. Çağımızın devlet modeli, milliyetçiliği şart koşan bir yapıya ulus-devlet modeline inşa dönüştü. Milliyetçiliğin bir toplumda birlik, bütünlük ve dayanışma duygusu ile büyük bir enerji yaratma potansiyeli göz ardı edilemez. Ama aynı şekilde bu bütünleştirici ideolojinin bölücü bir etkisi de mevcuttur. Etnik problemleri olan bir ülkede milliyetçilik, birlik ve bütünlük kadar bölücülüğün de müsebbibi olarak karşımıza çıkar. Çünkü milliyetçilik ortak paydasını kural olarak “öteki”, yani bir düşman üzerine inşa eder. De Gaulle, milliyetçiliği “bir başkasından nefret etmek”, vatanseverliği de “kendi toplumunu diğerlerinden çok sevmek” şeklinde tanımlarken, milliyetçiliğin düşmanlıktan beslenen yönü üzerinde duruyordu.

İmparatorluk tecrübesi

“Düşmanlıktan beslenme” ile “kendi toplumuna bağlılık hissetme” arasındaki ince çizgiyi korumak çoğu zaman zordur. “İmparatorluk tecrübesi” bu çizgiyi yaratıcı ve yapıcı şekilde korumanın yöntemini öğretir. Bugün, İngiltere’de İngiliz milliyetçiliğine herkes “ahmaklık” gözüyle bakarken, özenle “Büyük Britanya milliyetçiliği” vurgulanır. İmparatorluk tecrübesine, birikimine ve mirasına sahip olmanın bir topluma getirdiği farklı yetenekler mutlaka olmalıdır. Yüzyıllarca farklı dinlere ve mezheplere inanan, farklı dilleri konuşan, farklı ten renklerine sahip insanları bir arada yaşatma tecrübesi kolay kazanılacak ve kolay unutulacak bir tecrübe değil. Altı uzun asra yayılan bu tecrübeyi arkasına almış bir toplum çiğ, saldırgan ve düşmanlık üreten bir milliyetçiliğin cenderesine sığdırılamaz. Çok değil, daha aradan bir tam asır bile geçmediğine, nesilden nesile anlatılan hatıraların sıcaklığı durduğuna göre, böyle bir toplumun becerisi birlikte yaşama ve yaşatma yeteneği olmalıdır.

Bir imparatorluğun “unsur-ı aslisi”nin aklına gelebilecek en son şey milliyetçiliktir. Çünkü bunun adı bölücülük ve devletin temellerine dinamit yerleştirmekten başka bir şey değildir. Nitekim bizim tarihimizde Türkçülük, bölgemizde en son ortaya çıkan milliyetçilik türüdür. İmparatorluk tecrübesi etnik aidiyete dayalı milliyetçiliği geciktirir. Bu da son derece doğaldır. İmparatorluk tecrübesinin, bir toplumun milli kültürüne ve ürettiği milliyetçiliğe yansıyan en olumlu yönü; farklı etnik kimlikleri bir arada yaşatma yeteneğidir. Bunun bir adım ötesi devletin yüklendiği özel anlamdır. Devlet, böyle bir tecrübenin nihayetinde farklılıkları bir arada, barış ve adalet içinde yaşatan kurum olarak ön plana çıkmaktadır.

İmparatorluk tecrübesine sahip olmak, hoşgörü sahibi olmaktır. Farklılıklara tahammül eden, hatta bunları bir zenginlik olarak gören bir kültüre sahip olmaktır. Farklı dile, dine, kültüre sahip insanların yan yana meşru bir şekilde yaşayabileceğini peşinen kabul etmek demektir. Etnik çatışmaların yükseldiği çağda, bu saydığımız özelliklerin hepsi altın değerinde meziyetlerdir. Sorunların çözümü, bulunduğumuz yerin sağlamlığı ve geleceğe doğru yolumuzun aydınlığı bu meziyetlerin eseri olacaktır.

Birlikte yaşama

Batı’da milliyetçilik, doğumundan itibaren kan, ırk, dil, kültür gibi ortak paydalar üzerinde ete kemiğe bürünürken, bizim toplumumuzda ırkçılık “yabancı” ve anlaşılamaz bir fikir olarak kalmıştır. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi, yüzyıllar boyunca insanların kimliğini, mensup olduğu cemaati belirleyen temel referans din olmuştur. Din bağı, ırkı çağrıştıran bütün bağlılıkları saded dışına itecek güçte bir bağlılık yarattığı için ırkçılığa da geçit vermemiştir. İkincisi, Batı’da feodalitenin kurumlaştırdığı toprak aristokrasisi sürekliliğini “asalet” adı altında kan bağına dayandırmıştı. Böylesine bir asalet kültürü, zamanla kolaylıkla “asil ırka” dönüşebilmiştir. Bizim tarihimizde ise, irsiyetle kazanılan bir asaletin ve buna dayalı hak iddiasının yeri olmamıştır. Tarih boyunca üstün bir ırk olarak kabul edilen “kavm-i necip” dışında kimsenin üstünlük iddiası olmamıştır. Öbür taraftan toplumsal bölünmeler göçebelik, köylülük ve şehirlilik esasına göre yapıldığı için, farklı etnik topluluklar da aynı potanın içine sokulmuştur. Osmanlı için Arap, Kürt ve Türkmen göçebeler aynı ve eşit derecede sevimsiz unsur iken, şehirlilik din farkını bile yumuşatan bir üstünlük aracı olagelmiştir. Bu tarihin konumuz için özeti şudur: Bizim için ırkçılık imkansızdır.

Alışkın olduğumuz bir şeye farklı bir gözle bakmayı deneyin. Büyük şehirlerimizin işlek caddelerinde yanınızdan geçen insanlara dikkatle bakın. Asyanın doğusundan Avrupa’nın en batısına kadar çok geniş bir coğrafyada rastlayabileceğiniz insanların yüzlerini fark edeceksiniz. Bu coğrafyada yaşanmış uzunca bir tarihin adeta genetik iz düşümleridir gördükleriniz. Bunun içinde bir ırk ve kan ortaklığı arayanlar, yanlış bir yola sapmış demektir.

Tarihimizin bugüne intikal eden zaafları, hataları elbette vardır. Saplantılarımız, gereksiz endişelerimiz gibi. Aynı şekilde bize güç veren hasletlerimiz ve meziyetlerimiz de vardır. Övüneceğimiz en büyük hasletimiz de farklı olanları birlikte, bir arada yaşatma becerisidir. Bu hasletin değerini teslim etmemiz ve kaybolduğu yerden bulup çıkartmamız ve adeta bir milli kimlik özelliği halinde yüceltmemiz gerekir.

Komplo içinde komplo

Dünyada olup bitenleri komplolarla açıklamak, zahmetsiz ve sığ bir düşünce ile işleri idare etmek anlamına geliyor. Komplocu düşünce bir toplumu öylesine savunmasız bir noktaya getirir ki, düşmanlarınızın sizin için adım atmasına bile gerek kalmaz. Boydan boya paranoid şizofreniye mahkum edilen bir toplum, bırakın kendi güvenliğini sağlamayı, hayati aktivitelerini bile sürdüremez. Komplocuların anlayabileceği bir dil ile konuşalım: Bir topluma karşı girişilebilecek en büyük komplo, o toplumu komplocu düşüncenin sığlığına mahkum etmektir. Komplolarla kafası meşgul, komplolarla her şeyi açıklayan, komplolarla yatıp kalkan bir toplumu, emeğin ve düşüncenin zenginliğine, dolayısıyla sağlıklı bir şekilde var olacağı dünyaya kimse taşıyamaz.

Türkiye’nin birliğine ve bütünlüğüne yönelik tehdit dışarıdan değil içeriden geliyor. Bölenler, komplolar imal edenler değil, olan bitenleri komplolarla açıklayıp asıl emek ve gayret gerektiren alanı yok sayanlar. Bölünme tehdidi, Kürtlerden değil ilkel, kaba ve dışlayıcı bir milliyetçiliği marifet zanneden Türklerden geliyor.

Bir insanın rüya gördüğü, sayıkladığı ve düşündüğü dili yasaklayarak, farklı dili konuşanları aynı çatı altında tutabilir misiniz? Aynı dilin konuşulmasına, AB sürecinin zorlaması ile izin verdikten sonra kendi ülkenizde, vatandaşlarınız üzerindeki egemenliğinizden dem vurabilir misiniz? Tam tersine arkasında uzun bir imparatorluk tecrübesine sahip bir devletin, bölgeye gönderdiği memurun, güvenlik elemanının, hakimin o yörenin dili ile halkla iletişim kurabilecek beceriye sahip olması gerekmez miydi? Türkiye’yi küçültecek olan şeyin Kürtleri dışlayan ilkel bir “Türk milliyetçiliği” olacağını fark edebilmek için nelerin olması gerekiyor? Üstelik bunu, imkansız olduğu için ahmakça olan bir ırkçılık marifetiyle gerçekleştirmenin kendi üretimimiz olan bir komplo olduğunu ne zaman fark edeceğiz?

Irkçılık ahmaklıktır. Bu topraklarda yaşayan 70 milyon Türk’ün her biri, Güneydoğu’da yaşayan biri kadar Kürt’tür; yani bir millettir. Bu insanları bir millet haline getiren şey, uzunca bir tarihî birlikte yaşamak ve yapmanın dışında; aynı hukuk ile birbirine bağlanmaları ve birlikte yaşamaya karar vermeleridir. Ayrı bir dili konuşan bir toplumun ayrılık sevdasına kapılması, zihinlerin karışması bir ülkenin bölünmesi için gereklidir; ama yeterli değildir. Yeterli olması için, çoğunluğun da bu farklı olanları dışlaması, onlarla birlikte yaşayamayacak kadar nefret etmesi gerekir. Altı asır farklılıkları bir arada yaşatmayı bir kültür mimarisine dönüştürme becerisi göstermiş bir toplumun işi artık nefret olacaksa yapacak bir şey kalmamış demektir.

Üç çocuğun hakaretine uğrayan bayrağı milli şahlanış vesilesi yapmayı, koca Türkiye devletini bir kabile devleti zanneden komploculara ve şehirler arası rekabete bağlayarak önemsiz bir olay olarak geçiştirelim. Israrla farklılıklara saygı ile bakmaya, birlikte yaşamanın bütün zorluklarını aşacak güce, soluğa ve zenginliğe sahip olmaya devam edelim. Biraz yukarda, bütün bunları birbirine sağlam bir şekilde bağlayan hukukun aydınlığını ve güvenini geliştirelim. Ve kendisini milliyetçi olarak niteleyenlerden, “Türk devletinin milleti ile bölünmez bütünlüğü” için Kürt vatandaşlarımızı sevmelerini, onların haklarına ve hukukuna saygı göstermelerini bekleyelim.


GAZİ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ
http://www.zaman.com.tr/?hn=158371&bl=yorumlar&trh=20050331

kasved
17-05-2005, 13:35
Cumhuriyet 17.05.2005
DÜNYADA BUGÜN
ALİ SİRMEN
Proja Demokratica Asia
Özbekistan'daki son olaylar üzerine, okurlarımın önemli bir bölümünün okuduğunu tahmin ettiğim, ''Sivil Örümceğin Ağında'' kitabının yazarı Mustafa Yıldırım' dan Proja Democratica Asia başlıklı bir yazı aldım. Çok ilginç bulduğum bu yazıyı aynen dikkatinize sunuyorum. A.S.


1991 yılında ABD hazinesinin parasıyla Bodrum Yalıkavak'ta Aydın Yalçın önderliğinde toplanan eski CIA'cılar, liberaller, Hür Avrupa Radyosu'nun Türk elemanları işlerini tam gördüler doğrusu... Turan hayallerinden ABD kucağına ancak böyle düşülürdü...

''1991 toplantısının ardından ABD ve İngiltere, Kafkasya'ya egemen olma yolunda hızla ilerlediler ve Karadeniz kıyılarından Ermenistan'a uzanan topraklarda egemenliklerini pekiştirdiler. Bu arada İngiliz Wesminster ile NED'e bağlı örgütler, Soros 'un parayla desteklediği Açık Toplum elemanları, Gürcistan'ı ele geçirmeyi başardılar. Darbe günü parlamentoyu basan deri ceketli Açık Toplum elemanlarından birisi daha sonra TV'lerde Yugoslavya'nın dağıtılmasında önemli payı bulunan ve hem Ned, hem de Soros vakfından destek görmüş olan OTPOR gençlik örgütünün daha sonra Ukrayna'yı örgütlediğini ve en sonunda da Gürcistan'da gençlik örgütleme yöntemlerinde yardımcı olduğunu açıkladı.''

Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Kazakistan arasındaki dayanışma, ortak askeri tatbikatlara uzanan birliktelik demokrasi(!) operatörlerince dağıtıldı.

Kırgızistan yönetimi aymazdı... Bişkek'te Freedom House'un (CIA propaganda aygıtı) merkez kurmasını demokrasi sandılar. Kadınlar, gençler, öğretmenler NED ve bağlantılarınca örgütlendi. NED'den Nadia Diuk sendikacılarla son bir toplantı yaptı ve olaylar başladı.

Ve sonuç biliniyor!

TC yönetimi bile Kırgızistan'ın Batılı vurguncuların avcuna düşmesini ''devrim'' olarak selamladı! Kırgızistan'da, Asya için en önemli kaynak olan su vardı... Kırgızistan, Orta Asya'daki her bir ülke gibi, askeri anlamda önemlidir, ama bir başka kaynak var ki, USA ve Batı Avrupa'nın iştahını kabartıyor: Uranyum!

Ne yazık ki, Türkiye, hem de uzun yıllar kendilerini milliyetçi(!) ilan edenlerin çabalarıyla, Asya'nın ele geçirilişinde bir köprü oldu ve bir yoldaşlık görevini üstlendi. ''1980'li yıllarda Eurasia Foundation (USA/Avrasya Vakfı) ile beslenen operasyonlar, Bodrum'da pişirilen ilişkiler öylesine hızlı gelişti ki, hakkında 'Din Hürriyeti' raporları hazırlanan ve iç muhalefeti açıktan desteklenen Özbekistan'da bile, CIA'nın propaganda aygıtı olarak bilinen Freedom House, işlerini Taşkent'te bağımsız, büyük bir binadan yönetmeye başladı. Türkiye'den bazı 'cemaatler' in açtığı okullarla bu işlerin arasında ne tür bir koşutluk olduğu ise ayrı bir araştırmanın konusu olmalıdır.

Georges Soros 'un örgütü OSI öteki Asya ülkelerinde olduğu gibi kadın ve gençlik örgütleri kurdu, muhalif yayınları destekledi. OSI devlet aygıtıyla ilişkileri sıkı tutmak ve geleceği güvence altına almak amacıyla eğitim alanına daldı, öğretmen ve öğrencilerle parasal bağlar oluşturdu. Adalet Bakanlığı'nın reform çalışmalarına 123.bin dolar bağışlayan Soros'un Özbekistan'ın açık bir toplum olması için yaptığı katkı 2003 yılı sonunda 22 milyon dolara ulaştı. Özbek Devleti, Mart 2004'te Soros'un OSI örgütünün çalışma iznini kaldırdı. Bunun üzerine Soros Özbek yönetimini demokrasi düşmanı olarak ilan etti.

Bu arada Özbekistan'da bir yandan İslamcı örgütlerin yarattığı bombalı kargaşa sürmekte, öte yandan NED tarafından ve ABD örgütlerince desteklenen muhalefet partileri ABD'de toplantılar düzenlemektedir.

Muhalefetin en sertlik yanlısı, Washington'da eski ustalarla içlidışlıdır, bir öteki Radio Free Europe'tan ayrılmıyor ve NED parasından bir parça da olsa sebeplenmiş durumda.

Aynı zamanda ABD örgütleri, 'Büyük Ortadoğu ve Asya Projesi' adı verilen yayılma ve açık-gizli işgal planlarını kabul ettirebilmek için işbirlikçileriyle birlikte yoğun bir çalışmaya girişmişlerdir. Sivil örümcek ağında yer alan işbirlikçi örgütler hem yurtta hem de Washington'da konferanslar düzenlemekten geri kalmamaktadırlar. (Sivil Örümceğin Ağında, 5. Basım, s.95-96) ''

SSCB'nin dağıtılmasının ardından, çok partili bir düzen oluşturma, demokratik kitle örgütleri kurma ve örgütleme deneyimine sahip olmayan ülkeler Batı'dan gelen eğitmenlerin eline düştü. Batı'nın ve onların yardakçısı ikinci ülkeler medyası gerçekleri gizliyor, öteki ülke insanlarını da eyleme çağırıyor!

Demokrasi ve özgürlük sarhoşluğu bir tür anarşiye dönüştü...

Bu dönüşümü parayla, elemanla destekleyenler şimdi avuçlarını ovuşturuyorlar.

Uluslar sarhoşlukla bağrınırken, onlar doğal kaynaklara sahip olmanın ve kıtaları kolonileştirmenin keyfini sürüyorlar.

Eşkıyanın yardakçılarıysa kendilerine düşecek kırıntıların hesabındalar...


Mustafa Yıldırım


[email protected]

kasved
17-05-2005, 13:49
Cumhuriyet 17.05.2005
BENCE
İZZETTİN ÖNDER
İstikrarsızlaştırma Dalgası Yayılıyor
Türkiye'de iki çizgi üzerinde istikrarsızlaştırma dalgası yayılmaktadır. Bunlardan birincisi ekonomik alanda Türkiye'yi açmaza sürüklemek, ikincisi ise böylece çürütülmüş zemin üzerinde Türkiye'yi politik çalkantıya atmaktır.

Türkiye üzerindeki bu oyunda kapitalist merkezlerin çıkar birliği yapması gerçeği yanında içerideki çıkar çevrelerinin özellikle de siyasal kadronun, belki de elinde olmadan bu çabalara katkısı hayli düşündürücüdür.

Dış güçlerin Türkiye üzerindeki oyunları olağan görülebilir. Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamaya çalışan güçlerin bugün de aynı emelle tekrar tarih sahnesine çıkmalarını hiç yadırgamamak gerekir. Ortadoğu, Batılılar için bir yerleşme merkezi olmaktan çok, birbirleri ile mücadelede birinci derecede önemli stratejik bir bölgedir. Sovyetler'in dağılması bu bölgenin önemini bir açıdan azaltırken başka bir açıdan arttırmıştır. Bu nedenle, bu bölgenin güçlü Batılılar tarafından izlenmesi ve denetim altına alınmaya çalışılması yadırganmamalıdır. İstikrarsızlaştırılan bölgenin ortasındaki Türkiye, biraz şaşkın bir halde bir tarafa yamanmaya çalışmaktadır.

Avrupa Birliği'ne girdiğimizde, toplumun bir kesimi Avrupa'da dolaşmanın serbest olacağını ve cebine para gireceğini, başka bir kesimi tarikata girmenin ve türban takmanın serbest olacağını, diğer bir kesimi ise ayrı bir devlete kavuşacağına inanmaktadır. Tarihsel ve toplumsal birikim ortada iken, AB dayatması ile bir gecede demokrasiye ve insan haklarına kavuşacağımızı düşünen liberallerin, AB dayatmalarını liberalizm düşüncesiyle bağdaştırma senaryosu da hayli ilginç, doğrusu!

Emperyalistlerin stratejik bölgeleri bölerek yönetme taktiğini ve ''demokratikleştirme'' kavramı ile neyi kastettiğini yirmi birinci yüzyılda hâlâ anlayamamış liberaller, emperyalistlerin eteğine yapışmaktan medet ummaktadır. Ancak özel eğitimle sağlanabilir böylesi bir akıl ve idrak düzeyi! Sıkışmakta olan merkez ekonomilerin bu sıkışıklığı ancak çevreden aktarılan kaynaklarla hafifletilebilir. Dün de bugün de aynı politika sürmektedir. Almanya'ya giden emekçilerimizin orada hangi işlerde çalıştırıldığını ve onların bugün ne durumda olduğunu anlamak, emperyalistlerin bizler gibi çevresel konumlu halklar üzerindeki amacını ortaya koyar. Tüm pis işler yabancı işçilere yaptırıldı. Maden ocaklarında ya da kanser oluşturma riskinin yüksek olduğu işlerde yabancı işçiler çalıştırıldı. Bugün bizlere medeniyet ve kültür dersi verenler, ülkelerine çağırdıkları yoksul emekçilerin insan haklarına saygı göstermemişlerdir. Bunları anlamamak için kör olmak gerekmez mi!

İçe döndüğümüzde, IMF ile yapılan anlaşmalar, 2006 yılına ait bazı borçların ertelenmesi, açıktır ki, hükümetin elini kolaylaştırmaktadır. Ancak, bu politikaların Türkiye'nin lehine olmadığı ve bazı tavizlere yönelik olduğu ortadadır. Trabzon ya da kitap yakma olaylarının üzerine ciddi olarak gidilmemesi kadar, İncirlik anlaşmasının kapalı geçilmesi de dış siyasetimiz için olduğu kadar iç hukukumuz açısından da tehlikeli ve karanlık gelişmelerin habercisidir.

Anayasa Mahkemesi üzerindeki tartışmalar kadar TÜBİTAK üzerinde hükümetin baskısı da Türkiye'yi ortaçağ karanlığına sürükleme işaretleri taşımaktadır. Başbakan'ın üniversite öğretim üyeleri ve yöneticileri için ileri sürdüğü mantık anlaşılır gibi değildir. Bir ülke, üniversitesinin siyasetçilere bağımlı değil, bilimsel özerkliğe sahip olması ile övünür. Parayı verenin yönetim hakkını da elinde tuttuğu görüşü, mantıksal açıdan tutarsız olduğu kadar bizzat kendi içinde de yanlıştır. Zira, kapitalist devletler ''mülk devlet'' değildir. Bu devletlerin kendi malvarlıkları olmayıp halktan toplanan vergilerle kamu harcamalarını yaparlar. Bu nedenle, idare hukuku açısından siyasal yöneticiler ''asıl sahip'' değil, ''emaneten yönetimi üstlenenler'' dir. Bilinmesi gerekir ki, üniversitelere olduğu kadar, tüm kamu kuruluşlarına ve siyasal kadrolara para veren merci hükümet değil, halktır! Üniversitelerimiz de, geçmiş yıllarda, her bakana göre açılış tarihlerini değiştirmeselerdi, tüm topluma ve siyasilere bugünkünden çok daha olgun bir bakış açısı kazandırmış olurlardı. Üniversite, ne lise gibi bir okuldur ne de devlet dairesi benzeri bir kurumdur. Gönül isterdi ki, halkımız ve siyasilerimiz üniversitelerinin bağımsızlığı ve bilimsel özerkliği ile övünsün! Demek ki, demokratikleşmek ve üniversiteleşmek çok uzun yıllar ve deneyimler gerektiren bir süreçmiş; on beş günde on beş yasa çıkarma köleliği ile toplumlar olgunlaşamıyor, gerilikten kurtulamıyor ve istikrara kavuşamıyor!

kasved
18-05-2005, 11:21
Cumhuriyet 18.05.2005
GLOBALPOLİTİKÜLTÜR
ERGİN YILDIZOĞLU
Bataklıkta İki Yıl
Bush, ''mission accomplished'' (görev başarıldı) pankartı önünde kameralara poz verdiğinden bu yana iki yıl geçti. İki yılda yaşananlar ''görevin'' başarılması söyle dursun, ABD'nin Irak'ta askeri ve ahlaki bir bataklığa saplanmış, Robert Fisk 'in deyişiyle bir ''pislik kültürünün'' yerleşmiş olduğu görülüyor.

