PDA

View Full Version : global krize adım adım



FT-2
16-03-2005, 20:54
amerikanın cari açığının artması doları daha fazla değersiz hale getirmesi, AB nin rekabet gücünü azaltacak, ABD fazileri yükseltecek,böylece dowda keskin aşağı dönüş, emlak fiyatlarında sert düşüş olacak, faizlerin artması iç tüketimi azaltacak, iç tüketimin azalması amerikaya ihracat yapa AB ve uzak doğu piyasalrını daha da durgunluğa itecek, AB nin ihracatında azalma, iç piyasasının yaşlı nüfusu nedeniyle zaten diplerde olduğu için şirketler stoklara çalışacak ya da fabrikaları kapatacak, işsizlik artacak, rekabet edebilmek için dünya ile, ücretleri azaltmaya gidecekler buna kuvvetli olan sendikalar karşı çıkacak, iç çatışmalar artacak, halklarda panik başlayacak, bu da tüketimi daha çok azaltacak, insanlar seyahet etmeyecekler, hava yolu ve turizim şirketleri çok darbe yiyecek, amerikanın faiz artrıması bizim gibi ülkelerde borsa ve bono piyasasının sonu olacak, gerisini 2001 den biliyoruz...

doların artan faize rağmen düşüşü devam edecek bunu sanıldığını aksine amerikan mallarına talebi artrımayacak yani amerikanın ihracatı azalacak, örenk (12 yaşındaki olum, yurtdışından kendisine gelen kaliteli bir tişörtü üzerinde amerikan üniversietsinin ismi var diye bir gün olsun giymedi oğlum evde bari giy diyorum giymiyor) kola içmeyeli, mac danıldsa gitmeyeli neredeyse yıllar oldu)...bu sadece bizim gibi ülkelerde değil dünyanın her tarafında böyle.. bir de amerikanın silahından, intelinden, windovsundan başka satacak neyi var ki?


doların değer kaybetmesi çin mallarının her yeri işgal etmesine neden olacak....

bu günleri çok arayacağız çok...

en iyisi ileride aç kalmamak için tarıma elverişli bir yerlerde 2-3 dönüm tarım arazisi alın...

ne olur ne olmaz...

fenerce
16-03-2005, 20:58
olabilir

“Yanlış sonsuz şekillere girebilir, doğru ise yalnız bir türlü olabilir.” J.J.Rousseau

saygılar

Baydisiplin
16-03-2005, 21:02
amerikanın cari açığının artması doları daha fazla değersiz hale getirmesi, AB nin rekabet gücünü azaltacak, ABD fazileri yükseltecek,böylece dowda keskin aşağı dönüş, emlak fiyatlarında sert düşüş olacak, faizlerin artması iç tüketimi azaltacak, iç tüketimin azalması amerikaya ihracat yapa AB ve uzak doğu piyasalrını daha da durgunluğa itecek, AB nin ihracatında azalma, iç piyasasının yaşlı nüfusu nedeniyle zaten diplerde olduğu için şirketler stoklara çalışacak ya da fabrikaları kapatacak, işsizlik artacak, rekabet edebilmek için dünya ile, ücretleri azaltmaya gidecekler buna kuvvetli olan sendikalar karşı çıkacak, iç çatışmalar artacak, halklarda panik başlayacak, bu da tüketimi daha çok azaltacak, insanlar seyahet etmeyecekler, hava yolu ve turizim şirketleri çok darbe yiyecek, amerikanın faiz artrıması bizim gibi ülkelerde borsa ve bono piyasasının sonu olacak, gerisini 2001 den biliyoruz...

doların artan faize rağmen düşüşü devam edecek bunu sanıldığını aksine amerikan mallarına talebi artrımayacak yani amerikanın ihracatı azalacak, örenk (12 yaşındaki olum, yurtdışından kendisine gelen kaliteli bir tişörtü üzerinde amerikan üniversietsinin ismi var diye bir gün olsun giymedi oğlum evde bari giy diyorum giymiyor) kola içmeyeli, mac danıldsa gitmeyeli neredeyse yıllar oldu)...bu sadece bizim gibi ülkelerde değil dünyanın her tarafında böyle.. bir de amerikanın silahından, intelinden, windovsundan başka satacak neyi var ki?


doların değer kaybetmesi çin mallarının her yeri işgal etmesine neden olacak....

bu günleri çok arayacağız çok...

en iyisi ileride aç kalmamak için tarıma elverişli bir yerlerde 2-3 dönüm tarım arazisi alın...

ne olur ne olmaz...




YUH ANASINI BE!!!! 10 MİLYAR ZARARDAN SONRA BİRDE KOL MU KESELİM?HABERLERE BAK!! SAVAŞ HABERİ!! HİÇMİ KURTARIR PAYI YOK!!

FT-2
16-03-2005, 21:13
Dünya Ekonomisinde Denge Oyunu (Yarın, Sayı: 30, Ekim 2004)


Dünya ekonomisi 2000’li yıllara sürdürülemez, kırılgan dengeler üzerinde girmiştir. Bu dengeleri konuyu rakamlara boğmadan anlatmaya çalışalım: Şu anda dünya ekonomisinde büyümeyi Amerikalı tüketicilerin artmaya devam eden tüketimi sağlamaktadır. Ne var ki bu Amerika’nın kendi tasarruflarıyla finanse edilebilen bir tüketim artışı değildir. Son birkaç yıl içinde Amerikalı hanehalklarının tasarruf oranı % 1’in altına düşmüştür. Amerikan ekonomisinin toplam tasarruf oranı ise 2003’te -2 oldu. Negatif tasarruf oranıyla bir ülkenin yatırımlarını, dolayısıyla tüketim artışını finanse etmesi mümkün değildir. Amerika bu tüketim artışını içeride tüketici kredilerini olağanüstü boyutlara tırmandırarak, dışarıda da dış dünyanın tasarruflarını portföy yatırımı şeklinde emerek sağlamaktadır. 1994-2003 arasında Amerika’da tüketici kredilerinin hacmi 900 milyar dolardan 1.8 trilyon dolara yükselmiştir. 1994 sonunda 180 milyar dolar olan konut ipotekleri 2004 başında 860 milyar dolara yükselmiştir. 1994’te % 63 seviyesinde olan hanehalkı borç stokunun millî gelire oranı 2003 sonu itibarıyla % 86 olmuştur. Bunlar Amerikan halkının 90’lardaki tüketim artışını tarihte görülmemiş boyutta bir borçlanmayla finanse ettiğini göstermektedir. Bu tablo içinde ekonomide herhangi bir tökezleme sonucunda işsizliğin artması, ücretlerin düşmesi ABD finans sistemini çökertebilir.


Hanehalklarının yanısıra Amerika’da kamu ekonomisi de sorunludur. 2000 yılında 200 küsur milyar fazla veren ABD bütçesinin bu yıl 450 milyar dolar (millî gelirin % 4.5’i kadar) açık vermesi bekleniyor. Yani Amerika halkıyla ve devletiyle borçlanarak tüketimini sürdürebiliyor. Denklemin uluslararası bacağında ise büyük bir cari açık ve bunu finanse eden yabancı sermaye akışı var. 1995’te aşağı yukarı denk olan Amerika’nın cari dengesi, 90’ların tüketim patlaması sonucunda gittikçe bozularak bu yılın ikinci yarısı itibarıyla millî gelirin % 5.7’si gibi rekor bir açık seviyesine ulaştı. 1996-2000 döneminde Amerikan borsaları teknoloji/internet hisselerinin önderliğinde yükselirken esas olarak Avrupa ve Japonya’nın özel yatırımcıları Amerikan hisse senetlerine yatırım yaparak bu açığı finanse ediyorlardı. 2001 yılında borsalarda internet balonunun sönmesiyle borsaya gelen özel yatırım akışı büyük ölçüde kesildi. Buna bağlı olarak dolar-euro paritesi 0.80’lerden 1.20’lere yükseldi. Ancak devreye başta Çin ve Japonya olmak üzere Uzakdoğu merkez bankalarının girmesiyle dolardaki çöküşün derinleşmesi durdu. Amerika şu anda dünya ekonomisinin ihtiyacı olan tüketim artışını sağlarken, Çin de artan dünya talebini karşılayan başlıca üretici. Yani Amerika artan talebin, Çin de bu talebi karşılayan üretim artışının dinamosu. Başta Japonya olmak üzere diğer Uzakdoğu ülkeleri de Çin’e mal satarak denkleme ikinci kademeden giriyorlar. Bu ülkelerin mevcut üretim, istihdam ve refah seviyelerini koruyabilmeleri Amerikan talebinin sürmesine bağlı. Bunun için de doların değer kaybetmemesi, Amerika’nın ithalatının finanse edilmesi lâzım. Bu yüzden borsa balonunun sönmesiyle dolar sendelemeye başlayınca bu ülkelerin merkez bankaları ABD ile dış ticaret fazlası sonucunda ellerinde biriken dolar rezervleriyle metodik olarak Amerika’nın devlet tahvillerini almaya başladılar. Şu anda ABD devlet tahvili stokunun % 40'ı dış ülkelerin, bu miktarın yarıdan fazlası da Japonya ve Çin’in elinde. Ayrıca döviz rezervi olarak Japonya’nın elinde 825 milyar dolar, Çin’in elinde 480 milyar dolar bulunuyor. Bu ülkelerin ABD tahvillerini ve doları bu boyutlarda tutmaktan vazgeçmeleri halinde doların değeri gülle gibi aşağı iner. Bu durumda Amerikan tüketicisinin alım gücü de çökeceğinden dünya efektif talebi geriler ve dünya ekonomisi resesyona girer. Bu ihtimal önümüzde ciddî bir risk olarak durmaktadır.


Bu alışverişten her iki taraf da kazançlı çıktığı için bu devridaimin görünür gelecekte devam edeceğini ileri süren iktisatçılar var. Ancak tarih bize bir ülkenin sonsuza kadar yurtiçi kredileri, bütçe açığını ve cari açığını arttırıp bu açıkları dış ülkelere devlet tahvili satarak karşılamasının mümkün olmadığını gösteriyor. Eğer ABD dünyanın en büyük ekonomisi, dolar da dünyanın rezerv parası olmasaydı, zaten bu bütçe açığı ve cari açık seviyeleriyle dolar çoktan dibe vurmuş ve Amerikan ekonomisi resesyona girmişti. Amerika dünya ekonomisindeki ağırlığı sebebiyle şu ana kadar bu akibetten kaçınabildi; fakat açıkları artmaya devam ederse bu işin sonu bir noktada gelecektir. Çünkü sürekli büyüyen açıklar Uzakdoğu ekonomilerinin sürekli Amerika’ya mal satıp karşılığında kasalarına Amerika’nın hiç bir zaman ödeyemeyeceği kağıt parçalarını doldurmaları anlamına gelir ki, bunun ilelebet devam etmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. ABD’nin bütçe açığında ve cari açığında iyileşme trendleri ortaya çıkmazsa yakın gelecekte birileri “Kıral çıplak!” diyecek ve oyun bitecektir. Gelgelelim ABD’nin cari açığının azalması dünya efektif talebinin de düşmesi anlamına geleceğinden, bu sefer de Çin ve onun peşinden giden Uzakdoğu ekonomileri ürettikleri mallara pazar bulma sorunu yaşayacaklardır. ABD’nin tüketimi yavaşladığı takdirde şu anda diğer büyük tüketici Avrupa’nın veya Uzakdoğu’nun bu eksilmeyi telâfi edecek bir ek talep yaratması da mümkün görünmüyor. Dolayısıyla Amerika’nın borçlanmaya dayanan tüketim artışıyla Çin’in Amerikan talebine dayalı çılgın büyümesi dünya ekonomisini bir açmaza sokmuş görünüyor.

s.somcag

bradam
16-03-2005, 21:14
Ortam kötü kolla .. :D yarın endekse 24150 fiyat biçtim Lütfen not alın ...

hermes
16-03-2005, 21:25
ben yorumu abartılı buluyorum. dunya demek amerika demek değil ve çin tehdidi her zaman vardı. Bu gidişat 90 lardan 2000 lere kadar büyüyen amerikan ekonomisinin kötü yönetim yüzünden aşırı iyimserlik havasını üzerinden atmasıyla oluşan bir olgu. Bunun yanında mc donalds a gitmemeniz Burger King e gitmediğiniz yada hollywood filmi izlemediğiniz anlamına gelmiyor. Amerika hatalarına rağmen sistemini kuran bir ülke ve bugün bütün dünyaya hala bir şeyler satıyor ve teknolojik üstünlüğü olan kaynağı bol bir ülke. Bahsettiğiniz senaryolar ise bence aşırı kötümser ve gerçekçi değil. Global bir krize dunya suruklenmiyor sadece eskiden global bir kriz vardı zaten ama tam olarak bu krizden çıktık sinyali oluşmadı. Ama parçalı olarak kriz sırasında dünyadaki dengeler biraz değişti. Ben turkiye cumhuriyetinin de geleceğini oldukça parlak görüyorum. Biraz daha somut konuşuyorum ve 10 sene içinde avrupa nın ve rusya nın türk bankalarıyla dolup taşacağını, Avrupada gücümüzü sağlamlaştıracağımızı iddia ediyorum. Biz bu kriz sonrasında Avrupalılardan ve Amerikalılardan daha çok şey öğrendik. Bu arada gözlerden kaçmış olabilir Karadenizde petrol aramaları resmen başladı.

bradam
16-03-2005, 21:28
Arkadaşlar bir şeyi ben anlıyamıyorum.Lütfen beni aydınlatınız.Amerika yüksek cari açığından dolayı parasının değerini baskı ile düşük tutuyor.biz de yüksek cari acığımız varken paramızın degerini yükselttik diye seviniyoruz.Acaba? Amerikan ekonomisi yönetimi mi yalnış ?yoksa Türk ekonomisi yönetimi mi? ltf cevaplarınızı bekliyorum... :düsün: :D

FT-2
16-03-2005, 21:33
Arkadaşlar bir şeyi ben anlıyamıyorum.Lütfen beni aydınlatınız.Amerika yüksek cari açığından dolayı parasının değerini baskı ile düşük tutuyor.biz de yüksek cari acığımız varken paramızın degerini yükselttik diye seviniyoruz.Acaba? Amerikan ekonomisi yönetimi mi yalnış ?yoksa Türk ekonomisi yönetimi mi? ltf cevaplarınızı bekliyorum... :düsün: :D

bu çok basit, amerikan tahvilini alan yabancı direkt dolar sokuyor....

bizde ise dolar bozdurup TL alıyor...arz talep TL lehine çalışıyor..

FT-2
16-03-2005, 21:34
Küreselleşmenin Ekonomik Anlamı (Doğu Batı,Sayı 17,Mart 2002)


KÜRESELLEŞMENİN EKONOMİK ANLAMI

Türkiye’de sermayesi Türk halkının ödediği vergilerden, kullanılabilir fonları Türk halkının tasarruflarından meydana gelen Ziraat Bankasının nasıl bir yönetim şekline sahip olacağı, ayrıca yöneticilerinin kimliği Washington’daki IMF tarafından belirleniyor. TMO’nun bu yıl buğday alıp almayacağı, şeker fabrikalarının köylüden şeker pancarını kaça alacağı, memur maaşlarına ne kadar zam yapılacağı da. Talimatlar kamu sektörüyle sınırlı değil. Özel bankaların hangilerinin faaliyetine devam etmeye ehil olduğu, hangilerinin faaliyetine son verilmesi gerektiği de IMF’ye soruluyor. Yalnız bu işlere karışanlar IMF ve kardeş kuruluşu Dünya bankasıyla da sınırlı değil. İstenen adımlar atıldıkça Hazine ve Merkez Bankası bürokratları ABD ve Avrupa’da kapı kapı gezerek “kurumsal yatırımcı” sıfatını taşıyan birtakım şirketlerin çoğu 30 yaşın altındaki elemanlarına hükümetin yaptıklarını pazarlayıp onay bekliyorlar. Bütün bunlara ne gerk var diye sorarsanız cevap hazır: “Bunlar küreselleşmenin gereği!”

Ekonomide küreselleşme nedir? Azgelişmiş ülkeler açısından ekonomide küreselleşmenin özeti mal, hizmet ve sermaye piyasalarının metropol ülkelere açılması demektir. Metropol ülkelerin dünyanın geri kalanını kendi ekonomik nüfuz alanlarına dahil etme çabaları yeni değildir, ancak metropol ülkelerdeki ekonominin gidişatına göre bu eğilim tarih içinde farklı şekillere bürünmüştür.

90’lardan itibaren gelişmiş ülkeler azgelişmiş ülkelerle olan siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilerini “küreselleşme” etiketi altında takdim etmeye başladılar. Küreselleşme söylemine göre metropol ülkelerle dünyanın geri kalanı arasındaki çeşitli alanlardaki ilişkiler aslında tek bir sürecin farklı cepheleriydi ve bu sürecin adı küreselleşmeydi. Söylem, küreselleşmenin teknolojideki, özellikle iletişim ve bilgisayar teknolojisindeki (internet vs.) gelişmelerin doğal bir sonucu, dolayısıyla tarihin günümüzdeki akışını temsil eden, karşı konulması imkansız bir süreç olduğu iddiasıyla tamamlanıyordu. Söylemeye gerek yok ki, bu 90’lardan günümüze kadar olan metropol-çevre ilişkilerinin gerçeğe uygun bir tasviri olmaktan uzaktır.

Her şeyden önce bu ülke grupları arasındaki ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkilerin aynı sürecin parçaları olduğu iddiası doğru değildir. “Küreselleşmenin“ siyasi cephesi 1989’da Sovyetler Birliğinin dağılması sonucunda II. Dünya Savaşından beri süregelen iki kutuplu dünya sisteminin çökmesiyle oluştu. Ekonomik alandaki “küreselleşme” ise 1970’lerden başlayan ve kapitalist sistemin kendi dinamiğinin ürünü olan bir süreç.

Kapitalist ekonomi, her zaman bir yandan arz ve talebi, diğer yandan tasarruflarla yatırımları tam istihdamı ve istikrarlı büyümeyi sağlayacak şekilde dengeleme gücünden yoksundur. Bu tür istikrarlı büyüme dönemle ancak belirli tarihi şartlar altında ortaya çıkar ve modern kapitalizmin tarihinde düşük büyüme- yüksek işsizlik dönemlerine göre daha sınırlı bir yer tutar. Modern kapitalizmin tarihindeki en son ( ve en uzun) istikrarlı büyüme dönemi 1940’ların sonu ve 1970’lerin başı arasında yaşandı. Bu büyüme döneminin öncesinde 1929’da ABD’de borsanın çökmesiyle başlayan ve II. Dünya Savaşı sonrasına dek süren uzun ve derin bir depresyon dönemi vardı. “Büyük depresyon” olarak bilinen bu dönemde finans piyasaları krizin ülkeden ülkeye yayılmasında ve derinleşmesinde büyük rol oynamıştı. Bu sebeple 1944’te Bretton Woods konferansında savaşın galipleri ABD ve İngiltere savaş sonrası dünyanın ekonomik sistemini sabit kur rejimi ve sermaye kontrolü temelleri üzerine inşa ettiler. Amaç tabiatı gereği, reel ekonomiden farklı olarak çok büyük spekülatif kazançlara, ancak daha sonra da çok büyük boyutlu zararlara yol açabilen finans piyasalarındaki dalgalanmaları bir ölçüde sınırlamak, esas olarak da bu dalgalanmaların uluslararası krizlere yol açmasına engel olmaktı. Bu şartlar altında mesela 1994 Meksika krizi, 1997 Uzakdoğu krizi, 1998 Rusya, Brezilya krizleri ve 2001 Türkiye krizi gibi krizlerin ortaya çıkması imkansızdı, çünkü bu krizlerin uluslararası finans sermayesi önemli rol oynadı. Bütün bu ülkelerin finans piyasalarında metropol sermayesinin girişine bağlı spekülatif balonlar oluşmuştu ve bu sermayenin söz konusu piyasalardan çıkması bu ülkelerdeki krizleri ya tetikledi, ya da derinleştirdi. Bu krizler sonucunda güç duruma düşen ülkelerin veya metropol ülke yatırımcılarının kurtarılması metropol ülkelerinin şimdiye kadar yüz milyarlar mertebesinde faturalar üstlenmesine sebep oldu. 40’lar-70’ler dünyasında bu tür krizler yoktu, çünkü New York ya da Londra’daki bir küçük yatırımcının Singapur ya da Buenos Aires borsasında hisse senedi satın alma imkanı yoktu.

Sabit kur ve sermaye kontrolüne dayanan Bretton Woods sistemi kurulduğunda bir devrim niteliği taşıyordu. Kapitalizmin bütün metropol ülkelerini ve pratikte bütün dünya kapitalizmini kapsayacak bir sabir kur rejimi daha önce mevcut olmadığı gibi, ülkeler arasındaki sermaye girişlerinin hükümetlerce denetlenmesi de genel bir uygulama olmamıştı. 19. yüzyılda bugünkü anlamda finans piyasalarının ortaya çıkmasından sonra bu piyasalarda uluslararası alışverişler mal ve hizmet alışverişleri gibi büyük ölçüde serbest olmuştu. Osmanlı Devleti ilk dış istikrazını, ( yani bugüne uyarlarsak ilk Eurobond ihracını) 1850’lerde yaptı. Bu tahvilleri en çok İngiltere ve Fransa’nın ortadirek vatandaşları aldı. Bu yüzden 1875’te Osmanlı’nın borcu bini aşıp moratoryum ilan edince İngiltere ve Fransa’da kıyamet koptu, vatandaş sokaklara döküldü. Öte yandan 1860’lardan itibaren birçok zengin Osmanlı Vatandaşının, bu arada II. Abdülhamit’in de, Galata bankerleri aracılığıyla İngiliz ve Fransız “esham ve tahvilatına” oynadığı bilinir. Demek ki 1870’lerin, 80’lerin Türkiyesi 1930-80 Türkiyesine göre daha “küreseldi”!

Burada “küreselleşme” söylemindeki önemli bir yanlışı yakalıyoruz. Finans sermayesinin ülkeler arasında sınır tanımadan gezip dolaşması finans tekniklerinin gelişimi ve internetin icadıyla ancak son 15 yılda ulaşılabilen bir merhale değil. Bu işin en az 150 yıllık bir tarihi var. Bugün internetle, telefonla yapılan işlemler 19. yüzyılda da telgrafla yapılıyordu. Bu 150 yıllık tarihin içinde 1929 borsa çöküşü gibi finans piyasalarında çakan bir kıvılcımın bütün dünyayı içine alan derin bir bunalımı ateşlemesi gibi vahim bir yol kazası da yer alıyor. Tarihi perspektif içinde ele alındığında küreselleşmenin bir merhale değil, bir geriye dönüş olduğu açık. 1940’lardan 1970’lere kadar ekonomiyi “küreselleşmeden “ uzak tutmak için büyük çabalar gösterilmesinin sebebini anlamak için 29 bunalımını ve son 10 yılda gelişmekte olan piyasalardaki krizleri hatırlamak yeterli.

Sonuç olarak metropol sermayesinin denetimindeki IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların ve Türkiye’de bilinçli veya bilinçsiz olarak onların sözcülüğünü yapanların iddia ettiği gibi ekonomide küreselleşme “çağın gereği” veya “teknolojinin zorunlu sonucu” değildir. Metropol sermayesinin istikrarlı kar oranları elde edememesinin sonucunda başvurmak zorunda kaldığı riskli bir yatırım yöntemidir, ve Bretton Woods sistemine göre hem tarihi olarak, hem de toplumların kaderinin “piyasa güçlerinin”, yani spekülatörlerin insafına bağımlılık düzeyi, toplumların kendi kaderlerine hakim olması açısından bir ilerlemeyi değil, gerilemeyi temsil etmektedir. Küreselleşmenin siyasi cephesi olarak sunulan ABD hegemonyasına dayanan uluslararası sistemle de mantıki, içsel bir bağı olmadığı gibi, tarihçe olarak da bir paralellik göstermez. En önemlisi, azgelişmiş ülkelerde kalkınmanın finansmanının devletin planlaması ışığında, uzun vadeli banka kredileri tarafından desteklenmesi modelinden vazgeçilip borsa ya da tahvil piyasası aracılığıyla metropol ülkelerden gelecek sıcak paraya bağlanması, otomobilin icadıyla at arabasının tarihe karışmasına benzetilebilecek tarihi, teknolojik bir zorunluluk değildir. Bugünkü sistemden geri dönüş mümkündür, ve ekonomik küreselleşmenin son 20 yıllık seyrine bakıldığında bu konunun tartışılmaya başlamasının çok da uzak olmadığını söyleyebiliriz.

Doğu Batı, Sayı: 17, Mart 2002.

s.somcag

50ot
16-03-2005, 21:45
amerika'nın petrol bölgelerini işgal etme politikasının nedeni de budur... petrol EUR'la kote olduğu gün ABD biter..

FT-2
16-03-2005, 21:46
Küreselleşme Nedir? (Cumhuriyet Strateji Eki, 14 Şubat 2005)


Küreselleşme kelimesi 1990’lı yıllardan başlayarak ekonomi ve siyaset jargonunda sık sık boy göstermeye başladı. Sovyet Blokunun dağılması, bloktan kopan Doğu Avrupa ülkelerinin hızla Batı kapitalizmine entegre olması, bizzat Sovyetler Birliğinin Yeltsin döneminde Batı’nın güdümüne girer gibi görünmesiyle küreselleşme kavramı daha sık ve daha yüksek perdeden seslendirilir oldu. Ne var ki gittikçe hayatın her alanındaki değişimleri açıklamak için kullanılan bir sihirli kelimeye dönüşen bu kavramın net, bilimsel bir tanımına hiç bir yerde rastlanmıyordu. Kavram en genel ve basit anlamda bütün dünyanın gittikçe birbirine yakınlaşması, bütünleşmesi ve benzeşmesi sürecini tanımlıyordu. Ancak böyle tanımlandığında bu kavramı 1990’ların bir yeniliği olarak ortaya koymak mümkün değildi; çünkü dünyanın dört bir yanındaki farklı dil ve kültürlere sahip insan toplumlarının birbirleriyle ilişki kurarak kültür alışverişinde bulunmaları, böylece birbirlerine benzemeleri tarih öncesinden beri devam eden bir süreç. Bu tanımı daraltıp, bir bölgede ortaya çıkan bir ekonomik ve toplumsal sistemin dünya geneline yayılması, dünyanın geri kalanındaki ekonomik-toplumsal yapıları dönüştürmesi olarak ele alırsak, bu sürecin de Batı kapitalizmi tarafından son iki yüzyılda çok büyük ölçüde tamamlandığını görürüz. Küreselleşme sürecinin önemli bir boyutu olan, bazı yorumlara göre de lokomotifi olarak görülen teknolojik yenilikler cephesine bakarsak, 1990’larda ortaya çıkan internet, cep telefonu ve ikisinin bileşimi olan ürünlerin dünya çapındaki iletişimde yarattığı dönüşümün 19. yüzyılın ikinci yarısında önce telgrafın, sonra da telefonun kullanıma girmesinin yarattığı iletişim devriminin yanında önemsiz kaldığı da ortadadır. Demek ki dünyanın bütünleşmesi, benzeşmesi anlamında 1990’ları bir dönüm noktası, yeni bir çağın başlangıcı ilân etmek için sağlam bir gerekçe görünmüyor. O halde bu “Hızla küreselleşiyoruz” kampanyası neden ve nereden kaynaklandı?


Kampanyanın temel kaynağı başta ABD olmak üzere gelişmiş dünya ekonomilerindeki tıkanmadır. II. Dünya Savaşı sonrasında, 1970’lerin ortalarına kadar Batı dünyası ABD öncülüğünde tarihte eşi görülmemiş uzunlukta bir ekonomik refah ve zenginleşme dönemi yaşamıştır. Bugünün dünyasından bakınca inanması güç ama, 1948-1973 döneminde gelişmiş dünyanın ortalama yıllık büyüme hızı % 5 düzeyindeydi. Burada ayrıntısına girmeyeceğimiz, sistemin kendi iç dinamiğinden kaynaklanan, dış etkenlere bağlı olmayan sebeplerden ötürü bu büyüme dalgası 1970’lerin ilk yarısında sona erdi. Düşük büyüme hızı kapitalist ekonominin lokomotifi olan sermayenin kârlılığında ciddî düşüşlere, sermayenin dolaşımında tıkanmalara yol açtı. Buna karşı sermayenin ilk tepkisi yurt içinde oldu. ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher önderliğinde sosyal devlete savaş açıldı, sendikalar etkisizleştirildi, ücretler ve sosyal amaçlı kamu harcamaları geriletilirken gelir vergileri düşürüldü, kâr marjları sabit olan kamu tekelleri özelleştirildi. Bütün bunların sonucunda sistemde üretilen ekonomik artığın, yani katma değer toplamının emek-sermaye arasındaki bölüşümü sermaye lehine değiştirildi. Böylece kâr oranlarındaki düşüş kısmen telâfi edilmiş oldu. Ancak gerileyen ücretlerle halkın alım gücü, dolayısıyla toplam katma değer düştüğü için bölüşüm dengesini daha fazla sermaye lehine değiştirmek ekonomik durgunluğa yol açacağından bir süre sonra bu operasyonun sınırına ulaşıldı. Gelinen nokta sermayenin yeniden değerlenmesini rahatlatmaya yetmemişti. Bunun üzerine Batı sermayesi gözünü dünyanın geri kalanına dikti. Savaş sonrası dönemde Batı’da büyüme yüksek olduğu için bazı yoksul ülkelerin kalkınma çabalarına, ithal ikamesiyle sanayileşmelerine, yerli sermaye birikimi oluşturmalarına Batı fazla ses çıkarmamış, hatta kimi zaman kredilerle bu süreci desteklemiş, bu ülkelere yatırım malı satmayı kâr saymış, bir anlamda uluslararası Keynesçilik yapmıştı. Tabiî bunun bir sebebi de savaş sonrası dönemde Sovyet sisteminin geniş bir coğrafyaya yayılması, yoksul dünyada sosyalist hareketlerin güç kazanmasıydı. Fakat şimdi merkezde işler kötü gidiyordu. Elde birikmiş olan muazzam sermaye stokunu değerlendirmek imkânsız hale gelmeye başlamıştı. Bu sermaye birikimi artık ürüne, katma değere dönüşecek kanallara akıtılamazsa er geç sistem 1929 benzeri bir aşırı birikim kriziyle sarsılacaktı. Dolayısıyla Batı sermayesinin acilen dünyanın geri kalanındaki sermayeyi değerlendirecek üretim süreçlerine el koyması, en azından buralarda üretilen katma değere ortak olması gerekiyordu. İşte bu şartlar altında Batı’nın dünyanın geri kalanına yönelik neoliberal küreselleşme dayatması başladı.


Gelişmekte olan ülkelere Batı sermayesinin istediği gibi girebilmesi için önce sermaye kontrolünün kaldırılması istendi. Ardından bu ülkelerde menkul kıymet borsalarının kurulması ya da geliştirilmesi gündeme geldi. Bu amaçla KİTlerin özelleştirilmesi ve borsada halka arz edilmesi, devletin bütçe finansmanında borçlanmaya ağırlık vermesi ve bunu da borç senedi ihracıyla piyasalardan yapması gerekiyordu. Dünya Bankası ve IMF 1980’lerden itibaren bu reçeteyi gelişmekte olan ülkelere pazarlamaya başladılar. Hatırlanacak olursa o dönemde Türkiye’deki Özal hükümetleri IMF ve Dünya Bankasının iyi bir öğrencisi olarak bu reçeteyi adım adım uyguladı. Önce 1985’te İstanbul Menkul Kıymetler Borsası kuruldu, 1989’da 32 sayılı kararla bütün sermaye kontrolleri kaldırıldı ve yine aynı yıl vergi oranları düşürülerek bütçe açığı iç borçlanmayla finanse edilmeye başlandı. KİTler öncülüğünde planlı kalkınmaya son verilerek özelleştirme programıyla kamu ekonomisini tasfiye süreci başlatıldı. Devlet öncülüğünde karma ekonomi ve planlı kalkınma anlayışıyla örgütlenmiş, bu sayede 1960’larda ve 1970’lerde çok başarılı bir kalkınma hamlesi gerçekleştirmiş olan ekonomik yapıya aşağılama amaçlı olarak “son komünist devlet” adı takıldı.


Bu hareketin dünya çapında mesafe katetmesine paralel olarak, yapılanların “dünyayla bütünleşmek” anlamına geldiği söylemiyle küreselleşme ideolojisi de oluşturulmaya başlandı. Ancak dünya çapındaki finansal entegrasyon ve neoliberal politikaların yaygınlaşması sürecinin “küreselleşme” adı altında vaftiz edilmesinde 1989’dan itibaren Sovyet Blokunun çatırdaması bir dönüm noktası oldu. Doğu Avrupa’daki kapitalizm dışında bir dünya kurma gayretlerinin 70 küsur yıl sonunda iflâsı başta ABD olmak üzere Batı’ya kapitalizmin ve Batı değerlerinin evrenselliğini ilân etme fırsatı verdi. Sovyet sisteminin varlığı şimdiye kadar Batı’nın gelişmekte olan dünyaya hâkim olmak için yürüttüğü siyasî, askerî ve ekonomik baskıyı sınırlıyordu. Bu sınırlamanın ortadan kalkmasıyla Batı dünyanın geri kalanına mutlak şekilde tahakküm etme niyetini bütün çıplaklığı ve fütursuzluğuyla açığa vurdu. Bu atmosfer içerisinde küreselleşme söylemi, hatta ideolojisi nihaî şeklini buldu.


Bu ideolojiye göre bütün dünya artık küresel bir köydü. Bu köyde herkes Coca Cola içip McDonalds hamburgeri yerken neoliberal ekonomi politikaları uygulayacak, ülkesini sonuna kadar Batı sermayesine açacak, sosyal devlet, kalkınma, devletçilik, korumacılık gibi modası geçmiş kavramları terk ederek kalkınmayı ülkeye gelecek Batı sermayesinden bekleyecek, ayrıca bu sermayeye ülkenin sabit sermaye yatırımlarından istenenleri özelleştirme adı altında devretmeye hazır olacaktı. Siyasî planda ise büyük köyün küçük ülkeleri Batı’nın insan haklarını, etnik ve dinî azınlıkları koruma, veya demokrasiyi derinleştirme amacıyla içişlerine karışmalarını kabul edecekler, hatta bunu memnuniyetle karşılayacaklardı. Çünkü bilgisayar, internet ve cep telefonu çağında dünya hızla küreselleşiyordu ve ayrıca Batı kapitalizmi Sovyet sistemini yenmişti!
Bu özete bir karikatür gözüyle bakmamak gerekir, çünkü ABD patentli küreselleşme ideolojisinin bundan daha tutarlı, daha bilimsel bir açıklamasını bulmak mümkün değildir. Bu açıklamalardan şu sonuçları çıkarabiliriz:


Küreselleşme herhangi bir objektif ve kaçınılmaz tarihî sürecin adı değildir. Bu nitelikte bir süreç olan teknolojik gelişme, özellikle iletişim teknolojisindeki gelişme, küreselleşme söylemi içerisinde sadece Batı’nın küreselleşme hedefi için bir gerekçe olarak yer almaktadır. Küreselleşmecilerin asıl kastettiği dünyanın geri kalanının ekonomik ve siyasî olarak Batı’nın denetimine girmesidir. Yoksa bunların Nepal’de her eve internet bağlatmak gibi bir hedefleri yoktur. Demek ki küreselleşme Batılı güçlerin iradelerinden bağımsız, objektif bir süreç olmayıp Batı’nın bilinçli bir hedefidir. Buna tek kutuplu dünyada Batı emperyalizminin yeni adı da diyebiliriz. Bu hedefin ağırlık noktası ise neoliberal politikalarla bütün dünyanın ekonomik kaynaklarının, sabit sermaye stokunun, menkul kıymetlerinin Batı sermayesine açılması, onun denetimine girmesidir. Batı’nın bu hedefe kilitlenmesinin sebebi ise 20 küsur yıldır Batı ekonomilerinin durgunluk eşiğinde yaşamaları, canlı bir büyüme ve sermaye birikimi temposuna bir türlü ulaşamamalarıdır. 1990’larda bu hedefin dayatılmasındaki cüretkârlık dozunun yükselmesi ise dünyadaki iki kutuplu askerî dengenin ortadan kalkmış olmasından kaynaklanmıştır. Kurulduğu 1944 yılından 1980’lere kadar uluslararası ödemeler dengesi sorunlarını çözmekle uğraşan IMF de bu yeni döneme uyarlanarak dünyanın geri kalanında Batı’nın küreselleşme hareketinin bekçi köpekliğini yapmakla görevlendirilmiştir. Küreselleşmecilik ise Batı’nın bütün dünya ekonomisine hâkim olma, buna bağlı olarak mecburen yine dünyanın geri kalanını siyasî olarak da kendine bağımlı kılma hedefini dünyanın geri kalanına benimsetmek, haklı göstermek için ürettiği bir ideolojidir.


Görüldüğü gibi anlatılanların hiç biri Türkiye’ye hiç bir şekilde yabancı değil, bilâkis çok tanıdıktır. Çünkü gerek ekonomisinin belli bir boyuta erişmiş olması, dinamizmi, doğal kaynaklarının zenginliği, gerekse jeopolitik, siyasî ve askerî önemi sebebiyle Türkiye Batı’nın küresel saldırısının baş hedeflerinden biridir. Bu yüzden Türkiye Arjantin’le beraber Batı’nın ekonomik küreselleşme reçetesinin en büyük sadakatle uygulandığı iki yarı-sanayileşmiş ülkeden biridir. Türkiye’nin Kıbrıs, Ege, Irak’ın kuzeyi gibi kendi güvenliğini doğrudan doğruya ilgilendiren konularda kendi hak ve çıkarlarına sahip çıkmasına karşı yurt içinde büyük sermaye ve medyanın bir bölümünden ve bazı sivil toplum kuruluşlarından şiddetli itirazların yükselmesi, bunların bu konularda AB ve ABD ağzıyla konuşmaları (1970’lerde, hatta 1980’lerde böyle bir durum tasavvur dahi edilemezdi) Batı’nın küreselleşme programının Türkiye’de siyasî cephede de önemli bir başarı elde ettiğini ortaya koymaktadır.


s.somcag

FT-2
16-03-2005, 22:05
Amerika'nın bütçe açığı ve cari açıktan oluşan 'çifte açığı', ulusal parası doları değer kaybına uğratıyor. Bu süreç, 11 Eylül 2001 sonrasındaki 'terörle savaş' süreci ile hız kazandı. 2005 yılında ABD'nin finanse etmesi gereken açık 800 milyar dolar seviyesinde. Bu açık, ağırlıklı olarak cari fazla veren ülkelerin merkez bankaları tarafından finanse ediliyor. Bunların başında da, Japon ve Çin merkez bankaları geliyor. Cari fazla ile rezerv artışı yapan ülkelerin merkez bankaları ise bu rezerv artışının yüzde 70'ini dolarda tutuyorlar. Yani, cari fazla veren ülkelerin tercihi dolar olduğu sürece, ABD'nin dev cari açığı finanse edilmiş oluyor.
Çin'in döviz rezervleri 2004 yılında yaklaşık 90 milyar dolar artarken, Çin dışında kalan gelişen Asya ülkelerinin rezervleri 70 milyar dolara yakın arttı. Rusya'nın döviz rezervlerindeki artış ise 25 milyar dolar oldu. Bu üç ülke grubunun döviz rezerv artışı toplamı, ABD'nin cari açığının dörtte birine yakın.
Çin Merkez Bankası'nın döviz rezervlerinin 2005 sonunda 670 milyar dolara ulaşması bekleniyor. Yani, kabaca 100-120 milyar dolarlık döviz rezerv artışı olacak. Çin'in, bugünkü koşullarda ABD'nin finansmanını sürdürecek ölçüde dolar ağırlıklı yatırım tercihini sürdürüp sürdürmeyeceği bilinmiyor. Ancak, mevcut döviz rezervleri içinde doların yüksek ağırlığı nedeniyle, doların değer kaybına bağlı olarak uğradığı zararın yaratacağı rahatsızlığın da etkili olması muhtemeldir. Çin Merkez Bankası'nın artan rezervlerde farklı para tercihine kayması, doların değer kaybını hızlandırabilecektir.
New York Üniversitesi'nden Nouriel Roubini ve Oxford Üniversitesi'nden Brad Setser'in yazdıkları '2005-2006'da Sert İniş Riski' başlıklı çalışmada, ABD'nin bütçe açığını azaltmak için anlamlı adımlar atmaması halinde, Asya merkez bankalarının artık bu açıkları finanse etmekten vazgeçebilecekleri yorumu yapılıyor. Asya ülkelerinin (merkez bankalarının) bundan vazgeçmeleri ile birlikte, özel yatırımcıların bu finansmanı taşımalarının mümkün olmaması nedeniyle, ABD'deki tüketime dayalı büyüme modelinin limitlerine ulaşılacağı belirtiliyor.
Yazarlar, bu gelişmenin, Amerikan dolarında daha fazla değer kaybını, ABD'de tahvil faizlerinin yükselmesi ve tahvil fiyatlarının hızla aşağı seyretmesini getireceğini, bunun da, riskli yatırım araçlarının fiyatlarında çöküşe neden olacağını tahmin ediyorlar. Amerikan ekonomisi, keskin bir durgunluk dönemine girerken, hisse senedi, konut fiyatları, yüksek getirili özel kesim tahvilleri ve gelişen piyasa borç senetlerinin fiyatları hızla gerileyecek. Bu gelişme sadece ABD ile sınırlı kalmayacak, ekonomileri ABD ekonomisindeki büyümeye endeksli ekonomiler de bundan
çok etkilenecek. Yazarlar, 'eğer ABD'nin finansmanı imkânsız olursa, küresel düzeltme de kaçınılmaz olur' görüşündeler.
Görünen o ki, dünya mali ve ekonomik gündemi, önümüzdeki 10 yıllık bir dönemde, ABD'nin 'çifte açığı' ve Asya ekonomilerindeki politika tercihlerine odaklı olarak gelişecek.
Biz ne mi yapıyoruz? Geçmişte Latin Amerika ülkelerinin uyguladığı ve başarısızlıkla sonuçlanan sermaye kontrol yöntemlerini (kısa vadeli fonlara vergi koymak) uygulamayı teklif eden sözde 'önerileri' tartışıyoruz. Ya da Arjantin'e yoksulluk getiren 'borçları iskonto etme' konusunu.

u.gürses

şef
16-03-2005, 22:13
sayın FT-2 , makro ekonomik-siyasi olayları takip ettiğin, iyi fikir jimlastiği yaptığın anlaşılıyor. mamafih çoğunluğun sıkıntıdan gerildiği bugünlerde sende uzun uzun içimizi dahada karartan yazılar yazıyorsun. herşey bukadarmı aniden kötüleşti. yani amerika, aynen bizim gibi, dış açık veriyorsa, elbette bunun çaresine bakmalıdır. oh ne ala bol keseden ye , tüket. onlarda maçayı sıkmalılar. daha az tüketmeliler.
1. daha az tüketmeleri sonucu ham madde fiyatları, özellikle petrol ucuzlamazmı?
amerika faiz arttırmaya devam ediyor ve edecek.
2. bu amerikanın dışarıya para aktarımı demek. yani dünyanın diğer kısımlarının amerikaya karşı daha fazla gelir elde etmesi demek. dünyaya refahın yayılması için iyi.
3.dünya sadece amerikadan müteşekkil değil. bir çin, bir hindistan gelecek yıllarda daha dünya için daha büyük pazar olacaklar.
4. öylede olsa böylede bugün için hisse senedi piyasamızın hala %58 i yabancıların elinde.
5.ve 2000 deki gibi bir kriz yaratamıyacaklardır. çünkü elimizde bu kez arjantin örneği var. o kartı bize açtırmayacaklardır.
sayğılar.

