PDA

View Full Version : Hikayeler



BOYNER
25-12-2004, 14:05
...

BOYNER
25-12-2004, 14:10
Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış:
Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri, Aşk dahil.

Bir gün, adanın batmakta olduğu, duygulara haber verilmiş.
Bunun üzerine hepsi, adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar.
Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş.
Çünkü, mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş.
Ada neredeyse battığı zaman,
Aşk, yardım istemeye karar vermiş.
Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde geçmekteymiş.
Aşk, "Zenginlik, beni de yanına alır mısın?" diye sormuş.
Zenginlik, "Hayır, alamam. Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok." demiş.
Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir'den yardım istemiş.
"Kibir, lütfen bana yardım et!"
"Sana yardım edemem Aşk.
Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin." diye cevap vermiş Kibir.
Üzüntü yakınlardaymış
ve Aşk, yardım istemiş: "Üzüntü, seninle geleyim..."
"Off, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var."
Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş ama o kadar mutluymuş ki,
Aşk'ın çağrısını duymamış.
Aşk, birden bir ses duymuş:
"Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..."
Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş. Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki kendini onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş.

Yeni bir kara parçasına vardıklarında,
Aşk'a yardım eden, yoluna devam etmiş.
Ona ne kadar borçlu olduğunu fark eden Aşk, Bilgi'ye sormuş:
"Bana yardım eden kimdi?"
"O, Zaman'dı" diye cevap vermiş Bilgi.
"Zaman mı?
Neden bana yardım etti ki?" diye sormuş Aşk.
Bilgi gülümsemiş:
"Çünkü sadece Zaman Aşk'ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir..."

BOYNER
25-12-2004, 14:12
Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi takip ederken, şaşkınlığını gizleyemiyordu.
Onu hayrete düşüren şey, "Bizim eve bile sığmaz" dediği o güzelim balonların adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi.
Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın kendisine baktığını fark ederek ona doğru yaklaştı
ve bütün cesaretini toplayarak:
-Baloncu amca, dedi. Biliyor musun benim hiç balonum olmadı. Adam çocuğu söyle bir süzdükten sonra:
-Paran var mı? diye sordu. sen onu söyle.
-Bayramda vardı, diye atıldı çocuk, önümüzdeki bayram yine olacak.
-Öyleyse bayramda gel, dedi adam. Acelem yok, ben beklerim.
Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan ayırmadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali kalmamıştı. Bir kaç adım attıktan sonra elinde olmadan tekrar onlara baktığında, gördüklerine inanamadı.
Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı. Çocuk, olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken, baloncu ona doğru dönerek:
-Küçük, diye seslendi. Balonları ağaçtan kurtarırsan birini sana veririm. Yapılan teklif, yavrucağın aklını başından almıştı. Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı. Hedefine adım adım yaklaşırken duyduğu heyecan, bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını
hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara ulaştığında bir müddet onları seyretti ve dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı. Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı. Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa, dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu. İster istemez balonu yerinde bırakıp aşağıya indi ve adama dönerek:
-Birini bana verecektiniz, dedi. Hangisi o?
Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra:
-Seninki ağaçta kaldı evlat, dedi. İstersen çık al.
Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı. Kaldırım kenarına oturup baloncunun
uzaklaşmasını bekledikten sonra, dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak:
"Olsun", diye mırıldandı. "Olsun." Ağacın üzerinde kalsa da, bir balonum var ya artık..

BOYNER
25-12-2004, 14:13
Cuma namazındaydık. Sağ tarafımda yaşlı bir adam, onun sağında ise tek kişilik boş yer vardı. Yaşlı adam, farza kalkarken arkaya döndü ve boşluğun gerisinde duran 14-15 yaşlarındaki gence:
- Saf'ı doldur evlat, dedi. Gel yanıma.
Çocuk, mahcup bir ifâdeyle:
- Mümkünse burada kılmak istiyorum, diye kekeledi. Oraya başkası geçebilir.
Yaşlı adam, çocuğun üzerinde bulunduğu uzun tüylü yeşil halıyı göstererek:
- Ne o dedi. Yoksa orası daha yumuşak diye mi gelmiyorsun?
Ve öfkeyle devam etti:
- Anne kuzusu, ne olacak...
Namaz bittiğinde, yaşlı adamın Cuma'sını tebrik ettim. Arkadaki genç de gelerek onun elini öptü. Adam, söylediklerine çoktan pişman olmuştu. Delikanlının nurlu yanaklarını okşarken:
- Sana 'anne kuzusu’ dediğim için kusura bakma yavrum, dedi. Bir anda ağzımdan kaçtı işte...
Çocuğun gözleri dolu doluydu. Başını yere eğerken:
- Bu söylediklerinizde haklısınız efendim, dedi. Üzerinde namaz kılmak için ısrar ettiğim halı, vefât ettiğinde annemin tabutuna örtülmüştü. Orada secdeye kapandığımda, sanki beni kucaklamış gibi oluyor da...
(Cüneyd Suavi)

BOYNER
25-12-2004, 14:18
Vietnam Savaşı sonrası... Evine dönmekte olan bir asker San Francisco'dan ailesini aradı: "Anne, baba eve dönüyorum, ama sizden bir şey rica ediyorum. Yanımda bir arkadaşımı da getirmek istiyorum." "Memnuniyetle, O'nunla tanışmak isteriz", diye cevapladılar.
Oğulları "Bilmeniz gereken bir şey daha var." diye devam etti. "Arkadaşım savaşta ağır yaralandı, bir mayına bastı ve bir koluyla ayağını kaybetti. Gidecek hiçbir yeri yok ve O'nun gelip bizimle kalmasını istiyorum." "Bunu duyduğuma üzüldüm oğlum. Belki O'nun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz." "Hayır. Anne, baba O'nun bizimle kalmasını istiyorum." "Oğlum." dedi babası.
"Bizden ne istediğini bilmiyorsun. O'nun gibi özürlü biri bize korkunç yük olur. Bizim kendi hayatımız var ve bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz. Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin. O kendi başının çaresine bakacaktır." Oğlu o anda telefonu kapattı.

Ailesi O'ndan bir süre haber alamadı. Ama birkaç gün sonra, San Francisco polisinden bir telefon geldi. Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler. Polis bunun intihar olduğuna inanıyordu. Üzüntü dolu anne-baba hemen San Francisco'ya uçtular ve oğullarının cesedini tespit etmek için şehir morguna götürüldüler. Anne - baba oğullarını hemen tanıdılar yalnız bilmedikleri bir şeyi de öğrenince dehşete düştüler:
Oğullarının sadece bir kolu ve bacağı vardı... :hmm:

AloneWolf
25-12-2004, 15:45
Konu : kuş


Amerika'nin unlu doga parki Yellowstone National Park'da cikan bir
yangin sonrasi gorevliler, hasar tesbit calismalari icin ormanda
geziyorlardi. Gorevlilerden biri, bir agacin dibinde kuller icinde
neredeyse komurden bir heykele donusmus bir kus gordu. Gorevli, elindeki

cubukla hafifce dokundu komurlesmis kusa. Dokunur dokunmaz kusun
kanatlari
altindan uc kucuk kus yavrusunun civildayarak ciktigini gordu. Anne kus,
gelen tehlikeyi farkederek, yavrularini bir agacin arkasina getirmis,
kendisinin yanacagini bile bile onlari kanatlarinin altinda saklamisti.
Yangin, yayilmadan cok
rahatlikla ucup oradan uzaklasmasi mumkunken yavrularinin yaninda kalmayi
tercih etmisti. Alevler, bulundugu yere varip kucucuk bedenini kavurmaya

basladiginda hic kipirdamadan kalmisti. Bedeni, yanip kavrulmustu, ama
geriye hic olmeyecek bir "anne" heykeli birakmisti..

BOYNER
26-12-2004, 21:15
Japon çocuğun tek hayali çok ünlü bir karateci olmaktı. Fakat ailesi buna izin vermezdi. Bir gün talihsiz bir kaza sonucu çocuk sol kolunu kaybetti.
Ailesi çocuğun moralinin çok kötü olduğunu görünce ona bir karate hocası tuttu. Hoca ilk dersinde çocuğa karsısındakini sağ koluyla tutup üstünden savurmayı gösterdi. Hatta ikinci, üçüncü ve sonraki bütün derslerde hep aynı hareketi yapıyorlardı.
Çocuk bir gün hocasına "hocam ben çok sıkıldım, artık başka hareketlere geçsek" dedi. Hoca ise bunu kabul etmeyerek dünyada bu işi en hızlı yapan kişi olmadıkça bitirmeyeceğini söyledi. Çocuk o kadar hızlanmıştı ki, hocasını bile göz açıp kapayıncaya kadar yerden yere vuruyordu. Bir gün hoca elinde bir kağıtla geldi kağıtta çocuğun gençler karate şampiyonasına katılabileceği yazıyordu.
Çocuk çok şaşırdı. Ertesi gün salonda ilk rakibinin karşısına çıkacakken heyecanla hocasına sordu, "hocam bu iş nasıl olur? Ben sadece tek hareket biliyorum kesin kaybederim" Hocası ise "sen sadece hareketi yap" cevabını verdi.
Çocuk ringe çıktı ve hareketiyle rakibini eledi. Hatta tek hareketle finale kadar çıktı. Finalde karşısında kendisinin iki katı birisi vardı. Önce çok korktu ama gene bildiği hareketi yaparak son rakibini de yendi ve şampiyon oldu.
Sevinçle hocasının yanına koştu ve sordu "hocam nasıl olur anlamıyorum, sadece bir hareket biliyorum, tek kolluyum ve şampiyon oldum" Hocası çocuğa baktı ve dedi ki, "senin yaptığın hareket karatedeki en zor hareketlerden biridir.

Ve bir tek savunması vardır o da, rakibin sol kolunu tutmak".

daxx
26-12-2004, 21:54
Anneler, babalar, iyice okuyun....

Kapidan iceri girer girmez neseyle bagirdi:
"Anne biliyormusun bugün yuvada ne oldu?"
"Görmüyor musun? Telefonla konusuyorum."

Hic kimsenin sevdigi sey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu,
babasi arabayi seviyordu. Hersey erteleniyordu telefon ve araba söz
konusu oldugunda. Bir de eve misafir gelecek oldumu kendisine hic yer
kalmiyordu. Nerelere gitsindi? Annesi kapatti telefonu. Mutfaktan
tencere kasik sesleri geliyordu. Kosarak yanina gitti.

"Sana yardim edeyim mi?" dedi en sevimli halini takinarak. Annesi
manali manali bakti.
"Hayirdir. Bir yaramazlik filan. Bak bir de seninle ugrasmayayim. Cok
yorgunum zaten."

Yorgunluk nasil bir seydi. Bazen elinde oyuncagiyla uykuya daldiginda
anneannesi oyuncagi yavasca elinden alir "Nasil yorulmus yavrucak.
Uykunun gül kokulu kollari sarsin seni" diyerek alnina bir öpücük
konduruverirdi. Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eger, ne
diye annesi kendisiyle böyle kizgin kizgin konusuyordu.

"Annecigim yoruldugun zaman gül kokulu uykulara dalarsin.
Anneannem öyle söylüyor."
"Uykuya dalayim da gül kokulari kusur kalsin. Yorgunluktan
ölüyorum."

Bu kelimeden nefret ediyordu. Yorgunum. Yorgun oldugumdan. Böyle
yorgun yorgunken...

"Annecigim sen yorulma diye..."
"Yemekte konusuruz cocugum. Bankada isler yetismedi.Baban gelene
kadar bunlari bitirmem lazim. Hadi sen oyna biraz."
"Hani siz yoruluyorsunuz ya..."
"Eeee...."
"Ben de oynamaktan yoruluyorum."
"Ne yapayim?"
"Bilmem..."

Yapilmamasi gerekenleri biliyordu da büyükler, yapilmasi gerekenleri
hic bilmiyorlardi. Isiklar söndü birden. Annesi öfkeyle söylenmeye
basladi.
"Mum da yok" diye diye karistirdi dolaplari el yordami. Cocuk
sirtüstü yatip, anneannesinin köyünü düsündü.
Gaz lambasinin isiginda deli tavsan masalini anlatisini. Deli tavsanin duvardaki
aksini getirdi gözlerinin önüne. Anneannesi gibi iki ellerini
birlestirip isaret parmaklarini yukari kaldirarak tavsan kafasi
yapti. "bak deli tavsan" diyerek parmaklarini oynatti. Yoldan gecen
arabalarin farlari duvardaki tavsana yol acti. Tavsan alabildigine
hür dolasti sagda solda. Otlarla kuslarla konustu. Sonra yorgun
düstü. Duvardaki görüntü o minik avuclarin acilmasiyla
kayboldu. Kolu yavasca kanepeden asagi sarkti.

Neden sonra isiklar geldi. Kadin cocugun hic konusmadigini akil etti
birden. Kanepeye kostu. Kücücük dizlerini karnina dogru cekerek
uykuya dalmisti.

Masanin üstündeki dosyalara bakti igrenerek. Dindirilmez bir
pismanlik doldurdu icini. Uyandirmaktan korka korka kücük
alnina bir öpücük kondurdu. Cocuk sanki bu öpücügü
bekliyormuscasina "Isin bitince beni sever misin anne?" dedi.

Kadin, sevilmek icin randevu alan cocuguna bakarak sabaha kadar agladı

skoc
27-12-2004, 01:37
Adam, yorgun argın eve döndüğünde; 5 yaşındaki çocuğunu kapının önünde beklerken buldu.

Çocuk babasına, “Baba, bir saatte ne kadar para kazanıyorsun” diye sordu....

Zaten yorgun gelen adam, “Bu senin işin değil” diye cevap verdi.

Bunun üzerine çocuk “Babacığım lütfen, bilmek istiyorum” diye üsteledi.

Adam “İlla da bilmek istiyorsun 20 milyon “ diye cevap verdi.

Bunun üzerine çocuk “Peki bana 10 milyon borç verirmisin” diye sordu.

Adam iyice sinirlenip, “Benim senin saçma oyuncaklarına veya benzeri şeylerine ayıracak param yok. Hadi, derhal odana git ve kapını kapat” dedi.

Çocuk sessizce odasına çıkıp kapıyı kapattı.

Adam sinirli sinirli “Bu çocuk nasıl böyle şeylere cesaret eder.” diye düşündü.

Aradan bir saat geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşti ve çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını düşündü, “Belki de gerçekten lazımdı”...

Yukarı çocuğun odasına çıktı ve kapıyı açtı...
Yatağında olan çocuğa, “Uyuyormusun?” diye sordu.

Çocuk “Hayır” diye cevap verdi.

“Al bakalım, istediğin 10 milyon, sana az önce sert davrandığım için üzgünüm. Ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim” dedi.

Çocuk sevinçle haykırdı, “Teşekkürler babacığım”

Hemen yastığının altından diğer buruşuk paraları çıkardı. Adamın suratına baktı ve yavaşça paraları saydı.

Bunu gören adam iyice sinirlenerek, “Paran olduğu halde neden benden para istiyorsun?..

Çocuk “Param vardı ama yeterince yoktu “dedi ve yüzünde mahcup bir gülücükle paraları babasına uzattı;” İşte sana 20 milyon... Şimdi bir saatini alabilirmiyim babacığım?...

pardon
10-01-2005, 14:37
baba-oğul

nebraska'da yaşlı bir adam yaşardı.. Patates ekini için bahçeyi bellemesi gerekiyordu, lakin bu çok zor bir işti.. Tek oğlu olan David ona yardım edebilirdi fakat o da hapisteydi.

Yaşlı adam oğluna bir mektup yazdı ve sorunu açıkladı.

Sevgili David,
Patates bahçemi belleyemeyeceğimden kendimi çok kötü hissediyorum. Bahçeyi kazmak için oldukça yaşlanmış sayılırım. Burada olsan bütün derdim bitecekti. Biliyorum ki sen bahçeyi benim için hallederdin.
Sevgiler Baban

Bir kaç gün sonra oğlundan bir mektup aldı.

Babacığım,
Allah aşkına bahçeyi kazma. Ben oraya cesetleri gömmüştüm.
Sevgiler David

Ertesi gün sabaha karşı FBI ve yerel polis çıkageldi ve tüm sahayı kazdı lakin hiçbir cesede rastlamadılar. Yaşlı adamdan özür dileyerek gittiler. Aynı gün yaşlı adam oğlundan bir mektup daha aldı.

Babacığım,
Şimdi patatesleri ekebilirsin.Bu şartlarda yapabileceğimin en iyisini yaptım.
Sevgiler David

BOYNER
10-01-2005, 14:47
Küçük oğlu annesine geldi ve ona kağıdı uzattı. Annesi ellerini önlüğüne kuruladıktan sonra kağıdı okumaya başladı;

Çimleri biçtiğim için 5 dolar
Odamı temizlediğim için 1 dolar
Alışverişe gittiğim için 50 sent
Küçük kardeşime baktığım için 25 sent
Çöpü attığım için 1 dolar
İyi bir karne getirdiğim için 5 dolar
Bahçeyi temizlediğim için 2 dolar
---------------------------
Toplam borç 14 dolar, 75 sent

Anne, umutla kendisine bakan oğlunun elinden kağıdı aldı ve kağıdın arka yüzüne şunları yazdı;

Seni 9 ay karnımda taşıdım BEDAVA
Hasta olduğunda başında bekledim, elimden geleni yaptım, senin için dua ettim BEDAVA
Yıllarca değişik nedenlerle senin için gözyaşı döktüm BEDAVA
Senin için geceler kaygı duyup, uykusuz kaldım BEDAVA
Oyuncaklarını topladım, yemeğini hazırladım giysilerini yıkadım, ütüledim BEDAVA YAVRUM
Ve bunların hepsini topladığın zaman gerçek sevginin bedelinin olmadığını görürsün, bedavadır çünkü...

Oğul annenin yazdıklarını okuyunca gözleri doldu.

Annesine baktı, "Anneciğim seni seviyorum" dedi ve kalemi alarak bu kağıda

"HEPSİ ÖDENMİŞTİR" yazdı

BOYNER
10-01-2005, 14:52
Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacak? Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu. Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı ama, kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Açtı. Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde.
"Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu kral.
Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders vermişti.
"Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır."

pardon
13-01-2005, 10:27
Eflatun'a iki soru sormuşlar;
- Birincisi, İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan iki davranışı nedir ?
Eflatun tek tek sıralamış,
Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler.Ne var ki çocukluklarını özlerler.
Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler.Ama sağlıklarını geri almak için de para öderler.
Yarınlarından endişe ederken bugünü unuturlar.Sonuçta, ne bugünü, ne de yarını yaşarlar.
Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler.


Sıra gelmiş ikinci soruya;
-"Peki sen ne öneriyorsun?"

Bilge yine sıralamış,
Kimseye kendinizi "sevdirmeye" kalkmayın !
Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi "sevilmeye" bırakmaktır.
Önemli olan; hayatta,"en çok şey'e sahip olmak" değil,
"en az şey"e ihtiyaç duymaktır

pardon
14-01-2005, 11:42
tecrübe...

...hayata dair....
Bir gün Napolyon düşman askerlerinden kaçarken, bir bakkal
dükkânına, girmiş.
Bakkala hemen kendisini saklamasını emretmiş.
Bakkal da Napolyon'u müsait bir yere saklayıp, biraz sonra
Gelen düşmanları da;
"-Az evvel biri koşarak şu tarafa kaçtı." Diye savuşturmuş.
Nihayet biraz sonra Napolyon'un muhafızları yetişmişler.
Bakkal ömründe bir daha karşılaşamayacağı Napolyon'a sormuş;
"-Efendim, af buyurun ama merak ettim, ölümle bu denli burun
buruna gelmek nasıl bir duygu? "
Napolyon birden öfkelenmiş;
"-Sen kim oluyorsun da benimle böyle dalga geçercesine
konuşabiliyorsun?' diye bağırmış.
Hemen askerlerine, adamcağızı kurşuna dizmelerini emretmiş.
Askerler bakkalın gözünü bağlayıp, karşısına dizilmişler.
Mermiler namlulara sürülmüş, artık 'ateş' emri verilecek...
Adamcağız içinden (Ah, ne yaptın sen? Şimdi ölüp gideceksin ) diye
düşünürken, arkadan bir çift el uzanmış, gözündeki bağı açmış.
Karşısında Napolyon varmış.
Tek cümleyle cevaplamış Napolyon:
"-İşte böyle bir duygu! "
Yaşayarak öğrenmek, bedeli en yüksek öğrenme biçimidir. Ama en
kalıcı olanıdır ve getirisi en yüksek olandır. yani tecrübedir getirisi..
ve
tecrübeyi yaşamaktan başka edinme yolu yoktur...

pardon
15-01-2005, 18:55
Kral ve 4 Eşi

--------------------------------------------------------------------------------

Bir zamanlar, büyük ve güçlü bir ülkeyi yöneten kralın 4 eşi varmış.
Kral en çok dördüncü eşini severmiş, bir dediğini iki etmez,
her şeyin en güzelini en iyisini ona verirmiş.
Kral üçüncü eşini de çok severmiş. Bu güzelliğin bir gün kendisini terk
edebileceğinden korktuğu için, onu çok kıskanır, üzerine titrermiş.

İkinci eşini de severmiş kral. Kendisine karşı her zaman iyi ve sabırlı
davranan eşi, kralın ne zaman bir derdi olsa daima onun yanında bulunur
sorunun çözümünde ona destek verirmiş.

Kraliçe olan birinci eşiymiş kralın. Onu en çok seven, karşılık beklemeden
seven, sağlığına ve hükümranlığına en büyük katkıyı sağlayan bu eşi
olmasına rağmen, kral birinci eşini sevmezmiş ve onunla hiç ilgilenmezmiş.