Başarı üstüne başarı (!)
Bağdat'ın fethi büyük bir ''başarıydı'' , ama Irak halkı işgalcileri çiçeklerle karşılamak yerine, silahlanıp direnmeyi seçti. ABD'ye göre bu direnenler, kılıç artıkları, umutsuz Baas partisi kadrolarıydı. Geçici yönetim kuruldu. Şimdi, Irak halkı geleceğe umutla bakacak, direniş gerilemeye başlayacaktı. Direniş güçlenmeye yayılmaya, Amerikan askerleri, Irak halkı ölmeye devam etti. Saddam 'ın iki oğlu öldürüldü. Şimdi direnişin beli mutlaka kırılacaktı. Direniş güçlenmeye, yayılmaya, Amerikan askerleri, Irak halkı ölmeye devam etti. Sonra Saddam yakalandı. İşte şimdi direnişin sonu gelmişti; artık mutlaka gerileyecekti. Direniş güçlenmeye, yayılmaya, Amerikan askerleri, Irak halkı ölmeye devam etti. Bu sırada ABD yeni Irak'ın ordusunu kurmaya başladı. Kısa sürede yeni ordunun personel sayısı 150 bine ulaştı. Bu da büyük bir ''başarıydı'' . Ancak Felluce savaşları sırasında görüldü ki, Iraklı askerlerin çoğu, ya kaçıyor ya da silahlarını Amerikalılara çeviriyorlardı. Felluce başarıyla dümdüz edildi. Ama aynı anda direniş Felluce'den üç kat büyük bir kent olan Musul'u ele geçiriyor, uzun süre elinde tutabiliyordu. Seçimler de büyük başarıyla gerçekleşti. Yeni hükümet kuruldu. Artık Irak halkının bir umudu vardı. Direnişin ise gidecek bir yeri yoktu. Artık mutlaka gerileyecekti. Yeni hükümet kurulduktan sonra direniş güçlenmeye, gelişmeye devam etti. İki ayda 600'den fazla can aldı. Üstelik, şimdi daha örgütlüydü, daha iyi silahlanmıştı, zırh delici mermileri, çelik yelek giyen, gece dürbünü taşıyan savaşçıları da vardı ( The Daily Telegraph ). Üstelik ölümüne savaşıyorlardı ( New York Times , 13/05)

Nisan sonunda yanlışlıkla açıklanan bir Pentagon ''değerlendirme raporu'' , savaşın gerçeğine ışık tuttu: Temmuz 2004-Mart 2005 arasında işgal güçlerine yönelik 15 bin 527 saldırı gerçekleşmiş. Kasım 2004 - 12 Mart 2005 arasında yalnızca Bağdat'ta 3 bin 306 saldırı söz konusu. Aynı dönemde, Irak'ın en stratejik yolu olan Bağdat Havaalanı yolunda 135, yaklaşık günde bir saldırı gerçekleşmiş ( Newsweek , 11/05). İşgal güçleri bırakın Irak'ı denetim altına almayı, Bağdat Havaalanı yolunu bile denetleyemiyorlardı!

ABD stratejik analiz uzmanları bu ''direnişi anlamıyor'' , arkasındaki mantığı ''bir türlü kavramıyor'' , çözümleyemiyor, karşı bir taktik geliştiremiyor. ''Bu direniş Vietnam Savaşı'na da benzemiyor'' ( International Herald Trubune , 16/05).

Pislik diz boyu
Halen Irak'ta 140 bin-150 bin arası ABD askeri personeli var. Irak savaşının maliyeti 300 milyar doları geçti. ABD savunma bütçesi 440 milyar dolara (dünyanın diğer ülkelerinin askeri harcamalarının toplamına eşit bir büyüklüğe) ulaştı. Irak, tarihin gördüğü en büyük yolsuzlukların, hırsızlıkların toprağı haline geldi. Savaşın bittiği açıklandıktan bu yana 1600 Amerikan askeri öldü, yaralı sayısı 10 bini geçti. Iraklı sivillerin kayıplarına ilişkin kesin bir veri yok ama güvenilir kaynaklar 100 bini geçti diyorlar.

Tüm bunlara karşın Irak'ta kitle imha silahları bulunamadı. Saddam'la El Kaide arasında, Irak'la 11 Eylül saldırıları arasında bir ilişki yoktu. Bush ise 11 Eylül saldırganlarının ülkesinin kralıyla el ele resim çektirmeye devam ediyordu.

Irak savaşı, ''terorizmle savaş'' , askeri iflasların yanı sıra ahlaki bir çürümeye de yol açtı. İşkence resmi sorgulama yöntemi haline geldi. CIA'nın, Suriye, Mısır, Özbekistan gibi işkencenin olağan sayıldığı ülkelerden taşıdığı zanlılar, yağda kızartılarak, suda haşlanarak, elektrik verilerek, cop sokularak, öldürene kadar dövülerek sorgulanıyorlardı ( The Independent 08/05). Ebu Garip ve Guantanamo isimleri dünya halklarının belleğine kazındı. İlk köle gemilerinin ABD sahillerine ulaşmasından, Doğu Hindistan Kumpanyası'nın özel ordular kurmasından bu yana sömürgecilerin gaddarlığında bir azalma yoktu.

Ancak dünya artık o dünya değil. Bu savaş, bugün bizzat ABD askerlerinin midelerini bulandırıyordu. Asker kaçaklarının sayısı 5 bin 133'ü geçti, askerden ayrılanlara danışmanlık yapan ''GI Right Hot Line'' (asker hakları telefon hattı) Geçen yıl 30 binden fazla başvuru almış. Buna karşılık ABD ordusu yeni asker yazmakta zorlanıyordu, kayıt oranları hedeflerin yüzde 30 gerisine düştü ( The Independent, 16/05), gençleri askere yazılmaya ikna etmek için uygulanan taktikler toplumda infial yaratmaya başladı. Evet, ABD'nin imparatorluk hamlesi başarıdan başarıya koşmaya devam ediyor...


[email protected]

kumralada
08-08-2005, 18:26
Ya müzakere başlamazsa!

Yiğit Bulut

AB sürecini geldiğimiz noktada 'Rum tarafını tanımadan' sadece gümrük protokollerini imzalıyoruz diye algılayıp, algılatanlar, şimdi çok ciddi bir sorun ile karşı karşıyalar; Rumların isteği, Fransa ve Avusturya'nın baskısı ile AB, Türkiye'den 'Rum Kesimi'ni Kıbrıs olarak tescil eden imzanın tanımaya dönüştürülmesini' istemeye, aksi durumda müzakereleri veto etmeye hazırlanıyor. İsteklerinin altındaki tez aslında normal süreç içinde çok haksız değil; tanımadığınız bir ülke ile müzakere yapmanız varolan diplomatik kurallar ile gerçekleşemez... Bu noktada bir ekleme yapmak istiyorum; vurgulamak istediğim tanınma talebinin haklı olduğu değil. Bize anlatılan hikâyenin, yani 'sadece Gümrük Birliği imzası atarız, tanımadan yolumuza devam ederiz' kısmının doğru olmadığı. Rum tarafını 'Kıbrıs Cumhuriyeti' olarak tescil eden imzayı atıp, müzakere etme yoluna girerseniz, sizden bütün üyeleri tanıma talep edilmesi gayet doğaldır. Burada doğal olmayan; bunun böyle olduğunu bilmelerine rağmen sırf iç siyasi ve ekonomik dinamikleri AB beklentisine endekslemek uğruna 'normal olmayanı' yapıp kamuoyuna doğruyu anlatmamaktır... Bu noktada bir uyarı; kapalı kapılar ardında verilen sözlerin de tanıma dahil her seçeneği içermesi mümkün...
Peki şimdi ne olacak? 40 milyar dolar sıcak para, beklentinin gerçekleşmeye dönüşmeden şiştiği hatta ekonominin belkemiğine dönüştüğü bir ortam, artan terör, patlayan işsizlik ve tüm varlığını- geleceğini ülkenin varolan bütün dinamikleri ile birlikte AB sürecine endekslemiş bir hükümet... Sormak lazım şimdi ne olacak?
Sonuç: Gerçeklerle özellikle 'AB beklentisi' ve 'sıcak para' dinamikleri ile yüzleşme zamanı geldi, geçiyor. Bunu yapmazsak ne olur? Ortaya öyle bir yapı çıktı ki; tıpkı her şeyi yutan ama geri vermeyen ama aynı zamanda 'pembe' tabloların devamlılığını da sağlayan bir canavar... Peki pembelikten hoşlananlar için bu canavar beslenemez mi? Birkaç ay daha beslenebilir. Bugün Telekom'u, yarın Ereğli'yi, sonrasında Tüpraş'ı, 'canavarın sıcak para ve açıklar haznesine', Kıbrıs ve siyasi tavizleri 'siyasi ödünler haznesine' atarsanız bir süre daha birlikte yaşarsınız. Bu noktada soralım; içine atacak bir şey kalmayınca ne olacak? Olacak olan gayet basit; ilk önce kendini yaratanları (57. hükümet bu canavarın daha küçüğünü yetiştirmişti, daha doğrusu yetiştirmeleri zorlanmıştı, besin bitip kârlar cebe inince hepsini yuttu) yok edecek, sonrasında da ülkeye saldıracak...
Son söz: Yukarıdaki benzetmeleri aşırı kötümser bulabilirsiniz. Bugün için haklısınız ama geldiğimiz noktada gerçeklerin sorgulanması için 'karamsar olmak' zorundayız. Yoksa işin tersi çok kolay. Hep birlikte uçalım, gerçekleri görmeyelim; AB süreci sorunsuzmuş gibi yaparak borsayı 50 bine sürükleyelim, dövizi ve faizi diplere bastıralım, bütün kamu kuruluşlarını özelleştiriyormuşuz rolünde yok edelim, bankalarımızı yabancılara bırakalım, koylarımızı kendi vatandaşlarımızın içine giremeyeceği şekilde kiralayalım, yani hazneleri devamlı doldurarak canavarı besleyelim...Ya sonra? Sevgili dostlar, bu canavar daha da palazlanıp 'besleyemediğimiz durumda bize saldırmadan' gerçekleri görme zamanımız geldi de geçiyor...
Not 1: Terör örgütü, 'Hükümet tarafından muhatap alınma' yolunda ciddi yol aldı. Kendini 'aydın' diye tanıtan birkaç yüz kişi terör örgütü ile hükümet arasına girmek için Başbakan'dan randevu aldılar. Sloganları da çok ilginç 'taraflar arasında kalıcı barış sağlamak'... Soralım; hangi taraflar?


http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=160839

Cinnamon
22-08-2005, 14:29
Özgüven


Her küçük ya da büyük sorunda aynı toplumsal eksikliğimiz ortaya çıkıyor. Özgüvenimiz yok. Ya da yok edildi.

Üniversite oyunlarını düzenliyoruz, aylar öncesinden geriliyoruz. Tesisler hazır olacak mı? Ya hazır olmazsa?

Formula 1 yarışlarının İstanbul'da yapılması kararı alınıyor. Sevinçle gerilim birlikte ortaya çıkıyor: Ya bir sorun çıkarsa, ya kıvıramazsak?

Benzerini Eurovision şarkı yarışmasında da yaşamıştık. Aylarca ya beceremezsek diye kıvrandık durduk.

Sonra da şu oluyor: İşe başlarken yaşadığımız özgüven eksikliği, eğer işi başarırsak büyük bir şişinmeye dönüşüyor. Hep birlikte seviniyoruz, bir yanlış yapmadık, yapılması gerekeni yaptık diye.

"Yapılması gerekeni yapmak" gibi doğal bir durum büyük bir sevinç kaynağı oluyor. Çünkü o işe başlarken kendimize güvenemiyoruz, birbirimize güvenemiyoruz.

Bu özgüven eksikliğini sadece spor ve sanat organizasyonları öncesinde yaşamıyoruz. Her toplumsal sorunumuzda çözüm arayışına girdiğimizde yine aynı özgüven eksikliğiyle işe başlıyoruz. Bu durumda da herhangi bir sorunun çözümü için gereken geniş toplumsal uzlaşma ve seferberlik duygusu yaratılamıyor.

...
...

http://www.vatangazetesi.com.tr/root.vatan?exec=yazardetay&tarih=22.08.2005&Newsid=59128&Categoryid=4&wid=11

yeter
10-09-2005, 11:50
http://www.milliyet.com.tr/2005/09/10/yazar/altan.html

Öbür gün okullar açılıyor. Milli Eğitim Bakanlığı'nın yeni dönem için uygulamaya soktuğu köklü değişiklikler, okullarla öğretmenlerin durumu, hali vakti yerinde olan ailelerin çocukları için yapılan bazı ayrıcalıklar, tartışılıp durmakta...
***
2005 yılındaki eğitim tablosu ortada; bir yanda tek öğretmenli köy okulları, bir yanda okula gönderilmeyen kız çocukları, bir yanda boş gezenin boş kalfası olarak dolaşan yüz binlerce üniversite mezunu, bir yanda öğretmen kadrolarındaki boşluklar ve aksaklıklar...
***
Şimdi dönelim 1929 yılına...
Maarif Vekâleti Milli Talim Terbiye Heyeti, 11 Şubat 1929'da haftalık bir dergi çıkarmaya başlamış. Derginin adı "Halk"; fiyatı 3 kuruş.
İşte derginin ilk sayısında yayımlanan "Millet Mektepleri" adlı yazı...
***
"Millet Mektepleri
Eskiden herkes okuma yazma bilmezdi, yalnız memurlar, hocalar okuryazardı. O zamanlarda halkın cahil kalması fena görülmüyordu, hatta böyle olması lazım sayılıyordu. Bizde on, on beş sene evveline kadar hal böyle idi.
Garp dediğimiz Avrupa memleketlerinde ise hemen bir asırdan beri bu yanlış düşünce ortadan kalkmıştı. Oralarda bir taraftan kitap ve gazete matbaacılığının büyük terakkisi, diğer taraftan iş ve ticaretin, fabrikacılığın alabildiğine ilerlemesi okuma yazma ihtiyacını hem artırmış, hem de kolaylaştırmıştır."
***
"Yüz senedir Garp'ta hükümet işleri de başka şekiller almaya başlamıştı. Artık devlet demek, başta kral olmak üzere birkaç yüz kişinin rahat ve zengin yaşaması için milyonlarca halkın onların istedikleri yolda çalışmalarını temin edecek bir teşkilat demek değildir. Devletin gayesi, hükümetin maksadı, milletin, halkın refah ve saadetini temin etmek olmuştur. Yavaş yavaş baştan krallar atıldı, kalanlar da artık hükümet işlerini halka bırakmaya mecbur oldu. Her yerde halk hükümetleri kuruldu. Hükümetlerin başına halktan çıkma adamlar geçti. Artık milletin millet tarafından ve millet için idare edilmesi esası hüküm sürmeye başladı."
***
"Milletin kendi kendisini idare etmesi, halk hükümetinin, cumhuriyetin idaresi için dünyanın işleri hakkında birçok bilgilere ihtiyaç vardı. Bu bilgilerin anahtarı da okumak-yazmak idi.
İşte bu sebeplerden Garp'ta maarif çok ileri gitti. Hemen otuz seneden beri büyük Garp milletinde okumak yazmak bilmeyen hiçbir insan kalmamıştır."***
"Biz bu işte çok geri kaldık. Bu halin sebepleri şunlardır:
1- Padişahlar ve onların etrafındaki yardakları, yalnız kendi menfaatlerini düşünüyorlar, milletin cahillikten kurtulmasını akıllarına bile getirmiyorlardı.
2- Hocalar ve şeyhler halkın okuyup yazarak dünya işlerinden haber almalarını istemiyorlardı.
3- Eskiden Arap harflerini öğrenmek çok zor idi.
4- Padişahların kötü idaresi yüzünden harpler, karışıklıklar bitmiyordu. Halk rahat nefes alamıyordu ki, okumaya vakit bulabilsin."
***
"Büyük Gazi; düşmanları, padişahı kovduktan, hocaları yola sokup tekkeleri kapattıktan ve halk hükümeti olan Cumhuriyet'i kurduktan sonra, milleti bu asrın ileri milletleri ile bir seviyeye çıkarmak için eski Arap harflerini kaldırdı. Onların yerine Garp milletlerinin kullandığı harfler cinsinden Türkçe harflerini çıkardı. Büyük Millet Meclisi bunun kanununu yaptı."
***
"Gazi nasıl on sene evvel düşmanları vatan topraklarından atmak için milleti seferberliğe çağırdı ise; şimdi de Türk yurdundan cahilliği kaldırmak için seferberlik ilan etti. Türkiye'de kadın erkek herkes okumak, yazmak bilecektir. Bu ülkede artık okumak bilmeyen kalmayacaktır. İşte Millet Mektepleri bunun için açıldı."
***
"Türk milleti çok anlayışlıdır. Kendisini hep iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe götürmüş olan Büyük Gazisinin bu yeni seferberliğine de hemen koştu. Bakınız Millet Mektepleri açılalı daha kaç hafta oldu?
Bunlara devam edenlerin miktarı daha şimdiden 900.000 (dokuz yüz bin) adedine yaklaşmıştır. Kati tahmine göre mayıs iptidasına kadar 1.000.000 (bir milyon) Türk okuryazar olacaktır. Bu faaliyet devam edeceği için ve mekteplere devam edenlerin sayısı her devrede biraz daha artacağı için, en çok on senede Türkiye'de bir tek cahil kalmayacaktır."***"Şimdilik yalnız okuma yazma öğreten bu mektepler gelecek devreden itibaren yaşamak için lazım olan diğer bilgileri de öğretecek, tam manasıyla birer mektep olacaktır.

Mecmuamız her nüshasında Millet Mektepleri faaliyeti hakkında yeni haberler verecektir."
***
Halk dergisinin ilk sayısındaki haberlerden de birkaç örnek:
"Bursa Mevkufları
Bursa'da birtakım kimselerin Ankara üzerine yürümek ve Cumhuriyet hükümetimizi devirmek için bir teşkilat yaptıklarını, hapishanede yatan Gökbayrakçı Cemal isminde birini kaçırmak istediklerini, bütün bu adamların yakalanıp Cumhuriyet adliyesine cevap vermekte olduklarını biliyoruz. Müddeiumumi, Cemal'le dört arkadaşını idama mahkûm etmiştir.
Böyle haince maksatlar arkasında koşan kimselerin layık oldukları ceza elbette budur."
***
"Kadınlara laf atanlar
Yeni Ceza Usulü Muhakemesiyle uğraşan B.M.M. Adliye Encümeni, kadınlara laf atanların derhal yakalanmaları için bir kanun maddesi yapmıştır."
***
"Divanı Ali'ye
Bahriye Nazırı iken sipariş edilen bir vapur bedeline mahsuben kefalet olmadan 25.000 lira verdiren Mahmut Muhtar Paşa'nın Divanı Ali'ye gönderilmesine karar verilmiştir."
***
"Necati Bey Caddesi
Darülfunun binası ile Beyazıt Meydanı arasındaki bulvarın 'Necati Bey' Caddesi ismiyle anılması kararlaştırılmıştır."
***
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 76 yıl önce yayımlanmaya başlanmış bir derginin ilk sayısından yaptığımız alıntılar böyle...
İsteyen, dilediği gibi düşünmekte özgürdür.
Mademki artık demokrasi var ve eğitimde de geldiğimiz düzey malumdur.
Yani efendim daha ne olsun ki?
Hayat bu, kimi aslan kesilir, kimi de tilki...

Çetin Altan

[email protected]

yeter
23-10-2005, 15:16
http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=9978,,2

Engin Ardıç

Profesör Halil İnalcık, “cumhuriyetin ilk yıllarında Topkapı Sarayı’ndaki tarihi eserleri hazineye gelir elde etmek için satmaya kalktılar” demiş...

Müze müdürü Tahsin Bey (Öz), “Konya’ya tamire gönderdim” diye palavra atmış da öyle kurtarmış...

İnalcık öyle dediyse öyledir. Kendisi yaşayan en büyük Osmanlı tarihçisidir. Fuat Köprülü’den de, Ömer Lütfi Barkan’dan da, Mustafa Akdağ’dan da, Niyazi Berkes’ten de, Dankvart Rustow’dan da, Bernard Lewis’ten de önde gelir. Feroz Ahmad, Sina Akşin, Tevfik Çavdar gibi büyük isimler bile onun öğrencileri sayılırlar.

Kalkmışlardır, inanırım.

Çünkü daha önce, 1909 yılında bir posta da Yıldız Sarayı’nı yağmalamışlardı! Abdülhamid’in 31 Mart ayaklanması sonunda tahttan indirilmesi üzerine İttihatçılar saraya daldılar, ne buldularsa sallasırt edip götürdüler. Bunların bir kısmı açıkça Kapalıçarşı’da bile satıldı. Torunlarının ellerinde kalan tek tük parça ara sıra müzayedelerde piyasaya dökülür... Bugün bile.

Konu sıkıntısı çekip de satır doldurmaya heves eden bazı köşe yazarlarımızın pek severek ve de sık sık “alıntıladıkları” Tevfik Fikret’in o ünlü şiiri “yiyin efendiler yiyin...” var ya hani, sandıkları gibi “hortumcu işadamları” için falan değil, sarayı yağmalayanlar için yazılmıştır!

Fikret’in, büyük iddia ve havalarla iktidara gelip çarçabuk her şeyi berbat eden İttihat ve Terakki’ye karşı duyduğu ilk büyük hayal kırıklığıdır bu...

İhtilallerde olur böyle şeyler... Demek ki, Anadolu İhtilali’nde de olmuş.

Sonraları KGB adıyla bildiğiniz ünlü NKVD örgütünün eski müdürlerinden Genrih Yagoda (Stalin’in ağır köpeğidir ve gene Stalin tarafından “işi bitince” yokedilmiştir), manastırlardan toplama ve ortaçağdan kalma paha biçilmez ikonaları karşısına dizer, Nagant tabancasıyla birer birer ateş edermiş!...

Bugün yerinde yeller esen Tuileries Sarayı, tam beş kere yağmalanmıştı: İki kere 1792 yılında (isterseniz günlerini de belirteyim, 20 Haziran ve 10 Ağustos), sonra 1830, 1848 ve 1871 yıllarında...

Halk saraya girmiş, şarapları içmiş, koltukları ve perdeleri parçalamış, yükte hafif pahada ağır ne bulduysa “kalk gidelim” etmişti.

Acaba bizim Jakobenler de “ağababaları” Fransız Jakobenleri’ne mi heves ettiler?

Peki, saray eşyasının “devlet eliyle” satılmak istenmesini hangi kategoriye sokacağız?

Bu yağma değil, bilinçli bir ortadan kaldırma ve paraya dönüştürme girişimi. Tarihe de, milli servete büyük saygısızlık. Bir skandal!

Acaba “mukaddes emanetleri” Arap şeyhlerine mi satacaklar, Kaşıkçı Elması’nı falan da Sotheby’s’de ya da Drouot’da mı okutacaklardı?

Herhalde Avrupa’nın ağzı bir karış açık kalırdı.

Cumhuriyetin ilk yıllarında “Osmanlı” kavramı o kadar tu kaka olmuştu ki, tuğralar parçalanıyor, eski yazılı “kitabeler” örtülüyordu. Eh, padişahlar da “içkiye ve kadına kıza daldıkları için” devleti batırmamışlar mıydı canım? “Tarihi mirasa sahip çıkma” bilinci çok sonraları, elli yıl sonra geldi.

Bilmez miyim, bizim evdeki “eski rakamlı” duvar saatine para verecek kimse bulamadık da, Beşiktaş’ta bir cami “muvakkidi” sırf rakamlar “Müslüman rakamları” olduğu için lütfedip bedava almayı kabul etti! Şimdi Rafi Portakal’a götürsem kaç milyara satardık acaba?

Devlete gelir ha? Peki, 1960 ihtilalinden sonra hazineye katkı amacıyla toplanan “alyansları” hangi kategoriye sokacaksınız? Sakın bu da bir çeşit adı konulmamış “Milli Birlik Komitesi yağması” olmasın?

Zorla almadılar tabii, fakat öyle bir hava yaratılmıştı ki vermeyene “Menderes yardakçısı” ve hatta “vatan haini” gözüyle bakılıyordu.

Devlete hizmet için altın yüzüğünü gönüllü veren anam da babam da yıllarca parasızlıktan yerine koyamadılar da parmaklarında teneke yüzükle dolaştılar!

yeter
28-12-2005, 00:41
http://www.milliyet.com.tr/2005/12/27/yazar/akyol.html

YIL,1922. Zafer kazanılmıştır. Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa konuşmasında Kâzım Karabekir, Ali Fuat ve Refet paşaların Milli Mücadele'ye büyük hizmetlerini anlatıyor.
Halide Edip, not defterine yazdığı satırlarda, İsmet Paşa'nın bu kadirşinaslığını övüyor, yeni dönemde bu kahramanları İsmet Paşa'nın koruyacağına inandığını yazıyor.
1925'te Karabekir'i İstiklal Mahkemelerinin yağlı ipinden kurtaran, gerçekten İsmet Paşa olacaktır! "Şark fatihi Karabekir"in 'faili meçhul' bir cinayete kurban gitmesini önleyen de İsmet Paşa'dır. Bunu hem Karabekir hem İnönü anılarında anlatmıştır.
İnönü Cumhurbaşkanı olunca, "polis devleti" gibi çalışmakta olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'yı uzaklaştırdı. Susturulmuş veya yurtdışına çıkmış Karabekir, Rauf Orbay, Cafer Tayyar, Ali Fuat gibi Milli Mücadele liderlerinin itibarını iade etti; Halide Edip, Adnan Adıvar gibi isimler yurda döndü; Hüseyin Cahit sürgünden kurtuldu. İnönü bunu yaparken bir şart koşmuştu:
- Atatürk'ü eleştirmeyeceksiniz; eski defterleri açmayacaksınız!
Bugünün fanatik Kemalistleri bu tavrından dolayı İnönü'yü "karşı devrimci" diye suçluyor! Anlayamadıkları gerçek şudur: İnönü, Milli Mücadele kadrosunu bu şekilde birleştirerek, demokrasiye geçmeden önce rejimi sağlamlaştırmıştır.
Hem vefa, hem siyasi basiret.