FT-2
16-03-2005, 22:17
Washington- ABD Başkanı Bush, Beyaz Saray'da düzenlediği bir basın toplantısı ile Dünya Bankası başkanlığına ABD Savunma Bakanlığı müsteşarı Wolfowitz'i aday gösterdiğini açıkladı. Bankanın en büyük ortağı olan Amerika'nın bu adayının başkan olabilmesi için Avrupa ülkelerininde onayı gerekiyor. Bir çok siyasi gözlemci bu durumun, Amerika'nın siyasetinden sonra ABD'nin dünya parasının kontrolunu da NEOCON'culara teslim ettiğinde birleşiyor. 16.Mart.2005

FT-2
16-03-2005, 22:21
şef:bu konuları anlayabilmek için yahudi tarihini ve onların uzun vadeli amaçlarını iyi bilmek lazım...

dünya ekonomisinin bu hale gelmesi amerikayı azgınlaştırıyor ve amerika ister istemez yahudilerin taşeronu durumuna düşüyor...son 4 yıldaki amerikan politikaları sadece israile yarıyor...sırf ne için, amerikan toplumu daha büyük bic mag yesin, duble kola içsin 6-8 silindirli jeepler binsin diye....

hasay
16-03-2005, 22:21
sayın ft yorum için teşekkürler... ancak abartılı ve kötümser bir bakış açısı olarak değerlendiriyorum.. .. 2001 yılında 98 de daha geriye gidersek 94"te de insanların çok kötümser dönemleri oldu. gerçekten kriz geçirdiğimiz dönemlerdi. moraller bozuldu, paralar kaybedildi.. ancak bir süre sonra herşey normale döndü.. daha iyiye gidildiği oldu.. bu kez de aşırı iyimser gözlükler takıldı.. inanılmayacak öngörüler herkesin diline düştü.. ve bugünlere geldik..

sonuçta dünyanın geleceğini çok iyi görmüyorum , herşey iyiye gitmiyor ama potansiyel üçüncü dünya savaşının nedenleri arasında sayılabilecek bir senaryonun en azından şuanda geçerli olmadığını düşünüyorum.. biraz soğukkanlı olmak lazım..

FT-2
16-03-2005, 22:26
devamlı iyimser seneryolar yazan uğur gürses bile bu aşamaya gelmişse iş ciddidir demektir.

melekcik2
16-03-2005, 22:31
sn .hasay
soğuk kanlı da nereye kadar.milletin kanını dondurdular soğuktan.o satanlara da selam olsun ve de helal olsun yine öptüler milleti hemde hiç beklenilmeyen pardon istenilmeyen bir zamanda.şimdi tepki verse ne olur.bütün dünya da dolar bugün değer kaybetti bizde yükseldi.parite yatay seyretseydi o zaman görürdük 5 kuruşluk artışı.bize hava kaldı yine.mmmm mis gibi çamlıca havası :mad:

FT-2
16-03-2005, 22:32
Paradigmanın sonu mu?
Uğur Gürses


Amerikan Doları uluslararası piyasalarda son üç yılda yüzde 45'e yakın değer yitirdi. Temel neden, 2000 yılından itibaren artan cari açık. Son 4 yıl, cari açığın GSYİH'ya oranı yüzde 4'ün üzerinde. 2004 yılında da yüzde 5'in üzerine çıkmış durumda. Sadece cari açık değil, yıllık yüzde 6'lık bir bütçe açığı da önemli bir etken. Kasım ayında, Harvard Üniversitesi'nden Kenneth Rogoff ile californiya Üniversitesi'nden Maurice Obstfeld'in bir makalesine atıfta bulunarak, dolardaki değer kaybının dış ticaret açığını düzeltmesinin beklenmediğini yazmıştık. Rogoff ve Obstfeld, dış açığın toplam üretime oranının yüzde 5 olduğunu, ancak, aslında açığın ticarete konu mal üretiminin yüzde 20'si oranında olduğuna işaret ederek, açığın kapanması için, 'doların değer kaybı, dış açığı azaltır' yaklaşımını eksik buluyordu. Onlara göre, ABD'de dengenin kurulabilmesi için, ticarete konu olmayan malların fiyatlarının düşmesi gerekiyor. Böylelikle, ticarete konu olan mallarla olmayan mallar arasındaki göreli fiyatların dengelenerek, döviz kurunun dış açık üzerinde dengeleyici etkisinin artabileceği sonucu çıkıyor. Rogoff ve Obstfeld'in, bu gerekçelerle değer kaybının süreceğini, piyasadaki sert hareketlerle bunun yüzde 40'ı bile geçebileceğini düşündüklerini yazmıştık. Sadece açık değil, aynı zamanda açığın finansmanını sağlayan unsurlarda da 'portföy tercihi' değişimi olabileceği, bunun da doların değer kaybı sürecini devam ettireceğini not etmiştik. Kasım ayından bu yana, ABD Doları yüzde 8.5 oranında değer kaybetti.
ABD'de MIT üyesi akademisyenler Olivier Blanchard, Francesco Giavazzi ve Filipa Sa'nın, 'ABD Cari Açığı ve Dolar' başlıklı çalışmasında, sıkı maliye politikasına geçmeden ABD Doları'nın toparlanmasının zor olduğu sonucuna varılıyor. Çalışmayı yapan akademisyenler, doların uluslararası piyasalardaki değer kaybının süreceği sonucuna ulaşıyorlar. ABD'de faizlerin yükselmesi ve dolar cinsinden yatırım araçlarına talebin artması durumunda, doların değerlenebileceği, ancak bunun geçici bir 'toparlanma' olacağı belirtiliyor. Doların bir süre değer kazanması ve görece yüksek faiz nedeniyle, ABD'nin dış yükümlülüklerinin artacağı, artan yükümlülüklerin faiz ödemeleri ve finansmanı için daha fazla fona ihtiyaç duyulacağından, bunun da uzun vadede değer kaybını artıran ana neden olacağı vurgulanıyor.
Son dönemde mali piyasalarda 'kulak kabartılan' önemli haberler, Asya'daki merkez bankalarının rezerv tercihlerine ilişkin haberler oldu. Gelen haberlere bakılırsa, değer kaybı hızlanan dolar nedeniyle 'hassasiyet' artıyor. Japon, Kore ve Çin merkez bankalarının tuttukları dev döviz rezervleri içinde ABD Doları'nın payı azalacak görünüyor. 850 milyar dolarlık döviz rezervi olan Japon Merkez Bankası ve 500 milyar dolarlık döviz rezervi olan Çin Merkez Bankası'nın, doların payını zaman içinde yüzde 10 azaltmaları bile, Amerikan mali varlıklarına olan talebin 135 milyar dolar azalması demek olacak. Pay azaltmak bir tarafa, dolar alımını durdurmaları bile ABD'nin yıllık 600 milyar dolarlık cari açığının finansmanını olumsuz etkileyecek. Yazarlara göre, belki de daha kötüsü, Çin'in döviz kuru rejiminde 'peg' sistemini beklenenden erken terk etmesi, ulusal parası yuanın değerlenme sürecini başlatırken, doların değer kaybını artıracak. Bu gelişme normal koşullarda dolar için 'kötü haber' olarak algılanırken, yazarlar, bunun asıl Avrupa ve Japonya için daha kötü olacağını düşünüyorlar. Nedeni, Avrupa ve Japonya'nın ulusal paralarının daha da değer kazanması olacak.
Özellikle Avrupa'da, hem faizlerin düşük olduğu, hem de bütçe açıklarının yüksek olduğu bir dönemde değerli bir ulusal para nedeniyle maliye politikası 'manevrası' olanaksız olacak.
Son yıllarda hammadde ile enerji piyasasında ve taşımacılık sektöründe belirleyici oyuncu olarak küresel ekonomiye damgasını vuran Çin, şimdi de dünya para piyasalarında 'muhtemel' belirleyici bir oyuncu olarak yerini alacak görünüyor.
Amerikan Doları'nın dünyada rezerv para olduğu olgusu ve şimdiye değin buna ilişkin 'paradigmanın' yok oluşuna mı tanık oluyoruz

Ali Baba
16-03-2005, 22:37
Ortam kötü kolla .. :D yarın endekse 24150 fiyat biçtim Lütfen not alın ...


Not aldım deftere :bravo:

FT-2
16-03-2005, 22:37
Büyük çelişki ve timsahların gözyaşı

Uğur Civelek



Dünya ve Türkiye ekonomisinde yaşanan gelişmeler ve piyasalar üzerindeki etkisini incelediğimizde garip bir çelişki ile karşılaşıyoruz. Gerek dünya gerekse Türkiye ekonomisi hem ağırlaşan yapısal sorunlar hem de hızla olumsuzlaşan rekabet koşulları nedeniyle bunalıyor; denge kavramını unutmak zorunda kalırken günü kurtarmakla yetinmek zorunda kalıyor. Piyasa ekonomisinin kendi kural ve ilkeleri çerçevesinde sorunları çözemiyor olması bu sonuçla etkili oluyor ve uluslararası siyaset çerçevesinde başarısız çözüm girişimleri ön plana çıkıyor. Çelişki ise Türkiye'de reel kesim ve mali kesimin küresel düzeydekinden çok daha farklı etkilenmesinden kaynaklanıyor. Her nasılsa uluslararası finans sistemine ilişkin olumsuzluk ve belirsizlikler, aşırı kırılgan olduğunu bildiğimiz finansal yapımızı pek etkilemiyor, hatta tam aksine olumlu gelişmelere sebep oluyor. Fakat reel kesim açısından tam aksi bir durum ortaya çıkıyor: Türkiye'deki rekabet koşulları, küresel düzeyde yaşanandan çok daha hızlı bir şekilde olumsuza kayıyor. Piyasa ekonomisi kurallarının geçerli olduğu bir ülkede reel kesim kan ağlayıp aciz duruma düşerken mali kesim ve finansal piyasaların bulutların üzerinde dolaştığı bir duruma ilk defa tanık oluyoruz. Bu büyük çelişkiyi ne AB ne de IMF'e bağlı beklentilerle açıklamak mümkün değil. Bu tablo karşısında iki alternatif karşımıza çıkıyor; ya Türkiye'de piyasa ekonomisi hiç çalışmıyor ve görüntü altında içerden ve dışarıdan destekli büyük bir manipulasyon yapılıyor, ya da piyasa ekonomisi adı altında bugüne kadar evrim geçiren bilgi birikiminin tümü yanlış.
Şahsen piyasa adı altında içeriden ve dışarıdan destekli büyük bir manipulasyon yaşadığımızı düşünüyorum görüntü ile gerçekler arasındaki farkın her geçen gün büyüdüğünü, bu durumun da reel kesimi felç ederken mali kesim ve kamunun günü kurtarmasını sağladığını tahmin ediyorum. Türk Lirasındaki aşırı değerlenmenin, buna bağlı olarak enflasyon ve faizlerde düşüş yaşanırken reel kesimdeki durumun hızla kötüye gitmesine kayıtsız kalmasının bana göre başka bir anlamı yok. Merkez Bankası'nın enflasyon rakamlarının ardından para piyasası faizlerini 1 puan kadar aşağı çekip dövize doğrudan alım müdahalesinde bulunması, piyasanın yapılan döviz alımını, 2 milyar doları aşan müdahaleye rağmen kur yükselmedi diyerek abartması, görüntüyü kurtarmak adına vitrin düzenlemek çabasından başka bir şey değil.
Mali sistem döviz kurunda yukarı bir harekete izin veremezdi, yükselmemesi için ne gerekiyor ise yapmak zorunda idi. Zira döviz kuru yukarı gittiğinde enflasyonun nereye gideceğini geçen yıl nisan ayı deneyimi nedeniyle çok iyi biliyordu! Döviz kurundaki yukarı hareket çığ gibi büyümüş, kontrol kaybedilmiş, menkul kıymet portföylerinin önemli ölçüde değer kaybetmesi önlenememişti. 2005 yılı ilk çeyrek bilançolarının şekillenmesi öncesinde böyle bir duruma tahammül edemezlerdi. Ayrıcı para piyasasının da rahatlaması bunun için de Merkez Bankası'nın yüklü döviz alımı yapması lazımdı ve ilk çeyrek dönemin sonuna yaklaşılmıştı... Bankalarımızın görücüye çıktığı bir ortamda aksi yöndeki bir ihtimale hiçbirinin tahammülü yoktu. Reel kesimin durumu ise ne Hazine ve Merkez Bankası'nın ne de bankalarımızın umurunda. Günü kurtarmak ve beklentileri olumlu çizgide yönlendirmek gerekiyordu. Reel kesimin üvey görüldüğü ve can derdine düşüldüğü ortamda dostların alışverişi daha farklı olmuyor.
Merkez Bankası Başkanı'nın "YTL'yi aşırı değerli buluyorsanız yapacağımız şey çok açık: O da dürüst şekilde döviz almaktır" sözleri oldukça ilginç. Kendisi YTL'yi aşırı değerli bulmuyor ama yine de piyasadaki dengesizlik nedeniyle değil de reel kesime üzüldüğü için dürüstçe döviz alıyor! Hatırlanması gereken bir şey var: Siyasilerin ve mali sistemin gücü döviz kurunu yükseltmeye yetmiyorsa, bu toplumunki yeter. Eğer bunu görmek istiyorlarsa aynı tavırlarına devam etsinler. Arjantin, Meksika veya Brezilya'daki gelişmelerde çok bilenlerin kendi toplumlarından asla unutamayacakları bir ders aldıklarını akıllarından çıkarmasınlar. Timsah gözyaşları için artık geç, toplumla inatlaşmanın maliyeti ise çok ağır oluyor... Başta belirttiğimiz büyük çelişki ile durumu idare edeceklerini sananlar hayal görmeye devam ediyor...

greenback
16-03-2005, 23:01
ekonomist arkadaşlar daha iyi bilir ya...

hani bir senesinde japonlar da dünya ticaretine (amerika özelinde) zarar verir hale gelmişti de,sonra gene petrol fiyatları artıp,dolarda feci düşmüştü...japonlarda abd de fabrikalar açıp,cukkayı abd bondlarına gömdülerdi...

o zamanın japonu,şimdinin çini değil mi ki...

oynanan oyun niye farklı olsun ki...


İacocco amca kitabında durumu gayet açık yazdıydı...

yanlışım varsa düzeltin...

polisaj
17-03-2005, 02:25
Amerika cari açık rakamları açıklandı.

Tam tamına 665,9 milyar dolar açık !

PIERCE
17-03-2005, 04:20
bu çok basit, amerikan tahvilini alan yabancı direkt dolar sokuyor....

bizde ise dolar bozdurup TL alıyor...arz talep TL lehine çalışıyor..

olay sudur abd nin sorunu ithalata dayalidir saglam buyumuyorlar sakat gidiyorlar asil neden ithalat falan da degildir yaptiklari yuksek miktarlarda askeri harcamalardir uzakdogu ulkelerinin abd ye fon aksi sagladiklari dogrudur bir nevi marshall yardimi seklinde dusunebilecegimiz bu olay bir gun biter. senin 2.30 dan aldigin bono bir hafta sonra 2.50 sonraki hafta 3 e cikarsa senin sattigin malin kar marji duser. abd bu sekilde giderse dolar global arenada dusmeye mahkumdur fakat abd'nin bu sekilde gitmeyecek gucu ve kabiliyeti de vardir ancak dolarin turkiyede neden ciktigini biri mantikli bir sekilde aciklarsa bende ogrenmi$ olurum.

Bende diyorum ki turkiye gibi gelismekte olan ulkelere fon akisi surecektir cunku bu adamlar bir yerlerden kagit bulmak zorundalar bir yeri shortlayip bir yere swaplamak durumundalar turkiyenin onu aciktir ekime kadar. ancak nisan basinda dolarin 1400 u gectigini gorebiliriz sonra inmeye devam edecektir ekime kadar diyorum bakin.

Turkiyenin sorunu baskadir turkiyedeki sorun faizdir butun gelirlerimiz faiz harcamalarina gitmektedir yatirim yapilmamaktadir turkiye bu durumu tersine cevirmek istemektedir ve haklidir bu faiz dusmelidir simdiye kadar da basarili olmustur fakat bu basari gokten gelmemistir abd nin kotuye gitmesi %90 bu durumu ortaya cikartmistir.

turk lirasinin degerli olmasi durumu buradan kaynaklanmaktadir yapisal reformlar cikarilan kanunlar guven ortamini tabii ki hazirlamistir hukumet akillica politikalar izlemistir ben sahsen basbakanimi her gun farkli bir ulkede gormekten mutluluk duyuyorum eskiden nasildi bir hatirlayiniz.

menealaos
17-03-2005, 11:30
olay doların rezerv para olmasıyla ilgilidir, senyoraj (artan üretimi dengeleyecek para basma) yetkisi amerikadadır.. eğer piyasaya sürülen para likiditesi üretimi aşıyorsa enflasyo oluşur yani paranın değeri düşer, düşmek zorundadır arz-talep yasası gereği.. ikinci durum sermaye hareketleridir, dolara güven azalıyorsa soros ve buffet gibi spekülatörler dolar satar ve dolar düşer, zaten durum tam böyle..

bizle ilgisine gelirsek, amerikayla ticaretimiz yok gibi bir şey (toplamda %5'den az), amerika tüketimi azaltırsa dünyada en son etkilenecek olan bizim ihracatımızdır.. öte yandan bizim sanayi üretim yapısı dolar ağırlıklı girdiler ve avro ağırlıklı satışlar şeklindedir, doların düşmesinden dünyada en çok fayda gören yine türkiye oluyor.. üstelik borçlarımız da dolar ağırlıklıdır..

ama risk şudur : amerikan ekonomisinin kötüye gitmesi amerikalıların dünyanın her yerinde savaş ve katliam yapma arzusunu kamçılamaktadır, bunu ilk yapacakları yer de büyük ortadoğu ve biz de bölgenin en kuvvetli ordusuyuz.. bu yüzden bizi tetikçi olarak kullanma arzusu asla bitmeyecektir..

peki bütün bunların dolar / lira kuruna etkisi nedir ? yukarda bahsettiğim her durum lirayı destekler : paritenin gidişi üretim ve ticari yapı olarak bizi destekler, çünkü dolar bazlı girdi kullanıp avro bazlı satış yapıyoruz.. amerikyla ticaretimiz yok.. tetikçi olmayı kabullenirsek de, global finans kapital türkiyeye sermaye akıtarak bizi ödüllendirir..

FT-2
27-04-2005, 00:34
amerikanın cari açığının artması doları daha fazla değersiz hale getirecek olması, AB nin rekabet gücünü azaltacak, ABD fazileri yükseltecek, böylece dowda keskin aşağı dönüş, emlak fiyatlarında sert düşüş olacak... faizlerin artması iç tüketimi azaltacak, iç tüketimin azalması amerikaya ihracat yapan AB ve uzak doğu piyasalarını daha da durgunluğa itecek, AB nin ihracatında azalması, iç piyasasının yaşlı nüfusu nedeniyle zaten diplerde olması ndeniyle şirketler ya stoklara çalışacak ya da fabrikaları kapatacak... işsizlik artacak, dünya ile reekabet edebilmek için çalışanların ücretlerini azaltmaya gidecekler.... buna kuvvetli olan sendikalar karşı çıkacak, iç çatışmalar artacak, halklarda panik başlayacak, bu da tüketimi daha çok azaltacak, insanlar seyahet etmeyecekler, hava yolu ve turizim şirketleri çok darbe yiyecek, amerikanın faiz artırıması bizim gibi ülkelerde borsa ve bono piyasasının sonu olacak, gerisini 2001 den biliyoruz...

doların artan faize rağmen düşüşü devam edecek...bu durumun, sanılanını aksine amerikan mallarına talebi artırmayacak yani amerikanın ihracatı azalacak, örnek (12 yaşındaki oğlum, yurtdışından kendisine gelen kaliteli bir tişörtü üzerinde amerikan üniversitesinin ismi var diye bir gün olsun giymedi, oğlum evde bari giy diyorum giymiyor) kola içmeyeli, mac danıldsa gitmeyeli neredeyse yıllar oldu)...bu sadece bizim gibi ülkelerde değil dünyanın her tarafında böyle.. bir de amerikanın silahından, intelinden, windovsundan başka satacak neyi var ki?


doların değer kaybetmesi çin mallarının her yeri işgal etmesine neden olacak....

bu günleri çok arayacağız çok...

en iyisi ileride aç kalmamak için tarıma elverişli bir yerlerde 2-3 dönüm tarım arazisi alın...

ne olur ne olmaz...

.................................................. ...............................................

yeniden merhaba....

bir hatırlatayım dedim.....USA piyasaları gene çakılmış da...

KARAHAN
27-04-2005, 01:08
hoşgeldin dede:)

alkazar
27-04-2005, 08:55
Elveda Amerika, elveda kapitalizm...
Satrançta, acemiler için en tehlikeli an, oyunu kazanacağına inandığı andır, bütün dikkatini kendi oyununa ve galibiyet hamlelerine odakladığı için oyunun bütününü gözden kaçırır.

Rakibin kendisini bir kuşatma altına almakta olduğunu sezemez ve kazandığını sandığı sırada hiç beklemediği bir hamleyle oyunu kaybeder.

Amerika, yeni ve acemi bir “imparatorluk”, sanırım bu acemiliği sonucu bütün dikkatini “dünyayı ele geçirmeye” yönelttiği sırada, kendi iç bünyesindeki aksaklıklarla, dünyadaki ciddi değişimi gözden kaçırdı.

Bugün, benim görebildiğim kadarıyla, birçok büyük imparatorluk gibi kendi ağırlığı altında bir çöküşe doğru gidiyor.

Dünyanın “tek süper gücü” için böyle bir “çöküntüden” söz etmenin tuhaf gelebileceğinin farkındayım.

Ama sanırım bu çöküntüyü görebilmek için Amerika’nın dünyadaki büyük hamlelerinden önce bu ülkenin gündelik hayatına bakmak gerekiyor.

İki yıl önce, bir üniversitede ders vermek için bir yıl Amerika’da kaldım.

Günlük hayatın temposu, bu ülkeyi “süper güç” olarak değerlendiren biri için şaşırtıcı hayalkırıklıklarıyla doluydu, hayatın hemen hemen bütün alanları aksaklıklarla doluydu, işler tahmin edilemeyecek kadar yavaş ilerliyor, çıkan sorunları çözümlemek için muhatap bulmak bazen imkansızlaşıyor, hantal bir yapının içinde boğulmakta olduğunuzu hissediyordunuz.

Tuhaf bir biçimde yaşanılanlar bana “Sovyetler Birliği’nin son günlerine ait hikayeleri” anımsatıyordu.

Önce, bunun bir tek kişinin “şanssızlıklar zincirine” dolanmış tecrübeleri olabileceğini düşündüm, sonra başka insanlarla konuştum.

Asla zamanında kalkmayan uçaklar, kaybolan faturalar, bulunamayan doktorlar, alınamayan randevular, yapılamayan tamiratlar, herkesin bildiği sorunlardı ama “süper güç” imajı öylesine güçlüydü ki insanlar kendilerine ve gördüklerine inanmakta zorlanıyorlar, aksaklıklardan söz etmekte nerdeyse utanıyorlardı.

Sonra 11 Eylül gibi, “büyük elektrik kesintisi” gibi herkese “ne oluyor” dedirten tuhaflıklar yaşandı.

11 Eylül, içinde “Amerikan derin devletinin parmağı” bulunsa da sistemin ne kadar lagar çalıştığını ortaya koyuyordu, elektrik kesintisi ise Amerika’nın kendi bünyesinin sağlıklı işleyişine duyduğu ilgiyi neredeyse tümüyle kaybettiğinin işareti gibiydi.

Amerika, kaliteli eleman yetiştirmekte çok ciddi sorunlar yaşıyordu.

Bir yandan dünyanın en gelişmiş, en parlak eğitim kurumlarına sahipti ama buradan yetişenler toplumun tepelerine yerleşiyorlardı, ülkedeki gündelik yaşamı yöneten sıradan insanların eğitim düzeyi ise felaket denilebilecek durumdaydı.

Yapılan araştırmalar “okuma yazma bilmeyen” lise mezunları olduğunu ortaya çıkarıyordu.

Bu düşük eğitimli kalabalık kadrolar “koca devin” ağırlığını taşıyamıyordu.

Amerika yüz milyarlarca dolarlık savunma harcamaları ile gözünü dünyaya dikerken kendi içindeki sorunları göremez hale geliyor, dahası eğitim gibi temel bir sorunu çözecek enerjisi ve parası kalmıyordu.

Amerika’nın, şu anda, dünya tarihi açısından çok çelişkili bir duruşu var, bir yandan globalizmin önünü “zorbalıkla” da olsa açan, bir yandan ise kendi iç yapısında kapitalizmden globalizmin şartlarına geçemeyen bir ülke.

Yolu açıyor ama açtığı yolda yürüyecek gücü yok.

Onun için kendi içinde de, dünya maceralarında da sürekli tökezliyor.

Sanırım, bu tökezleyiş yalnızca Amerika’nın sorunu değil.

Bütün kapitalist sistem, yıkıcı bir rekabetin yaşandığı kapitalist dönemden, tek bir siyasi ve iktisadi sistemin hakim olduğu, toplumların değil yaratıcı fikirlerin rekabet ettiği bir dünya olan globalist döneme geçerken zorlanıyor. Kapitalizm bitiyor, yeni bir çağ başlıyor ama kapitalist ülkeler de henüz bu yeni çağa uyum gösteremiyorlar.

Kapitalist ülkeler enerjilerinin önemli bir bölümünü, başka toplumları altetmek için harcamaya programlanmışlar, sistemin oluşumu, insanların yetişme biçimi, bireyler arası rekabet kadar toplumlar arası rekabete göre şekillendirilmiş.

Şimdi rekabet alanı, kaliteli insanlar yetiştirmeye ve onların yaratıcıklarına kayarken, buna adapte olmakta zorlanıyorlar... Yeni aletlerle ve yeni bir anlayışla çalışan bir sistemi taşıyacak kadroları henüz oluşturamadılar.

Kapitalist ülkelerde hayat şaşırtıcı bir “üçüncü dünya” görüntüsüne kayıyor, Fransa, sıcaklar nedeniyle binlerce insanını ölüme kaptırabiliyor örneğin.

Globalizm gibi büyük tarihi virajlar dünya için her zaman zor olmuş, böyle virajlardan siyasi ve toplumsal yapısı tümüyle değişmiş olarak çıkarken büyük kayıplar da yaşanmıştır.

Yeni çağ, yalnızca “geri kalmış” ülkeleri değil, gelişmiş olanları da ciddi bir biçimde sarsıyor.

Bu tür öngörülerde her zaman büyük yanılma payı vardır ama ben globalizm dünyaya yerleştiğinde bugünkü “süper güç” ile kapitalist ülkelerin tahmin edilemeyecek kadar büyük bir değişimden geçeceğini sanıyorum.

Bir yanlarıyla yeni bir çağa doğarken bir yanlarıyla da çöküyorlar.

Dünya kapitalizme veda ediyor.

Bütün vedalar gibi de sancılı bir kopuş oluyor bu.

randomwalker
27-04-2005, 10:58
yazık...


aslında gözleri çok keskin ve iyi atıcı olan ama veri yağmuru altında duygularından da kurtulamadığı için elindeki makineli tüfek ile hemen önlerinde duran koooskocaman hedefi nişan alıp vurmak yerine nasıl olsa vururum diye tetiğe basıp rastgele ateş eden bazı yetenekli askerler ne yazık ki yağmur bittiğinde çevrelerindeki herkesi ve her şeyi hatta kendilerini bile vurmuş ama kuvvetle muhtemeldir ki hedefi ıskalamış olacaklar.....:aglayan:

ateş edeceksek eğer gez göz arpacığı unutmamakta fayda var.... ;)

FT-2
28-04-2005, 20:46
Economy Grows at Slowest Pace in Two Years
Buffeted by rising energy prices and weakened consumer and business spending, the economy grew at an annual rate of just 3.1 percent in the first quarter. It was the slowest pace of expansion in two years, offering fresh evidence that the economy has hit another "soft patch."

FT-2
28-04-2005, 21:10
Alman Ekonomisi Yerinde Sayıyor




Ekonomi uzmanları Almanya’nın 2005 yılı için büyüme tahminlerini yarı yarıya düşürdü. Alman ekonomisinin zayıf bir dönemde bulunduğu belirtildi.

Almanya’da konjonktürdeki iyileşmenin, önde gelen altı ekonomi enstitüsünün tahminlerine göre saman alevi gibi çabuk söndü. 2005 yılı sonbahar tahminlerinde büyüme oranını 1,5 olarak öngören uzmanlar, bugün açıklanan ilk bahar tahminleri raporunda bu tahminlerini 0,7’ye düşürdü. Ancak konjonktürün bu virajı alabilme şandı da var.

Dünya Kupası beklentisi

Almanya’da yapılacak Dünya Kupası nedeniyle 2006 yılı için yüzde 1,5 oranında büyüme öngörülüyor. İş piyasasının durumuyla ilgili tahminler de iç açıcı görünmüyor. Uzmanların hesaplarına göre iş piyasasındaki durum ilk etapta düzelmeyecek. Yaz mevsiminden itibaren işsizliğin azalması beklenmesine rağmen, beklentiler düşmeye devam ediyor. Ekonomi enstitüleri işsiz sayısının 2005 yılı sonunda bir önceki yıla oranla 463 bin artarak, 4 milyon 844 bine ulaşacağını tahmin ediyor. 2006 yılında işsiz sayısının 4 milyon 518 bine gerilemesi bekleniyor. 2005 yılı sonbahar tahminleri raporunda, bu yılın sonunda işsiz sayısı 4 milyon 334 bin olarak tahmin edilmişti.

Temel büyüme sorunu

Ekonomi enstitülerinin raporuna göre Almanya sadece zayıf bir konjonktür nedeniyle değil ama aynı zamanda temel bir büyüme sorunuyla karşı karşıya. 2001 yılından 2004’e kadar olan dönemde Almanya’nın gayri safi yurt içi hasılası ortalama yüzde 0,6 oranında artış gösterdi. Araştırmacılar bu alanda geniş reform tedbirleri alınması çağrısında bulunuyor.

Bütçe açısından sorun

Raporda devletin ekonomi üzerindeki etkisini kısması,kotaları azaltması ve özel girişimciliği arttırmak için serbest alan yaratması gerektiği anlatılıyor. Raporda zayıf ekonomik büyüme ve yüksek işsizlik rakamlarının birleşiminin Almanya’nın bütçesi için de büyük bir sorun olduğu bildiriliyor. Bütçe açığının bu yıl gayri safi milli hasılanın yüzde 3,4’ü ve gelecek yıl da yüzde 3,3’ü oranında olması tahmin ediliyor. Hükümet bu yıl bütçe açığını Avrupa Birliği üst sınırı olan yüzde 3 seviyesine getirme sözleri vermişti.

Clement memnun

Federal Ekonomi bakanı Wolfgang Clement buna rağmen memnun görünüyor. Clement, raporun detaylarında eleştiriler yer almasına rağmen, enstitülerin federal hükümetin reform çabalarını tasdik ettiğini söyledi. Bakan, reform sürecinin devam etmesi gerektiğini belirtti. Clement, büyüme sorununun aşılacağını ve işsizlik rakamlarının da düşeceğini söyledi. Muhalafet ise ilkbahar tahminleri raporunu farklı değerlendirdi. Muhalefet, Clenemt’in isabetsiz politikalrının bu zayıf duruma düşülmesindeki ana neden olduğunu savunuyor.


28 Nisan 2005 Perşembe - DW Türkçe

FT-2
28-04-2005, 21:58
US Indexes Value Change
NYSE COMPOSITE 6949.23 60.98
NYSE US 100 5745.00 51.15
NYSE INTL 100 4788.44 28.84
NYSE WRLD LDRS 5393.84 41.72
NYSE TMT 4909.55 53.91
DOW JONES IND 10092.68 106.12
S & P 500 1146.05 10.33
VIEW ALL INDEXES
Most Active* Volume Value Change
CPN 30,059,300 1.42 20.22%
XOM 22,414,900 56.30 3.56%
PFE 16,072,700 26.62 1.11%
ELN 15,326,800 4.60 8.24%
LU 15,208,400 2.46 1.99%
GLW 14,371,600 13.71 1.03%
GE 14,101,700 35.70 1.92%
TWX 12,413,900 16.95 1.80%
PG 10,749,700 54.67 2.13%
C 10,278,300 46.28 0.71%

FT-2
28-04-2005, 22:46
YTL, İMKB, TCMB,
IMF, RTE vs.





Yeni yıla "Yeni" TL ile girilirken, her zaman olduğu gibi borsa "beklentileri" satın alıp, rekordan rekora koşmaya başladı.
Daha birkaç yıl öncesine kadar hükümetler kuran-yıkan, erken seçimler yapan borsa ("piyasalar"), bu yeni "rekorlar"a gelene kadar yüzlerce rekora, yüzlerce sefer "imzasını" atmıştır. Bugün borsazedeler dışında pek az kişinin anımsadığı o günlerde, İMKB-100 endeksi bir yılda dörde katlanabilmiş (1999-2000), tüm tarihinin en yüksek işlem hacmine ulaşmış (Ocak 2000, 26 milyar dolar), dolar bazında 2.000 seviyesini aşmış (18 Ocak 2000) ve nihayetinde televoleci ekonomistin dediği gibi, hangi nedenle çıkmışsa, aynı nedenle inmiştir.
Kolay yoldan zengin olma hayaline kapılmış "köşe dönme" sevdalılarının milyarlarca dolarlarının birkaç günde iç edildiği borsa macerası yine de devam etmiştir.
AKP hükümetiyle birlikte yeni bir "dönem"in başladığını düşünen borsa spekülatörleri, "medya" sahibi holding yöneticileri ve "krizin olduğu yerde fırsat vardır" diye düşünen GEO'lar el ele vererek yeni "dönemin" yeni "getirileri"nin hesaplarını yapmaya başlamışlardır. Aralık 2002'de 10.369 (dolar bazında 368) seviyesinde olan İMKB-100 endeksi 2003 sonunda 18.625'e yükselmiştir (dolar bazında 778). 2003 yılında 99 milyar dolarlık işlem hacmine ulaşan İMKB-100 endeksi, AKP sayesinde TL olarak %80, dolar olarak %114 artmıştır.
Şubat 2001 krizi sonrasında borsanın bu yeni "coşkusu" iştahları daha da kabartmış, daha büyük oynayıp daha büyük kazanılacak yer haline getirmiştir.
2004 sonunda İMKB-100 endeksi (TL olarak) 24.971 olurken, yıllık işlem hacmi 146 milyar dolara yükselmiştir.
17 Aralık "AB zirvesi"nden tarih alınmasıyla birlikte "doğrudan yabancı sermaye"nin Türkiye'yi paraya boğacağı propagandalarıyla borsa bir kez daha yeni rekorlara doğru koşmaya başlamıştır. Bu kez hedef 28.000'ler seviyesidir. Ocak 2005 sonunda 27.330 olan endeks Şubat sonunda 28.396'ya ulaşmıştır (dolar bazında 1.293). İşlem hacmi Ocak'ta 17 milyar dolar, Şubat'ta 19 milyar dolar olmuştur. İMKB-100 Endeksi
3 Ocak 2005 25.445
31 Ocak 2005 27.330
1 Şubat 2005 27.850
28 Şubat 2005 28.396
1 Mart 2005 27.768
14 Mart 2005 26.937
21 Mart 2005 24.637
22 Mart 2005 25.218
23 Mart 2005 24.439
24 Mart 2005 25.068
25 Mart 2005 25.503
28 Mart 2005 24.842
29 Mart 2005 24.480
30 Mart 2005 24.601
31 Mart 2005 25.558
1 Nisan 2005 25.741
4 Nisan 2005 25.445
5 Nisan 2005 25.683
6 Nisan 2005 26.056
7 Nisan 2005 25.831