Bir gün kral ölümcül bir hastalığa yakalanmış. Yakında öleceğini
anladığı ve öldükten sonra yapayanlız kalmaktan çok korktuğu için,
eşlerinden hangisin ölüm yalnızlığını kendisi ile paylaşmak
isteyebileceğini öğrenmek istemiş.
En çok sevdiği dördüncü eşine
ölüm yolculuğunda kendine eşlik etmek ister mi diye sorduğunda aldığı yanıt
kalbine bıçak gibi saplanan kısa ve net
“mümkün değil" olmuş...
Hayatım boyunca seni sevdim.
Sen benimle birlikte ölmeyi kabul eder misin sorusuna
üçüncü eşi de
"hayır, hayat çok güzel. Sen ölünce ben yeniden evleneceğim"
diye yanıt vermiş.

Kral bir kez daha yıkılmış.
Her sorunumda her zaman yanımda olan bana yardım eden sendin,
bu sorunumda da bana yardımcı olur musun talebine karşı
ikinci eşinden;

"bu sorunun için hiç bir şey yapamam,
olsa olsa sana mezarına kadar eşlik eder,
güzel bir cenaze töreni yaptırır ve yasını tutarım"
karşılığını almış.
Büyük bir hayal kırıklığı yaşamakta olan kral
birinci eşinin sesi ile irkilmiş.

"nereye gidersen git seninle olurum, seni takip ederim..."

Ah diye inlemiş kral;
"keşke bir şansım daha olsaydı..."



YAŞAMDA HEPİMİZ 4 EŞLİYİZ ASLINDA

Dördüncü eşimiz vücudumuz
Onun güzel görünmesi için ne kadar zaman, kaynak ve çaba
harcarsak harcayalım öldüğümüzde bizi terk edecektir.

Üçüncü eşimiz sahip olduğumuz servetimiz ve statümüzdür
Ölür ölmez başkalarına yar olacaktır
İkinci eş, ailemiz ve dostlarımızdır
Tüm sorunlarımızı paylaştığımız bu kişilerin
en son yapabilecekleri şey
bu dünyadan gözleri yaşlı bizi uğurlamak olacaktır

BİRİNCİ EŞ İSE RUHUMUZDUR
BİZİMLE GELİR…

UNUTMAYIN:
YEDİKELRİMİZ DEĞİL,HAZMETTİKLERİMİZ BİZİ GÜÇLÜ YAPAR
KAZANDIKLARIMIZ DEĞİL,BİRİKTİRDİKLERMİZ BİZİ ZENGİN YAPAR
OKUDKULARIMIZ DEĞİL ,HATIRLADIKLARIMIZ BİZİ BİLGİLİ YAPAR
BAŞKALARINA VERDİĞİMZ ÖĞÜTLER DEĞİL,BİZZAT UYGULADIKLARIMIZ BİZİ İNSAN YAPAR…

BOYNER
19-01-2005, 20:30
Yaşlı adam, bir konfeksiyon mağazasına ait vitrine uzun uzun baktıktan sonra, ilerideki yeşillikte oynayan çocukların en zayıfına dönerek:

-Küçüüük! diye seslendi. Bana biraz yardımcı olur musun?

Çocuk, hafta sonlarında yaptıkları misket oyununu ilk defa kazanmış olmasına rağmen arkadaşlarını bırakıp geldi. 7-8 yaşlarındaydı ve üzerindeki elbiseler, "tek kelimeyle" dökülüyordu.
Yaşlı adam, çocuğun saçlarını okşadıktan sonra:
Vitrindeki elbiseyi giymeni istemiştim, dedi. Bakalım üzerine
uyacak mi?
Çocuk, bu teklifi ilk önce şaka sandı. Ama adam son derece ciddiydi. Onunla birlikte mağazaya girerken, ilk önce rüyâda olup olmadığını, daha sonrada şimdiye kadar yeni bir elbise giyip giymediğini düşündü. Genellikle ailedeki büyük çocuğa alınan veya komşular tarafından verilen giyecekler, elbiselerin ona dar gelmesiyle birlikte ortanca kardeşe kalır, birkaç sene sonra da dizleri aşınmış veya delinmiş vaziyette kendisine yamanırdı.
Ama "her zaman hasta" dedikleri babasının ne kadar zor para kazandığını bildiğinden, bu işe bir kere bile itiraz etmemişti. simdi ise, ilk defa yeni bir elbisesi olacaktı. Üstelik de bayrama üç gün kala.

Çocuk, yaşlı adamın gösterdiği elbiseleri giydiğinde, büyümüş
olduğunu ilk defa farketti. Çizgili kadifeden yapılmış pantolon, bacaklarının ne kadar uzun olduğunu ortaya koyarken, yeni ceketi de omuzlarını iyice geniş göstermişti. Fakat hepsinin üzerine giydiği kaban bir başkaydı ve artık üşümeyecekti. Çocuk, biraz önce kazandığı misketleri onun cebine bıraktığında, iyice keyiflendi. İrili ufaklı misketler, gayet derin olan ceplerin bir köşesinde kalmıştı. Demek ki her bir cep, en az elli misket alabilirdi.
Yaşlı adam, çocuğu sağa sola döndürdükten sonra, elbiselerin
paketlenmesini istedi. Ve iş tamamlandığında, tezgâhtara dönerek:

-Elbiseleri torunuma alıyorum, dedi. Kendisine sürpriz yapacağım
için, onları bu çocuğun üzerinde denedim. İkisinin de boyu falan aynı
da...
Çocuk, bir anda beyninden vurulmuşa döndü ve ne diyeceğini bilemedi.
Ama artık büyüdüğüne göre, bir şey belli etmemeliydi. Aynaya son bir defa baktıktan sonra, üzerindekileri yavaşça çıkartarak bir kenara fırlattığı eskileri giydi.
Adam, elbiselerin torununa uyacağından emindi. Yaptığı hizmet için çocuğa bir ciklet parası vermek istediğinde, onu yanında göremedi. Haylaz velet, belli ki bu isten sıkılmıştı.
Çocuk, arkadaşlarının yanına döndüğünde, bir kenara çekilerek onları seyretmeye koyuldu. Ve bütün ısrarlara rağmen oyuna katılmadı.
Arkadaşları :
-Niçin oynamıyorsun? diye sordular. En güzel misketleri sen
kazanmıştın.
-Çocuk, inci gibi yaslar süzülen gözlerini arkadaşlarından
kaçırmaya çalışırken:
-Misketlerim, bu elbiselere yakışmayacak kadar güzeldi, dedi. Bu
yüzden onları, bayramlık kabanımın cebine sakladım.

Sarıvadi
19-01-2005, 21:35
Minik bir kırlangıç soğuk ülkelerden daha sıcak ülkelere, güneye doğru göç ediyormuş. Günlerdir kanat çırpmış, artık yorulmuş,kanatları neredeyse buz tutmak üzereymiş. Derken donmak üzere olan kanatlarını daha fazla çırpamamış ve süzülerek yere düşmüş.

Tam ölmek üzereyken oradan geçen bir inek minik kırlangıçın tam üzerine pislemiş. Birden ısınmış minik kırlangıç, kanatlarındaki buz çözülmüş üzerindeki bokun sıcaklığından hayata yeniden dönmüş ve mutluluktan cik cik cik şarkılar söylemeye başlamış. Bu sesi duyan bir kedi tezeği eşelemeye başlamış bir bakmışki tezeğin içinde bizim minik kırlangıç, onu tezekten çıkardığı gibi lop bir lokmada yutmuş...

Hikayeden çıkarılacak 3 ders:
1)Üzerinize sıçan herkes düşmanınız olmayabilir.
2)Sizi bokun içinden çıkaran herkes dostunuz olmayabilir.
3)Mutlu ve huzurluysanız sesinizi çıkarmayın.
__________________

Su
19-01-2005, 21:41
Bu da benden çoçuklarınıza ninni olarak kullanabilirsiniz

ÇOCUK

Bir gün bir gün bir çocuk

Eve de gelmiş kimse yok

Açmış bakmış dolabı

Şeker de sanmış ilacı



Yemiş yemiş bitirmiş

Akşama başlamış sancı

Kıvrım kıvrım kıvranmış

Hastaneye yollanmış

Sarıvadi
19-01-2005, 21:45
Bu da benden çoçuklarınıza ninni olarak kullanabilirsiniz

ÇOCUK

Bir gün bir gün bir çocuk

Eve de gelmiş kimse yok

Açmış bakmış dolabı

Şeker de sanmış ilacı



Yemiş yemiş bitirmiş

Akşama başlamış sancı

Kıvrım kıvrım kıvranmış

Hastaneye yollanmış

YAPTIĞINDAN UTANMIIIIŞ. diye bitiyor Sayın phoenixborn :)

pardon
21-01-2005, 14:53
ipin hesabı...



Bir sehrin en zengini öldügünde, tellallar sokaklara dökülüp;
-Ey ahali, diye bagirmislar. Biliyorsunuz Veli efendi öldü. Bir vasiyeti var. Ahiret hayatina alisabilmek için, kendisine bir günlük yardimci ariyor. Kim ki, mezardaki ilk gecesini onunla beraber geirirse, Veli Efendiye ait servetin yarisi kendisine verilecektir. Ey ahali, duyduk duymadik demeyin.
Tellallarin bütün çabasina ragmen kimse bu parlak, fakat korkulu vasiyete kulak vermemis. Ama sonunda, sehrin en fakir sirt hamallarindan birisi çikmis ortaya. Adamcagiz bakmis ki, hayatta zaten sirtindaki küfesinden ve ipinden baska bir sey yok. O halde”hamal olarak yatip, ertesi sabah zengin olarak kalkarim”diyerek razi olmus.
Genisçe bir mezara, iyice kefenlenen zengini ve yanina hamali yatirmislar. Az sonra sual melekleri gelmis”Ikisi de bize emanet”diye konusmuslar.”Zengin nasil olsa kalacak, su hamaldan baslayalim.”
Sormuslar:
-Dünyada malin mülkün var miydi?
-Alay etmeyin demis, hamal. Sirtimdaki küfeden ve ipten baska hiç bir seyim olmadigini siz de bilirsiniz.
-Peki diye eklemis melekler, o ipi ne karsiliginda aldin. Sonra küfeyi ne is gördün de nasil elde ettin?
Anlatmis hamalcagiz. Bes kisinin malini 10 kurusa tasidim. Ikisini yedim, sekizini sakladim. Ertesi gün de ayni isleri yaptim. Yemedim içmedim, ucuza tasidim ve bunlari aldim.
Melekler: -Cik demisler, cik. Olmadi. Hasan Efendiden aldigin para, hak ettiginden çok düsük. Biz ondan bunun hesabini soracagiz. Mehmet Efendiyle de ucuza anlasmis ve ucuza tasimissin.
-Iyi ama, diye cevaplamis hamal, hakettigim
parayi isteseydim, bana tasittirmazdi. Tasittirmayinca da aç kalirdim.
-O bizim isimiz demis melekler, nasil olsa buraya o da gelecek. Biz senin adina ona sorariz. Melekler, hamal'i sikistirmaya devam etmis.
-Söyle bakalim, aldigin paranin kaçini yedin, kaçini sakladin?
-On kurus aldi isem, yarisini sakladim. iki kurus aldi iseb, bir kurusunu biriktirdim.
-Cik demis melekler. Yine olmadi, hem ucuza tasimissin, hem de gidandankesmissin. Yani sen, kendi nefsine zulmetmissin. Nefsİne zulmetmek de günahtir, bilmez misin?.
Hamalcagiz ne cevap verecegini düsünüp ecel terleri dökerken, sabah olmus. Açilan mezardan yukariya bir bakmis ki, bütün millet orada. Kadi Efendi ve sehrin mehter takimi da kendisini bekliyor. Bir kiyamet ki sormayin.
“Kutlu olsun”demisler.
“Bu gece kimsenin yapamayacagi bir isi basardin ama, bak artik zengin oldun.”-Yooo, diye bagirmis hamal. Istemem , sizin olsun. Ben , bir iple küfenin hesabini sabaha kadar veremedim, Ya o kadar servetim olsaydi, ne yapardim?

pardon
21-01-2005, 14:55
vanilyalı dondurma (garip ama gerçek)...

Vanilyali Dondurma Gercek bir hikayedir.

Pontiac Division of General Motors Sirketine gelen bir sikayet su satirlari içeriyordu:

Size ikinci defa yaziyorum ve bana cevap vermemenizi anlayisla karsiliyorum cunku yazdigim yazinin cilginca oldugunu düsünebilirsiniz; fakat su bir gercek ki ailemizde her aksam yemekten sonra tatli olarak dondurma yeme aliskanligina sahibiz. Fakat bir çok dondurma çesidi oldugu için her aksam yemekten sonra ne çesit dondurma yiyecegimiz konusunda ailecek karara variriz. Ben de markete gidip alirim. Geçenlerde de yeni bir Pontiac aldim ve o zamandan beri markete gidip gelmem benim için bir sorun olmaya basladi. Ne zaman vanilyali dondurma alsam, arabaya dondugumde arabam çalismiyor. Fakat baska çesit dondurma aldigimda, araba gayet guzel çalisiyor. Bu konuda ne kadar ciddi oldugumu bilmenizi istiyorum her ne kadar bu sorun size saçma da gelse: Vanilyali dondurma aldigimda arabam calismazken neden baska bir çesit dondurma aldigimda arabam calisiyor??

Pontiac Sirketi'nin baskani dogal olarak bu mektuba süpheci bir sekilde yaklasti fakat yine de kontrol edilmesi için bir mühendis gönderdi. Gonderilen mühendis, nezih bir muhitte oturan basarili ve iyi egitim almis bir kisiyle karsilastiginda saskinliga ugradi. Aksam yemeginden sonra gorusmeye karar verdiler. Aksam oldugunda arabaya binip marketin yolunu tuttular. O aksam vanilyali dondurma aldilar ve arabaya bindiklerinde dogal olarak araba çalismadi. Muhendis onla uc aksam daha markete gitti. Ilk aksam cikolatali dondurma alindi ve araba çalisti. Ikincisinde çilekli dondurma alindi ve araba yine calisti. Uçuncu aksam ise vanilyali dondurma alindi ve maalesef araba calismadi. Simdi sasirma sirasi muhendisdeydi. Mantikli bir kisi olarak adamin arabasinin vanilyali dondurmaya alerjisi oldugunu düsünmek akillica bir sey degildi. O yuzden bir sure daha ziyaretlerine devam etti. Bu amaçla notlar almaya basladi: gunun hangi saati, kullanilan benzin cesidi, gidip- gelme suresi gibi her turlu bilgiyi kaydetti. Kisa surede bir ipucu elde etti: adam vanilyali dondurma almak için daha az zaman sarfediyordu.
Niçin?
Cevap marketdeki urunlerin satilis duzeninde yatiyordu. En çok istenilen cesit olan vanilyali dondurma marketin hemen girisinde yer alan dolapta satiliyordu. Diger dondurma cesitleri ise marketin arka kisminda farkli bir tezgahta satiliyordu ve oradan herhangi bir çesit dondurma almak daha fazla vakit aliyordu. Simdi muhendisin karsilastigi soru suydu: Araba niye dondurma almasi daha kisa surdugunde calismiyordu? Zaman faktoru araya girdiginde muhendisin cevabi bulmasi zor olmadi: motor sogudugunda devreye giren buhar kilidi. Bu her aksam oluyordu fakat diger cesitleri almak için harcanan daha fazla zaman motorun tekrar çalismasi için yeteri kadar sogumasina imkan taniyordu. Adam vanilyali dondurma aldiginda ise, motor hala sicak oldugu ve buhar kilidi devreye girmedigi için çalismiyordu. garip görünen sorunlar bile bazen gerçek olabilir!!

balaban
24-01-2005, 23:14
Düşündürecek bir olay...
Jack yavaşlamadan önce Takometreye baktı: Hız limitinin 50 olduğu yerde 73 ile gidiyordu ve son dört ay içerisinde dördüncü defa polis tarafından durduruluyordu. Bir insan nasıl bu kadar şanssız olabilirdi?

Jack arabasını sağa çekti. “İnşallah şu anda yanımızdan daha hızlı bir araba geçer” diye düşünüyordu.

Polis elinde kalın bir not defteri ile arabadan indi.

Bob? Bu Polis Kiliseden Bob değil mi? Jack iyice arabasının koltuğuna sindi. Bu durum bir cezadan daha kötüydü. Kiliseden tanıdığı bir Polis, arkadaş olduğuna bakmaksızın birini durduruyordu. Hemde hızlı gidip, trafik kurallarını ihlal ettiği için.

- ”Merhaba Bob. Birbirimizi yeniden böyle görmemiz çok ilginç”

- ”Merhaba Jack” Bob gülümsemiyordu. ”Beni, karımı ve çocuklarımı görmek için eve giderken yakaladın”

- ”Evet öyle” Bob umursamaz görünüyordu.

- ”Son günler eve hep çok geç geldim. Çocuklarım beni uzun süredir hiç görmedi. Ayrıca Dıana bana bu akşam Patates ve biftek yiyeceğimizi söyledi. Ne demek istediğimi anlıyormusun?”

- ”Evet ne demek istediğini anlıyorum. Ayrıca trafik kurallarını ihlal ettiğinide biliyorum.” diye cevapladı Bob.

- ”Eyvah! Bu taktik fazla işe yaramayacak gibi. Taktik değiştirmek gerekli” diye düşündü Jack ”Beni kac ile giderken yakaladın?”

- ”Yetmiş. Lütfen arabana girermisin?” dedi Bob.

- ”Ah Bob, bekle bir dakika lütfen. Seni gördüğüm anda Takometreye baktım. Sadece 65 ile gidiyordum.”

- ”Lütfen Jack, arabana gir” diye üsteledi Bob.

Jack canı sıkkın bir şekilde arabasına girdi, kapıyı çarparak kapattı. Bob not defterine bir şeyler yazıyordu. ”Bob niye benim ehliyetimi ve araba ruhsatımı istemiyorki” diye düşündü Jack.

Ne olursa olsun, bundan sonra kilisede bu adamın yanına oturmaktansa, birkaç Pazar Jack kiliseye gitmeyecekti.

Bob kapıyı tıklatıyordu. Jack arabasının penceresini 5 cm kadar açtı. Bob Jack’a bir kağıt verdi ve gitti. ”Ceza değil bu” diye kendi kendine soylendi Jack. Bir anda sevinmişti. Bu bir yazıydı ve kağıtta şunlar yazıyordu:

- ”Sevgili Jack, benim bir kızım vardı. Altı yaşındayken çok hızlı araba kullanan biri tarafından öldürüldü. Bu kazadan dolayı, adam cezalandırıldı. 3 ay hapishane cezasıydı bu. Bu adam hapishaneden çıkınca kendi cocuklarına sarılıp, öpüp, onları tekrar koklayabildi. Ama ben... Ben kızımı tekrar koklayabilip, öpebilmek için, cennete gidinceye kadar beklemem gerekiyor. Bin defa adamı affetmeye çalıştım. Bin kerede başardığımı zannettim. Belki başarmışımdır, ama hala kızımı düşünüyorum. Lütfen benim için dua et ve dikkat et Jack, tek bir oğlum kaldı.”

Jack 15 dakika kadar bir süre yerinden kıpırdayamadı. Daha sonra kendine gelip, yavaş yavaş evine gitti.