Mazbut İsmet Paşa
İnönü başbakan olarak "Atatürk'ün sofra çevresi"nin devlet işlerine karışmasına daima karşı çıktı, onları bakan da yapmadı. Bu konudaki tartışmaları, "Ben haklıydım" diyerek ama Atatürk'e karşı saygılı bir dille, "Defter"ine de yazdı.
Atatürk daima 'stratejik' işlerle, dil ve tarih gibi konularla meşgul olurken devlet çarkını İnönü çevirdi.
İsmet Paşa ve ailesi hakkında bugüne kadar hiçbir yolsuzluk dedikodusu bile olmadı; hiçbir "sosyete skandalında" adları geçmedi.
İnönü mizacen Atatürk'ün 'devrimci' atılganlığına sahip değildir; ihtiyatlı, dikkatli bir idare adamıdır. Özel hayatında da böyledir. Onun mazbut aile hayatı sadece mizacından gelmez; bilinçli bir şekilde, Türk gençliği için vurguladığı "disiplin ve ahlak" ilkelerini kendi hayatında yaşamıştır.
Büyük başarılarda imzası bulunan İsmet Paşa, belki de yetişme tarzından, ekonomik politikalarında başarısızdı; Atatürk de 1937'de "en büyük iktisatçımız" dediği Celal Bayar'ı başbakan yaptı.
Türkiye'de asıl toplumsal ekonomik canlanma 1950'den sonra başladı.

Demokrasi konusu
İsmet Paşa 1925'te Terakkiperver Fırka'yı, 1930'da Serbest Fırka'yı kapatmakla hata ettiklerini birçok defa ifade etmiştir.
Resmi inkılap tarihi kitaplarımız ise hâlâ bu partilerin kapatılmasını öven propaganda metinleri gibidir!
Burada ciddi bir metodoloji sorunu var: Atatürk maalesef çok erken öldü; bir yirmi yıl daha yaşayıp da 2. Cihan Savaşı sonrasının bambaşka dünyasını görseydi ne düşünür, nasıl davranırdı? Bunu bilemeyiz. Ama ortada İsmet Paşa'nın tecrübeleri var!Bugün inkılap tarihimizi yazarken 1930'ların resmi kalıplarını tekrarlayıp durmak, metodolojik olarak yanlıştır. İnönü'yü karşı devrimci saymak gibi şaşılıklara yol açıyor işte.
İnönü, Karabekir, Rauf Orbay, Cebesoy gibi liderlerin yazdıklarına, arşiv belgelerine, olayların 'uzun dönemli' akışına bakmadan "siyasi amentü" gibi devrim tarihi yazmak analitik düşünceyi geliştirmez!
Ben Karabekir'in, Fethi Okyar'ın, Celal Bayar'ın çizgisini siyaseten daha sempatik bulurum. Ama İsmet Paşa büyük bir karakter abidesi ve mutlaka okunması gereken bir tarih külliyatıdır.
Rahmetle anıyorum.
[email protected]

yeter
28-12-2005, 00:51
http://www.milliyet.com.tr/2005/12/27/yazar/cemal.html

Sevgili Yavuz Donat'ın son kitabı elimde. "Cumhuriyet'in Kara Kutusu, Süleyman Demirel anlatıyor." Bir bardak soğuk suyu lıkır lıkır içer gibi okunuyor.
Şu satırların altını çiziyorum:
"Demirel'in yasaklı dönemiydi...
Bir gün bir şey sorduk:
- Efendim... 12 Eylül gecesi... İhtilal olunca Nazmiye Hanım size "Demirel, teslim olma... Direnişe geç!" dediği doğru mu?
Demirel doğru demedi.
Ama yanlış da demedi.
Sadece şöyle konuştu:
- Kime karşı direneceğim?.. Kendi askerime karşı mı?.. Neyle direneceğim?.. Kendi askerime karşı benim bir askeri gücüm mü var?.. Siyaset uzun soluklu bir iştir. O an düşündüğüm şey şuydu... Bu işin ne zaman normalleşmeye döneceği... (s. 39)
Demirel böyle diyor.27 Mayıs'ın acısını çekmiş Demirel... 12 Mart'ta darbeyi yiyerek iktidardan devrilmiş... Eleştirilmiş bazı çevrelerde "Şapkayı alıp kaçtı!" diye...
Sonra 12 Eylül'de bir darbe daha.
Askeri darbe haberi Güniz Sokağa ulaştığında Nazmiye Hanımefendi, "Demirel, teslim olma, direnişe geç!" dedi mi, demedi?
Bilemiyorum.
Ama Demirel direnmedi.
Allende'yi anımsıyorum.
Şili'de, 1973 yılı Eylül ayında Pinochet Darbesi yapıldığında, Başkanlık Sarayı'nda elinde silah ölene kadar direnmişti.
Yunanistan'ı hatırlıyorum.
1967'de iktidara el koyan Albaylar Cuntası'nın tüm liderleri 1974 sonrası hapsi boylamışlardı. Yunan Anayasası, demokrasiye uygun olarak yeni baştan yazılmıştı. Askerin seçimle gelen sivil otoriteye bağlılığı yalnız kâğıt üstüne yazılmamış, aynı zamanda kurumsallaştırılmıştı.
Bizde bunların hiçbiri olmadı.
Direnen lider çıkmadı.
Ne 27 Mayıs'ta, ne 12 Mart'ta, ne de 12 Eylül'de.
Darbeciler sorumlu da tutulmadı.
Örneğin, 12 Eylül Anayasası'nın geçici 15. maddesi hâlâ yerli yerinde duruyor. 12 Eylül askeri yönetiminin bütün icraatı, karar ve uygulamaları hakkında bugün bile herhangi bir dava açmak mümkün değildir.Çeyrek yüzyıl geçti aradan. 12 Eylül'ün darbesini yemiş bütün liderler teker teker başbakan da oldular, Cumhurbaşkanı da.
Demirel, Ecevit, Erbakan...
Ama anlaşılan o ki, hiç kimsenin aklına geçici 15. madde bile gelmedi. 12 Eylül Anayasası'nın o kadar maddesi değiştirildi, ama buna el sürülmedi.

[COLOR="Red"]Kitabın şu satırları da ilginç:
"Demirel'e 12 Eylül sürecinde sorduk:
- Kenan Paşa parti kurar mı?
Demirel:
- Hayır, o hatayı yapmaz.
- Ya yaparsa...
- Siyasetçi Kenan Evren çok tartışılır. Ve bu tartışmaların altından kalkamaz. Öyle bir laf ederiz ki...
- Mesela?
- Sorarım... 13 Eylül günü duran kan, 11 Eylül günü neden akıyordu?.. Siz 11 Eylül 1980 tarihinde Antalya Tapu Müdürü mü idiniz?.." (s. 44)
Demirel böyle diyor.
Çok ağır bir suçlama.
Devrin Genelkurmay Başkanı'na diyor ki, darbe yapmak için kan akmasına göz yumdunuz. Demek istiyor ki, durdurabileceğiniz kanı, darbe yapmak için durdurmadınız.
Bundan daha ağırı ne olabilir ki?
Ama bunun hesabını sormuyor Demirel.
Başbakan oluyor 1991'de.
Cumhurbaşkanı oluyor 1993'te.
Hesap sormuyor!
Evren, parti kurup aktif siyasete soyunmadığı için sormamış oluyor.
Evren, Genelkurmay Başkanı. Evren, darbe lideri. Evren, Cumhurbaşkanı.
Parti kurmasa ne olacak ki?
Evren, siyasetin daniskasını yapmış. Türkiye'yi bazı açılardan bugün bile hâlâ cenderesinde tutan siyasal sistemi tepeden tırnağa değiştirmiş, yeniden kurmuş.
Ama Demirel, ne demokrasinin kolunu kanadını kıran bütün bu düzenlemelerin, ne de 'akan kan'ın hesabını soruyor Evren'den...
Sorabilir miydi?
Böyle bir niyeti var mıydı?
Bizim siyasetçinin asker karşısında boynu neden bükük?
Bir gün daha bu konuya devam...
[email protected]

yeter
01-01-2006, 00:02
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=129562&yazarid=28

Biz eskiden savaşa girme konusunda pek öyle ince eleyip sık dokumaz, kararımızı hemen verirdik. Meselá Hasan Cemal'in Türkiye'yi kimselere sormadan Birinci Dünya Savaşı'na dahil ediveren dedesi meşhur Cemal Paşa, yenilgiden sonra ‘‘Biz savaşa neden girdik?'' diye soranlara ‘‘Aylıkları ödeyebilmek için. Zira hazine tamtakırdı'' cevabını vermişti.
Osmanlı Devleti, dış politikada 19. asrın sonlarına kadar İngiltere ve Fransa yanlısıydı; bazen resmen, bazen de gayrıresmi şekilde onlarla müttefik gibiydi.

Ama, 1890'ların sonuna doğru ortaya bir Ermeni meselesi çıkıp da İngilizlerle Fransızlar 'Ermeni hakları' gibisinden sözler etmeye ve ayaklanmaları destekler tavır takınmaya başlayınca, İstanbul, Londra'dan ve Paris'ten uzaklaşmaya başladı. Türk tarafının müttefik boşluğunu da, fırsatı gayet iyi değerlendiren Almanya doldurdu.

Alman 'kayzeri' yani imparatoru Wilhelm, İkinci Abdülhamid zamanında kalkıp İstanbul'a geldi, hatta karısıyla beraber Kudüs taraflarına da uzandı ve neticede Türk ordusunda bir 'Alman modeli' merakı başladı. Türkiye'ye önceleri sadece askeri eğitim için davet edilen Alman subayları İttihad ve Terakki'nin işbaşına geçip memleketi savaşın içine çekmesinden sonra, artık ordu kumandanlıklarına da tayin edileceklerdi.

Dünya, o günlerde de iki kampa ayrılmıştı. Bir tarafta Almanya ve müttefikleri, diğer tarafta İngilere, Fransa ve Rusya ile onların yandaşları vardı. Taraflar, dünya hákimiyeti için kıyasıya bir rekabet içindeydiler. Türkiye'nin bu iki kutuptan birine mutlaka iştirak etmesi gerektiğine inanan İttihadçılar'ın gönlü zaten Almanya'dan yanaydı. İktidara 1913 sonrasında tek başına hákim olmalarından sonra, Türkiye, Almanya'nın müttefikten de öte bir 'peyk'i haline gelecek, hatta Türkiye'ye memleketin güçlü adamı Enver Paşa'nın isminin ilhamıyla 'Enverland' yani 'Enveristan' bile denilecekti.

Derken 1914 Kasım'ına gelindi ve Almanya ile imzaladığımız gizli bir ittifak sonrasında, 11 Kasım günü ilk dünya savaşına giriverdik. Savaş kararını sadece dört kişi, İttihad ve Terakki'nin liderleri olan Enver, Talát ve Cemal Paşalar ile zamanın sadrazamı Said Halim Paşa almış ama Said Halim Paşa, sonraları 'Benim hiçbirşeyden haberim yoktu, herşeyi Enver planladı' demişti.

Maceranın neticesi malum; dört sene sonra neyimiz varsa kaybetmiştik...

Ama işin daha da enteresan tarafı, Türkiye'yi kimselere sormadan savaşa dahil edenlerden biri olan Cemal Paşa'nın, bu büyük maceraya atılma gerekçemizle ilgili ifşaatıydı: Paşa, dünya savaşına tek bir sebeple, 'maaş ödeyebilmek', yani Almanya'dan para alıp, asker ve memur aylıklarını verebilmek için girdiğimizi söylemişti.

Türkçe'nin büyük ustası Falih Rıfkı Atay, bir üslup ve dil şáheseri olan 'Zeytindağı'nda, Cemal Paşa'nın 1918 sonbaharındaki bu tarihi itirafını bakın nasıl anlatır:

'Cemal Paşa artık ordu kumandanı değildir, mütareke yakındır. Artık, harbe niçin girdiğimiz münakaşa edilebilir. Büyük adamların küçük adamları adam yerine saymak ve onlarla görüşmek sırası gelmiştir.

Arkadaşım Y. K. (Yani, Yakup Kadri), bahriye çatanası içinde Büyükada'ya giderken sordu:

- Paşam, söyler misiniz, bu harbe niçin girdik?

Ve üç-dört sene içinde bunalttığı bir nefesi boşaltmış gibi ohlıyarak bekledi. İşte cevap:

- Aylık vermek için!

Ve, iláve etti:

- Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik.

Kırtasiye ve maaş imparatorluğunun tarihi işte, böyle biter'.


Alman İmparatoru'nun propaganda kartpostalı


ALMAN Kayzeri İkinci Wilhelm, dünya savaşı öncesinde, kendisini halife ile İslam áleminin 'koruyucusu' ve 'dostu' ilán etmişti.

Wilhelm, Türkiye'ye 1898'deki ilk gelişinde Kudüs'e kadar uzanmış, kutsal mekánları ziyaret etmiş ve Alman propaganda teşkilátı bu seyahat sırasında Kayzer'in İslam dünyasının müttefiki olduğunu gösterebilmek için elinden geleni yapmıştı.

Dağıtılan propaganda malzemesi arasında, Almanca ve Türkçe olarak bastırılmış bir de kartpostal vardı. Kartın altında, metnin Seláhaddin-i Eyyubi'nin Şam'daki mezarında yazıldığı ibaresi yeralıyordu ama her iki dildeki tarihlerin farklı olmasının yanısıra, kartın Türkçesi bile bir garipti.

Kayzer, İslám álemine şu ifadelerle 'Ben sizin dostunuzum' demeye çalışıyordu:

'Şevketlu sultan-ı muazzam hazretleri ve arz üzerinde mevcud Halife-i ruy-i zemini kemál-i hürmetle yád ve ta'zim ederek perakende yaşamakta olan üç yüz milyon ehl-i İslam emin olsunlar ki, Alman İmparatoru cümlesinin daimi bir muhibbi olacaktır. Şam-ı Şerif, 8 Şubat 1898. İmparator İkinci Wilhelm'.

yeter
23-01-2006, 21:57
Süleyman Arif Emre
http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=3767

TÜSİAD yöneticileri ile, Başbakan arasında patlak veren tartışma ile ilgili olarak dünkü makâlemizde bir kaç misal vermiştim. Bu yazımızda ise, bazı faizci TÜSİAD’çıların, 28 Şubat krizini nasıl sun’i (yapay) olarak tetiklediklerini açıklayacağım:
Bir TÜSİAD’çının dayatması:
54’üncü hükûmet iş başında iken, bir TÜSİAD mensubu ile BaşbakanNecmettin Erbakan arasında şöyle bir konuşma geçiyor. Hoca:
– Sen sahibi olduğun televizyon kanallarında, hükûmetimize karşı gerçek dışı yayınlar yaparak bizi insafsızca yıpratmaya çalışıyorsun. Bunun sebebi nedir? TÜSİAD mensubu:
– “Hoca sen, iktidara gelir gelmez, bir havuz sistemi kurdun, üstelik bizlerden borç para almayı da yasakladın, bizim her sene hazineden aldığımız katrilyonlarca liralık faiz kazancımıza engel oldun. Bu sebepten bizler seni o makamdan düşürmek için, elimizden gelen her çabayı göstereceğiz.”
İşte size bu ve buna benzer rejim buhranı olarak taktim edilen olayların içyüzü... Zira büyük sermâye sâhibi rantiyecilerin, hazineden iç borç faizi olarak tahsil ettikleri meblağ küçümsenmeyecek kadar büyüktür, her sene bu miktar değişmekle beraber, fâizciler ortalama 60 veya 65 katrilyonluk parayı kasalarına indirmektedirler. Bizzat TÜSİAD’ın yaptırdığı istatistikler, bazı üyelerin faizden aldığı paraların diğer kazançlarının çok üstünde olduğunu gösterir.İrtica bahane, soygun şahane.
Halkımız bu sloganı boşuna üretmemiştir. Tabii ki faizciler yattıkları yerde, risk altına girmeden katrilyonları cebe indirme alışkanlığından vazgeçemezler. Böyle bir ihtimal başgösterdiği zaman gözleri dünyâyı görmez. Parti kapattırma dâhil, her türlü desiseyi mübah sayarlar.
28 Şubat krizinde de öyle oldu. Refah Partisi aleyhinde dava açılması için bu sebepten düğmeye basıldı.
Minareye kılıf nasıl bulundu?
Önce o zamanın Cumhuriyet Başsavcısı, TBMM’ye resmen bir yazı yazdı, Siyasi Partiler Kanunu’nda, benim bu davayı açabilmem için, bir değişiklik yapılmasını istiyorum dedi. TBMM Anayasa Komisyonu başkanlığı, kendisinin re’sen kanun teklif ve tasarısı veremeyeceğini belirterek teklifi reddetti.
Bunun üzerine başka bir yoldan gidildi. O günkü TÜSİAD yönetimi ile başsavcılık Anayasa Profesörlerinden oluşan bir sempozyum düzenleyerek, hini hacette (yani gerektiğinde, Anayasa Mahkemesi’nin, Siyâsi PartilerKanunu’nda açık hüküm olmasa bile, içtihad yoluna giderek bir partiyi kapatabileceğine dair başlarında Teziç’in de bulunduğu Anayasa Profesörlerinden bir nevi fetva alınarak, keyfiyet Anayasa Mahkemesi çevrelerine müsait vasıtalarla duyuruldu.
Ondan sonra, gelsin Müslüm Gündüz olayı, gitsin Ali Kalkancı şayiası ve dahi ilâveten, aleyhte yazıyı yazan çok sayıda yazarın, kapatma delili olsun diye yazdıkları makaleler ve dahi, Yüksek Yargı Organları mensuplarının katıldığı meşhur birifingler...
Atatürkçülüğün istismarı:
Şu anlattığım olaylar, faizcilerin, Atatürkü alet ve istismar ederek, işlerini nasıl yürüttüklerini gösteriyor. Eğer Atatürk’ü Koruma Kanunu yürürlükte kalacaksa, bizce bu kanuna bir madde daha ilâve edilerek, Atatürk’ün şahsi çıkarlara alet edilerek, istismarını ağır cezalarla cezalandıran bir hüküm getirilsin.
Yukarıda da beyan ettiğimiz gibi faizci olan TÜSİAD mensuplarının, sanayici olarak elde ettikleri kazanç, devede kulak kabîlinden çok azdır. Bu sebepten paradan para kazanmayı da yasaklayan bir cezai hüküm getirilmesine de ihtiyaç vardır.
AKP iktidarı, önce YÖK’ü, demokratik çerçeveler içerisine çekmeye çalışmış, ama Sayın Başbakan bu konuda geri adım attığı için, YÖK etkinlik bakımından üste çıkmıştır. Başbakan şu günlerde de TÜSİAD’a da, çatmıştır. Arabulucular bu konuda barış sağlandı diyorlar. TÜSİAD başkanı ise, biz kendi iddia ve görüşlerimizden asla geri adım atmadık meâlinde sözler ediyor. Eğer YÖK gibi TÜSİAD’ın da, millet ve memleket için zararlı olan faizci uygulamalarına da dokunulmayacak ise, onlar da, etkinliği de hükümetin üstüne çıkacaktır.
Temennimiz, bu ve buna benzer meselelerde iktidarın etkinliğini göstererek bu oligarşik odaklardan bir an önce milletimizi ve ekonomimizi kurtarmasıdır.

yeter
01-03-2006, 20:05
http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=30005,10,2
Engin Ardıç

Aziz Nesin’in darbecilerle .......geçen bir öyküsü vardır, kırk küsur yıldır ne zaman okusam gene gülerim: Darbe hazırlığı yapılıyor, herkesin saldıracağı yerler belirleniyor, kimisi radyoevini, kimisi elektrik trafo merkezini, kimisi meclisi basacak, emekli ve yaşlı bir bürokrat da tutturuyor, ille kız lisesinin yatakhanesini ele geçirecekmiş!

Yaa, eskiden kolaydı bu işler, “radyoevi” diye bir yer vardı, oraya hakim oldun mu, bir de verici istasyonuna tabii, iş biterdi. Hayat Mecmuası da o hafta çıkacak sayısında seni yaldızladı mı, tamam.

Teknoloji ilerleyip hayat da karmaşıklaşınca işler karıştı... Şimdi Internet girişlerini nasıl keseceklerini, cep telefonu şekebelerini nasıl devreden çıkaracaklarını tartışıyorlardır belki de birileri... Var ya, hamamda peştemalla milliyetçi devrim planlayanlar... Karı üstünde memleket kurtarmaya heves edenler... Sauna çetesi!

Şaka bir yana, son günlerde bu darbe lafı gene çok rahatsız edici biçimde dolanmaya başladı ortalıkta...

Hayır, 28 Şubat’ın “dokuzuncu sene-i devriyesi münasebetiyle” anılardan, yakınmalardan ve savunma girişimlerinden sözetmiyorum. O ayıp Demirel’e her zaman olduğu gibi gene yetti de artı bile.

Hem Hasan Celal Güzel, hem de Ahmet Kekeç yazınca ciddiye aldım.

Yeni bir darbe olur mu, olmaz mı? Hani Seren Serengil’in kendisine sorulan her soruya ikide bir “ben bilmem, anam bilir” demesi gibi, ben bilmem, Amerikan yöneticileri bilirler.

Lakin... Sonunu kestirebilirim.

AKP kapatılmış olacağı için, onun mirasçısı olacak yeni parti, ilk seçimde, diyelim 2009 falan olsun, bu kez beş yüz milletvekiliyle iktidara gelir. Recep Tayyip Erdoğan değil de, belki Abüzittin Mazlum Yılmaztürk çıkar onun yerine...

Bu da işin bir şekilde gırgırı, ya da dilerseniz “acı gerçeğin şekere bulanıp sunuluş biçimi” ama, bu sevimsiz konunun göze görünmeyen daha kötü bir boyutu var:.

Birileri, ister darbeyle ister seçimle AKP iktidarı hele bir şekilde düşürülürse, IMF’ye kafa tutulabileceğini, dış borçların üstüne yatılabileceğini, yabancı sermayeye rest çekilebileceğini ve herhalde uzaydan gelecek bir yatırım hamlesiyle işsizlik, eğitimsizlik, sağlıksızlık sorunlarının çözülebileceğini sanıyorlar. Evde kalmış kızlara koca bulunacağını bile umanlar çıkabilir, hiç şaşmam.

(Basın da, belki darbe değil ama, satış arttırmak amacıyla bir şekilde bir “hareket” bekliyor ve özlüyor. Bu bir erken seçim olursa, amenna...)

Avrupa Birliği kapısını bir daha açılmamak üzere kapatacaksın, kendini sistemin dışına atacaksın, ve kalkınma bekleyeceksin.


Neyinle? Merhum Attila İlhan’ın “egzantrik” ve “senil” teorileri uyarınca, İmalat-ı Harbiye Fabrikası’nın üreteceği, vatanın öz bağrından kopup gelmiş kasaturayla mı? (Rahmetli son yıllarında o kadar tozutmuştu ki, ne kafasını kaldırıp da Bolşevik altınlarını görmek istiyordu olayda, ne de Fransız toplarını.)

Yoksa “çılgıncı esnafının” para kazanmak amacıyla yumurtladığı çılgınlık teorilerine mi güveneceksin?
Belki de Polat Alemdar’a, ha?

“Rusya, Hindistan ve Çin’le ittifak kuralım” diyeceksin (o trene senden önce İran’ın bindiğini farketmeden), ve kendini gene Amerika’nın kucağında bulacaksın... Eh, belki Irak’a bulaşmanın ve İran savaşına katılmanın ücreti olarak Kıbrıs’ı elinde tutmana izin verirler!

İşin daha da üzücü yanı, umarsız birilerinin gene dört yüz üniversite açmaktan, giriş sınavlarını kaldırmaktan falan sözetmeleri... Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ne döndü bu program, Efes’te beş bin cami, dört bin hamam, sekiz yüz medrese, üç yüz şadırvan!

Salla salla, belki başbakan yaparlar.

yeter
01-03-2006, 20:11
http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=30011,10,11

Şakir Süter

Askerin siyasete bir müdahalesi yok, öyle bir hevesi de yok çok şükür.

Demokrasi adına buna sevinebilirsiniz ama...

Hem demokrat olduğunu iddia edip hem bu aşamada askerin sessizliğinden rahatsızlık duyanlar az değil!

Geçenlerde, Ankara’nın siyasi mekanlarından birinde ilginç bir tartışma vardı.
Adana kebap ve acılı şalgam eşliğinde, gündüz vakti alkolsüz yemek yeniyordu.

Konu tabii ki güncel siyaset idi; sorular cevaplar gırla gidiyordu.

.........

Geniş yuvarlak masada, karamsar ve bir o kadar da aceleci olanın sesi duyuldu:

- AKP iktidarı çok kötü gidiyor; asker daha ne kadar sessiz kalacak?

Karşısındaki kişi, eski bir milletvekili-bakan olup, siyasetin yanan çemberinden çok geçmiş ama takım elbisesine “is” bile bulaşmamıştı!

Sakin bir sesle okka gibi laf etti:

- Asker, 28 Şubat’ta siyaset yapanlar nezdinde eski güvenilirliğini yitirdi!
- Ne demek o?