Ama Mart ortasından itibaren, hükümetler yıkıp, hükümetler kuran, kudretine akıl-sır ermeyen borsaya bir haller olmuş ve yeniden inişe geçmiştir. Üstelik bu kez siyaset borsayı değil, borsa siyaseti izlemiştir. O ünlü, "beklentileri satın alan ve satan" borsa "realist" olmuş, gerçekleri alıp-satmaya başlamıştır.
16 Mart günü İMKB-100 endeksi 25.331'e inince, borsa iki ayda aldığını birden geri vermiştir. Bu durum karşısında borsanın o siyah laptoplu, "zeytin ağaçlı" ve kel kafalı "broker"ları da, jöleli saçlı "karizmatik" "uzmanları" da şaşkınlık geçirmeye başlamışlardır. Şöyle yazıyor bir "uzman":
"İMKB 100 endeksi Şubat ayı son işlem günü kapanışı YTL 28.396 değerinden bugüne YTL bazında %10.8 oranında değer kaybetmiştir. Bu değer kaybını, IMF ile yeni stand-by anlaşmasının imzalanması ve AB üyelik müzakereleri üzerindeki süregelen belirsizlikler dışında majör bir temel sebebe bağlayamamaktayız. Bu belirsizlikler endeksin yılın ilk iki ayında YTL bazında %13.7 oranında değer artışı süresince de bulunmaktaydılar."
Görüldüğü gibi "uzman" bile şaşkın bir vaziyette, borsadaki düşüşe bir "majör" neden bulamamanın sıkıntısı içine düşmüştür. Bir yandan "medya"nın IMF ile yeni stand-by anlaşmasının geciktiğine ve diğer yandan AB üyelik müzakerelerinin belirsizlik taşıdığına ilişkin haberlere bakarak düşüşü açıklamaya çalışırken, diğer yandan aynı olguların daha önceki aylarda da olduğunu görmezlikten gelememektedir.
Ama olan olmuş ve olmaya devam etmektedir. "Beklentileri alıp-satanlar"ın kendileri şimdi beklentiye girmişlerdir. Bir allahın kulunun çıkıp da borsanın birden bire neden düştüğünü açıklamasını beklemektedirler. Oysa televoleci "ekonomist" Deniz Gökçe yıllar önce nedenini onlara söylemişti: Neden çıktıysa ondan inmiştir.
Yine de bu televoleci yanıtla tatmin olmayanlar yanıt arayışlarını sürdürmeye devam ederken, borsa da düşmeye devam etmiştir.
28 Şubat günü 28.396'yla zirve yapan borsa, iki ayda %13,7 yükselmişken, 23 Mart günü 24.439'a düşerek aldığından fazlasını geri vermiştir. Doğan "medya"sının tüm "pembe" haberlerine rağmen borsa fazlaca kımıldamamış, neredeyse yıl başındaki seviyesine çakılıp kalmıştır.
Hisse senetleri borsasında bu gelişmeler olurken, bono piyasasında faizler yükselmeye başlamıştır. 16 Martta %16,5 olan bono faiz oranları Mart sonunda %18,2'ye çıkmıştır.
Bu gelişmeler karşısında gözler yeniden "sıcak para" girişine dönmüştür.
"İktisat" dilinde "portföy yatırımları" olarak tanımlanan kısa vadeli yabancı para-sermaye, hisse senedi ve bono piyasalarının en temel "müşterisi"dir. Dolayısıyla bu kısa vadeli para-sermaye girişleri borsa ve bono piyasasındaki gelişmelerin temel belirleyicisidir. Bono piyasası asıl olarak devlet iç borçlanma senetlerinden oluştuğundan, gerek devlet bütçe açıklarının kapatılması, gerekse iç borç faiz ödemelerinin yapılabilmesi (borçların "çevrilebilirliği"), kısa vadeli yabancı para-sermaye girişiyle sağlanmaktadır. Diğer yandan artan dış ticaret açığının kapatılması da, yine kısa vadeli para-sermaye girişiyle sağlanan dövizlerle mümkün olmaktadır.
Böylesine çok yönlü işlevlere sahip olan bu kısa vadeli sermaye girişini sürdürebilmenin tek yolu ise yüksek reel faiz vermekten geçmektedir. Ancak tek başına yüksek reel faiz kısa vadeli yabancı para-sermaye girişini belirleyen etmen değildir. Dünya çapında pek çok ülke, aynı amaçlarla kısa vadeli para-sermayeye yüksek reel faiz vermektedir. Özellikle Meksika, Brezilya ve Arjantin bu yolun en çok kullanıldığı ülkelerdir. Dolayısıyla uluslararası piyasalarda kıyasıya bir rekabet hüküm sürmektedir. Her ülke kısa vadeli borçlanma yoluyla kendisi için yeni finansman kaynağı bulmaya çalışır. Bu finansman ihtiyacı ne denli büyükse, o ülkenin kısa vadeli borç faiz oranı o denli yükselir.
Örneğin Brezilya'da 2004'te %16,25 olan faiz oranı, Ocak 2005'te %17,93'e ve Şubat 2005'te %18,47'ye yükselmiştir. 2004 yılı enflasyon oranının %6,60 olduğu gözönüne alındığında, Brezilya'nın 2004 yılındaki reel faiz oranı %9,65 olmuştur. Şubat ayında reel faiz oranı %11,07'ye yükselmiştir.
Türkiye'deki reel faiz oranları ise, resmi verilerde 2004'te ortalama %12,04 olarak görülürken, "sıcak para" için en az nominal faiz oranı kadar, yani %24,90 olmuştur. Bir diğer ifadeyle, TL'nin dolar karşısında sürekli değer kazanması nedeniyle yabancı para-sermayenin elde etmiş olduğu faiz gelirleri, resmi faiz oranları düzeyinde gerçekleşmiştir. Gerek 2004 yılında, gerekse 2005'in ilk üç ayında iç borçların "çevrilebilirliği" böylesine yüksek bir faiz oranıyla gerçekleştirilmiştir.
Bir ülkede, örneğin Brezilya'da, 100 dolar %9,65 faiz gelirine sahip olurken, bir başka ülkede (Türkiye) %24,90 faiz geliri sağlıyorsa, hiç şüphesiz para-sermaye bu ikinci ülkeye gidecektir. Her iki ülke de ithalata bağımlı ülke olarak, her durumda faize yatırılan 100 dolar karşılığında mal ve hizmet üretmek ve satmak durumundadır. Bu farklı faiz oranları karşısında, her iki ülkede 100 dolarlık bir ithal malın kredili alış-verişte fiyatı faiz oranı kadar fazla olacağından, aynı mal birinci ülkede 109,65 dolarken, ikinci ülkede 124,60 dolar olacaktır. Böyle bir durumda, kaçınılmaz olarak ikinci ülkede ithal mala olan talep düşer.
Ekonominin basit kurallarına bağlı olarak eğer sonuç böyle olmuyorsa, yani ithal mallarına olan talep düşmek yerine artıyorsa, bunun gerçekleşebilmesinin tek yolu, yüksek faiz veren ülkede tüketicilerin gelirlerinin birinci ülkeye oranla daha fazla artmış olmasıdır. Lüks tüketim malları bir yana bırakıldığında, böyle bir gelir artışı ücret ve maaşların artmasıyla olanaklıdır.
Ancak sözkonusu olan ikinci ülkede (Türkiye) ücret ve maaşlar faiz oranları kadar artmamışsa, ortada farklı bir durum var demektir. Ve tüm sorun da bu farklılıkta yatmaktadır.
Tüketicilerin gelirlerinde faiz oranları kadar bir artış olmadığı koşullarda, 100 dolarlık bir malın fiyatının en az birinci ülkedeki fiyatında satılabilmesi için geriye kalan tek yol doların değerinin düşürülmesinden geçer. Eğer birinci ülkede 100 dolar=109,65 yerel para iken, ikinci ülkede yerel para daha fazla dolara eşitse, örneğin 100 TL = 124,90 ise, her iki ülkedeki ithal malın fiyatı eşit olacaktır.
Ancak sorun, bunun saptanmasıyla sona ermemektedir.
Eğer birinci ülkedeki enflasyon oranı %6 ise, 100 dolarlık malın yerel para karşısındaki reel değeri 103,65 olacaktır. Aynı biçimde ikinci ülkede enflasyon oranı %11 ise, malın reel değeri 98,65 olacaktır. Bu durumda satıcı, ikinci ülkede malını, birinci ülkeye göre 5 lira, yani enflasyon farkı kadar zararına satmış olacaktır. Bırakalım bir kapitalist tüccarı, sıradan bir insan bile bu durum karşısında ikinci ülkede malını satmayacaktır. İkinci ülkede 100 dolarlık malın satılabilmesi için tek çıkar yol 100 doların 98,65 lira olmasıdır. Böylece tüccar birinci ülkede 100 dolarlık malını 103,65'den sattığında eline geçen para miktarı ile ikinci ülkede 98,65'den sattığında eline geçen para miktarı aynı olacaktır (100 dolar). İşte TL'nin ya da YTL'nin değer kazanması denilen olay budur.
Bu durum karşısında ikinci ülkenin tüketicileri ya da yurttaşları, birinci ülkeye göre daha az parayla aynı malı satın aldıklarını görerek sevineceklerdir. Birinci ülkenin tüketicisi aynı malı 103,65'den alırken ikinci ülke tüketicisinin ödediği para miktarı 98,65 olmaktadır. Dolayısıyla her ülkenin tüketicilerinin aynı ücreti aldıkları varsayıldığında, ikinci ülke tüketicileri birincisine göre %5 daha fazla tüketim gücüne sahip olacak ve bu oranda daha fazla tüketecektir. Diğer ifadeyle, ikinci ülke yurttaşlarının yaşam standardı birinci ülkeye göre %5 daha yüksek olacaktır.
Ancak birinci ülkede enflasyon oranı %6 iken, ikinci ülkede enflasyon oranı %11'dir. Doğal olarak ücret ve maaşların her iki ülkede de eşit ve sabit olduğu kabul edildiğinde, ikinci ülkenin diğerinden %5 daha fazla tüketim gücüne sahip olmasından söz edilemez. Tersine alım gücü %5 daha az olacaktır. Ama gerçekte, yaşamda %5 daha fazla alım gücüne sahip görünmektedir.
İkinci ülkede satıcı, yani ithal malın sahibi, malını satmış ve 100 dolarını cebine koyup bir kenara çekilmiştir. Alıcı, yani tüketici malı daha düşük fiyatla satın almış ve cebinde %5 oranında para kalmıştır. Bunu da istediği gibi tüketebilecektir. Gariplik şuradadır ki, hiçbir biçimde 98,65 100'e eşit olmaz ve 98,65 hiçbir biçimde 103,65 etmez.
İşte bu eşitsizliği eşitleyen, doların yerel para karşısındaki değeridir.
Dolar birinci ülkede 103,65 (enflasyonla birlikte 109,65) iken, ikinci ülkede 98,65 (enflasyonla birlikte 109,65) değerine sahiptir. Alan da, satan da memnun olmakla birlikte, sorun, alıcının yerel para ile yaptığı ödemenin satıcıya dolar olarak verilmesinde başlar. İşte bu dolar ödemesi ülkenin merkez bankası tarafından gerçekleştirilir. Dolayısıyla merkez bankasının elinde ithal edilen malın karşılığı kadar dolar bulunması gerekir. Örneğin Türkiye'nin 2004 yılındaki ithalatı 90 milyar dolar, ihracatı 66 milyar dolardır. Bu durumda 24 milyar dolar bulunması gerekmektedir. Eğer kaynak turizm olursa, gelen turist 100 dolarını bozdurduğunda eline 98,65 lira geçecektir. Bu para ile ikinci ülkenin ürünlerini satın almak için pazara çıktığında göreceği ilk şey fiyatların %11 (enflasyon oranı kadar) fazla olduğudur. Bu durumda elindeki 98,65 lira ile %11 daha az yerli malı satın alabilecektir. Şüphesiz kandırıldığını düşüneceğinden bu duruma itiraz edecektir.
İşte bu noktadan itibaren yeni bir durum ortaya çıkar. Gelen turistin 100 dolarını alarak dış ticaret açığını kapatmayı hesaplayan ülke, bu geliri "realize" edebilmesi için turiste %11 daha fazla yerli para vermesi gerekmektedir. Doların değeri 98,65 olduğu için de, bunun gerçekleştirilmesi, ancak turizm hizmetlerinin %11 daha düşük fiyatla satılmasıyla olanaklıdır. Bu durumda turist 100 dolar karşılığında 98,65 ile %11 daha fazla yerel hizmet satın alacaktır. Yani turizm hizmetleri %11 ucuzlar.
Böylece turist 98,65 lira ile %11 daha fazla yerli ürün tüketmiş olmasına karşın, yerli üreticinin (bunun tur operatörü ya da pazarda et, süt, hediyelik eşya satan esnaf ya da köylü olması önemli değildir) eline sadece 98,65 geçmiştir. Diğer ifadeyle 109,65'lik mal satmış, ancak eline 98,65 geçmiştir. Şüphesiz bu durumda da, yerli üretici kandırıldığını düşünecek ve bu duruma itiraz edecek ve bu durum devam ettiği sürece hiçbir turiste mal satmayacağını söyleyecektir. Bu da turizm gelirlerinin düşmesinden başka bir şey değildir.
Ve yeniden "derin devlet" devreye girecektir. Dış ticaret açığının ve dış borç faizlerinin ödenebilmesi için dolara ihtiyaç vardır ve bu ihtiyaç yüzünden turizm gelirlerinin düşmesini göze alamaz. Doğal olarak ya turistlerin getirdiği dolara normal kurun dışında ayrı bir kur (%11 daha yüksek) uygulayacaktır, ya da turizm teşvikleri adı altında aradaki farkı yerli üreticiye ödeyecektir.
Birinci durumda, yani turist dövizlerine ayrı kur uygulandığında 100 doların karşılığında turiste %11 daha fazla yerli para verilecektir. İkinci durumda ise, aynı orandaki yerli para, turiste değil, yerli üreticilere ödenecektir. İkisi arasındaki tek fark, ödemenin yapıldığı yerdir. Her iki durumda da, "derin devlet", 100 dolar için %11 daha fazla ödeme yapacaktır. Bu, 100 dolara %11 faiz ödemekle özdeştir. Böylece 100 doların resmi kurdaki karşılığı 98.65 olmakla birlikte, "derin devlet"e maliyeti olarak 109,65 olacaktır.
Şimdi ithalatçısından ihracatçısına, turistinden yerli üreticiye kadar herkes alacağını almış ve "derin devlet"in eline 109,65 lira üzerinden 100 dolar geçmiştir. Ve "devlet", "derin devlet" olduğundan fazladan ödediği 11 lirayı darphaneyi çalıştırarak para olarak basar. "Derin devlet" olduğundan, böyle bir şeyi yapma hakkına sahiptir ve yurttaşları da bu durumu "paşa paşa" kabul etmek zorundadır. Aksi halde "vatana ihanet"le suçlanabilirler!
Ama ortada 11 lira fazla para vardır. Doğal olarak bu 11 lira fazla para, pazarda 11 liralık mal ve hizmet satın alabilecektir. Mal ve hizmet miktarı ile bunları satın almakta kullanılabilen para miktarı aynı kaldığı halde, ortada 11 lira fazlalık vardır. Bu fazlalık, ya satın alabilecek bir mal ve hizmet bulamayacaktır ya da bir başkasının satın alacağını daha önce satın alarak, bir başkasının mal ve hizmet satın almasını engelleyecektir. Bu durumda da, "derin devlet"in para basarak piyasaya sürdüğü 11 liranın sahibi, birinci durumda "salak", ikinci durumda ise "uyanık" kabul edilecektir. Ama piyasada kişinin "salak" ya da "uyanık" olması fazlaca önemli değildir. Her durumda 11 liralık bir mal ve hizmet açığı ortaya çıkacaktır.
"İktisat" diliyle ifade edersek, mal ve hizmet miktarı aynı kalırken piyasadaki emisyon miktarı (para miktarı) artmıştır. Ortada üretilmiş 100 liralık fiyata sahip mal varken, 111 lira (para) bulunmaktadır. Böylece 100, 111'e eşitlenir, fiyatlar 111 liraya yükselir. Bu da %11 enflasyon demektir.
"Derin devlet"in para basarak işleri yürüttüğü ikinci yıl sonunda enflasyon, bir önceki yılda olduğu gibi %11 artmış olacaktır. Ve yeniden başa dönülecektir, tek farkla ki, bu kez ikinci yıla girilmiştir ve birinci yılın %11'lik enflasyonunun üstüne yeniden bir %11'lik enflasyon eklenmiştir. Böylece de enflasyon oranı (düz hesaplamayla) %22 olmuştur.
Buraya kadar gördüğümüz süreç, ikinci yılda da yeniden yaşanacaktır, tek farkla ki enflasyon oranı %22'ye yükselmiştir.
Yıllar boyu bizim gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde işler böyle idare edilmeye çalışılmıştır. Ancak bu yolun kronik enflasyona yol açması ve giderek toplumsal ve siyasal olaylara neden olması karşısında tek yapılan "derin devlet"in devreye girmesi olmuştur. Askeri darbeler yoluyla enflasyonun yaratmış olduğu toplumsal ve siyasal bunalımlar aşılmaya çalışılmıştır. Zaman içinde askeri yönetimlere karşı mücadelenin yükselmesi ve şiddetlenmesi, geri-bıraktırılmış ülkelerde iç pazarı istikrarsızlaşlaştırmış ve emperyalist ülke mallarının satılmasını engellemiştir. Diğer taraftan ise, emperyalist ülkelerde artan sermaye birikimi, emperyalist ülkeleri krizlere sürükleme eğilimi taşımaya başlamıştır.
Böylece emperyalist ülkeler, hem malların, hem de para-sermayenin aşırı-üretim kriziyle yüzyüze geldiklerinde, özellikle 1990 sonrasında geri-bıraktırılmış ülkelerde uygulanan enflasyonist politikalar (ve bu politikaların işlevsiz kaldığında devreye giren IMF'nin anti-enflasyonist "istikrar tedbirleri"), yerini borçlanma politikalarına bırakmıştır. Artık %11'lik açığın kapatılması için para basmak yerine %11 faizle borçlanma yoluna gidilmiştir. Ama hiç kimse %11 enflasyon koşullarında %11 faizle para vermeyeceği için (enflasyon oranının %1 bile olması bu durumu değiştirmez), her durumda enflasyon oranından daha yüksek bir faiz ödemesi gündeme gelmiştir. Reel faiz denilen olay da budur.
Ancak yüksek reel faiz politikalarıyla, geçmişte karşılıksız para basımıyla çözülememiş sorunun çözülmesi de olanaksızdır. Çünkü ortada, her durumda 11 liralık bir fazlalık mevcuttur. İşte bu fazlalık "faiz dışı fazla" vb. ifadelerle halkın sırtına yüklenir. Dolayısıyla bu reel faiz politikasının ne kadar süreceği, sırtına yüklenen yükü halkın ne kadar daha taşımaya boyun eğeceğine bağlı hale gelmiştir.
İşte bu ilişkiler ve çelişkiler ortamında hisse senedi (borsa) ve bono piyasaları ortaya çıkan 11 liralık fazlanın bölüşüldüğü yerlerdir. Bu 11 liralık fazlanın karşılığı olarak ortaya çıkan "derin devlet"in açıkları ise halktan alınan ÖTV, KDV vs. adarı taşıyan vergilerle kapatılabilindiği sürece hisse senetleri ve bono piyasalarında "rekorlar" kırılabilmektedir. Her durumda halktan alınan vergiler, halkın tüketiminin azalmasından başka bir anlama gelmemektedir. Dünün "enflasyon canavarı"nın yerini bugün "reel faiz" almıştır.
Şüphesiz burada bu ilişkiler içinde halkın tüketiminin azalmadığı, tersine arttığı söylenecektir. Bu ise, kredi kartları aracılığıyla 11 liralık fazla için yapılacak ödemenin zamana yayılmasının bir sonucudur. Bir başka ifadeyle, 11 liralık fazla bir seferde (bir yılda) değil, bir kaç yıla bölünmüş taksitlerle halktan geri alınmaktadır. Tek anlaşılamayan ise, bu "öteleme"nin ödeme günü geldiğinde kredi kartları faizleri kadar bir ek fazlalıkla yapılacak olmasıdır. Ülkenin üretimi artmadığı, üretime bağlı olarak ücret ve maaşlar yükselmediği sürece, ödemenin taksitlendirilmesi fazlaca işe yaramayacaktır. Birgün gelecek, yapılmış ödemeler silinecek, tüm fazlalık, ekleriyle birlikte bir defada ödenecektir. Bunun "iktisat" dilindeki karşılığı ise ekonomik krizdir.
TL'nin ya da YTL'nin "değerli" olduğuna ilişkin her türlü aldatmacanın sona erdiği yer de burasıdır. O gün geldiğinde RTE'nin, yani Recep Tayyip Erdoğan'ın "Kasımpaşalı"ğının, hiç kimseyi ve AKP'yi de kurtaramayacağı kesindir.

kurtuluş cephesi

FT-2
28-04-2005, 23:22
US Indexes Value Change
NYSE COMPOSITE 6935.31 74.90
NYSE US 100 5729.03 67.12
NYSE INTL 100 4782.46 34.82
NYSE WRLD LDRS 5382.21 53.35
NYSE TMT 4901.97 61.49
DOW JONES IND 10070.37 128.43
S & P 500 1143.22 13.16

Matematikçi
28-04-2005, 23:59
Böyle bir krizi henüz beklemiyorum.
Ama bir şeyi 40 kere söylersen olur derler...
FT-2 bayagı söyledi
:)

kazimbb
29-04-2005, 01:08
:bravo:
Elveda Amerika, elveda kapitalizm...
Satrançta, acemiler için en tehlikeli an, oyunu kazanacağına inandığı andır, bütün dikkatini kendi oyununa ve galibiyet hamlelerine odakladığı için oyunun bütününü gözden kaçırır.

Rakibin kendisini bir kuşatma altına almakta olduğunu sezemez ve kazandığını sandığı sırada hiç beklemediği bir hamleyle oyunu kaybeder.

Amerika, yeni ve acemi bir “imparatorluk”, sanırım bu acemiliği sonucu bütün dikkatini “dünyayı ele geçirmeye” yönelttiği sırada, kendi iç bünyesindeki aksaklıklarla, dünyadaki ciddi değişimi gözden kaçırdı.

Bugün, benim görebildiğim kadarıyla, birçok büyük imparatorluk gibi kendi ağırlığı altında bir çöküşe doğru gidiyor.

Dünyanın “tek süper gücü” için böyle bir “çöküntüden” söz etmenin tuhaf gelebileceğinin farkındayım.

Ama sanırım bu çöküntüyü görebilmek için Amerika’nın dünyadaki büyük hamlelerinden önce bu ülkenin gündelik hayatına bakmak gerekiyor.

İki yıl önce, bir üniversitede ders vermek için bir yıl Amerika’da kaldım.

Günlük hayatın temposu, bu ülkeyi “süper güç” olarak değerlendiren biri için şaşırtıcı hayalkırıklıklarıyla doluydu, hayatın hemen hemen bütün alanları aksaklıklarla doluydu, işler tahmin edilemeyecek kadar yavaş ilerliyor, çıkan sorunları çözümlemek için muhatap bulmak bazen imkansızlaşıyor, hantal bir yapının içinde boğulmakta olduğunuzu hissediyordunuz.

Tuhaf bir biçimde yaşanılanlar bana “Sovyetler Birliği’nin son günlerine ait hikayeleri” anımsatıyordu.

Önce, bunun bir tek kişinin “şanssızlıklar zincirine” dolanmış tecrübeleri olabileceğini düşündüm, sonra başka insanlarla konuştum.

Asla zamanında kalkmayan uçaklar, kaybolan faturalar, bulunamayan doktorlar, alınamayan randevular, yapılamayan tamiratlar, herkesin bildiği sorunlardı ama “süper güç” imajı öylesine güçlüydü ki insanlar kendilerine ve gördüklerine inanmakta zorlanıyorlar, aksaklıklardan söz etmekte nerdeyse utanıyorlardı.

Sonra 11 Eylül gibi, “büyük elektrik kesintisi” gibi herkese “ne oluyor” dedirten tuhaflıklar yaşandı.

11 Eylül, içinde “Amerikan derin devletinin parmağı” bulunsa da sistemin ne kadar lagar çalıştığını ortaya koyuyordu, elektrik kesintisi ise Amerika’nın kendi bünyesinin sağlıklı işleyişine duyduğu ilgiyi neredeyse tümüyle kaybettiğinin işareti gibiydi.

Amerika, kaliteli eleman yetiştirmekte çok ciddi sorunlar yaşıyordu.

Bir yandan dünyanın en gelişmiş, en parlak eğitim kurumlarına sahipti ama buradan yetişenler toplumun tepelerine yerleşiyorlardı, ülkedeki gündelik yaşamı yöneten sıradan insanların eğitim düzeyi ise felaket denilebilecek durumdaydı.

Yapılan araştırmalar “okuma yazma bilmeyen” lise mezunları olduğunu ortaya çıkarıyordu.

Bu düşük eğitimli kalabalık kadrolar “koca devin” ağırlığını taşıyamıyordu.

Amerika yüz milyarlarca dolarlık savunma harcamaları ile gözünü dünyaya dikerken kendi içindeki sorunları göremez hale geliyor, dahası eğitim gibi temel bir sorunu çözecek enerjisi ve parası kalmıyordu.

Amerika’nın, şu anda, dünya tarihi açısından çok çelişkili bir duruşu var, bir yandan globalizmin önünü “zorbalıkla” da olsa açan, bir yandan ise kendi iç yapısında kapitalizmden globalizmin şartlarına geçemeyen bir ülke.

Yolu açıyor ama açtığı yolda yürüyecek gücü yok.

Onun için kendi içinde de, dünya maceralarında da sürekli tökezliyor.

Sanırım, bu tökezleyiş yalnızca Amerika’nın sorunu değil.

Bütün kapitalist sistem, yıkıcı bir rekabetin yaşandığı kapitalist dönemden, tek bir siyasi ve iktisadi sistemin hakim olduğu, toplumların değil yaratıcı fikirlerin rekabet ettiği bir dünya olan globalist döneme geçerken zorlanıyor. Kapitalizm bitiyor, yeni bir çağ başlıyor ama kapitalist ülkeler de henüz bu yeni çağa uyum gösteremiyorlar.

Kapitalist ülkeler enerjilerinin önemli bir bölümünü, başka toplumları altetmek için harcamaya programlanmışlar, sistemin oluşumu, insanların yetişme biçimi, bireyler arası rekabet kadar toplumlar arası rekabete göre şekillendirilmiş.

Şimdi rekabet alanı, kaliteli insanlar yetiştirmeye ve onların yaratıcıklarına kayarken, buna adapte olmakta zorlanıyorlar... Yeni aletlerle ve yeni bir anlayışla çalışan bir sistemi taşıyacak kadroları henüz oluşturamadılar.

Kapitalist ülkelerde hayat şaşırtıcı bir “üçüncü dünya” görüntüsüne kayıyor, Fransa, sıcaklar nedeniyle binlerce insanını ölüme kaptırabiliyor örneğin.

Globalizm gibi büyük tarihi virajlar dünya için her zaman zor olmuş, böyle virajlardan siyasi ve toplumsal yapısı tümüyle değişmiş olarak çıkarken büyük kayıplar da yaşanmıştır.

Yeni çağ, yalnızca “geri kalmış” ülkeleri değil, gelişmiş olanları da ciddi bir biçimde sarsıyor.

Bu tür öngörülerde her zaman büyük yanılma payı vardır ama ben globalizm dünyaya yerleştiğinde bugünkü “süper güç” ile kapitalist ülkelerin tahmin edilemeyecek kadar büyük bir değişimden geçeceğini sanıyorum.

Bir yanlarıyla yeni bir çağa doğarken bir yanlarıyla da çöküyorlar.

Dünya kapitalizme veda ediyor.

Bütün vedalar gibi de sancılı bir kopuş oluyor bu.


Belkide bizdeki Pıratık zeka yani kural tanımamak,kırmızı ışıkta bekleyip zaman kaybetmemek,8 tonluk kamyon ile 16-20 ton yük taşımak.kayıtdışı ekonomi ile
hortumculuğu minimize ederek oralarda kaybolacak paraları kişiler kendi tasarruflarında daha güvende hissetmeleri,toplu taşıma yerine dolmuş sistemini kullanmak,fakat bir şeyi hala çözemedim acaba ekonomik kirizde kullanılmak üzere tekrar faizlerin % 5000 lere çıkmaması için acaba önlem alındımı yani sigorta kondumu mesele % şukadarını geçemez şeklinde bir sigorta kondumu?
yoksa konulmak istenmiyormu? Ha sakın olaki öyleşey olmaz demeyin beni 50 yaşımdan sonra iktisat okutup dünya litarütürüne girmeye zorlamayın lütfen.
daha birçok örnek ile pıratik zekası kuvvetli bir toplum olduğumuzu dünya alem bilir. İşte bu özelliklerimiz bizi yeni Dünya düzeninde yerimizi almada zorlanmayacagımız kanaatini vermektedir.Yeterki siyasi istikrarsızlık ve burokrasi milletin önünü kesmesin.
. gibi

FT-2
02-05-2005, 17:22
FED faiz artırımına gidecek
ABD Merkez Bankası FED'in yarınki toplantısında, ''ölçülü'' olarak nitelendirilen çeyrek puanlık faiz artırımı bekleniyor.
02 Mayıs 2005 13:02


Böylece geçen yıl Haziran ayına kadar yüzde 1 seviyesinde tutulan
ABD Doları'nın gösterge faizi, art arda yapılan çeyrek puanlık 8
artırımla, yüzde 3 seviyesine çıkarılmış olacak.
FED'in yaz aylarında ise faiz artırımlarına bir süreliğine de olsa
ara vereceği tahmin ediliyor.
FED'in ''ölçülü'' faiz artırımlarıyla, özellikle petrol
fiyatlarından kaynaklanan enflasyon baskısını kontrol altında
tutarken, ani etkiler doğurmadan ekonomide güçlü büyümeyi sürdürmeyi
hedeflediği ifade ediliyor.
Mart ayında ABD'de çekirdek enflasyon yüzde 0.4'le, son 2 yılın en
yüksek seviyesine çıkmıştı.
ABD ekonomisinin yılın ilk çeyreğinde yüzde sadece 3.1 büyüme
gerçekleştirmesi ise faizlerdeki yükselmeye bağlanıyor.
ABD geçen yıl, daha güçlü bir performansla yüzde 4.4 büyüme
gerçekleştirmişti. Yıl sonuna doğru yavaşlamaya başlayan ekonomide son çeyrek büyümesi ise yüzde 3.8 olmuştu.
Bazı ekonomistler, faiz artırımlarının da etkisiyle ABD
ekonomisinde yavaşlamanın süreceğini ve ikinci çeyrek rakamlarında
bunun daha açık hissedileceğini vurguluyorlar.

bigborsaci
02-05-2005, 19:31
FED faiz artırımına gidecek
ABD Merkez Bankası FED'in yarınki toplantısında, ''ölçülü'' olarak nitelendirilen çeyrek puanlık faiz artırımı bekleniyor.
02 Mayıs 2005 13:02


Böylece geçen yıl Haziran ayına kadar yüzde 1 seviyesinde tutulan
ABD Doları'nın gösterge faizi, art arda yapılan çeyrek puanlık 8
artırımla, yüzde 3 seviyesine çıkarılmış olacak.
FED'in yaz aylarında ise faiz artırımlarına bir süreliğine de olsa
ara vereceği tahmin ediliyor.
FED'in ''ölçülü'' faiz artırımlarıyla, özellikle petrol
fiyatlarından kaynaklanan enflasyon baskısını kontrol altında
tutarken, ani etkiler doğurmadan ekonomide güçlü büyümeyi sürdürmeyi
hedeflediği ifade ediliyor.
Mart ayında ABD'de çekirdek enflasyon yüzde 0.4'le, son 2 yılın en
yüksek seviyesine çıkmıştı.
ABD ekonomisinin yılın ilk çeyreğinde yüzde sadece 3.1 büyüme
gerçekleştirmesi ise faizlerdeki yükselmeye bağlanıyor.
ABD geçen yıl, daha güçlü bir performansla yüzde 4.4 büyüme
gerçekleştirmişti. Yıl sonuna doğru yavaşlamaya başlayan ekonomide son çeyrek büyümesi ise yüzde 3.8 olmuştu.
Bazı ekonomistler, faiz artırımlarının da etkisiyle ABD
ekonomisinde yavaşlamanın süreceğini ve ikinci çeyrek rakamlarında
bunun daha açık hissedileceğini vurguluyorlar.


SELAMLAR...

SİZLERİ BİLMEM AMA BENCE FED FAİZ ARTIRMAYACAK.ŞÜPHESİZ EN BÜYÜK NEDEN SON İKİ YILIN EN DÜŞÜK GELEN VERİLERİ DEĞİL ÖBÜR TARAFTAN KÜÇÜLEN ŞİRKETLERDEN DOLAYI OLUŞACAK İŞSİZLİK DE CABASI....

engindeniz
02-05-2005, 20:27
FED faiz artırımına gidecek
ABD Merkez Bankası FED'in yarınki toplantısında, ''ölçülü'' olarak nitelendirilen çeyrek puanlık faiz artırımı bekleniyor.
02 Mayıs 2005 13:02


Böylece geçen yıl Haziran ayına kadar yüzde 1 seviyesinde tutulan
ABD Doları'nın gösterge faizi, art arda yapılan çeyrek puanlık 8
artırımla, yüzde 3 seviyesine çıkarılmış olacak.
FED'in yaz aylarında ise faiz artırımlarına bir süreliğine de olsa
ara vereceği tahmin ediliyor.
FED'in ''ölçülü'' faiz artırımlarıyla, özellikle petrol
fiyatlarından kaynaklanan enflasyon baskısını kontrol altında
tutarken, ani etkiler doğurmadan ekonomide güçlü büyümeyi sürdürmeyi
hedeflediği ifade ediliyor.
Mart ayında ABD'de çekirdek enflasyon yüzde 0.4'le, son 2 yılın en
yüksek seviyesine çıkmıştı.
ABD ekonomisinin yılın ilk çeyreğinde yüzde sadece 3.1 büyüme
gerçekleştirmesi ise faizlerdeki yükselmeye bağlanıyor.
ABD geçen yıl, daha güçlü bir performansla yüzde 4.4 büyüme
gerçekleştirmişti. Yıl sonuna doğru yavaşlamaya başlayan ekonomide son çeyrek büyümesi ise yüzde 3.8 olmuştu.
Bazı ekonomistler, faiz artırımlarının da etkisiyle ABD
ekonomisinde yavaşlamanın süreceğini ve ikinci çeyrek rakamlarında
bunun daha açık hissedileceğini vurguluyorlar.
---
Sn. FT-2 sizi tebrik ederim...
İnanın dünyanın global krize gidişindeki kilometre taşlarını koyacağımız ve unuttuğumuz anda da dönüp bakabileceğimiz bir topic yaratmışsınız...

Her ne kadar ülkemiz için kısa dönemde olmasa bile uzun dönemde AB yolunda ilerlemeler ve gelişmelerin seyrini izlediğimiz bir topic bulunmaktadır...

Aynı şekilde Global krizin etkilerini ve gelişmeleri takip edebileceğimiz ve farklı görüşlerin sunulabileceği bir topic...

ABD ' nin bilerek tetikleyeceği bir global kriz olacağı konusunda inandırıcı düşünceleri taşıyorum...

ABD yaşadığımız 21. yy ' da esnek bir politikada ekonominin tüm yönlerini bir taktik anlayışına oturtabilmek için farklı enstrumanları kullanıyor...

Soğuk savaş , sıcak savaş , petrol , faiz , kalkınmada 3. dünya ülkelerinin riskleri...

Eğer dünya ülkeleri 11 Eylül sonrası ABD düşmanlığını körükleyecek şekilde dünyadan kendisini izole edebilirdi...Ama etmedi...Kendi halkına da bazı gerçekleri göstermek istiyordu...Hala 11 Eylül için ABD'nin komplo teorisiydi diyenler çoğunlukta...Ben bunun bir komplo teorisi olduğuna inanıyorum...ABD'nin 1969'da Ay'a ayak basmadığı kadar inanıyorum...

ABD ' nin uzay mekiği uçuşlarının uzay çalışmalarında ABD etkinliğini ne kadar ileride olduğunu ortaya koyduğu konusu bizi gerçeğe götürücektir...

NASA, iki yıl önce meydana gelen Columbia faciasının ardından durdurduğu mekik uçuşlarına 15 mayısta yeniden başlamayı planlıyor.
Ama yeni açıklamalarla bunu da erteledi...
Çok basit bir ifade ile uzay mekiği uçuşlarının dünya yörüngesine olan uçuş mesafesini...Bir de dünyanın ay ' a olan uzaklığını...
1969 yılından sonra her türlü ticari kazanca alışık ABD tüccar zekası , maalesef geçen 35 yılda hala istenilen insanlı ay seyahatlerini gerçekleştiremedi...Oysa bundan 2 yıl önce ABD ' li bir zengin 40 milyon dolar masrafla sadece mekik gezintisi yapabilmişti...O kişi de özel seçim sonucu buna ulaşabilmişti...
ABD dünyayı kandırıyor...Am dünya insanı uyanıyor...

ABD dünyanın içinde boğuşacağı bir ekonomik kriz spekülasyonu ile bir 15-20 yıl daha uğraşması için gerekli düzenlemeleri yaptı...Düğmeye bastılar...
2030-2040 yılları arasında ABD Ay seyahatini gerçekleştirecek...Foyasını da açıklayacak...

Cari açık ülke ekonomilerinin en büyük değerleme kriteri...
Japonya , Almanya , İtalya , ABD gibi devlerde bu cari açıkla boğuşuyor...
Öyleyse niye sadece bizde bazı dönemlerde bizim cari açık fazlaca pompalanıyor...Onların bilmedikleri bir fark var...Bizim ülke insanı zaten olmayan ekonomi bilgisi ile son 30 yılda 4 ekonomik kriz geçirdi... 5. ' si tırıs gelir tırıs geçer...

Bir söz vardır...

"Bütün yumurtaları aynı sepete koyarsanız. Hepsininin kırılma şansı yükselir.
"

FT-2
04-05-2005, 23:28
Çekirgeler ve diğer parazitler
"Kapitalizm tartışması" (Deutche Welle, 27/04), iktidardaki Alman Sosyal Demokrat Partisi Başkanı Franz Müntefering'in "Mali yatırımcıların yüzleri yok, kim oldukları belli değil, firmaların üzerine çekirge sürüleri gibi çöküyor, hareket eden her şeyi imha ediyorlar" sözleriyle başladı. Tam o sırada Deutsche Bank'ın büyük kar artışını açıklarken 6000 personeli işten atması ateşe benzin döktü, lüks spor otomobil firması Porsche'nin genel müdürü Wendelin Wiedeking'in bile eleştirilerini çekti. "Sosyal piyasa ekonomisinde emek ve sermaye arasında bir denge kurmamız gerekir" diyen Wiedeking'e göre, "Bu adamlar (Deutsche Bank yönetimi-E.Y) hala hiçbir şey öğrenmemişler" (The Independent, 01/05).

Müntefering'in, uluslararası sermayenin ele geçirdiği firmaların çalışanlarının haklarını, yaşamlarını göz önüne almamasının "ahlaksız ve sorumsuz bir tutum" olduğunu vurgulayan eleştirileri, neo-liberal basın tarafından, yaklaşmakta olan eyalet seçimlerine yönelik "popülist" bir taktik olarak suçlanıp etkisizleştirilmeye çalışıldı; kimi gazetelerde, resmi Marx, Engels ve Lenin'le birlikte yayımlandı. Ancak yapılan kamuoyu yoklamaları, halkın yüzde 74'ünün sermayenin çok fazla güçlendiğini, birçok firmanın karları artarken bile işçi çıkarmaya devam ettiğine inandığını gösteriyordu (Der Spiegel, 20/04). Bu yüzden Munchau, Müntefering'in eleştirileriyle ilgili olarak; "Esas insanın sinirine dokunan, bu taktiğin sonuç almaya başlamış olmasıydı" diye yazacaktı.

Ulusal çıkar filan...

"Seçim oportünizmi" eleştirisinin pek işe yaramadığını gören kimi yazarlarla iş çevrelerinin sözcüleri, bu kez, Müntefering'i vatansever olmamakla suçlamaya başladılar.

FAZ'dan Bryson'a göre "SPD bu ulusal tartışmayı körükleyerek belki partisi için bir kazanç elde edebilirdi, ama böyle yaparak uluslararası yatırımcılar arasına Almanya 'nın imajını zedeliyordu". İşadamları Derneği Başkanı Hans Dieter'e göre "SPD'nin sermayenin ve paranın gücüyle ilgili olarak başlattığı tartışma hiç verimli değil. Almanya'mn uluslararası imajını zedeliyor" (Der Spiegel, 29/04). Berliner Zeitung da Almanya'daki Amerikan Ticaret Odası Başkanı Lutz Raetting'in "İş yatırıma gelince, çokuluslu şirketin seçenekleri çok. Müntefering Almanya'nın çekiciliğini azaltıyor" dediğini aktardı.

Ancak Financial Times Germany'ye bir demeç veren, eski SPD Başkanı Hans-Jochen Bird, Müntefering'in, "kapitalizmin aşırılıklarına yönelik eleştirilerinin aslında çok gecikmiş eleştiriler" olduğunu, "yalnızca ülke ekonomisinden sorumlu güçlü kişilerin değil, siyasetçilerin de artık geniş halk kitlelerinin taleplerini göz önüne almaları gerektiğini" söyledi.

Bu tartışmalar 1 Mayıs kutlamalarında da yankılandı. Berlin'de, bir DGP sendikası pankartı, "Siz bir değil, çoksunuz, yalnızca bir maliyet faktörü değilsiniz. Gösterin!" diyordu. DGB Başkanı Micheal Summers, iş çevrelerini, "Ekonomik iktidarın sahipleri, güçlerini istismar ediyor; işsizliği arttırıyor; sosyal hakları kısıyorlar" sözleriyle eleştirdi. "İşverenlerin isteklerinin ve kitlesel işsizliğin kader olmadığını" vurguladı, "İnsanlar mücadeleye katılır; güçlerini birleştirebilirlerse dünyayı daha iyi bir yönde değiştirebilirler" dedi. Müntefering de Duisburg'daydı; konuşmasında, kapitalizme yönelik eleştirilerini yineledi. Ver. Di Sendikası Başkanı Franc Bsirske, Münih'te yaptığı konuşmada ekonomi yönetimini eleştirdi, büyük firmaların "karları artarken, işçi çıkarmaya, grevlerden korunacak yasalar talep etmeye devam ettiklerine" işaret etti. Madencilik Sanayi Sendikası Başkanı Hubertus Schmoldt, Hannower'deki konuşmasında, "neredeyse müstehcen bir hale gelen rekabetten" yakındı (Spiegel).

İş çevrelerinin ve finans gazetelerinin tepkilerine rağmen, bu tartışma halkın ilgisini çekmişe benziyor. Öyle ki ZDF televizyonunun yaptığı bir kamuoyu yoklaması, halkın büyük çoğunluğunun Müntefering'in kapitalizmin demokrasiyi tehdit etmeye başladığına ilişkin eleştirilerine katıldığını ortaya koydu. Bu yüzden, muhalefetteki Hıristiyan Demokratlar da SDP'nin eleştirileri karşısında, Frankfurter Allgemeine Zeitung'un deyimiyle "sinmiş durumdalar, kamuoyunun duyarlılıklarına ters düşmemek için seslerini çıkartamıyorlar". Benzer duyarlılıkların Avrupa'nın diğer ülkelerinde, özellikle de Fransa ve İtalya'daki tepkileri de göz önüne alınca, insan "Acaba yeni bir işçi mücadelesi dalgası mı yükseliyor" diye sormadan edemiyor.