Evine varınca, çocuklarına ve karısına sıkıca sarıldı. Hayat çok değerli, sürekli dikkat et. Dikkatli araba kullan ve başkalarının hakkına saygı göster. Hiçbir zaman unutma, istediğin kadar araba satın alabilirsin, ama insan hayatını ...

balaban
10-02-2005, 00:28
İYİLİK VE VEFA
Bir kurdu avcılar fena halde sıkıştırmıştır. Kurt ormanda oraya buraya kaçmakta, ancak peşindeki avcıları bir türlü ekememektedir. Canını kurtarmak için deli gibi koşarken bir köylüye rastlar. Köylü elinde yabasıyla tarlasına girmektedir. Kurt adamın önüne çöker ve yalvarmaya başlar: "Ey insan ne olur yardım et bana, peşimdeki avcılardan kaçacak nefesim kalmadı, eğer sen yardım etmezsen biraz sonra yakalayıp öldürecekler."
Köylü bir an düşündükten sonra yanındaki boş çuvalı açar, kurda içine girmesini söyler. Çuvalın ağzını bağlar, sırtına vurur ve yürümeye devam eder. Birkaç dakika sonra da avcılara rastlar. Avcılar köylüye Bu civarda bir kurt görüp görmediğini sorarlar, köylü "görmedim" der ve avcılar uzaklaşır. Avcıların iyice uzaklaştığından emin olduktan sonra köylü sırtındaki torbayı indirir, ağzını açar, kurdu dışarı salar.
"Çok teşekkür ederim" der kurt, "Bana büyük bir iyilik yaptın"
"Önemli değil" der köylü ve tarlasına gitmek üzere yürümeye baslar.
"Bir dakika" diye seslenir kurt: Çok uzun zamandır bu avcılardan kaçıyorum, çok bitkin düştüm, açım, kuvvetimi toplamam için bir şeyler yemem lazım ve burada senden başka yiyecek bir şey yok."
Köylü şaşırır: "Olur mu, ben senin hayatını kurtardım."
"Yapılan iyiliklerden, verilen hizmetlerden daha çabuk unutulan bir şey yoktur" der kurt.
"Ben de kendi çıkarım için senin iyiliğini unutmak ve seni yemek zorundayım."
Bir süre tartıştıktan sonra, ormanda karşılarına çıkacak olan ilk üç kişiye bu konuyu sormaya ve ona göre davranmaya karar verirler. Karşılarına önce yaşlı bir kısrak çıkar.
" Ne vefası " der kısrak, " Ben sahibime yıllarca hizmet ettim, arabasını çektim, taylar doğurdum, gezdirdim. Ve yaşlanıp bir işe yaramadığımda beni böylece kapıya koydu... "
Bir sıfır öne geçen kurt sevinirken bir köpeğe rastlarlar. "Ben hizmetin değerini bilen bir efendi görmedim" der köpek, " Yıllardır sadakatle hizmet ederim sahibime koyunlarını korurum, yabancılara saldırırım, ama o beni her gün tekmeler, sopayla vurur..."
Kurt köylüye döner, "İşte gördün" der. Köylü de son bir çabayla
"Ama üç diye konuşmuştuk, birine daha soralım, sonra beni ye" diye cevap verir. Bu kez karşılarına bir tilki çıkar. Başlarından geçenleri, tartışmalarını anlatırlar. Tilki hep nefret ettiği kurda bir oyun oynayacağı için keyiflenir.
" Her şeyi anladım da" der tilki "Bu küçücük torbaya sen nasıl sığdın? " Kurt bir şeyler söyler, tilki inanmamış gibi yapar:
"Gözümle görmeden inanmam..."
İşin sonuna geldiğini düşünen kurt torbaya girer girmez, tilki köylüye işaret eder ve köylü torbanın ağzını sıkıca bağlar. Köylü eline bir taş alır ve
"Beni yemeye kalktın ha nankör yaratık" diyerek torbanın içindeki kurdu bir süre pataklar.
Sonra tilkiye döner "Sana minnettarım beni bu kurttan kurtardın" der.
Tilki de "Benim için bir zevkti" diye cevap verir. O an köylünün gözü tilkinin parlak kürküne takılır, bu kürkü satarsa alacağı parayı düşünür ve hiç beklemeden elindeki taşı kafasına vurup tilkiyi öldürür.
Sonra da torbanın içindeki kurdu ayağıyla dürter:
"Haklıymışsın kurt, yapılan iyilikten daha çabuk unutulan bir şey yokmuş..."
CAN DÜNDAR

pardon
14-02-2005, 13:22
Anzak'lı Ömer'in Hikayesi

>>1957 yılında istanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak
>>üzere ABD'ye giden doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastanede
>>başından geçen

>>çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatIyor:
>>
>>'Amerika'ya gittiğim ilk yIllar (1957) lisanım pek o kadar iyi değil.
>>Newyork'da Medical Center Hospital adlı bir hastanede görev almıştım.
>>Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi
>>çekmek gibi işler... Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar
>>hemen direkt olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer
>>zamanlarda da laboratuvarda calışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca
>>bir adam. Tahminen yetmişbeş yaşlarında. Tabii kendisi ile ingilizce
>>konuşuyorum. Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?
>>
>>Adamcağız kanser hastası ve kansızdı. Pazusunu açtım. Baktım pazusunda
>>dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti. Kendisine
>>sormadan

>>edemedim: 'Siz Türk müsünüz?' Kaşlarını yukarıya kaldırarak 'Hayır'
>>manasında işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum: 'Peki bu
>>kolunuzdaki

>>Türk bayrağı nedir?'
>>
>>'Aldırma işte öylesine bir şey dedi. Ben yine ısrarla dedim ki: 'Fakat
>>benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim
>>milletimin bayrağı, benim bayrağım...'
>>
>>Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı
halinde
>>sordu: 'Siz Türk müsünüz?' 'Evet Türk'üm...'
>>
>>İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi. Anlatmaya
>>başladı: Yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları. Çanakkale diye bir yer
var
>>Türkiye'de. Orada savaşmak üzere bütün Hristiyan devletlerden asker
>>topluyorlardı. Ben Anzak'tım Avustralya Anzaklarından... İngilizler
>>bizi toplayıp dediler ki: 'Barbar Türkler Hristiyan dünyasını yakıp
yıkacaklar.
>>Bütün dünya o barbarlara karşı cephe almış durumda. Birlik olup
>>üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.' Biz de inandık sözlerine
vaadlerine...
>>Savaşmak isteyenler arasına katıldık.'
>>
>>Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu: 'Bizim beynimizi
>>yıkayan ingilizler, Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını
>>Çanakkale'ye sevkediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler.

>>Mısır'da şöyle böyle birkaç ay talim gördük. Ondan sonra da bizi alıp
>>Çanakkale'ye getirdiler. Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle
>>ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor,
>>gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman...
>>Her taaruzunda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu.

>>Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükce
>>şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı
>>bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey
>>neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi
>>Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil,
>>kalplerinde ki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Bunu nereden
anladığımı
>>söyleyeyim. Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar.
>>Tekrar taaruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taaruz
>>ediyoruz. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipcik
>>darbesiyle kendimden geçmişim.'
>>
>>Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli
>>anlarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı.
Devam
>>etti:
>>
>>'Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl
>>korktuğumu anlatamam. Çünkü ingilizler bize Türkleri barbar, vahşi
>>kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar.
Bana
>>hiç de öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice bu defa çantalarında
>>bulunan yiyeceklerden ikram ettiler. İyi biliyorum ki onların
>>yiyecekleri

>>çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı.

>>Şok oldum doğrusu.
>>
>>Kendi kendime dedim ki: 'Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler.
Ama
>>öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Halbuki
>>beni

>>cephenin gerisine götürmüşler. Biz esirlere misafir gibi
davranıyorlardı.'
>>Bu duygularla 'Yazıklar olsun bana' dedim. 'Böyle asil insanlarla niye
>>savaşıyorum? Niye savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne
>>yalancıymış
ne
>>kadar Türk düşmanıymış' diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda
>>etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum günlerce...
>>Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette
>>Türk

>>milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını
>>yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte.
>>
>>Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti:
>>
>>'Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarımı
>>iyileştirerek , sıhhate kavuşmama çaba sarfeden Türkler idi. Şimdi de
>>Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarfeden
>>bir Türk...
>>
>>Ne garip değil mi? Avustralya'dan Amerika'ya gelirken bir Türkle
>>karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler
>>gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar... Buna
>>bütün kalbimle inanıyorum.' Peşinden nemli gözlerle 'Bana adınızı
>>söyler misiniz?' Dedi. 'Ömer' cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu:
>>
>>'Peki niçin Ömer ismini, vermişler sana? 'Babam müslümanların ikinci
>>halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.' 'Yahu senin
>>adın müslüman adı mı?'
>>
>>Ben 'Evet, Müslüman adı' deyince yüzüme baktı baktı, birden doğrulmak
>>istedi. Ben mani olmak istedim. Israr etti. Ama niye ısrar ediyordu?
>>İhtiyarIn ısrarına dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim.
>>Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
>>
>>'Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Mr. Josef Miller idi.
>>Şimdiden sonra 'Anzaklı Ömer' olsun. 'Olsun.' 'Peki doktor beni
>>müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu?'
>>
>>Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o
yaşa
>>gelinceye kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle konuşamadığı
>>için,

>>soramadığı için konuşamıyormuş...
>>
>>'Tabii dedim müslüman olmak çok kolay.'
>>
>>Sonra kendisine imanın ve islamın şartlarını anlattım. Kabul etti. Hem
>>Kelime-i Şahadet getiriyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu. Yaşlılık
>>bir yandan, hastalık bir yandan bir de yıllardan beri içinde kavuşmak
>>isteyip

>>de bilemediği için kavuşamadığı İslamiyet'e olan hasretin sona ermesi
>>bir

>>yandan bu yaşlı gönlü duygulandırmıştı... Mırıdandı:
>>
>>'Siz müslümanlar tesbih çekersiniz bana da bir tesbih bulsan da ben de
>>yattığım yerden tesbih çekerek Allahı'mı ansam olur mu?'
>>
>>Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hak'kı zikretmeyi
>>ihmal etmiyormuş. Neyse uzatmayayım hemen bir tesbih bulup kendisine
>>getirdim. Hasta yatağında tesbih çekiyor, biz de gerektiğinde
>>tedavisiyle

>>ilgileniyorduk. Fakat benim için o daha bir başkalaşmıştı. Müslüman
>>olmuştu.
>>
>>Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti. 'Beni yalnız
>>bırakma olur mu?' 'Ne gibi Ömer amca?' 'Ara sıra gel de bana
>>İslamiyeti anlat! Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri
>>duydukca kalbim ferahlıyor.' O günden sonra her gün yanına gittim.
>>Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip
>>tükeniyordu. Kaç gün geçti
tam
>>hatırlamıyorum. Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum.
>>'Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!' Dedim ki içinden
>>'Bizim Ömer amca

>>galiba yolcu?' hemen yukarı çıktım. Odasına vardığımda gördüğüm
>>manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tesbih açık duran sol kolunun
>>pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile, koskoca Anzaklı Ömer
>>son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum. Kendisine kelime-i
>>şehadeti söylettirdim. O şekilde kucağımda ruhunu teslim etti... Bir
>>Çanakkale gazisi görmüştüm... Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk
>>milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. 'Ne
>>yalan söyleyeyim, ağladım.'

varyemez
16-02-2005, 03:08
Yoksul Çiftçi
Iskoçya'da yoksul mu yoksul bir çift yasardi.Fleming'di adi.
Günlerden bir gün tarlada çalisirken bir çiglik duydu.
Hemen sesin geldigi yere kostu. Bir de bakti ki beline kadar
batakliga batmis
bir çocuk, kurtulmak için çirpinip duruyor.
Çocukcagiz bir yandan da avazi çiktigi kadar bagiriyordu.
Çiftçi çocugu batakliktan çikardi ve acili bir ölümden kurtardi.
Ertesi gün Fleming'in evinin önüne gelen gösterisli
arabadan sik giyimli bir aristokrat indi. Çiftçinin kurtardigi
çocugun babasi olarak tanitti kendini.
''Oglumu kurtardiniz, size bunun karsiligini vermek
istiyorum'' dedi.
Yoksul ve onurlu Fleming ;
''Kabul edemem!'' diyerek ödülü geri çevirdi.
Tam bu sirada kapidan çiftçinin küçük oglu göründü.
''Bu senin oglun mu?'' diye sordu aristokrat.
Çiftçi gururla ''Evet!'' dedi.
Aristokrat devam etti ;
''Gel seninle bir anlasma yapalim. Oglunu bana ver iyi bir egitim
almasini saglayayim. Eger karakteri babasina
benziyorsa ilerde gurur duyacagin bir kisi olur.''
Bu konusmalar sonunda Fleming'in oglu aristokratin
desteginde egitim gördü. Aradan yillar geçti.
Çiftçi Fleming'in oglu Londra'daki St. Mary's Hospital
Tip Fakültesi'nden mezun oldu ve tüm dünyaya adini
penisilini bulan Sir Alexander Fleming olarak duyurdu. Bir süre
sonra aristokratin oglu zatürreeye yakalandi.
Onu ne mi kurtardi?
Penisilin!
Aristokratin adi : Lord Randolp Churchill' di...
Oglunun adi ise : Sir Winston Churchill.
Kurtaran doktor : Çiftçinin oglu Sir Alexander Fleming.
Paraya gereksiniminiz yokmus gibi çalisin.
Hiç aci çekmemis gibi sevin.
Hiçbir sey beklemeden verin.
Karsiligini mutlaka birgun alirsiniz...

varyemez
16-02-2005, 03:09
Bu soru Kopenhagen daki bir Üniversitenin fizik sınavından alınmıştır:

"Bir gökdelenin yüksekliğini barometre ile nasıl bulursunuz, anlatınız."

öğrencilerden birinin cevabı : " Barometrenin ucuna bir ip bağlarsınız.
sonra gökdelenin tepesinden asıp sallarsınız. Barometre yere değdiğinde
ipin boyuyla barometrenin boyunun toplamı gökdelenin yüksekliğini verecektir."

Bu oldukca orjinal cevap hocayı çileden çıkartmaya yetti ve öğrenci
dersten kaldı. Öğrenci cevabının doğruluğu konusunda itirazda bulundu ve
Üniversite durumu çözmek için başka bir hoca gönderdi.

Bu noktada öğrenci hakkında ne düşünürdünüz? Sizin kararınız ne olurdu ?
Çocuk kalmalı mı geçmeli mi ?

Yeni hoca, cevabın aslında doğru olduğuna fakat kayda değer bir fizik
bilgisinin varlığını göstermediğine karar verdi. Sorunu çözmek üzere ;
Öğrencinin en azından asgari bir temel fizik bilgisi olup olmadığını
anlamak için ona altı dakika vererek sorunun sözlü cevabını vermesi
kararını aldı. İlk beş dakika genç sessizliğe gömüldü. Alnı düşünceden
kırış kırış olmuştu. Hoca zamanın tükenmekte olduğunu hatırlattığında
genç çesitli cevaplarının olduğunu fakat hangisini kullanacağına karar
veremediğini söyledi. Tekrar acele etmesi tavsiye edilince genç şöyle cevapladı:

"İlk olarak, barometreyi gökdelenin tepesine çıkartıp kenarından aşağı
bırakıp yere inene kadar geçen süreyi ölçersiniz. Binanın yüksekliği
(H=0.5x g x t kare) formülü uygulanarak hesaplanabilir.
Fakat barometre için kötü bir seçim..."

" Veya güneş parlıyorsa, barometrenin yüksekliğini ölçersiniz. Sonra onu
bir yere dikip gölge uzunluğunu ve sonra da gökdelenin gölge
uzunluğunu ölçebilirsiniz. Bundan sonrası basit bir orantıyı çözmek olacaktır"

"Fakat bu konuda çok bilimsel bir cevap istiyorsanız barometrenin ucuna
bir sicim bağlayıp onu bir sarkaç gibi sallandırabilirsiniz ; önce yer
seviyesinde daha sonra da gökdelenin tepesinde. Yüksekligi T=2pi kare kvk
(I /g)formülündeki farktan yararlanarak bulabilirsiniz."

"Yahut da gökdelenin dışarısında bir yangın çıkış merdiveni varsa
barometreyi bir cetvel gibi kullanarak yukarıya çıkarken gökdelenin
boyunu barometre yüksekliği biriminden sayıp bunları toplayabilirsiniz."

"Eğer ille de SIKICI ve ortodoks olmak istiyorsanız, tabii ki barometre
ile gökdelenin tepesindeki ve yer seviyesindeki basıncı ölçer milibar
cinsinden çıkan farkı feet'e çevirebilirsiniz ve yüksekliği bulursunuz."

"Ancak bizler daima zihnin bağımsızlığı ve bilimsel metodlar kullanma
konusunda teşvik edildiğimiz içindir ki en iyi yol şüphesiz hademenin
kapısını çalmak ve yeni bir barometre isteyip istemediğini sorarak
gökdelenin yüksekliğini söylemesi durumunda ona bu barometreyi
vereceğimizi söylemek olurdu."

Şimdi genci dinledikten sonra hala aynı şeyi mi düşünuyorsunuz ?
Geçmeli mi kalmalı mı ?

Öğrencinin adı :

Niels Bohr, Fizik'te nobel ödülü kazanan tek Danimarkalı

varyemez
17-02-2005, 02:52
22.azrail-ismail nasılsın?
ismail-sağol.sen nasılsın.o tırpan ne öyle.
azraail-seni daha iyi biçebilmek için.
ismail-o kukuleta ne peki?
azrail-karizma meselesi.bilirsin işte.
ismail-tamam.hadi al götür beni.işini gör.
azrail-ya bi pazarlık felan yapsaydın.can tatlıdır.zevk alalım di mi?
ismail-sen çok film izliyon galiba.
azrail-yok be gözüm.yassah bize öyle şeyler.
ismail-iyi ama neden ben?
azrail-bilmiyorum.kaderine küfret.
ismail-ulan kiralık katil gibisin ha.
azrail-şimdi tut şu bandı ucundan bakiym.
israil-bu ne ya?
azrail-film şeridi iso.akacak hayatın bir film misali.çapaklı gözlerine inanamayacaksın.
ismail-napalım.tamam babacım tuttum.
azrail-iyi seyirler.
ismail-sen yanlış kişiyi öldürüyosun gibi geliyo bana.buradaki ben diilim.
azrail-ha siktir pardon.burası urgan sokak daire 9 diil mi?
ismail-yok be babacım.numara düşmüş,ters dönmüş.buradaki bizim yurdaer abi.yukarı katta oturuyo.
azrail-bana bak aramızda kalsın.kimseye söyleme ha.
ismail-tamam abi.severiz seni.beklerim uygun bi zamanda.
23.azrail - evet ben geldim gidiyoruz, ölüyorsunuz bayan
ev hanimi - tamam evladım sen bi otur içeri yeni dolma sardıydım vereyim onlardan, ben de bi ellerimi yıkayayım çıkalım hemen
azrail - hastasıyım ya türk ev hanımlarının...tamam teyze acele etme sen bak işine...

24.azrail: evet cadi hanim, alalim sizi soyle obur tarafa
cadi: ne? yok olamaz.. bu projeyi bitirmeliyim musteri kizar
azrail: alo.. ben azrail diyorum ki oluyosun
cadi: valla bu is bitmeden hicbiyere gidemem.. daha demin zirveye cagirdilar gidemem dedim.. yetistirmem gerekiyo
azrail: allah allaaaah yok gormedim ben boylesini omrum boyunca
cadi: ohhh demekki tinkerbell yasiyo.. sukur
azrail: hadi
cadi: ya ne laf anlamaz meleksin.. olmaz diyorum
azrail: (ziplayarak) eohehühhhehahrorarek
__________________

chuckydoll
25-02-2005, 23:47
Eskiden
ESKİDEN

Çember çevrilir,
Su musluktan içilir
Ağaçlara tırmanılırdı

Bebekler bezden
Silahlar tahtadan
Resimler kömür karasından yapılırdı

Kızlara ninelerinin, erkeklere dedelerinin
İsimleri konulur
Saatli maarif okunurdu

Komşuda pişen
Bize de pişer
Bizde pişen komşuya düşerdi

Geceler ayaz
Sokaklar karanlık
Yıldızlar parlak olurdu

Turşu, salça, mantı
Evde yapılır
Karpuz kuyuda soğutulurdu

Erik ağacının çiçeği
Pencere camımıza yaslanır
Güz yaprakları bahçemize düşerdi.

Kardan adam yapılirı
Evlerde soba yakılır
Kış gecelerinde masal anlatılırdı.

Merdiven çıkılır
Aidat ödenmez
Yönetici seçilmezdi.

Evler badanalı
Sokaklar lambasız
Mahalleler bekçili olurdu

Ajans radyodan dinlenir
Çizgili roman okunur
Defterlere kenar süsü yapılırdı.

Hayat
Arkası yarn gibiydi
Kesintisizdi

Her gün yaşanacak bir şey vardı
Herkes kendi düşünü kurar
Kendi hayatını oynardı

Şimdi
Hayat tek perdelik bir oyun
Stand-up bir yalnızlık gibi

Şimdi
Herkes
Emekli bir memur gibi

Yorgun
Ve
Tek başına

***********

Beni aramayın

"eskiden"'e bir bilet almaya gittim...!!!

skoc
04-03-2005, 04:44
İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar,
ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi.
Doğum günleri, bayramlar da ilginç armağanlar göndererek,
karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatlarıydı.

Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı.
İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı.
Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti.

Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi.
Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu.

Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar:
"Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum.
Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir.
Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir.
O heykeli bulunca bana haber ver."

Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı.
Üç altın heykel gramına kadar eşitti.
Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı.
Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler
ama aralarında bir fark göremediler.

Günler geçti.

Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu.
Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi.
İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç,
hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.

Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı.
Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi,
sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.

Teli birinci heykelciğin kulağından soktu,
tel heykelin ağzından çıktı.

İkinci heykele de aynı işlemi yaptı.
Tel bu kez diğer kulaktan çıktı.

Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama
bir yerden dışarı çıkmadı.
Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor,
oradan öteye gitmiyordu.

Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı:

"Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir.
Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir.
En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır.

Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim."

varyemez
06-03-2005, 04:54
Vardır Bir Hayır...
Bir zamanlar Afrika''daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü.
Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi:
"Bunda da bir hayır var!"
Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın başparmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki sözünü söyledi:
"Bunda da bir hayır var!"
Kral acı ve öfkeyle bağırdı:
"Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?"
Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.
Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını farkettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.
Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı.
"Haklıymışsın!" dedi.
"Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi."
"Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı.
"Bunda da bir hayır var."
"Ne diyorsun Allah aşkına?" diye hayretle bağırdı kral.
"Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir."
"Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi? Ve sonrasını düşünsene!!!..."

varyemez
06-03-2005, 05:08
Haydar 'ın İkna Mektubu
Menekşe moru gözlüm, al yanaklım, seni bir daha dövmeyeceğim. Lütfen artık eve dön. Bak Yaşar halıya kustu, kusmuk seni bekliyor. Ayaklarım bugün de hep seni aradı, yıkanmak için. Seni çok arıyorum, bir haftadır akşam rakılarının tadı tuzu yok... Ev sensiz çok ıssız. Gerçi nasıl, nerede yattığımı, kime nasıl çaktığımı falan hiç hatırlamıyorum ama onun sen olmadığını bir büyük rakının sonunda dahi hissedebiliyorum.
Kezban, ben sana aşığım. Eve döndüğün gün, bunu arkadaşlarla kutlayacağım. Sen, kanlar içerisinde evden kaçarken nasıl duygulandığımı bilemezsin. Elimdeki şişeyi, hırsımdan ananın fotoğrafına fırlattım. (Artık duvarları gelince silersin.) Kezban bir de gelirken 2 paket kısa Maltepe getirebilir misin?
Dün Zeynep okula gitmeyip dolma sardı, ben de okeye dönerken dikkatleri dağıtmak için habire dolma yiyip,"yiyin yiyin nefis olmuş" dedim. Nasıl zeka ama.. Zeynep'in tezkeresinde okul ve sınıf kısmını boş bıraktım. Onu da mı ben dolduracağım?
Bu sabah seni kaçırışım aklıma geldi, efkarlanıp bir cıgara yaktım. On dört yaşlarında taş gibi kızdın. Nasıl; Mehmet, Abidin, Ramazan, Yusuf gelip seni döve döve taksiye atmıştık? Peki, seni piknik tüpü ile dövüşümü hatırlıyor musun? Yeni evliydik, bir boğaz gezisi dönüşüydü. Mehmetgiller kapıda bekliyorlardı, sen daha roka bile hazırlamamıştın ve Ramazan içeriden "ROKA!" diye bağırmıştı. Mutfağın kapısını içeriden nasıl kilitlediğimi, ocağın oradan tüpü nasıl kaptığımı falan hiç hatırlamıyorum. O gece Ramazan 'lar gidince sen Yaşar ‘ı doğurdun. Huysuz mu huysuz, koca burunlu Yaşarımı... Bu arada son maaşınla Yaşar ’a don falan aldım...
Artık yuvana dön, asabımı bozma!