- Kardeşim, o süreçte hepimizin yakından tanıdığı birçok arkadaşımıza asker “istifa” baskısı yaptı mı? Yaptı. Peki sonuçta ne oldu?

- Refah-Yol Hükümeti yıkıldı.

- Askerin istifa ettirdiği milletvekillerine ne oldu? Hepsi açıkta!

- Mesela kimler?

- Oooooo! Hangi birini sayayım; Yalım Erez, Yıldırım Aktuna, Bahattin Yücel, Hasan Denizkurdu; daha neler neler.

- Eeeee?

- Demem o ki.. Dün askerin isteğiyle partilerinden, kabineden istifa edenler, kendilerini aldatılmış hissediyorlar. Bu örnek ortadayken, askerin siyaset bağlamında harekat alanının çok geniş olmadığını hatırlatmak istedim.

.........

Masadan hiçbir itiraz yükselmedi; herkes başıyla bu tespiti onaylıyordu.

içlerinden biri, “benim de yakından tanık olduğum bir olay var” dedi:

- Eski bakanlardan, siyasetin saygın isimlerinden biri Tayyip Erdoğan’ın Üsküdar’daki evine davet üzerine gitti. AKP’nin kuruluş günleriydi. Tayyip Bey, bu arkadaşımızla AKP’de siyaset yapması ve ilindeki örgütü kendi elleriyle kurması için anlaştı.

Herkes pür dikkat dinlemede; devam ediyordu:

- O arkadaşımız Erdoğan’la anlaştıktan iki saat sonra askeriyenin önemli kademelerinden birinin telefonuna muhatap oldu!

- Eeeeeee?!

- Paşa, o arkadaşımıza “Sayın Bakanım, yarın sizinle genelkurmayda bir öğle yemeğinde buluşabilir miyiz? Kahveyi de genelkurmay başkanımızla içeriz” dedi.

- Eeeeee?! çok heyecanlı bir hikayeye dönüştü bu olay.

- Hikaye değil, yaşanmış bir vak’a! Arkadaşımız ertesi gün Genelkurmay’a gitti, yemek yedi, kahve içti, oradan çıktı ve Tayyip Bey’e “birlikte siyaset yapamayacağını” söyledi.

- Asker ne dedi, o siyasetçi AKP’ye gitmekten vazgeçti? O şimdi nerede?

- Asker, o eski bakana “Biz sizi potansiyel başbakan adayımız olarak rezerv tutuyoruz. Orada ne işiniz var? Zaten o parti de kurulamaz, Tayyip de milletvekili seçilemez” dedi ve o deneyimli arkadaşımız da “süslü, cazip laflara” kanıverdi! Şimdi üzgün ve de galiba pişman!

Sohbet, daha sonraki dakikalarda hem askersiz, hem siyasetsiz devam etti; Çocuklar ve torunlar konuşulur oldu!..

yeter
05-03-2006, 23:28
İtiraf ediyorum: Ben bir enayiyim

Hasan Celal Güzel

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=180426

Sevgili okuyucularım, artık vakti geldi; 60 senelik bir ömrü geride bıraktıktan sonra, su katılmamış bir avanak, hakikî bir budala ve gayrikabil-i ıslah bir 'enayi' olduğumu itiraf ediyorum.

Yediden yetmişe enayilik
Efendim, bendeniz doğuştan biraz salakmışım. Sonradan politikacı ve işadamı hâline gelen bazı kâzib şöhretler dünyaya geldiğinde ebesinin yüzüğünü yürütürken, ben evden verilen harçlıkları arkadaşlarımla paylaşır; onların kirlettiği okul duvarlarını ve sıralarını temizlemeye çalışırdım. Zira bana, 'Devlet malı deniz, yemeyen domuz' diye öğretmemişlerdi, bilakis 'Devlet malının kutsallığı'nı ezberletmişlerdi. Sonradan 'enayilik' olarak telakki edilen dürüstlük anlayışım, rahmetli babacığımdan, dürüstlüğüyle iftihar ettiğim dayım Ali İhsan Göğüş'ten ve inancımdan geliyordu.
Mülkiye'deki yıllarım da bu avanaklığımın devamından ibarettir. Evden gelen paranın en az yarısını başkanı olduğum 'Hür Düşünce Kulübü'ne sarf eder, geri kalanıyla yarı aç yarı tok çırpınır dururdum.

Eşşek gibi çalışırdım
Abiler, ben enayiliğin kitabını yazdım. Bütün ömrüm tâbir-i âmiyanesiyle 'eşşek gibi' çalışarak geçti. DPT Uzman Yardımcılığı'ndan tutunuz da Başbakanlık Müsteşarlığı'na ve bakanlığa kadar bütün devlet görevlerimde gece gündüz çalışıp durdum. Çalışma hayatımda tek gün dahi izin kullanmadım. Eskiden bilgisayarlar yoktu; kocaman elektrikli hesap makinalarının başına oturur, yatırım dengelerini tutturmak için sabahlara kadar uğraşırdım.
Doyasıya bir gece dahi uyumadım. Devlet, millet ve vatan için birkaç saatlik uykudan fazlasının haram olduğunu düşünürdüm. Yakın arkadaşlarıma, 'Ölürsem mezarımın üstüne uykuya doyamadı yazarsınız' diye takılırdım.
Başbakanlık Müsteşarlığım sırasında, Başbakanlık'ta 24 saat mesai yapardık. Yorulanları eve gönderir, ben çalışmaya devam ederdim. Masanın üstündeki dosyalara başımı koyarak yarım saat şekerleme yapar, daha sonra yüzümü yıkayıp benzersiz budalalığımı sürdürürdüm.
Çocuklarımı doya doya sevemedim. Oğlum Mustafa doğduğunda 1970 Programının ve Bütçesinin hazırlık çalışmalarını yapıyorduk. Daire Başkanım Doç. Dr. Nevzat Yalçıntaş, beni toplantıdan çıkararak zorla hastaneye göndermişti. Millî Eğitim Bakanı'yken kızım Elif ilkokul öğrencisiydi. Bana mektup yazarak çok özlediğini ve randevu istediğini söylemişti.

Bürokrasi ve siyasetin akılsız adamı
Kimileri bana 'uykusuz müsteşar' adını takıp uçup kaçtığımı söylerdi ama "Ne akılsız adam yahu!" şeklindeki fısıltılar, her gün yüzlerce telefon konuşmasıyla çınlayan kulaklarıma kadar gelirdi.
Üzerinde 'T.C. Hükümeti' yazan kurşun kalemleri, silgileri ve kâğıtları, âdeta okşar gibi incitmemeye çalışarak kullanırdım. Çocuklarım, devlet malına ellerini bile süremezlerdi. Plakaları kırmızı ve siyah renkli resmî arabalara bir defa dahi binmediler. Hilmi Özkök Paşa'nın, generallerin makam arabalarına sivil plaka takıp tatile gitmelerini yasaklayan emrini hem takdirle hem de gülümseyerek okudum. Sonra kendi çocuklarımı düşündüm.
Daha çok küçük yaşlardayken bir saat daha az uyuyup belediye otobüslerine ve okul servislerine binerek okula gittikleri zaman, bendeniz müsteşarlık ve bakanlık yapıyordum.
Bırakınız eşime araba tahsis etmeyi, evde devletin personelini çalıştırmayı; idarecilik ve siyaset hayatımda -birkaç aylık süre haricinde- lojmanda oturmadım. Koruma görevlisi de kullanmadım. Arabamın önünde ve arkasında fiyakalı eskortlar hiç bulunmadı.

Enayiliğin haddi hesabı yok ki...
Dedim ya, ben Türk bürokrasi ve siyaset tarihinin kaydettiği en ebleh kişiyim. Yaptığım enayiliklerin haddi hesabı yoktur. Hangisini itiraf etsem bilmem ki...
Meselâ, bendeniz milletvekiliyken -birkaç zarurî toplantı dışında- Meclis lokantasında yemek yemezdim. Çünkü, burada çalışanlar kamu personeliydi ve çok ucuz olan yemekler milletin kesesinden subvanse ediliyordu. Sonra, çok beğendiğim hâlde, aynı gerekçelerle TBMM Sigarası da içmedim. Ceplerimde şıkır şıkır metal jetonlar dolu olarak dolaşır, özel görüşmelerimi kulisteki ankesörlü telefonlarla yapardım.
Hiçbir hediyeyi kabul etmez; ya reddeder veya demirbaşa kaydettirerek devlete intikal ettirirdim. Yıllarca üst yöneticilik, müsteşarlık, bakanlık yaptım; hâlen evimde bu dönemlere ait -bronz plaketler dışında- bir tek hatıra eşya göremezsiniz.
Bürokraside ve siyasette bulunduğum dönemde, makam odalarıma tek bir mobilya, halı ya da sandalye alınmamıştır. Muhatabının bıyık altından gülerek dinlediği, aptallık timsali bir lafım vardı: "Bu fukara millete ben hiç bu masrafı yaptırır mıyım?"

Siyasete zengin girilir, fakir çıkılır
Bu başlığı yanlış okumadınız. Biz enayiler, devlet hizmetini ve siyaseti böyle anlıyoruz. Siyasî hayatımda önüme çıkan yüzlerce fırsatı teperek mal mülk edinmedim. Aksine, eşimin SSK kredisiyle aldığı Oran'daki daireyi satarak ANAP'taki Genel Başkanlık mücadelesinde; babamdan kalan Malatya'daki ev ile dedemden kalan Gaziantep'teki evin bana düşen hisselerini de YDP'nin kuruluşunda harcamak hamakatini gösterdim.
Bu arada, eşimin uzmanlığı ve alın teriyle hak ettiği 'Vakıflar Genel Müdürü' olarak tayin kararnamesini, yakın akrabamdır diye nasıl engellediğimi de unutmayayım.
Sadece bununla kalsa neyse...
ANAP döneminde çıkarılan 'kıyak emekliliği', rahmetli Adnan Kahveci ile birlikte (Onun yaş durumu zaten uygun değildi) reddedip tek maaşa devam ettim. Başbakanlık Müsteşarı'yken merhum Özal'ın beni 'enayilik' ile itham etmesine aldırmayıp, milletvekili maaşlarının da buna göre ayarlanmasını gerekçe göstererek kendim için sözleşme yapmadım ve üç sene müddetle emrimdeki daire başkanlarından daha az maaş aldım.
Hâlen de, aleyhimdeki tazminat dâvâlarının sebep olduğu hacizler yüzünden yıllardır emekli maaşımın dörtte biri kesiliyor. Bazı Yargıtay üyelerinden YÖK başkanlarına, rektörlere kadar birçok zevat, benim kırk yıllık emeğim karşılığında aldığım aylığımı paylaşıyorlar.
Şimdi söyleyiniz bakalım, benden daha enayisini gördünüz mü?!..

'Bu kapıdan hırsızlar giremez'
YDP'yi kurdum ve Genel Merkez ile il binalarının kapısına, üzerinde 'Bu kapıdan hırsızlar giremez' yazılı tabelalar astırdım. Ne mi oldu? Kapılardan kimsecikler girmedi. Partinin ana sloganı 'Dürüstlük ve Fazilet Mücadelesi' idi. Lâkin bir şeye yaramadı. Dağıtılan döner ekmekle arabesk türkücülere rağbet eden 'necip milletimiz', foyası artık iyice ortaya çıkan Uzan'ın Genç Partisi'ne verdiği yüzde 7,3'lük oya karşılık, çok sevdiğini söylediği ben fakîre yüzde 0,3 oranında oyu reva gördü.
Son girdiğim 1999 Genel Seçimleri'nde bana, "Anladık, iyisin, hoşsun, dürüstsün ama kendine faydan olmamış, bize ne verebilirsin ki?" dediler ve enayiliğimi tescil ettiler.
* * *
Sevgili okuyucularım, bu yazdıklarımı okuyup da sakın bütün bunlardan pişmanlık duyduğumu sanmayınız. Enayilik o kadar içime işlemiş ki, geriye dönüş mümkün olabilse, gene aynısını yapardım.
Üstelik enayilik bulaşıcıymış da... yazdıktan sonra yazımı eşim Ülker'e okudum. "Geriye dönüş mümkün olabilse, ben de gene aynısını yapardım" demez mi?!...

yeter
05-03-2006, 23:33
28 Şubat'tan bugüne esintiler

Hasan Celal Güzel

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=179900

Hafta sonunda yapılan 'TSK 2006 Kış Tatbikatı'nda Başbakan Erdoğan'ı asker elbisesi içinde komutanlarla beraber görüntüleyen tablo halkımızın hoşuna gitti.
Erdoğan, boylu boslu, yakışıklı hâliyle çakı gibi bir Türk askeri olmuştu. Gazetedeki fotoğraflara bakarken 1974 ilkbaharında Tuzla Piyade Okulu'ndaki günlerimi özlemle ve sevgiyle hatırladım. Genelkurmay Başkanı'ndan en küçük rütbeli askere ve ere kadar kahraman Mehmetçiklerimizi ne kadar sevdiğimi düşündüm.
* * *
Bugün 28 Şubat Darbesi'nin 9. yıldönümü.
Bir taraftan, her şeyin üzerinde tuttuğumuz ve mübarek, mukaddes, muazzez bildiğimiz ordumuza ve Mehmetçiğe karşı hissettiğimiz sımsıcak sevgi; diğer tarafta, on yılda bir millet iradesini gasp ederek Türkiye'ye en büyük kötülükleri yapan militarist darbecilere duyduğumuz nefret... Bu ikilemin içinden çıkmak kolay değildir. Ordu ve askere verilen değerle darbecileri mazur görmek ne derece yanlışsa, darbecilere gösterilen tepkiyle ordu ve askeri karalamak da o derece yanlıştır. Ne yazık ki her iki yanlışlık da sık sık yapılmaktadır.
Millet ve devlet olarak bağımsızlığımızı ve millî egemenliğimizi korumak; vatanımızın bütünlüğünü savunmak için Türk Silahlı Kuvvetleri en büyük teminatımızdır. Bu vazifeyi hakkıyla ifa eden orduyu milletçe başımızın üstünde taşırız. Lâkin, silahının namlusunu milletin iradesine çevirip siyasete müdahale eden darbeciler, artık meşruiyet çizgisini çiğneyip devlete isyan etmiş olurlar ve Türk Ordusu'nun manevî şahsiyetini temsil etmekten uzaklaşırlar.
Bu gibileri tenkil edip cezalandırmaktan başka çare yoktur. Türkiye'de 1960 sonrasında darbelerin devam etmesinin asıl sebebi, darbeyi yapanın yanına kâr kalması ve cezalandırılamayışıdır.
* * *
Demirel, 28 Şubat'ı savunmaya ve darbe olmadığını söylemeye devam ededursun;
28 Şubat'ı yapanlar, şecaat arzedip sirkatlerini söylemekten kendilerini alamamışlardır.
4 Şubat'ta Sincan'da tank yürütenler, 'balans ayarı' yapanlar, devrin Genelkurmay Genel Sekreteri ve diğer erbab-ı müdahale, hâlen bülbüller gibi şakıyarak suçlarını itiraf etmektedirler.
28 Şubat, açıkça bir askerî müdahale ve darbedir. Lâkin, bölük pörçük hatıralar dışında 28 Şubat Darbesi'nin gerçek hikâyesi henüz yazılmamıştır.
28 Şubat'ın içyüzünün ortaya çıkarılabilmesi için, TSK'daki kayıtların ayrıntılı şekilde incelenmesi, özellikle illegal 'Batı Çalışma Grubu' darbe örgütlenmesinin açığa kavuşturulması gerekir.
28 Şubatçılar, TSK içinde tamamen illegal şekilde örgütlenmiş; 'konseptler' 'andıçlar' yayınlamış; halkı siyasî ve ideolojik biçimde fişlemiş ve açıkça suç işlemişlerdir.
Yargı mensuplarını Genelkurmay'a doldurup brifing veren ve komutla alkışlatan bir yönetimi, normal ve demokratik bir rejimle bağdaştırabilir misiniz?
* * *
Bugün, Genelkurmay Başkanı Org. Özkök'ün Anayasa ve kanunlara uygun demokratik tavrı ve idaresi, 28 Şubat Dönemi'ni fiilen sona erdirmiştir. 21. yüzyılın başında, AB'ye girme mücadelesi veren Türkiye'de, artık ordunun açıkça veya üstü örtülü şekilde müdahalede bulunacağına pek ihtimal vermiyoruz. Bu dönemde -gerekçesi ne olursa olsun- yapılacak bir müdahalenin Türkiye'yi içinden çıkılmaz bir felakete sürükleyebileceğini tahmin etmek zor değildir. Buna mukabil, hâlâ bu konuda hırslı politikacıların ve milletin iradesini bir türlü hazmedemeyen muhteris jakoben zorbaların provokasyonlarına devam ettiklerini müşahede ediyoruz.
Önümüzdeki günlerde, yaklaşan Cumhurbaşkan-lığı seçimini baskı altına almak isteyen politik ve bürokratik çevrelerin, siyasî iktidar üzerinde kurmaya çalıştıkları baskıyı arttıracakları ve AK Parti'yi erken seçime götürmeye çalışacakları anlaşılıyor. Ancak, bu baskının ülkeyi yeni bir '28 Şubat Modeli'ne sürüklemesi kolay değildir.
AK Parti İktidarı, geçmişteki 28 Şubat zorbalı-ğından ders almalı; baskılara aldırmadan ve hata yapmamaya çalışarak yoluna devam etmelidir.
* * *
Türkiye'nin bu yüz kızartıcı müdahalelerden kurtulabilmesi için halkın bir 'sivil itaatsizlik' şuuru kazanarak demokratik haklarını koruması ve kendi iradesiyle iş başına getirdiği temsilcilerine sahip çıkması lâzımdır. Antidemokratik ve gayrimeşru müdahalelere karşı çıkabilmek, demokrasinin devamı için AB'nin emniyet sübabı olmasından çok daha önemlidir.

yeter
22-03-2006, 22:33
Bilmeyen yok ama biz gene de altını çizelim: Türkiye’nin temel çelişkisi burjuva sınıfıyla işçi sınıfı arasındaki çelişki değildir. İkisi de henüz çok cılızdır bunların. Zavallı solculara bunu uzun süre anlatamadık.

Türkiye’nin temel çelişkisi, temel çatışması, bir yandan İstanbul ile taşra arasında sürmüş olan savaştır. Bu savaş taşra tarafından kazanılmış gözükmektedir. İstanbul yenilmiş ve kepaze olmuştur. Merkezden nefret eden taşra, yüzyılların intikamını çok acı bir şekilde almıştır.

Bir yandan da, bürokrasiyle halk arasında sürmekte olan çekişmedir. Bu maç ortadadır. Atan alır.

Fakat bürokrasi bir aristokrat sınıfına yaslanmadığı, bürokratlar da halk çocukları oldukları, sonradan dönüşüme uğradıkları için halk bürokrasiyi “güvenilir” bulduğunu söylemekte, çatışmayı örtbas etmeye, yok gibi göstermeye çalışmaktadır. Eh, buna da “şark kurnazlığı” denilmektedir!

Bürokrasi, Türkiye’yi yedi yüz yıl boyunca yönetmiştir.

Bunun ilk beş yüz elli yılında halkla çatışma yaşanmamış, sonra batılılaşma girişimi yüzünden halkla ters düşen bürokrasi zaman zaman diktaya yönelmek zorunda kalmıştır.

Fakat halkın temsilcileri fazla güçlendikleri ve bunun şımarıklığıyla onlar da diktaya yönelmek istedikleri zaman da hemen tırpanlamıştır onları...

Bugün, güçler bir çeşit dengeye kavuştuğu için sanki bir “konsensüs”, bir görev bölümü, bir orta yol sağlanmış gibi görünmektedir: “Küçük işlere” halkın temsilcileri, “büyük işlere” bürokrasi bakıyor.

Örneğin küçük iş döviz kuru, büyük iş Kıbrıs.

Bürokrasi, görevlerinden bir kısmını devretmiş, devretmek zorunda kalmış!

Gene de gizli bir gücü elinde tutuyor ve bırakmaya da hiç niyeti yok: Bürokrasinin dokunulmazlığı vardır. Ama kendisi halkın temsilcilerine zaman zaman dokunur, hem de fena dokunur.

Hiçbir memur, amirinin izini olmadan yargılanamaz bile. İttihat ve Terakki diktatörlerinin taa 1912 yılında çıkardıkları “Memurin Muhakemat Kanunu” yürürlüktedir. Geçmişle bütün bağları kopardığını iddia eden anlı şanlı cumhuriyet rejimi tarafından niçin kaldırılmamış, bir Osmanlı yasası niçin yürürlükte tutulmuştur?

Ne yazık ki bürokrasi hegemonyası zaman zaman kendini faşizm şeklinde, halkın tepkisi de kendini şimdilerde yobaz dincilik şeklinde ortaya koyuyor... Bunların ikisi de bok.

Dördüncü kuvvet, kuvvet olduğunu hatırlayıp zaman zaman diklenecek gibi oluyor, sıkıyı görünce kurtuluşu hemen bürokrasiye boyun eğmekte buluyor.

Medya patronu, eskiden gazeteci olarak diklenemiyordu, şimdi parası bol ama sınıfı hâlâ o kadar güçsüz ki, tüccar kimliğiyle bile diklenemiyor! Dönem dönem bir yanı, dönem dönem öbür yanı kollamak zorunda kalıyor.

Haa, bir de basında atıp tutan “ulusalcılar” vardır ki, onlar üç kuruşa çalışan zavallı işçilerdir, patron hoşgördüğü sürece bugün vardırlar, yarın yok. Kendi kendilerini fazla önemsemesinler ve Nazım Hikmet’in deyimiyle “bu kavgada bir virgül bile olmadıklarını” bilsinler.

Son zamanlarda olup bitenlere bir de bu gözlükle bakınız: Şemdinli olayları dolayısıyla kopan fırtına, halkın temsilcilerinin bürokrasiyi fırsatını bulup hırpalama denemesi, bürokrasinin de buna çok sert tepkisidir. Çizgiyi çekmiş, postasını koymuştur.

“Kıbrıs’ı çözeceğim” diyen, aslında “bir punduna getirip çekileceğim” demek isteyen halk adamları, ve “Kıbrıs’ta varlığımız sürecektir” diyen bürokrasi... Bunu dilerseniz “Avrupa Birliği’ne girilmeyecektir” şeklinde de okuyabilirsiniz. Bürokrasi Avrupa Birliği’ni asla istemiyor ama bunu açık açık da söyleyemiyor. Berikiler de pek bayılmıyorlar ama bürokrasinin gücünü kırmak için çok istermiş gibi yapıyorlar.

Peki ne olacak? Bu iş nereye varacak?

Amerika nereye isterse oraya... Amerikan çıkarlarına hangisi uygun düşerse berikine karşı onu destekleyecekler.

Yarın kim “Irak’a da gireceğim, İran’a da saldıracağım” desin, yeşil ışık yanar. Var mı öyle babayiğit? Görelim.

Hadi Irak bataklığına batmayı “soydaşlarımızı koruyacağım, Kürtler’i ezeceğim” ayağına yatıracaksınız da, İran’ı halka nasıl anlatacaksınız? “Şeriatçıları temizleyeceğim” şeklinde mi? Yerli taraftarlarına daha beter güç sağlarsınız.

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=33241,10,2

yeter
22-03-2006, 22:40
Çanakkale savaşıyla kurtuluş savaşının aynı savaş olduğunu sanan kaç bin salak vardır, bilir misiniz, kaç bin salak? Anafarta tepelerini Afyon dolaylarında falan sanan...

Okumazlar, öğrenmezler, öğretilmez, üstelik bir de kafa karıştırılır. (Bunda elbette “muharebe” kelimesinin yerine “savaş” yani “harb” kelimesini koyup Türkçe’nin zenginliğini öldürenlerin de suçu vardır.) Ayrıca ikisinde de “Atatürk vardır” ya, ondan...

Oysa ikisinde de Atatürk yoktur, birinde Miralay Mustafa Kemal Bey vardır, ötekinde Mustafa Kemal Paşa, savaşın ikinci bölümünde Gazi.

Şimdi bu yazıya da kaç bin salak küfür eder, bilir misiniz, kaç bin salak?

Bunlar aynı zamanda “miralay ne demek” diye de soracaklardır, “albay” deyince anlamak üzere.

Fakat izinden döner dönmez kendini bir çemişler cennetinin göbeğinde bulmak da bütün dinlenmeyi bir anda alıp silebiliyor.

18 Mart dolayısıyla yazılanlara, daha doğrusu “kendini yazmak zorunda hissedenlere” baktım, içim acıdı. Birikmiş gazete taramanın dayanılmaz ağırlığıdır bu. Birileri yeni bir kitap çıkarmışlar bu konuda, “okuyunca o günleri yeniden yaşadım” diyen bile var. Herif elli yaşında, olay doksan sene önce geçiyor.