FT-2
04-05-2005, 23:34
Çok sayıda umutsuz, yoksul ve marjinalleşmiş insanı barındıran bir ülkede hızlı büyüme, yükselen bir borsa ve uluslararası finans kuruluşlarının yüksek puanları, seçimleri kazanmaya yetmiyor: Hükümetler ayakta kalmak istiyorlarsa, iktisat politikalarının piyasa dostu değil, halkın dostu olması gerekiyor:"

"Bugünlerde geçerli olan model, küreselleşmenin, DTÖ'nün, serbest ticaretin, yabancı yatırımların gücünü ve meziyetlerini vurgular: Buna göre iç piyasalara değil, dış piyasalara odaklanmak gerekir; bu nedenle de uluslararası rekabet gücünün yükseltilmesi öncelik taşır: Bu da ücretlerin baskı altında tutulmasını ve emek veriminin yükseltilmesini gerektirir: Ancak, burada emek veriminin yükseltilmesi halk için daha fazla mal ve hizmet üretilmesini sağlayacak bir amaç değildir; sadece uluslararası rekabet gücünü yükselten bir araçtır: Bu tür emek verimi artışları da işten çıkartmalar ve özelleştirme gibi yöntemlerle hayata geçirilir. "

"Bu tür bir ihracat fazlası sağlama yaklaşımı, tüm ülkelerce izlendiğinde açmazlara sürüklenir: Maliyetleri rekabetçi olarak aşağıya çekme çabasında herkes kazançlı çıkamaz. Zira, bazılarında ihracat fazlalarının oluşması, ancak diğerleri dış ticaret açığı verirlerse mümkün olacaktır: Gelişmekte olan ülkelerin çoğu benzer türde mallar ihraç ettiklerine göre, kimileri bu yarıştan yenik çıkacaklardır: Böylece ülkeler, sıradan emekçi insanların hayat koşullarını aşağıya çeken bir yarışa girmiş olacaklardır: "

"Özel çıkarların toplumsal çıkarlar üzerinde sağladığı en kesin zafer uluslararası sermaye piyasalarında gerçekleşir. Borsası küçük, ulusal parası zayıf olan bir ülke, az sayıda spekülatörün başlattığı bir sermaye kaçışı karşısında tepe üstü inişe geçebilir: Kamu açıklarının biraz arttırmaya, kurumlar vergisini yükseltmeye, borsa işlem hacmi üzerine vergi koymaya niyetli hükümetler sermaye piyasalarındaki aktörlerin kendileri aleyhine dönüşeceğini bilirler. Elleri-kollan bu nedenle bağlanır. Siyasetçilerin, iktisatçıların ve medya yorumcularının büyük çoğunluğuna göre, ekonominin sağlık derecesini ölçen barometreyi borsa sağlar. Barometreyi yükseltmenin güvenceli bir yolu da, kârlı kamu işletmelerini satarak sermaye girişi sağlamaktır. "

"Yoksullara aşırı yüklenmenin dışında, uluslararası kapitalizmin sürüklediği bu modelin bir başka güçlüğü de vardır: Büyükçe bir ekonomide, ücretleri bastırarak ve işçilere yol vererek maliyetleri düşürmek, alım gücünü ve iç piyasayı da daraltır: Bazılarına göre alım gücündeki daralma, ihracat fazlasında ve yatırımlardaki artışlarla telafi edilecektir: Milli gelir içinde ihracat ve yatırımların ağırlığı, tüketimin gerisinde olduğuna göre, bu iddia dayanaksızdır. Maliyetler sözü geçen yöntemle aşağı çekildikçe, iç pazara dönük üreticilerin karşılaşacağı talep daralması da giderek ağırlaşacaktır."



"Buna karşılık, ülkenin yoksullarını ve marjinallerini de kucaklayarak genişleyen bir iç pazarın avantajlarından yararlanmak gündeme getirilmelidir. Bu tür alternatif bir modelde uluslararası rekabet gücünü artırmak için ücretleri ve maliyetleri aşağıya çekme saplantısının yerini, iç pazarda istihdamı ve talebi kamçılamak alır. Dış ekonomik ilişkilerin yönetilmesinde, en azından başlangıçta, sermaye hesabı üzerinde sıkı kısıtlamalar ve yabancı portföyleri üzerinde bir işlem vergisi uygulanabilir."

"Çözüm yolu, bir yandan yoksulların iç piyasaya dönük alım güçlerini, öte yandan da üretken kapasiteyi genişleten iki yönelişi akıllıca birleştirmekten geçer. Alım gücünün genişlemesi, kamunun altyapı yatırımlarıyla başlatılabilir. Atıl kapasitenin kullanılmasına dayalı Keynes-gil bir talep yönetimi değil, küçük-orta boyutlu yatırımlarla sağlanacak kapasite genişlemesi söz konusu olmalıdır. Ancak, ilk açılımın gerçekleştirilmesinde gerekirse geçici ve büyük bütçe açıklarından kaçınmamak gerekir."

Konuğumuz, Hindistan'dan ünlü bir iktisatçı, Amit Bhaduri idi. Biraz serbestçe çevirip kısaltarak, Kalküta'da yayımlanan Economic and Political Weekly dergisinden (22 Ocak 2005) aktardım.

Bhaduri, yazısını, Hindistan koşullarına da değinen (ve çeviriye almadığım) gözlem ve önerilerle zenginleştiriyor. Aktardığım görüşlerin Türkiye sorunlarına da ışık tuttuğunu düşünüyorum.

Adım adım "aykırı" düşünmeye yönelmemiz gerekiyor. Önce, bugünün egemen düşünce biçiminin sınırlarını; giderek kurulu düzenin parametrelerini de zorlayarak...

Bhaduri'nin yazdıkları, birinci tür bir "sınır zorlaması". Umarım, sizler de, yararlı bir başlangıç olarak okumuşsunuzdur.

k.boratav

FT-2
04-05-2005, 23:43
http://yenisafak.com.tr/ikaragul.html



..........................................


Evet, Bağdat'ta bir hükümet kuruldu. Ama kimse bu yönetimin Irak'ın bütünlüğünü koruyacağına inanmıyor. Zorla kurulan hükümetin ortakları bile birlikte bir gelecek öngörmüyor. Hükümet pazarlıklarında açıkça ortaya çıkan bu durum, giderek daha çok kendini hissettirecek. Beş önemli bakanlığın vekaletle yürütülmesi, üstelik Petrol bakanlığı gibi hassas bir bakanlığın Ahmet Çelebi gibi dolandırıcı birine emanet edilmesi neden?

İşin daha vahim yanı; Cumhurbaşkanı Celal Talabani ve Başbakan İbrahim Caferi, Irak'ta merkezi bir askeri güç istemiyor. Talabani Kürt silahlı güçlerinin varlığını devam ettirmesini, Şii'ler ise, işgal güçleriyle asla çatışmayan hatta işbirliği yapan 10 bin kişilik Bedir Tugayları'nın daha da güçlendirilmesini istiyor. Neden acaba? Merkezi bir ordu istemeyen ortaklar Irak'ı nasıl bir arada tutacak? Tutmayacaklar..! Bölünmeye yatırım yapıyorlar. İki kesim de gelecekte birbirlerinden ayrı yönlere gideceklerini biliyorlar. Hesaplar Irak'ın parçalanması üzerine kurulmuş. Bu şimdilik erteleniyor. Irak dışında her hangi bir bölgesel müdahale ile anında gerçekleşecek.

El Kudüs El Arabi gazetesi, ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'in Saddam Hüseyin'le gizli bir görüşme yaptığını, direnişin durdurulması için çağrı yapması halinde sürgüne gönderileceğini hatta yönetimde yer alacağını söylediğini yazdı. İdamla yargılanacak olan Saddam acaba bu teklifi neden reddetti. Ya da pazarlık bu yönde miydi? Saddam'dan gerçekte ne istendi ya da ona ne vaat edildi? Irak'ın parçalanması ve Sünniler'in ayrı bir yapı halinde varlığını sürdürmesi mi? Saddam birleşik Irak için bu çağrıyı yapar, idamdan kurtulur ve bir şekilde Irak yönetiminde etkin olabilirdi. ABD'nin direnişe karşı acizliğinin göstergesi olan bu pazarlıkta ülkenin bölünmesine ilişkin senaryoların konuşulduğu ihtimali ağır basıyor ki, Saddam reddetti. Bir ara sakinleşen saldırılar, bu olayın ardından inanılmaz ölçüde arttı ve devam ediyor.

Ortadoğu'da her yönüyle varılmak gerekiyor. Ancak bunu ABD ve İsrail'le ilişkileri eski formatına döndürmeden yapmak gerekiyor. Bütün bölgenin çözülmesini içeren tezlere destek vermek Türkiye'nin de çözülmesine neden olabilir. Türkiye bunu yapmayacak, yapamaz…

[email protected]

FT-2
04-05-2005, 23:55
Washington- ABD Merkez Bankası sayılan Federal Rezerv'in faiz hadlerini 0.25 oranında artırması ile doların uluslararası piyasalarda artış göstermesi bekleniyor. Faiz hadlerinin artırılmasına ekonomistler oldukça yavaş düzelme gösteren Amerikan ekonomisini durduracağı görüşündeler.

FT-2
08-05-2005, 22:49
....Geçen Perşembe dünyanın en büyük şirketlerinden General Motors ve Ford'un kredi notu düşüldü. Şirketler yatırım yapılabilir kategorisinden çıkarıldı... Spekülatif kategoriye dâhil edildi.
....
Bazı yatırım fonları spekülatif kategoriye indirilen şirketlerin bonolarını portföylerinden boşaltmak zorunda. Bu yasal bir zorunluluk. ...Bu bonolan almış olan birçok kurum şimdi bunları ikinci el piyasada satacak.

Peki, o zaman bu kadar bonoyu kim alıp tutacak?

FT-2
08-05-2005, 22:52
AB’nin motor gücü Alman ekonomisinde işsizlik oranının 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana ki en yüksek seviyesi olan yüzde 11.8 seviyesinde olması, öz konusu işsizlik ve durgunluk verilerinin, Türkiye’nin AB sürecini gönülden desteklediğini ifade eden Şansölye Schröder’in politik kariyerini tehdit ediyor olması. Kuzey Ren Welsfalya’da yapılacak eyalet seçimlerinde Schröder’in yeni bir yenilgiyle karşılaşması, hem kendisinin politik kariyeri, hem de Türkiye’nin AB süreci açısından yeni sıkıntıları gündeme getirebilir.....

FT-2
08-05-2005, 22:54
200 günlük hareketli ortalaması 1.2848 dolar seviyesini işaret eden euro-dolar paritesinde, BNP Paribas’ın New York merkezinde çalışan teknik analizci Andrew Chaveriat, aşağı doğru temas noktasının 1,2732 dolar seviyesi olduğu vurgulamakta.

FT-2
08-05-2005, 22:56
TCMB’nin Salı günü faizleri değiştirmediğini açıklaması, finans çevrelerinde farklı etkiler yaratacak, reel sektör cephesinde ise yankılar başka olacak. Bu durum, Türkiye’ye yeni bir ‘sıcak para’ akımı anlamına gelecek. Ve, bu sıcak para dalgası ile, TL yeniden 1.30 YTL ve altını zorlayacak. Piyasa şimdilik, cari işlemler açığından daha yüksek oranda finans hesabından giren sermaye nedeniyle, bu tür uyarılara duyarsız gözüküyor....

FT-2
08-05-2005, 22:58
ABD’nin tarım dışı istihdam artışının 174 bin kişi civarında olacağı yönündeydi. Ancak, rakam 274 bin kişi olarak açıklanınca, FED’nin bundan sonraki toplantı tarihi olan 30 Haziran’a yönelik olarak, yeni bir spekülasyon süreci başladı. Yani, açıklanan tarım dışı istihdam verisi, 0.50 puanlık bir faiz artışı beklentisini yeniden tetiklemiş gözüküyor

FT-2
09-05-2005, 17:25
Cari Açık 16.4 Milyar Dolar


Geçen hafta Martta 12 aylık dış ticaret açığının 36 milyar dolara yükselmesini değerlendirirken bu gelişme sonucunda Mart cari açığının da 16 milyar dolardan 17 milyar dolara doğru yelken açabileceğini belirtmiştim. Nitekim Cuma günü Mart ayı cari işlemler açığının 2,573 milyon dolar olarak açıklanmasıyla Türkiye’nin 12 aylık cari açığı 16 milyar dolardan 16.4 milyar dolara yükseldi.

Cari açıktaki artış sürerken iç piyasada yaprak kıpırdamadığına dikkatinizi çekerim. Uydurma büyüme rakamlarına rağmen ekonominin aslında büyümediğini herkes biliyor. Gerileyen ücret gelirleri ( Bu konuda “Ücret Gelirleri 2004’te De Geriledi” başlıklı yazıma bakınız) ve reel vergi gelirleri (Vergiler 2004’te reel bazda % 2 geriledi) gerçek durumu gözler önüne seriyor. Türkiye artık 2000-2002 dönemi Arjantin’in rotasına girmiş durumda: Ekonomi durgunluk içine girdiği halde büyük bir dış açık vermeye devam etmektedir. Büyüyemeyen ekonomide vergi gelirlerinin düşmesiyle, tasarrufların azalmasıyla bütçe açıkları büyür, kamu borcunun çevrilmesi güçleşir, yeterli yatırım yapılamadığı için işsizlik artar, sanayinin dış rekabet gücü azalır. Böylece içeride finansal kriz ihtimali artarken derinleşen ekonomik sıkıntının yarattığı sosyal gerginlik siyasete yansır, iktidarı zorlamaya başlar. İçeride durum gün geçtikçe kritikleşirken dış cephede de bir türlü kapanmayan cari açık Demokles’in kılıcı gibi asılı durur. Şu anda risk-getiri dengeleri icabı sizin uydurma büyüme rakamlarınıza inanır gibi görünen sıcak para, cari açığınızdaki ve dış borç stokunuzdaki artışın durmaması karşısında muhakkak günün birinde sizi borçlarınızla baş başa bırakmaya karar verecektir.

İçeride durgunluk, dışarıda buna rağmen büyüyen cari açık. Böyle bir tablo ancak ve ancak yerli paranın aşırı değerlenmiş olması halinde ortaya çıkabilir ve bu tablonun sonu büyük bir krizdir. Ya vakit varken kamu borcunu yapılandırıp devalüasyonu kontrollü olarak siz yaparsınız ve asgarî bir fatura ödeyerek ülkeyi bu darboğazdan çıkartırsınız, ya da kasabın gelmesini bekleyen kurbanlık koyun gibi oturup devalüasyonu başkalarının başlatmasını, ülkeyi Arjantinleştirmesini beklersiniz; bu arada ikitidarda üç gün daha oturabilmek, bürokrasiye üç beş adamınızı daha yerleştirmek için Erdemir’i Fransa’ya peşkeş çekmek, sınırlarınızı tanımayan Ermenistan’a sınır kapısı açmak, hatta hayalî soykırımı tanımaya hazırlanmak, KKTC’yi Rum’a yedirmek gibi “hayırlı” işlerle uğraşır, itiraz edenlere de “Ama çok dış borcumuz var” dersiniz. Şu anda Türk ekonomisinin, dolayısıyla Türk dış politikasının, dolayısıyla Türkiye’nin önünde sadece bu iki seçenek var; bir üçüncüsü yok.
s.somcag

FT-2
09-05-2005, 22:22
Washington think tankından New Amerikan Foundation'a 9 Aralık’ta demeç veren Ullman, ABD'nin tıpkı Titanik gibi son derece tehlikeli bir sürece yelken açtığı ve felakete sürüklendiği yönünde ikazda bulundu. Bu sert uyarı Henry Kissinger ve Zbigniew Brzezinski gibi eski başkanın milli güvenlik danışmanlarıyla işbirliği yapan ve mübalağasız üslubuyla bilinen bir simadan geldi. Ullman'a göre tehlike dıştan olduğu kadar içtendi de. Diğer yandan Friedman da 2 Aralık'ta ikazda bulundu: "Son vergi kesimi ve firar harcamalarının toplam hesabı 5 trilyon dolar daha artırması bekleniyor. Sanırım ben ölene kadar en büyük jenerasyondan müsrif jenerasyona ve daha sonra da iflas jenerasyonuna gitmiş olacağız." Friedman'a göre, Bush, Afganistan ve Irak savaşlarını Clinton döneminden kalan bütçeye güvenerek başlatmıştır ama, hala sanki her şey yolundaymışçasına sürdürmektedir. "Peki ya diğer bir 11 Eylül ya da diğer bir savaş ihtiyacı olursa ne olur? İşte o zaman yandık!" Dünyanın en büyük savaş lordu olmak aynı zamanda büyük bir yükü de beraberinde taşımak demek.

Dünya bankasının eski idari editörü Kevin Raffetry, ABD için çok kasvetli bir gelecek öngördüğünü iddia ediyor: "Bu ABD hegemonyasının sonunun başlangıcı. Oluşan yeni dünya daha kuvvetli olacak, fakat İngiliz İmparatorluğu ve Eski Roma gibi, Washington'un dünyayı sonsuza dek yöneteceğini söyleyen ölümsüz ya da Tanrı vergisi hiçbir şey olmayacak." (Japan Times,15 Kasım, 2004) Raffetry, Irak'ı "zaten abartılı olan Amerikan ekonomisi için" pahalı bir tüketim olarak görüyor; geçen yıl Irak ve Afganistan'a tam 200 milyar dolar harcandı ve Bush 2005 yılı için bir 80- 100 milyar dolar daha talep ediyor. Raffetry, Morgan Stanley Bankasından ekonomist Stephan Roach'dan da alıntı yapıyor: "Bazı rakamlar tek kelimeyle dehşet verici! ABD’nin şu an 38 trilyon dolar borcu ve 54 trilyon dolar federal fon açığı -ki bu, hükümetin harcamaları ve vergi gelirleri arasındaki farkı tanımlar- var." Bazı ekonomistlerin iyimser tahminleri bir yana Roach ABD'nin dış borcunun, GSYİH'nın %5.7’sine kadar çıktığını belirtiyor. Bunu kapatmak içinse, her gün 2.6 milyar kapitalin içeri akması gerekiyor.

Peki ABD, bu sorunların üstesinden gelebilecek mi? Rafferty'ye göre Amerika, bir "ekonomik infilak" ın öncüsü olmaya doğru gidiyor. Bu infilakın oluşması ise dünyanın, birikimlerini artık ABD dolarıyla saklamaktan vazgeçmesine bağlı. OPEC'in bazı üyeleri ödemeleri Euro olarak talep etmeye başladı bile. Eğer Çin ve Japonya da (ki servetlerinin %40'ını ABD dolarıyla saklamaktalar) artık dolar talebinden vazgeçerse, işte o zaman Friedman'ın deyimiyle ABD "yanacak".

akuarist
09-05-2005, 22:59
Ya vakit varken kamu borcunu yapılandırıp devalüasyonu kontrollü olarak siz yaparsınız ve asgarî bir fatura ödeyerek ülkeyi bu darboğazdan çıkartırsınız, ya da kasabın gelmesini bekleyen kurbanlık koyun gibi oturup devalüasyonu başkalarının başlatmasını, ülkeyi Arjantinleştirmesini beklersiniz

burdaki kamu borcunu yapılandırmadaki kasıt arjantinin yaptığı gibi borçların bi kısmının silinmesimi acaba ft-2???

FT-2
09-05-2005, 23:12
hayır, sadece kamu borcunu derken iç borcun finansmanını kastediyor.

akuarist
09-05-2005, 23:43
anlasıldı.bencede cok dogru bi yaklasım.türkeyinin su anda en büyük sorunu istihdam deniyor ama borçstoku bi türlü azaltılamıyor aksine artıyor.

FT-2
10-05-2005, 00:24
Türkiye Borç Kıskacında




ANKARA (ANKA)- Geçen hafta içinde gerçekleştirilen IMF ve Dünya Bankası'nın yıllık genel kurulları sırasında açıklanan dünya ekonomisine ilişkin değerlendirmeler ve göstergeler içinde Türkiye'ye yönelik iki konu dikkat çekti; cari işlemler açığının büyüklüğü ve Türkiye'nin dış borçlarıyla ilgili değerlendirme.

Dünya Ekonomik Görünümü 2005 Raporu'na göre Türkiye, milli gelir büyüklüğü sıralamasında, 300 milyar doları bulan milli geliri ile 21. sıraya yükseldi. Gelirde yaşanan bu artışa karşı; ödemeler dengesinin 2004 yılında verdiği 15.4 milyar dolarlık cari açık ile dünya sıralamasında 6. sırada yer aldı. Dış borçlarda ise yer aldığı ''Düşük ve Orta Gelir'' grubunda en yüksek borçlu ilk beş ülke içinde yer aldı.

Milli gelir ve cari açığa ait değerlendirme 2004 yılı verileri ile yapılırken dış borçlara ilişkin değerlendirme 2003 yılı sonu verileri ile yapılmıştı. 2004 yılının belli olan yıl sonu dış borç göstergeleri, Türkiye'nin dış borçlarının GSMH'ye oranının gelirdeki hızlı artış nedeniyle 2003 yılı sonuna göre azalarak yüzde 60.8 düzeyinden 2004 sonunda yüzde 54'e indiğini gösteriyor.

Dikkatlerin çekildiği ikinci nokta, 2004 yılı sonu itibarıyla cari açığın 15.4 milyar dolar olarak gerçekleşerek GSMH'nin yüzde 5.2'yi aşmış olması. IMF ve Dünya Bankası Türkiye'nin ödemeler dengesinin cari işlemler açığının 2005 yılında da bu eğilimini koruması halinde ''faiz dışı fazla'' oranının 2005 yılı için öngörülen yüzde 6.5 oranının üzerine çekilmesinin zorunlu hale geleceğini vurguluyorlar.

Türkiye'nin dış borçlarının GSMH'ye oranı, 2004 yılı sonunda gerçekleşen yüzde 54 düzeyiyle kriz öncesine (2000 öncesi) yaklaşıldığını göstermektedir. Ancak dış borçlanmanın alt kalemlerinde, özellikle kısa vadeli borçlanma göstergelerinde, son iki yıllık dönemde gelişen eğilimle birlikte hızlanan bir artışın olduğunu görüyoruz. Uluslararası karşılaştırmalarda önemli bir gösterge olan kısa vadeli dış borçların/MB rezervlerine oranı, kısa vadeli dış borçlanmanın hızlanması ile birlikte kritik bir gösterge haline dönüştü.

2002 yılı sonunda bu gösterge yüzde 62.1 olarak gerçekleşirken 2004 sonunda yüzde 84.3 oranına yükselmiş bulunuyor. Kısa vadeli dış borçlanmanın son iki yıllık dönemde gösterdiği artış yüzde 94 oranında çok yüksek oranlı bir artış. Kısa vadeli dış borçlanmadaki artışın esas kaynağı, ticari bankaların borçlanmasında izlenen yüzde 120 oranındaki artıştan kaynaklanıyor.

2005 yılının belli olan ilk çeyrek dönemine ait göstergeler cari açığın artış eğiliminin dış ticaret açığındaki büyümeye dayalı olarak sürdüğünü gösteriyor. Dış borçlanma, özellikle kısa vadeli dış borçlanma verileri belli değil. İlk çeyrekte ''sıcak para giriş-çıkışlarının'' hareketli olduğu biliniyor.


09 Mayıs 2005 Pazartesi - ANKA Ajansı

Lord_Genius
10-05-2005, 01:33
Sn.FT-2'nin bu konuda 49. nolu mesajını bir okuyun.Sn.Selim Somçağ'ın kaleme aldığı bir makale var...Türkiye'nin "kötü"ye gittiğini iddia ediyor,ve bu iddiayı bazı "verilere" dayandırıyor...Bakalım bu veriler doğru mu?? Ben bir gazete yazarı ekonomise babamın oğlu olsa GÜVENMEM.Malum Türkiye'de ekonomi siyaset ile iç içedir,bu nedenle işin içine yalan dolan çok girer...Hele hele Cumhuriyet gazetsi gibi "uç" bir konumda bir gazetede yazarlık sözkonusu ise iki kere şüphelenirim...Herneyse www.hazine.gov.tr,www.die.gov.tr,www.tcmb.gov.tr ve www.die.gov.tr 'den ufak bir araştırma yapalım,bakalım Sn.Selim Somçağ haklı mı??

1-"Uydurma büyüme rakamlarına rağmen ekonominin aslında büyümediğini herkes biliyor." Demiş Sn.Selim Somçağ

Ben böyle bir yaklaşımı bir bilim adamına yakıştıramıyorum.Sonuçta,özellikle iktisat,matematik ve istatistik bölümü okuyanlar bilirler,Türkiye'de bu bölümlerde okumuş en elit kesim DİE,Hazine,DPT,Maliye bakanlığına girer.Öyleki bu saydığım kurumların sınavlarına hazırlanırken akli dengesini hafifte olsa kaybedeb insanlar tanıyorum ben! (Özellikle Maliye bakanlığı hesap uzmanlığı sınavlarına çalışanlar...) Kolay değil yani...Çok çok çok bilgili olmak gerekir buralara girmek için.Buralara girerken torpil falan hayatta işlemez...Ve burada çalışan insanlar bildiğimiz devlet memurları gibi çalışmazlar.Ciddi ciddi çalışırlar.Özel sektörden bile ciddi çalışırlar.Ben bunu bizzat gözlerimle gördüm.Şimdi Sn.Selim Somçağ çıkıp,bu insaların hesapladığı büyüme oranına "uydurma" diyor...Bende kendisine "Hade leeeyyn" diyorum...

2-"Ekonomi durgunluk içine girdiği halde büyük bir dış açık vermeye devam etmektedir"

Gelişmekte olan bir ekonomi eğer sermaye malı ithal ediyor ve bu nedenle cari açık veriyor ise O EKONOMİ SON DERECE SAĞLIKLIDIR.Bunu en dandik iktisatçı bile bilir ki Sn.Selim Somçağ gibi iyi eğitim görmüş bir iktisatçının bilmemesine imkan yok! Britanya hariç (Çünkü modern kapitalizmi yaratan Britanya'dır!!!) tüm gelişmiş devletler (ABD,Almanya,Japonya,İtalya,Fransa,Güney Kore,İrlanda...) hepsi sanayileşme sürecinde ciddi cari açıklar vermişlerdir.Ama sonuçta "Dünyanın Atolyesi" olan,cari fazla veren Britanya'yı her konuda geçmişlerdir! Çünkü sermaye malı denen üretim araçlarının "iyisini" dış ülkeler üretiyorsa (ki şu anda Türkiye için durum budur) gelişmek için en kolay yol bu malları dışarıdan satın almaktır.Çünkü mevcut teknoloji seviyesine kendi içinde ulaşmak en az 40 yıl sürer...Adamdan bir makina alırsın,100 işçinin yapacağı işi 10 işçi ile yapar ve 10 kat daha fazla malı,daha iyi kalitede ve daha az elektirik kullanarak yapar.Sen ucuz işçilik maliyeti kozunu kullanıp iyi malı,düşük maliyetle dış piyasaya satarsın,sermaye birikimi yaparsın.Ancak bu süreç için üreticinin o yüksek teknolojili sermaye mallarını almasını kolaylaştıracak bir süreç olmalıdır..Kredi için düşük faiz ve dışarıdan ucuz mal alınmasına imkan veren düşük kur! İşte bu tüm faktörler Türkiye'de mevcut! Gerekli makinaları alıp üretime geçirirsin,arkasından cari fazla verirsin,olayın mantığı budur.Daha önce verdiğin cari fazlalarıda düşük faizli tahviller ile finanse edersin(Türkiye aynı vadeli dolar cinsi tahvillerini Almanya ile aynı faiz oranı ile ihraç ediyor!).Sanayileşmek için her türlü ortam yaratılmış! Zaten Sn.Selim Somçağ'ın rahatsız olduğuda bu!

Şimdi "durgun olduğu iddia edilen ekonomimizin" üretim ve satış rakamlarını bazılarına gelelim...
Yurtiçi araba satışları
2001 131.438
2002 90.615
2003 227.036
2004 451.209

Yurtiçi araba üretimi
2001 175.343
2002 204.198
2003 294.116
2004 447.152

Buzdolabı Üretimi

2001 2.483.421
2002 3.317.712
2003 4.285.507
2004 5.307.828

Yurtiçi Buzdolabı satışları

2001 1.017.595
2002 1.088.035
2003 1.361.804
2004 2.003.525

Çamaşır Makinası Üretimi

2001 1.029.743
2002 1.654.103
2003 2.459.082
2004 3.963.401

Yurtiçi Çamaşır Makinası Satışları

2001 795.304
2002 823.925
2003 1.075.589
2004 1.916.831

Ruhsat Verilen İnşaat (1000m2) (Kamu+Özel)(Özelin payı

2001 56.046,3
2002 36.187,0
2003 45.516,0
2004 67.092,7

Sanayi Üretim Endeksi (1997=100)
2001 94,4
2002 103,3
2003 112,4
2004 123,4

Turizm Gelirleri (Milyon $)
2000 7.636
2001 8.090
2002 8.481
2003 13.203
2004 15.888
2005 Mart'a kadar geçen seneden %15 daha fazla

Yatırım Harcamaları (1987 fiyatları ile)(Milyon YTL)
2001 22.782,7
2002 22.531,9
2003 24.782,0
2004 32.802,3


Bunlarda durgun(!) ekonomimizin bazı ana ürünlerde satış ve üretim rakamları...Herhalde bu kadar araba ve beyaz eşyayı DİE'deki uzmanlar satın almıştır! Gelen turistlerede işten çıktıktan sonra hizmet etmişler,15.9 milyar$ gelir elde etmişlerdir...Sanayi üretimindeki %30 artışa bir kılıf bulamadım!

3-) "Büyüyemeyen ekonomide vergi gelirlerinin düşmesiyle, tasarrufların azalmasıyla bütçe açıkları büyür,
kamu borcunun çevrilmesi güçleşir, yeterli yatırım yapılamadığı için işsizlik artar, sanayinin dış rekabet gücü azalır"

Böyle bir iddia var..Ekonomi büyüyemeyince(ki öyle iddia ediliyor) tasarruflar düşecektir,bütçe açıkları büyüyecektir...Bakalım öyle mi olmuş??


Bu kafa takılan cari açığı en büyük kalemlerinden biri,sermaye malı ithalatı
(Milyar $)
2001 6.304
2002 8.174
2003 10.294
2004 13.419

2004 yılında verilen 16 milyar$ cari açığın 13.5 milyar$'ı "SERMAYE MALI İTHALATI"ndan kaynaklanıyor.Yani bu cari açıktan endişelenmek,iyi bir faiz oranı ile kredi almış ve bununla "fabrika" kurmuş bir iş adamına "Aptal yatırım yapıyor..." demek gibi birşeydir...Türkiye bu cari açığı YATIRIM YAPMAK İÇİN vermiştir.Bu yatırımlar tam kapasite ile çalışmaya başladığında (7-8 sene) ciddi cari fazlalar verilecektir.(Bunu hatırlayın!)

Mevduat Bankalarındaki Mevduatlar (Bin YTL)
01-2000 20994658 Deflatör 100
01-2001 28448771 Deflatör 168
01-2002 43463449 " 218
01-2003 56794884 " 257
01-2004 77014094 " 280
04-2005 110732268. " ~~ 285

-Bunlarda azalan tasarruflar! Deflatör 2.85 iken mevduarlardaki artış 5.3 kat...
Reel olarak 2 kat civarı artış var...

Bankalardaki Mevduatlar ve verilen krediler...(Nominal)(Bin YTL)
01-2000 17600162 Deflatör 100
01-2001 27713237 " 168
01-2002 31757953 * 218
01-2003 35177579 " 257
01-2004 51878902 " 280
01-2005 81229185 " ~~ 281

-Bunlar azalan krediler...Deflator 2.81 kat verilen nominal krediler 4.62 katına çıkıyor...
Reel olarak 2 kat civarında artış var...

Buda büyüyen bütçe açığımız... (Katrilyon TL)
2000 -13.265 Deflatör 100
2001 -29.036 " 168
2002 -40.090 " 218
2003 -40.204 " 257
2004 -30.313 " 280
2005 *2004 ocak-şubata göre %80 daha az bütçe açığı oluştu.Yani Sn.Somçağ'ın iddia ettiğinin tam tersi...

Yani deflatör 2.8 kat artarken,bütçe açığımız -13'ten -30'a çıkmış yani 2.28 kat artmış...Reel artış kabaca bir hesapla -0.5 kat...Bugünün fiyatları ile 2000 yıl açığı 38,150 katrilyon...2004'te ise 30.313 katrilyon...Bütçe açığı düşmüş! (Buna neden olan düşen faiz harcamaları)

Şimdi vergi gelirlerine gelelim...

Gelir Üzerinden Alınan Vergiler... (Milyon YTL)(Milyar TL)
2000 10.503 Deflatör 100
2001 15.648 " 168
2002 19.343 " 218
2003 25.716 " 257
2004 26.558 " 280

Gelir üzerinden alınan vergilerde reel olarak düşüş var.Hatırlarsanız SSK primlerinin bir kısmını devlet üstlenmişti 2003 ayının kasım ayında çıka bir yasa ile...Bu nedenle gelir üzerinden alınan vergi miktari reel olarak düşmüştür.Buda sanayileşme sürecinin bir "gereğidir".Sanayileşmiş bir ülkede insanlar maaş ile çalışırlar,kendi küçük işletmelerine sahip olmazlar.Buna özendirmek için hükümet gelir üzerinden alınan vergiyi düşürmek zorudadır...Sanayileşme sürecinde küçük esnaf,manav,pazarcı,bakkal,küçük atölye,köylünün modern ekonomiye ayak uyduramayanı BATACAKTIR.Tansaş,Migros,CarreofurSa,Yataş rekor kar elde edecektir...Bu işin kuralı maalesef budur...İngilteresinden tut,ABD'sine,Japonyasına bu böyledir...Hayatın acı gerçekleri...Ve bu süreçte 6-7 yıl yüksek işsizlik yaşanacak,dolayısı ile reel ücretler yükselmeyecektir.Ancak bir noktadan sonra öyle bir yere geliniyorki,işsizlik "doğal" noktaya iniyor..Ekonomide hiçbirşey "birden" olmaz,sağlıklı olan belli süreç sonunda olandır.Ama bu sistemin geleceği sağlamdır.(İnanmayan 1988'de bizimle aynı programı uygulamaya başlayan ve o zaman Avrupa'nın en fakiri olan İrlanda'nın işsizlik verilerine bakabilir (http://www.cso.ie/) İrlanda bugün Avrupanın en zengin 2. ülkesidir)Eğer küçük işletmeler,küçük ticarethaneler,küçük tarlalı ve geleneksel üretim yapan köylüler desteklenirse sistem bir noktada çökecek,rakabet gücünü kaybedecek ve bu sektörler tasfiye olmak zorunda kalacaklardır...Vergi gelirlerindeki reel %2'lik düşüşün sebebi bu düşüştür.Bununla beraber konserve ürünlerde ve bazı temel gıda ihtiyaçlarında KDV %18'den %8'e düşürülmüştür.Buda ciddi bir gelir kaybı yaratmıştır.Ancak önemli olan çok vergi toplamak değil,bütçe açığını azaltmaktır,buda başarılmıştır.


4-) "Ya vakit varken kamu borcunu yapılandırıp devalüasyonu kontrollü olarak siz yaparsınız ve asgarî bir fatura ödeyerek ülkeyi bu darboğazdan çıkartırsınız, ya da kasabın gelmesini bekleyen kurbanlık koyun gibi oturup devalüasyonu başkalarının başlatmasını, ülkeyi Arjantinleştirmesini beklersiniz"

Giriş seviyesinde iktisat bilgisi olan bir kişi bile bilirki,devalüasyon ancak ve ancak SABİT KUR REJİMİNDE olabilir,dalgalı kur rejiminde olamaz.Dalgalı kurda,dövizin fiyatı bir gecede devlet tarafından arttırılamaz! Dalgalı kurda,eğer bir döviz sıkıntısı varsa,fiyat kademeli olarak artar.Zaten dalgalı kurdan dolayı böyle bir ihtimali hesaba katan firmalar buna göre pozisyon alır.Dalgalı kurda,sabit kurdaki gibi "dövizin sabit olacağı varsayımı" olmadığı için dövizin arması yıkıcı etki yaratmaz.Bununla beraber,dalgalı kurda oluşan döviz fiyatı ekonominin "çekebildiği" ve tüm ekonomik aktörlerin işine gelen döviz kurudur.Ne olması gerekenden bir br. fazla,ne bir br. azdır.Sn. Somçağ dövizin değerli olduğunu,ihracatın düşeceğini iddia ederken ihracat 22 milyar$'dı...Bugün döviz reel olarak %60 daha değersiz,ancak ihracat %300 arttı! Bunun adı yanılmak olamaz! Devaülasyonu kontrollü olarak hükümet yapacakmış! Ulan dalgalı kurda ne davaülasyonu! Hayret birşey! Okudukça sinirleniyorum...


5-) Ve müthiş final "bu arada ikitidarda üç gün daha oturabilmek, bürokrasiye üç beş adamınızı daha yerleştirmek için Erdemir’i Fransa’ya peşkeş çekmek, sınırlarınızı tanımayan Ermenistan’a sınır kapısı açmak, hatta hayalî soykırımı tanımaya hazırlanmak, KKTC’yi Rum’a yedirmek gibi “hayırlı” işlerle uğraşır, itiraz edenlere de “Ama çok dış borcumuz var” dersiniz. Şu anda Türk ekonomisinin, dolayısıyla Türk dış politikasının, dolayısıyla Türkiye’nin önünde sadece bu iki seçenek var; bir üçüncüsü yok."


Buradada yazının neden böyle yalan dolanlar yazıldığının cevabı! Muhalefet olsun diye! Ben "İran Türkiye'ye nükleer saldırıda bulunsunda hükümet devrilsin,bizimkiler başa geçsin!" diyen "millyetçi" gördüm,buna şaşıracak değilim. İyide kardeşim,bu kadar ahlaksız,bu kadar yalanla dolanla muhalefet yapılmazki.Nede olsa millet üşengeçtir,verilere bakamz zihniyeti ile at atabildiğin kadar! Çocuk mu kandırdığın zannediyor? Ben böyleler yüzünden ağız tadı ile hükümeye muhalefet yapamıyorum! Sayelerinde hükümetin sözcüsüne döndüm! İyiyse iyi,kötüyse kötü.Başta kim olursa olsun hakkını vermek lazım.Banane yahu baştakinin partisinin isminden? Ben yaptığına bakarım...Gerekirse eleştiri,gerekirse överim,o kadar!

"Benim partim daha çok oy alsın,bu nedenle hükümete yerli yersiz saldırayım,Türkiye'nin ekonomisi ne olursa olsun banane!" tarzı yaklaşımlar ile muhalefet yapılmaz ki! Birde bunu iktisatçı kılıfı ile yapacaksın! Üstelik birde ben ulusalcıyı ayaklarına yatacaksın,ama yalan yanlış yazılar ile devletin daha yüksek faizli borç almasına neden olacaktır! Yahu eline silah alıp dağa çıksan,pkkya katılsan devlete daha fazla zarar veremezdin! Yeter çektiğimiz bu adamlardan!

(Not:Bir sitemde Sn.FT-2'ye.Bu forum gibi bir ortamda bir yazı yayınlayacaksanız,biraz daha seçici olun lütfen.Yazının dayandığı kaynakları kontrol edin.Yalan yanlış yazıları bir yatırımcı forumuna koymak,buradaki insanlara para kaybettirmektir.Sn.Somçağ bu tarz yazıları dolar 1.700'ken e yazıyordu,bu yazıya inanıp 2003 yılında o fiyattan dolar alan bir kişinin halini düşünün! Bilmem anlatabildimmi? Hayatte ideolojilerden daha kutsal şeylerde olmalı! )
(Not 2: Bu arada yazının neresinden tutsam elimde yalan-dolan kalıyor! Ben sıfat bulamıyorum böyle bir şeye...Daha 10 sayfa yazabilirim yazıdaki yalan-dolan hakkında! Yemin ederim pkklı köpeğe kızmıyorum bu kadar,cahil adam kandırılmıştır belki diye!Bu adam iyi yerlerde okumuş,cahil değil yani,bütün zararı bilinçli olarak veriyor! Bizzat araştıtıcam Sn.Somçağ'ın verdiği konferans,ders falan var mı diye...Kabus gibi çökeceğim üstüne! Bu ülkenin ekonomisine zarar vermek karşılıksız olmamalı değil mi??)

N.F.K
10-05-2005, 02:21
ABD, kötü imajının kurbanı oldu
ABD'nin bozulan imajı, giderek artan Amerikan karşıtlığı ve bürokratik vize siyaseti yüzünden ABD'li turizmciler çılgına döndü. Kötü tablo en fazla dev şirketleri korkutuyor.
10 Mayıs 2005 00:12

New York'ta her yıl düzenlenen turizm konferansına katılan
Amerikan turizm şirketlerinin yöneticileri, ABD'nin giderek büyüyen
dünya turizm pastasındaki payını arttırmanın gereğine işaret ettiler.

Amerikan Turizm Şirketleri Derneği (TIA) Başkanı Roger Dow, bu
sorunu çözmenin ekonomik bir zorunluluk olduğunu vurgulayarak, turizm
alanındaki bu sorunun çözülmemesi durumunda uzun dönemde, Coca-Cola,
General Motors, McDonald's gibi Amerikan markalarının çok zarar
göreceğini söyledi.

Bürokratik vize işlemleri ve 11 Eylül terörist saldırılarından
sonra artırılan güvenlik önlemlerinin iş dünyası ve yabancı
öğrencilerin ABD'ye seyahatlerini engellediğini belirten Amerikalı
turizmciler, zayıf dolar kuruna rağmen yabancı turist sayısının
istendiği oranda artmadığına işaret ettiler.

Amerikalı tur operatörleri, aslında zayıf dolar kurunun bazı
sorunları maskelediği ve doların da sürekli zayıf kalmayacağı
uyarısında bulundular.
TIA Başkanı Dow, Amerikan karşıtlığının ABD'nin ''misafirsevmez''
ve ziyareti zor bir ülke hissi yarattığını belirterek, ''Aslında
bundan daha kötüsü bir (Amerika Kalesi) görüşü bulunmakta'' diye
konuştu.