Kocan Haydar

varyemez
06-03-2005, 19:36
burası türkiye normal böyle şeyler:

OLAY BARBAROS BULVARINDA VE GERCEK
arkadaşla öyle Barbaros bulvarında yürüyorduk. Bir anda yanimizdan son sürat bir minibüs geçti. Biz 'Freni patladi' filan demeye kalmadan, minibüs kafadan elektrik
diregine bindirdi. Hemen kostuk, yardim edelim diye. Minibüse ulastigimizda manzara
suydu: Yolcularin kiminin kasi açilmis, kiminin dudagi patlamis...
Dagilmis vaziyetteler yani. Ama bir tuhaflik var. Çünkü o hallerine ragmen,
gözlerinden yaslar gelecek sekilde gülüyorlar.
Biz ne yapacagimizi sasirdik. 'Ne oldu?' diye sorduk.Bir iki
tanesi, güçlükle 'So-för, so-för...' diyebiliyor ama yine gülmeye basliyorlar.
Bu sarsici manzaranin aslini ögrenebilmek için 2-3 dakika geçmesi
gerekti.Meger soför, tükürürken minibüsten düsmüs.Hani, bizim
soförlere özgü, giderken kapiyi açip disari tükürme hareketi vardir ya. Baba,
dengeyi tutturamamis, tükürükle beraber, gümbürt asagi düsmüs.Minibüs de
kontrolden çikip direge indirmis.."

varyemez
06-03-2005, 21:21
Hayırlı damat!

Mutluydum. Kız arkadaşımla bir yıldan beri nişanlıydık ve evlenmeye karar verdik.
Ailem bize her türlü yardımı yaptı, arkadaşlarım cesaretlendirdiler ve kız arkadaşım rüya gibiydi!!
Fakat beni rahatsız eden bir şey vardı; nişanlımın küçük kız kardeşi. Müstakbel baldızım açık-saçık giyinen yirmi yaşında bir afetti.
Ne zaman yakınıma gelse öne eğilip iç çamaşır şovu yapardı. Bunu başkalarının yanında yapmadığı için temkinli olmalıydım.
Bir gün baldız düğün davetiyelerini kontrol etmek için beni yanına çağırdı. Yanına vardığımda yalnızdı; yakında evleneceğimi, bana karşı engelleyemediği ve engellemek istemediği duygu ve arzularının olduğunu kulağıma fısıldadı. Kendimi ablasına adamamı ve evlenmeden önce benimle yatmak istediğini söyledi. Söyleyecek bir kelime bulamadım.
Tamamen şoke olmuştum. "Yukarı yatak odama çıkıyorum ve eğer beni istiyorsan yukarı gel" dedi.
Afallayıp kalmıştım, merdivenleri çıkarken arkasından şok içinde bakıyordum. Merdivenlerin sonuna vardığında pantolonunu çıkartıp aşağıya bana doğru fırlattı. Bir kaç dakika öylece kalakaldım. Sonra arkamı dönüp ön kapıya doğru yürüdüm. Kapıyı açtım ve evden çıkarak arabama doğru yürümeye başladım ki, Müstakbel kayınpederim dışarıda bekliyordu.
Gözyaşları içinde sevgiyle bana sarılarak, "Küçük sınavımızı başarıyla geçtiğin için hepimiz çok mutluyuz, kızımıza senden iyi bir damat bulamazmışız. Ailemize hoşgeldin" demez mi?

varyemez
10-03-2005, 23:59
Bu Argonot dedikleri az bilinen bir deniz canlısıdır.

Hani deniz anemonu gibi, bitkiye benzeyen ve deniz dibinde kayalara
tutunarak yaşayan bir hayvan türüdür.

Argonotun çok orijinal bir döllenme yöntemi vardır. Spermlerini,
yumurtalarını diğer birçok deniz canlısı gibi suya, "nasılsa
birbirlerini
bulurlar", diye salıvermez argonot. İşi sağlama bağlar, tabiri caizse!

Erkeğin cinsel organı, çiftleşme mevsiminde, bedenden ayrılır, gider
başka
bir kayada yaşayan dişi argonotu bulur, döller ve sahibine geri döner.
Böyle, onunla bununla yatıp kalkıp, sonra "Vallahi haberim yoktu,
cinsel
organım benden habersiz yapmış" ayaklarına yatan erkeklere ARGONOT
denir.

balaban
27-03-2005, 13:10
Fırına geldiğimde ortalıkta ekmek görünmüyordu. Eski bir dostum olan
fırıncı,"Biraz bekleyeceksin hocam," dedi. "İki-üç dakikaya kadar
çıkartıyorum."

Kenardaki tabureye oturup beklemeye koyulurken, içeriye yaşlıca bir adamın
girdiğini gördüm. Eskimiş ceketinin sol yakası altında bir
madalya parıldıyor ve yürürken hafifçe topallıyordu. Selam verdikten
sonra, fırıncının tezgahına yaklaşarak, "Ekmeklerimi alayım," dedi. "Benim
ikizler acıkmıştır."

Fırıncı, adamın kendesine uzattığı torbayı alarak tezgahın altına
eğildi ve bir gün öncesine ait olduğu anlaşılan ekmeklerden dört-beş tane
çıkardı.

Ben o arada oturması için kendi yerimi o adama vermiş, tezgahın yanına
iyice yaklaşmıştım. Ekmeklerden birkaç tanesinin şekli değişmiş,
katılaşmış, taş gibi olmuştu.

Fısıltı şeklinde fırıncıya sordum.
Neden taze ekmeği beklemesini söylemiyorsun? Biraz sonra çıkacak ya!..

"Bayat ekmekleri kendisi istiyor." dedi fırıncı. "Çok fakir
olduğundan, ona yarı fiyatına veriyorum."

"Kim bu adam?"diye sordum.

"Kore gazilerinden " dedi. "Oğluyla gelini bir trafik kazasında vefat
edince, ikiz torunlarını yanına almıştı. Yıllardır onlara bakıyor, hem de
çok az bir maaşla."

Fırıncının anlattıkları karşısında içimin yandığını hissediyor ve ufak da
olsa bir şeyler yapmak istiyordum.

"Aradaki farkı ben vereyim," dedim. "Hiç olmazsa bugün taze ekmek
yesinler." Fırıncı, teklifimi kabul etti ve biraz sonra da, fırından yeni
çıkan taze ekmekleri adamın torbasına doldururken şekli bozuk, bayat
ekmekleri de tezgahın altına koydu.

"Çok şanslısın hacı amca," dedi. Çocuklar için sana bugün pasta gibi ekmek
vereceğim."

Yaşlı adam, bir evlat sevgisiyle kucakladığı torbayı göğsüne
bastırırken. "Allah, senden razı olsun evladım" dedi. "Bugün onların doğum
günü olduğunu nereden biliyordun?"

balaban
27-03-2005, 13:21
GERÇEK BİR HİKAYE

Üsteğmen Faruk, cepheye yeni gelen askerleri denetlerken, bir yandan da onlarla sohbet ediyor, ' Nerelisin?' gibi sorular soruyordu.Gözleri bir ara, saçının ortası sararmış bir delikanlıya takıldı Yanına çağırdı ve merakla sordu:
" Adın ne senin evladım?" dedi.
" Ali, komutanım" dedi.
" Nerelisin?"
" Tokatlıyım, komutanım, Tokat'ın Zile kazasındanım..." >
" Peki evladım,bu kafanın hali ne?
Saçlarının ortası neden kırmızı boyalı böyle?"
" Cepheye gelmeden önce anam saçıma kına yaktı komutanım. Neden
yaktığını da bilmiyorum."
" Peki dedi üsteğmen. "Gidebilirisin Kınalı Ali."
O günden sonra Ali'nin adı Kınalı Ali oldu.
Cephede tüm arkadaşları Kınalı Ali demekle yetinmiyor, saçındaki kınayı da alay konusu yapıyorlardı. Kınalı Ali, arkadaşlarına karşı sevecen ve dürüst tutumu sayesinde, kısa sürede hepsinin sevgisini kazandı. Bir gün memleketine mektup göndermek için arkadaşlarından yardım istedi.
" Anama, babama burada iyi olduğumu bildirmek istiyorum. Ama okumam yazmam yok. Biriniz yardım edebilir misiniz?" Biri değil, birçok arkadaşı yardıma geldi.
" Sen söyle biz yazalım" dediler.
Kınalı Ali söylüyor, bir arkadaşı yazıyor, diğeri de Söylenenlerin doğru yazılıp yazılmadığını denetliyordu.
" Sevgili anacığım, babacığım hasretle ellerinizden öperim. Ben burada çok iyiyim, beni sakın merak etmeyin." Kız kardeşini, kendinden küçük erkek kardeşinin sağlığını ve
hatırını sorduktan sonra, köydeki herkesin burnunda tüttüğünü ve kimsenin kendisini merak etmemesini söyledikten sonra, Biz burada var oldukça bilesiniz ki düşman bir adım bile ilerleyemeyecektir" cümcesi ile bitiriyordu.
Tam zarf kapatılırken Ali " iki üç satır daha ekleteceğini" söyleyerek Mektubun sonuna şunları yazdırdı.
" Anacığım, beni buraya gönderirken kafama kına yaktın ama, Burada komutanlarım da, arkadaşlarımda benle hep dalga geçiyorlar.Cepheye gitmek sırası yakında inşallah kardeşim Ahmet'e gelecek, Onu gönderirken sakın kına yakma saçına. Burda onunla da dalga geçmesinler. Tekrar ellerinden öperim anacığım."
Gelibolu'da savaş giderek şiddetleniyordu. İngilizler kesin sonuç almak için tüm güçleriyle yükleniyorlardı. Cephede savaşan askerlerimiz önceleri birer, birer, sonraları
beşer,beşer, Onar, onar şehit oluyorlardı. Gelen destek güçleri de yeterli olmuyor,onlarında sayıları giderek azalıyordu.
Gelibolu düşmek üzereydi. Kınalı Ali'nin komutanı bu durum karşısında çaresizdi. Kendi bölüğü henüz sıcak temasa hazır değildi. Genç erlerine insan bedeninin süngü ve mermilerle orak gibi biçildiği bu cepheye göndermek zorunda kalmaması için Allah'a dua
ediyordu.Komutanlarını düşünceli ve sıkıntılı gören Kınalı Ali ve arkadaşları,komutanlarına gidip, ondan kendilerini cepheye göndermesini istediler. Askerlerinin ısrarları üzerine komutanları daha fazla direnemedi ve ölüme gönderdiğini bile, bile bu isteklerini kabul etmek zorunda kaldı.
Kınalı Ali ve arkadaşları, sevinç çığlıkları atarak cepheye hayır, bile,bile ölüme gidiyorlardı. O gün güle oynaya Gelibolu cephesinde ölümle buluşacakları yere koşan
Kınalı Ali'nin bölüğünden tek kişi geri dönmedi. Gidenlerin tümü şehit olmuştu.Bu olaydan kısa bir süre sonra Kınalı Ali'ye anne, babasından mektup geldi.
Onun yerine komutanı aldı mektubu ve buruk bir ifade ile okumaya aşladı.Cepheye gitmeden önce arkadaşlarına yazdırdığı mektubuna aile adına babası yanıt veriyordu.
" Oğlum Ali, nasılsın, iyi misin? Gözlerinden öperim, selam ederim. Öküzü sattık, parasının yarısını sana gönderiyoruz, yarısını da yakında cepheye gidecek küçük kardeşine veriyoruz. şimdi öküzün yerine tarlayı ben sürüyorum. Fazla yorulmuyorum da. Sen sakın bizi düşünme." Babası mektupta köydeki herkesten akrabalarından haberler verdikten sonra "şimdi ananın sana diyeceği var" diyerek sözü ona bırakıyordu.
Mektubun bundan sonraki bölümü Kınalı Ali'nin anasının ağzından yazılmıştı
şöyle diyordu anası:
" Oğlum Ali, yazmışsın ki kafamdaki kınayla dalga geçtiler. Kardeşime de yakma demişsin. Kardeşine de yaktım. Komutanlarına ve arkadaşlarına söyle senle dalga geçmesinler.
Bizde üç işe kına yakarlar;
1 - GELİNLİK KIZA, GİTSİN AİLESİNE, ÇOCUKLARINA KURBAN OLSUN DİYE
2 - KURBANLIK KOÇA, ALLAH'A KURBAN OLSUN DİYE
3 - ASKERE GİDEN YİĞİTLERİMİZE, VATANA KURBAN OLSUN DİYE...

Gözlerinden öper, selam ederim. Allah'a emanet olun "
Ali'nin mektubu okunurken ve çevresindeki herkes onu dinlerken, hıçkıra, hıçkıra ağlıyordu... "
(Bu mektubun aslı Çanakkale Müzesindedir.)

angel
28-03-2005, 00:22
Neden?

• Neden bozulan otobüsün yolcuları bizim otobüsümüze
aktarıldığında onlara mülteciymişler gibi bakarız?
• Neden lokantalarda, 'Sabahları sıcak çorba bulunur' yazar?
Çorba aslında soguk mu içilir, sıcak çorba bir farklılık mıdır?
• Neden otobüste falan insanlar bir siren sesi duyunca toplu
halde sesin geldigi yere bakarlar? Giden aracın ambulans,
itfaiye ya da polis aracı olduğunu öğrenmek insana ne kazandırır?
• Neden anket sorularında 'Fikrim yok' diye bir şık vardır?
Fikri olmayan adam niye gidip fikri olmadığına dair şıkkı işaretler?
• Neden her gördüğümüz haritada hemen Türkiye'yi bulmaya
çalışırız? Millet olarak Dünya'da kaybolma kompleksimiz mi vardır?
• Neden insanlar birbirlerine sarılınca sağ-sola sallanırlar?
• Neden ögrenciler ilköğretimin beşinci sınıfına kadar öğretmene
'öğretmenim' diye seslenirken altıncı sınıfta bir anda 'hocam'
diye seslenmeye başlarlar?
• Neden sınavlarda '4 yanlış bir doğruyu götürür' şeklinde bir
uygulama ile öğrenciler cezalandırılırlar da '4 doğru bil, bir doğru
da bizden' şeklinde bir kampanya başlatılıp zekaya ve riske girme
cesaretine ödül verilmez?
• Neden insanlar kapalı bir alandan yağmur yağan alana çıkınca
kafalarını eğerler? Yağmura duyulan saygıdan mıdır yoksa ondan
tırstığımız için midir?
• Neden dükkanını kapatıp giden esnaf, kapıya '10 dakika sonra
dönücem' yazar, ne zaman gittiğini nasıl anlarız?
• Televizyona çıkan insanlar neden kendilerini Türkiye'deki bütün
insanların izlediğini sanırlar ? Örn: Şu anda 70 milyon kişi bizi izliyor.
• Neden gözlerinden öperim denir? İnsan vücudunda öpülecek daha
uygunsuz bir yer var mıdır? Kimse kimseyi gözünden öpmüş müdür?
• Düğünlerde neden 'Dom Dom Kurşunu' ile göbek atılmaktadır. 'Bir
avcı vurdu beni, bin avcı beni yedi' gibi sözler eşliğinde kendinden
geçen başka milletler var mıdır?
• Neden bazı kadınlar hem (içlerini gösteren) beyaz pantolon giyip hem
de olayı örtbas! etmek için bir çaba harcarlar? Mini etek olayı da
buna dahildir...
• Neden tüm Türk filmlerinde sevişme sahnesi tam başlayacakken
duvardaki tabloya zum girilir? Kameraman hatası mıdır,
yönetmen i.neliği mi?
• Neden bazı kızlarımız şirin bir hayvancağız gördüklerinde
'inanmiyorum!' derler, inanılmayacak olan nedir?
• Cumartesi ve Pazartesi'nin neden kendi isimleri yoktur

chuckydoll
30-03-2005, 03:54
20 $ İsteyen var mı?
İyi bilinen bir konuşmacı, seminerine 20 dolarlık bir banknotu göstererek başladı.200 kişinın bulunduğu odaya, bu parayı kim ister diye sordu ve eller kalkmaya başladı.
Ve konuşmacı bu parayı sizlerden birine verceğim fakat öncelikle bazı şeyler yapacağım dedi.
Parayı önce buruşturdu, ve dinleyicilere hala bu parayı isteyen varmı diye sordu, eller yine havadaydı. Bu sefer, konuşmacı peki bunu yaparsam dedi ve 20 $'ı yere attı onun üstüne bastı, ezdi, pisletti ve para şimdi pis ve buruşuktu, fakat eller yine havadaydı ve o parayı herkes istiyordu.
Ve konuşmacı şöyle dedi -arkadaşlarım burada çok önemli birşey öğrendiniz, burada paraya ne yaptıysam hiç önemli değil onu yinede istiyorsunuz, çünkü benim ona yaptığım şeyler onun değerini düşürmedi, o hala 20 dolar.

Hayatımızda çoğu kez verdiğimiz kararlar veya hayat şartları nedeniyle hırpalanır, canımız acıtılır, yerden yere vuruluruz, kendimizi kötü hissederiz, fakat ne olduğu yada ne olacağı önemli değil, hiçbirzaman değerimizi kaybetmeyiz, temiz yada pis, hırpalanmış yada kırılmış, bunların hiçbiri önemli değildir. Seni sevenler senin ne kadar değerli olduğunu herzaman bileceklerdir.
Hayatımızın değeri ne yaptığımız, veya kimi tanıdığımızla değil kim olduğumuzla alakalıdır. Sen mükemmelsin, bunu asla unutma. Herzaman elinde olanları düşün olmayanları değil.

varyemez
03-04-2005, 18:59
Adamin biri arabasiyla yolda gidiyomuş.. derken tam bi manastirin
ordan gecerken araba arizalanmişŸ... adam ugraşmiş etmiş ama bakmiş ki
olmiycak, hava da karariyo, gidip manastirin kapisini calmiş:
- Afedersiniz... ben burdan geciyodum ve arabam arizalandi...
gidebilicegim hicbir yer yok geceyi burda gecirebilir miyim?
Rahipler memnuniyetle adami iceri almişlar, ona yemek vermişler hatta
arabasini da tamir etmişler.. derken uyku vakti gelmiş... adam tam
uykuya dalicagi sirada, koridordan gelen cok tuhaf bi ugultuyla
irkilmiş..... birkac dakika sonra ugultu kesilmiş ve adam uyumuş..
sabah uyanir uyanmaz rahiplere "o ses ne sesiydi?"diye sormuş,rahipler
"ne oldugunu sana soyleyemeyiz, cunku sen bi rahip diilsin..."
demişler.. adam biraz bozulmuş ama yine de rahiplere teşekkur etmiş,
arabasina atlamiş yoluna devam etmiş...
Aradan birkac yil gecmiş... adam yine arabasiyla ayni yoldan gecerken
yine arabasi tam manastirin orda bozulmuş... adam yine kapiyi calmiş,
rahipler adami iceri almişlar arabasina bakmişlar,ve gece olup da adam
yatinca yine koridordan ayni tuhaf ses gelmez mi..... "bunu mutlaka
ogrenmeliyim"diye sabahi zor etmiş, sabah rahiplere sordugunda
rahipler yine ayni cevabi
vermişler: "Sana soyleyemeyiz, cunku sen bir rahip diilsin..."
Adam bunun uzerine "pekala...."demiş.. "bakin o sesin ne oldugunu
ogrenmek icin deli oluyorum...bana soylemenizin tek yolu benim bi
rahip olmamsa, tamam olucam... bunun icin ne yapmam gerekiyor?"
Rahiplerden biri cevap vermiş:
"Bunun icin dunyayi baştan sona geziceksin, yeryuzunun tamaminda kac
sim tanesi ve kac kum tanesi oldugunu bulucaksin.... buraya donup bize
soyledigin zaman sen de artik bizdensin...."
Adam kafaya koymuş bi kere o ugultunun ne oldugunu ogrenicek .. yola
duşmuş, 45 sene boyunca dunyayi gezmiş dolaşmiş gorevini tamamlamiş,
ve manastira geri donup kapiyi calmiş.... rahiplerden biri kapiyi
acinca adam hemen iceri dalmiş:
"Beni hatirladiniz di mi.. o sesin ne oldugunu bana soylemeniz icin
butun dunyayi dolaştim, butun sim tanelerini ve kum tanelerini tek tek
saydim...
işte istediginiz sayilar: dunyada 145.236.284.232 sim tanesi,
231.281.219.999.129.382 kum tanesi var..."
Rahipler "BRAVO..!!"demişler.. "Artik sen de bizdensin... gel bakalim
şimdi seni o sesin kaynagina goturucez..." ve adami koridordan gecirip
tahta bi kapinin onune getirmişler...baş rahip "işte ses burdan gelir"
demiş... adam kapiyi acmak istemiş ama kilitliymiş,"anahtari verir
misiniz?"demiş, baş rahip ona anahtari vermiş... adam kapiyi acip
iceri girmiş,karşisina bu kez taştan bir kapi cikmiş.. o da
kilitliymiş, adam onun da anahtarini istemiş, kapiyi acmiş, iceri
girince bu kez karşisina yakut renkli bir kapi cikmiş.. o da
kilitliymiş,
Adam baş rahipten anahtari almiş, iceri girmiş, bu kez de karşisina
zumrut kapli bi kapi,cikmiş, adam onun da anahtarini istemiş iceri
girmiş derken adam bu şekilde tam 15 tane degişik kapilardan gecmiş,
en sonunda karşisina altin renkli bi kapi cikmiş..baş rahip adama o
kapinin anahtarini verirken "işte son kapinin anahtari...."demiş...
adam kilidi acmiş, iceri girmiş... ve en sonunda o tuhaf sesin kaynagi
olarak karşisina çıkan şeyi görmüş............