Türkiye ve Türk basını bu kadar berbat olmamalıydı, ya da ben orada olmamalıydım... Haklısın İclal.

Türkiye’de çok şey, birçok şey, pek çok şey yalan üzerine kuruludur.

Bize çocukluğumuzda, Çanakkale’de verdiğimiz şehit sayısının “300 küsur bin” olduğu öğretilmişti, oysa genelkurmay belgelerinde “55 bin” olarak geçiyor.

Atatürk’ün göğsündeki saate şarapnel parçası çarptığı yerin o yer olmadığı, Yahya Çavuş’un mezarında çavuşun yatmadığı, hiçkimsenin yatmadığı sonunda öğrenilmiş, şaşkınlıklar uyandırıyor...

Hadi ben de size, şu ünlü saka neferinin aslında “düşmana su götürmek” gibi bir kahramanlık etmediğini, düşman devriyesinin sesini duyunca “size su getirdim” ayağına yattığını açıklayayım da, daha beter şaşırın.

Çanakkale savaşımız “antiemperyalist” bir savaş değildir. Çünkü biz de o emperyalist paylaşım kavgasında “karşı tarafta” bulunan iki imparatorluğun, Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın müttefiki, üçüncü bir imparatorluktuk.

Üstelik, başımızda bulunan Enver’in, “onun yerine yeni ve daha büyük bir Turan İmparatorluğu” kurmak gibi manyakça düşleri vardı.

Savaşa bizi düşmanlar zorlamadılar, Enver can attı, bayıla bayıla girdi, girmek için yırtındı!

Almanya’yla gizli bir anlaşma yaptığımızdan ve savaşa girdiğimizden de hükümette yalnızca dört kişinin haberi vardı, dört.

Biz de onlara saldırdık. Kireçli Dover yamaçlarına ya da çamurlu Normandiya kıyılarına çıkartma yapacak halimiz olmadığından, Süveyş Kanalı’na saldırdık. Hem de iki kere. Nasıl onlar Çanakkale’den kıçlarına baka baka geri döndülerse, biz de kanaldan öyle döndük.

Kemal Tahir olmasaydı, anlı şanlı bürokrasi bize kanal seferlerini bile öğretmeyecekti... Bugün de okullarda anlatılmıyor.

Çanakkale’de başımızda bir Alman generalinin bulunduğunu da biliyor muydunuz? Liman von Sanders, o tuhaf isimli adam.

O orada kahramanlık ederken Laleli yangın yerinde altmış kuruşa kadın, otuz kuruşa erkek çocuk satıyorlardı, hani bugün Rus sattıkları bölgede... Enver bizi bu duruma düşürmüştü.

Filmlerde mafya babalarına Amerikan askerlerinin kafasına çuval geçirtip yürek soğutmaya pek benzemiyordu yani gerçek savaş...

Ya peki, Osmanlı genelkurmaybaşkanının da bir Alman subayı, General Bronsart von Schellendorf olduğunu biliyor muydun, aziz ve nezih matbuat? Enver orduyu Alman emrine vermişti.

Bilmiyordun. Ama “hamaset edebiyatı” yapmayı bilirsin ve seversin.

O zaman Aliye, Gamze, Hülya ve Feraye gibi sana yakışan konularla uğraş, boyundan büyük işlere girme.

Benim babamın amcası, yani dedemin kardeşi Çanakkale’de şehit düştü, senin Enver yüzünden... Çanakkale’nin onurunu da kimseye bırakmam, hesabını da.

Utanıyorsan, Enver’e yaltaklanamıyorsan, Evren’e yaltaklan, o da sana uyar.

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=32849,,2

pride
27-03-2006, 20:21
Hayli iddialı bir ekip ve büyük bir bütçe ile dizi çekildi. 24 Mart’ta ATV ekranlarında halkla buluşacaktı. Aynı gün basın tanıtımı yapılacaktı. Ancak ne olduysa oldu, binbir emekle hazırlanan dizi yayından kaldırıldı!

İyi saatte olsunların devreye girmesiyle yayından kaldırıldığı anlaşılan dizi 28 Şubat sürecini anlatıyordu. Ama bir farkla; vitrinde görünenler yerine, perde arkasını aralıyordu dizi. Ama olmadı ya da oldurulmadı. Belki de Şemdinli iddianamesi ile başlayan tartışmalar bu dizinin seyirci ile buluşmasını engelledi.

‘Hacı’ her ne kadar roman olsa da, roman da anlatılanlar asla hayal ürünü değil. Belki hukuki sorumluluk doğuracağı için, belki de başka gerekçelerle aslında belgesel olması gereken bir çalışma romana dönüştürüldü.

Ankara kulislerinde konuşulanlara göre, ‘Hacı’nın kadın kahramanı Ankara’da çok iyi tanınan bir kadın. Bu kadını özel kılan ise ABD yönetimi ile arasındaki ilişkiler. Bugün ABD yönetiminde yer alan pek çok isim, buna ABD Başkanı George Bush da dahil, bu kadının dost halkasında. Tek bir telefonu ile ABD Savunma Bakanı’na, ya da Pentagon’un kurmay kadrolarına ulaşabilen bir “efsane”

28 Şubat döneminde ABD’li yetkililerin “Bu hükümeti yıkmak için daha ne bekliyorsunuz?” mesajını Türk Genelkurmayı’na ileten de aynı isim. O dönemde bir emri ile gazetecileri işten attıran, bir emri ile Sincan’da tanklar yürüten Em. Org. Çevik Bir’in en yakın arkadaşı. Her hafta Çevik Bir Paşa ile görüşebilen bir kudret simsarı.

Kendisini katıldığı panellerde “Kürt Yahudisi” diye tanıtan bu kadının bir eli İsrail, diğer eli ise Rusya’da. Kurduğu ticari şirketlerle bir “işkadını” görüntüsünde. Ama asıl işi “nüfuz ticareti” yapmak. Mesela en son Kuzey Irak’ta faaliyet gösteriyordu.

Tabii bir de en son operasyonunu hatırlamakta fayda var. Neredeyse batma noktasına gelmiş bir medya patronunu adeta yeniden diriltti. Hatta bu operasyona en çok basın şaşırdı. Patronun ortağı operasyonun başarısı karşısındaki şaşkınlığını, “Şapkadan tavşan çıkarttı” diyerek dışa vurdu.

Roman kahramanımızın bir diğer marifeti ise PKK ile bazı resmi görevlilerin arasındaki irtibatı sağlamak. Aynı sülale içinde yer aldığı bir avukat ile bu ilişkileri yürüttü. Ancak bu avukatın bir özelliği vardı; Abdullah Öcalan’ın avukatıydı.

Gerçekten yazık oldu. Hayatı roman gibi olan, Çankaya sırtlarında mukim “Karanlıklar Prensesi”nin entrikalarını ne yazık ki izleyemeyeceğiz. Oysa dizinin Kurtlar Vadisi kadar ilgi göreceği düşünülüyordu. Dizi o kadar gerçeğe yakın dı ki, Kayseri’deki çekimleri sırasında bir camiden çıkarken Amerika’yı protesto eden oyunculara halk da gerçek sanıp katılmış ve Amerikan bayrağını oyuncularla birlikte yakmışlardı! Polis de göstericileri gözaltına almaya kalkışmıştı!

burada adı gecen kadın kim yardım ederseniz sevınırım merak işte....

yeter
02-04-2006, 21:34
Murat BARDAKÇI [email protected]

Galler Prensi’ni biliriz, Darfur Prensi’nden ise haberimiz yoktur


Sudan’ın batısında senelerden buyana kan ve gözyaşı dolu bir iç savaşa sahne olan Darfur, Başbakan Tayyip Erdoğan sayesinde hafta içerisinde Türkiye’nin gündemine girdi ve birçok kişi Başbakan’ın Darfur’a gitmesini "gereksiz" buldu.

Tayyip Erdoğan’ın, danışmanlarının yahut Darfur ziyaretini eleştirenlerin Darfur hakkında bilgi sahibi olup olmadıklarından haberdar değilim ama, biz şimdi çoğumuzun pek hatırlamadığı Darfur’a eskiden gayet áşina idik, hattá Darfur meselesiyle son defa tam tamına 90 sene önce, 1916 Mart’ında meşgul olmuş ve bölgeye bayrak ve siláh bile göndermiştik. Üstelik, "Darfur Pensi" unvanını taşıyan son kişinin Türkiye ile yakın bir ilişkisi vardı, bir Türk prensesiyle, son padişah Sultan Vahideddin’in torunu Neslişah Sultan ile evliydi ve hayatını 1979’da İstanbul’da noktalamıştı.

ÇOK uzak diyarlarda, Afrika’nın ortalarında bir yerlerde olan Darfur, Başbakan Tayyip Erdoğan sayesinde, hafta içerisinde Türkiye’nin gündemine girdi.

Önce, Darfur’un nerede olduğunu ve bu uzak diyarda neler yaşandığını kısaca söyleyeyim: Sudan’ın batı tarafındaki geniş bir eyalettir, "Müslüman Araplar" ile "Müslüman Afrikalılar" arasında senelerden buyana devam eden bir iç savaşa sahnedir, bu savaş 400 bin kişinin canına, 2.5 milyon kişinin yersiz ve 3.5 milyon kişinin de aç kalmasına sebep olmuştur. Sudan hükümeti, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere birçok uluslararası kuruluş tarafından Müslüman Araplar’ı elaltından destekleyip soykırıma göz yummakla suçlanmaktadır.

Sudan’ın başkenti Hartum’da hafta içerisinde toplanan Arap Zirvesi’ne "gözlemci" olarak katılan Başbakan Tayyip Erdoğan, zirveden sonra Hartum’dan Darfur’a geçti ve Birleşmiş Milletler’in açıklamalarını yalanlarcasına "Darfur’da soykırım veya asimilasyon yapıldığı görüşünde olmadığını" söyledi.

90 YIL SONRA

Başbakan’ın sözleri, "Tayyip Erdoğan gerçi Sudanlılar’ın duymak istedikleri ifadeleri kullandı ama BM’yi gözardı edip böyle konuşmamalıydı" diye eleştirilirken Darfur ile ilgili bir husus, hiçbirimizin dikkatini çekmedi: Sudan’ın bu sıcak, kuru, fakir ve maalesef son derece kanlı olan bölgesi, Türkiye’nin gündemine tam 90 yıl aradan sonra, ilk defa geçtiğimiz hafta, Başbakan’ın bu ziyareti sayesinde yeniden giriyordu.

Tayyip Erdoğan’ın, danışmanlarının yahut Darfur ziyaretini eleştirenlerin Darfur hakkında bilgi sahibi olup olmadıklarından haberdar değilim ama, şimdi çoğumuzun pek hatırlamadığı Darfur’a eskiden gayet áşina idik, hattá Darfur meselesiyle son defa tam tamına 90 sene önce, 1916 Mart’ında meşgul olmuş ve bir zamanlar bayrak ve siláh bile göndermiştik. Üstelik, "Darfur Pensi" unvanını taşıyan son kişinin, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın soyundan gelen Prens Muhammed Abdülmünim’in Türkiye ile yakın bir ilişkisi vardı, bir Türk prensesi ile, son padişah Sultan Vahideddin’in torunu Neslişah Sultan ile evliydi ve hayatını 1979’da İstanbul’da noktalamıştı.

İşte, Darfur ile münasebetimizin kısa öyküsü:

Afrika’daki köle ticaretinin önemli merkezlerinden olan Darfur’da, asırlar boyunca bağımsız krallıklar hüküm sürdü. Derken, káğıt üzerinde Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı görünen ama Mısır’ın hakiki sahibi olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu Mısır Hıdivi İsmail Paşa’nın 19. asırda Sudan’ı kendi topraklarına katması üzerine Darfur’daki vaziyet de değişti. Darfur Sultanları unvanlarını muhafaza ettiler ama Darfur’da fiilen Kahire’deki Mısır Hıdivi, resmen de İstanbul söz sahibi oldu.

18. yüzyıldan itibaren Osmanlı hükümdarları ile münasebete giren Darfur Sultanları, İstanbul’a devamlı olarak elçiler gönderip padişahı kendi üzerlerindeki bir otorite olarak tanımışlardı ama Darfur ile asıl temasımız, 20. yüzyılın ilk yıllarında kuruldu.

Darfur’un son hükümdarı olan Ali Dinar, 1909’da Sultan Reşad’dan Sudan’ı işgal altında tutan İngilizler’e karşı kullanmak için siláh ve Osmanlı bayrağı istedi, biz ise bir madalya göndermekle yetindik. Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında ilán ettiğimiz cihada karşı Arap dünyasının neredeyse tamamı İngilizler tarafından ve bize karşı siláhla cevap verirken, Ali Dinar, İngilizler’i Sudan’dan çıkarmak maksadıyla bizim gibi cihad ilán etti. Sonra, 1916’nın 13 Mart’ında Osmanlı İmparatorluğu’nun o zamanki güçlü adamı Enver Paşa’ya bir mektup gönderdi. Mektubunda "Darfur ve Sudan Müslümanları’nın durumunun gittikçe kötüleşmesine rağmen, káfir bir köpek olan İngiliz vali ile cihad yolunda mücadeleye devam edeceğim" diyordu.

BAYRAKTAKİ YILDIZ

Sultan Ali Dinar, üzerine sevkedilen İngiliz birliklerine karşı daha fazla direnemedi, 1916’nın 22 Mayıs’ında bozguna uğradı ve aynı senenin 6 Kasım’ında da Kulme kasabasında uğradığı bir baskında İngiliz askerleri tarafından öldürüldü. İngilizler, Darfur’daki hákimiyetlerini engelleyen Sultan’ı bu şekilde ortadan kaldırdıktan sonra, bölgeyi Sudan’a bağladılar.

Sudan’da bütün bunlar olup biterken, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın soyundan gelen Mısır Hıdivleri sadece Sudan’ın değil, Darfur ve Kordofan bölgesinin de hükümdarı olduklarını söylüyorlardı. Mısır Hıdivleri ile daha sonra iktidara gelen iki kralın, Fuad ile Faruk’un unvanı "Mısır ve Sudan Kralı, Darfur ile Kordofan’ın hákimi" şeklindeydi ve Mısır’ın o dönemdeki bayrağında bulunan yıldızlardan biri Darfur’u, diğeri de Kordofan’ı temsil ediyordu. Hıdiv’in veliahdı "Darfur", kralın veliahdı ise "Said Ülkesinin Prensi" unvanını taşıyordu, üstelik Darfur’un son prensi de, Osmanoğulları’nın damadıydı.

Bir zamanlar sembolik şekilde de olsa bize bağlı bulunan Darfur’un öyküsü, işte böyle...

Darfur’un son prensinin ataları Erzincanlıdır

PRENS Muhammed Abdülmünim, Mısır’ın son Hıdiv’i Abbas Hilmi Paşa’nın oğluydu. 20 Şubat 1899’da İskenderiye’deki Montaza Sarayı’nda doğdu ve hayata 1979’un 12 Aralık’ında İstanbul’da veda etti. Babası Abbas Hilmi Paşa’nın Mısır hükümdarı olduğu sırada, Prens Abdülmünim’in unvanı "Darfur ve Kordofan Prensi" idi. İsviçre’deki Freeburg Üniversitesi’ni bitirdi, babasının Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra tahtını kaybetmesi üzerine 20 sene boyunca Avrupa’da sürgünde kaldı ve Kahire’ye ancak 1936’da, Abbas Hilmi Paşa’nın tahttan feragat etmesi üzerine dönebildi.

Kral Faruk tarafından diplomatik işlerle görevlendirilen Prens, İkinci Dünya Savaşı sonrasında toplanan Filistin Konferansı’na Mısır’ı temsilen katıldı ve Mısır ile Amerikalılar arasındaki görüşmeleri yürüttü. Kahire’de, 1940’ın 26 Eylül’ünde Osmanlılar’ın son hükümdarı Sultan Vahideddin ile Son Halife Abdülmecid Efendi’nin torunu Neslişah Sultan ile evlendi ve Osmanlı Hanedanı’na "damad" oldu. Mısır Kralı Faruk’un 1952’de bir askeri darbe ile devrilmesinden sonra "kral náibi" olan Prens Abdülmünim, daha sonra ailesiyle beraber Avrupa’ya geçti, sonra da İstanbul’a yerleşti. 1979 yılında Ortaköy’deki köşkünde vefat eden Prens Muhammed Abdülmünim’in Mısır’a götürülen cenazesi, Kahire’de devlet töreni ile kaldırıldı.

Küçük bir hatırlatma: "Kavalalı Hanedanı", "Mısır Hıdivi" yahut "Darfur Prensi" unvanlarına bakıp da bu kişilerin Afrikalı yahut Arap olduklarını zannetmeyin. Mısır’a 250 sene boyunca idare eden Kavalalı hanedanı aslında Erzincanlıdır; hanedanın kurucusu olan Mehmed Ali Paşa, Kavala’ya Erzincan’ın İliç İlçesi’nden gitmiş ve Mısır’a da Kavala’dan geçmiştir.

Kültür emperyalizmi denen şey, işte budur!

SENELERDEN buyana, yeri geldikçe söylüyorum: Bugün okuyup yazmış bir Fransız, Afrika’nın kuş uçmaz, kervan geçmez köşesindeki Ubangişari’yi; bir İngiliz, Hindistan’ın Bangalor’unu yahut Burma’nın Tayetmo’sunu gayet iyi bilir, memleketinin oradaki tarihini iyi hatırlar. Zira, emperyal geçmişinin verdiği kültürel sorumluluğunun farkındadır. Paris ve Londra, eski topraklarında bir kriz çıktığı anda hemen devrededir ve sözleri de mutlaka dinlenir.

Biz ise herşeyi, hattá bir zamanlar toprağımız olan yerleri bile unuttuk, hatırlamıyoruz bile! Çok değil, bundan sadece 90 sene öncesine kadar İstanbul’dan yollanan genç Mülkiye mezunlarının idare ettikleri şehirlerin, artık çok uzak iklimlerde, hattá Kafdağı’nın arkasında olduklarını zannediyoruz.

Etrafınızı şöyle bir yoklayın bakalım: Omdurman’ı, Tlemsen’i, Sfaks’ı, Necd’i, Demirkapı’yı bilen kaç kişiye rastlayacaksınız?

"Kültür emperyalizmi" denilen şey, işte budur: Galler Prensi’nin hayatını gönül maceralarına kadar ezbere bilmemize rağmen Darfur Prensi’nden haberdar olmamamız; Gence’yi, Kardofan’ı yahut Gadames’i hiç işitmememiz...


Böylesine bir habersizlik içerisinde bulunduğumuz halde "Türkiye, bölgede söz sahibidir" şeklinde sözler etmemiz ise buruk bir şakadan ibarettir.

pride
18-04-2006, 12:48
ORDOT PROJESI

Prof.Dr. Nuri Saryal



1 - Giriş

Anılarım arasında kanımca en önemlilerinden birisi olan Ordot Projesi; Türkiye'de ilk kez gerçek anlamda yerli tasarımla Türk malı güdümlü roket yapılmasının ve bu çalışmanın nasıl önlendiğinin ibret verici hikâyesidir. Çalışmalara müdahele edilmeseydi, aksine destek-lenseydi ve daha büyük projelere olanak sağlansaydı, bunun Türk savunma sanayine ve ekonomisine nasıl yansıyacağını irdelemeyi "batılı" ülkelerin ekonomisinde en büyük geliri sağlayan ve isdihdam yaratan alanın savaş sanayii olduğunu hatırlatarak, sizlere bırakıyorum.

2 - Askere Alınmam

1956 yılı Şubat ayında Batı Berlin Teknik Üniversitesinden Doktor Mühendis (Dr.-Ing.) diplomasını alarak Mayıs ayında Ankara'ya dönmüştüm. Sıra yedek subaylık görevini yerine getirmeye gelmişti.

Berlin’de doktora çalışmalarım sırasında askerlik tecillerimi Başkonsolosluk aracılığı ile düzenli olarak yaptırdığım halde, son yoklamam her nasılsa askerlik şubeme ulaşmamış. Önüme iki seçenek koydular: Hemen askere alınırsın veya 1500 TL ceza ödersin. Niyetim zaten bir an önce yedek subaylık görevini tamamlayıp hayata atılmaktı. Mülakat sonucu, makina mühendislerinin buluştuğu Ordu Donatım sınıfına ayrıldım (44. dönem) ve 1 Haziran 1956 günü, Ankara’nın Etlik yolu üzerindeki Sarıkışla’da kıt’ama teslim oldum.

Okul döneminin sonuna yaklaşmıştık; “yedek subay ölür de dönmez er meydanından” marşını söyleyerek Çubuk Barajı yollarında belden yukarısı açık, silah elde koşmaktan güneş yanığı esmer ama sağlıklı halde idik. Bir gün askerlik dersinden önce sabah içtimaında beklerken, bir üsteğmen geldi ve doktorası olanları ayırarak, on kişi kadar olan grubmuzu ayrı bir odaya aldı. Odada, adının Behram Kurşunoğlu olduğunu söyleyen bir yedeksubay asteğmen, “özel teknik” grubuna ayrıldığımızı, okul döneminin sonunda görevimize Ankara’da, Genel Kurmay Başkanlığı, Ilmi Istişare ve Araştırma Dairesinde (o zamanki ILAR, şimdiki ARGE Başkanlığı) devam edeceğimizi bildirdi.

Daire Başkanımız, aydın, kültürlü, ileri görüşlü, Hava Albay Fuat Uluğ idi. Uluslararası üne sahip “von Karman”ı konferans vermek üzere Ankara'ya davet eden, teknik konularda kitap yazdırıp bastırtan, daha önemlisi Türkiye’de “harp oyunları”nı başlatan kendisidir. Dairemiz, Genelkurmay Başkanlık binasının sol tarafındaki yuvarlak çıkıntının üst katında başlayıp geriye doğru uzanmaktaydı. Çalışmalara başladığımız gün 43.dönemde “özel teknik” grubuna ayrılmış ve ileride ODTÜ’de buluşacağım Mustafa Parlar ve Tarık Somer’le tanıştım. Ilk altı aylık süreyi birlikte tamamladık.



3 - Harp Oyunları

Harp oyunları, ülke savunmasında, bu işe ayrılmış bütçenin hangi silah sistemlerine yatırılması ile en etkili şekilde (cost effective) sağlanacağını saptamak amacıyla yapılan, uygulamaya yönelik, matematik ağırlıklı bir yöntemdir. Fuat Uluğ Albay’ın[1] gayretleri sonucu proje Genel Kurmay Başkanlığımızca kabul edilmiş, ABD tarafından “bilgilendirme” düzeyinde, desteklenmiştir. Bu işe ayrılan büyük salonun ortasına konulan, yaklaşık sekiz metre boyunda ve dört metre enindeki masanın üzerine, Türkiye ile kuzeyde Kırım yarımada-sının yaklaşık ikiyüz kilometre kadar dışından geçerek çevremizdeki bölgeleri içine alan, üzeri şeffaf asetat levha ile kaplanmış devasa bir harita serilmiş.....

Harita üzerinde bez ayakkabılarla yürüyor, Havacı Kurmay subaylarımızın hazırladıkları, kuzey komşumuzun Türkiye’ye yönelik temsili saldırı planını ve Karadenizi yalayarak geldiği varsayılan savaş uçaklarının bizim radarlarda görünmelerinden itibaren karşı savuma ile ilgili harekatımızı renkli mumlu kalemlerle ve cetvellerle işaretliyorduk. ABD, Rand Corporation tarafından gönderilmiş, beyini özel eğitimle geliştirilmiş ve adı Paxon olan bilim adamı, onbeş kişilik, hepsi doktoralı ve yurt dışında eğitim görmüş çoğunluğu makina mühendislerinden oluşan ekibimizi eğitiyor, yönlediriyordu.

Çalışmalarımızın Türkiye'nin savunması için ne kadar önemli olduğunun bilinci, içimizde büyük bir istek ve tutku yaratmıştı. Sabah saat sekizden önce hepimiz işimizin başında oluyor, gece geç saatlere kadar çalışıyorduk. Savaş taktiklerini öğrendiğimiz bu çalışmalar sırasında, Sovyet Rusya Imparatorluğu çökmeden önceki şartlar altında, Türkiye’nin zayıf karnının, Bulgaristan üzerinden yapılacak tank saldırısı olduğu, anti-tank güdümlü mermilerin hayati önem taşıdığı, ortaya çıkmıştı. Trakya’yı ve Boğazları tankların saldırısından koruyacak silah olarak elimizde, Almanya’dan büyük bedeller ödrenerek alınan "Cobra" anti-tank güdümlü mermileri olduğunu öğrendik. Talim atışları sırasında tanıştığım, çok basit olan bu silahın benzerini, Türkiye’deki olanaklarla üretebileceğimizi düşündüm.