Dow, ABD'nin kaçırdığı yabancı turistlerin, Avustralya, Güney
Afrika, İspanya ve Asya gibi başka destinasyonlara kaydığını
belirterek, Amerikan makamlarını çeşitli güvenlik önlemlerini
kolaylaştırmaya ve özellikle yakında başlayacak bazı ülkelerin
vatandaşları için istenen ''biyometrik yüz tanıma teknolojili''
pasaport uygulamasının ertelenmesi çağrısı yaptı.

ABD'ye gelen turist sayısında artış görülmesine karşın, bu ülkenin
uluslararası turizm pastasından aldığı pay 1992'den bu yana sürekli
düşüyor.

AA

FT-2
10-05-2005, 08:48
sn. lord genius bu iddalarınızı,ithamlarınızı, sövme düzeyine varan hakaretlerinizi sn. selim somçağ'a gönderme cesaretiniz var mı?

[email protected] <[email protected]>

eğer siz göndermeyecekseniz ben kendisini haberdar edeciğim.

sizin bu yazınızı ise daha sonra irdeleyeceğim.

Lord_Genius
10-05-2005, 12:12
SN.FT-2
Ortada hakaretin yanından geçen bir ifade bile yok,yazımda fazla bir yorumda yok zaten.Devletin resmi kaynaklarından alınmış makroekonomik verileri kaynak göstererek yazdım,kaynak göstermeden yalan yanlış yazmadım.Bu yazının en azından 3-4 kat daha sertini Sn.Somçağ'a mail yolu ile ileteceğimden şüpheniz olmasın.Daha yazacak çok şeyim var,bu sadece bir girişti.Mail atmayı aklıma getirdiğiniz için teşekkür ederim.Bakalım ne cevap verecek? İktisat bilimini siyasi amaçlara alet edenlere ve siyasi çıkarlar uğruna bu ülkenin ekonomisine zarar vermekten kaçınmayanlara karşı savaşı elimden geldiğince sürdüreceğim.Bu benim için bir askerin pkk ile savaşması kadar kutsal birşey.Herkes kendi alanında ülkesine yapılan saldırılara karşı ülkesini savunmalıdır,bu bir vatandaşlık görevidir.

krezüs
10-05-2005, 12:51
" GSYİH verilerine göre 1990-2001 arasındaki 48 üç aylık dönemin 27’sinde stoklar azalırken, 21’inde artmıştır. Hal böyleyken DİE’nin 2002-2004 GSYİH serilerinde stokların 12 dönem boyunca hep artması kabul edilebilir bir sonuç değildir. Konunun uzmanı olmayanlar için bu stok rakamlarının ölçüm ve sayım sonucu olmayıp üretim verilerinden masa başında türetildiğini hatırlatmak isterim. Nitekim DİE, İstanbul bağımsız milletvekili Sayın Emin Şirin’in bu konudaki soru önergesine 19 Ekim 2004 tarihinde verdiği cevapta stok rakamlarının “kalıntı yöntemiyle” yani masa başında hesaplandığını teyit etmiştir ( Bu bölümde yer alan “DİE’den Hayalî Stok İtirafı” başlıklı yazıma bakınız.) Türk ekonomisinin bu boyutta ve bu süreklilikte stok üretmesinin mümkün olmadığını, 2002’den itibaren masa başında üretilen hayalî stoklarla millî gelirin şişirildiğini çeşitli yazılarımda göstermiş bulunuyorum ( Bu konuda sitemizin Makaleler/Ekonomi-Siyaset bölümünde yer alan “Ekonomi 2002 Yılında Büyüdü Mü?” başlıklı makaleme, bu bölümde yer alan “Büyüme Sahtekârlığı Sürüyor” adlı yazıma bakılabilir.) "

www.selimsomcag.org 'dan alıntı..


Aslında lord genius'un biraz yukardaki uzun yazısındaki istatistikler selim somçağ'ın nasıl komik bir demagojinin içinde olduğunu gösteriyor. Selim diyor ki "arkadaş, 1994- 2001 döneminde stokların ortalama artış hızı şu kadardır ve bundan sonra da bu böyle gitmelidir, öyleyse 2002- 2004 yıllarına ait yüksek stok rakamları uydurmadır ". Arkadaş bu rakamların masabaşında üretilen hayali rakamlar olduğunu söylerken, aslında kendi durumunu tarif ediyor. Masa başına oturuyor ve rakamların yalnış olduğunu nerden nasıl kanıtlarım diye düşünüyor, detaylara bakıyor : mesela ihracat ikiye katlamış ve bunların faturaları dekontları ortada, burdan bir şey çıkmaz diyor. Sonra yalnışlığı ancak stok değişimleri rakamlarından ortaya çıkarabileceğine inanıyor ve dönüyor 1994- 2001 ortalamalrını alıyor (bu yedi yıllık seri içinde 1994, 1999 ve 2001 yıllarının kriz yılları olarak ekonominin küçülme yaşadığı yıllar olduğunu hatırlatmak isterim). Ve 2002'den itibaren değişen hiç bir şey olmamış varsayımıyla 2002- 2004 stok değişimlerinin bu önceki yılların ortalaması kadar olabileceğine hükmediyor. Kısacası, buna şark kurnazlığı bile denemez. Selim'in bu işlerden anladığını bildiğimiz için buna düpedüz sahtekarlık demek gerekir.

[ Esasen DIE bunu şöyle hesaplamak durumunda: Üretim miktarı belli, satış belli, ve üretim>satış ise aradaki fark stok artışına gider.. ]

Ama hükümete ideolojik muhalefet yapan medyada geniş yer bulmayı başarabiliyor bu sahtekarlıklarla. Daha bir kaç ay önce mesaj tv'de uzun bir programa çıktı, tek konuk olarak saatlerce konuştu. Ekonomiye dair bir yorum yapacak mı diye boşuna bekledim. Vatanın satıldığı, miili değerlerin peşkeş çekildiği, Kıbrıstaki ihanet vs minvalinde konuşarak kendini programa çıkaranların duymak istediklerini söyledi..

FT-2
10-05-2005, 13:21
sn. lord genius,

İyide kardeşim,bu kadar ahlaksız,bu kadar yalanla dolanla muhalefet yapılmazki

Birde bunu iktisatçı kılıfı ile yapacaksın! Üstelik birde ben ulusalcıyı ayaklarına yatacaksın,ama yalan yanlış yazılar ile devletin daha yüksek faizli borç almasına neden olacaktır! Yahu eline silah alıp dağa çıksan,pkkya katılsan devlete daha fazla zarar veremezdin!

Yemin ederim pkklı köpeğe kızmıyorum bu kadar,cahil adam kandırılmıştır belki diye!Bu adam iyi yerlerde okumuş,cahil değil yani,bütün zararı bilinçli olarak veriyor!

bu yazdıkların hakeret değilse hakareti bir tarif edermisin...

Lord_Genius
10-05-2005, 14:01
Sn.FT-2
Eğer bir kişi,ülke ekonomisi hakkında bir yorum yaparken,bilerek(ki Sn.Somçağ bunu bilmeyerek yapacak kadar cahil bir insan değildir) yanlış veriler veriyor ve bu veriler üzerin "karamsar" veya "toz pembe" tablolar çiziyorsa,bundan açıkça art niyet vardır.Açıkça art niyet ile yazılmış bu yazılar sayesinde,bu yazıyı okuyan insanlar (ki herkesin bu verileri araştırması beklenemez) kazandıkları ve biriktirdikleri paraları yanlış yerlere yönlendireceklerdir.Örneğin Sn.Somçağ'ın www.bagimsizsosyalbilimciler.org sitesinde 2003 haziran ayında yayınlanmış bir yazıyı hatırlıyorum.2002 yılında büyüme rakamları ile ilgili...Kısaca rakamların sahte olduğunu,ekonomiyi büyük krizlerin beklediğini,cari açığın orta vadede sorun çıkarmaya başlayacağını yazmıştı...Şimdi bunu okuyan bir kişi,Türkiye'de kriz olacağı için dolar/euro alacaktır.O gün dolar alan bir kişi bugün TL bazında reel olarak (kur düşüşü+enflasyon) %70'ten fazla zarar edecektir.Şimdi bir kişi ideolojik tatmin sağlayacak diye,niye bir başkası elindeki avucundakini kaybetsin? Yalan dolanla iş yapıldığını yukarıdaki yazıda ispatladım.İşin ahlaksızlık boyutuda budur.

Şimdi yukarıdaki kişiyi düşünelim.Eğer gerçek verilere dayalı bir yazı okusaydı muhtemelen bono alacaktı.Bono'lara talep artacak,bono faizleri düşecekti.Bu nedenle devlet daha ucuza borçlanabilecek,devlet gelirleri faiz giderlerine değil,eğitime,sağlığa,yargıya,orduya,yatırıma gidecekti.Ama kasten yanlış veriler ile insanların kafasını bulandırarak bu paranın daha büyük bir kısmının finansman giderlerine gitmesini sağlamak,pkknın beko fabrikasını bombalaması ile aynı şeydir benim gözümde.Sn.Somçağ bu yazıları ile kaç tane beko fabrikasını bombalamıştır sizce? Ancak kendisi her lafının başında başka insanları "vatanı satmakla" suçlayabiliyor,buna niye ses çıkarmıyorsunuz?

Bu nedenle yazdıklarım hakaret değildir,herşey ortadadır.Ortada bir küfür yok,sadece bir durum değerlendirmesi var.Herşey açık açık ortada...Ne yazmamı bekliyordunuz "Oh oh aferin Sn.Somçağ'a kasten yanlış veriler yayınlayıp,insanları ve devlet zarar sokmuş! Helal olsun,işte tam bir vatansever!" falan mı? Ben şahsen bu durumu "betimleyecek" bir hakaret bilmiyorum...

FT-2
10-05-2005, 14:16
sn. lord genius durumunuz demokritos un durumuna oldukça benziyor...

Montaigne Denemeler’inde, batı felsefesi’nin duayenlerinden olan Eski Yunan’lı Demokritos hakkında şöyle bir anekdot nakleder:

“Demokritos, sofrasına gelen incirleri yerken bir bal kokusu almış ve hemen araştırmaya başlamış. O güne dek incirlerinden almadığı bu koku nereden gelebilir diye. Merakını gidermek için kalkmış sofradan, incirlerin toplandığı yeri görmeğe gitmek istemiş. Sofradan niçin kalktığını duyan hizmetçi kadın gülmüş. ‘Boşuna vakit kaybetmeyin ‘ demiş; ‘incirleri bal çanağına koymuştum toplarken (koku, çanaktan bulaşmış)’. Demokritos’un canı sıkılmış; bu araştırma fırsatını kaçırdığı, bir merak konusu elinden alındığı için. Hadi be sen de demiş hizmetçi kadına, keyfimi kaçırdın; ama ben yine de bal kokusu incirde kendiliğinden varmış gibi nedenini araştıracağım. Böylece yanlış, kendi varsaydığı bir etkiye doğru nedenler bulmaktan geri kalmamış.” (Montaigne)

Lord_Genius
10-05-2005, 14:52
Sn.FT-2,
Bu anlattığınız hikaye aslında sizinle uyuşmuyor mu?? Ekonominin aslında büyümediğini,herşeyin çok kötü olduğunu...vs. iddia ediyorsunuz (hiç bir veriye bakmadan yargıya varmışsınız,çünkü sizin "tuttuğunuz" parti başta değil) ve bu konuda araştırma yapıyorsunuz,tabi karşınıza Sn.Somçağ gibi yazarlar çıkıyor...Sonra ben çıkıyorum,bu yazarların verdikleri veriler "YANLIŞTIR" bu nedenle yazdıkları yazılarda yanlıştır diyorum,ve bunu resmi kaynak göstererek İSPATLIYORUM.
Adam tasarruflar düşüyor diyor,tasarruflar reel olarak ikiye katlanmış,bütçe açığı artıyor diyor,bütçe reel olarak geçmiş ortalamalın %80'inden daha az açık veriyor...Büyüme stok artışı ile olmuştur diyor (ki GSMH hesaplama metodolojisinde stokların GSMH'yi etkileme çarpanı,diğerlerinden düşüktür) 2004 yılında stok artışı %0.9 ! %0.9'luk stok artışının %9.9'luk büyümeye sebep olduğunu falan söylüyor :) Aklınca çocuk kandırıyor. (Hoş,kanıpta iki lafından biri "bütçe açığı",diğeri "artan stoklar!" olanlarda var...)

Yani siz birşeylerin ters gittiği kokusu almışsınız,bunun için kendinize "kaynak" arıyorsunuz.Bir yargıya varmışsınız,bu yargıyı destekleyecek "veri" ve "yazı" peşindesiniz! Tıpkı bir yazısında DİE'yi yalan atmakla suçlayıp,diğer yazısında işine geldiği için DİE verilerini kullanan Sn.Somçağ gibi! Ben ise iyi/kötü tüm verileri buraya yazıyor,ona göre yorum yapıyorum.Siz baştan yorumu yapıyor,sonra verilere bakıyorsunuz :) Hatta verilerede bakmadan,kaynağını araştırmadan bazı yazarların yazılarını "koyuyorsunuz".Ben sizin buraya bir araştırma yapıpta hazine'den veya DİE'den veri koyduğunuzu görmedim.Varsa yoksa yanlış veriler ile suyu bulandırmaya çalışan ideoloji esiri yazarların yazıları...Yalansa yalan deyin!

alihoca
10-05-2005, 15:36
Sn Lord Genius;

Öncelikle,
Alıntı yapılan Sn Selim SOMÇAĞ'ın yazılarına karşı,bilgi,belge,veri kaynaklı ciddi bir çalışma yaptığınız için teşekkür ediyorum.

Diğer taraftan,yaptığınız değerli çalışmalarda,kimi zaman kullandığınız amacı aşan bir üslup ve dil yüzünden,konu maalesef ki bir üslup ve dil tartışmasına dönüşebiliyor.

İşte böyle bir ortam içinde;Onca emek vererek,ürettiğiniz ve savunduğunuz doğrular,üslup yüzünden gözden kaçıp gidiyor diye korkuyorum.

Bir küçük uyarıcık olarak değerlendirirseniz sevinirim.

Çalışmalarınızda başarı dileklerimle.

FT-2
10-05-2005, 18:26
şimdi Lord GENİUS ''Yalan dolanla iş yapıldığını yukarıdaki yazıda ispatladım.''

diyor peki neyi ispatlamış lord genius,... madde madde bakalım:

1-"Uydurma büyüme rakamlarına rağmen ekonominin aslında büyümediğini herkes biliyor." Demiş Sn.Selim Somçağ

''Ben böyle bir yaklaşımı bir bilim adamına yakıştıramıyorum.Sonuçta,özellikle iktisat,matematik ve istatistik bölümü okuyanlar bilirler,Türkiye'de bu bölümlerde okumuş en elit kesim DİE,Hazine,DPT,Maliye bakanlığına girer.Öyleki bu saydığım kurumların sınavlarına hazırlanırken akli dengesini hafifte olsa kaybedeb insanlar tanıyorum ben! (Özellikle Maliye bakanlığı hesap uzmanlığı sınavlarına çalışanlar...) Kolay değil yani...Çok çok çok bilgili olmak gerekir buralara girmek için.Buralara girerken torpil falan hayatta işlemez...Ve burada çalışan insanlar bildiğimiz devlet memurları gibi çalışmazlar.Ciddi ciddi çalışırlar.Özel sektörden bile ciddi çalışırlar.Ben bunu bizzat gözlerimle gördüm.Şimdi Sn.Selim Somçağ çıkıp,bu insaların hesapladığı büyüme oranına "uydurma" diyor...Bende kendisine "Hade leeeyyn" diyorum...''

selim somcağ ne demişti. büyüme rakamları uyduruk, yapay sahte, aslında büyüme sanıldığından çok daha düşük...yani dior ki DİE beklenti ekonimisinine/konomistlerinin ve iktidarın arzusu ve yönlendirmesiyle manipülasyon yapıyor demek istiyor...

peki lord nasıl ispatlamış...yanlış veriler yayınlayan DİE nin verilerini tekrar söyleyerek...

demek istiyor ki koskoca devlete(DİE) ye ye güveneceğiz yoksa selim somcağa mı?

neyi ispatlamış oluyor lord genius....DİE nin söylediğini papağan gibi tekrarlayarak...

hiç bir şey....

(bu konuya yeniden döneceğim)

Augustlobster
10-05-2005, 18:34
olsun 1trilyon paran yatır faize.olsun global kriz.faizler çıksın %300lere.ohhhhhhhh.banane umurumdamı olurdu dünya..ah nerde..

FT-2
10-05-2005, 18:44
şimdi Lord GENİUS ''Yalan dolanla iş yapıldığını yukarıdaki yazıda ispatladım.''

diyor peki neyi ispatlamış lord genius,... madde madde bakalım:

1-"Uydurma büyüme rakamlarına rağmen ekonominin aslında büyümediğini herkes biliyor." Demiş Sn.Selim Somçağ

''Ben böyle bir yaklaşımı bir bilim adamına yakıştıramıyorum.Sonuçta,özellikle iktisat,matematik ve istatistik bölümü okuyanlar bilirler,Türkiye'de bu bölümlerde okumuş en elit kesim DİE,Hazine,DPT,Maliye bakanlığına girer.Öyleki bu saydığım kurumların sınavlarına hazırlanırken akli dengesini hafifte olsa kaybedeb insanlar tanıyorum ben! (Özellikle Maliye bakanlığı hesap uzmanlığı sınavlarına çalışanlar...) Kolay değil yani...Çok çok çok bilgili olmak gerekir buralara girmek için.Buralara girerken torpil falan hayatta işlemez...Ve burada çalışan insanlar bildiğimiz devlet memurları gibi çalışmazlar.Ciddi ciddi çalışırlar.Özel sektörden bile ciddi çalışırlar.Ben bunu bizzat gözlerimle gördüm.Şimdi Sn.Selim Somçağ çıkıp,bu insaların hesapladığı büyüme oranına "uydurma" diyor...Bende kendisine "Hade leeeyyn" diyorum...''

selim somcağ ne demişti. büyüme rakamları uyduruk, yapay sahte, aslında büyüme sanıldığından çok daha düşük...yani dior ki DİE beklenti ekonimisinine/konomistlerinin ve iktidarın arzusu ve yönlendirmesiyle manipülasyon yapıyor demek istiyor...

peki lord nasıl ispatlamış...yanlış veriler yayınlayan DİE nin verilerini tekrar söyleyerek...

demek istiyor ki koskoca devlete(DİE) ye ye güveneceğiz yoksa selim somcağa mı?

neyi ispatlamış oluyor lord genius....DİE nin söylediğini papağan gibi tekrarlayarak...

hiç bir şey....

(bu konuya yeniden döneceğim)


DİE, GSMH rakamlarını nasıl hesap ediyor:



DİE, GSMH rakamlarını üretim metoduyla tespit ediyor. Üretim metodundaki rakamların tespiti için de, her sektördeki maliyet ve mamul madde hesaplamalarını ortaya koymak için girdileri, kar marjlarını ve çıktıları ortaya koyan “input- output” matrisi diye bir matris kullanıyor. Bu matrislerdeki girdi, çıktı ve kar marjları son olarak 1990 senesinde hesaplanmış. 1990’dan sonra, özellikle 2001 krizini yaşadık. 2001 krizinde maliyetler yükseldi, satış fiyatları düştü, dolayısıyla kar marjları ve katma değer düştü. Yani, input-output denilen girdi-çıktı matrisi bozuldu.



Bunun karşılığını da nerede görüyoruz?: Bunun karşılığını harcamalar yöntemiyle hazırlanan GSYİH istatistiğinde görüyoruz. Harcama yöntemi ile hazırlanan istatistikle, üretim yöntemiyle hazırlanan istatistiğin son rakamının birbirini tutması için kullanılan torba hesap, harcama istatistiğindeki “stok değişimi” rakamıdır. Stoklar da, bu yüzden, hesabı tutturabilmek için, inanılmaz derecede yüksek görülüyor. Reel faizlerin bu kadar yüksek olduğu bir ortamda güya, GSMH’nın yüzde 8’i kadar, yani 34 katrilyonluk bir stok var! Nerede bu stoklar? Yok…



DİE’deki konunun mesulü teknisyenlerle görüştüm. Bir kere size şunu temin ederim, ortada bir siyasi baskı veya bir siyasi yanlışlık yok. İşlerini gayet iyi bilen bu bürokratlar, 15 seneyi aşkın süre zarfında bir siyasi baskı ile karşılaşmadıklarını teyid ediyorlar. Ancak, teyid ettikleri ve söyledikleri başka bir şey daha var:

Girdi-çıktı matrislerinin yanlışlığı dolayısıyla büyüme rakamları yanlış.

(not: bu yazının kaynağını şimdilik vermeyeceğim. selim somçağa ait değil)

FT-2
10-05-2005, 18:55
DİE’den Hayalî Stok İtirafı


21 Şubat 2001 devalüasyonu arz tarafında girdi maliyetlerini olağanüstü tırmandırıp, talep tarafında gelirleri olağanüstü aşındırarak ekonomiyi derin bir resesyona soktu. Böylece 2001 yılında millî gelir % 9.5 gibi rekor bir boyutta geriledi. Ekonomi bu gerileme sürecine yuvarlanmışken uygulamaya konan yeni IMF programı Türk ekonomisini canlandırmayı değil, IMF yönetimini ürkütecek boyuta ulaşmış olan dış borçların, özellikle de IMF’ye olan borçların bir an önce geri ödenmesini amaçlıyordu. Böylece resesyonla ve işsizlikle boğuşan Türk ekonomisine millî gelirin % 6.5’i gibi hiç bir ülkede uygulanmamış ağırlıkta (şu anda dünyada Türkiye’den sonra en sıkı maliye politikasını uygulayan Brezilya’da bu oran % 3.25) daraltıcı bir maliye politikası ve buna paralel katılıkta bir gelirler politikası uygulandı. Bu şartlar altında ekonominin resesyondan kurtulması, büyümenin yeniden başlaması çok uzun zaman alacaktı. Bu tahlil doğrultusunda 2002 yılında % 1-2 mertebesinde büyüme rakamları beklenirken DİE 2002’nin ikinci çeyreğinden itibaren % 10’larda gezinen büyüme rakamları üretmeye başladı. Bu kadar derin bir resesyonun ortasındaki bir ülkeye iç talebi bu kadar kısan bir maliye politikası uygulanacak ve ekonomi buna derhal çok yüksek büyüme hızlarıyla cevap verecekti. Bu ekonominin temel kurallarını hiçe sayan bir sonuçtu.

Konuyu incelemeye başladım. Büyüme rakamlarında derhal göze çarpan büyük bir garabet vardı. Büyümenin sadece cüzî bir bölümü millî gelirin aslî bileşenleri olan kamu harcamaları, yatırımlar, tüketim ve net ihracattan kaynaklanıyordu. 2002 yılı için DİE’nin hesapladığı % 7.7 oranındaki büyümenin sadece 0.7 puanlık bölümü gerçek anlamda millî gelir artışından kaynaklanıyordu. Geri kalan 7 puanlık bölüm stok artışlarını yansıtıyordu. Bu tarihte görülmemiş, ekonomi mantığına aykırı bir durumdu. Çok yüksek büyüme olan, talebin sürekli arttığı dönemlerde bile Türk ekonomisindeki stok artışı millî gelirin % 1’ini bile bulmazken, gerçek büyümenin % 0.7 olduğu, talebin canlanmadığı bir ortamda millî gelirin % 7’si kadar stok üretilmiş olması için bütün sanayicilerin delirmiş olması gerekiyordu.

Bu çarpık tablo üzerine, çalışmamı millî gelir hesaplama yöntemi üzerinde yoğunlaştırarak meseleyi kısa sürede çözdüm. Yüksek büyüme hızının elbette bir maddî temeli vardı: Sınaî üretim. 2002 yılında sanayi üretimi gerçekten de % 9.1 oranında artmıştı. DİE bunu temel alarak millî gelirin % 7.7 oranında arttığını hesaplıyordu. Fakat unutulan nokta şuydu: Derin resesyon ortamında artık sanayi ürünleri çok daha düşük katma değerle satılabiliyordu; dolayısıyla aynı miktarda üretim eskisine göre daha az katma değer, dolayısıyla daha az millî gelir üretiyordu. Sınaî üretiminden yola çıkılarak millî gelirin tahmin edilmesine imkân veren bu üretim parametreleri Türkiye ekonomisi input-output matrisinde yer alıyordu. Bu parametreler zamanla değiştiği için DİE 1973’ten itibaren matrisi her 6 yılda bir yeniliyordu. Matris son olarak 1996’da yenilenmişti, dolayısıyla 2002’de de yenilenmesi gerekiyordu. Bu sayede 2001 kriziyle köklü biçimde değişen katma değer parametreleri yakalanabilecekti. Fakat nedense 2002’de matris yenilenmemişti; 2002 millî geliri hâlâ 1996’nın çok daha yüksek kâr ve ücret seviyelerine göre hesaplanıyordu. Bu yüzden üretim esasına göre hesaplanan millî gelir şişiyor, ikinci hesaplama yöntemi olan harcamalar yönteminde ise bu şişirme bölümün karşılığı bulunamıyordu, çünkü aslında böyle bir gelir oluşmadığından tabiatıyla harcanmamıştı da. Bunun üzerine iki yöntemle hesaplanan millî gelirin eşitlenmesi için DİE “olsa olsa” mantığıyla 7 puanlık fazlanın satılmayıp ( dolayısıyla harcamaya da dönüşmeyip) stoklarda tutulan üretim artışı olduğu hükmüne varıyordu. Yoksa ölçülüp biçilerek, sayımla elde edilmiş bir stok rakamı söz konusu değildi.

Ortada “İstatistiklerle Nasıl Yalan söylenir?” kitabına geçecek türde bir çarpıtma vardı. Ve bu çarpıtma sayesinde Türk ekonomisini altüst eden IMF programı başarılı gösterilmek isteniyordu. Konuyu teknik ayrıntılarıyla inceleyerek “Ekonomi 2002’de Büyüdü Mü?” başlığıyla makale haline getirip İktisat, İşletme Finans Dergisinin Haziran 2003 sayısında yayınladım. (Bu makaleyi bu sitenin Makaleler/Ekonomi-Siyaset) bölümünde bulabilirsiniz.) Makaleyi yayınladıktan sonra fırsat buldukça medyada bu konuyu gündeme getirdim ve DİE’yi açıklama yapmaya, Türk iktisatçılarını da bu konuyu ele almaya davet ettim. Aslında % 0.7 büyüyen ekonominin % 7.7 büyüdüğü ilân ediliyor, 10 yıldır Türk ekonomisini incelemekle iştigal eden bir uzman bu çarpıtmayı delilleriyle ortaya koyuyor, fakat kimseden çıt çıkmıyordu. Bu dönemde yalnızca bir kişi, değerli iktisatçı Prof. Korkut Boratav Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde konunun önemine değinerek makalemden söz etti, iktisat camiasının bu konuyu ele alması gerektiğini dile getirdi. Fakat aslında ortada böyle bir camia olmadığı, ekonomi gündemi IMF’nin emrindeki televole iktisatçıları ve finans piyasasında iktisatçı etiketiyle çalıştırılan çoluk çocuk tarafından belirlendiği için bu çağrılar sonuçsuz kaldı.

Bu arada zaman akıyor, üç aylar geride kalıyor, DİE 2003 yılında da input-output matrisini yenilemediği için millî gelir hesaplarındaki çarpıtma sürüyor, 2002’deki boyutta olmasa da 2003 millî gelirinde de stoklar mantık dışı boyutlarda seyretmeye devam ediyordu. 2003’te 5.8 olarak açıklanan millî gelir artışının da tamı tamına 3.1 puanı, yani yarıdan fazlası stok artışından kaynaklanıyordu. Tabiî gerçekte mevcut olmayan, DİE’nin masa başında uydurduğu stoklardı bunlar... 2004’ün ilk iki döneminde de normalin üzerindeki stok artışları (toplam büyümedeki oranları artık düşmekle beraber) devam etti. Böylece Türk ekonomisi 10 dönem üst üste stok biriktirerek de bir rekor kırmış oldu. Daha önce stoklar en fazla 4 dönem üst üste artmıştı; o da 2000 yılı gibi çok özel bir yılda... Stokların tipik hareketi ise ortalama 2 dönem artıp, 2 dönem azalmak şeklindeydi ki, firmaların stok yönetimi mantığına uygun olan da budur. Böylece belli dönemlerde stok artışlarının akıl dışı boyutlara ulaşması garabetinin yanına bir de ikibuçuk yıldır sürekli artan stoklar eklenmişti. Bu durumun nasıl bir garabet arz ettiğini stokları 1993 başından itibaren sabit fiyatlarla gösteren aşağıdaki grafikte görebilirsiniz.

makelenin devamı ve grafik için
http://www.selimsomcag.org/article.asp?artID=177&catID=1

vizyoner
10-05-2005, 19:01
Giriş-Çıkış Matrisi güncellenmediği için böyle sonuç veriyor.
Belki de güncellendi ancak sonuçları beğenilmedi....


Devlet Bakanı Beşir Atalay Emin Şirin soru önergesini Meclis'te cevaplamıştı bu konuda.
Not: Stoklar bu kadar büyürken stok maliyetlerinin bir yerde patlıyor olması gerekmez mi? Yoksa depo olarak yeraltı mı kullanılıyor ?
Bu çelişkiyi de not etmek lazım


DİE, GSMH rakamlarını nasıl hesap ediyor:

......

DİE’deki konunun mesulü teknisyenlerle görüştüm. Bir kere size şunu temin ederim, ortada bir siyasi baskı veya bir siyasi yanlışlık yok. İşlerini gayet iyi bilen bu bürokratlar, 15 seneyi aşkın süre zarfında bir siyasi baskı ile karşılaşmadıklarını teyid ediyorlar. Ancak, teyid ettikleri ve söyledikleri başka bir şey daha var:

Girdi-çıktı matrislerinin yanlışlığı dolayısıyla büyüme rakamları yanlış.

(not: bu yazının kaynağını şimdilik vermeyeceğim. selim somçağa ait değil)

think
10-05-2005, 19:23
Öyle veya böyle 3 senedir tahminlerinde feci şekilde yanılan bir ekonomist başarısızdır bilimsel değildir. Bilimselllik ideolojik görüşlülükten ayrılmayı gerektirir. Bilimsellik dengesizlik diye kabul ettiğinin ne kadar sürderebilir olduğunuda tartışabilmeyi gerektirir. Selim Somçağ'ın 2003 yılşındaki bir iddiasıda MBnin piyasaya gizliden gizliye döviz sattığı idi ki bununda yanlışlığı dış borç ödeme rakamlşarıyla karşılaştırıldığında ortaya çıkıyor. Mesela stok problenmine Asaf Savaş'ın yaklaşımı aşağıdaki gibidir

Nerede bu stoklar? (17/04/2005)


Böylece kriz sonrası dönemin en ilginç ekonomik bilmecesine geliyoruz. Bir yandan herkes iç talepteki durgunluktan şikayet ediyor. Halbuki aynı anda devasa bir dış açık görülüyor. Yakından bakınca dış açığın stoklara gittiği anlaşılıyor.

Bilmece ile uzun süredir uğraşıyorum. "Gizli gündem" sahibi olduğumu düşünenler var. Özetle, durgun iç talebe rağmen büyük dış açıklar ve devasa stok artışları oluşmasını sermaye kaçağına atfediyorum. Lafı dolaştırmayacağım. Aslında dış açık görünenin çok altında, hatta belki de hiç yok demeye getiriyorum.

Stokta 51 milyar dolar
Yöntemi açıklayalım. 2002 başından itibaren üç aylık milli gelir verilerini dönem ortalama kuru ile dolara çeviriyoruz. Sonra stok değişimi kalemini topluyoruz. Bu şekilde 2002-2004 arası dönemde üretilmiş ya da ithal edilmiş ama satılmayarak stoklarda tutulan malların değerine ulaşıyoruz.

Gazetedeki köşemde yer alan grafikte üstteki düz çizgi, birikimli stok miktarını milyar dolar cinsinden ifade ediyor. Son üç yılda firmaların depolarında biriktirdikleri mal miktarının 51 milyar dolara ulaştığı görülüyor.

Bu çok büyük bir meblağdır. 2004 yılında stoğu yapılabilecek toplamlar üreten sektörlerin (tarım, sanayi ve inşaat) cari fiyatlarla yarattıkları katma değerin 113 milyar dolar olduğunu hatırlatalım. Biriken stok yıllık mal üretiminin yüzde 45'ine gelmektedir.

Grafikte altta yer alan kesikli çizgi, birikimli cari işlemler açığını ifade etmektedir. Cari işlemler açığının üç yıllık toplam değeri 21 milyar dolardır. Yani toplam dış açık stoklardaki değişimden 30 milyar dolar daha küçüktür.

Resmin tümüne bakıyoruz
Bütün bu sayıların anlamı nedir? Daha açık anlatmaya çalışalım. Son üç yılda iç kaynaklar toplam tüketim ve yatırıma yetiyor. Üstüne, biriktirilen 51 milyar dolar tutarındaki stokların da yüzde 60'ı (30 milyar doları) iç kaynaklardan finanse ediliyor. Dış kaynak için sadece biriken stokların geri kalan yüzde 40'ı (21 milyar dolar) gerekiyor. İsteyen sayılan kontrol eder. Üç yılın GSMH toplamı 731 milyar dolardır. Aynı dönemde tüketim harcamaları (özel ve kamu) 585 milyar dolar, yatırım harcamaları 122 milyar dolar, ikisinin toplamı 707 milyar dolar yani milli gelirin 24 milyar dolar altındadır. Tasarruf yetersizliğinin tek nedeni 51 milyar dolarlık stok birikimidir.

Sayıların bize söylediği çok açıktır. Türkiye kriz sonrası dönemde rekor düzeyde dış kaynağı rekor düzeyde stok biriktirmek için kullanmıştır. Sormadan edemiyorum. Neden bu kadar çok stok tutuluyor? Nerede tutuluyor?



Bir hikâye anlatıyorum (19/04/2005)
Milli gelir verilerini büyüteç altına alınca ilginç bulgulara ulaştık. Örneğin Türkiye'nin iç kaynaklarının tüketimine ve yatırımlarına yettiği ortaya çıktı. Bu durum bizi ekonominin neden rekor düzeyde dış açık verdiğini araştırmaya itti.

Analiz derinleştikçe garipleşti. Türkiye'de firmaların ürettikleri malları satacak yerde stoklarda biriktirdiği anlaşıldı. Üç yılda stok artışının 51 milyar dolara ya da yıllık mal üretiminin yüzde 45'ine ulaştığı görüldü.

Bu bilmeceyi burada bırakmayacağımı sanırım tahmin ettiniz. Bir hikâye yazdım. Sıradan olaylar anlatıyorum. İlişkisiz gibi duran olayları bir araya getirip anlam kazandırmaktan keyif aldığımı itiraf ederim.

Bir halı satılıyor
Alman turist Hans Berger Türkiye'ye tatile geliyor. Yıyiyor, içiyor, denize giriyor. Bir ara alışverişe çıkıyor. Bir halı dükkânından uzun pazarlıklar sonucu 2 bin euroya halı alıyor. Nakit ödüyor. Halıyı bavulunda Almanya'ya götürüp salonuna seriyor.

Halıcı 2 bin euroyu döviz büfesinde bozdurup eşini ameliyat eden operatöre ödüyor. Operatör o sıralarda gazetelerde sürekli ekonomik felâket senaryoları okuyor. Halıcının parası ile döviz büfesinden 2 bin euro aldırıyor. Kasasına koyuyor.

Bu noktada tespiti yapabiliriz. Halı Türkiye'de üretildi ama şimdi Almanya'da, Hans Berger'in evinde. Karşılığında alınan 2 bin euro Türkiye'de operatör doktorun kasasında. Böyle olayların binlercesi her gün Türkiye'de yaşanıyor.

Şimdi işin muhasebe boyutuna bakalım. DİE halının üretildiğini görüyor. Milli gelir 2 bin euro artıyor. Ancak, halının satıldığını göremiyor. Neden? Çünkü halı ne içeride satıldı ne de resmen ihraç edildi. Çaresizlikten halıyı stoklara yazıyor.

Dış denge hesaplarını tutan Merkez Bankası ise turistin ödediği 2 bin euroyu görmüyor. Dolayısı ile 2 bin euroyu döviz gelirlerine yazamıyor. Ceteris paribus cari işlemler dengesinde 2 bin euro açık çıkıyor.

Kayıt durumuna bakalım. Almanya'daki halı Türkiye'de stoklarda gözüküyor. Türkiye'deki 2 bin euro ise gözükmediği için o kadar dış kaynak kullanılmış oluyor. Bilmem anlatabiliyor muyum?

Net hata noksan
Derken doktora biraz güven geliyor. Paranın yansını (1.000 euro) bankadaki döviz hesabına yatırıyor. Banka ihracatçı, turizmci, nakliyeci, turistik eşya satıcısı vs. döviz kazanan bir firmadan gelmeyen 1.000 euroyu Merkez Bankası'na bildiriyor.

1.000 euro bankaya tasarruf mevduatı olarak yatıyor. Cari işlemler hesabına gelir yazılamaz. Yurtdışından değil içeriden yatıyor. Sermaye hesabına döviz girişi yazılamaz. Ama döviz girmiştir. Neticede net hata noksan kalemi 1.000 euro fazla verir.

Duruma son kez bakalım. Hans'ın evindeki 2 bin euroluk halı hâlâ Türkiye'de stoklarda kayıtlı. Türkiye'deki 2 bin euro hâlâ cari işlemler dengesinde kayıtlı değil. Net hata noksan kaleminde ise ne yapacağımızı bilmediğimiz 1.000 euro fazla var.

Ne diyebilirim? Buyrun, bir tane de buradan yakın...

Ayrıca son 2 senedir Selim Somçağ'ın aksine son derece isabetli tahminkler yapan Serhan Cevik'in 2 tanede yazısı aşağıda. Unutulmaması gereken insanlar tarışmalarını akla kara olarak yapmak yerine sizinde dediğiniz gibi olayları açıklayabilecek parametrelere objektif olarak yaklaşmalı.

FT-2
10-05-2005, 19:34
şimdi Lord GENİUS ''Yalan dolanla iş yapıldığını yukarıdaki yazıda ispatladım.''

diyor peki neyi ispatlamış lord genius,... madde madde bakalım:

madde 2)



2-"Ekonomi durgunluk içine girdiği halde büyük bir dış açık vermeye devam etmektedir"

Gelişmekte olan bir ekonomi eğer sermaye malı ithal ediyor ve bu nedenle cari açık veriyor ise O EKONOMİ SON DERECE SAĞLIKLIDIR.Bunu en dandik iktisatçı bile bilir ki Sn.Selim Somçağ gibi iyi eğitim görmüş bir iktisatçının bilmemesine imkan yok! Britanya hariç (Çünkü modern kapitalizmi yaratan Britanya'dır!!!) tüm gelişmiş devletler (ABD,Almanya,Japonya,İtalya,Fransa,Güney Kore,İrlanda...) hepsi sanayileşme sürecinde ciddi cari açıklar vermişlerdir.Ama sonuçta "Dünyanın Atolyesi" olan,cari fazla veren Britanya'yı her konuda geçmişlerdir! Çünkü sermaye malı denen üretim araçlarının "iyisini" dış ülkeler üretiyorsa (ki şu anda Türkiye için durum budur) gelişmek için en kolay yol bu malları dışarıdan satın almaktır.Çünkü mevcut teknoloji seviyesine kendi içinde ulaşmak en az 40 yıl sürer...Adamdan bir makina alırsın,100 işçinin yapacağı işi 10 işçi ile yapar ve 10 kat daha fazla malı,daha iyi kalitede ve daha az elektirik kullanarak yapar.Sen ucuz işçilik maliyeti kozunu kullanıp iyi malı,düşük maliyetle dış piyasaya satarsın,sermaye birikimi yaparsın.Ancak bu süreç için üreticinin o yüksek teknolojili sermaye mallarını almasını kolaylaştıracak bir süreç olmalıdır..Kredi için düşük faiz ve dışarıdan ucuz mal alınmasına imkan veren düşük kur! İşte bu tüm faktörler Türkiye'de mevcut! Gerekli makinaları alıp üretime geçirirsin,arkasından cari fazla verirsin,olayın mantığı budur.Daha önce verdiğin cari fazlalarıda düşük faizli tahviller ile finanse edersin(Türkiye aynı vadeli dolar cinsi tahvillerini Almanya ile aynı faiz oranı ile ihraç ediyor!).Sanayileşmek için her türlü ortam yaratılmış! Zaten Sn.Selim Somçağ'ın rahatsız olduğuda bu!

Lord Genius'un bu paragrafını okuyunca önce nasreddin hocanın kapıya dayanan alacaklısına borcunu nasıl ödeyeceği ile ilgili koyun-tel-yün-iplik-para anekdotu aklıma geldi...daha sonra da sevgili annenim sık sık söylediği ölme eşeğem ölme, yoncalar biter de yersin tekerlemesini...

ekonomi durgunluk içinde derken selim somcağ iç piyasa için üretim ve satış yapan yerli firmaları kastediyor...halkın alım gücünün artmadığını vs kastediyor...

geçen yıl bu aralar cari açık dikkati çekecek şekilde arttğında televoleciler ne diyordu bu ithalatın en büyük sebebi ertelenmiş talepler nedeniyle olan otomotiv, cep tlf tv beya eşya olan aşırı talepden kaynaklanıyor...doyuma ulaşınca cari açık azalacak hatta pozitife dönecek denmekteydi....doyuma ulaştı...piyasa durgun cari açık niye artıyor peki...