..... ne ciktigini malesef size soyleyemem, cunku siz bir rahip değilsiniz

varyemez
03-04-2005, 21:35
İlaç mümessili bir arkadaş işi gereği Trabzon'a gider. Orada bir otelde kalacaktır.Otelin bulundugu cadde çok dar ve arabaların geçişinin zor olduğu bir caddedir.Tek sıra halinde de araçlar park etmiştir.Ilaç mümessili arkadaş aracı için bir yer bulur ancak yer Broadway olan otomobil için dahi girilmesi zor bir yerdir.

Çaresizce girme manevrası yapmaya başlar. O arada esnaftan biri gelir,"Hosgelmisun hemşerum.. Yardum edeyum saa" diyerek "geeeel..gittt.." türü yardımını yapar. Yaklaşık 20 manevradan sonra araç tampon tampona da olsa park edilmiş olur. Ilaç mümessili kan ter içinde arabadan inerek kendisi de kan ter içindeki Trabzonlu esnafa teşekkür eder.

Esnaf : -"Ayip edeysun..insanlık öldimu" der ve biraz uzaklaşır, elindeki anahtarla öndeki aracın kapısını açar , biner , çalıştırır ve gider..."

krokodil
03-04-2005, 22:26
İlaç mümessili bir arkadaş işi gereği Trabzon'a gider. Orada bir otelde kalacaktır.Otelin bulundugu cadde çok dar ve arabaların geçişinin zor olduğu bir caddedir.Tek sıra halinde de araçlar park etmiştir.Ilaç mümessili arkadaş aracı için bir yer bulur ancak yer Broadway olan otomobil için dahi girilmesi zor bir yerdir.

Çaresizce girme manevrası yapmaya başlar. O arada esnaftan biri gelir,"Hosgelmisun hemşerum.. Yardum edeyum saa" diyerek "geeeel..gittt.." türü yardımını yapar. Yaklaşık 20 manevradan sonra araç tampon tampona da olsa park edilmiş olur. Ilaç mümessili kan ter içinde arabadan inerek kendisi de kan ter içindeki Trabzonlu esnafa teşekkür eder.

Esnaf : -"Ayip edeysun..insanlık öldimu" der ve biraz uzaklaşır, elindeki anahtarla öndeki aracın kapısını açar , biner , çalıştırır ve gider..."

allahın lazı :D :o :o :o

Augustlobster
03-04-2005, 22:42
ozamanlar daha yenı cep tel.çıkmış.yazlıktayım gece dısarı cıkcaz ben annemın cebı aldım,ark.larla cıktık.hanı dedım ısletelım bıyerlerı.aradım ıstanbulu ılk uc rakam aynı gerısı sallama..alo dedım hulusi bey oradamı..normalde derler oyle bırı yok.bende gayet kıbar konusurdum ole bı durumda.derdım yaa az ölnce aramıstım ama ya hayallah falan..yok derler yanlıs aramıssın evladım.derim siz nekadar asagılık birisiniz ya..utanıyorum sizinle konusmaktan falan.bunuda bi kasette dınlemıstım oradan bıkac kelım aklımda kalmıs.neyse aradım dedım hulusi bey oradamı.dedi benim.has..tr.bozuntuya vermıcem ya dedimki sen nekadar asagılık bı herıfsın ya azönce aradım yoktu..neyse adam azıttı baya kızmıs.basıo küfürleri.seni bi buldurursam ananın bilmem neresinde bilmem neyimi kaydıracam.ama ben gayet sakin "türkiyede o sistem daha gelişmedi ki.."dedim neyse kapadım.aradan 1 dakka geçmedi..aradıım numara beni arıo..polis karakoluymuş..eve hırsız girse katil girse istesem tutturamam.küçüğüm tabi ozaman daha hemen pedere koştum.neyse özür falan dıledım hallettık bı sekılde..ama ozamandan beri ne kimseyi işletirim nede polis karakolu lafı hoşuma gider...

balaban
24-04-2005, 15:48
GAZİYE PEYNİR GETİREN ANA


Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rasladık.
Atatürk attan inerek bu ihiyar kadının yanına sokuldu.
- Merhaba nine
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
- Merhaba dedi.
- Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duralayıp,
- Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı.
- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da.... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.
- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadını birden yüzü sertleşti.
- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa
yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem
gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver. Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek,
- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim
vefalı Türk anamdır bu. Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir
paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı;
- Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm.
Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.
Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;
"Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün.
Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun."
İşte duygusuz(!) Atatürk'ün duygulu bir anısı.
(Mustafa Kemal Nasıl "Atatürk" Oldu-Mustafa Bilge Işıktürk-s.34)

portakal
27-04-2005, 19:48
GAZİYE PEYNİR GETİREN ANA


Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rasladık.
Atatürk attan inerek bu ihiyar kadının yanına sokuldu.
- Merhaba nine
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
- Merhaba dedi.

...

Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.
Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;
"Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün.
Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun."
İşte duygusuz(!) Atatürk'ün duygulu bir anısı.
(Mustafa Kemal Nasıl "Atatürk" Oldu-Mustafa Bilge Işıktürk-s.34)

Paylaştığınız için çok teşekkürler Sn Balaban :)

balaban
13-05-2005, 22:36
Bu bir hikaye değil ama ben buraya yazdım.

Bu benim babaannem değil. Ben doğmadan rahmetli olmuş. Okuyunca hoşuma gitti. Eminim çoğunuzun hatıraları canlanacaktır.


Babaannem tam bir laz kadınıdır. Her zaman elleri ve ayakları kınalıdır.
Bir kadın öldüğü zaman ellerinde nişan yoksa (tırnaklardaki kınayı kastediyor) zebaniler ellerini rendeleyecek" der.
Babaanne vallahi Stephen
King halt etmiş yani yanında.

Babaannem namazında niyazında bir kadındır.
Ziyaretine gittiğimizde ev kalabalık da olsa hep televizyonlu odada namaz kılar. Alışmış
olsa gerek, sesten falan hiç rahatsız olmaz. Bir gün o namaza durmuşken biz televizyon izliyorduk. Kanalları gezerken birden babaannemin ahenkli sesi dua ile karışık bir şekilde bizi dumurlara yelken açtırdı:
"Velem yuleeedd....Kanalı değiştirmeeee... Velem yekunlehu... Ajans başlayacaaak...Kufuven ahad!"

Yetmiş sekiz yaşında, tonton bir babaannem var. Ne kadar modern olsa da gelişmiş teknolojiye ayak uydurmakta epey zorlanıyor. Buna en güzel örnek evimi aradığında telesekretere bıraktığı not : "Babaannesi aradı dersiniz."

Brezilya-Almanya final maçını izliyorduk.
Brezilya'nın önemli bir atağını yavaş çekim gösteriyorlardı. Babaannemin söylediklerini aynen yazıyorum: "Bu oğlanlar da amma yavaş oynuyorlar. Bizim yavrularımız aslan
gibiydi. Yine de elendiler." Canım babaannem seni çok seviyorum ama teknoloji işte, çocuklar ne yapsın.

İlkokuldayken Commodore 64 bilgisayarımla sık sık "Ghost'n Goblins" oyununu oynardım. Bu oyunda amaç, mezarlıkta dolaşırken dirilen ölüleri yeniden öldürmekti. Babaannem de ben oynarken izler, arkamda sürekli Fatiha suresini okurdu. "Babaanne onlar gavur, anlamazlar" deyince de sinirlenip terlikle kovalardı. Tonton babaannemi çok özlüyorum.

Babaannem 58 milyon vererek aldığım gözaltı kremimi ellerine sürüp bitirmiş


İzmir'deyken televizyonda Ajda Pekkan'ı seyreden, birkaç gün sonra Ankara'ya döndüğünde televizyonda yine Ajda Pekkan'a rastlayan babaannemin yorumu:
Buraya da mı geldi bu zilli?! Nereye gitsem peşimde!

Matematikçi
14-05-2005, 00:38
Ben de ilkokulda commodore 64'ümle diplomacy ve defender of the crown oynardım bol bol...
:)

balaban
14-05-2005, 19:17
Boğaziçi’nin Anadolu kıyısındaki ıssız, bayır ve yarı boş köylerinden birinde huysuz bir kış akşamıydı. Ayrıca yağmur yağıyordu. Fakat rüzgar öyle ıslak esiyor ve her tarafı öyle sırsıklam ediyordu ki yokuşlardan sürekli seller akıyor ve oluklardan kesintisiz sular boşalıyordu. Bir haftadan beri sürüp giden bu kapanık ve yaş hava altında ahşap evler sünger gibi rutubeti çekmişler, şişip doymuşlardı; artık suları ememiyorlar, dışarıya veriyorlardı.

.....

Tam fıstığın altına, o dik ve dolambaç yere gelmişti, birden gırtlağına bir elin yapıştığını ve alnına soğuk bir demirin dayandığını duydu, gerilemek istedi, yapamadı; ilerleyeyim dedi, kımıldanamadı; boyun eğmiş, güçsüz, durmaya mecbur oldu, bekledi. Rüzgarın uğultusu içinde boğuk bir ses:

Cüzdanını!..

Diye emretti. Hayrullah Efendi şakağına uzanan tabancaya rağmen canına ilişmek istenilmediğini anlayınca, bu ümitle helecanla;

Aman, dedi, peki, vereyim!

Fakat gırtlağı hala o demir kıskaç içinde sıkışmış olduğundan bu cümlesinin işitilip işitilmediğini anlayamadı; yalnız bir eliyle cüzdanını çıkardı ve ötekine uzattı.

.....

Hırsız, karanlığın içinde telaşla, cüzdanını açtı. Hayrullah Efendinin elinden elektrik lambasını kapıp bir atkı ile sarılı olan yüzünü göstermemeye çalışarak içini acele acele yokladı. Kağıtların üzerindeki yüz rakkamı bu keskin ışık altında daha çekici ve daha anlamlı görünüyor, büyür gibi canlı duruyordu. Herif, vahşi sesiyle:

Kımıldarsan vururum!

Dedi. Eli bir süre, kağıtların üzerinde örümcek gibi korkunç, kararsız, şaşkın düşünceli dolaştı, dolaştı, parmaklar büküldü, tereddüt eder gibi durdu, sonra yalnız bir tanesini, bir beş liralığı çekti, cüzdanı kapadı ve geri, sahibine, Hayrullah Efendi’ye uzattı. Şimdi ışık sönmüş ve hırsız yokuştan aşağı çılgın gibi koşarak arkasına bakmadan kaçmaya başlamıştı.

Hayrullah Efendi korkaktı; fakat hem dinç, hem de çok meraklı, araştırıcı bir adamdı. Şu acemi ve acaip hırsızı, geçirdiği korkuya rağmen, kovalamak isteğine karşı koyamadı, rahat koşmak için kukuletasını indirdi ve daha fazla düşünmeden merakın ve memnunluğun verdiği bir cesaret ve atılımla kaçanın arkasına düştü; yuvarlanır gibi süratle bayırı indi, karaltılar içinde, bastığı yeri görmeyerek, koşuyor, yetişmeye çalışıyordu.

......

Hırsız dosdoğru bir bakkala girdi.

Hayrullah Efendi, duvar dibinde sinsi sinsi yürüyerek cama yaklaştı ve eğilip iki turşu kavanozunun arasından içerisine göz attı. Herif atkının ucu ile terlerini siliyordu, beti, benzi uçmuş, hasta yüzlü, traşı uzun, zayıf, acınacak bir adamdı, arkasında asker kaputu bozmasından yarı palto, yarı hırka garip bir elbise vardı. Sık sık soluduğu ve etrafına şaşırmış gibi baktığı dışarıdan bile fark olunuyordu. Bakkal raftan bir okka ekmek aldı ve ona uzattı; öteki bunu derhal kaptı, bir ucundan koparıp koca lokmayı hemen ağzına attı. Bir taraftan yiyor, bir taraftan kah zeytin çanağını, kah sucuk halkasını göstere göstere başka şeyler ısmarlıyordu. Bu ne acemi, ne aç, ne zavallı bir hırsızdı. Hayrullah Efendi, yüreğinin ezildiğini duyarak ve kendisini göstermeyerek herifin çıkmasını bekledi.

Rahatlamış gibi telaşsız uzaklaştığı zaman artık arkasından gitmeyi gereksiz buldu, dükkana girdi:

Bu çıkan adam kimdir?

Diye sordu. Aldığı cevaptan anladı ki ona bu gece, bayırda, fıstığın dibinde tabanca uzatıp gırtlağına yapışan ve sonra yedi yüz liranın içinden beş lirasını alarak kaçan bir hırsız değil, namuslu bir aç adamdı. Kimbilir ne vicdan azaplarından, ne mücadelelerden ve kaç günün açlığından sonra, her atılımı, her başvuruyu deneyip ümitsiz, eli böğründe kalıp bu saldırıya karar vermişti...

Çünkü mütareke yıllarında bulunuyorlardı; cepheden veya esaretten sıskası çıkmış dönen, hastahaneden tedavisi bitmeden sakat ve illetli olarak kapı dışarı edilen nice yedek subaylar vardı ki, ne maaş alabiliyorlar, ne iş bulabiliyorlardı. Yıllarca özlemini çekerek, yaşadıkları hudutlardan, evlerine dönünce açlıktan ve yoksulluktan bir tutam mutluluk ve rahata kavuşamamışlardı. Bu öyle bir devir idi ki, yalnız askeri bir felakete bağlı kalmıyordu; sosyal bakımdan da dünyanın en korkunç, usandırıcı ve kemirici bir devresi idi; koca bir insan soyu, dermansız babalar, ezgin analar, gıdasız çocuklarla, özellikle bozulan bir ahlak ile kavruk, yatkın çürük kalmıştı.

Demin gırtlağına sarılan adam, kendisi burada karına bakıp işini yoluna koyduğu sıralarda, dört yıl, göğsünü; o işin rahatça görülmesine, ta uzaktan, savaş meydanlarında siper yapmıştı. Zorla aldığı para bir pay, bir hak idi.

***

Hayrullah Efendi, ertesi gün bir kayık erzak hazırlattı ve onun evine gönderdi; götüren adam dönüşünde anlatıyordu:

Kapıyı bir kadın açtı, “Olamaz bizim efendinin şimdi bunları alacak vakti yok, yanlış getirdiniz!” diyordu. O sırada kocası geldi, “Kim gönderdi?” diye sordu, biz söylemedik fakat anlamış olacak ki, dayatmadı, başını öte yana çevirdi, peki iyi göremedim ama sanırım ağlıyordu!

balaban
14-05-2005, 19:20
Genç Macar Sanatçı Arpad Sebesy multimilyoner Elmer Kelen in portresini yapmak için görevlendirilmişti. Görev özellikle zordu, çünkü Kelen sadece üç kısa poz vermeye razı olmuştu. Sonuçta, Sebesy portrenin çoğunu ezberden yapmak zorunda kalmıştı.
Kısıtlamalara rağmen, Sebesy portrenin Kelen e yeterince benzediği görüşündeydi.
Ancak, Kelen ayni fikirde değildi. Kibirli milyoner resmin kendisine benzemediğini öne sürerek portrenin parasını ödemeyi reddetti.
Genç ressam resmini yapabilmek için saatlerce titizlikle çalışmıştı, ve birdenbire bunu gösterecek hiç bir şeyi olmadığını fark etti. Milyoner stüdyodan ayrılırken, sanatçı bir ricada bulundu, " Portreyi size benzemediği için
reddettiğiniz belirten bir mektup yazabilir misiniz?" Kelen bu kadar kolay kurtulduğuna sevinerek razı oldu. Aylar sonra, Macar
Sanatçıları Derneği, Budapeşte Güzel Sanatlar Galerisinde sergi açtı. Kelen in telefonu çalmaya başladı. Biraz sonra galeriye geldiğinde Sebesy nin yaptığı portresinin, üzerinde "Bir Hırsızın Portresi" etiketiyle teshir edildiğini
gördü. Mağrur milyoner resmin indirilmesini istedi. Müdür reddedince, Kelen resim kendisini topluma alay konusu edeceği için dava açmakla tehdit etti. Bunun üzerine müdür Kelen in resmin kendisine benzemediği için almayı reddettiğini belirten imzalı mektubunu çıkardı. Milyoner artık resmin parasını ödeyip almaktan başka çare kalmadığını anlamıştı.
Genç sanatçı sadece son gülen olmakla kalmamış, ayni zamanda güçlüğü karlı bir alışverişe dönüşmüştü. Çünkü milyoner resmi almağa kalktığında fiyatının eskisinden on kat daha fazla olduğunu görmüştü. Gördüğünüz gibi, güçlüklere teslim olmayı kabul etmemişti. Bunun yerine öfke ve acıya teslim olmaktansa yaratıcı ve yararlı bir kapı açacak bir yol düşündü.Kısaca ressam değerli bir prensip keşfetmişti :
Yeni fırsatlar bizi genellikle sıkıntılı anlarda ziyaret eder, çünkü bir kapı kapanırsa, başka bir kapı açılır.

balaban
14-05-2005, 19:35
Karımı 1998'in sonbaharında kaybettim... Yedi senelik evliliğimizin iki
senesini kanser tedavisi için hastanelerde geçirmiştik. Karim, her evlilik
yıldönümümüzde ikimizin fotoğrafını çerçeveler, "Bunlar bizim hayatimizin
gölgeleri" derdi.. Öldüğünde, yedi tane resmimiz vardı.

97'in bir gecesinde onu aldattım. Oysa ona sürekli onu ne kadar çok
sevdiğimi ve sonsuza kadar sadık alacağımı söylerdim. Ölmeden iki hafta önce yine aynı şeyi tekrarladım. Tuhaf bir gülümsemeyle baktı bana ve sadece: "Biliyorum" dedi. İzmir’e kar yağdığı gün, yani bir ay önce,evdeydim. Fotoğraflarımıza bakıyordum yine... Her çerçevenin altında bir
harf olduğunu ilk kez o gün fark ettim.
- A.
- R.
- K.
- A.
- S.
- I.
- N.
Gerisi için yılları yetmemişti. Ama sanırım "Arkasına bak" yazmaya filan
niyetlenmişti. Hemen çerçevelerin arkasına baktım. Hiçbir şey yoktu. Sonra
bir şey dürttü beni, hepsini teker teker söktüm. inanabiliyor musunuz, her
birinin arkasından bir mektup çıktı! Geçirdiğimiz her sene için sevgi dolu
sözler yazmıştı.
1997'deki resmimizin içinden çıkan zarf ise simsiyahtı. Ve içinden su
sözler çıktı:
"14 Mart 1997/Gözlerin bana başka birine dokunmuş gibi baktı/ Söylemene
gerek yok, biliyorum..."
2002'deyiz. Onu kaybedeli 4, aldatalı 5 yıl oluyor.
İçim acıyor simdi.
Çünkü kadınlar biliyor, hissediyor...
Seni seviyorum diyenin sevgisinden şüphe et, çünkü; aşk sessiz, sevgi
dilsizdir...

balaban
14-05-2005, 19:47
Howard, yoksul bir ailenin çocuğuydu ve okul giderlerini karşılamak için kapı kapı dolaşarak eşyalar satıyordu. O gün, hiçbir şey satamamıştı ve karnı da çok açtı. Bundan sonra çalacağı ilk kapıdan yiyecek birşeyler istemeye karar verdi. Kapıyı açan sevimli genç bayanı görünce utandı.Yiyecek bir şeyler yerine "Affedersiniz, bir bardak su rica edebilir miyim?" diyebildi yalnızca.Genç bayan, çocuğun aç olabileceğini düşünerek kocaman bir bardak süt getirdi ona. Çocuk, sütü yavaş yavaş içine sindirerek içtikten sonra "Çok teşekkür ederim, borcum ne kadar?" diye sordu genç bayana.Genç bayan, "Borcunuz yok" diyerek, yüzünde sıcak bir gülümsemeyle devam etti; "Annem, gösterdiğimiz şefkat ve nezaket karşılığı olarak asla bir bedel ödenmesini beklemememizi öğretti bize" dedi. Çocuk "O halde çok teşekkürler, yürekten teşekkür ederim size" dedi. Howard Kelly, evin önünden ayrıldığı zaman kendisini yalnızca bedensel olarak değil, ruhsal olarak da güçlü hissediyordu. Yıllar sonra genç bayan çok ender rastlanan bir hastalığa yakalanmıştı. Yöredeki doktorlar çaresiz kalınca, hastalığı ile ilgili araştırmalar yapılması için onu büyük kente gönderdiler. Dr. Howard Kelly, konsültasyon yapması için çağrıldığı hastanın hangi kasabadan geldiğini duyunca heyecanlandı. Artık genç olmasa da yıllar önce kendisine sevgiyle yaklaşan bayanı ilk gördüğü anda tanımıştı ve onun yaşamını kurtarmak için elinden geleni yaptı. Uzun süren tedaviden sonra bayan sağlığına kavuştu. Dr. Kelly, denetlemesi için önüne getirilen faturaya şöyle bir baktı ve üstüne birşeyler yazarak zarfın içine koydu ve hasta bayanın odasına gönderdi.Kadın elleri titreyerek aldı zarfı eline. Açmaya korkuyordu... Hastane faturasını asla ödeyemeyeceğini ve geri kalan yaşamı boyunca bu faturayı ödemek için çalışacağını biliyordu.Sonunda zarfı açtı ve faturaya iliştirilmiş bir not dikkatini çekti. Kâğıtta şunlar yazılıydı: "Hastane giderlerinin tamamı bir bardak süt karşılığı ödenmiştir."