4 - ORDOT Projesinin Başlaması

Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde göreve başladıktan (28 Haziran 1962) iki yıl sonra Makina Mühendisliği Bölümü binaları tamamlanmış, labratuvarlar gerekli araç ve gereçlerle donatılmıştı. Anti-tank güdümlü mermiyi yapmakta kararlıydım, ancak akademik hayatımı düşünmem, doçentliğe yükseltilmeme olanak verecek “bilime katkı sağlayan” bir çalışma (Doçentlik Tezi) yapmam gerekiyordu. Bu nedenle, “Isıl Gerilimlerin Elektrik Analojisiyle Tesbiti” çalışmasına (TÜBITAK MAG-45) öncelik vermek zorundaydım. Hafta sonları da çalışarak, asistanlığımı yapan Orhan Yeşin ile birlikte bir buçuk yılda bitirdiğim bu çalışmanın son altı ayında, ORDOT Projesine başladık.

Projeye ORDOT adını veriş nedenim, hem asker olarak ORdu DOnaTım sınıfından, hem de ORta DOğu Teknik Üniversiteli olmamdır. Projeye başlamak için her şeyden önce para bulmam gerekiyordu. Konuyu yardımcısı olduğum Rektör Kemal Kurdaş’a açtığımda, “hemen işe başlayın” dedi ve üniversite bütcesinden kırk bin lirayı (profesör maaşı beş bin lira) bu işe tahsis etti.. Bu meblağ böyle bir proje için elbette yeterli değildi ama, o sırada oluşmaya başlamış olan "Ordot Ekibi'ne" moral vermeye yetmişti.

Hayatımda en yoğun olarak çalıştığım ve rahatsızlanarak Hacettepe Üniversitesi Hastahane'sine kaldırıldığım, on gün süren ciddi bir inceleme sonucunda, "aşırı yorgunluk" (sürmenaj) teşhisi ile taburcu edildiğim döneme giriyordum. Makina Bölüm Başkanlığı, Rektör Yardımcılığı, öğretim üyelerinin doğal yükü olan iki ayrı konuda verdiğim derslere ek olarak, yukarıda sözü geçen TÜBITAK Projesi ile birlikte ORDOT Projesini yürütmeye çalışıyordum. Üç yıl süren proje sırasında, Makina Bölümü öğretim üyelerinden Orhan Kural ve Suha Selamoğlu, yanımda tez çalışmalarını yapmakta olan öğrencim Ömer Anlağan, Kimya Bölümümüzden Ertuğrul Onat, Elektrik Bölümünden Canan Toker ve Metallurji Bölümünden Mustafa Doruk, teknisyen olarak Esat Aşkun ve Metin Özbek, Ordot kadrosunun çekirdeğini oluşturmuştu. Ayrıca Vedat Arpacı, Alp Esin, Ilhan Onur ve Levent Kayalar'ın önemli katkıları olmuştur. Hafta sonları dahil, büyük bir özveriyle çalışan bu kadro, teknisyenlere ödenen sembolik ücret dışında, tek bir kuruş almadan üç yıl çalıştı.

Yeni bir bilimsel çalışmaya başladığımda her zaman yaptığım gibi ilk işim, Balkanlar dahil, bölgenin en zengin teknik konular ağırlıklı kütüphanesi olan Üniversitemiz (ODTÜ) kütüphanesine giderek, roket konusunda ne kadar kitap varsa alıp labratuvarıma getirmek ve okumaya başlamak oldu[2]. Önce konuya hakim olmak ve hedefi daha kesin çizgilerle belirlemek gerekiyordu. Vereceğimiz hizmet TSK'ne (Türk Silahlı Kuvvetleri) yönelik olacağından, yedek subay olarak çalıştığım ARGE ile ilişki kurduk. Bu yoldan malî destek bulmayı da umuyordum. Adını hatırlayamadığım ARGE Başkanı tuğgeneral, boşuna uğraşmamamızı, binbaşı Hilmi Ismailoğlu'nun, söktükleri bir adet Cobra'nın parçaları ile Istanbul ve Bursa bölgesi sanayi kuruluşlarını dolaştığını ve hangi parçaları yapabileceklerini sorduğunu, plastik kanatları ve ipekle izole edilmiş ince bakır telleri (her rokete iki kilometre kumanda teli sarılırdı) yaptırdıklarını, zamanla bütün parçaların tamamlanacağını ve yerli imalata geçeceklerini anlattı. Paşaya, Almanlar'la lisans anlaşması yapmadan böyle bir girişimde bulunmanın doğru olmadığını, seri üretime geçtiğimiz anda bizi uluslararası mahkemeye vererek ağır para cezalarına mahkûm ettireceklerini, ayrıca roket motorunda kullanılan çeliğin Türkiye'de yapılamayacağını, asıl onların bu işi bırakmalarını, bizi, kendi imkanlarımızla Türkiye'de bulunan malzeme ve teknoloji ile tamamı Türk malı güdümlü mermimizi yapmak üzere görevlendirmelerini rica ettim.

Üç aya yakın bir süre uğraştım; fakat ARGE yönetimini, "işveren - prototip üretimi - seri üretim" şeklinde bir iş bölümüne ve "ARGE'nin TSK adına işveren, ODTÜ'nün isteğe uygun prototip üreten ve MKEK'nun (Makina ve Kimye Endüstrisi Kurumu) olgunlaşan prototipi seri üreten" olması gerektiğine ikna etmem mümkün olmadı. Kendi yollarında yürümekte ısrarlıydılar.

Biz de yolumuza devam etmekte kararlı idik. Hedefimizi şöyle belirledik: Yapacağımız anti-tank güdümlü merminnin güdüm sistemi, Alman Cobra roketinde kullanılan çok basit "on-off" sistemi yerine, kademesiz kumanda sistemi "proportional guidance" olmalıydı. Hüseyin Gazi dağı eteklerinde yapılan Cobra talim atışlarında bu önemli eksikliği gözlemlemiştik. ORDOT GM'si (Güdümlü Mermi) mevcutların tersine, kanat arkada, kuyruk önde "canard" (ördek) tabir edilen türde olacaktı. Böylece, sürekli olarak yatay konumunu koruyarak ve arkası kumdanda çubuğu ile kendisini yönlendiren astsubaya dönük olarak uçacak olan GM, hedefe istenen açıyla vuracağı gibi, arkasında yanan kırmızı ışık kolaylıka hedef üzerinde tutulabilecekti.

Roket motorunun kovan çeperi, Karabük çeliği kullanacağımızdan, daha kalın olmak zorundaydı, ancak iç çap Cobra roketininkine eşit olacaktı. Maksadımız, talim atışlarında hedefi bulsun, bulmasın parçalanan GM'leri tahrip olmadan"tekrar kullanılır" hale getirmekti. Bunun için talim atışları sırasında Cobra'lara harp başlığı yerine, geliştireceğimiz "paraşüt başlığı" takmak ve kum dolu variller yerine, iki direk arasına gerili bez üzerine çizilmiş tank resimine yönledirmek, bezi yırttıktan veya hedefi şaşırarak yanından geçtikten sonra roketi uzaktan kumanda ile yükseltmek, saniyeli fitilin patlatacağı başlık içindeki paraşütle roketi yere indirmek, boşalmış olan kovana yerli malı yakıtımızı koymaktı. Böylece Ordot için geliştireceğimiz yakıt her iki roletin de defalarca talim atışları için kullanılmasına olanak verecekti.

Ilk olarak tamamlanan proje "Paraşüt Başlığı" projesi oldu. Bu işi üstlenen Suha Selamoğlu ve yedinci yıl iznini ODTÜ Makina Mühensisliği Bölümü'nde geçirmekte olan Michigan Üniversitesi'nden Vedat Arpacı, gerekli şartları yerine getiren (Cobra harp başlığı ile aynı boyut, ağırlık ve aerodinamik özellikte, ağırlık merkezi aynı yerde olan), roketin ateşlenmesiyle kapanan "ivme şalteri"ni ve patlaması 5 - 20 saniye arasında istenilen süreye ayarlanabilen paraşüt başlığını, bir yıldan az bir süre içinde tamamladılar. Henüz başlığı deneyecek roketimiz olmadığından, bir "mancınık" yapmaya ve başlığı onunla fırlatarak denemeye karar verdik. ODTÜ arazisi içinde terkedilmiş bir taş ocağının üstüne, atöylemizde ürettiğimiz ve gerilmiş lastik halatlarla kurduğumuz mancınığı yerleştirdik. Başarılı iki deneme moralimizi bir hayli yükseltmişti. "Şimdilik" bir kenara koyduğumuz bu başlığın, ileride önemli bir olaya zemin hazırlayacağının henüz farkında değildik.

5 - Türk Hava Kuvvetleri ile Işbirliği

Araştırmalarımız için gerekli mâli desteği bulmak zorunda idik. TÜBITAK henüz bu tür araştırmaya destek vermiyordu; projenin "akademik" olması önemliydi. Bir gün soğukalgınlığı nedeniyle evde ateşli olarak yatarken, ORDOT ekibinden üç arkadaşım heyecanla bize geldi ve Türk Hava Kuvvetleri Teknik Daire Başkanı Albay Cemal Özalp'le görüştüklerini, kendisinin projemizi desteklemeye hazır olduğunu, kendilerinin de LHÇ (Lagari Hasan Çelebi) projesi üzerinde çalıştıklarını, bu maksatla ABD Purdue Üniversitesinde roket konusunda eğitim gören altı genç subaydan ikisinin bizimle çalışacağını müjdeledi.

Türk Hava Kuvvetleri Komutanlığı ve ODTÜ Rektörlüğü arasında yapılan yazılı anlaşma üzerine bu işe 140.000,- TL ayrıldı ve çalışmalar hızla başladı. Yakıt olarak MKEK'nun ürettiği M5 barutu terkibine çok benzeyen ve roket üreten bütün devletlerin ufak tefek farklarla kullandığı, Cobra yakıtı ile aynı özellikleri taşıyan, nitrogliserin-nitroselülloz bazlı bir yakıt kullanmaya karar verdik. MKEK yakıtları Elmadağ Barut fabrikasında üretmeyi, biz ise roket motorunu ve ODTÜ arazisi içinde deneme yerinin inşasını üstlendik. Deneme yeri olarak Elektrik Mühendisliği Bölümü'nün bir NATO projesi için yaptırdığı iki odalı küçük binanın bir odasına yerleştik. Üniversitemizin inşaat işlerinden sorumlu Rektör Yardımcısı Orhan Alsaç, bu odaya bitişik ve hazırladığımız planlara uygun olan deneme odasını, o sırada Üniversitemizde inşaat yapan yüklenicilerden birisine 55.000.- TL karşılı-ğında yaptırdı. Roket motoru denemelerinde olağan sayılan patlamalar olduğunda, bizi parça tesirinden korumak üzere, odanın üstü ve yanları çift teçhizatlı betonarme duvarlarla çevrili ve kapısı çelik sacdan olacaktı. Yaklaşık bire iki metrelik aynalardan yansıyan roket motorunu sanki önümüzde duruyormuş gibi bitişik odadan görebiliyorduk. Roketi bağladığımız "itme kuvvetini ölçme" düzeneği 0.4 Newton'a (yaklaşık 40 gr kuvvet) duyarlıydı (Alp Esin). Ayrıca roket motorunun içindeki basıncı ve değişik yerlerinde sıcaklık ölçebiliyorduk.

Atölyeler müdürü Nihat Çokyücel, roket kovanını, verdiğimiz teknik resimlere uygun olarak, buhar kazanları için temin edilmiş dikişsiz borulardan yararlanarak ürettiriyordu. Lüle imalatı Makina Bölümünde yapılıyor, Metallurji Bölümünde Mustafa Doruk tarafından iç yüzeyi krom'la kaplanarak, yaklaşık olarak saniyede bir - birbuçuk kilometre hızla fışkıran yanma ürünlerinin sebep olacağı erozyon önleniyordu. Roketi ateşlemek için kendimiz, sıfır hata yapan bir ateşleme tapası geliştirmiştik. Bu konularda problem çıkmıyordu. Yakıta gelince; antitank G.M.'sinin saniyede yüz metre sabit hızla ve yirmi saniye süreyle hedefe yönelmesi gerektiğinden, roket sevk motoru yakıtının yapımında, hemen her zaman kullanılan "içten yanma" yerine (Jato'larda olduğu gibi[3]), daha zor ve hata affetmeyen türü olan "uçtan yanma" yöntemini uygulamamız zorunluydu. Ancak MKEK tarafından üretilen yakıtlar genellikle iyi bir yanma ile başlıyor, kısa bir süre içinde yanma hızlanıyor, kulakları yırtan bir sesle fışkıran gazların hızı saniyede beş kilometre mertebesine erişiyor ve motor büyük bir gürültü ile patlıyordu. Yakıt imalatı sırasında hangi hataların yapıldığını ilgililere bildiriyorduk. Bu tesbitleri yaparken baş vurduğumuz yöntemlerden biri de, ateşlemeden önce Hacettepe Üniversitesi Radyoloji Bölümünde yakıtların Röntgen'lerini çektirmekti. Bölüm Başkanı Abdullah Kenanoğlu ricamız üzerine "bize soru sormadan" çekimleri yaptırıyordu. Röntgenler, yakıtların tamamında süngerimsi bölgeler ve hemen hepsinde boydan boya çatlaklar olduğunu gösteriyordu.. Sonuç olarak, MKEK Barut Fabrikası yetkililerine on maddelik bir "yapılan hatalar ve düzeltme yöntemleri" listesi sunduk ve daha fazla vakit kaybetmemek için bir yandan da kendimiz yakıt yapmaya karar verdik.

Üniversite içinde nitrogliserinle çalışmanın son derece sakıncalı olacağını düşündü-ğümden, yakıtın asfalt bazlı "Galcit" türü olmasına karar verdik. Oksidan olarak potasyum perklorat kullanıyorduk ve henüz Türkiye'de üretimi yoktu. Ertuğrul Onat, bu nedenle perklorik asit üretimi için hazırlık yaparken, biz gecikmemek için potasyum perkloratı ithal ettik. Yakıt üretiminde kullanacağımız makinelerin önemli bölümünü atölyemizde ürettik. Gerekli olan 50 tonluk hidrolik presi Ankara sanayi çarşısında yaptırdık. Ilginçtir, bana presin silindirinin, hurdacıdan alınan Hamidiye zırhlısına ait pervane şaftınıdan kesilip torna edilerek üretildiği anlatılmıştı. 3 mm mutlak cıva basıncı altında çalışacak olan yakıt kalıplarından hava tahliyesi için gerekli olan vakum pompasını, Eskişehir'deki hava üssünün hurdalığında bulduk ve kullandık. Yakıt kalıpları Suha Selamoğlu'nun eseridir. 2 km kumanda telini roket motoruna saracak ve dokuma tezgahlarının mekiğine iplik saran "Hakoba" türü makineyi Ilhan Onur tasarımladı, yaptı ve başarı ile denedi. Yakıt üretim makinalarıyla ilgili daha pek çok ayrıntı olmakla beraber, bunlara girmeyeceğim.

Yaptığımız ilk denemeler büyük hayal kırıklığı yarattı. Her denemenin patlama ile sonuçlanması, ekibin moralini tamamen bozmuştu. Denemelerden sonra, başımız önümüzde Bölümdeki odalarımıza dönüyorduk ve "hata nerede" diye kendi kendimize soruyorduk. Evde akşam geç saatlere kadar düşünüyor, mantıklı gelen bir neden bulup ertesi sabah "hatamızı buldum" diye heyecanla Bölüme gelip ekibi canlandırıyordum. Yeni motor ve yeni yöntemle yakıt üretimi bir haftamızı alıyor ama sonuç değişmiyordu. Yakıtın ana maddesi olan asfalttan kuşkulandık ve TPAO' na gittik. Genel Müdür, eski ODTÜ' lü meslekdaşımız Korkut Özal'dı. Çok iyi karşılandık, hemen rafineri mühendisleri çağırıldı, problemi anlattık. "Kullandığınız asfaltı nereden aldınız"diye sorduklarında "piyasada satılan, yol yapımında kullanılan" dedik. "Elbette patlar, o asfalt "kraking" sonrası mahsuldür, sizin "birinci kule altı"nı kullanmanız gerekiyor" denince Korkut bey telsizle Batman'ı aradı, hemen üç teneke "first run" asfalt hazırlandı, ertesi sabah askeri bir jet uçağımız Batman'a uçtu, öğleden sonra asfaltlar elimizdeydi. Bir hafta sonra yeni yakıt hazırdı, yanmada bir düzelme olmuştu, fakat patlamaları henüz önleyemiyorduk. Sonuç almak için Suha Selamoğlu'nun 3 Torr (3 mm Hg) vakumda çalışan yakıt kalıplarını beklememiz gerekti. MKEK dönemi dahil sanırım 77. deneme olacak, ilk kez patlamasız ve çok başarılı bir deneme yapıldı. Artık dizginler elimizdeydi ve hedefimiz birkaç deneme daha yapıp yakıtı dinamik şartlar altında, yani roket motorunu roket haline getirip rampadan fırlatmaktı.

6 - Garip Bir Olay

Bir pazar günü öğleden sonra saat beş sıralarında Orhan Kural'la Bölüm Kütüphane-sinde, masa üzerine ORDOT roketinin planları yayılmış, hesap yapıyor, düşünüyor ve roketin genel tasarımı üzerinde çalışıyorduk. Orhan bir ara ayağa kalktı, karatahtanın başına geçti ve benimle tartışarak roketin genel davranışı ile ilgili diferansiyel denklemleri yazmaya başladı. Vardığı sonuçtan memnun bana döndü ve "Nuri, senin bu "kuyruk önde" roketin beton gibi, gerçekten hep istediğimiz gibi yatay uçacak" dediği sırada, binalar arasındaki avluda sesler duyduk. Pencereden baktığımızda, askeri bir cipin ana yoldan avluya döndüğünü, durduğunu, arkada oturan, UNESCO kanalı ile gelmiş olan Ingiliz Teknik Resim öğretim görevlisi ile gene Ingiliz olan genç yardımcısının indiğini, asker şöförün yanında oturan subaya hararetle teşekkür ettikten sonra, cip gözden kaybolunca bir an durup aralarında konuştuklarını, ellerindeki foroğraf makinelerini sallayarak yüksekçe duvarla çevrili, roket motor denemelerini yaptığımız yapıya gittiklerini, orta yaşlı hocanın genç yardımcısını havaya kaldırdığını, genç yardımcının duvarın üzerinden deneme yerimizin fotoğrafını çektiğini gördük. Hayretler içinde kalmıştık. Yapabileceğimiz fazla bir şey olmadığını düşünerek işimize devam ettik.

Başka bir gün ekipten üç veya dört arkadaş kanat ve gövde planları masaya yayılmış olarak çalışırken aynı Ingiliz hoca kapıyı çalmaya bile gerek görmeden içeri girdi, masaya ellerini dayadı ve planlarımızı dikkatle incelemeye başladı. Bir şaşkınlık anından sonra derhal odayı terk etmesini söyledim, pek oralı olmadı. Ayağa kalkıp kendisini nazikçe odadan çıkarttım.

Ingiliz Teknik Resim hocamız bir akşam Bölümdeki arkadaşlarımızı evine davet etmişti. Bir ara gelip yanıma oturdu ve "size bir şey söyleyeyim mi profesör Saryal, yurt dışına çıkan her Ingiliz ülkesi adına casusluk yapar, elde ettiği ve faydalı olacağına inandığı bilgileri sefaretine iletir. Eğer siz Türkler bunu yapmıyorsanız, o sizin kabahatiniz!"

7 - Elektronik Güdüm Sistemi

Cobra roketin güdüm sisteminin çok ilkel olduğunu, assubayalarımızın her yıl onlarla roket atarak el becerisi kazanmadan hareket halindeki bir tankı vuramayacaklarını, mâli imkanların her alaya yılda sadece iki roket tahsisine yettiğinden bahsetmiştim. Bu ve benzeri başka nedenlerle Ordot roketi güdüm sisteminin kademesiz güdüm (proportional guidance) olmasını, kullanılacak elektronik malzemenin, Türkiye'ye "dost" ülkeler ambargo uygulasa bile temin edilebilecek türden olmasında kararlıydık.

Elektrik Mühendisliği Bolümü öğretim üyerlerinden Canan Toker'e, düşmanın bozma yayınından (jamming) etkilenmemesi için telli, gerekirse de telsiz olarak kullanabileceğimiz, tek kanal üzerinden, kare dalgaların en ve genliğini değiştirerek her dört hareketi (sağ, sol, yukarı, aşağı) gönderebileceğimiz bir güdüm sistemi geliştirmesini önerdim. Birbuçuk yıl kadar çalıştıktan sonra söz konusu güdüm sistemi, elli kilometrelik bir alan içinde etkili olacak şekilde tamamlandı ve başarı ile denendi.

Roket maketinin sağ-sol ve yukarı-aşağı hareket kanatcıkları küçük elektrik motorları ve saat dişlileri ile çevriliyordu. Çok yavaş olan bu sistem, sadece bu gösteri için hazırlan-mıştı. Roket ateşlendikten sonra, yakında olan bir tankı vurmak için tahminen beş, uzaktakine ise en çok on beş saniyelik bir süre vardır. Bu kadar kısa bir sürede motor ve dişliler dönünceye kadar roket hedefi pas geçer. Kumanda çubuğu ve dümen kanatcıkları, tek parça gibi hareket etmek zorundaydı. Bu nedenle gerçek roketimizde kullanacağımız "tork üniteleri" benim tasarımıma göre Makina Bölümü atölyelerinde üretildi. Sistem içindeki elektromık-natısların çevirme momenti (tork) ve ağırlık yönünden eniyilenmesini (optimize edilmesini), yüksek elektrik mühendisi olan babamın kütüphanesindeki "Elektromagneten" kitabında bulduğum bilgilerle gerçekleştirdim. Güçlü doğal mıknatıslar yerine, yapımı için gerekli mıknatıs alaşımının MKEK tararından üretimi çok pahalı olduğundan, "şimdilik" gereği kadar güçlü olmayan doğal mıknatıslar kullanıldı. Söz konusu iki tork ünitesini yıllar sonra SAGE müdürü Ömer Anlağan'a, bir müze hazırlarlarsa, teşhir edilmek üzere teslim ettim.

Albay Cemalettin Özalp'in THK Komutanına durumu bildirmesi ve istek üzerine komutanlık odasında bir gösteri yapıldı. Bunun için rokete benzer bir yapıya elektronik sistem yerlerştirildi (ODTÜ Müzesinde). Komutan telefonla ODTÜ Eletrik Bölümü Labratuvarı'ndaki arkadaşımıza komut verecek, o da elindeki kumanda çubuğunu verilen emir yönünde hareket ettirince, roket maketinin kanatcıkları istenilen yöne dönecekti. Üniveristeden telsiz olarak gönderilecek sinyallerin Komutanlık Binasının kalın betonarme duvarlarından geçip (Üniversite binanın batısında, oda ise binanın doğusunda, orta katta) maketin küçük anteni ile algılanıp algılana-mayacağı sorusu endişe yaratıyordu. Deneme tam bir başarı ile sonuçlandı.

8 - Kompozit Malzeme

Ürettiğimiz yakıtın uçtan yanmalı (end burning) türden olması gerektiğinden söz etmiştim. Bu nedenle yakıtın yanmanın başlayacağı ucu dışındaki yüzeylerinin tamamının yanmayı önleyici bir "inhibitör"le kaplanması gerekir. Asfalt bazlı yakıt geliştirmeye başlayınca, inhibitörünü de üretmek zorunluğu doğdu. Bu sanıldığı kadar kolay bir iş değildi. Inhibitörün yakıtla birlikte ama çok daha yavaş yanması veya buharlaşması gerekliydi. Ayrıca lüle darboğazından geçerken değil deliği tıkamak, kesitin azalmasına sebep olabilecek katı parçacıklar haline dönüşmesi bile roket motorunun patlaması ile sonuçlanırdı. Ayrıca çok sert, yırtılmaya dayanıklı olması ve yakıta ondan asla ayrılmayacak kadar iyi yapışması, yanma sırasında oluşan çok yüksek sıcaklıklara karşı, kovan iç cidarını koruyan bir ısı kalkanı görevi yapması da gerekiyordu.