şimde de sebep sermaye malı (yatırım malı)ymış diye tutturdular...yani şirketler yatırım malları, teknolojik yenileme için mal alıyorlar. Cari açığın sebebi bu ve bu sağlıklıdır diyorlar....acaba gerçekten öyle mi?... sermaye malının içinde ne kadarı yatırım?, için ne kadarı ihracatın ara maddesi?....ben ciddi bir yatırım göremiyorum. olsaydı İMKB deki sanayi şirketlerinde görürürdük...

FT-2
10-05-2005, 19:47
sn. Think, selim somcağ için

''Öyle veya böyle 3 senedir tahminlerinde feci şekilde yanılan bir ekonomist başarısızdır bilimsel değildir. Bilimselllik ideolojik görüşlülükten ayrılmayı gerektirir.'' diyorsunuz.....

ben de hangi tahminlerinde yanıldı diye sorayım size? ben de 4 yıldır kendisini takip ediyorum...yanıldığını görmedim.....

dolar da mı?

paritede mi?

bono faizlerinde mi?

borsa endeksinde mi?

ner de yanıldı?

think
10-05-2005, 19:51
sn. Think, selim somcağ için

''Öyle veya böyle 3 senedir tahminlerinde feci şekilde yanılan bir ekonomist başarısızdır bilimsel değildir. Bilimselllik ideolojik görüşlülükten ayrılmayı gerektirir.'' diyorsunuz.....

ben de hangi tahminlerinde yanıldı diye sorayım size? ben de 4 yıldır kendisini takip ediyorum...yanıldığını görmedim.....

dolar da mı?

paritede mi?

bono faizlerinde mi?

borsa endeksinde mi?

ner de yanıldı?

Ben size söyleyim

1- Dolarda
2- FAizlerde
3-Enflasyonda

3 senedir kriz çıkacağını öne süren insan herhalde enflasyonda ve bono faizlerinde düşüşü ve borsada çıkışı öngörmüyor du di mi? Kendisini TEB deki günlerinden beri şahsen tanırım. Ama tahminleri çıkmadıkça gittikçe agresifleşti. 2003'ün HAziranından beri cari açık kaynaklı kriz bekliyor.

FT-2
10-05-2005, 19:54
sn. think somut bir yazısını gösterin nerde yanılmış.....

bende hergün felaket tellalığı yapıyorum...ama paramaın çoğunluğunu borsada değerlendiriyorum....doların da USA-İSRAİL in dümen suyundan gidildikçe bir kaç ay sonra 1300 lerin altına geleceğini öngörüyorum....

ama bu makro anlamda ülkenin iyiyi gittiğini göstermez.

zargana
10-05-2005, 19:55
Boşuna tartışıyoruz bence kısaca Kral öldü yaşasın yeni Kral. O dünyayı yeniden şekillendirecek. Bizde onun topraklarını ekip biçeceğiz kömür uranyum çıkaracağız dua edinde fazla vergi vermeyelim. Çin. Ekonomisi büyüyor ve ordusunu modernize ediyorsa bu hazırlıklar boşuna değildir. Sadece zaman meselesi. Yeni Kral onların içinden biri. Kovboyların zamanı bitti. Roma gibi.

think
10-05-2005, 20:07
sn. think somut bir yazısını gösterin nerde yanılmış.....

bende hergün felaket tellalığı yapıyorum...ama paramaın çoğunluğunu borsada değerlendiriyorum....doların da USA-İSRAİL in dümen suyundan gidildikçe bir kaç ay sonra 1300 lerin altına geleceğini öngörüyorum....

ama bu makro anlamda ülkenin iyiyi gittiğini göstermez.

O zaman soruyu tersine çevirelim. Sİz Selim Somçağ'ın bana bir tane enflasyon, faiz ve devalüasyon konusundaki doğru bir tahmini olduğu bir yazı gönderebilirmisiniz?

Lord_Genius
10-05-2005, 20:10
Sn.FT-2

Yazım "irdelenecek","cevap verilebilecek" bir yaz değil.Eğer bir ekonomide geçen yıllara göre 6 kat daha fazla araba,beyaz eşya
...vs. artmış,sanayi üretim endeksi 3 yılda %30 artmış ise o piyasaya durgun diyemezsiniz.Sonuçta ülkede satılan
arabanın,beyaz eşyanın yalanıda olmaz herhalde! Alım gücü artmamış insanlar topluca define mi buldudarda en ucuzu 25-30 milyar
olan araba talebini patlatmıştır anlayamadım...Ne yapıyor bu insanlar,yemeden içmeden araba mı aldılar? Güldürmeyin beni!

Birde Sn.Somçağ'ın büyüme stok artışından kaynaklanmıştır YALANI var.Stok rakamlarını nedense yazmaktan çekiniyor.
Ben yazayımda,neden çekindiğini anlayalım.Sn.Somçağ DİE'nin stok artışlarını yüksek gösterip GSMH'yi
yüksek çıkardığını iddia ediyor...

2002 %7.1
2003 %3
2004 %0.9

Sn.Somçağ diyorki,2004 yılında GSMH büyüme oranının yüksek çıkmasının sebebi stok artışıdır!
%0.9 luk stok artışı %9.9 büyümeye sebep olmuş :) Açıkça komik...yorum bile yapmıyorum.
Bu arada büyüme %54 artan özel yatırımlara %10 artan özel tüketime dayanıyor.

Çok zor değil Sn.FT-2. www.dpt.gov.tr 'den ekonomik gelişmeler bültenlerinde herşey açıkça yazıyor.Ekonomiyi buradan takip etmenizi tavsiye ederim.

Artık Sn.Somçağ konusunu kapatalım isterseniz.Ben kendisine "esaslı" bir mail atacağım yakında,hazırlıyorum :)

FT-2
10-05-2005, 20:12
evet ben bu tehlikeleri(cari açığın er yada geç bizi yendien krize getireceğini) bilerek yatırım yapıyorum...ben piyasayı manipüle edenlerin harketlerini önceden tahmin edebiliyorum.ya da ettiğimi zannediyorum....

ama bu pzisyonum gereği ülke gerçeklerini görmemi, onu başkalarına aktarmamı engellemiyor...

yani ,pozisyonuma göre kendimi hayal dünyasında tutmuyorum...ayaklarım yerden kesilmiş değil...

FT-2
10-05-2005, 20:16
O zaman soruyu tersine çevirelim. Sİz Selim Somçağ'ın bana bir tane enflasyon, faiz ve devalüasyon konusundaki doğru bir tahmini olduğu bir yazı gönderebilirmisiniz?

Somçağ ekonomistlik kariyerinde önemli başarılara imza attı. 1996'da yürürlüğe giren Gümrük Birliği anlaşmasıyla Türkiye'de ihracat değil, ithalat patlaması olacağını, Türkiye'nin dış ticaret açıklarının rekora gideceğini Ağustos 1995'te söyledi ve yazdı. 1999 Kasımında IMF'nin kur çapasına dayanan dezenflasyon programının parametreleri açıklanır açıklanmaz bu programla 2000 yılında enflasyonun % 25'e düşmeyip % 40 civarında gerçekleşeceğini, bu durumun da büyük bir devalüasyona yol açacağını kamuoyuna ilân etti. 2000-2001 yıllarında bu tahminler aynen gerçekleşti. IMF'nin 3.5 milyar dolar olarak beklediği 2000 yılı cari açığının 10 milyar dolar olacağını Haziran 2000'de tahmin etti. 2001'de kesin rakam açıklanıncaya kadar 2000 cari açığının 10 milyar dolar olacağını ısrarla ileri süren tek ekonomistti. 2000 Kasım krizinden sonra kur çapasının artık ayakta kalamayacağını söyledi. Şubat 2001 devalüasyonundan bir gün önce, 20 Şubat 2001 gecesi, NTV'de 20'den fazla iktisatçı ve finansçının biraraya geldiği canlı yayında devalüasyonun artık kaçınılmaz olduğunu dile getiren tek katılımcıydı. Devalüasyondan sonra da Somçağ'ın isabetli tahminleri birbirini izledi: Nisan 2001'de Derviş'in sözcülüğünü yaptığı Güçlü Ekonomiye Geçiş Programının kuru stabilize edemeyeceğini, krizi durduramayacağını söyledi. Nitekim kurlardaki yükseliş ancak 11 Eylül'ün ardından IMF'nin Türkiye'ye 10 milyar dolarlık ek kredi açmasıyla durdu. Haziran 2001'de konsolidasyon yapılmadığı takdirde bankacılık sisteminin iç borcu çeviremeyeceğini söyledi; arkasından iç borç takası ve kamu bankaları DİBS portföylerinin konsolidasyonu geldi. IMF patentli mevcut maliye ve kur politikalarıyla ekonominin 2002'de de büyümeyeceğini, yatırım ve istihdamın artmayacağını söyledi. 2002'de DİE'nin ürettiği 7 puanı stok artışından ileri gelen % 7.7'lik büyümenin DİE'nin yöntemsel hatasından kaynaklandığını, gerçek büyümenin % 1 civarında olduğunu kanıtladı. Medya organlarında defalarca DİE'yi hatasını kabul etmeye veya açıklama yapmaya davet etmesine rağmen bu kurumdan cevap alamadı. 2003 yılında kurlardaki gerilemeyi ters para ikamesine bağlayan Merkez Bankasının bu iddiasına karşı çıktı. Ters para ikamesi iddiasının bir dezenformasyon olduğunu, kurların sıcak ve kara para girişinden dolayı düştüğünü söyledi. Bu iddiaları daha sonra açıklanan verilerce doğrulandı. Merkez Bankasının 2003'ten itibaren kurların düşüşünü frenlemek için yaptığını iddia ettiği döviz alımının gerçekte bankanın açıkladığı rakamın çok altında olduğunu, Merkez Bankasının aslında kurların düşüşüne seyirci kaldığını bankanın bilanço verilerinden yola çıkarak gösterdi.

Somçağ makroekonomi ve finans sisteminin yanısıra iç ve dış politikadaki analiz ve tahminlerinin başarısıyla da tanınmaktadır. Yakın geçmişte hemen bütün finans camiasının tersine Irak'ın işgalinde Türkiye'nin ABD'ye askerî destek vermeyeceğini, askerî üs ve tesislerini ABD askerlerine açmayacağını, 2003'te ABD'nin Türkiye'ye önerdiği 8.5 milyar dolarlık kredinin kullanılamayacağını söylemiş ve haklı çıkmıştır.

Somçağ finans camiasında çalışmasına rağmen yazı ve konuşmalarında bu camiada salgın halinde olan küreselleşmeci, neo-liberal, kozmopolit görüşlere karşı daima kendi değerlerimizi esas alan, millî, yerli, halkçı bir tavır sergiledi ve ulusal kalkınmacı, anti-küreselleşmeci bir iktisat anlayışını savundu.

FT-2
10-05-2005, 20:25
sn. lord genius

2004 %0.9 stok rakamı mı?

bu rakamı kim ve hangi yöntemle bulmuş

think
10-05-2005, 20:45
. Devalüasyondan sonra da Somçağ'ın isabetli tahminleri birbirini izledi: Nisan 2001'de Derviş'in sözcülüğünü yaptığı Güçlü Ekonomiye Geçiş Programının kuru stabilize edemeyeceğini, krizi durduramayacağını söyledi. Nitekim kurlardaki yükseliş ancak 11 Eylül'ün ardından IMF'nin Türkiye'ye 10 milyar dolarlık ek kredi açmasıyla durdu. .

2005teyiz ve kurlar uygulanan Derviş'in programı sayesinde hala istikrarda. Eğer o programdaki faiz dışı fazlalar verilmeseydiş ve bankacılık reformu yapılmasaydı bugün kurlar 10 milyar dolarlık krediye rağmen burada OLMAZDI.





.
Haziran 2001'de konsolidasyon yapılmadığı takdirde bankacılık sisteminin iç borcu çeviremeyeceğini söyledi; arkasından iç borç takası ve kamu bankaları DİBS portföylerinin konsolidasyonu geldi. .
Evet ama bunun namacı bankalrın açık pozisyonunu kapatmaya yönelikti. Hatırlatırım o zamanlar dövze endeksli kağıtlarla değiştirilmişti. Bankalar kurtarılıyor diye yine kendisi fetva vermişti. Üstelik kendisinin bahsettiği konsolidasyon tutarı ve vadesi gerçekleşenden daha fazlaydı



.
IMF patentli mevcut maliye ve kur politikalarıyla ekonominin 2002'de de büyümeyeceğini, yatırım ve istihdamın artmayacağını söyledi. 2002'de DİE'nin ürettiği 7 puanı stok artışından ileri gelen % 7.7'lik büyümenin DİE'nin yöntemsel hatasından kaynaklandığını, gerçek büyümenin % 1 civarında olduğunu kanıtladı. Bunun kanıt olduğunu yazan herhangi bir nilimsel makale görmedim. Kendi iddiası.



.
Medya organlarında defalarca DİE'yi hatasını kabul etmeye veya açıklama yapmaya davet etmesine rağmen bu kurumdan cevap alamadı. 2003 yılında kurlardaki gerilemeyi ters para ikamesine bağlayan Merkez Bankasının bu iddiasına karşı çıktı. Ters para ikamesi iddiasının bir dezenformasyon olduğunu, kurların sıcak ve kara para girişinden dolayı düştüğünü söyledi. Bu iddiaları daha sonra açıklanan verilerce doğrulandı. Merkez Bankasının 2003'ten itibaren kurların düşüşünü frenlemek için yaptığını iddia ettiği döviz alımının gerçekte bankanın açıkladığı rakamın çok altında olduğunu, Merkez Bankasının aslında kurların düşüşüne seyirci kaldığını bankanın bilanço verilerinden yola çıkarak gösterdi..
Hesaplamalarında dış borç ödemelerini atlamıştı



.

Somçağ makroekonomi ve finans sisteminin yanısıra iç ve dış politikadaki analiz ve tahminlerinin başarısıyla da tanınmaktadır. Yakın geçmişte hemen bütün finans camiasının tersine Irak'ın işgalinde Türkiye'nin ABD'ye askerî destek vermeyeceğini, askerî üs ve tesislerini ABD askerlerine açmayacağını, 2003'te ABD'nin Türkiye'ye önerdiği 8.5 milyar dolarlık kredinin kullanılamayacağını söylemiş ve haklı çıkmıştır..
Politika konusundaki görüşü için Sezar'ın hakkı Sezar'a. Ne diyeyim:)


.
Somçağ finans camiasında çalışmasına rağmen yazı ve konuşmalarında bu camiada salgın halinde olan küreselleşmeci, neo-liberal, kozmopolit görüşlere karşı daima kendi değerlerimizi esas alan, millî, yerli, halkçı bir tavır sergiledi ve ulusal kalkınmacı, anti-küreselleşmeci bir iktisat anlayışını savundu.
Buda görüşlerinde ne kadar ideolojik ve bilimselliğin gerektirdiği tarafsızlık ilkesinden sapmış olduğunun göstergesi.


Sbn FT-2 benim anlatmaya ve yazılarda eklerde vermeye çalıştığım Selim Somçağ vs vs değil. Sonuçta herkes yanılabilir. Ama bunun temelini ideolojik tek yanlılığa oyurtursanız yanılgılarınızın sistematik hale gelebileceğini göstermek. Ekonomistin görevi her sey cok kötüye gidiyor veya iyie gidiyor demek değildir. Bu işin demogoji veya ideolojik kısmıdır. Ben her görüşü okuyup ideolojiden bağımsız kendi görüşümü ve modelimi koyuyorum olayları değerlendirirken ve tahmin yaparken

FT-2
10-05-2005, 20:50
''Konsolide bütçe, bu yılın Ocak-Nisan döneminde geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 46.6 oranında düşüş ile 5 milyar 472 milyon YTL açık verdi.''


İMF nin gözünü boyayacağım diye 3-4 aydır eczanelerin, resmi ve özel sağlık kuruluşların, mütahitlerin alacaklarını savsakla....

bütçe açığı azalsın....

kolay gelsin...

markus
10-05-2005, 21:15
O gün dolar alan bir kişi bugün TL bazında reel olarak (kur düşüşü+enflasyon) %70'ten fazla zarar edecektir...

3 senede %70 den fazla, bayağı çokmuş,
Selim somçağ da bunu söylemiyor mu? Aşırı değerlenme var diyor..
Uyuşuyorsunuz gibi geldi bu noktada aslında..

FT-2
10-05-2005, 21:26
bu yazı, ekonomiyi de etkilediği düşünüldüğü için buraya alındı.


Türkiye’nin AB üyelik perspektifi hiç olmadı. Ama üyelik hemen olacakmış gibi bir yalan rüzgarı yaşandı ülkede. Özellikle AKP hükümeti zamanında estirilen bu rüzgar giderek inandırıcılığını kaybediyor. Anlayana 6 Ekim ilerleme raporları ve 17 Aralık kararları yeterliydi. Çünkü AB, Türkiye’ye ilişkin yapısal ‘hayırlarını’ ilk defa bu belgelerde kağıda dökmüştü.

Yine de her şey yolundaymış gibi davranıldı. Ancak mızrak çuvala sığmıyor. 17 Aralık sonrası dayatmalarının sonu gelmiyor.



Yine de her şey yolundaymış gibi davranıldı. Ancak mızrak çuvala sığmıyor. 17 Aralık sonrası dayatmalarının sonu gelmiyor. Ankara’nın imzalaması istenen Protokol bu dayatmaların en kapsamlısı.



Bunun imza ve onayıyla KKTC’nin bizzat AKP hükümeti tarafından tasfiye edilmesi süreci hız kazanacak.


--------------------------------------------------------------------------------

Öte yandan Fransa’da Türkiye’nin üyeliğiyle ilgili referandum anayasal mecburiyet oldu. Yani yirmi sene sürmesi muhtemel müzakere sürecinin ardından, Fransa’da hangi hükümet olursa olsun konuyu referanduma tabi tutmak zorunda. Aynı yöntemi Avusturya da benimseyecek gibi. Önümüzdeki yıllarda bütün ülkeler aynı yola tevessül ederlerse hiç şaşırmamalı.

AB ülkeleri Ermeni soykırımı iddialarını parlamentolarına götürerek, Türkiye’yi durdurmaya çalışıyorlar. Parlamentolardan kararlar aldırmak hükümetler açısından en risksiz yol. Başbakan Erdoğan’ın dost sandığı Schröder’in tabiriyle parlamentolarda işimiz Allah’a kalıyor. Erdoğan da ona ‘Almanya aleyhine bir tasarıyı bizimkiler TBMM’ye getirirlerse ve ben de size aynı cevabı versem ne kadar inandırıcı bulurdunuz’ diye soramıyor.

Öcalan davasında AİHM muhtemelen yeniden yargılama isteyecek. Bir dünya başka teröristle ilgili olarak da benzeri kararlar gelecektir. Fransa’daki referandumda yapay olarak oluşturulan Türkiye bağlantısı yüzünden anayasa reddedilirse vay haline AKP hükümetinin... Bu arada 26 Nisan günü Lüksemburg’da yapılan ortaklık konseyi toplantısına –ki, buna Abdullah Gül katılmıştı– AB tarafı ortak tutum belgesiyle gelmişti.

Oldukça uzun ve sadece Fransızca olarak düzenlenen bu emirnameyi acaba Bakan Gül ve diğer AKP yetkilileri incelediler mi? Belge, Ek Protokol’ün hemen imzalanmasını istiyor. Belgenin imza, onay ve uygulamasının Türkiye’nin bütün üye ülkeler ve bilhassa ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ ile ilişkilerini normalleştirme yolunda önemli adımlar olacağını vurguluyor. Ayrıca başka bölümlerde bütün üye ülkeler ve bilhassa ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ yani Rumlarla diplomatik ilişkiler kurulmasının gereğinden bahsediyor. Bunların hepsi emir, lamı cimi yok.

Belgede Türk tarafının referandumda ‘evet’ Rum tarafının da ‘hayır’ demesiyle ilgili bir husus yok. Bunlar çoktan unutulmuş. Zaten bu tür unutmalar Başbakan Erdoğan ve Bakan Gül’ün fena halde uzmanlık alanı olduğu anlaşılan (!) Avrupa Birliği’nde oldukça yaygın bir huy. Bunların üzerine de AB Temsilcisi Kretchmer tüy dikmiş.

Hazret hafta sonunda, Ermeni soykırımı iddialarının müzakerelere başlamak için kriter haline getirilebileceği imasında bulunmuş ve KKTC ile doğrudan ticaret tüzüğünü Kıbrıs Rumlarını ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ olarak tanımadığımız sürece unutmamız gerektiğinden dem vurmuş. Rumları adanın hükümeti olarak ve ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ sıfatıyla tanıdığımız zaman doğrudan ticaret Rumlarla ticaret anlamına gelecek zaten.

Kısacası 3 Ekim’e kadar şartlar artıyor. Bu arada İngilizlerin 3 Ekim’de müzakerelere başlanamayabileceğini Ankara’ya söyledikleri kulislerde dolaşıyor. Abdullah Gül’ün hayatında bir kez yaptığı doğru bir tespit var: Adamlar ‘Birliğini al ve başına çal’ dedirtmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Ama nerede onu söyleyecek hükümet. Ayrıca bu hükümet geriye dönüşü olmadığını iyi bilmeli. Bu kulvarda devam etmek ve Avrupalıları ikna etmek zorunda. Edemezse, vay haline... Çünkü Başbakan Erdoğan güya çok iyi bildiği AB ve Avrupalılar konusunda en ufak bir eleştiriyi dile getiren herkese ‘marjinal’ demekten zevk alıyordu. Toplumsal çılgınlıkta marjinal olmak pozitif bir şeymiş... Kendileri için maalesef...

h.ünal

Lesta
10-05-2005, 21:29
Merak ettiğim bir husus var.

Bir arkadaş rakamlar ile acıklar sa sevinirim.

2002 de Türkiye kac milyar $ borc ödemiştir. Faiz + anapara?
2003 de Türkiye kac milyar $ borc ödemiştir. Faiz + anapara?
2004 de Türkiye kac milyar $ borc ödemiştir. Faiz + anapara?

2002 de Türkiye eğitim+sağlık+adalet için bütceden ne kadar para ayırmış?
2003 de Türkiye eğitim+sağlık+adalet için bütceden ne kadar para ayırmış?
2004 de Türkiye eğitim+sağlık+adalet için bütceden ne kadar para ayırmış?

Yani kim için ve ne için büyümüşüsüz ?

FT-2
10-05-2005, 21:45
Merkez Bankası Başkanı'na göre enflasyondaki atalet ve oynaklık azalmış, döviz kuru ile arasındaki geçişkenlik gerilemiş; döviz kurundaki değişikliklerin fiyatlar genel düzeyi üzerindeki etkisi daha zayıf ve gecikmeli oluyormuş. Ben bu değerlendirmelere katılmıyorum. Türk Lirası'nın süreklilik arz eden bir şekilde değerlendiği bir ortamda böyle bir görüntü oluşabilir; fakat tersi yaşandığında gerçekler açığa çıkar.

--------------------------------------------------------------------------------

Herhangi bir tehlike veya fırsatın küçümsenmesi veya abartılması ya ciddi sıkıntılar yaratabilir ya da büyük israfa sebep olarak sorunları iyice ağırlaştırabilir. Hal böyle olunca, israf ve yeni sıkıntılardan kaçınabilmenin tek yolu, gerçeklere dayalı akılcılık olarak karşımıza çıkıyor. Korku ve zaafların geliştiği yerlerde gerçeklere dayanan akılcılık ise hiç bulunamıyor; günü kurtarmak pahasına sorunların ağırlaşması kaçınılmaz oluyor. Merkez Bankası Başkanı'nın, geçtiğimiz hafta içinde TBMM, Plan ve Bütçe Komisyonu'na yaptığı 'Ekonomik Görünüm' isimli sunum bu açıdan ilginç bir örnek oluşturuyor. Özellikle döviz kuru ve enflasyon arasındaki ilişki ile sıcak paraya ilişkin değerlendirmeler, korkunun etkisi ile tehlikenin küçümsendiği endişesini artırıyor.
Merkez Bankası Başkanı'na göre enflasyondaki atalet ve oynaklık azalmış, döviz kuru ile arasındaki geçişkenlik gerilemiş; döviz kurundaki değişikliklerin fiyatlar genel düzeyi üzerindeki etkisi daha zayıf ve gecikmeli oluyormuş. Ben bu değerlendirmelere katılmıyorum. Türk Lirası'nın süreklilik arz eden bir şekilde değerlendiği bir ortamda böyle bir görüntü oluşabilir; fakat tersi yaşandığında gerçekler açığa çıkar.
İç talep içinde ithal malların payı arttığı, yerli üretim içinde ithal girdilerin payı yükseldiği sürece döviz kuru ve enflasyon arasındaki ilişki güçlenir; ithal ara girdi ve mal maliyetlerinin fiyatlar genel düzeyi üzerindeki belirleyiciliği artar. Bu aşamada sormak gerekiyor gerek iç tüketim, gerekse yerli üretimde ithal mal ve ara girdilerin payı artıyor mu yoksa azalıyor mu? Son bir yıl içindeki ithalat rakamının iki-üç yıl öncesine göre iki katını bularak 100 milyar dolar seviyesine sıçraması ne anlama geliyor?..
Yine sıcak para konusundaki değerlendirmeler de ilginç: Türkiye'deki sıcak para miktarının 10.8 milyar doları yabancı kaynaklı, 3.4 milyar doları da yerleşik olmak üzere, toplam 14.2 milyar dolar imiş. Yabancı payının 2.4 milyar doları hisse senedinde, 8 milyar doları iç borçlanma senetlerinde, 0.5 milyar doları ise banka mevduatında duruyormuş. 3.4 milyar dolarlık yerleşik kökenli sıcak paranın 3 milyar doları bankaların kullandığı kısa vadeli krediler, 0.2 milyar doları harice kullandırılan krediler,
0.3 milyar doları ise özel sektörün kullandırdığı kredilerden oluşuyormuş. Durum tespiti bu şekilde olunca kafalar karışıyor, çelişkiler açığa çıkıyor. İMKB'de işlem gören şirketlerin halka açık kısmında yabancı takası yüzde 50'yi aştı ise bunların piyasa değeri 2.4 milyar dolar mıdır? Bankalar ve özel sektörün kısa vadeli borç toplamı 3.3 milyar dolar ise, önümüzdeki bir yıl içinde 50 milyar doları aşan bilinen döviz çıkışlarının menşei nedir? Ayrıca çıkacak sıcak para az olsa bile yenisinin gelmeyecek olması döviz kuru ve enflasyonu nasıl etkileyecektir? Cari açık ve bilinen döviz çıkışı toplamı kontrolsüz bir şekilde büyürken ihtiyaç nasıl karşılanacaktır?.. Merkez Bankası döviz kuru ve enflasyon arasındaki ilişki ve sıcak paradan kaynaklanan tehlikeyi neden küçümsemektedir? Bugün yapılacak Para Kurulu toplantısında alınacak kararlar bu küçümseme veya buna neden olan korkulara dayanacaksa israf ve sıkıntıların artması nasıl önlenecektir?..
Gerçekleri dışlayarak, beklenti yönetimi ile piyasaları manipüle etmeye çalışmak günü kurtarmak adına sorunların ağırlaşmasına göz yummaktan başka bir şey değildir. Merkez Bankası'nın itibarını bu şekilde tüketmesi
ise kabul edilebilecek bir durum olamaz. Reel kesimin Türk Lirası'nın daha fazla değerlenmesine, mali kesimin ise değer kaybetmesine tahammülünün olmaması ciddi bir açmaz yaratmıştır. IMF ile yeniden anlaşılmasının bu açmazı çözmesi mümkün değildir. Mevcut yaklaşımlar değişmediği sürece döviz kurunun büyük bir kâbusa dönüşmesi kaçınılmazdır. Tehlikeyi küçümsemek ve bu yolda gerçekleri çarpıtmak sebebi ne olursa olsun anlamsızdır.

u.civelek

dr.denemours
10-05-2005, 21:49
Merak ettiğim bir husus var.

Bir arkadaş rakamlar ile acıklar sa sevinirim.

2002 de Türkiye kac milyar $ borc ödemiştir. Faiz + anapara?
2003 de Türkiye kac milyar $ borc ödemiştir. Faiz + anapara?
2004 de Türkiye kac milyar $ borc ödemiştir. Faiz + anapara?


2002 Dış Borç Stoku: 130.218 Dış Borç Servisi: 28.852 (Anapara:22450 + Faiz:6.402)
2003 Dış Borç Stoku: 145.350 Dış Borç Servisi: 27.772 (Anapara:20784 + Faiz:6.988)
2004 Dış Borç Stoku: 161.748 Dış Borç Servisi: 30.487 (Anapara:23342 + Faiz:7.145)
(Milyon Dolar)

ganyan
10-05-2005, 21:49
Ben daha basit bir soru sorayım
2001 den beri ülkenin borç stokunda ne kadar artış/azalış sözkonusu?

Ben öle istatiki verilerden falan anlamam
abd faiz artırarak likideyi kendi ülkesine çekiyor.Petrol ithal eden bizler için petrol fiyatları oldukça yüksek.
2001 den beri döviz eflasn karşısında ciddi oranda değer kaybetmiş
Dış ticarette açık veriyoruz.
Borç stoku azalmak yerine artmaya başlamış.

Hükümet kanadında ise syn H.Unal in yazdıkları az bile AKP ülkeyi tasfiye sürecine girmiştir.Yanlışsam düzeltin Koltuğu kurtarmak için İsraili ilk ziyaret eden T.C Başbakanıdır.
vs...
Endex 2.2 cente gelmiş 1-4 vermiş.Bu kadar bahane yetermi devülasyon için :)

Ayrıca Dünya borsalarını eklemeyi unutmuşum domates tarlası gibi olmuşlar :D

Hadramut
10-05-2005, 21:55
Türkiye'nin en gelişmiş kentlerinden biri olan İzmir'in Karşıyaka ilçesinde görev yapan bir kamu görevlisiyim. İnsan ilişkileri yoğun biriyim. Son 3 aydır yakın çevremde bazı kriterleri araştırıyorum. Amatörce...

Hala vergi numarası olmayan insan sayımız % 10 un üzerinde. Araç, gayrımenkul alım satımı, banka işlemleri için zorunlu olarak almış ama nadiren kullanan insan sayımız % 40 lar düzeyinde.
Vergi yükümlülüklerini yerine getiren insan sayımız çoğu ücretli olmak üzere % 30 lar düzeyinde.
İş kurumuna kayıtlı olmayan işsiz oranı % 50 nin üzerinde. Yani işsizlerin yarısı kayıtsız.
Vergi kaydı olmayan serbest meslek sahibi % 10 dan az değil.
Kayıtlı olanlardan vergi yükümlülüklerini doğru olarak yerine getiren insan sayımız % 10 un altında.

Hal böyle iken; artık nüfus sayımı yapmaya gerek duymayacak kadar düzenli örgütlenmiş, tüm yaşayanlarının(vatandaş, misafir) konutlarının m2 sine kadar bilen, en küçük para hareketlerini online izleyen, çağdaş dünya devletlerinin ölçme-değerlendirme kriterleri ile bizim toplumumuz ne kadar sağlıklı ölçülebilinir?

Mutlaka ölçmek zorundayız da, kesin doğruluğu konusunda nasıl bu kadar ısrarcı olunabilinir?

"Dalgalı kur" dalgasını geçiyor rakamlarla. Sihirli sembol $. !.3 baz alındığında bu yansımaları yapıyor. Bu hükümet işbaşına geldiğinde ca. 1.6 düzeyindeydi. O rakamı baz alarak yapın bakalım hesaplamalarınızı. Nasıl görünecek hokus pokus.

Türkiyenin ölçütü sokaklardır. Oralarda sosyal patlamaya doğru hızla gidiliyor. Üniversiteler kaynamaya başladı. "Birileri düğmeye bastı" demeden önce düğmeye basılmaya uygun ortamın nasıl yaratıldığına bakın.

dr.denemours
10-05-2005, 21:57
Bir de sabit kur sisteminde olsaydık ne güzel olurdu değil mi sayın ganyan :D O zaman belki dediğiniz devalüasyon olabilirdi :) Belki :roll:

:gulen: :gulen: :gulen:

FT-2
10-05-2005, 21:57
''Yine sıcak para konusundaki değerlendirmeler de ilginç: Türkiye'deki sıcak para miktarının 10.8 milyar doları yabancı kaynaklı, 3.4 milyar doları da yerleşik olmak üzere, toplam 14.2 milyar dolar imiş. Yabancı payının 2.4 milyar doları hisse senedinde, 8 milyar doları iç borçlanma senetlerinde, 0.5 milyar doları ise banka mevduatında duruyormuş. 3.4 milyar dolarlık yerleşik kökenli sıcak paranın 3 milyar doları bankaların kullandığı kısa vadeli krediler, 0.2 milyar doları harice kullandırılan krediler,
0.3 milyar doları ise özel sektörün kullandırdığı kredilerden oluşuyormuş. Durum tespiti bu şekilde olunca kafalar karışıyor, çelişkiler açığa çıkıyor. İMKB'de işlem gören şirketlerin halka açık kısmında yabancı takası yüzde 50'yi aştı ise bunların piyasa değeri 2.4 milyar dolar mıdır? Bankalar ve özel sektörün kısa vadeli borç toplamı 3.3 milyar dolar ise, önümüzdeki bir yıl içinde 50 milyar doları aşan bilinen döviz çıkışlarının menşei nedir? Ayrıca çıkacak sıcak para az olsa bile yenisinin gelmeyecek olması döviz kuru ve enflasyonu nasıl etkileyecektir? Cari açık ve bilinen döviz çıkışı toplamı kontrolsüz bir şekilde büyürken ihtiyaç nasıl karşılanacaktır?.. Merkez Bankası döviz kuru ve enflasyon arasındaki ilişki ve sıcak paradan kaynaklanan tehlikeyi neden küçümsemektedir?''


aslında merkez bankasının yabancı sıcak para miktarı konusunda verdiği rakamlar ''BIYIKLILARDAN ARINDIRILMIŞ'' gerçek yabancı rakamı olabilir. borsanın yüzde 58 i yabancının gözüktüğüne göre bu kadar büyük bir çelişki olamaz.....


belki de satır arasında merkez bankası başkanı şöyle demiş olabilir...aslında sıcak para denen paranın çok büyük çoğunluığu, 1990 lardan beri isviçre-londra bankalarına kaçırlan paralardır...onların gönlünü hoş tuttuğunuz sürece korkmanıza gerek yok...mu demek istedi...

bu çelişkiyi başka türlü açıklayamıyorum....

FT-2
10-05-2005, 22:04
David C.Korten tarafından yazılmış "When Corporations Rule the World" başlıklı kitapta ise, "Bugünkü ekonomik küreselleşmenin oluşumunda rol oynayan başlıca üç forum vardır.

Bunlar Dış İlişkiler Konseyi (Council of Foreign Relations), Bilderberg ve Üçlü Komisyon''dur...

IMF ve Dünya Bankası ise düşük gelirli ülkelerin küresel sisteme bağımlılıklarının artmasını ve dolayısıyla ekonomilerini şirketlerin sömürgeciliğine açmalarını sağlamaktadır.

Borçlu ülkelerin büyük çoğunluğu var olan dış borçlarını yeni dış krediler alarak ödemektedir.

Daha fazla borç aldıkça, dışarıya bağımlılık daha da artmaktadır ve bütün çabalar ekonomik gelişmenin nasıl sağlanacağı konusunda harcanacağı yerde, nasıl daha fazla borç alınabileceğine yöneltilmektedir.

Belli bir süre sonra, durum uyuşturucu bağımlılığı gibi olur..." deniliyor.

dr.denemours
10-05-2005, 22:08
''Yine sıcak para konusundaki değerlendirmeler de ilginç: Türkiye'deki sıcak para miktarının 10.8 milyar doları yabancı kaynaklı, 3.4 milyar doları da yerleşik olmak üzere, toplam 14.2 milyar dolar imiş. Yabancı payının 2.4 milyar doları hisse senedinde, 8 milyar doları iç borçlanma senetlerinde, 0.5 milyar doları ise banka mevduatında duruyormuş. 3.4 milyar dolarlık yerleşik kökenli sıcak paranın 3 milyar doları bankaların kullandığı kısa vadeli krediler, 0.2 milyar doları harice kullandırılan krediler,
0.3 milyar doları ise özel sektörün kullandırdığı kredilerden oluşuyormuş. Durum tespiti bu şekilde olunca kafalar karışıyor, çelişkiler açığa çıkıyor. İMKB'de işlem gören şirketlerin halka açık kısmında yabancı takası yüzde 50'yi aştı ise bunların piyasa değeri 2.4 milyar dolar mıdır?

Sayın FT-2, görüyorum ki yabancı sermaye ile sıcak parayı aynı olarak görüyorsunuz. Bizler ise sıcak parayı, spekülatif şekilde, uluslararası arenada kısa vadeli kazanç için at koşturan sermaye olarak görürüz. Sizin dediğiniz yüzde 60'ın içinde hedge fonlar, özel emeklilik fonları, kurumsal yatırımlar gibi kalemler var ki bunlar kısa vadeyi bırakın, orta vadeli bile olarak değerlendirilemez. Yani sıcak paranın kapsamı içine alınamaz.


Merkez Bankası döviz kuru ve enflasyon arasındaki ilişki ve sıcak paradan kaynaklanan tehlikeyi neden küçümsemektedir?''

Merkez Bankamız sıcak parayı küçümsemiyor aksine çok fazla büyütüyor. Faiz indiriminde bu kadar temkinli olması bunun kanıtıdır.


aslında merkez bankasının yabancı sıcak para miktarı konusunda verdiği rakamlar ''BIYIKLILARDAN ARINDIRILMIŞ'' gerçek yabancı rakamı olabilir. borsanın yüzde 58 i yabancının gözüktüğüne göre bu kadar büyük bir çelişki olamaz.....

Ortada çelişki filan yok. Sıcak parayı yanlış tanımladığınızdan bu sonuca ulaşıyorsunuz.

FT-2
10-05-2005, 22:08
Alev Alatlı, kendisiyle yapılan bir söyleşide, , "Liderliğin yolu Bilderberg''ten geçer" diyor.

Alatlı, sistemin 1870''lerde yuvarlık masa ile başladığını ve etrafında bir dizi kurum örgütlendiğini, Bilderberg Grubu, Kraliyet Uluslararası İlişkiler Kuruluşu, Dış İlişkiler Konseyi, Üçlü Komisyon, ve Roma Kulübü ve bunların güdümündeki Birleşmiş Milletler, sonra da World Economic Forum''un kurulduğunu söylüyor.

Alatlı şöyle diyor: "Bunun amacı kartellerle dünya liderlerinin arasındaki küresel işbirliğini artırmaktır.

FT-2
10-05-2005, 22:12
Sayın FT-2, görüyorum ki yabancı sermaye ile sıcak parayı aynı olarak görüyorsunuz. Bizler ise sıcak parayı, spekülatif şekilde, uluslararası arenada kısa vadeli kazanç için at koşturan sermaye olarak görürüz. Sizin dediğiniz yüzde 60'ın içinde hedge fonlar, özel emeklilik fonları, kurumsal yatırımlar gibi kalemler var ki bunlar kısa vadeyi bırakın, orta vadeli bile olarak değerlendirilemez. Yani sıcak paranın kapsamı içine alınamaz.



Merkez Bankamız sıcak parayı küçümsemiyor aksine çok fazla büyütüyor. Faiz indiriminde bu kadar temkinli olması bunun kanıtıdır.



Ortada çelişki filan yok. Sıcak parayı yanlış tanımladığınızdan bu sonuca ulaşıyorsunuz.


öylese sıcak para ile yabancı sermaye arsındaki ayrım nasıl yapılıyor...sıca para ülkeye girerken ben sıcak parayım mı diyor? ya da kriz alemetleri göründüğünde yabancı sermayenin ben sıcak para değilim ben düşüşü seyredeyim mi diyecek?

Hadramut
10-05-2005, 22:17
sn. dr. denemours,
Tellal'in yapıştırdığı sıcak para açıklaması serdengeçtiye aittir. Yani Süreyya bey öyle tanımlıyor.

dr.denemours
10-05-2005, 22:18
öylese sıcak para ile yabancı sermaye arsındaki ayrım nasıl yapılıyor...sıca para ülkeye girerken ben sıcak parayım mı diyor? ya da kriz alemetleri göründüğünde yabancı sermayenin ben sıcak para değilim ben düşüşü seyredeyim mi diyecek?
Hayır, demiyor canım.Bu ayırımı yapmak için Merkez Bankasında uzman olmaya gerek yok. Ülkeye girip, kısa vadeli tahvile, bonoya veya borsoya giren paraya sıcak para (Herhalde devlet kendi çıkardığı tahvillerin hesabını yapabilir, değil mi? ), uzun vadeli tahvillere, eurobondlara veya doğrudan yatırıma giden paraya da yabancı yatırım deniliyor. Ayırımı yapmak sandığınız kadar zor değil. Tabi sızıntılar ve enjeksiyonlar olabilir. Onlar da noksan kalemlerinde gösterilir zaten.


sn. dr. denemours,
Tellal'in yapıştırdığı sıcak para açıklaması serdengeçtiye aittir. Yani Süreyya bey öyle tanımlıyor.
Bilemeyeceğim. Olabilir.