miki1
28-05-2005, 11:32
taze balıkseverler
uzak doğu da malum balıklar çiğ yenir.............
bir lokantaya gittiğinizde bizim alabalık akvaryumları gibi onların da her çeşit balığın bulunduğu akvaryumları vardır........
akvaryumdan balığınızı seçersiniz 10 dk.sonra servise hazırdır........
fakat çiğ balık yiyen bu minik dostlarımızın damak zevkleri pazardan aldıkları balığın kaç günlük olduğunu ayırt edebilir haldedir.hatta akvaryumlarda duran balıkların fazla hareket etmedikleri için tadını dahi ayırt edebilirler......
bir ara japon sahillerinde balık kıtlığı olmuş..
dolayısıyla balıkçılar balık tutmak için uzak denizlere açılmak zorunda kalmışlar....
buda balığın 2-3 gün beklemesi anlamına geliyor ve balıklarını satamıyorlarmış
büyük akvaryumlar yapmışlar teknelerine ama yine balıklar hareket etmedikleri için tatları değişiyormuş................
balık satışları düşmüş.........
ne yapalım ne edelim derken bir japon gece rüyasında ak sakallı dede yi görmüş ve ona sormuş.........
ak sakallı dede de ona çok basit deyip cevabı vermiş..........
ertesi gün balıkçı denize açıldığında ak sakallı dede nin dediklerini yapmış ve balıkları taze kalmış..........
ne mi yapmış?
yaptırdığı büyük akvaryumlara balıklarını atmış ve her akvaryuma küçük boy bir de köpek balığı atmış.......
köpek balıkları sürekli balıkları kovaladıkları için balıklar sürekli hareket etmiş ve hepsi taze kalmış..........................miki(kore günleri)

mcpar
12-07-2005, 20:17
Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor.
Tıkandı Baba, çay getir!..
Tıkandı Baba, kahve getir!..
Bu durum Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş.
– Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?
– Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba.
– Anlat Baba anlat! Merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi.
Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;
Bir gece rüyamda birçok insan gördüm, herbirinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. “Benimki de onlarınki kadar aksın” diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı.
Bu sefer içimden “Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın” dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı.
Ben yine açmak için uğraşırken bir zat göründü ve:
“Tıkandı Baba, tıkandı. Uğraşma artık”, dedi. O gün bu gün adım “Tıkandı Baba”ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.
Tıkandı Baba’nın anlattıkları Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına:
“Her gün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz” demiş.
Sultan Mahmut’un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba’ya baklavaları vermişler. Tıkandı Baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis.
– “Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim” diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken “Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim” demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya.
Taze baklava, güzel baklava!
Bu esnada oradan geçen bir adam baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı Baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış.
Müşteri baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim, diğer dilim derken bir bakmış ki her dilimin altında altın var. Ertesi akşam adam acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş.
Müşteri hiçbir şey olmamış gibi: “Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım” demiş. Tıkandı Baba da “Peki” demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı Baba’ya her akşam baklavalar gelmiş ve adam da her akşam Tıkandı Baba’dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut:
“Bizim Tıkandı Baba’ya bir bakalım” deyip Tıkandı Baba’nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan:
– “Tıkandı Baba sana baklavalar gelmedi mi?” demiş.
– Geldi sultanım!
– Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?
– Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağ olasınız, duacınızım.
Sultan şöyle bir tebessüm etmiş.
“Anlaşıldı Tıkandı Baba anlaşıldı, hadi benimle gel” deyip almış ve devletin hazine odasına götürmüş.
“Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir” demiş. Tıkandı Baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda, düştü düşecek. Sultan demiş;
“Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar” demiş ve askerlerden birini çağırmış.
“Alın bu adamı Üsküdar’ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin” demiş.
Padişahın adamları ’peki’ deyip adamı alıp Üsküdar’a götürmüşler.
Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler.
Baba, “niçin?” demiş. Askerler:
“Hele sen bir beğen bakalım” demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline.
“Ne olacak şimdi” demiş.
“Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı” demiş.
Adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişah’a haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş:



“VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT!”

omer guclu
12-07-2005, 21:26
GAZİYE PEYNİR GETİREN ANA


Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rasladık.
Atatürk attan inerek bu ihiyar kadının yanına sokuldu.
- Merhaba nine
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
- Merhaba dedi.
- Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duralayıp,
- Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı.
- .................................................. .................................................. ........................kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. .................................................. .................................................. ......................Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;
"Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün.
Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun."
İşte duygusuz(!) Atatürk'ün duygulu bir anısı.
(Mustafa Kemal Nasıl "Atatürk" Oldu-Mustafa Bilge Işıktürk-s.34) :bravo: :bravo: :bravo: Sagolun bu hikaye icin, artik bu tip Ataturk hikayeleri anlatan da , ilgi duyan da azaldi maalesef... Cok tesekkur ederim /z.... :bravo: :bravo: :bravo:

petal
21-03-2006, 12:11
SEVGI UZERINE BIR HIKAYE
eski bir hikaye ama beni hep etkilemistir.....

BU KADAR SEVEBİLİR MİSİNİZ!!!!
Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez.... Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç...
Birbirileriyle konuşacak cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başardılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında.
Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında....
Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp,Sehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek İtiraf ettiler bir süre sonra...
Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu... Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri
hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına
uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen,banka hesabında para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren
sevgilerden değildi onlarınki...
Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü... Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağman çocuk
sahibi olmayınca, "bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur" diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler...
"Senin için ölürüm" derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adma "Hayır, ben senin için ölürüm" diye yanıt verirdi hep...
Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, "kütüphanenin ikinci rafına bak...."Kütüphanenin ikinci rafında başka bir not olurdu,
"Mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma" Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı... aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten....
Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu
kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı. Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde "satılık" levhası asılı olan. "Ne dersin, bu evi alalım mı?" dedi adama. "Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı..."
"Sen istersin de ben hiç hayır diyebilirmiyim?" diye yanıt verdi adam. "Amerika'daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı... Kaç para olursa olsun burası bizimdir artık...."
sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika'ya giderken. Hergün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde
kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra,kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan
kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki Evi hatırlattı ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı: "Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut...
"Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı
adama, "Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat" diye dil döktü boş yere... Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki.
Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği... Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken, "Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım" diye sözünü kesti arkadaşı. "O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir kadınla yemek yiyiyor
her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya...." "Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları" diye bağırdı kadın.
Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı....
Ertesi gün, öğle vakti o restoranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı... Kocasının eskiden aynı
hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın...
Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkar etmedi
adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi birşeyler geveledi ağzında ve bavulunu alıp gitti evden.
Kapıdan çıkarken, "son bir kez kucaklamak isterim seni" diyecek oldu ama kadın, "defol" dedi nefretle...
İlk celsede boşandılar... Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın,
sevgilisiyle birlikte Amerika'ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu. Aradan bir yıl geçti... Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile,kadınınderdine çare olamamıştı. Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü. "Sen, buraya ne yüzle geliyorsun" diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. "Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor." dedi. genç kadın. Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle
konuşmaya başladı: "Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm
ama o bir saat önce öldü. Geçen yıl Amerika'daki kongre sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldığını.Buna dayanamayacağını, hep
söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine de haber
vermedi. Birlikte Amerika'ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim.
Sana bu kutuyu vermemi istedi..."
Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta, "Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem"diyordu...
Sırayla okudu; "Seni çok sevdim", "Seni sevmekten hiç vazgeçmedim", "Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim." "Fakat benim için ölmeni istemedim" "Şimdi bana söz vermeni istiyorum." "Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?" son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın...
Ve sonkağıtta şunlar yazılıydı:"Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım...."

afkirse
21-03-2006, 13:18
Herşey her zaman göründüğü gibi değildir
İki melek yeryüzünü dolaşmaya çıkmışlar.. Tabii insan kılığında... Akşam olmuş... Kentin en zengin semtinde lüks bir villanın kapısını Tanrı misafiri olarak çalmışlar... Ev sahipleri somurtarak buyur etmişler onları... Yemek falan teklif etmemişler... Sıcacık misafir odaları yerine, buz gibi ve nemli bodruma iki şilte atıp “Geceyi burada geçirebilirsiniz” demişler... Şilteleri betona sererken, yaşlı melek duvarda bir çatlak görmüş. Elini uzatmış. Şöyle bir sürmüş yarığa... Duvar eskisinden sağlam olmuş. Genç melek

- “Niye yaptın bunu?” diye sormuş merakla...

- “Her şey her zaman göründüğü gibi değildir” demiş yaşlı melek yavaşça...

Ertesi akşam melekler bir köy evinde çok fakir, ama çok iyiliksever bir aileye misafir olmuşlar. Her şeyleri bir tanecik inekleri imiş. Onun sütünü satıp geçiniyorlarmış. Ev sahipleri mütevazi sofralarına almış onları... Allah ne verdiyse beraber yemişler. Yatma zamanı gelince kadın “Siz uzun yoldan geliyorsunuz, yorgun olmalısınız” demiş... “Bizim yatakta siz yatın, bir rahat uyuyun. Biz şu divanda idare ederiz.” Güneş doğarken uyanan melekler, zavallı adamla karısını iki gözleri iki çeşme ağlar bulmuşlar. Hayattaki tek servetleri inekleri bahçede ölü yatıyormuş. Genç melek öfkeden deliye dönmüş...
- “Bunu nasıl yaparsın... Bu kadar iyi insanların yegane servetinin ölmesine nasıl izin verirsin.. Önceki gece gittiğimiz villada her şey vardı, ama kötü ev sahipleri bize hiçbir şey vermediler. Sen onların bodrumlarını tamir ettin. Bu fakir insanlar bizimle her şeylerini paylaştılar. İneklerinin ölmesine göz yumdun?..”

- “Her şey her zaman göründüğü gibi değildir evlat” demiş, yaşlı melek gene...

- “Nasıl yani?” diye daha da öfkeyle yinelemiş sorusunu genç melek..

- “Her şey her zaman göründüğü gibi değildir evlat” demiş yaşlı melek bir daha.. Ve anlatmış... “İlk gittiğimiz zengin evinin o duvar çatlağının içinde yıllar önceden saklanmış bir hazine vardı. Ev sahipleri, zenginlikleri ile çok mağrur, ama hiç paylaşmayı sevmeyen insanlar oldukları için bu defineyi bulmayı haketmemişlerdi. Çatlağı kapayıp, onları bu hazineden ebediyyen mahrum ettim. Dün gece fakir köylünün yatağında yatarken ölüm meleği, adamın karısını almaya geldi. Kadının hayatını bağışlamasına karşılık ona ineği verdim.

- Her şey her zaman göründüğü gibi değildir. İşler bazen istendiği gibi gitmez göründüğünde, aslında olan budur. Eğer inançlı isen, her işte bir hayır olduğunu düşünürsün. O hayrın ne olduğunu da, bir süre sonra anlarsın...”

kantar
22-03-2006, 08:05
SİRK

"Bir insanin yaşamının en önemli kısmi, iyilik ve sevgi adına yaptığı küçük, isimsiz ve anımsanmayan eylemlerdir.

"Ergenlik dönemindeydim ve babamla sirk bileti kuyruğunda bekliyorduk. Sonunda bilet gişesiyle aramızda tek bir aile kalmıştı. Bu aile beni çok etkiledi. Hepsi de 12 yasin altında tam sekiz çocukları vardı. Çok varlıklı olmadıkları her hallerinden belliydi. Üzerlerindeki giysiler pahalı şeyler değildi, ama tertemizdi. Çocukların hepsi babalarının arkasında ikişerli sıra olmuş, el ele ve terbiyeli terbiyeli sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Neşe içinde palyaçolar, filler ve o gece görecekleri değişik şeyler hakkında konuşuyorlardı. Daha önce sirke gitmedikleri konuşmalarından belliydi. O gece hiç şüphesiz yaşamlarının çok önemli bir gecesi olacaktı. Anneyle baba gururla çocukların önünde duruyorlardı, el ele tutuşmuşlardı.

Gişedeki memur babaya kaç bilet istediklerini sordu.

Baba gururla, "Iki tane esimle kendim, sekiz tane de çocuklarım icin bilet istiyorum." diye yanitladi onu.

Gise memuru biletlerin bedelini söyledi. Annenin eli, babanın elinden ayrıldı ve başı öne düştü. Babanın dudakları titremeye başladı. Baba gişeye biraz daha yaklaştı ve "Ne kadar dediniz?" diye sordu.

Gise memuru biletlerin bedelini yineledi. Adamın o kadar parası yoktu. Simdi nasıl donup çocuklarına onları sirke goturecek kadar parası olmadığını söyleyecekti?

Babam olanları görünce elini cebine soktu,cebinden bir 20 dolar çıkarttı ve yere düşürdü (biz de cok varlıklı bir aile değildik). Babam sonra yere eğildi,parayi yerden aldı, adamın omzuna dokundu ve ona,
"Affedersiniz, bu para cebinizden düştü" dedi. Adam olan biteni anlamıştı. Dilenmiyordu ama çok çaresizdi ve utanç duyduğu ve çok üzüldüğü bu durum karsısında yapılan yardımı minnetle karşılamıştı.

Babamın gözlerinin içine baktı, elini iki elinin arasına aldı, 20 doları aldı, dudakları titrerken babama "Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim, bayım. Bu yaptığınızın benim ve ailem için önemi çok büyük." dedi.

Biz babamla arabamıza bindik ve evimize donduk. O gece sirke gidemedik, ama bunun hic önemi yoktu."

petal
22-03-2006, 22:11
Padisah bir gece düsünde tüm dislerinin döküldügünü, yemek bile yiyemez
hale geldigini görür. Sikinti içinde uyanir.Vezirini çagirip,sarayin
rüya tabircisinin (yorumcusunun) hemen huzuruna getirilmesini buyurur.Uyku
sersemi tabircibasi yanina gelince, padisah düsünü anlatip sorar:
"Tabircibasi bu rüya hayir midir, ser midir? Neye isarettir,hele bir
söyle."
Tabircibasi biraz düsünür, sonra utana sikila, "Serdir,Padisahim," der.

"Uzun yasayacaksiniz; ama ne yazik ki, tüm yakinlarinizin gözlerinizin
önünde birer birer ölüp, sizi yapayalniz biraktiklarini göreceksiniz."
Bir an sessizlik olur, ardindan padisah kükrer : "Tez atin sunu
zindana,felaket habercisi olmak neymis ögrensin!"
Tabircibasi yaka paça götürülüp, zindana atilir.
Padisah bir baska tabircinin bulunmasini emreder.
Huzura getirilen ikinci tabirciye de rüyasini anlatip sorar,
"Hayir midir, ser- midir?" der.
Ikinci tabirci de önce biraz düsünür,ama sonra yüzü aydinlanir.
"Hayirdir,Padisahim!" der."Bu rüya tüm yakinlarinizdan daha uzun
yasayacaginizi
gösterir. Daha nice seneler boyu ülkenizi yönetebileceksiniz."
Padisah agzi kulaklarinda buyurur :"Bu tabirciye iki kese altin verin!"

Basindan sonuna durumu izlemis olan vezir çikarken,tabirciye sorar :
"Aslinda sen de, tabircibasi da ayni seyi söylediniz.Neden onu
cezalandirdi
da seni ödüllendirdi?"
Tabirci güler. "Elbette ayni seyi söyledik, ama önemli olan kimilerine ne
söyledigin degil, NASIL söyledigindir."

kantar
23-03-2006, 01:40
BİRAZ MUTLULUK


Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi. Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu bir şey bulurdu. Hatta bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile.
Bu adam, bu halde bile nasıl iyimser olabiliyor? Birisi nasıl olduğunu sorsa; “Bomba gibiyim” diye yanıt verirdi hep.. “Bomba gibiyim.” Jerry bir doğal motivasyoncuydu...
Yanında çalışanlardan biri, o gün, kötü bir günündeyse, Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı.
Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni... Bir gün Jerry’ye gittim. Anlayamıyorum dedim.. Nasıl olur da, her zaman, her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun... Nasıl başarıyorsun bunu?
Her sabah kalktığımda kendi kendime Jerry bugün iki seçimin var: Havan ya iyi olacak, ya kötü.. derim. Havamın iyi olmasını seçerim. Kötü bir şey olduğunda gene iki seçimim var: Kurban olmak, ya da ders almak.
Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim. Birisi bana bir şeyden şikayete geldiğinde, gene iki seçimim var.. Şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek. Ben hayatın olumlu yanlarını seçerim.
Yok yahu, diye protesto ettim. Bu kadar kolay yani? Evet.. Kolay dedi Jerry.. Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardır. Sen her durumda nasıl davranacağını seçersin. Sen insanların senin tavrından nasıl etkileneceklerini seçersin. Sen havanın, tavrının iyi ya da kötü olmasını seçersin... Yani sen, hayatını nasıl yaşayacağını seçersin!..
Jerry’nin sözleri beni oldukça etkiledi. Onu, uzun yıllar görmedim. Ama, hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırladım.
Yıllar sonra, Jerry’nin başına çok tatsız bir şey geldi. Soygun için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp, Jerry’yi delik deşik etmişler... Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış. Taburcu edildiğinde, kurşunların bazıları hala vücudundaymış.
Ben onu, olaydan altı ay sonra gördüm. Nasılsın? diye sorduğumda, Bomba gibiyim dedi Bomba gibi. Olay sırasında neler hissettin Jerry dedim. Yerde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm.. Ya yaşamayı seçecektim, ya ölümü.. Ben yaşamayı seçtim.
Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi !.. Ambülansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı. Bana hep İyileşeceksin merak etme dediler. Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla
sürerlerken, doktorların ve hemşirelerin yüzündeki ifadeyi görünce ilk defa korktum.Bu gözler bana; Bana adam ölmüş diyordu. Bir şeyler yapmazsam, biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten..
Ne yaptın? diye merakla sordum.. Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu.. Evet diye yanıt verdim.. Var.. Doktorlar ve hemşireler merakla sustular.. Derin bir nefes alarak kendimi toparladım ve bağırdım: Benim kurşunlara alerjim var !..
Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar. Tekrar bağırdım.. Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin. Otopsi yapar gibi değil..
Jerry, sadece doktorların büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük katkısı ile yaşadı. Yaşaması bana yeni ders oldu.
Her gün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim.. Ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu..

Bu yazıyı okudunuz. Şimdi iki seçiminiz var:

1. Unutup gitmek.
2. Kesip saklamak,fotokopisini çıkarıp, dostlarınıza dağıtmak..

Ben, ikincisini seçip bunu sizlerle paylaşmayı tercih ettim.

kantar
30-03-2006, 22:58
NASIL BİR DUYGU

Bir gün Napolyon düşman askerlerinden kaçarken, bir bakkal dükkânına girmiş. Bakkala hemen kendisini saklamasını emretmiş. Bakkal da Napolyon'u müsâit bir yere saklayıp, biraz sonra gelen düşmanları da 'Az evvel biri koşarak şu tarafa kaçtı.' diye savuşturmuş.

Nihâyet biraz sonra Napolyon'un muhâfızları yetişmişler. Bakkal ömründe bir daha karşılaşamayacağı Napolyon'a sormuş: 'Efendim, af buyurun ama merâk ettim, ölümle bu denli burun buruna gelmek nasıl bir duygu?'

Napolyon birden öfkelenmiş. 'Sen kim oluyorsun da benimle böyle dalga geçercesine konuşabiliyorsun?' diye bağırmış. Hemen askerlerine, adamcağızı kurşuna dizmelerini emretmiş.

Askerler bakkalın gözünü bağlayıp, karşısına dizilmişler. Mermiler namlulara sürülmüş, artık 'ateş' emri verilecek... Adamcağız içinden 'Ah, ne yaptın sen? Şimdi ölüp gideceksin' diye düşünürken, arkadan bir çift el uzanmış, gözündeki bağı açmış. Karşısında Napolyon varmış. Tek cümleyle cevaplamış

Napolyon: 'İşte böyle bir duygu!'

kantar
01-04-2006, 15:30
Dert Ağacı


Eski çiftlik evini restore etmek için tuttuğum marangoz, işteki ilk gününü zorlukla tamamlamıştı. Arabasının patlayan lastiği onun ise bir saat geç gelmesine neden olmuş,
elektrikli testeresi iflas etmiş ve simdi de eski püskü pikabı çalışmayı reddetmişti.
Onu evine götürürken yanımda adeta bir tas gibi oturuyordu. Evine ulaştığımızda beni, ailesiyle tanışmam için davet etti.
Eve doğru yürürken küçük bir ağacın önünde kısa bir süre durdu,dalların uçlarına her iki eliyle dokundu.Kapı açıldığında; adam şaşırtıcı bir şekilde değişti. Yanık yüzü tebessümle kaplandı, iki küçük çocuğunu kucakladı ve esine kocaman bir öpücük verdi.Daha sonra beni arabaya yolcu etmeye geldiğinde ; ağacın yanından geçerken merakim daha da arttı ve ona eve giderken gördüğüm olayı sordum.
"O, benim dert ağacım," dedi.
"Elimde olmadan isimde bazı sorunlar çıkıyor,
ama şundan eminim ki o sorunlar, evime, esime ve çocuklarıma ait değil.Bunun için bu sorunları her aksam eve girerken o ağaca asıyorum. Sabahları tekrar onları oradan alıyorum. Ama komik olan ne biliyor musunuz?
"Ertesi sabah onları almaya gittiğimde, astığım kadar çok olmadıklarını görüyorum...."
Öfkeyle geçen her dakikanız, mutluluğunuzdan çalınmış 60 saniyedir

kantar
08-04-2006, 18:36
Mavi Kurdela



New York'ta yasayan bir öğretmen, Lise son sınıfındaki öğrencilerinin "diğer insanlardan farklı özelliklerini" vurgulayarak onurlandırmaya karar vermiştir. California Del Mar'dan Helice Bridges tarafından geliştirilmiş süreci kullanarak, her bir öğrencisini teker teker tahtaya kaldırdı.İlk önce öğrencilere sınıf ve kendisi için ne kadar özel olduklarını belirtti. Sonra her birine üzerinde altın harflerle "Siz çok önemlisiniz" yazılı birer mavi kurdele verdi. Daha sonra kabul görmenin toplum üzerinde ne gibi etkileri olacağını anlayabilmek amacıyla sınıfına bir proje yaptırmaya karar verdi. Her bir öğrencisine üçer tane daha kurdele verip, onlardan bu töreni gerçek dünyada devam ettirmelerini istedi. Öğrenciler, daha sonra sonuçları takip edecek, kimin kimi onurlandırdığını tespit edecek ve bir hafta boyunca sınıfa bilgi vereceklerdi.