Değişik malzeme deniyor, sonuç alamıyorduk. Teknisyen Esat Aşkun bir gün bana geldi ve "hocam, ısı labratuvarında izolasyon için kullandığımız cam elyafından örülmüş hasırı, üzerini bizim özel poliesterle ıslattığımız yakıta sıkıca sardık, tekrar ıslattık ve bir kat daha sardık. Poliester sertleşince oluşan kaplama sanki işimizi görecekmiş gibi görünüyor" dedi. Değişik katkı maddeleriyle bizim için özel olarak üretilen Poliester'i Izmir'deki DYO boyalarını üreten Yaşar Holding'e ait fabrikadan alıyor ve roketin bazı parçalarının üretiminde kullanıyorduk. Deneme sonuçlarına göre istediğimiz değişikliklerle üretilen malzemeyi, acil durumlarda Metin Özbek sabah uçağı ile Izmir'e uçup, öğleden sonra getiriyordu. Labratuvara indim, Esat haklıydı, ilginç bir malzeme üretilmişti ve bu malzeme o güç görevi yerine getirdi. Bugün sıklıkla ve özellikle uçak sanayiinde kullanılan "kompozit malzemeler" en azından Türkiye'de henüz bilinmiyordu. Biz, çalışmalarımız sırasında tesdüfen kompozit malzeme üretmiş ve önemli bir problemimizin çözümünde başarı ile kullanmıştık

9 - Başarılı Denemeler

Dört veya beş başarılı yakıt denemesi neşemizi getirmiş, bizi heyecanlandırmıştı. Ölçme aygıtlarımızdan elde ettiğimiz basınç ve itme kuvveti eğrileri "kitaplardaki gibi" mükemmeldi. Artık dinamik uçuş denemeleri zamanı gelmişti. Ordot roketinin henüz bir "ilk hareket motoru"na ihtiyacı olduğu gibi, paramız da tükenmek üzereydi. Bu nedenle, güdüm-süz, ilk hareket motoruna gerek göstermeyen, atış rampasından havalanabilecek bir roket tasarımladık. Levent Kayalar, henüz "delikli kartlarla" çalışan ODTÜ'nün IBM bilgisayarında kullanılmak üzere, roketin dengesini ve rüzgar hızına göre yörüngesini belirleyen bir program yazdı ve elde edilen verilere göre kuyruk tasarımında değişiklik yapıldı. Suha Selamoğlu'nun yönetiminde tasarım ve üretim tamamlandı. Rampa tasarımı ve imalatını ben üstlendim.

Asfalt bazlı yakıt üretmeye başlamamızla birlikte, roket motoru kovanı içine yakıtın dörtte üçü büyüklüğünde bir takoz, geri kalan dörtte bire yakıt yerleştiriyorduk. Maksat, nakitten ve biraz da vakitten tasarruftu. Rokette de aynı uygulamaya devam kararı aldık. Bu kez maksat, roketin bir kilometreden daha uzağa gitmemesiydi. Biri birinin eşi üç roketin motorların üzerine "roketi bulanın ODTÜ Makina Bölümü'ne getirmesi halinde ödüllendirileceğini" yazdık ve 31 Mayıs 1969 günü ilk atış denemesini yapmaya karar verdik.

Bütün roket motoru ateşleme denemelerini, etrafta kimse bulunup yaralnamasın diye pazar günleri yapıyorduk, ayrıca geri sayıma başlamadan teknisyen arkadaşlar binanın etrafını geziyordu. Böyle bir günde, geri sayarken ateşlememe "üç" saniye kala teknisyen Esat Aşkun'un "hop, hop" dediğini duydum. Anında kararar vererek ateşlemeyi durdurup "Esat, ne oldu" diye sordum. "Özür dilerim hocam, pencerede sanki bir karaltı gördüm, ağzımdan çıktı, affedersiniz". "Çok da iyi yaptın, dışarı çıkıp bakıverin" dedim ve dışarıda, etrafa dizdiğimiz "Yaklaşmayın - Ölüm tehlikesi" levhalarına rağmen, öten siren ve çakan kırmızı ışığı merak eden bekci, deneme yerinin kapısı önünde durmuş, kapı aralığından içeriyi görmeye çalışıyor. Tekrar gerisayım yapıp roket motorunu ateşlediğmizde, şiddetli patlama sonucu arka kapak top mermisi hızıyla çelik kapıyı deldi. Kapağı ikiyüz metre kadar uzakta bulduk. Geri sayımı durdurmasaydım, bekcinin ölümüne sebep olacak ve bir ömür vicdan azabı çekecektim.

Güzel, güneşli bir Cumartesi günü idi. Bu kez kendimizden emindik; çift teçhizatlı betonarme duvarlara gerek yoktu, Üniversitemizin çöplerinin yakılarak imha edildiği çöplük-teydik ve ben 16 mm "Bolex" sinema kameramı "Linhof" üçayak üzerine yerleştirmiş, roket kalkış rampasının 20 metre kadar gerisinde, korumasız, açıkta, roketin kalkış filmini çekmek üzere hazır bekliyordum. Hava Kuvvetleri Teknik Dairesini temsilen Binbaşı Ibrahim Keskin yanımızdaydı. Kalkış rampasının kenarına yerleştirdiğimiz, o zamanlar piyasaya yeni çıkmış pilli kasetçalarla yapılan kayıtta, geri sayım sıradında heyecandan şaşırıp kekelediğim duyulur. Mükemmel bir kalkış, rampadan ayrıldıktan sonra, Levent Kayaların "code"unca hesaplanmış açı ile, rüzgarın estiği yöne, batı-güney-batı'ya yatış, yükseliş, yanmanın sona ermesi, roketin aldığı ivme ile yükselmeye devam edişi ve gözden kayboluşu..... Birkaç yüz metre ileride roketi gözle takip eden iki teknisyen de inişi görememiş, elleri boş geri döndüler.

Heyecan ve sevinç çok büyüktü; ilk ve önemli hedefimize ulaşmıştık. artık Üniversite-nin espri konusu olmayacak, ciddiye alınacak, para muslukları açılacak, Ordot anti-tank güdümlü mermisinin tamamlanması için gerekli olduğunu hesapladığımız 350.000,-TL'sı bize tahsis edilecekti. Hiç olmazsa, o gün öyle sanmıştık. Üstümüzdeki yorgunluğu atmak için Gazi Orman Çiftiğine gitmiş, karnımızı doyurmuş, başarımızı bira kadehlerini tokuşturarak kutlamıştık.

Sıra, projelendirmiş olduğum, Ordot G.M.'sinin ilk hareket motorunun yapımına ve denenmesine gelmişti. Bu motor "içten yanmalı" olacak, üç saniye içinde G.M.'yi yerden kesecek ve 80 m/sn hıza ulaştıracaktı. Ayrıca yakıt için gerekli oksidanı üretmek üzere tesis kuracaktık. Bir Avrupa ülkesinden aldığımız teklifi incelediğimizde, perklorik asit üretecek tesisin tamamının yerli imkanlarla yapılabileceğini anlamıştık ve bu iş için de hazırdık. Bir de güdüm sisteminin "tork" üniteleri için doğal mıknatıs malzemesinin MKEK Kırıkkale çelik fabrikasına siparişi vardı ve hepsi mâlî olanak istiyordu, bizim ise paramız tükenmişti.

Projenin birinci bölümünün başarı ile sonuçlanmasına en az bizim kadar sevinen kişi elbette bize mali desteği sağlayan Türk Hava Kuvvetleri (THK) Teknik Daire Başkanı Albay Cemal Özalp'ti. Projenin her döneminde bizimle yakinen ilgilenmiş, devamlı moral vermişti. Yaptığımız çalışmaları, anlaşma gereği, en küçük ayrıntılarına kadar dört cilt halinde THK Komutanlığına ve Teknik Daire'ye vermiştik. Projenin aynı kaynaktan yararlanılarak devam ettirilmesi doğaldı. Ancak bir durum sürekli dikkatimizi çekiyordu: Roket denemeleri sırasında patlamalar oldukça kahkahalar atarak "devam, devam, patlamalara devam" diyenlerin şimdi aynı güler yüzle gelerek "kutlarız, başarılı oldunuz" demelerini beklerken, birkaç kişi dışında çevremiz ilgisiz, neşesiz insanlarla çevrilmişti. Kısa bir süre sonra, daha vahim bir durumla Albay Cemal Özalp'in karşılaştığını üzülerek öğrendik; kendisi "paraları çarçur ettiği" gerekçesiyle mahkemeye verilmiş, "yüz kırk bin liranın karşılığı şu dört cilt mi" diye sorgulanmış[4]. Sonuçta beraat etmiş. Daha sonra Tuğgeneralliğe yükseltilmiş ve sanırım bir yıl sonra emekliye ayrılmıştı.

ARGE'nin tutumunda değişen bir şey yoktu. K.Kv.Tek.Dairesi'nin başına gelenlerden sonra zaten ne bekleyebilirdik. TÜBITAK ise konuya ısınmaya başlıyordu ama daha bir süre beklememiz gerekecekti. Sanırım Hicri Sezgen, bize Milli Savunma Bakanlığı (MSB) Harp Sanayi Dairesi Başkanı Amiral Hayri Tezcan ile görüşmemizi önerdi ve kendisinin ABD'de MIT'den mezun son derece değerli bir amiralimiz olduğundan söz etti. Telefonla aradık, randevu aldık ve Orhan Kural'la birlikte görüşmeye gittik. Amiral bizi ciddi bir yüzle karşıladı ve sabırla dinledi, sorular sordu, olumlu, olumsuz hiç bir şey söylemeden bizi yolcu etti. Şaşırıp kalmıştık, bu duruma bir anlam veremiyorduk. Üç gün sonra kendisi bizi telefonla aradı ve görüşmek istediğini söyledi. Bizi bu kez güler yüzle karşıladı. Anlaşılan önce hakkımızda bilgi almıştı, artık kimlerle görüştüğünü, ne isteyeceğini biliyordu.

pride
18-04-2006, 12:49
Ilgisinin odak noktası, geliştirmiş olduğumuz "paraşüt başlığı", maksadı ise Cobra GM'lerini talim atışlarından sonra tekrar kullanılır hale getirip assubaylarımızın, fazla masrafa girmeden, hedefi vurma becerilerini üst düzeye çıkartmakti. "Paraşüt başlığının milli olanak-larla üretim lisansını sizden 350.000,- TL karşılığında almaya hazırım. Siz de bu para ile ORDOT projnenizi tamamlayın" dedi. Sevinç ve heyecan dolu Üniversiteye döndük. Ancak bir saat geçmemişti, ARGE Başkanı Tuğgneral aradı ve "Nuri bey, bu işler böyle olmaz, Harp Sanayi Dairesi ile bu işi yürütemezsiniz, bu bizim işimiz, siz bırakın efendim!" diye beni adeta azarladı. Hayretler içinde kalmıştım; haberler ne kadar çabuk yayılıyordu! (Veya, biz ne kadar yakından takip ediliyorduk!)

Amiral Hayri Tezcan'ı hemen aradım, durumu biliyordu. Bana, ARGE temsilcisinin de katılacağı bir toplantı yapacağını söyledi ve bizim de katılmamızı istedi. Toplantı günü, bir dini bayramımızın ortasına rastlıyordu. Orhan Kural'la, bayramı Kızılcahamam'da eşlerimizle birlikte geçirmek üzere bir otelde yer ayırtmıştık. Orhan Kural'a durumu anlatınca, "ben Kızılcahamam’a gidiyorum, sana kaç kere söyledim, bu işi bize yaptırmazlar diye, bana kalırsa telefon et ve toplantıya katılamayacağını, sonucu bayramdam sonra görüşmemizin uygun olacağını söyle" dedi. Sonuçta Orhan haklı çıktı ama ben toplantıya katıldım. Toplantıya ARGE'yi temsilen Hilmi Ismiloğlu ve tanımadığım bir K.Kv. subayı ile Amiral Hayri Tezcan katıldı. Tezcan ne yapsa Ismailoğlu'nu ikna edemiyordu. Ben ise sadece dinliyordum. Sonuçta Tezcan "siz ne yapacaksanız yapın beni ilgilendirmez, bana paraşüt başlığı lazım, bu adamlara istedikleri 350.000,- TL'sını ödeyeceğim, Paşana söyle, onun istediği varsa onu da öderim!" dedi ve toplantı sona erdi. Bir süre sonra Amiral Hayri Tezcan'ın genç yaşta emekliye ayrıldığını üzülerek öğrendik.

10 - Basın ve TRT

Artık tahammülüm kalmamıştı;bu kadar emekle elde ettiğimiz sonuçtan Türk Ulusunu basın yolu ile bilgilendirmeye karar verdim. Bir sabah, çalışmalarımız sırasında çekilmiş bir kaç fortoğrafı çantama koydum ve Milliyet Gazetesi'nin Izmir Caddesi'ndeki bürosuna gittim. Içeride, yazı makinesinin başında yazı yazmakta olan Mete Akyol'la karşılaştım. Kendisini Üniversitemize geldiğinde Kemal Kurdaş'la yaptığı görüşmeler sırasında birkaç kez görmüştüm, o da beni hatırladı. Kısa hal hatır sormadan sonra, işinin çok olduğunu belirterek özür diledi. Bunun üzerine çantamı açtım ve roketi rampadan çıkışı sırasında gösteren bir fotoğrafını çıkartırken "Ünirversitede bazı çalışmalar yapmıştık, belki ilgi duyarsınız düşüncesi ile sizi rahatsız etmiştim" dedim. Gözleri fal taşı gibi açıldı ve ayağa kalkıp yazı makinesinin üzerine yatarak elimden fotoğrafı aldı ve "bunu siz mi yaptınız" diye sordu. Iki dakika sonra Mete Akyol bitişik odadaki teleksle Istanbul merkezine ertesi günün Milliyet Gazetesi'nin baş sayfasını kendisine ayırmaları mesajını gönderiyordu. Milliyet Bürosu birden canlandı. Haberin hemen o akşam TRT'nin 19:00 ana haber bülteninde duyurulmasını ve roket filminin gösterilmesini önererek Haber Dairesi Müdürü, Mahmut Tâli Öngören'i aradı.

Ömer Anlağan'la birlikte TRT'nin Mithat Paşa Caddesi'ndeki bürosuna gittik Mahmut Tâli Öngören'le Robert Kolej'den tanışıyorduk, bize büyük yakınlık gösterdi. Hal, hatırdan sonra, "Nuri, şu filmi ver de kopyesini çıkartalım, daha sonra seninle söyleşi yaptıracağım" dedi. Filmi verdim, sohbete devam ederken telefon çaldı ve Mahmut Tâli Öngören "evet efendim, elbet sizi tanıyorum.......evet, kendisi yanımda, anlıyorum, peki efendim" dedi ve telefonu kapatarak bana döndü, "Nuri, senin filmi gösteremeyeceğiz, kusura bakma, haber olarak da vermeyeceğiz" dedi. Telaşla "filimimi geri isterim!" dedim. Açık duran kapıya yöneldi, geldiğimizden beri kafasını uzatıp bana düşmanmışım gibi bakan odacıya "git şu filmi getir" dedi. Çıldırmak işten değildi, büyük bir suç işlemiş gibi muamele görüyorduk.

Ertesi sabah (22 Haziran 1969) ilk işim bir Milliyet almak oldu. Bizim haber 42 punto, resimli olarak baş sayfada yer almıştı ve çok heyecan verici idi. Üniversite'ye geldiğimde ARGE Başkanı'nın ısrarla beni aradığını söylemeleri üzerine kendisini görmeye gittim. Fevkalade kızgındı ve " bunlar gizlidir, bu haberi ne hakla basına verirsiniz " sorusuna "roket yaptığımızı yabancılar zaten biliyor, iş teknolojisinde ise, henüz işin alfabesindeyiz, gazetede bu konuda bilgi de yok, hem konu o kadar önemli ise bizi neden desteklemiyorsunuz" diye ben sordum. O sırada telefon çaldı, ARGE Başkanı telefonu açtı ve "buyurun sayın korgeneralim" dedi. "Korgeneralim" diye hitap ettiği şahıs o kadar bağırıyordu ki, ahizeden çıkan sesi oturduğum yerden duyuyordum: "haberi basına nasıl sızdırırsınız, neden mani olamadınız" gibi sözler sarfederken ARGE Başkanı, "emin olun bilgimiz dışında olmuştur komutanım, kendisini bu nedenle buraya çağırdım, şu anda yanımda" gibi sözler sarf ediyordu. Donup kalmıştım. Demek mesele bu denli önemli idi. Peki neden üst düzey bir yetkili daha işin başında "bu işi bırakın, ulusal çıkarlarımıza aykırıdır" dememişti? Türklük düşmanı bir ajan mıydım? Yedek Subayken takdirname alan, savaş çıktığında yalnız vatan ve milletine bağlılığı kuşku götürmeyenlerin alındığı ve üç yabancı dil bildiğim için seferi görevi Başbakanlık Haber Alma Dairesi olan ve bununla iftihar eden ben değil miydim?

27 Haziran 1969 tarihli Milliyet'te, Türk Ulusuna yaptığımız kötülüğü hemen anlamış bir yurtsever köşe yazarının yazısı çıktı.. Sözünü ettiğim, daha sonraki "geçiş döneminde" Kültür Bakanımız olmuş Talat Halman'ın "Garibeler Ülkesi Türkiye'de Roket Yapan Ucubeler" başlıklı köşe yazısıdır. Ama Türk Ulusu böyle düşünmüyordu. Aldığımız sayısız mektup, telefon ve sözlü kutlama bunu teyid ediyordu. Özellikle bir mektup bizi çok duygulandırmıştı: Adana'da postacılık yapan Mehmet, yıllardır dişinden tırnağından ayırarak, "hastalık var, sağlık var" diyerek biriktirdiği 500 lirasını, ulusal savunma sanayimizi desteklemek ve çalışmalarımızda kullanılmak üzere göndermişti. Zaten gergin olan sinirlerim gözyaşlarımı tutmamı önledi. Parasını derhal geri gönderdik ancak buna bir neden gösteremedik.

Sanırım bir hafta kadar sonra idi, TRT'den Jülide Gülizar, roket atışı sırasında kaydedilen ses bandınının gerisayım ve roket kalkış bölümünü kullanarak, benimle bir görüşme yaptı ve 13:00 haber bülteninde yayınladı, ancak Milliyet Gazetesinde çıkan haber kadar etkili olmadı. Yaptığımız ikinci bir atış denemesi de (28 Haziran Cumaartesi) aynı şekilde başarılı oldu ve Milliyet Gazetesinde yayımlandı (30 Haziran 1969). Ancak bunlar olurken, gazetelerde çıkan haberlerle bu konudaki dikkatler başka tarafa çevrilmeye çalışılıyordu: Italya'da roket çalışmaları yapan çok genç bir Türk Bilimadamı o denli büyük işler başarmıştı ki, "bizzat Italya Cuhurbaşkanı, iki yanağından öpmüş ve kendisini altın madalya ile ödüllendirmiş"ti. Bu haberin ne kadar gerçeklerden uzak olduğundan, bu şahsın Türkiye'ye döndükten sonra kendisine sağlanan olanaklardan, neler yapabildiğinden (veya neler yapamadığından), babasının hangi görevde olduğundan bahsetmeyi, "taraf" olduğum için doğru bulmuyorum.

11 - Taciz Edilmem

Birkaç gün akşamları eve geldiğimde, evin giriş kapısında bekleyen tanımadığım bir adam saatine bakıyor, cebinden bir defter çıkartıp -her halde- eve geldiğim saati yazıyor ve gidiyordu. Daha sonra -her halde daha ürkütücü olsun diye- Anıt Caddesinde, evimizin balkon ve pencerelerinin rahatça görüldüğü bir yerde ve her akşam hava alacakaranlıkken bir araba park ediyor, ben pencere veya balkona çıkınca ışıklarını yakıp söndürüp -yani dikkatimi çekip- hareket ediyor ve hızla uzaklaşıyordu. Maksat açıkça beni taciz etmekti. Diğer bir deyişle "Bu işten vazgeç, bazı çevreleri rahatsız ediyorsun" deniliyordu.

Bir bayram günü eşimle birlikte, çok sevdiğimiz emekli Tuğgeneral Cemal Özalp'i Bahçelievler Sekizinci Cadde'deki (Şimdiki Bişkek Caddesi) iki katlı evinde ziyarete gittik. Ziyaret sonrası Cemal Paşa, her zamanki nezaket ve sevecenliğiyle bizi bahçe kapısına kadar uğurlamak üzere birlikte gelmişti. Bahçede yolu henüz yarılamıştık ki Paşa "bak hele, bizimkiler gelmiş kapıyı tutmuş!" dedi. Bahçe kapısında, yaya kaldırımına çıkmış bir beyaz Reno marka araba, deri ceketli, birisi kadın üç kişi çirkin suratları ile bize bakıyor. Paşamızla vedalaştık ve yolumuzu tutanların arasından sıyrılarak arabamıza binebildik.

12 - Almanya'ya Gidişim

Uluslar arası ünü olan ve Alman Dışişleri Bakanlığı'nca da desteklenen "Alexander von Humboldt" Vakfı'nın Genel Sekreteri Dr. Heinrich Pfeiffer Ankara'yı ziyaret ediyordu. Kendisini Üniversitemizde gezdirmiş, akşam, Alman Büyük Elçiliği Kültür Müsteşarı Eckehard Eickhoff'un Anıt Kabir'in bahçesine bakan evinde, onuruna verdiği kokteyle katılmıştım. Evin terasında Anıt Kabir'e bakarak biramı yudumlayıp yorgunluk giderirken, Dr. Pfeiffer yanıma geldi ve neden bir Humboldt Bursu'na başvurmadığımı sordu. Şaşırmıştım. Ders, Rektör Yardımcılığı, araştırmalar derken böyle şeyleri düşünmeye sıra gelmiyordu. Halbuki ücretli yedinci yıl iznimi almaya çoktan hak kazanmıştım. Zaten Kemal Kurdaş da altı ay öncesinden, hangi gün görevden ayrılacağını bildirmişti, ben de doğal olarak bu yorucu işi bırakacaktım ve o tarih de yaklaşmıştı. "Peki" dedim. Bir hafta sonra başvuru formu elimdeydi, hemen doldurup göderdim. Bir ay geçmeden kabul yazısı geldi ve kendimi 1 Nisan 1970 günü Almanya'da, Münih'de buldum. Bu dönem, hayatımın en güzel ve verimli geçen iki yılı oldu.

Humboldt Vakfına başvurmamla kabul yazısının gelmesi ve benim Almanya'ya gitmem arasında geçen dört aylık zaman içinde bir gelişme oldu: TÜBITAK tarafından bir "Roket Araştırma Merkezi" kurulmasına esas alınacak bir "teşkilat şeması" ve "personel kadrosu" hazırlamamız istendi. Büyük bir zevkle bu işi üstlendik. Suha Selamoğlu'nun Bahçelievler Emek'deki evinde, Orhan Kural'la üçümüz bir gece sabahladık ve projeyi bitirdik. Eve gittiğimde gün ağarmıştı. Bu heyecanla, Almanya'ya gitmekten vazgeçmeye karar verdiysem de arkadaşlarım "sen bu fırsatı kaçırma git, iş olgunlaşır dönmen gerekirse, biz sana yazarız" dediler ve gene haklı çıktılar.

Almanya'da bulunduğum sırada, TÜBITAK Genel Sekreteri (Başkanı) Cahit Arf eski öğrencisi olan Orhan Kuralı, hazırlamış olduğumuz proje ile ilgili olarak görüşmek üzere davet eder ve projeyi onaylandığını, projede çalışacağını kabul ettiğine ilişkin protokolü imzalamasını ister. Orhan büyük zevkle imzasını atar ve Suha Selamoğlu'na, TÜBITAK'a gidip protokolü imzalamasını söyler. Suha Selamoğlu, Cahit Arf'ın israrına rağmen protokolü okumadan imzalamaz ve protokolde birkaç yerin ve özellikle merkez başkanının adının boş bırakıldığını görünce buraya kimin getirileceğini sorar. Aldığı cevaptan memnun olmaz ve evrakı imzalamadan Üniversiteye dönerek durumu Orhan Kural'a anlatır. Hızla TÜBITAK'a giden Orhan Kural ısrarla imzaladığı evrakı ister ve yırtıp atar. Daha sonra "GATÖM" adı verilen "Güdümlü Araçlar Test ve Ölçme Merkezi" kurulmuştur.

Aradan iki yıl geçmiş, Almanya'dan henüz dönmüştüm, üçümüz öğleyin Üniversite Kafeteryası'nda karnımzı doyurmuş çıkıyorduk, Cahit Arf'la karşılaştık, Kollarımızdan tutarak "çok rica ederim gelin şu roket işini ele alın, size yalvarıyorum" dedi. Evet, yapılan hatayı kabul eden, çok değerli bir bilim adamının alçak gönüllülüğü ve samimiyeti ile biz öğrencilerine "yalvarıyorum" diyebiliyordu. Bunu ancak bilgisi ve şöhretiyle dünyaca tanınmış birisi yapar. Çok zor durumda kalmıştık, fakat biz artık ciddi bir politik iradenin desteği olmadan bu tür maceralara girmek niyetinde değildik.