FT-2
10-05-2005, 22:24
Hayır, demiyor canım. Para konuşur mu hiç?! ;)

Bu ayırımı yapmak için Merkez Bankasında uzman olmaya gerek yok. Ülkeye girip, kısa vadeli tahvile, bonoya veya borsoya giren paraya sıcak para (Herhalde devlet kendi çıkardığı tahvillerin hesabını yapabilir, değil mi? ), uzun vadeli tahvillere, eurobondlara veya doğrudan yatırıma giden paraya da yabancı yatırım deniliyor. Ayırımı yapmak sandığınız kadar zor değil. Tabi sızıntılar ve enjeksiyonlar olabilir. Onlar da noksan kalemlerinde gösterilir zaten.

iyi korkmaya gerek yokmuş...

2001 krizindekinden daha az bir sıcak para varmış...

artık rahat uyuyabilirim....

dr.denemours
10-05-2005, 22:28
Tabii siz yine de bir Selim Bey'e sorun Sayın Felaket Tellalı :D

Saygılar efendim.

FT-2
10-05-2005, 22:31
selim somçağa sorsaydım...borsada işim olmazdı...

o olması gerekenleri, uzun vadeli ülke çıkarlarını düşündüğü için piyasa oyuncuları ile yollarını ayırdı...

doğru bildiği yolda tek başına kalsa da yürümeye devam edecek...

dr.denemours
10-05-2005, 22:42
Bu konuya bir kez de ben değinmek istemiyorum. Yukarıda arkadaşlar benim yazacaklarımın çoğunu yazmışlar zaten. Fakat aklıma takılan tek şey, ekonomi krizde yüzde 5 küçülürken herşeyi doğru ölçen Devlet İstatistik Enstitüsü'nün şimdi sahtekar olarak nitelendirilmesi. Veya o zaman dikkate alınmayan kur etkisinin şimdi gözümüze gözümüze sokulması vs.

Neyse bunları dikkate alacak değilim. Aynı kişiler, enflasyon düşmeye başlayınca da sepette avakadoyu, pinpon topunu sayıyorlar diye çamur atmaya çalışıyorlardı. Halbuki enflasyonun yüzde 70 olduğu zamanlarda da sepet aynıydı, yani aynı kalemler o zamanlar da sayılıyordu. O zaman Aygün çıkıp avakadoyu sayıyorlar dememişti yanlış hatırlamıyorsam.

Hasıl-ı Kelam, ekonomide her şey yolunda değil, ama geçmişe göre daha düzenli ve güven verici. Ve ortada ülkeyi krize götürecek hiçbir neden yok. (Uluslararası düzeyde ekstrem bir sorun çıkmazsa tabi, ceteris paribus yani :) )

Zaten başlık da global ekonomi hakkında. Konu fazla dağılmasın.

FT-2
10-05-2005, 22:47
Bu konuya bir kez de ben değinmek istemiyorum. Yukarıda arkadaşlar benim yazacaklarımın çoğunu yazmışlar zaten. Fakat aklıma takılan tek şey, ekonomi krizde yüzde 5 küçülürken herşeyi doğru ölçen Devlet İstatistik Enstitüsü'nün şimdi sahtekar olarak nitelendirilmesi. Veya o zaman dikkate alınmayan kur etkisinin şimdi gözümüze gözümüze sokulması vs.


s.somcağ 2002 değiştirlmesi gereken parametreler değişmediği değpiştirilmediği için büyüme rakamlarının sahte olduğunu ve bu durumunda sahtekarlık olduğunu söylüyor...

yani hatnaın son 3-4 yıldır olduğunu söylüyor...bunun da amacının İMF ve iktidarın ekonomi plitikalrının iyi olduğunu topluma empoze etmek içindir diyor...

ve DİE nin de dolaylı olarak selim somcağı onaylamasından haklı olduğu kanaatine varıyoruz...

FT-2
10-05-2005, 23:14
İstanbul'daki esnafın yüzde 27'si zararda

İstanbul Defterdarı Mehmet Akif Ulusoy, İstanbul'da düşük beyan sorunu bulunduğunu belirterek, ''Mükelleflerimizin yüzde 27'si sıfır matrah veya zarar beyan etmiş durumda'' dedi

BOZKURT
10-05-2005, 23:27
hukumet gecen senekı borclarını 2006 aya ertelemeseydı acaba bu sene ne olacaktı ben en cok onu merak edıyorum??!!!ekonomının ıyıye falan gıttıgı senerayolarına bende katılmıyorum yoksa aycıcegı ve bugday fıyatları 2 sene evvelkı rakamlarda olmazdı?? mazota,gubreye,zirai ilaca,tohuma bu kadar fıyat bınerken uretılen malın 2 yıl oncekı rakamlardan alınması nasıl olacak bunca cıftcının gırdı malıyetı artarken sattıgı urunun fıyatının dusuk olması ne getırecek.??!!!! bu yaz galerıler traktor,bıcerdover emlakcılarda satılık tarla tabelalrı ıle dolacak dolayısıyla kazanamayan cıftcı harcayamayacak harcayamayınce esnaf nasıl kazanacak vergı odeyecek bu cark nasıl donecek merak edıyorum......!!!!!?????*

FT-2
10-05-2005, 23:32
Bush, kendi arka bahçesini siyasi olarak kaybetmek üzere, ekonomik cephede de 'arka bahçesi'nde Bush'u dolayısıyla da Bush yüzünden ABD'yi hiç iyi bir gelecek beklemiyor; 5 ay önce, Peru'da toplanan 12 Güney Amerika Devleti aralarında bir serbest ticaret örgütü 'Latin Amerika Birliği'ni kurup, ABD'ye karşı ekonomik mücadeleye başladılar.

Lord_Genius
10-05-2005, 23:39
Merak ettiğim bir husus var.

Bir arkadaş rakamlar ile acıklar sa sevinirim.

2002 de Türkiye kac milyar $ borc ödemiştir. Faiz + anapara?
2003 de Türkiye kac milyar $ borc ödemiştir. Faiz + anapara?
2004 de Türkiye kac milyar $ borc ödemiştir. Faiz + anapara?

2002 de Türkiye eğitim+sağlık+adalet için bütceden ne kadar para ayırmış?
2003 de Türkiye eğitim+sağlık+adalet için bütceden ne kadar para ayırmış?
2004 de Türkiye eğitim+sağlık+adalet için bütceden ne kadar para ayırmış?

Yani kim için ve ne için büyümüşüsüz ?


Sn.Lesta

Bütçe faiz harcamaları (Katrilyon TL)(Defkatör 2000=100)
2001 yılında faiz+anapara 41.062 Deflatör 168
2002 yılında 51.871 218
2003 yılında 58.609 257
2004 yılında 56.488 280
2005 yılında 2004 ocak-şubat dönemine göre %20 daha az (Reel olarak %29)

2001 yılından beri TL,280/168=1.66 kat enflasyona uğramış.Yani 2001 yılı faiz ödemeleri bugünün parasi ile 41*1.66=68.6 katrilyondur.Bununla beraber 2001 yılındaki 2004 rakamları ile 65.6 katrilyonun tam emin değilim ama yaklaşık %40'ı faiz ödemesidir.Bu rakam 2004 yılında %9 civarı...Yani daha çok paraya çok daha az faiz ödenmiş...

Meb Bütçesi Toplam Bütçeye Oranı GSMH'ye oranı
2001 4 046 305 625 %8.3 %2.19
2002 7.460.991.000 %7.6 %2.66
2003 10.179.997.000 %6.9 %2.85,
2004 12.366.236.188 %8.2 %2.95
2005 14.882.259.500 %9.57 %3.09

Üniversitelere ayrılanın para,2001'de GSMH'ye oranı %0.7,2005'te %1.1'e çıkmış...(1.3 katrilyon---->5.2 katrilyon)
2001 bütçesi 2004 rakamları ile (1.66 bulmuştuk çarpanı) 4*1.66=6.64 katrilyon...2004'te ise 12.3 katrilyon.%9'luk enflasyonu hesaba katarsak,2004 yılına göre bu sene reel olarak 12.3*1.09=13 katrilyon...1.8 katrilyon artış var,buda %17 civarı eğitim harcamalarında artış eder...2001 yılındaki yapılan harcamaya 100 dersek,2005 yılında yaklaşık 217 eğitim harcaması yapılacaktır.

Diğer bütçeleri aramaya vaktim yok,benim arşivimde yoklar...Ancak eğitimden bir ölçü alınabilir.

Sonuç olarak faiz harcamaları reel olarak düşmüş,eğitim harcamaları reel olarak artmış.Hemde azımsanamayacak oranlar ile.

Lord_Genius
10-05-2005, 23:45
3 senede %70 den fazla, bayağı çokmuş,
Selim somçağ da bunu söylemiyor mu? Aşırı değerlenme var diyor..
Uyuşuyorsunuz gibi geldi bu noktada aslında..

Sn.Markus,
B.woods anlaşması bittikten sonra,artık hiçbir paranın birbirine karşı değeri hesaplanamaz.Serbest kur rejiminde dövizin değeri ne ise,gerçek ve olması gereken değeri odur,ortada sabit kur gibi bir sunni ortamda yok.

TL dolar karşısında 2 yılda %70 değer kazanmıştır,bunu hesaplayabiliriz.Ancak buna göre,TL'nin aşırı değerli olduğunu söyleyemeyiz.TL aşırı değerlenirse,ihracak düşer,döviz artar...Aşırı değerli değilki,ihracat durmadan artıyor! Zaten TL serbest kurda aşırı değerli olamaz.Bu nedenle serbest kur ekonomi için faydalıdır,ancak 1 yıl sonra dövizin değerini bilemeyeceğimiz için firmalar planlarını ona göre yapmalıdır,buda ekonomik aktörlerin öngörü yeteneklerini azaltır.Ama artısı eksisi bir yana koyulunca serbest kur,sabit kurdan daha iyidir.En azından 2001 krizi gibi krizlerin olmasını imkansız hale getirir.Ben TL'nin aşırı değerli olmadığını,zatende olamayacağını düşünüyorum.

Lord_Genius
10-05-2005, 23:49
sn. lord genius

2004 %0.9 stok rakamı mı?

bu rakamı kim ve hangi yöntemle bulmuş


Bu veriyi,WWW.dpt.gov.tr den edinebilirsiniz.Harcamalar yöntemi ile bulunmuş(Yani DİE'nin açıkladığı ve kullandığı yöntem)

Anasayfada Temel Göstergeler--->Ekonomik gelişmeler 'e gelirseniz süreli yayınlar syfasına ulaşırsınız.Buradan "ekonomik gelişmeler" ve 2005 ocak ayı yayınını seçerseniz,13. sayfada bütçe rakamları var.Bu bilgiyi,ve son derece yararlı birçok bilgiyi o rapordan edinebilirsiniz.

FT-2
10-05-2005, 23:49
Washington- Siyasi açıdan ABD'de önem taşıyan ve Cumhuriyetçilere yakınlığı ile bilinen Front Page Dergisi tarafından düzenlenen "Türkiye Şeriat yolunda mı?" adlı bir sempozyuma katılan konuşmacılar, Tayyip Erdoğan'ın Atatürk ve devrimlerine karşı, kurduğu sistemi tamamen yıkmak için ikibuçuk yıl içinde elinden gelen her şeyi yaptığını ileri sürdü. Erdoğan ve Partisi AKP'nin Türkiye'deki laikliğin yerine kendi aşırı dinci sistemlerini getirmek için ellerinden gelen her şeyi yaptıkları kaydedildi. Sempozyuma, Washington Enstitüsünden Soner Çağatay, İslam araştırmaları uzmanı ve Türk Tehlikesi adlı kitabın yazarı Dr Hans-Peter Raddaz, geçenlerde yeşil dolar adlı AKP iktidarının dışardan beslendiği yoolunda bir analiz yayınlayan American Enterprice Enstitüsünden Dr. Michael Rubin, Middle East Forum direktörü Daniel Pipes katıldı. Soner Çağatay dışında üç Amerikalı bilim adamı Erdoğan hükümetinin laikliği değiştireceğini Çağatay ise laikliğin çok köklü olup AKP tarafından değiştirlemiyeceğini savundu. Front Page Dergisi 07.Mayıs.2005

(USA nın isteyip de alamadğı bir şey mi var acaba iktidardan?)

BOZKURT
10-05-2005, 23:51
ben ısım geregı tekstıl fırmalarını gezıyorum calıstıgım buyuk fırmaların yarısı kapasıtesını %50 den asagı cektı ve ıscı cıkardı denımko levıs uretır bır fabrıkasını kapadı 700 kısı cıkardı,atomık tekstıl nıke ve reebok calısır 1 fabrıkayı kapadı 600 kısı cıkardı,retro tekstıl marc spancer calısır 1 fabrıkasını kapdı 750 kısı tasvıye ettı gals tekstıl komple kapandı 500 kısı sahınler yarısını kapadı ukraynaya ve kazakıstana gıdıyor 1000 kısı cıkardı neen acaba?????!!!!!3500*4 desek bır aıle ıssız sayısına bak 14,000 kısı bu sadece benım bıldıgım ve gıttım yerler ayrıca yenı fabrıka acılmadıkı ınsanlar buralarda ıs bulsun3 tane otomotıv sırketı cok araba ureterek bu memlektı kurtaramaz yada beyaz esya fıyatları ucuzladı dıye ınsanların aldıgı 3-5 buzdolabı camasır makınesı bulasık makınesı ıle bu memleket kurtulmaz cunku onlar yenı ıscı almadı ınsanlar calısıp para kazansın harcama yapsın,gıyım alsın yemeklık alsın cark donsunkı esnaf para kazansın kazansınkı vergı versın versoınkı devlet kazansın??!!! bıde ab ısı yas cıkınca ne olacak ekonomı nereye gelecekyabancı sıcak para bızden daha ıyı at kosturabılecegı bır ulke bulurda paraları oraya bırden gotururse ne olacak bonolarını senetlerını bozarda dovıze gecerse sonrada o dovızı dısarı cıkarırsa yada tl ye cevırıse bu ekonomı ne olur???!!!bırde geleyım ozellestırmelere ıs bankası ızdası bedava peskes cektı yarın erdemırıde sattılarında bu sırket demırcelık fıyatlarını elıne gecırdıgınde ıstedıgı gıbı bu fıyatlarala oynadıgında nasıl olacak nasıl dayanacaksınız buna.yada abd petrol rezervlerının bellı bır omru kaldıgı bu yıllarda ıranıda vurup ele gecırırse petrolun varılı 70 dolar olursa ne yapacaksınız o arablar ne ıse yarayacak yada nasıl rekabet edeceksınız baska ulkelrle yada onların malları ıle???yada enerjı projelerı yolararı harıtaları sızın kontrolunuzden cıkmıs bır durumda ıken gıderek jeopolıtık onemnız sındırılırken o da bıtınce ne olavcak elnızden kım tutacak yada kım sızı destekleyecek ortadaguda petrol bıtınce yada uranyumla elektrıkle calısan araclar cıktıkca plastık yerıne baska hammedelr bulundukca ornegın mısır kocanından plastık yerıne o hammeden ambalaj uretılınce ıslam dunyası ne olacak meshur araplar petrol zengını arplar ne olcak?!!!!!!

FT-2
11-05-2005, 00:00
geçenlerde 25 yıl tekstil sektörünün içinde olan, hemen hemen her işi yapmış, oldukça deneyim sahibi bir arakadaşımı aradım...ne var ne yok işler nasıl diye soracak oldum.. çekler dönüyor, senetler ödenmiyor...işçilere sigorta hak getire...2-3 ay çalıştırıp maaş vermeden yollamalar gırla...çalışma saatlerinde uzama...vs vs anlatmaya başlayınca yeter dedim...daha fazla moralim bozulmasın diye kestirdim...

hani ya dedim ülke yatırım malı ithal ediyor diyecek oldum...demez olaydım...

Akresi
11-05-2005, 00:13
... bıde ab ısı yas cıkınca ne olacak ekonomı nereye gelecekyabancı sıcak para bızden daha ıyı at kosturabılecegı bır ulke bulurda paraları oraya bırden gotururse ne olacak ?.....bonolarını senetlerını bozarda dovıze gecerse sonrada o dovızı dısarı cıkarırsa yada tl ye cevırıse bu ekonomı ne olur???!!!bırde geleyım ozellestırmelere ıs bankası ızdası bedava peskes cektı yarın erdemırıde sattılarında bu sırket demırcelık fıyatlarını elıne gecırdıgınde ıstedıgı gıbı bu fıyatlarala oynadıgında nasıl olacak nasıl dayanacaksınız buna.?....yada abd petrol rezervlerının bellı bır omru kaldıgı bu yıllarda ıranıda vurup ele gecırırse petrolun varılı 70 dolar olursa ne yapacaksınız o arablar ne ıse yarayacak yada nasıl rekabet edeceksınız baska ulkelrle yada onların malları ıle??? yada enerjı projelerı yolararı harıtaları sızın kontrolunuzden cıkmıs bır durumda ıken gıderek jeopolıtık onemnız sındırılırken o da bıtınce ne olavcak elnızden kım tutacak?.... yada kım sızı destekleyecek ortadaguda petrol bıtınce yada uranyumla elektrıkle calısan araclar cıktıkca plastık yerıne baska hammedelr bulundukca ornegın mısır kocanından plastık yerıne o hammeden ambalaj uretılınce ıslam dunyası ne olacak meshur araplar petrol zengını arplar ne olcak?!!!!!!

Ya da kısaca şöyle desek: Kıyamet kopsa yada ne olacak, ya da ne yapcaksınız? :D :D :D

FT-2
11-05-2005, 00:32
Washington- Siyasi açıdan ABD'de önem taşıyan ve Cumhuriyetçilere yakınlığı ile bilinen Front Page Dergisi tarafından düzenlenen "Türkiye Şeriat yolunda mı?" adlı bir sempozyuma katılan konuşmacılar, Tayyip Erdoğan'ın Atatürk ve devrimlerine karşı, kurduğu sistemi tamamen yıkmak için ikibuçuk yıl içinde elinden gelen her şeyi yaptığını ileri sürdü. Erdoğan ve Partisi AKP'nin Türkiye'deki laikliğin yerine kendi aşırı dinci sistemlerini getirmek için ellerinden gelen her şeyi yaptıkları kaydedildi. Sempozyuma, Washington Enstitüsünden Soner Çağatay, İslam araştırmaları uzmanı ve Türk Tehlikesi adlı kitabın yazarı Dr Hans-Peter Raddaz, geçenlerde yeşil dolar adlı AKP iktidarının dışardan beslendiği yoolunda bir analiz yayınlayan American Enterprice Enstitüsünden Dr. Michael Rubin, Middle East Forum direktörü Daniel Pipes katıldı. Soner Çağatay dışında üç Amerikalı bilim adamı Erdoğan hükümetinin laikliği değiştireceğini Çağatay ise laikliğin çok köklü olup AKP tarafından değiştirlemiyeceğini savundu. Front Page Dergisi 07.Mayıs.2005

(USA nın isteyip de alamadğı bir şey mi var acaba iktidardan?)

soruma cevabı nihayet bulabildim...ama KARAGÜL ün bu yazıdan sonra akibetinin H. Mahalli gibi olmasından da korktum...yıllardır yazdığı her cümleyi okurum...bu kadar sert yazdığına ilk defa şahit oldum...üzerinde büyük bir baskı var herhalde...inceldiği yerden kopsun havası var yazısında....


"Türkiye şeriata mı gidiyor?" Pollock seviyesinde tetikçiler


"Türkiye İslamizasyona mı sürükleniyor? Türkiye ABD'nin müttefiki mi? Türkiye'nin AB üyeliği Amerika'nın çıkarına mı?" gibi çarpıcı soruları öne çıkaran ve konu başlığı "Turkey: The Road to Sharia?" (Türkiye şeriata mı gidiyor) şeklinde belirlenen bir sempozyum. Katılımcılar:

The Middle East Forum'um yöneticisi, halen Campus Watch adlı örgütüyle Müslüman (ya da neo-con olmayan) öğrencileri ABD istihbaratına gammazlamakla meşgul olan, Şaroncu Yahudilerin öncülerinden ve hayatını İslam'la mücadeleye adamış olan Daniel Pipes.

Neo-con'ların mabedi the American Enterprise Institute mensubu, Türkiye'de bazılarının bir şey zannettiği The Middle East Quarterly adlı derginin editörü, halen Savunma Bakanlığı'nda Irak ve İran üzerine çalışan, "Türkiye Arap sermayesi" üzerine yazdığı son yazısıyla dikkat çekmeye çalışan aslında Pipes'la aynı cemaatten olan Michael Rubin.

"Türk Tehlikesi" adlı kitabın yazarı Hans-Peter Raddatz adında benim de dikkatimi çekmeyen bir adam.

Ne amaç için kurulduğu gayet belli olan Washington Enstitüsü bünyesinde Türkiye "araştırmaları" yapan ve Rubin'in dergisinde yazan Soner Çağatay'a ise, eleştirileri göğüsleme rolü verilmiş.

Türkiye'de (maalesef) ciddiye alınıp tartışmalara konu olabilen Robert Pollock'ın zeka seviyesinde bir sempozyum. Konuşmacıların "değerlendirmeleri" de Pollock'la aynı düzeyde. Öyle provokatif, öyle abartılı, öyle genel cümleler kullanıyorlar ki, Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceği bu kişilerin eline kaldıysa, daha doğrusu ABD'de bu kişiler düşünür olarak kabul ediliyorsa vay halimize. Sempozyumu ve Türkiye analizini ibret olsun diye herkese okutmak lazım.

Ya bu palavraları ciddiye alanlar veya onların Türkiye'deki ortakları için ne demeli? Olayın trajik boyutu bu işte. Türkiye'de birilerinin bu adamları ciddiye alıp Türk-Amerikan ilişkilerini yoluna koymanın adresi olarak görmesi. Türk-ABD ilişkilerini geliştirmek bu ideolojik, "marjinal" çevrenin umurunda bile değil. Onlar İsrail, daha doğrusu İsrail aşırı sağı için söz söylüyor, onlar için yazıyor, konuşuyor, tetikçilik yapıyor.

Onlara göre:

Türkiye ABD dışında hiçbir ülkeyle yakın olmayacak. Avrupa Birliği ile, İslam dünyası ile, Rusya ile, Asya ülkeleri ile, Afrika ile Türkiye arasında gelişecek bir yakınlaşma, daha doğrusu Türkiye'nin kapsamlı bir dış politika açılımı geliştirmesi son derece tehlikeli. Bu açıktan söyleyemedikleri için Türkiye'nin hassas sorunlarını kaşımaya, iç gerilimi tırmandırmaya, ülke içinde kamplaşmaları teşvik etmeye çalışıyorlar. Amaçları eski defterleri açtırmak ve bu ülkenin bütün enerjisini iç gerilimlere yönlendirmek.

Front Page Magazine'de yayınlanan söyleşiyi okuduğunuzda sempozyumun ne amaçla düzenlendiğini açıkça anlıyorsunuz. İddialara bakın: Türkiye'yi Ortodoks İslamcılar yönetiyormuş, Tayyip Erdoğan Türkiye'yi şeriata sürüklüyormuş, Türkiye ile İran tam tersi istikamette gidiyormuş, İran laikleşirken Türkiye İslamlaşıyormuş, Türkiye bir an önce düşman kategorisine alınmalıymış, ABD Türkiye'deki bu gidişe müdahale etmeliymiş ve Türkiye'nin AB üyeliğine destek vermemeliymiş, Ak Parti ABD'ye karşı "Alman-Fransız-İspanyol ekseni"ne oynuyormuş, ABD'den bağımsız Ortadoğu politikası geliştiriyormuş, Atatürk'ün devleti tehlikedeymiş, bu gidişi durdurmak için askerler harekete geçirilmeliymiş, Ak Parti parçalara ayrılmalıymış… Devam edelim:

Türkiye belki dost olabilirmiş ama ortak olamazmış. Terörle mücadelede birlikte çalışılamazmış. Çünkü Türkiye Hamas, Hizbullah ve Iraklı direnişçilere karşı gerçek anlamda mücadele etmiyormuş. Beşşar Esad'la, İran'la yakınlaşma içindeymiş, Türkiye Washington, Brüksel ve son olarak Moskova ile ilişkileri kesip İslam dünyasına yönelecekmiş, yani Tahran'a, Riyad'a ve Şam'a… İslamcılar komünizm ve faşizm kadar tehlikeliymiş ve daha neler neler…

Hepsi deli saçması. Türkiye ile ne kadar ilgileri, Türkiye hakkında ne kadar bilgileri olduğu ortada. Türkiye için ne düşündükleri ortada. Kendilerine ezberletilenleri her platformda tekrar ediyorlar. Abartı, paranoya ve cahillik olarak özetlenebilecek bu sempozyum, Türk-Amerikan ilişkilerindeki gerilimin yapay da olsa zayıfladığı bir dönemde yapılması ve Türkiye'nin gerçekleriyle alakası olmayan değerlendirmelere yer verilmesi ne ile açıklanabilir?

Fikirden ziyade çıkarların gizlendiği bir platform var ortada. Bunların ağababaları yıllarca tanıtımı adı altında bu ülkenin milyonlarca dolarını cebe indirdiler. Türkiye'ye yönelik bu baskının devam ettirilmesinin, iç gerilim senaryolarına yatırım yapılmasının nedeni işte burada. Bu kişiler ırkçı bir ideolojinin tetikçileri. Türkiye'nin lobisini yapma adı altında milyonlarca doları ceplerine indirme mücadelesi veriyorlar. Şu anda para söğüşlüyorlar mı bilmiyorum ama baskıların hedefi bu. Bakalım başarabilecekler mi? Amaçlarına ulaşana kadar her türlü çirkefliği kullanacaklar. Çünkü ortada fikir, değerlendirme, analiz, dostluk arayışları değil, çıkar hesapları yatıyor.

Hitler'in kitabıymış, Türkiye'de Amerikan karşıtlığı tehlikeli hale, noktaya ulaşmış, bazı gazeteler komplo teorileri yayıyormuş, bazı köşe yazarları Türk halkını Amerika ve İsrail aleyhine kışkırtıyormuş ve daha bir sürü tilkiliklerle baskı yap, şantaj uygula, provokasyon yap, yaygara kopar ve amacına ulaş… Aynı sempozyumda da Yeni Şafak'a ve yazarlarına saldırılarına devam ettiler. Çirkin, kirli bir amaç uğruna dünyayı kana boğanlar, yalanlarıyla rezil olanlar onlar değilmiş gibi. Kimi kandırıyorsunuz siz? Kendilerini uyanık sanıyorlar.

Sadece Daniel Pipes'ın kim olduğunu yazsam bütün günahları ortaya saçılırdı ama yer kalmadı...
ikaragul

KARAHAN
11-05-2005, 00:32
geçenlerde 25 yıl tekstil sektörünün içinde olan, hemen hemen her işi yapmış, oldukça deneyim sahibi bir arakadaşımı aradım...ne var ne yok işler nasıl diye soracak oldum.. çekler dönüyor, senetler ödenmiyor...işçilere sigorta hak getire...2-3 ay çalıştırıp maaş vermeden yollamalar gırla...çalışma saatlerinde uzama...vs vs anlatmaya başlayınca yeter dedim...daha fazla moralim bozulmasın diye kestirdim...

hani ya dedim ülke yatırım malı ithal ediyor diyecek oldum...demez olaydım...


iç piyasa bitik bunu aylardır bas bas bagırıyorum....

FT-2
11-05-2005, 00:36
Sn. karagül e biraz yardımcı olalaım..

Amerikalı neomuhafazakârların önde gelen liderlerinden Daniel Pipes, Amerika’da yaşayan Müslüman vatandaşların bir kampta toplanmasının “iyi bir fikir olacağını” söyledi.
ABD Başkanı Bush’a İslam dini konusunda danışmanlık yapmasının yanı sıra, Ortadoğu Forumu adlı düşünce kuruluşunun yönetim kurulu başkanlığını yapan Pipes, New York Sun’da yayınlanan makalesinde, 2. Dünya Savaşı sırasında Japonya kökenli Amerikalılar için kurulan toplama kamplarını örnek vererek, ‘terörizmle savaş’ kapsamında benzer adımların atılabileceğini yazdı.
‘Sadakatsizlik’ eğilimi
Daniel Pipes, makalesinde, “Amerikalı Müslümanlar sadakatsizliğe eğilimlerinden dolayı diğerlerinden çok daha farklı şekilde tehlikeliler. Toplama kampı gibi savunma önlemleri bizim güvenlik için ödememiz gereken bedellerden olabilir” diye yazarak, Müslümanların güvenilir olmamalarından ötürü kamplara kapatılması gerektiğini iddia etti.

rreis
11-05-2005, 00:37
tekstilde çok sıkıntı var,her 10-12 yılda bu gibi kriz oluyordu ama zannedersem bu seferki farklı ve daha agır.ücretsiz izne çıkarmalar,vardiya düşürmeler çok fazla.
işten çıkan harcamasını kesiyor veya kısıyor, zincirleme piyasayı etkiliyor.

FT-2
11-05-2005, 00:41
Ünlü Ortadoğu uzmanı Daniel Pipes, bir makalesinde Müslümanların kendilerine güvenlerinden bahsettikten sonra şu yorumu yapar:

"Bu özgüveni sağlayan etkenlerden biri de, İslam'ın ilk 6 yüzyılında ve daha da sonrasındaki olağanüstü başarıların hatırasıdır. Bu dönemde İslam dünyanın en ileri kültürüydü; Müslümanlar en iyi sağlık standartlarına, en uzun ortalama yaşam sürelerine, en yüksek okuma-yazma oranlarına sahiptiler. Bilimsel ve teknik araştırmaların çoğu onların kontrolündeydi ve genellikle muzaffer ordular kuruyorlardı. Bu başarı trendi, ilk baştan beri açıkça ortadaydı. MS 622 yılında Hz. Muhhammed Mekke'den göç etmiş, ancak 8 yıl sonra kente onun yöneticisi olarak dönmüştü. Henüz daha 715 yılında, Müslüman fatihler Batı'da İspanya'dan Doğu'da Hindistan'a kadar uzanan bir imparatorluk kurmuşlardı. Müslüman olmak, kazanan bir medeniyete ait olmak anlamına geliyordu." (Daniel Pipes, The National Interest, Bahar 2000, s. 87)

Akresi
11-05-2005, 00:43
soruma cevabı nihayet bulabildim...ama KARAGÜL ün bu yazıdan sonra akibetinin H. Mahalli gibi olmasından da korktum...

Sahi Hocam Hüsnü Mahalli'ye ne oldu_

FT-2
11-05-2005, 00:44
Daniel Pipes, Harvard Üniversitesi'nde Sovyet araştırmaları kürsüsünden emekli olan babası Richard Pipes ve onun öğrencisi olan Douglas Feith gibi yeni-muhafazakâr kadro sayesinde meşhur ve dokunulmazdır.

Akademiden yüz bulamayan bu grup en fazla bağımsız araştırma kuruluşları ve medya sayesinde siyâset üzerinde nüfûz sahibi olmaya çalışmaktadır. Middle East Quarterly dergisinin yayın ekibinde temsil edilen araştırma kuruluşları, yeni-muhafazakâr siyâset tavsiyelerinin servis edilmek üzere hazırlandığı think-tank'lerin başında geliyor. Bu kuruluşta çalışan Türkiye uzmanları da çalışmalarını yine sadece Middle East Quarterly'de yayınlayabiliyorlar. Ancak ne gariptir ki bu çalışmalar Türkiye hakkında son derece yüzeysel, kulaktan dolma iddia ve fikirleri içeriyor.

Gerçekler bile bile çarpıtılıyor

Sözgelimi, aynı dergide yayınlanan, Winep, Türkiye uzmanı olan bir şahsın imzasını taşıyan makalede (Sonbahar 2004), Yeni Şafak gazetesinin sahibinin, Recep Tayyip Erdoğan'ın dünürü olan Sadık Albayrak olduğu, gazete ile hükümet arasındaki 'organik bağın' delili olarak sunuluyor. Türkiye'deki mevcut hükümeti patronlarına şikayet etmekle ünlü bu Türkiye uzmanları, daha önce bir vesileyle ziyaret ettiği Ankara'nın Batıkent semtini etrafta câmi göremeyip, modern liberal Türkiye'nin sembolü olarak takdim edebilmişti.

(Gerçekle alâkası olmaması bir yana, modernlikle câmi arasında tezat gören bu zihniyetin sahiplerinin, daha çok Türkiye'den artakalan etnik temelli ideolojik birikintilerini dindar Bush iktidarının Türkiye politikalarını etkilemekte kullanmaya çalışmaları başlı başına bir faciadır.) Yine hatırlanacağı üzere, aynı dergide derginin yayın yönetmeni Michael Rubin'in AK Parti hükümetinin arkasındaki 'yeşil sermâye'yi ifşâ eden makâlesi yayınlanmıştı.

FT-2
11-05-2005, 00:46
Sahi Hocam Hüsnü Mahalli'ye ne oldu_
http://forum.hisse.net/showthread.php?p=370754#post370754

Akresi
11-05-2005, 00:51
Teşekkürler sayın FT-2.

yuceli
11-05-2005, 00:53
Yaklaşık 1 saattir son 3-4 sayfada biriken yazıları peşpeşe okudum. Bir kez daha anladım ki bilimsel bakış açısını yakalayabilmek gerçekten çok zor. Ortada somut veriler dururken (Sn. Lord Genius'a kaynakları hatırlattığı için teşekkürler) sırf işimize gelmiyor diye Sn. FT-2'nin yaptığı gibi bunları görmezden gelerek bir ekonomistin yazılarını kutsal kitap gibi görüp kraldan çok kralcılık yaparak savunmak; ideolojik körlüğün bir göstergesi bence. Sn. Lord Genius bir yazısında "...taraftarı olmadığım bir partiyi savunmak zorunda kalıyorum..." benzeri bir söz etmişti. Ben de aynı durumda hissediyorum kendimi; sırf benim siyasi görüşlerime uymadığı için birilerinin doğru yaptığı şeyleri çarpıtmaya çalışmak, bana hiç etik gelmiyor. Sn. FT-2, kusura bakmayın ama ne siz, ne de sevgili yazarınız beni ikna edemedi. Mühendis kökenim yüzünden rakamlar daha gerçek görünüyor. Son bir söz; bu forum "global kriz"le ilgili olduğuna göre artık konuya dönsek iyi olmaz mı?

FT-2
11-05-2005, 00:55
Emine Vedud çığırının veya fitnesinin arkasında kimler var? Onları kimler ayarttı? Fehmi Huveydi, ‘İslâmı çözmek veya yapısını bozmak’ başlıklı makalesini bu konuya ayırmış ve bu akımın veya çığırın arkasında Müslümanlara rağmen Bush’un atadığı USIP Başkanı Daniel Pipes’ın olduğunu aktarıyor. Jim Lobe’nin 7/4/2004 ve ardından 24/2/2005 tarihli IPS’de yayınlanan iki makalesinde ABD’de ılımlı İslam projesinin mimarlığını Daniel Pipes’ın yürüttüğünü yazıyor.

Türkiye’de başörtüsüne karşı ve Kemalizme taraftar olduğunu söyleyen, Türkiye’deki iki hareketi de ılımlı kategorisinde değerlendiren Pipes Müslüman bir yardımcısıyla (Stefan Schwartz) birlikte bu proje üzerinde çalışıyor. Fehmi Huveydi, bu anlayışın Cumayı Pazara alma hevesli olduğunu da ve bazı safderunların bu planlara bilerek veya bilmeyerek âlet olduklarını ve kendisinin de hazır bulunduğu bir ortamda Şikago’da bir Amerikalı Müslümanın, Müslüman âlimlerden birisine ciddi ciddi Cuma namazının Pazara alınmasını teklif ettiğini yazdı.

FT-2
11-05-2005, 00:59
Yaklaşık 1 saattir son 3-4 sayfada biriken yazıları peşpeşe okudum. Bir kez daha anladım ki bilimsel bakış açısını yakalayabilmek gerçekten çok zor. Ortada somut veriler dururken (Sn. Lord Genius'a kaynakları hatırlattığı için teşekkürler) sırf işimize gelmiyor diye Sn. FT-2'nin yaptığı gibi bunları görmezden gelerek bir ekonomistin yazılarını kutsal kitap gibi görüp kraldan çok kralcılık yaparak savunmak; ideolojik körlüğün bir göstergesi bence. Sn. Lord Genius bir yazısında "...taraftarı olmadığım bir partiyi savunmak zorunda kalıyorum..." benzeri bir söz etmişti. Ben de aynı durumda hissediyorum kendimi; sırf benim siyasi görüşlerime uymadığı için birilerinin doğru yaptığı şeyleri çarpıtmaya çalışmak, bana hiç etik gelmiyor. Sn. FT-2, kusura bakmayın ama ne siz, ne de sevgili yazarınız beni ikna edemedi. Mühendis kökenim yüzünden rakamlar daha gerçek görünüyor. Son bir söz; bu forum "global kriz"le ilgili olduğuna göre artık konuya dönsek iyi olmaz mı?

zaten selim somcağ devlet organlarının sahte rakamlar verdiğini iddia ediyor ve onu da ispat ediyor...

o zaman, yanlış-htalı olan temelinizle (verilerle) neyi savunacaksınız ki?

Hadramut
11-05-2005, 01:06
Pipes'le bizim köktendincilerin birbirlerine yaklaşımlarını okudukça "Deli deliyi gözünden tanırmış!" özdeyişimizin ne kadar anlamlı olduğunu bir kez daha kavradım. Gülmekten gözlerim yaşarıyor.

İlahi tellal, yok aslında birbirinizden farkınız.

FT-2
11-05-2005, 01:07
Daniel Pipes’ın, Jerusalem Post’ta 24 Mart günü yayımlanan makalesinde;

Tayyîb Erdoğan’ı ‘Hitler’e benzetecek kadar açık bir düşmanlık yaptığı hatırlanırsa, durum daha iyi anlaşılır...


(herkese iyi geceler...en iyi borsacı uykusunu en iyi alandır)....

FT-2
11-05-2005, 01:11
Pipes'le bizim köktendincilerin birbirlerine yaklaşımlarını okudukça "Deli deliyi gözünden tanırmış!" özdeyişimizin ne kadar anlamlı olduğunu bir kez daha kavradım. Gülmekten gözlerim yaşarıyor.

İlahi tellal, yok aslında birbirinizden farkınız.

giderayak ne dediğini anlayamadım....beni nereye yerleştiriyorsun?

yarın bakarım artık

Lord_Genius
11-05-2005, 01:14
Tekstil....Esnaflar...Kobiler...Çiftçiler...Hakkı ile iktisat tarihi okumamış bir kişi sanayileşme sürecinde bu sektörlere bakıp isyan edebilir! Ancak,kapitalizm acımasızdır,yeniler gelirken eskilerini acımasızca tasfiye eder,gelişim sağlanır ama bu acı dolu bir kuşağa mal olur maalesef.Bunları söylediğim için beni suçlamayın,kapitalizmi yaratan Tanrı,şikayetinizi lütfen ona yapın! Yavrusu bir kaplan tarafından parçalanan bir geyik gibi...Eğer menşevik tarzı bir komunizmin tam olarak kusursuz uygulanabileceğine inansam,yemin ederim uğruna tüm gücümle savaşırım! Düşünsenize,ne iş yaparsam yapayım aynı yemeği yiyeceğim,küçükte olsa kirasız bir evim olacak,yavaşta olsa internetim ve bilgisayarım,belki az ve lezzetsiz olacak ama en azından ekmek derdim olmayacak! Para olmayacağı için tüm gücümü sosyal statü kazanabilmek için daha fazla akademik araştırma yapmaya ayırabileceğim...Dışarı çıktığımda çöplükten ekmek toplamaya çalışan insanlar,haberleri izlediğimde kış günü evsiz kalmış insanları görmeyeceğim...Bu sistemin olabileceğine inanmıyorum.Keşke olsaydı! Olmayacağına inandığım için kötünün iyisi olan liberalizmi savunuyorum...

Şimdi tatlı hayallerden hayatın acı gerçeklerine dönelim...:(

Bir ülke ekonomik olarak büyüdükçe, küçük,verimsiz,bilimsel işletme kuralları ile yönetilmeyen işletmeler batacaktır.Kişi başı gelirin artması için maalesef BU ŞARTTIR.Zengin bir ülke,isimsiz bir tekstil atölyesinin yaptığı markasız ürünlerin bir TIR dolusunu 10.000 dolara satmaz.Zengin ülke,bir takım elbiseyi 5.000 dolara satar.Bu nedenle verimsiz,taklit ürün yapan küçük tekstil atölyeleri batacaktır,ancak Sarar,Beymen,Vakko,Mavi,Colins...vs. tarzı markalaşmış ve özgün tasarımları olan ve ürünlerini pahalı fiyatlara satabilen işletmeler ayakta kalacaktır.Evrim teorisi ekonomidede aynen işliyor,zayıf olan acımasızca ELENİR.Şimdi ana sektörlerin bu süreçten nasıl etkileneceklerini,gelişmiş ülkelerin sanayileşme süreçlerinde bu sektörlere neler olduğunu bir bakalım.