Çocuklardan biri, gelecekteki kariyer çalışmaları için kendisine yardımcı olan yakınlarındaki bir şirketin üst düzey görevlisini onurlandırmış, adamın yakasına mavi kurdeleyi iliştirmişti. Ardından, iki tane daha kurdele vermiş ve; Sınıfça bu konuda bir projemiz var. Sizden onurlandırmanız için birini bulmanızı istiyoruz. Onurlandırdığınız insanlara ekstra kurdele de verin. Böylece onlarda bu projenin devam etmesi için başkalarını bulabilirler. Daha sonra, lütfen bana ne olduğu konusunda bilgi verin" diye rica etti.

O gün üst yönetici, suratsız biri olarak bilinen patronunun yanına gitmeye karar verdi. Patronun odasına girdi ve onun"iş dünyasında bir deha olduğundan ötürü" onu takdir edip örnek aldığını söyledi. Bu mavi kurdele' yi yakasına takması için izin verip vermeyeceğini sordu? Şaşkına dönen patron;
"Tabi ki" teklinde cevap verdi.

Yönetici de mavi kurdele' yi, patronun tam kalbinin üstüne, ceketine iliştirdi. Ekstra kurdeleyi verirken de;
"Bana bir iyilik yapar misiniz?... Siz de bu kurdeleyi onurlandırmak istediğiniz birine verir misiniz?... Bunu bana veren çocuk, okulda bir proje yaptıklarını söyledi. Bu kabul görme töreninin devam etmesi gerekiyormuş. Böylece "bunun, insanları nasıl etkilediğini belirleyeceklermiş..." Dedi...
O gece patron evine geldiğinde, on dört yaşındaki oğlunun yanına oturdu.
"Bugün inanılmaz bir şey oldu"dedi. "Ofisteydim.Üst düzey yöneticilerimden biri içeri geldi, bana hayran olduğunu söyleyip, "iş dünyasında bu kadar başarılı olduğum için göğsüme bu kurdeleyiiliştirdi... Bir hayal etmeğe çalış... Benim bir dahi olduğumu düşünüyor. "Siz çok önemlisiniz" yazılı bu kurdeleyi tam göğsümün üstüne taktı.Bana ekstra bir kurdele verdi ve onurlandıracak başka birini bulmamı istedi. Arabayla eve gelirken, bu mavi kurdeleyle kimi onurlandırabileceğimi düşündüm ve aklıma sen geldin...

Ben "seni" onurlandırmak istiyorum. Günlerim aşırı yorucu geçiyor. Eve gelince sana pek ilgi gösteremiyorum. Bazen derslerden aldığın notları beğenmeyince veya odanı toparlamayınca sana bağırıp çağırıyorum... Oysa bu gece bir
şekilde buraya oturup, sana benim için ne kadar farklı ve özel olduğunu söylemek istedim. Annen gibi sen de benim hayatımdaki en önemli insansın. Sen mükemmel bir çocuksun. "Seni seviyorum" diye devam etti... Şaşkına dönen çocuk simdi ağlamaya başlamıştı. Bütün vücudu titriyordu... Başını kaldırdı, gözleri yaş içinde olarak babasına baktı, ve:

"Yarın intihar edecektim" baba, dedi...
"Baba, ben senin...çünkü ben senin... beni hiç sevmediğini... beni hiç önemsemediğini düşünüyordum... Ama artık her şey çok farklı. Sen baba, şu an... oğlunun hayatini kurtardın!...

baron11
09-04-2006, 19:35
Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış...Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. "Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki,at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi.Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler...İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş."Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu.Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç.Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez." Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş...Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler."Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.." "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin.Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?" Köylüler bu defa açıkçn ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler...Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeyeçalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara."Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş."O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı.Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez." Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..." "Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."

"Acele karar vermeyin.Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir.Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur.Buna rağmen akıl,insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar.Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar.Bir kapı kapanırken, başkası açılır.Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."


Yazar:Lao TZU
[/LIST]

kantar
10-04-2006, 07:22
Mavi Gözler

İlk doğduğu günden beri herkes onun gözlerine bakar, ‘ne güzel gözleri var’ derdi. Gerçekten de güzel bir kız çocuğuydu. Mavi gözleri, altın sarısı saçları ve sevimliliği gittiği her yerde herkesin dikkatini çekerdi. Her seferinde herkes onun mavi gözlerine imrenir, mavi gözlerle ilgili övücü sözler söylerlerdi. Annesi onu dizine yatırır, ‘mavi gözlüm’ diye severdi.
Günler geçtikçe kız mavi gözlerinin bir ayrıcalık olduğunu; güzelliğinin, kendisi ile ilgilenilmesinin sırrının mavi gözleri olduğunu keşfetti. Henüz üç-dört yaşlarında idi. Her arkadaşının göz rengine bir kusur buldu. Gözleri maviden başka olanlarla dalga geçiyor, onların gözlerini alaya alıyor ve en kötüsü gözlerinin maviliği ile büyükleniyordu.
Annesi çalışan bir kadındı, işe gittiğinde onu kreşe bırakıyordu. Çocuk anne sıcaklığını duyamamanın ezikliği ile sürekli ağlıyordu. Bakıcıları ne kadar iyi de olsalar annenin yerini tutamıyorlardı tabiî.
Günlerden bir gün yine annesi onu kreşe bırakıp işe gitti. Çocuk arkasından ağlamaya başladı. Bir türlü susmak bilmiyordu. Diğer çocuklar ve bakıcılar bundan rahatsız oluyordu. Bakıcılardan biri küçük kızın mavi gözlerinden dolayı kaprise girdiğini, onlarla övündüğünü biliyordu. Ağlayan kızın yanına geldi ve ona, ‘tatlım, eğer ağlarsan mavi gözlerin kahverengi olur’ dedi.
Dakikalardır ağlayan kız bir anda susuverdi. Bakıcının gözlerine bir daha baktı. Arkadaşlarının gözlerine bir daha baktı. Ayrıcalıklı olmanın mavi göz olduğunu yeniden hatırladı. Bakıcıya emin olmak için sordu:
- Gerçekten ağlarsam mavi gözlerim kahverengi mi olur?
- Evet, hem de sonsuza kadar.
Mavi gözlü kız ne zaman ağlamaya kalksa ona hep, ‘mavi gözlerinin kahverengi olacağı’ hatırlatıldı. Bu durumu annesine söylediklerinde annesi de bir kahkaha attı. Çocuk evde ağlamak istediğinde annesi, ‘ağlarsan mavi gözlerin kahverengi olur’ dedi.
Kısa bir zaman sonra bu durum çocukta bir saplantı oldu. Ve mavi gözlerini kaybetmemek için yıllarca ağlamadı. O ağlamadığı için herkes mutlu idi. Kreşteki bakıcılar o ağlamadığı için daha fazla kahkaha atmaya zaman buluyorlardı. Annesi o ağlamadığı için evdeki işlerini kolay yapıyor, makyajına daha fazla zaman ayırıyordu.

Yıllar geçip gitti, kız büyüdü, serpildi, mavi gözleri, sarı saçları ile güzel bir kız oldu. Artık yirmi yaşlarına gelmişti. O mavi gözlerinden, sarı saçlarından dolayı bütün gözler her zaman olduğu gibi ondaydı. Annesi onun bu güzelliği ile gurur duyuyordu.
Bir bahar sabahı uyandıklarında mavi gözlü kızın annesinin hasta olduğu anlaşıldı. Doktor doktor gezdirdiler, derdine bir türlü çare bulamadılar. Gitmedikleri doktor kalmadı. Kadın mavi gözlü kızının gözleri önünde eriyordu. Ama mavi gözlü kız annesinin bu durumuna üzülmesine rağmen gözlerinden bir damla yaş gelmiyordu.
Birgün mavi gözlü kızın babası bir komşularının tavsiyesi ile ermiş bir adama götürdü hasta kadını. Ermiş, kadına bakınca ‘bu derdin sadece bir çaresi var’ dedi. ‘Üç gün üç damla göz yaşı içecek. Dördüncü gün ayağa kalkacak’ dedi. Herkes sevindi. ‘Bundan kolay ne var’ dediler. ‘Birimiz ağlarız içiririz göz yaşımızı’ dediler. Ermiş, ‘kolay gibi görünüyor ama o kadar kolay değil, bu göz yaşı mavi gözlü olan kendi kızının gözyaşı olacak’ dedi.
Eve geldiklerinde mavi gözlü kızın gözyaşını istediler. Annesini çok seven mavi gözlü kız onu kurtarmak için ağlamak istedi günlerce, aylarca ama gözünden bir damla yaş gelmedi. Mavi gözlerini kaybetmemek için yıllardır ağlamamıştı. Bu sebepten ağlamayı unutmuştu.
Mavi gözlü kız bir türlü ağlayamıyor, günler geçtikçe annesi gözlerinin önünde eriyip gidiyordu. Topu topu üç damla yaş çıkaracaktı gözünden. Ama olmuyordu.

Bir gün günbatımında kadın kızını yanına çağırdı. Kızının dizine kafasını koydu. Açık pencereden batan güneşi görebiliyordu. Bir ‘ah’ çekti. ‘Ben ölürsem üzülme kızım. Suçlusu sen değilsin. Ben senin gözyaşlarını kurutarak kendi ölümümü kendim hazırladım. Ben öldükten sonra birgün ağlamanı dilerim’ dedi.
Kız annesinin bu sözlerinden o kadar duygulandı ki gözleri dolmuştu. Her an ağlayıp, annesini kurtarabilirdi. Biraz daha zorladı kendisini ve gözlerinden bir damla yaş süzülerek yanaklarından akmaya başladı. Yanaklarından süzülen damlalar annesinin dudaklarına düştüğünde dizinde soğuk bir bedenin varlığını hissetti sonra. Mavi gök yüzünü siyah bir örtü kaplamış, artık gün batmıştı.

baron11
10-04-2006, 13:41
Fırına geldigimde, ortalikta ekmek görünmüyordu.Eski bir dostum olan fırıncı:
- Biraz bekleyeceksin hocam, dedi.Iki-üç dakikaya kadar çıkartıyorum.
Kenardaki tabureye oturup beklemeye koyulurken,içeriye yaslıca bir adamın
girdigini gördüm. Eskimis ceketinin sol yakasi altinda bir madalya
parıldıyor ve yürürken hafifçe topallıyordu. Selâm verdikten sonra:
- Ekmeklerimi alayım, dedi. Benim ikizler acıkmıstır.
Fırıncı,adamin kendisine uzattigi torbayi alarak tezgâhin altina egildi ve
bir gün öncesine ait oldugu anlaşılan ekmeklerden dört bes tane
koydu.Ekmeklerden bazılarının altı yanmiş, bazılari da her nedense şeklini
kaybetmisti.Fırınciya dogru sokularak:
- Neden taze ekmek vermiyorsun? dedim. Biraz sonra çıkacak ya!..
Fırıncı:
- Bozuk ekmekleri kendisi istiyor,dedi.Çok fakir oldugundan, ona yarı
fiyatına veriyorum.
- Kim bu adam? diye sordum.
- Kore gâzilerinden,dedi.Oğluyla gelini bir trafik kazasinda vefat
edince,ikiz torunlarini yanına almıstı.Yillardir onlara bakıyor,hem de çok
az bir maaşla.Fırıncının anlattiklari karşısında içimin yandıgını hissediyor ve ufak da
olsa bir seyler yapmak istiyordum.
- Aradaki farkı ben vereyim, dedim. Hiç olmazsa bugün taze ekmek yesinler.
Fırıncı, teklifimi kabul etti ve biraz sonra çıkan sicak ekmekleri büyük
bir umursamazlıkla adamin torbasına doldururken:
- Çok şanslısın hacı amca, dedi. Çocuklar için bugün sana pasta gibi ekmek
verecegim.
Yaslı adam, bir evlât sevgisiyle kucakladigi torbayı gögsüne bastırırken:
- Allah senden razı olsun evlâdım,dedi.Bugün onlarin dogum günleri olduğunu nereden anladin?

kantar
11-04-2006, 07:54
Tatlı Yalan


- Bir Hayat: Tenorio Baba, siz hiç deniz kızlarının şarkısını işittiniz mi?
Tenorio Baba, piposunu kıyıya çekilmiş eski sandalın bordasına vurdu. Sayısız hatıralarla yüklü başını eğdi ve düşünmeye başladı.
Mehtap, oturduğumuz takanın üzerinde Tenorio Baba'nın enginlerin güneşiyle yanmış yüzünü aydınlatıyor, beyaz kumsalın fonunda ihtiyar balıkçının zayıf ve uzun silueti büsbütün ortaya çıkıyordu.
Tenorio Baba'nın açık gömleğinden göğsüne değen beyaz sakalına baktıkça, kendimi efsanevi bir velinin karşısında zannediyordum.
Her gün kapısının önünde, burnunun ucuna düşmüş gözlükleri ve kulaklarına kadar geçmiş beresiyle, öksüre tıksıra kitap okuyan ihtiyarcıktan o kadar farklıydı ki şu anda...
Eski deniz kurdu, artık emekliye çıkmıştı. Yemyeşil ağaçları, serseri yelkenleri, aşk şarkıları ve neşeli evleriyle ışık dolu Ponta - Evela'ya karşı, mahzun bir filozof kayıtsızlığıyla yaşıyordu.
- Elbette işittim, diye söze başladı. Tam yedi taneydiler. Böyle bir geceydi. Teker teker suyun yüzüne çıktıklarını görmüştüm. Çocuk sayılacak bir yaştaydım. Balık avından dönüyordum. Ayın ışıklarıyla yıkanan deniz, bir göl kadar sakindi.
Birincisinin elinde bir gül demeti vardı ve şarkı söylüyordu. Ah bu deniz kızları ne kadar güzel şarkı söylerler.
"Ben Hülya'yım. Bana gel; yaşaman için sana yardım edeceğim; hayatı tatlılaştıracağım" diyordu.
Fakat o anda melekler gibi kanatları, zümrüt gibi yeşil gözleri olan ikincisi; şarkıya şunları ilave etmişti:
"Bana gel, ben Aşk'ım. O sana hülyayı vaat ediyor. Fakat hayal kurmanın asıl manasını sana veremeyecektir. Onun için aşık ol..."
Üçüncüsü:
"Ümit et, dedi, ben Ümit'im. Hayal kurmadan ve aşık olmadan önce beni dinle. Bensiz hülya ve aşk neye yarar ki? Sana söyleyecek ne güzel şeylerim var benim."
Üçü de:
"Zafer'e bak, Zafer'e..." diye koro halinde şarkıya devam ettiler.
Zafer, güzel beyaz kollarında bir taç taşıyordu. Sesi baş döndürecek kadar büyülüydü.
Beşincisi ise şarkı söylememiş, sadece gülümsemişti. Avuçları altın ve mücevherle doluydu. Taşıdığı servet, ay ışığında parıl parıl parlıyordu. Kendisi esmer ve güzel gözleri gece gibi siyah ve derindi.
"Ben Servet'im, diyordu. Senin gerçek ve tek dostun. Benimle Hayal'e, Aşk'a, Ümit'e ve Zafer'e sahip olabilirsin. Seni kimsenin sevemeyeceği kadar seveceğim. Sütunları, incilerden, mercanlardan yapılmış saraylar vereceğim sana sevgilim. Hasretle seyrettiğin ötekilerin hepsi, birer köpükten ibaret yalanlardır. Onların hepsi yalandır, yalan..."
O sırada birden gözlerim kamaştı. Sevimli ve vakur Saadet yükseliyor, tatlı sesiyle:
"Sana arılar vereceğim
Koyunlar vereceğim sana,
Ağaçlar, ballar vereceğim."
Diyordu.
Servet gülerek:
"Bu da sadece köpük" dedi.
Ben kendimi deniz kızlarının şarkısına kaptırmıştım. Nihayet bir kamelya kadar beyaz olan yedincisi gözüktü. Bütün arkadaşları onun geniş kanatları altında toplandılar. O öyle bir kahkaha attı ki içimi bir korku kapladı.
"Ben Hayat'ım. Sana Hülya'yı, Aşk'ı, Ümit'i, Zafer'i, Servet'i, Saadet'i yalnız ben verebilirim balıkçı çocuğu. Bunların hepsi yalancı" dedi. Daha hızlı gülmeye başladı ve ötekilerin şarkılarını sulara gömerek, kendisi de denizin derinliklerinde kayboldu.
Merakla ve pek safça:
- Tenorio Baba, onları tekrar gördünüz mü, diye sordum.
Omuzlarını silkti:
- Evet gördüm, dedi. Hayal ettim, sevdim, ümitlendim, acı çektim.
(Ve piposunu temizleyip tekrar doldurdu, yaktı, ihtiyar bakışlarını bembeyaz gecenin nihayetlerinde gezdirdi)
- Meğer en yalancısı, en güzel olanıymış.
Hangisi olduğunu soran gözlerime bakarak içini çekti:
- Hayat, dedi...

kantar
29-04-2006, 18:21
Meşe Ağacı İle Çoban

Sonbaharın son günleri olmasına rağmen hava o gün çok güzelmiş. Güneşin ışıkları soğuk havayı biraz olsun yumuşatıyormuş. Belki iklim koşullarının düzensizliğinden, etrafta ne bir hayvan ne de bir ağaç varmış. Yerlerde birkaç sararmış ot dışında hiçbir canlı kalmamış. Otun bulunmadığı yerlerde toprak da yok olmuş ve kayalar ortaya çıkmış. Bu nedenle bütün canlılar birer birer bozkırı terk ediyorlarmış.

Bozkırın sessizliğini artık yalnızca bir çoban ve sürüsü bozuyormuş. Tabii, çobanın ardındaki beş keçiye sürü denilirse. Oysa on yıl önce çobanın köyünde her biri en az yüz keçiden oluşan tam dokuz tane sürü varmış. Otlar azaldıkça sürülerdeki keçi sayısı da azalmış. Sonunda köyde çobanın sürüsündeki beş keçiden başka keçi kalmamış.

Keçileri kalmadığı için süt, peynir, yün üretmeyen köylüler geçinemez olmuşlar. Çoğu evlerini bırakıp kente göçmüşler. Köyde kalanlarsa hayatlarını kentteki yakınlarının yolladığı çok az para ile zar zor sürdürmekteymişler.

Köyün yakınlarında bir tek ağaç varmış. Bu yaşlı bir meşe ağacıymış. Çoban, her öğlen sürüsünü bu yaşlı meşe ağacının altında toplarmış. Bu öğlen de yine öyle yapmış. Çıkınını açarak yemeğini yemiş. Karnını doyurunca meşe ağacının altı, çobana pek atatlı gelmiş. Gözlerini kapatmış ve derin bir uykuya dalmış.

Çoban uykusunda aniden irkilmiş. Çünkü rüyasında tok sesli birisi kendisine seslenmekteymiş: "Hemşerim, hey sana diyorum. Beni dinle." Çoban şaşırıp, çevresine bakınmış. Ama çevresinde yaşlı meşe ağacından başka kimse yokmuş. Meşe Ağacı, "Hemşerim" demiş, "Şaşkın şaşkın bakınma. Konuşan benim. Ben, Meşe Ağacı. Sana söyleyeceklerim var." Çoban, Meşe Ağacı'nın konuşmasından korkmuş. "Konuşmak için bula bula beni mi buldun? Sen bir ağaçsın, nasıl konuşabiliyorsun?" diye sormuş. Meşe Ağacı: "Korkma sana söyleyeceklerim var. Beni dinlemeni istiyorum."

Çoban, "Peki anlat. Seni dinliyorum." "Ben senden, babandan ve dedenden bile daha yaşlıyım. Belki iki yüz yaşındayım. Büyüklerimin anlattıklarına göre, beni insanoğlu dikmemiş. Toprağa düşen bir palamuttan kendiliğinden filizlenmişim. Fidanlık dönemim çok mutlu geçti. O zamanlar sizin köyünüz yoktu. Her tarafta yüzlerce çeşitten, milyonlarca ağaç vardı. Birbirimizle kavga etmeden mutlu bir şekilde yaşıyorduk. Her tarafta bin bir çeşit çiçek açar, çevremizde geyikler, ceylanlar, dallarımızda sincaplar koşardı.

Dallarımızda rengarenk kuşlar yuva yapar ve cıvıldaşırdı. Ara sıra insanoğlu gelip dallarımızı kesip yakardı ama, yaralarımızı çabucak kapatır, tekrar eski neşemize kavuşurduk."