13 - Son Çabalar

Bir işten, özellikle millî çıkarlar söz konusu ise, kolay vazgeçmem. Üst düzey politik destek bulmak amacı ile Başbakan ve Başbakan Yardımcılarına dilekçe sunuyor, konuyu görüşerek ayrıntılı bilgi vermek istiyordum. AP, MHP ve FP'den oluşan üçlü koalisyon devri idi. Süleyman Demirel'den bir haber çıkmadı. Necmettin Erbakan görüşmeyi kabul etti. Özel Kalem Müdürü beni içeri aldığında, iki kişiyle konuşuyordu. Bir süre bekledim, nihayet bana döndü ve "siz ne istemiştiniz" diye sordu. Bilgi vermeye başlayınca "elinizdeki belgeleri bırakın, biz inceler size bilgi veririz" dedi fakat ondan da bir haber çıkmadı. Alpaslan Türkeş'le randevuyu Altay Hazar temin etti, birlikte gittik. Biz içeri alınınca gelen, Süleyman Demirel'in yardımcısı Devlet Bakanı olduğunu Altay Hazar'dan öğrendiğim Ekrem Ceyhun da geldi, tek kelime söylemeden konuşmaları dinledi ve bizimle birlikte çıktı. Alpaslan Türkeş bizi her zamanki nezaketi ile karşıladı, dikkatle dinledi, görüşmemiz sonunda bana bir koalisyon hükümetinin ortağı olduklarını hatırlattı ve bizimle birlikte gelen Ekrem Ceyhun'a dönerek "tek başımıza karar alabilecek durumda değiliz, durumu sayın Başbakanımızla görüşmemiz gerekecek" dedi ama değişen birşey olmadı.

Daha sonra okuması zaman almasın diye kısa ve öz, tek sayfa bir yazıyı, Bülent Ecevit'e hitaben yazdık ve evinin önünde bekleyen ve yetkili olduğunu israrla söyleyen bir görevliye Orhan Kural elden verdi, ondan da ses çıkmadı.

14 - Cobra Projesi

Türkiye gene siyasilerce krize sokulmuş, TSK müdahele etmiş ve Sadi Irmak Hükümetin başına getirilmişti. GATÖM gitmiş, yerine SAGE gelmiş, işin başına bir düzineye yakın müdür gelmiş, gitmiş ama henüz bir başarı haberi gelmiyor ve bizi üzüyordu. Bir gün Türk Tarih Kurumu tarafından düzenlenmiş bir konferansa katılmak üzere eşimle birlikte Türk Tarih Kurumu'nun Ismet Paşa Kız Enstitütüsünün arkasındaki binasına gittik. Konferansa eşimin akrabası olan Başbakan Sadi Irmak da gelmişti. Konuşmalara ara verildiğinde Sadi Irmak'ın yanına gittik. Söz döndü dolaştı bizim ORDOT Projesi'ne geldi. Sadi bey "aman efendim, her gün silah araştırma ve geliştirme çalışmaları yapılmasında israr ediliyor, yarın sabah ilk randevum sizinle, saat dokuzda bekliyorum" dedi. O sırada yanında duran Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Nahit Özgür'e dönerek "işte aradığımızı bulduk, yarın sizi de bekliyorum" dedi.

Ertesi sabah Orhan Kural'la randevuya gittik. Orgeneral Nahit Özgür oradaydı. Suha Selamoğlu bu tür görüşmelerden hoşlanmadığı için gelmemişti. Sadi Irmak bizi dinledi ve ne yapılması gerektiği konusunu görüşüp kendisine bir proje ile gelmemizi istedi. Ikinci toplantı Milli Güvenlik Kurulu'nun Tunus Caddesindeki binasında oldu. Nahit Paşa bizi büyük bir sevecenlik ve güleryüzle karşıladı, yardımcısı olduğunu tahmin ettiğimiz bir Hava Kuvvetleri Generali ile tanıştırdı, büyükce bir salona girdik ve dört kişilik toplantı başladı.

Nahit Paşa bizi dinledikten sonra "sizin çalışmalarınız yarım kalınca, anti-tank güdümlü memrmi üretimini Türkiye'de yapmak üzere altıyüz milyon marklık bir lisans anlaşması yapılmış. Bir gün bana "beklediğimiz lisans anlaşması geldi" dediler "nerede" diye sordum, bu salonda olduğunu söylediler, çok merak ediyordum, hızla gelip salona girdim, etrafa bakındım, birşey göremedim, "hani nerede" diye sordum, "işte masanın üzerinde duruyor" dediler. Masanın üzerinde "dört cilt[5]" kitap duruyordu. Döndüm ve sordum "bu kitaplarla Cobra silahı nasıl yapılır?" Cevap olarak "onların yapılması için gerekli makineler alınacak, onlar için ayrıca altıyüzelli milyon mark ödememiz gerekiyor" dediler ve bu para da ödendi". Kısa ömürlü Sadi Irmak Hükümetinden sonra bizi arayıp soran olmadı. ARGE Başkanlığı'ndan Albay Hilmi Ismailoğlu daha sonraki bir görüşmemizde Almanların faturasında yakaladığı bir hata ile Türkiye Cumhuriyetine tam yüz bin mark kazandırdığını iftiharla anlattı. "Peki sonuçta ne oldu, kaç Cobra üretildi" diye sorduğumda, "henüz üretilmedi" dedi. Bildiğim kadarı ile durum bu güne kadar da değişmedi.

15 - Telekulak

Oniki yıl süreyle Sedat Simâvi Vakfı Bilim Jürisi üyeliği yaptım. Gene bir ödül dağıtım töreni için Hilton Oteli'ndeydik. Tören salonunda ödüller dağıtıldıkatan sonra üst kattaki büyük ve boğaz manzaralı salonda verilecek yemeğe çıkıyorduk. Yanımda yürüyen bir şahıs bana dönerek "Nuri bey, geçmişte başarılı roket çalışmaları yapmışsınız, yarım kalan bu çalışmaları yeniden ele alıp devam ettirmek istiyoruz" deyince "memnuniyetle, ancak sizi tanıyamadım" dedim. "Ben TÜBITAK'ın yeni başkanı Nejat Ince" cevabını aldım.

Ankara'ya dönce, telefonla görüştük ve TÜBITAK'ın bağlı olduğu Devlet Bakanı Tınaz Titiz'in Başbakanlıktaki odasında buluşmak üzere anlaştık. Başbakanlığa girerken kalın camlı gişede hüviyet verip "ziyaretci" kokartı alıp yakama taktım. Hemen Bakanın odasına alındım, Nejat Ince benden önce gelmişti. Hal hatırdan sonra konu açıldı. Bir ara çalışmaların çok gizli yapılması gerektiğni söylediğimde Tınaz Titiz "çalışmaların başladığını davul zurna ile Türk Ulusuna duyuracağız" dedi. Geçmiş deneyimlerim sonucu "efendim, hava çok güzel, sizden rica etsem Üniversitemizin Eymir Gölü'ne gitsek ve orada görüşsek" dedim. Biraz da hayretle itiraz ettiler ve israrla sebebini sordular. Çaresiz kalınca "kusura bakmayın, odalarda dinleme cihazları var, önemli bilgiler istemediğimiz çevrelerin eline geçiyor ve çalışmalar baltalanıyor" dedim. Birbirlerine baktılar, hava birden değişti ve benim pek normal bir insan olmadığım sonucuna varmış olacaklar ki, konu kapandı ve başka görüşecek konuları olduğu-nu ileri sürerek beni uğurladılar.

Çıkışta, kokartı verip hüviyetimi almak için kuyruğa girmem gerekti. Görevli polis memuru, başı önüne eğik sürekli kokart alıp hüviyet veriyor. Sıra bana gelince, hüviyetimi aldı (ODTÜ öğretim üyesi hüvüyeti) baktı, başını kaldırıp yüzüme baktı, sırıttı, arkasını döndü ve açık duran oda kapısından bakan komisere başını "işte bu adam" dercesine salladı. Hayret etmedim, çünkü geçmişte bizzat yaşadığım olaylar (ODTÜ Rektörlük odasında dinleme cihazları, Ismail Özdağlar hikâyesi vs.) vardı. Yıllardır süren bu durum günün birde kamu oyuna yansıdı ve "Telekulak" skandalları ortalığı kasıp kavurdu.

16 - Sonuç

Başımdan geçen ve küçük bir ekibin Türkiye'de " Millî Savunma Sanayii" oluşması yönündeki çabalarını anlatan hikâyem bazı olumsuzluklar içeriyor. Daha fazla kötümserliğe neden olmaması için bazı olayları ve inciten sözleri kaleme almadım. Bu olumsuzluklarla ilgili kişilerin iyi niyetinden kuşkum olmadığını hemen belirtmek isterim. Sorunun, insanlarımızın genelde yabancıların "iyi niyetine" ve "cömertliğine" inanan, bilgi ve ihtisas alanına gereken değeri vermeyen düşünce tarzından kaynaklandığı kanısındayım.

Son yıllarda, bu anlayışla ilgili, bende iyimserlik uyandıran gelişmeler izliyorum. Özellikle emekli Genelkurmay Başkanları Orgeneral Ismail Hakkı Karadayı ve Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu'na yaptıkları büyük hizmetler nedeniyle şahsen teşekkür etmek isterim. Çok değerli yıllar kaybedilmiş de olsa, artık Türkiye'de birşeyler oluyor. Arzum, adımların hızlandırılması ve kaybedilen zamanın kısmen de olsa telafisidir.









Eklenecek

- ARGE'de sorguya çekilmem

- ARGE tarafından yaptırılan tapa denemesi

- Mr. Moreau hikayesi.

- Hava Defi Bataryaları

- Hüsrev Ekicioğlu

- Yusuf Azizoğlu





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Albay Fuat Uluğ Ağustos 1957’de Tuğgeneralliğe yükseltildi.

[2] Bknz.: "JATO Projesi".

[3] Bknz.: "JATO Projesi".

[4] Yıllar sonra Emekli Hava Tuğgeneral Cemal Özalp'e TC Iş Bankası Beşevler Şubesinde, müdür Hikmet (soyadını hatırlayamıyorum) beyin odasında rastladım ve durumun teyidini kendisinden dinledim. Ayrıca, "dört cilt" sözünü hatırlayın, zira ileide başka bir "dört cilt" söz konusu olacaktır.

[5] Bknz.: 4 no'lu dip not

yeter
19-04-2006, 22:57
Şükrü KIZILOT [email protected]

Yüzde 169 vergi ödeyen 47 milyon kaz


ARTIK ezberlediniz "kümesteki kaz" denilince, akla hemen "kayıtlı mükellefler" geliyor. Haklısınız...

Yıllardır "sürekli kümesteki kazların üzerine gidiliyor. Biraz da kümesin dışındaki kazların, yaban kazlarının üzerine gidilsin" deniliyor ama fazla değişen bir durum olmuyor.

YÜZDE 169 NEYİN NESİ?

47 milyon kişinin ödediği bu yüksek vergiyi, kuşkusuz siz de ödüyorsunuz. Yüzde 169 dedik ama her zaman değil. Duruma göre, yüzde 100 civarına da inebiliyor.

Sizi merakta bırakmadan açıklayalım. Bu vergi "cep telefonu" abonelerinin ödediği vergi ile ilgili. Yakında çıkacak bir yasa ile, cep telefonu abonelerine 1 YTL fon geliyor. Bu 1 YTL’lerden, yılda 564 milyon YTL toplanıp, Çevre ve Orman Bakanlığı’na aktarılacak.

Olay, bu 1 YTL ile bitmiyor. Cep telefonundan, çeşitli adlar altında alınan çok sayıda vergi ve katkı payı var. Örneğin; yüzde 25 Özel İletişim vergisi, yüzde 18 KDV, yüzde 15 Hazine Payı, yılda 10 YTL telsiz kullanım ücreti vs. olarak liste uzayıp gidiyor.

YENİ ESKİ ABONE FARKI

Tablonun incelenmesinden de farkedileceği gibi, yeni abone ile mevcut abonelerin, vergi ve benzeri yükleri farklı...

Mevcut abonelerin yükü, yeni abone olanlara kıyasla daha düşük. Oran vermek gerekirse; ÇKP ile birlikte fatura tutarının yüzde 52’si, operatör gelirinin de yüzde 108’i olacak.

Yeni abone olan bir vatandaştan, bazı paralar iki kez, bazıları ise başka adlar altında, ek olarak alınıyor. Aboneler "Yeni Tesis Özel İletişim Vergisi" adıyla 24.15 YTL sabit ücret, 10 YTL’de "Telsiz Ruhsat Ücreti" ödedikleri için, vergi yükleri daha fazla... Şu anda, fatura tutarının yüzde 60’ı, cep telefonu işletmecisi gelirinin de yüzde 148’i kadar vergi ve benzeri ödeme yapılıyor. Yeni abonelerin, çevre katkı payı da eklendiğinde, vergi ve benzeri yükleri; fatura tutarının yüzde 63’üne, cep telefonu işletmecisi gelirinin de yüzde 169’una çıkacak. Bu bir Dünya rekoru!..

Merak edenler için açıklayalım, Türkiye’den sonra sıralamada Tanzanya geliyor. Tanzanya’yı Uganda, Zambiya, Kenya, Suriye ve Peru gibi ülkeler izliyor. Avrupa Birliği ülkelerinde ise, cep telefonundan, KDV dışında vergi alınmıyor.

Dolaysız vergiler indirilirken, dolaylı vergilerin sürekli artmasının adil olmadığını ve sürekli olarak kümesteki kazların üzerine gidilmesinin, tepki gördüğünü de hatırlatalım...
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/4276442.asp?yazarid=82&gid=61

yeter
22-04-2006, 20:49
Şemdinli baştan ele alınmalı
Fatih Altaylı

Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya bu ülkeye büyük kötülük etti.
"Normal" bir iddianame hazırlayıp, sıradan hukuk yollarını takip etseydi, belki de Türkiye'nin çok büyük bir yanlışını ortaya çıkarabilecek, Türkiye'nin demokrasisine, hukuk devleti olma gayretine büyük katkılar sağlayabilecekti.
Ama o öyle yapmadı.

Birilerinin etkisinde kaldı, gaza geldi veya getirildi ortaya haddini aşan, siyasi bir nitelikli bir "iddianamemsi" çıkardı.
Sonuçta ülke uzun bir tartışma dönemi yaşadı.
Ardından önce bir Emniyet Müdürü, sonra da Savcı Sarıkaya görevden alındı. Daha da vahimi Sarıkaya meslekten ihraç edildi.
Ancak bu bile ülkeye çok büyük zarar verdi.
Yargı bağımsızlığına ciddi bir gölge düştü.

Askerin sadece siyaset değil, yargı üzerinde de ciddi bir gücü olduğu gibi bir duygu oluştu ki, bu yargının güvenilirliğine çok büyük darbe vurdu.
Savcı Sarıkaya hem yaptığı ile hem de kendisine yapılanla yargıyı iki kez "ağır yaraladı."
Bu kaostan kurtulmanın tek yolu var.
Şemdinli Dosyası bir kez daha ve bu kez "ciddiyetle" açılmalı.
Belki bunun için "özel bir savcı" görevlendirilmeli.
Şemdinli Komisyonu adı altında çalışan siyasi nitelikli komisyonun raporu hemen ortadan kaldırılmalı ve iddialar en geniş şekilde araştırılmalı.
Bu lekenin başka türlü ortadan kalkma ihtimali yok.
Ama benim bu dediğimin yapılma ihtimali de yok.

yeter
22-04-2006, 20:57
Mehmet Altan

Aslında bu kadar kaba saba, ilkel bir baskı ile ortaya çıkan tablo karşısında, yazı fazla zarif kalıyor. Şemdinli'de güpegündüz bomba atanların yakalandığı andaki görüntülerden birini "yorumsuz" olarak büyütüp koymak gerek.
Bu tür o kadar sahne gördük ki, hepsi örtüldü. Veren "rüşvet verdiğini" açıkladı ama Lockheed askeri uçak alımındaki rüşvet tek Türkiye'de ortaya çıkmadı. Darbeciler yargılanmadı. Hepimizi andıçlayanlar cezalandırılmadı.
Eşref Bitlis'in ölümü aydınlatılmadı. Sonradan bankacılığı seçen jandarma komutanı NTV'de "JİTEM yoktur" dedi, sonra varlığı ortaya çıktı, kimse utanmadı. Askeri Ceza Kanunu'nun "askerlerin siyasi demeç vermesini" yasaklayan maddesi paspasa döndü, hiçbir sivil ya da askeri hukukçu ağzını açmadı.
Susurluk Çetesi'nin belkemiğini oluşturduğu söylenen generalin maceraları Susurluk Komisyon Raporu'nda dudak uçuklatan şekilde tefrika edildiği halde kimsenin kılı kıpırdamadı.
Son olarak askerlerin işadamlarıyla birlik olup "başbakan devirmeye kalkıştıkları" birinci tanıkça açıklandı, gık çıkmadı.
Bu kadar rezalet ve skandala, "hukuk devleti" olmadığımızı ispat eden çürümüşlüğe rağmen ses çıkarmayan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) Yargıtay ve Danıştay kökenli üyeleri şimdi aslan kesilmiş bulunuyor.
Neşter-1 ve Neşter-2 iddialarının üzeri örtüldüğünde, eski Yargıtay Başkanı ve Genel Sekreteri için belgeler yayınlandığında gösterilen munislikle şimdiki şiddet biraz çelişir gibi...
Köylüye dışkı yediren subaya ceza vermediği için AİHM'de mahkûm olanlar dahil kimseye böylesine bir ceza verilmezken, iddianamesinde komutan adı geçirdi diye bir savcıyı meslekten atmak ne derece "objektif, hukuksal, vicdani" gözüküyor?

Belli ki, gözlerimizin önünde cereyan eden Şemdinli olayı da Susurluk gibi kapatılacak. Meslekten atılmaya çalışılan savcının iddianamesinde öne sürülenlerin üstü örtülecek. Bomba atanları oraya kim gönderdi? Astüst ilişkisinde bu kimin sorumluluğuna girer? Bu sorular cevaplanmayacak. Tüm bunlar "nasıl olsa unutulur", "unutmazlarsa zorla unuttururuz" refleksine tabii kılınacak. Ama "ya savcı haklıysa" sorusu hep zihinlerde canlı kalacak.
Hepimiz için yazılan onca tutarsız iddianame hiçbir ceza almaz iken, söz konusu asker olunca gösterilen tepki de rejimin niteliğini ortaya koyan son belge olarak tarihe geçecek.
Savcıyı ihraç ettiniz. Peki, iddianameyi kabul eden mahkeme ne olacak? Bence HSYK mahkeme üyelerini de meslekten men ederek tutarlılığını korumalı. Ve bundan böyle de iddianamelerde asker adı geçirecek herkesin bu akıbete uğrayacağı yasalara yazılmalı.
Hukuk "askerlerin suç işlediğini iddia, hatta ima bile edemez. Eden meslekten men edilir" anlayışı yazılı hale gelmeli.
Buranın "askeri bir cumhuriyet" olduğunu, askeriye gözetiminde asla demokratikleşemeyeceğini söyleyen "İkinci Cumhuriyet"
tezlerine koyu bir düşmanlık yapanlara durumu ithaf etmek gerek. AB müzakere sürecine girmiş bir ülkede, iddianamenin mahkemede çürütülmesi gerekmez miydi? Sivil olanlar için böyle olmuyor mu? Asker olunca neden farklı olsun? Galiba temel soru da bu. Asker olunca neden farklı? Hani Anayasa'ya göre herkes eşitti? HSYK'ya Adalet Bakanı katılmamış. AB üyeliği için çabalayan bir hükümetin üstelik de Adalet'ten sorumlu üyesi toplantıya katılsaydı, bir AB ülkesinde rastlanmayacak böyle bir skandal karşısında ne yapardı? Hukuku mu savunurdu, güç dengesini mi gözetirdi?
Evrensel hukuku içselleştirmek yerine kentlere karşı taşranın Haçlı Seferleri'ni yürütür gibi eşi başörtülü olmayanı yok sayan bir anlayış peşinde koşturdukları için iktidarlarında mahkemece benimsenen iddianame nedeniyle savcı ihraç ediliyor, bakan ağırlığını koymuyor.
Geçen hafta söylediğim gibi, yaşama "temel hak ve özgürlükler" üzerinden bakmak yerine "türban" üzerinden bakmanın AK Parti'yi getirdiği nokta bu işte. Benim anlamadığım şey "askeri cumhuriyet" olmamıza rağmen neden yalan söylendiği? Devlet doğrudan ve dürüstçe "Biz askeri bir cumhuriyetiz" desin, bizler de yorulmayalım. Bunu inkâr edip, fiilen buna uygun yaşanınca, garip bir durum ortaya çıkıyor. Biz de "demokratik hukuk devletinin" bu olmadığını anlatmakla ömür tüketiyoruz.
http://www.sabah.com.tr/yaz71-40-114.html

yeter
13-06-2006, 19:40
Engin Ardıç

Mahsus yazmadım, bekledim. Tepkileri görmek istedim. Tam da tahmin ettiğim gibi, tık yok. Dincilerden de yok, Kemalist kesimden de yok. Çünkü gerçek, iki tarafın da işine gelmedi. Ayrıca basınımız 'baldızını becerirken kaynanasına denk düştü' türünden konulara daha çok önem verir.

İki gün önce, Murat Bardakçı, ezanın yeniden Arapça okunmasına izin veren kanuna, sanıldığı gibi yalnızca DP milletvekillerinin değil, CHP milletvekillerinin de oy vermiş olduğunu kanıtlarıyla açıkladı. (Türkçe kaldırılıp Arapça'ya dönülmüş değil ayrıca, yalnızca Arapça okunması suç olmaktan çıkarılmış. İsteyen şu anda da bal gibi Türkçe okuyabilir yani! İsteyen Kürtçe okur, isteyen de Arnavutça... Yasak yok!)

Kanıtlarıyla, çünkü hem meclis tutanaklarından alıntı yapmış, hem de 'kimse ağzını açamasın diye' haberi veren 17 Haziran 1950 tarihli gazetenin birinci sayfasını yayınlamış. Gazete de anlı şanlı Cumhuriyet ha... Hani şu, başyazarının aynı günlerde 'işçilere ücretli izin hakkı verilmesin' diye yazdığı gazete.

Böylece bir efsane de yıkılmış oluyor efendim.

Demek ki neymiş, ezanın Türkçe okunması için CHP aslanlar gibi direnmemiş. Size öğretilenler yalanmış. Demek ki 1950 yılında 'karşı devrim başladı' sayacaksak buna CHP de katkıda bulunmuş! 'Tasvib ettiler' diyor gazete... Demek ki bu konuda iktidarıyla muhalefetiyle bir 'konsensüs' varmış (o zamanlar 'mutabakat' denirdi.)

Üstelik, meclis kürsüsünde CHP grubu adına konuşma yapıp ezanın Arapça okunmasını destekleyen de kimmiş bakalım? Cemal Reşit Eyüboğlu... Hani şu, yirmi yıl sonra Doğan Avcıoğlu'nun '9 Mart cuntası' eğilimli Devrim Gazetesi'nin 'finansörü' olacak olan Cemal Reşit Eyüboğlu!

Şimdi birilerinin suratlarını görmek isterdim, onlarda yüz surat olsaydı eğer...

İyi. Bu gerçeği öğrendiniz. Zamanla, tek parti diktası altında işçinin grev hakkının nasıl yasaklandığını, köylünün nasıl dayakla inim inim inletildiğini falan da öğreneceksiniz. Biz yıllardır yazıyoruz ama siz yeni öğreneceksiniz.

Fakat gene de papağan gibi yineleyeceksiniz tabii, 'CHP solcudur'... 1936 yılında İtalya'nın Faşist Konseyi'nden esinlenip 'TBMM'nin üstünde ve üyeleri seçimle değil atamayla gelecek' bir konsey kurmayı düşünmüş olsa da, İsmet İnönü solcudur. Stalin'in Lenin'i silmeyi göze alamamış olması gibi onun da Atatürk'ü 'ebedi şef', kendini de 'milli şef' ilan etmiş olmasına rağmen, solcudur.

Gerçi paralardan silmişti canım, daha 1939 başında bile banknot kalıplarından Atatürk'ün resmini çıkarttırıp kendi resmini koydurmuştu... Bu kadarına Stalin bile cesaret edememişti vallahi...

(Eh, babası solcu olduğuna göre oğlu da solcu olsa gerektir canım, bir 'siyaset bilgesi'.)

Karşı devrimci Menderes bu banknotları dolaşımdan kaldırdı, ve yerine... Kendi resmini değil, yeniden Atatürk'ün resmini bastırdı, karşı devrim başlamış oldu! Çüş...

Kafanız çalışıyorsa şunu görürsünüz:

Ezanın Arapça okunması gericilik değildir, Türkçe okunması ilericilik değildir. Birine gelenekçilik ya da dilerseniz tutuculuk, ötekine milliyetçi bağnazlık denebilir en fazla, bunlar da ayrı kavramlardır.

Kimse 'Tanrı uludur diyorlar, koşayım da Deniz Baykal'a oy vereyim' demez, 'Allahüekber ne demek acaba?' diye de en süzme dallama bile merak etmez.

'Ey dünyanın fukara-i kasibesi, birleşiniz, ameleyi istismar eden sahib-i sermayeyi mahv-ü perişan ediniz' deyince sağcı olunmaz, 'tek halk, tek devlet, tek önder' deyince solcu olunmaz.

Size solcu gibi kokuyor ama... Ein Volk, ein Reich, ein Führer... Hitler'in sloganıydı!

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=43155,10,2