Çoban "Peki, sonra ne oldu?" diye sorunca Yaşlı meşe anlatmaya devam etmiş: "Gün geçtikçe insan sayısı arttı. Her geçen gün bir önceki günü arattı. Kimi odun elde etmek, kimi tarla açmak, kimileri de orman ürünlerinin üretimini artırmak için bizleri kestiler, yaktılar. Acımadan bütün ailemi katlettiler. Milyonlarca ağaçtan bugüne bir tek ben kaldım. Ben de her yıl yanıma yaklaşan insanları görünce korkudan zangır zangır titriyordum.

Insanlara yaptıklarının yanlışlığını anlatmak istiyordum. Ama bir türlü anlatamıyordum. Fark ederse beni de keserler diye sessizce duruyordum."

Meşe'yi dikkatle dinleyen çoban, "Peki şimdi neden benimle konuşuyorsun?" diye sormuş. Meşe, "Ben artık yaşlandım. Yakında biriniz kesmese de öleceğim. Bunun için artık beni kesmenizden korkmuyorum. Ama sizin için çok üzülüyorum. Artık uyanın. Anadolu, toprak erozyonu ile vatanlıktan çıkıp taş yığınına dönüyor. Her gün 150.000 kamyon dolusu toprak bir daha geri dönmemek üzere denizlerin tuzlu sularına gömülüyor. Bunu engellemezseniz hepiniz aç ve açıkta kalacaksınız. Ben yalnızca sizi düşünüyorum" demiş.

"Bu yaşlı ve yorgun halimle bile her yıl on binlerce palamut üretiyorum. Bu palamutlarla sizin köyün arazisinin otuz katı arazide ağaç yetişebilir. Ama palamutlarımın çoğu açıkta kalıp, çürüyor çimlenenleri de senin keçilerin yiyor. Köklerimle yere bağlı olmasam keçilerini kendim uzaklaştırırdım. Hem o zaman sizlerden yardım beklemeden Anadolu'nun bütün dağlarını, ovalarını, yaylarını dolaşır, palamutlarımı toprağa kendim gömerdim. Böylece bütün Anadolu'yu yeşertirdim. Ama ne yazık ki toprağa bağlıyım."

"Siz insanoğulları ne kendinizi, ne bizleri, ne de ortak vatanımız Anadolu'yu düşünüyorsunuz. Bizleri kesseniz de, yaksanız da biz yine sizlerin en yakın dostlarınızız. Sizler bizlere çok kötülük yaptınız, ama biz size hiç kötülük yapmadık. Artık siz de şunu anlayın. Bizler yok olursak çıkacak seller, kuraklıklar, çığlar daha nice felaketler gelir başınıza. Fakirleşip hastalık ve açlıktan ölmekten kurtulamazsınız.

Çoban, "Ben sel istemiyorum. Çığ da, istemiyorum. Fakirleşmek de istemiyorum. Ama cahil bir çoban olarak ben ne yapabilirim?" demiş. Yaşlı Meşe, "Git bütün Anadolu'yu köy köy, şehir şehir dolaş. Sana anlattıklarımı herkese anlat. Önce kendi köyünden işe başla. Tüm insanlar çalışsın. Ormanları kesenlere engel olsunlar. Dağlara, ovalara, yaylalara hem benim palamutlarımı hem de diğer ağaçların tohumlarını diksinler. Sürekli ağaç diker ve dikilenleri korursanız on yıl içinde Anadolu yeşerir. Çölleşen topraklar önceki neşesine kavuşur. Kuşlar yine neşe ile cıvıldar, geyikler coşku ile koşar. Sular bollaşır, nehirlerden çamur akmaz. Dediğimi yapacak mısın?" demiş.

"Evet, yapacağım." diye yanıtlamış çoban.

Uyuyan çobanın yüzündeki gerginlik yerini mutlu bir gülümsemeye bırakmış. Alnından akan ter damlacıklarının yerini ise sevinçten süzülen göz yaşları almış. Uyandığında ulu meşe ağacına saygı ve sevgi ile uzun uzun bakmış. Sonra keçilerinin yeni filizlenmiş yavru meşeleri yediğini görmüş. Hemen keçilerini küçük meşelerden uzaklaştırarak köye dönmüş.

Ertesi gün önce köylülerini meydana toplamış. Bütün Köylülere meşe ağacından öğrendiklerini anlatmış. Hep birlikte yaşlı meşenin yanına gitmişler. O gün yüzlerce palamutu toprağa dikmişler. Çoban, köylülerinden ağaç dikmeye devam edecekleri sözünü aldıktan sonra köyden ayrılmış.

Görenlerin söylediklerine göre çoban köy köy, şehir şehir bütün Türkiye'yi dolaşıyor, topladığı palamutlardan birini bile ziyan etmeden hepsini dağlara dikiyormuş. Gördüğü rüyayı da herkese anlatıyormuş. Daha şimdiden on binlerce meşe ağacı yetiştirmiş. Ama çobanın henüz gidemediği bir sürü köy olduğunu ben biliyorum. O köylere de bizim gidip ağaç dikmemiz gerekiyor. Bunu için de meşe palamudunun nasıl ekileceğini bilmeliyiz. Meşe palamudu için en uygun ekim zamanı kasım ayının sonu ve aralık ayıdır. Bu aylarda toprağa doğrudan ekim yapılabilir. Baharda ekilmek isteniyor ise, palamutlar hafif nemli kum içerisinde saklanır ve bahar geldiğinde toprağa ekilir. Ekim için, toprağa palamut büyüklüğünün iki ya da üç katı derinliğinde bir çukur açılır. Bu çukura ocak denir. Her ocağa üç adet palamut aralıklı olarak konur ve sonra ocağın üzeri toprak ile örtülür.

Ağaç dikmek için Anadolu'nun dağlarına, ovalarına, yaylalarına gittiğinizde elinde kazmasıyla palamut diken birisini görürseniz durun ve kim olduğunu sorun. Kim bilir belki çobanla karşılaşmışsınızdır. O zaman o güzel rüyayı çobanın kendi ağzından dinleyebilirsiniz.

kantar
11-05-2006, 08:01
üşüyorum

üşüyorum, sabah ezan sesleri martı çığlıklarına karışıyor. dalga sesleri eşlik ediyor onlara. ellerimi cebime daha bir sıkı sokuyorum. yalnızım. yalnızım dediysem bedenim yalnız. ruhum zaten hep seninle meşgul, beynim düşüncem gördüğüm her şey olmuşusun. zihnimde canlandırmaya çalışıyorum yüzünü,10 yıldır görmediğim yüzünü. bana hiç gülümseyerek bakmadığın yüzünü...
tanımıyorum seni dedin... oysa tanımak için hiç çaba sarf etmedin. biliyorum bu karşılıksız aşk. acıların en ağdalısından. silkinip kurtulmak istiyorum dermanım yok, öylesine esir etmiş beni. olmalı mutlaka bir yolu olmalı seni görebilmenin, uzaktan da olsa, hiç konuşmasak da elini tutma şansım zaten hiç olmadı... başını omzuma dayama ihtimalin?...çok komiksin güldürme beni hiç halim yok.

biliyorum bu yazdıklarımı hiç bir zaman okumayacaksın. bu kendi kendine söylenmiş yalnız bir şarkı olacak rüzgârda dağılıp giden... hiç bir zaman değil kalbine kulaklarına dahi deymeyecek bir çığlık olacak, sislerin içinde görünmeyen güneşi umutla bekleyeceğim kardelenler gibi.
acımıyorum kendime, kendime acımaktan ve kendine acındıranlardan nefret ederim. acısaydım, ağlayabilseydim keşke... benimde kalbim yani senin kalbin olan ama benim kanımı pompalayan kalbim o et parçasıdır artık, tıpkı seninki gibi... seninki gibi dedim hani hangi insan olsa bırak kadını bu çığlığı hissedebilirdi diye düşünüyorum, karşılık beklemiyorum zaten senden tek istediğim bana biraz zaman ayırman. tamam, beni görme bakma yüzüme, nefret ettiğin yüzüme... dinleme beni telefonla da olsa... sıkılırsın hem ne gerek var ki kimim ben senin için? sadece rahatsızlık veren birimi? bir sapıkmı? yaşamsal bir tehdit unsurumu? yoksa kimliği belirsiz bir şahsın cesedi kadar bile değerim senin yanında bu dünya da ne işim var o zaman? bu sevda zinciri neden dolanmış boynuma?
İsyan etmiyorum korkuyorum çünkü beni yaratandan. İnancım buna engel. ne yapmalıyım peki o zaman? eyer kendi hayatına son verme hakkı olsaydı insanın ki yasaklanmıştır yaradan tarafından tek seçimim olurdu şu an...

oysa ne istemiştim senden?bedenini mi? asla...!seninle ilgili en ufak bir cinsel fantezi kırpıntısı duymadım ben...sen kutsalsın çünkü ve kutsal olan cinsel olmaz bizim oralarda...
yüzünü hatırlamak için çok çaba sarf ediyorum. tüm benliğimi harcıyorum ama çaresiz. en son 10 yıl önce görmüştüm,yürümüştük merdivenlerden aşağıya doğru ve ben ne konuştuğumuzun bile farkında olmadan seninle konuşuyor olmanın oksijenini ciğerlerime doldurarak...sonra en dış kapıdan hızlı adımlarla uzaklaştın,elinde küçük çantan küçük boyuna bakmadan yüklendiğin hayat yolunda...arkana bakmadın hiç...ve seni son görüşüm oldu o benim...

kantar
11-05-2006, 08:06
anlayabilmek

"satılık köpek yavruları" ilanının hemen altında küçük bir çocuğun başı gözüktü ve çocuk dükkan sahibine sordu :
-"köpek yavrularını kaça satıyorsunuz?"
dükkan sahibi :
-"30 dolarla 50 dolar arasında değişiyor fiyatları" dedi
-"benim 2 dolar 37 sentim var" dedi çocuk
-"bir bakabilir miyim yavrulara"
dükkan sahibi gülümsedikten sonra bir ıslık çaldı ve köpek kulübesinden beş tane yumak halinde yavru çıktı.
yavrulardan biri arkadan geliyordu. küçük çocuk yürümekte zorluk çeken sakat yavruyu işaret edip sordu:
-"bunun nesi var?"
dükkan sahibi onun kalça çıkığı olduğunu ve hep sakat kalacağını açıkladı.
küçük çocuk heyecanlanmıştı.
-"ben bu yavruyu satın almak istiyorum.”
dükkan sahibi:
-"hayır o yavruyu satın alman gerekmiyor.
eğer gerçekten istiyorsan o yavruyu sana bedava veririm"
küçük çocuk birden sinirlendi.
dükkan sahibinin gözlerinin içine dik dik bakarak:
-"onu bana vermenizi istemiyorum. o da diğer yavrular kadar değerli ve ben fiyatını tam olarak ödeyeceğim. aslında şimdi size 2 dolar 37 cent vereceğim ve geri kalanını ayda 50 cent ödeyerek tamamlayacağım."
dükkan sahibi çocuğu ikna etmeye çalıştı:
-"bu köpeği gerçekten satın almak istediğini sanmıyorum.
bu yavru hiçbir zaman diğer yavrular gibi koşup, zıplayamayacak ve seninle oynayamayacak."
bunun üzerine küçük çocuk eğildi, pantolonunu sıvadı ve büyük bir metal parçasıyla desteklediği sakat bacağını dükkan sahibine gösterip, tatlı bir sesle:
-“ben de çok iyi koşamıyorumve bu yavrunun kendisini çok iyi anlayacak bir sahibe gereksinimi var" dedi.

kantar
11-05-2006, 08:06
ada

thomas cook, bir araştırma gezisi sırasında atlas okyanusu'nun ıssız bir yerinde milyonlarca kuşun havada çığlıklarla daireler çizerek uçtuğunu görür. kulakları sağır edecek kadar yüksek sesle çığlıklar atan kuşlardan yorulanlar, okyanusun dev dalgaları arasına kendilerini atarak intihar etmektedirler!

bu olayı yıllar boyunca birçok balıkçı görür, birçok bilim adamı araştırır. kuş bilimcileri yaptıkları araştırmalarda göçmen kuşların farklı yönlerden gelerek okyanusta bu noktada birleştiklerini keşfederler, ancak intihar etmelerinin nedenini çözemezler.

yıllar suren araştırmalar sonucunda bu trajik olayın yaşandığı yerde bir ada olduğunu; kuşların göç yolu üzerinde bulunan bu adanın bir deprem sonucunda okyanusa gömüldüğünü bulurlar. insanların yokluğunu bile fark etmedikleri ada kuşlar için göç yollarının vazgeçilmez bir durağıdır. kuşlar binlerce yıllık alışkanlıkla adanın yerini bilmektedirler ve uzun ve yıpratıcı bir yolculuktan sonra aradıkları adayı bulamayınca, yorgunluktan bitkin bedenlerini çığlık çığlığa okyanusun sularına gömmektedirler.

peki ya siz...

sizin hiç bir adanız oldu mu? yaşamın uzun göç yollarında size bir yudum taze soluk verecek, yolunuza dinç olarak devam etmenizi sağlayacak bir adanız var mı? bir gün yerinde bulamazsanız, ille de ulaşmak ve sığınmak için başınızın döndüğü, dengenizi yitirinceye kadar çırpınıp kanat çırptığınız bir ada yaratabildiniz mi kendinize? sınırsızca her şeyi paylaşabileceğiniz bir dost, yola birlikte çıkacak kadar güven duyduğunuz bir arkadaş, size daima huzur ve mutluluk verecek bir eş, ulaşmak için yıllardır uğraş verdiğiniz bir amaç edinebildiniz mi?

şöyle daha bir iyi bakın çevrenize... size gelen, sizin gittiğiniz, sizi bulan, sizin bulduğunuz kaç adanız var çevrenizde? kaç tane durup nefeslendiğiniz ada yaratmışsınız kendinize.

kantar
12-05-2006, 07:02
Kuş İle Avcı

Bir varmış Bir yokmuş, ülkesinde avcının biri kuşlara meraklı imiş.
Hem yemeye meraklı, hem de tutup kafese kapatıp seyretmeye, söyletip dinlemeye.
Kurmuş ormanın kuytusuna kapanı, yatmış pusuya. Tüyleri alacalı bulacalı nadir bulunur az rastlanır cinsinden bir kuş da gelmiş girmiş kapanın içine.
Avcı ortaya çıkınca kuş yalvarmaya başlamış.;'' Avcı avcı bırak beni gideyim. Yemeğe kalksan ufacığım, pişirdin mi benden bir lokma bile et çıkmaz.
Kafese kapatsan ağzımı bile açmam,ne şakırım ne konuşurum, ama beni özgür bırakacak olursan sana üç öğüt veririm ki hem çok mutlu olursun yasamda, hem de çok basarili.''
Avcı düşünmüş taşınmış: ''Eh söyle , ver bakalım su üç öğüdünü o zaman bırakırım seni,'' buyurmuş....
'' Önce...'' demiş, kus
1.Sağduyuya, akla aykırı düşecek hiç bir şeye inanma
2.Yaptığın hiç bir şeyden pişmanlık duyma,gerçekleştiremeyeceğin şeyler için üzülme
3.Asla ama asla olanaksızın peşine takılma....
Avcı söyle bir bakmış kusa,'' Bu söylediğin büyük cevherler değil, ben zaten yaşamımda her an bu prensipleri uyguluyorum. Ama fazla ise yarayacak bir kus değilsin, o yüzden sözümü tutup seni bırakacağım,'' demiş.
Kus fırlamış yakındaki bir ağacın tepesine, açmış ağzını yummuş gözünü..
'' Avcı avcı salak avcı sen beni herhangi bir kuş mu belledin? Ben bütün kuşlardan daha farklı bir kuşum.
Kalbim yakuttan benim. Kalbimin yerinde kocaman bir yakut var, beni kesip kalbimi çıkarsaydın dünyanın en zengin adamı olacaktın.
Salak avcı... dönmüş, bağırıp çağırmaya başlamış...''Avcı seni yine yakalayacağım....'' diye tepinmeye başlamış, deliye dönmüş hırsından.Hemen ağaca tırmanmaya başlamış.
Kus ağacın en üst dallarından birine adamın erişemeyeceği bir yere konmuş. Avcı üst dala erişip de kuşu yakalayayım derken yuvarlanmış ağaçtan ....
''Nasılsın bakalım?'' demiş kus, '' Öğütlerimi beğenmemiştin, ben bunların hepsini zaten biliyordum demiştin. Ben sana ne dedim önce? sağduyuya akla ters gelecek hiç bir şeye inanma. Be adam kalbi yakuttan kus olur mu? Hemen inandın, gözün döndü.Yaptığın hiç bir şeyden pişmanlık duyma, yani sonradan pişman olmamak için bir şeyi yapmadan önce iyice düşün taşın, dedim. Beni bıraktın, ardından da hemen bıraktığına pişman olup peşime düştün.
Üçüncü öğüdüm,gerçekleşmesi olanaksız bir şey için bos yere gücünü harcamaydı. Sen beni nasıl yakalarsın, ben kuşum,uçmuş uçmuş en üst dala konmuşum. Sen oraya nasıl erişirsin be adam? demiş.. ve uçmuş gitmiş............

kantar
14-05-2006, 23:07
Pasta

Fırına geldiğimde, ortalıkta ekmek görünmüyordu. Eski bir dostum olan fırıncı:

- Biraz bekleyeceksin hocam, dedi. İki üç dakikaya kadar çıkartıyorum.

Kenardaki tabureye oturup beklemeye koyulurken, içeriye yaşlıca bir adamın girdiğini gördüm. Eskimiş ceketinin sol yakası altında bir madalya parıldıyor ve yürürken hafifçe topallıyordu. Selam verdikten sonra:

- Ekmeklerimi alayım, dedi. Benim ikizler acıkmıştır.

Fırıncı, adamın kendisine uzattığı torbayı alarak tezgahın altına eğildi ve bir gün öncesine ait olduğu anlaşılan ekmeklerden dört beş tane koydu. Ekmeklerden bazılarının altı yanmış. Bazıları da her nedense şeklini kaybetmişti. Fırıncıya doğru sokularak:

- Neden taze ekmek vermiyorsun? dedim. Biraz sonra çıkacak ya!..

Fırıncı:


- Bozuk ekmekleri kendisi istiyor, dedi. Çok fakir olduğundan, ona yarı fiyatına veriyorum.
- Kim bu adam? diye sordum.
- Kore gazilerinden, dedi. Oğluyla gelini bir trafik kazasında vefat edince, ikiz torunlarını yanına almıştı. Yıllardır onlara bakıyor. Hem de çok az bir maaşla.

Fırıncının anlattıkları karşısında içimin yandığını hissediyor ve ufak da olsa birşeyler yapmak istiyordum.

- Aradaki farkı ben vereyim, dedim. Hiç olmazsa bugün taze ekmek yesinler.

Fırncı teklifimi kabul etti. Biraz sonra çıkan sıcak ekmekleri büyük bir umursamazlıkla adamın torbasına doldururken:

- Çok şanslısın hacı amca, dedi. Çocuklar için bugün sana pasta gibi ekmek vereceğim.

Yaşlı adam, bir evlat sevgisiyle kucakladığı torbayı göğsüne bastırırken:

- Allah senden razı olsun evlâdim, dedi. Bugün onların doğum günleri olduğunu nereden anladın?

meşhedi
18-05-2006, 18:02
Derste DayaniŞmayi Yardima MuhtaÇlara Yardimi Anlatiyordum.yardim Etmenin GÜzellİĞİnden ,veren Elin Alandan ÜstÜn Oldugundan Devam Ettim.bu Duyguyu YaŞayanlardan SÖz İstedİm.kİmse SÖz Almadi.herhalde Utaniyorlar Dedİm.adini Şİmdİ Hatirlayamadigim Bir Kizim Parmak Kaldirdi.ben De Yardimseverlİk Duygusunu Anlatacak Kizima SÖz Hakki Verdİm.kizim Önce İltİhapli Romatizmasi Oldugunu Bazen Çok Agrilari Oldugunu Anlatti.bİr GÜn Okula Yaya Gelİrken Dermansizliktan Kaldirimda DÜŞtÜgÜnÜ KalkamadiĞini,geÇenlerden Bakar Misiniz DedİĞİnde Cevap Alamadigini SÖyleyince HiÇkirarak Aglamaya BaŞladi.parmak Benden BaŞka Kİmse Kaldirmadi Dedİ .ÇÜnkÜ YardimlaŞmayi Yardim Dileyen Bİr Ögrencİye Bİle Bakip GeÇecek Kadar DuyarsizlaŞan Bİr Ortamdayiz.taŞinmayan Bir Duygu Kullanilmayica Yok Olu Hocam Dİye Haykirdi.kizim Agladi Sinif Agladiben Agladim O GÜn.

trakyalı
18-05-2006, 19:56
''Babacığım'' dedi küçük kız
''bana küçük bir kutu ile ambalaj kağıdı alabilirmisin''
''tabi'' dedi baba ve kızına dediklerini alıp getirdi.
Ertesi gün adam kızının elindeki kutuyu ona uzattığını görünce;
''ooo bana hediye mi aldın'' dedi.
''evet babacığım'' deyip kutuyu babasına uzattı.
Babası büyük bir merakla kutuyu açtı ama kutunun içi bomboştu.
Adam kızına çıkıştı.
''a benim aptal kızım hiç böyle hediye olur mu bu kutunun içi boş''
''ama babacığım ben o kutunun içini öpücükle doldurmuştum''
>>>O günden sonra adam o kutuyu baş ucundan ayırmamış ve her kızını özlediğinde kutuyu açıp öpücüklerini almış....