Sanayileşme sürecinde çiftçi...
Gelişmiş bir ülkede nüfusun %10'undan fazlası çiftçi olmaz.Çünkü bir çiftçi ne yaparsa yapsın,bir sanayi üreticisinin değerinde ürün üretemez.Buğday satarak bir ülke zengin olmaz.Uzun vadede 3-5 dönümlük araziye sahip çiftçiler ortadan kalkacaktır,yerine büyük tarım şirketleri gelecektir.Binlerce dönümlük dev tarlalarda teknolojinin son nimetlerinden yararlanarak üretim yapacaklardır.Aynı topraklarda kişi başı üretim belkide 4-5 katına çıkacaktır.Tarlalarından olan köylülerin bir kısmı ya yeni şirketlerde maaşlı olarak çalışacak,yada sanayi işçisi olacaktır.Uzun vadede eline kendi tarlasında elde ettiğinden daha çok gelir geçecektir....İnsanı üzen bir durum ancak bu bütün gelişmiş ülkelerde böyle olmuş,istisnası yok! 1988 yılında bizimle aynı ekonomik programı uygulayıp sanayileşme sürecine girmiş İrlanda (ki o zaman kişi başı gelirde Avrupa'nın en fakiri iken bugün 2. zengini!) da,küçük çiftçi resmen yıkılmıştır.Yerlerinde büyük hayvancılık şirketleri kurulmuştur.İrlanda bugün dünyanın en çok et ihraç eden ülkeleriden biridir....Aynı şekilde Britanya'daki "çitleme yasası".İnsan hakları gibi kavramlar olmadığı için küçük çiftçiler topraklarından atılmışlardır...Yerlerine dev tarım ve hayvancılık şirketleri kurulmuştur...Çiftçiler ise yeni gelişen sanayi için ucuz işgücü olmuşlardı...Çok ciddi bir toplumsal soruna yol açsada,bu gelişmeler sonucu ekonomi gelişmiştir...40 yıl sonra insanlar geçmişe göre çok daha zengin olmuşlardır.(Bana kızmayın,ben olanı anlatıyorum!)

Sanayileşme sürecinde esnaf...Sanayileşme sürecinde küçük esnafın pek bir şansı yok maalesef,çünkü son derece verimsizler.Tansaş 10 kişi ile 100 bakkalın verebileceğinden çok çok çok daha iyi hizmet veriyor,yani kişi başına düşen verim Tansaş'ta bakkala göre artıyor...Bakkal ne olacak? Önünde seçenekler var,ya birleşip büyük marketler kuracaklar ve hissedar olacaklar,ya iflas edip sanayi işçisi olacaklar,yada bölgelerin ekmek/süt/yumurta/gazete/sigara/bira ihtiyaçlarını karşılayan büfelere dönüşecekler...Bu bütün gelişmiş ülkelerde böyle olmuş...Aynı şekilde ayakkabıcılar(arkadaşımın maltepe'de ayakkabı dükkanı vardı,iflas etti,nedeni Ayakkabı dünyası tarzı büyük mağazaların çoğalması...Ayakkabı satışı düştümü? Hayır.Ancak artık pastanın büyük kısmını "büyük sermayeli" ve bilimsel iş kurallarına göre yönetilen mağazalar alıyor...),beyaz eşya satıcıları,tekstilciler...Birçoğu ekonomi geliştikçe maalesef batacak,ya büyük mağazalarda çalışan yada sanayide işçi olacaklar...Acımasız,ama bu kuralları ben koymadım...:( Ve ekonomi bu şekilde gelişecek.

Gelişmekte olan ülkelerin ilk göz ağrısı,tekstil...Britanya sanayi devrimini tekstil ile gerçekleştirmişti...Sanayileşme sürecinin sonuna doğru tekstil giderek önemini kaybetti,tekstilde çalışan yüzbinlerce kişi işini kaybetti...Ancak ekonomi giderek büyüyordu.Çünkü artık tekstil değil,tren yolu ve yurtdışına ihraç edilmek üzere sermaye malları üretiliyordu,ve bu işler çok daha fazla getiri sağlıyordu.Aynı şekilde İrlanda. www.cso.ie 'den tekstil üretim indekslerine bakabilirsiniz...1988 yılında 200 olan indeks,2005 yılında 70'lere düşüyor...Gelişmiş ülke ucuz mal üretim başkasının hamallığını yapmaz,yani markasız bir kot için uğraşıp bunu 3 euro'ya satmaz.Aynı kotun üzerine MAVİ markasını basar,50 euro'ya satar.3 euro'ya satan batacaktır,50 euro'ya satan kalacaktır...Böylece kişi başı gelir artacaktır...Bu hep böyle olmuştur,bu süreçten kaçış yok...

Kobiler...0-10 işçi çalıştıran kobi'lerin oluşturduğu bir ekonomi,gelişmiş olamaz.Çünkü ölçeğe göre getiri,çoğu sektörde fabrika büyüdükçe artar.Kobi'ler ne yapacak? Ya birleşecekler,ya çok kalite üretim yapıp markalaşacaklar ve ürünlerini bugün sattıklarından çok daha pahalıya satabilecekler,yada büyük firmalara iyi fiyatlara fason üretim yapacaklar (benetton,marks&spencer,unilever'a mesela...) Yada batacaklar...Büyük ekonomi,büyük firmalardan oluşur.Ekonomi büyüdükçe oligopoller oluşur.

Birde şunu ekleyeyim,öyle birkaç telefon görüşmesi ile ekonomik araştırma yapılmaz :) O zaman buyrun gelin,Kayseri'de açılan fabrikalara bakalım.Çok ciddi yatırımlar yapıldığını gözümle gördüm,şehir deli gibi dış göç alıyor,ve göç edenler rahatlıkla iş buluyor.Aynı şekilde,tur şirketlerini arayın bakalım kaç hafta sonraya yer bulabiliyorsunuz...Yada benim kendi işletmeme bakın! Bilgisayar programcılığı ve yabancı dil öğreten bir dershanem var.Son iki senede risk aldım,çok para harcadım Microsoft Eğitim merkezi oldum,işyerinin görünüşünü değiştirdim,bilgisayarları yeniledim,yeni ve büyük bir büro tuttum kapasitemi iki katına çıkardım.Reklam harcamalarımı arttırdım,modern işletme kurallarına uygun bir yapı kurdum.Ancak şu anda gelen müşteriyi kapıdan çeviriyorum,3 aya kadar tüm branşlarda kapasitem dolu.C# dersi verebilecek Microsoft Sertifikalı bir hoca arıyorum 3 aydır,bulamıyorum,eldeki hocalara 2 kat fazla mesai ödüyorum! Ancak temizlik görevlisi ve sekreter ilanına akın akın insan geldi.(Buda işsizliğimizin yapısını ortaya koyuyor,nitelikli eleman yok piyasada!)

Özetle;
Ekonomik gidişatı anlamak için 3 tane fabrika gezmek,yada salt verilere bakmak kesinlikle yeterli değildir.Bir öngörüde bulunabilmek için çok ciddi bir bilgi birikimine sahip olmak gerekir.Yani konu hakkında boyunuzun 10 katı bilimsel kaynak okumanız ve bunları özümsemeniz gerekir! Bunların üstüne birde siyasete bulaşmamanız gerekir! Bakallar iflas ediyorsa bu ekonominin kötüye gittiğini değil,iyiye gittiğini gösteriyordu,çünkü yerlerine dev marketler açılıyordur! Aynı şey tüm sektörler için geçerlidir.Gelişmiş ülke ucuz mal üretmez,pahalı ve herkesin yapamayacağı ürünler üretirler.Bunun için "nitelikli" ve "eğitimli" elaman gerek vardır,"ne iş olursa yaparım abi!" lere değil.Ancak Türkiye'de işsizlerin büyük bir bölümü bu sınıftan! Üniversitelileri örnek vermeyin bana...Ben hala üniversite okuyorum,birsürü arkadaşım var...Mezun olana kadar kendini yetiştirenlerin hepsi çok güzel işler buldular.Okul boyunca geyik yapanlar bugün işsiz işszi oturup hala geyik yapıyorlar...(hala bir gelişme çabası yok!) Sonra işsizlik var...Gelişmiş ekonomi niteliksiz elemanı ne yapsın?
Son olarak,sermaye malı ithalatına inanmayan Sn.FT-2'ye soruyorum,koskoca DİE,dış ticaret müsteşarliği,hazine ve maliye bakanlığı yalanmı atıyor? Yoksa birileri yüksek miktarda "hayali ithalat(!)" mı yapıyor? :) Böyle "ben herşeyi bilirim,DİE kimmiş!" tavırları ile nereye kadar?

Lord_Genius
11-05-2005, 01:21
zaten selim somcağ devlet organlarının sahte rakamlar verdiğini iddia ediyor ve onu da ispat ediyor...

o zaman, yanlış-htalı olan temelinizle (verilerle) neyi savunacaksınız ki?


Sn.Somçağ mevcut stok rakamlarının "yüksek" gösterilerek,ekonomik büyümeninde yüksek gösterildiğini iddia ediyor.Ancak die'nin açıkladığı stok artış oranı %0.9 yani yüksek değil,şişirilmiş olamaz,ekonomik büyüme ise %9.9! Yani Sn.Somçağ'ın iddia ettiği gibi bir durum yok ortada...10 kere yazdım bunu,üşenmiyorum 11. kerede yazıyorum.

Birde Sn.Somçağ'ın stok rakamlarını "şişirerek" yanlış GSMH büyüme rakamlarına ulaşmış olduğunu yani "üçkağıt" yaptığını iddia ettiği DİE'nin verdiği verileri,başka bir yazısında işine geldiği için doğru kabul ederek kullanmasına ne diyebiliriz?

alkazar
11-05-2005, 07:12
Buyuk ihtimal sizi 2.cumhuriyetci olarak suclayip kacacaktir.Bir zamanlarin ilerici cumhuriyet gazetesinin bu duruma dusmesi sanirim uzucu bir olay.Ilhan Selcuk'un elinde mahfolup gitti gazete ne yazikki.


SN.FT-2
Ortada hakaretin yanından geçen bir ifade bile yok,yazımda fazla bir yorumda yok zaten.Devletin resmi kaynaklarından alınmış makroekonomik verileri kaynak göstererek yazdım,kaynak göstermeden yalan yanlış yazmadım.Bu yazının en azından 3-4 kat daha sertini Sn.Somçağ'a mail yolu ile ileteceğimden şüpheniz olmasın.Daha yazacak çok şeyim var,bu sadece bir girişti.Mail atmayı aklıma getirdiğiniz için teşekkür ederim.Bakalım ne cevap verecek? İktisat bilimini siyasi amaçlara alet edenlere ve siyasi çıkarlar uğruna bu ülkenin ekonomisine zarar vermekten kaçınmayanlara karşı savaşı elimden geldiğince sürdüreceğim.Bu benim için bir askerin pkk ile savaşması kadar kutsal birşey.Herkes kendi alanında ülkesine yapılan saldırılara karşı ülkesini savunmalıdır,bu bir vatandaşlık görevidir.

alkazar
11-05-2005, 07:38
Sayin Lord-Genius

Soylediklerinizde sonuna kadar haklisiniz.Su an icin Turkiyenin ve gelismekte olan ulkelerin onunde liberal demokrasi disinda bir care yoktur ama ben diyorum ki bu bir evrimlesme sureci.Mesela Marxsizm'de ozunde devrimci degildir.Mesela kapitalizmi ideal toplum yolunda atilmasi gereken bir adim olarak gorur.Marx'a gore kapitalizmin misyonu dunyayi gelistirmesidir ve su ana kadar bu gelismis ulkelerde basarili olmustur.Sonraki adimda bu gelismeyi dunyanin kalan kismina yaymasidir.Marx bunu marxsizmin uc teorisinden biri olan falling rate of profitte acikliyor.Biz bunu aslinda su an globalizm olarak adlandiriyoruz.Su ana kadar marx'in teorisini curutme imkani yok aynen dedigi gibi gelisme surmekte.Sonraki asama sosyalist topluma gecis ben bunu gelismis ulkelerden birinde bekliyorum.Buradanda diger ulkelere yayilacaktir.Bu asamada biz artik daha fazla ozel mulkiyetten bahsedemeyecegiz.Ozel mulkiyetin olmadigi toplumlarda zamanla cikar kavgalarida bitecek ve ideal topluma gecilecektir diyor Marx. Buda komunizm olarak adlandiriyor.Yane aslinda komunizm dunyanin hic bir yerinde kurulmus degil simdiye kadar.Bu bir insanlik evrimi.Aslinda bu biraz bilim kurgusal.Komunizmde aslinda yapilmasi gereken her sey bitmis olacak bu teoriye gore.Insanlar artik zevk icin calisacak ve devlet kavrami hic olmayacak.Bir cok is makineler tarafindan yapilacak falan.Simdi bu utopik gelsede bir dusunun 80 gunde devri alem kitabi yazildigindada bu bir bilim kurguydu.Aslinda insanlar arasindaki sinifsal ayrimlarda giderek azalmakta.Bir 50 yil oncenin o kati hiyerarjisi giderek zayiflamakta.Hala gidecek cok yol var tabiiki ben bunu belki 1000 yillik bir seruven olarak yazdim.Ben toplumsal evrimi feodal yapi-kapitalizm-sosyal devlet-globalizasyon-sosyalizm-kominizm olarak tanimliyorum.Bu konular su anda siyaset biliminde ozellikle ingilteredeki akademik ortamda ciddi bicimde sorgulanmakta.Aslinda TOny Blair'in ucuncu yol teoriside bu acidan bazi marxsistler tarafindan bu nedenlerle desteklenmekte ve liberal-marxsizm evliligi olarak adlandirilmakta.


Tekstil....Esnaflar...Kobiler...Çiftçiler...Hakkı ile iktisat tarihi okumamış bir kişi sanayileşme sürecinde bu sektörlere bakıp isyan edebilir! Ancak,kapitalizm acımasızdır,yeniler gelirken eskilerini acımasızca tasfiye eder,gelişim sağlanır ama bu acı dolu bir kuşağa mal olur maalesef.Bunları söylediğim için beni suçlamayın,kapitalizmi yaratan Tanrı,şikayetinizi lütfen ona yapın! Yavrusu bir kaplan tarafından parçalanan bir geyik gibi...Eğer menşevik tarzı bir komunizmin tam olarak kusursuz uygulanabileceğine inansam,yemin ederim uğruna tüm gücümle savaşırım! Düşünsenize,ne iş yaparsam yapayım aynı yemeği yiyeceğim,küçükte olsa kirasız bir evim olacak,yavaşta olsa internetim ve bilgisayarım,belki az ve lezzetsiz olacak ama en azından ekmek derdim olmayacak! Para olmayacağı için tüm gücümü sosyal statü kazanabilmek için daha fazla akademik araştırma yapmaya ayırabileceğim...Dışarı çıktığımda çöplükten ekmek toplamaya çalışan insanlar,haberleri izlediğimde kış günü evsiz kalmış insanları görmeyeceğim...Bu sistemin olabileceğine inanmıyorum.Keşke olsaydı! Olmayacağına inandığım için kötünün iyisi olan liberalizmi savunuyorum...

Şimdi tatlı hayallerden hayatın acı gerçeklerine dönelim...:(

kasved
11-05-2005, 13:31
Konu başılığında tartışılan sıcak sermayeden ne anlaşılması gerektiğine dair aşağıda Korkut BORATAV'ın bu günkü makalesi soruna farklı yaklaşmış.

Cumhuriyet 11.05.2005
SÖYLEŞİLER
KORKUT BORATAV
Doğrudan Yatırımlar: Bir Can Simidi mi?
Son günlerin iktisat tartışmalarının gözde konusu, ''yabancı sermaye'' ... Ben de modaya uyarak bu konuyu bugün köşeme taşımak istedim.

Ne var ki, tartışmaların bazı kavram karışıklıkları içerdiği de anlaşılıyor. Bir karışıklık, ''yabancı sermaye'' övgüsü ve çağrısı içeren söylemlerin pek çoğunda karşımıza çıkıyor: ''Türkiye'nin yabancı sermayeye acil gereksinimi vardır'' klişesini sık sık kullananları örnek verelim. Bunların meramları, sıcak-soğuk, spekülatif-istikrarlı, özel-resmi her türlü yabancı kaynak girişine sonuna kadar kapıları açmak değil de ''yabancılar gelsin Türkiye'de fabrika, otel kursunlar, maden işletsinler; bunu kolaylaştıralım'' türünden bir davet ise genel olarak yabancı sermayeden değil, ''doğrudan yatırımlardan'' söz etmeleri gerekecek.

Türkiye'ye çok büyük miktarda yabancı sermaye girdiği halde, bunların içinde doğrudan yatırımların payı ise ''devede kulak'' mertebesindedir. 2004'ü örnek alalım: Türkiye'ye 22.6 milyar dolar tutarında yabancı kökenli sermaye girişi gerçekleşmiştir. Doğrudan yatırımlar, bu toplamın (2.6 milyar dolarla) sadece yüzde 11'ini oluşturmuştur. Bizim ''sıcak'' olarak nitelendirdiğimiz dış kaynak girişleri ise 11.6 milyara ulaşmıştır.

Türkiye bir yandan yabancılardan doğrudan yatırım alır bir yandan da dış dünyaya yatırım yapar. Çıkanları girenlerden çıkarırsanız, 2004'te doğrudan yatırımlar, tüm sermaye hareketlerinin (hata/noksan dahil) net bilançosu içinde yüzde 10'luk bir yer kaplar. Aynı yıl gelişmekte olan ülkelerin tümü içinde bu oran yüzde 47'ydi.

****

''Doğrudan yatırımlar'' yerine ''yabancı sermaye'' demek, biraz da yazılı-görsel basının iktisat terimlerini sorumsuzca kullanmasından kaynaklanır. Daha ciddi bir karışıklık da vardır. Doğrudan yatırımların sadece bir bölümü (üstelik Türkiye'de küçük bir bölümü) ''fabrika, otel inşa eden; maden işleten'' ; kısacası, ülke ekonomisinin sermaye stokunu, üretim kapasitesini arttıran yatırımlardan oluşur. Net sermaye birikimine yol açan bu tür doğrudan yatırımlara (İngilizce ''green field'' ifadesinden çevrilerek) ''yeşil alan yatırımı'' diye özel bir ad verilir.

Türkiye'ye gelen doğrudan yatırımların büyük bölümü, varlıkların sadece el değiştirmesine yol açan sermaye girişleridir. Mülkiyetin ''yerli'' den yabancıya, ''ulusal'' dan çokulusluya devrine yol açan sermaye hareketlerine ''birleşmeler ve edinimler'' adı verilir. Kamu kuruluşlarının yabancılara satışı; Akdeniz kıyılarında Almanların, Güneydoğu'da Suriyelilerin arsa, arazi, konut alımı; borsada herhangi bir şirketin sermayesinin yüzde 10'undan fazlasına tekabül eden hisse senedinin yabancı yatırımcılarca satın alınması ve Demirbank'ın HSBC'ye satışı da ''doğrudan yatırım'' olarak kayda geçer.

Doğrudan yatırımların içinde ''yeşil alan'' türü sermaye girişlerinin Türkiye'de azınlıkta olduğunu nereden çıkarıyoruz? Ödemeler dengesi verileri, gayrimenkule dönük doğrudan yatırımların net toplamını veriyor. Bu sayede öğreniyoruz ki, 2003'ün başından 2005 Mart sonuna kadar Türkiye'ye giren 5 milyar dolarlık doğrudan yatırımın yüzde 54'ü, yani 2.7 milyar doları arsa, arazi, konut alımına yönelmiştir. Bunlara yabancılarca satın alınan kamusal, özel kuruluşları da ekleyince, durum ortaya çıkacaktır.

Doğrudan yatırım girişlerinin rekor yılı, 3.3 milyar dolarla 2001'dir. Yani, devalüasyon, kriz koşullarında ''batan geminin malları'' nın ucuza kapatıldığı yıl... Burjuvazi, bankalarını, fabrikalarını, alışveriş merkezlerini, villalarını Avrupalılara, Amerikalılara sattıkça, kamu varlıkları özelleştirildikçe doğrudan yatırımlar artacaktır. Bunlar, sadece mülkiyetin el değiştirmesinden ibarettir. Elbette ''sıcak'' , bugünden yarına çıkıp gidecek bir sermaye türünden söz etmiyoruz. Ama, üretim kapasitesini genişletirken yeni teknoloji getiren, ülke ekonomisi bakımından da ''yatırım'' sayılabilecek bir dış kaynak girişi söz konusu değildir.

****

Bir söylem daha var: ''En azından dış kaynak giriyor, ekonominin tasarruf açığı kapanıyor...'' Bunu tartışmak için, doğrudan yatırımların reel ekonomi ve ödemeler dengesi üzerindeki orta dönemli etkilerini ele almak gerekir. Bu tartışmayı önümüzdeki haftalara erteleyelim.

Bir de ''yabancı, yerli ne fark eder'' diyenler var. Türkiye'de burjuvazinin çok sevdiği bir slogan var: ''Paranın ve sermayenin vatanı yoktur.'' Var oluşlarını ''vatansız'' sermayeye borçlu olan ve bundan yakınmayan insanların gerçekten de vatanları olamayabilir.

Emeğiyle yaşayan sıradan insanların ise vatanı vardır. Bu nedenle onlar için ''yerli, yabancı'' aynı şey değildir.

randomwalker
11-05-2005, 20:16
Hısse net-Forum
10.05.2005 ve daha öncesi
VIZILTILAR (halk dilinde)
Aciz Randomwalker


Gecenlerde farkli bir konu basliginda



banka furyası, ardından perakende furyası ve sanıyorum sırada
bunların tedarikçileri olan gıda firmaları furyası var..

diye yazan arkadasimiz sagolsun, kafamizin calismasina yardim etmis ve asagidakileri yazmisiz:




ne kadar guzel degil mi?

sicak para girisi son hiz devam ediyor ve hala bekliyor yurdum insani
nerde gercek yatirim, nerede katma deger yaratan yatirim...

alinan, birlesilen sirketlerin tamami ARACI, yani uretime zerre katkisi
olmadan uretici ve alici'nin iliskisinden para kazananlar...

hani nerde sanayi devlerini satin alacak yabanci?
ne oldu eregli'yi alacak yabanciya?
nereye gitti petkim'i paylasamayan yabanci sermaye?
tupras ne oldu?

hepsi sirayla halk'a arz ediliyor ve edilecek gibi de...
neden cunku bedava denecek rakamlar olmadan reel yatirim'a nazlaniyor
yabanci...
yabanci ab uyesi olmadan bu ulke'ye reel yatirim yapmayacaktir
ve bazi arkadaslarin safdillikle iddia ettigi gibi bugune kadar ki birlesmeler ve
satin almalar ne yazik ki bizim ab uyesi olacagimizin gostergesi degil sadece
ve sadece girecek yer bulamayan sicak paranin kendine aradigi bosluklari
doldurma hevesidir.
kimse ab konusunda umutlanmasin, hele hele son gunlerdeki banka satin
almalara perakende satin almalara ve hatta ve hatta finans sektorundeki
hisse senedi bono gibi enstrumanlara giren paraya bakip hic umutlanmasin
bunlarin hepsi SICAK PARA girisidir ve istedigi an kimsenin gozunun yasina
bakmadan kolayca terkeder bu ulkeyi...
onun icin ab konusunda fransa ve hollanda referandumlari sonrasi olumlu
sonuc olsa dahi
malum tarihe kadar dev sanayi birlesmeleri veya satin almalari vasitasi ile bu
ulke ekonomisine ve insanina katma deger yaratacak reel sermaye girisi
olmadiktan sonra hepimiz ekonominin duzelecegi ve AB UYELIGI umutlarini
tekrar gozden gecirmeli ve belki de kendimizi daha iyi suzmek icin muhtac
oldugumuz aynaya bakarak acaba gercekten
"ancak tum umutlarimizi kaybettikten sonra mi ozgur olacagiz"
sorusunu sormaliyiz
diye dusunmektedir bu fukara....



simdi bugun biz bunlari yazdiktan sonra TURK TELEKOM ihalesi ertelendi.

Tarih dikkatimi cekti, butun referandumlar bittikten sonra, yanlis miyim?

ne yazalim ki daha....oyunu kuralina gore oynuyor PARA...

bazi arkadaslar diyor ya su guzel sozu arada sirada
"agaclari bosverin ormana bakin"
biz de diyoruz ki
"ah su agaclar bi musade etse de ormani gorsek"......
:cool: ;) :cool:

:cool:

FT-2
11-05-2005, 20:42
soruma cevabı nihayet bulabildim...ama KARAGÜL ün bu yazıdan sonra akibetinin H. Mahalli gibi olmasından da korktum...yıllardır yazdığı her cümleyi okurum...bu kadar sert yazdığına ilk defa şahit oldum...üzerinde büyük bir baskı var herhalde...inceldiği yerden kopsun havası var yazısında....


"Türkiye şeriata mı gidiyor?" Pollock seviyesinde tetikçiler


"Türkiye İslamizasyona mı sürükleniyor? Türkiye ABD'nin müttefiki mi? Türkiye'nin AB üyeliği Amerika'nın çıkarına mı?" gibi çarpıcı soruları öne çıkaran ve konu başlığı "Turkey: The Road to Sharia?" (Türkiye şeriata mı gidiyor) şeklinde belirlenen bir sempozyum. Katılımcılar:

The Middle East Forum'um yöneticisi, halen Campus Watch adlı örgütüyle Müslüman (ya da neo-con olmayan) öğrencileri ABD istihbaratına gammazlamakla meşgul olan, Şaroncu Yahudilerin öncülerinden ve hayatını İslam'la mücadeleye adamış olan Daniel Pipes.

Neo-con'ların mabedi the American Enterprise Institute mensubu, Türkiye'de bazılarının bir şey zannettiği The Middle East Quarterly adlı derginin editörü, halen Savunma Bakanlığı'nda Irak ve İran üzerine çalışan, "Türkiye Arap sermayesi" üzerine yazdığı son yazısıyla dikkat çekmeye çalışan aslında Pipes'la aynı cemaatten olan Michael Rubin.

"Türk Tehlikesi" adlı kitabın yazarı Hans-Peter Raddatz adında benim de dikkatimi çekmeyen bir adam.

Ne amaç için kurulduğu gayet belli olan Washington Enstitüsü bünyesinde Türkiye "araştırmaları" yapan ve Rubin'in dergisinde yazan Soner Çağatay'a ise, eleştirileri göğüsleme rolü verilmiş.

Türkiye'de (maalesef) ciddiye alınıp tartışmalara konu olabilen Robert Pollock'ın zeka seviyesinde bir sempozyum. Konuşmacıların "değerlendirmeleri" de Pollock'la aynı düzeyde. Öyle provokatif, öyle abartılı, öyle genel cümleler kullanıyorlar ki, Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceği bu kişilerin eline kaldıysa, daha doğrusu ABD'de bu kişiler düşünür olarak kabul ediliyorsa vay halimize. Sempozyumu ve Türkiye analizini ibret olsun diye herkese okutmak lazım.

Ya bu palavraları ciddiye alanlar veya onların Türkiye'deki ortakları için ne demeli? Olayın trajik boyutu bu işte. Türkiye'de birilerinin bu adamları ciddiye alıp Türk-Amerikan ilişkilerini yoluna koymanın adresi olarak görmesi. Türk-ABD ilişkilerini geliştirmek bu ideolojik, "marjinal" çevrenin umurunda bile değil. Onlar İsrail, daha doğrusu İsrail aşırı sağı için söz söylüyor, onlar için yazıyor, konuşuyor, tetikçilik yapıyor.

Onlara göre:

Türkiye ABD dışında hiçbir ülkeyle yakın olmayacak. Avrupa Birliği ile, İslam dünyası ile, Rusya ile, Asya ülkeleri ile, Afrika ile Türkiye arasında gelişecek bir yakınlaşma, daha doğrusu Türkiye'nin kapsamlı bir dış politika açılımı geliştirmesi son derece tehlikeli. Bu açıktan söyleyemedikleri için Türkiye'nin hassas sorunlarını kaşımaya, iç gerilimi tırmandırmaya, ülke içinde kamplaşmaları teşvik etmeye çalışıyorlar. Amaçları eski defterleri açtırmak ve bu ülkenin bütün enerjisini iç gerilimlere yönlendirmek.

Front Page Magazine'de yayınlanan söyleşiyi okuduğunuzda sempozyumun ne amaçla düzenlendiğini açıkça anlıyorsunuz. İddialara bakın: Türkiye'yi Ortodoks İslamcılar yönetiyormuş, Tayyip Erdoğan Türkiye'yi şeriata sürüklüyormuş, Türkiye ile İran tam tersi istikamette gidiyormuş, İran laikleşirken Türkiye İslamlaşıyormuş, Türkiye bir an önce düşman kategorisine alınmalıymış, ABD Türkiye'deki bu gidişe müdahale etmeliymiş ve Türkiye'nin AB üyeliğine destek vermemeliymiş, Ak Parti ABD'ye karşı "Alman-Fransız-İspanyol ekseni"ne oynuyormuş, ABD'den bağımsız Ortadoğu politikası geliştiriyormuş, Atatürk'ün devleti tehlikedeymiş, bu gidişi durdurmak için askerler harekete geçirilmeliymiş, Ak Parti parçalara ayrılmalıymış… Devam edelim:

Türkiye belki dost olabilirmiş ama ortak olamazmış. Terörle mücadelede birlikte çalışılamazmış. Çünkü Türkiye Hamas, Hizbullah ve Iraklı direnişçilere karşı gerçek anlamda mücadele etmiyormuş. Beşşar Esad'la, İran'la yakınlaşma içindeymiş, Türkiye Washington, Brüksel ve son olarak Moskova ile ilişkileri kesip İslam dünyasına yönelecekmiş, yani Tahran'a, Riyad'a ve Şam'a… İslamcılar komünizm ve faşizm kadar tehlikeliymiş ve daha neler neler…

Hepsi deli saçması. Türkiye ile ne kadar ilgileri, Türkiye hakkında ne kadar bilgileri olduğu ortada. Türkiye için ne düşündükleri ortada. Kendilerine ezberletilenleri her platformda tekrar ediyorlar. Abartı, paranoya ve cahillik olarak özetlenebilecek bu sempozyum, Türk-Amerikan ilişkilerindeki gerilimin yapay da olsa zayıfladığı bir dönemde yapılması ve Türkiye'nin gerçekleriyle alakası olmayan değerlendirmelere yer verilmesi ne ile açıklanabilir?

Fikirden ziyade çıkarların gizlendiği bir platform var ortada. Bunların ağababaları yıllarca tanıtımı adı altında bu ülkenin milyonlarca dolarını cebe indirdiler. Türkiye'ye yönelik bu baskının devam ettirilmesinin, iç gerilim senaryolarına yatırım yapılmasının nedeni işte burada. Bu kişiler ırkçı bir ideolojinin tetikçileri. Türkiye'nin lobisini yapma adı altında milyonlarca doları ceplerine indirme mücadelesi veriyorlar. Şu anda para söğüşlüyorlar mı bilmiyorum ama baskıların hedefi bu. Bakalım başarabilecekler mi? Amaçlarına ulaşana kadar her türlü çirkefliği kullanacaklar. Çünkü ortada fikir, değerlendirme, analiz, dostluk arayışları değil, çıkar hesapları yatıyor.

Hitler'in kitabıymış, Türkiye'de Amerikan karşıtlığı tehlikeli hale, noktaya ulaşmış, bazı gazeteler komplo teorileri yayıyormuş, bazı köşe yazarları Türk halkını Amerika ve İsrail aleyhine kışkırtıyormuş ve daha bir sürü tilkiliklerle baskı yap, şantaj uygula, provokasyon yap, yaygara kopar ve amacına ulaş… Aynı sempozyumda da Yeni Şafak'a ve yazarlarına saldırılarına devam ettiler. Çirkin, kirli bir amaç uğruna dünyayı kana boğanlar, yalanlarıyla rezil olanlar onlar değilmiş gibi. Kimi kandırıyorsunuz siz? Kendilerini uyanık sanıyorlar.

Sadece Daniel Pipes'ın kim olduğunu yazsam bütün günahları ortaya saçılırdı ama yer kalmadı...
ikaragul

İsrail ABD'deki bazı Türkler'i casus olarak mı kullanıyor?

Sempozyum adı altında organize edilen ve Türkiye için adeta bir iç savaş senaryosu çizilen "Turkey: The Road to Sharia?" başlıklı toplantıya ve Daniel Pipes ile Michael Rubin gibi şaibeli isimlerin saçma sapan sözlerine dikkat çektiğim dünkü yazıda, bu kişilerin amaçlarının Türk-Amerikan ilişkilerini, Türkiye'nin siyasi eğilimlerini analiz etmekten ziyade çıkar hesapları olduğuna işaret etmiştim. ABD yönetimi nezdinde Türkiye'nin sözcülüğüne soyunan ve başımıza Türkiye uzmanı kesilen bu adamlar, bir yandan iç çatışma tezlerini Türkiye analizi olarak pazarlarken diğer yandan şantaja varan kâbus senaryoları ile Türkiye üzerinde baskı kurup istediklerini koparmaya çalışıyorlar. Bununla da kalmıyor, oyunlarını bozanları hedef alıp yıpratmaya, gözden düşürmeye çalışıyor, adeta intikam alıyorlar.

Çalışmalarını Türk-Amerikan ilişkilerine hasretmiş görünen bu kişilerin öncelikle İsrail istihbaratıyla bağlantıları dikkate alınmalı ardından da Türkiye için neyi neden söyledikleri üzerinde durulmalı. Dahası, Türkiye için söylediklerinin arkasındaki siyasi ve ekonomik çıkar hesapları, Türkiye'nin lobisini yapma adı altında ne kadar paranın peşinde oldukları, fikir babaları ve Türkiye'deki ortakları ortaya konulmalı. Böylece iç bütünlüğünden dış politikasına kadar Türkiye için neyin iyi neyin kötü olduğuna karar veren bu şaibeli kişilerin ne kadar ciddiye alınacağına karar verilmeli.

Şimdi bu çevrelerin aslında kim olduklarına ve neler yaptıklarına dair bir kaç not aktaralım:

ABD Savunma Bakanlığı'nda patlak veren casusluk skandalını herkes hatırlayacaktır. Larry Franklin adlı bir Pentagon çalışanının, hem de Douglas Feith gibi aşırı sağcı bir Yahudi'nin yönetimi altında çalışan birinin ABD'nin Irak ve İran'a ilişkin gizli dosyalarını İsrail'e aktarmasıyla ortaya çıkan skandal üzerine dikkatler Türkiye'de yakından tanınan bir çok isim ve kuruluş üzerine çevrilmişti. Douglas Feith gibi isimlerin ofisleri de incelemeye alındı. Gizli dosyalar Pentagon'dan Amerikan-İsrail İlişkileri Komitesi'ne (AIPAC) aktarılıyor, oradan da İsrail'e. Böylece İsrail, ABD'nin İran politikasını yönlendirme fırsatını buluyordu.

Ariel Şaron'un Likud partisiyle yakın ilişkileri bulunan AIPAC, ABD'deki en geniş Yahudi kuruluşu. 1980'lerde Washington Yakındoğu Politikaları Enstitüsü (WINEP) bu kuruluş bünyesinde oluşturuldu. AIPAC, WINEP ve Yahudi Ulusal Güvenlik Enstitüsü JINSA Irak işgalinin senaryosunu hazırladı. AIPAC 1988 yılında Bill Clinton'ı Irak'a saldırıya teşvik etti ama başaramadı. WINEP, 1993 yılında Clinton yönetimine İran ve Irak'ın tecrit edilmesini öngören "dual containment" politikasını uygulattı. Türkiye-İsrail ekseninin, küresel savaşın, Ortadoğu haritasının yeniden çizilmesi planının ve 28 Şubat'ın mimarları bu çevreler.

Richard Perle, David Wurmstar ve Doglas Feith gibi isimler, bu kuruluşlarla birlikte, "2000'lere Doğru İsrail için Yeni bir Strateji" başlıklı bir çalışma yaptı. "A Clean Break: A New Strategy for Securing the Realm" başlığı altında 1996'da Benjamin Netanyahu'ya sunulan rapor, Türk-İsrail ekseninin ve 28 Şubat'ın temelini oluşturmuştu. Raporun birinci maddesi, İsrail'in Ortadoğu'da amaçlarına ulaşması için Türkiye ile yakınlaşmayı şart koşuyordu. Daniel Pipes'ın "The National Interest''in 50. sayısında yazdığı "The New Axis" adlı yazısı bunu iyi anlatıyor. Türkiye için ABD'de yapılan lobi çalışmaları da bu çevrelere emanet edildi. Tabi Anadolu insanının milyonlarca doları da. Bu eksenden sonra yapılan savunma anlaşmaları sonucu Türkiye İsrail'e milyaca dolar ödedi. Türk-İsrail ekseninin, Irak işgalinin ve "Yeni Ortadoğu"nun mimarları şimdi ABD'de bile casuslukla suçlanıyor.

Skandal üzerine Feith Pentagon'daki görevinden istifa etti. Bu arada son Ankara ziyaretini yeniden hatırlayalım. Larry Franklin geçen hafta Çarşamba günü tutuklandı, 10 yıl hapsi istenecek. Soruşturma genişletiliyor. İlginçtir Franklin Yahudi değildi. İsrail'in ve Amerika'daki İsrail aşırı sağının bu işler için Yahudi olmayan kişileri kullandığı ortaya çıktı. Dahası var: "İsrail'in ve Yahudi derneklerinin bunda sonra casusluk için özellikle Türk vatandaşlarını ve derneklerinde görevli kişileri kullanacağını söyleyen Amerikalı bir İç güvenlik yetkilisi, bu soruşturma içindeki bir kişinin bir Türk dışişleri yetkilisi ile sürekli buluştuğunu, tespit ettikleri aynı kişinin şu an Washington'da olmadığını, bir Ortadoğu ülkesindeki Türk Büyükelçiliği'nde çalıştığını iddia ediyor. İddiaların adresi: (http://washingtonhaber.blogspot.com/2005/05/fbi-arrested-israeli-spy.html)

Yukarıda adı geçen kişi ve kurumların hepsi aynı şebekeden. Hepsi aynı senaryonun parçası. Hepsi aynı çevreler tarafından yönetiliyor. Şimdi, Türkiye adına ahkam kesenlerin kimliğine bir kez daha dikkatle bakalım. Bizce sözlerinin bu ülkenin zararına olduğu açık. Açık olmayanlar için birkaç ipucu verdik. Şimdi, "Turkey: The Road to Sharia?" başlıklı sempozyumda söylenenleri bir daha düşünelim. İki hedefleri var: İçeride bir kapışma ve Türkiye'nin sözcülüğünü ele geçirerek milyonları kapmak. Ayrıca Türkiye'yi ABD-İsrail ekseninde tutmak. Son vermeden bir not daha:

Merak edenlerin "The American Turkish Council: US Association Helps Create New World Order" adlı yazıyı dikkatle okumasını öneririm. Adresi: http://www.dissidentvoice.org/Feb05/Stanton0214.htm

ikaragul

alkazar
11-05-2005, 20:59
KOMPLO TEORİLERİ
Tarihin başlangıcından bu yana, binlerce komplo teorileri öne sürülmüştür. Bunların büyük çoğunluğu zamanla unutulmuş, bir kısmı kanıtlanmış teoriler olarak “komploluktan” çıkmıştır. Her dönemin ilginç komplo teorileri vardır, fakat komplo teorilerinin en büyük özelliği bunları yaratanların, teorilerinin yanlış olduğu kanıtlanmasına rağmen, durmadan yenilerini üretmeleridir. “Herşey mümkündür” sözü uygulandığında, her komplo teoreminin, çok küçük olsa da, belirli bir olasalığı vardır. Benim en ilgimi çeken, teoremin mantığı değilde, yaratıcılığıdır. İlginç bulduğum bazı teorileri aşağıda sıralıyorum.

Birleşmiş Milletlerin Amerika’yı İstila Planları: Yaklaşık olarak sekiz yıl önce, Amerika’nın aşırı sağından bazıları, Birleşmiş Milletlerin Amerika’yı ele geçirmek üzere olduğunu savunurlardı.O yıllarda Amerikan Senato’sunda çoğunluk partisi olan Cumhuriyetçiler esrarengiz nedenlerle (bazılarına göre sağa yaltaklık için) bu grubun liderini bir senato komisyonuna çağrmışlar ve bu büyük tehlikeyi açıklamasını istemişlerdi. Bu zatın yaptığı ilk şey, senatörlere Birinci Dünya Savaşından kalma bir tank resmini göstermek ve şu anda Kanada sınırında bunun gibi 3.000 tankın, Amerika’yı istila etmek için, Birleşmiş Milletler Genel Sekreter’inin emirlerini beklediğini söylemek olmuştur. Komplo teoreminin sözcüsü, kahkaları basan senatörlere: “aptalsanız ben ne yapabilirim” diyerek toplantıya son vermiştir. Bu teoreme hala inanlar vardır. Başkan Bush’un Birleşmiş Milletlere soğuk bakmasına ne dersiniz?

Yassı Küre Sosyetesi: Bu sosyetenin İnternet sitesine göre 500 yıldan fazladır dünya’yı batıl bir inançtan, kürenin yuvarlak olduğundan, kurtamaya çalışmaktadırlar. Beşyüz yıldır dünyanın yuvarlak olduğunu kanıtlayan her bilginin bir komplo olduğunu savunan sosyete, dünyanın yuvarlak oluşunun bunu savunanlara nasıl bir yararı olduğu konusunda sessizdir. İngiltere merkezli olan bu sosyetenin, mizah için oluşturulduğunu bazen düşünürüm. Fakat sosyeteyi benden çok daha iyi bilenlere göre, Yassı Küre Sosyete’sinin her üyesi dünyanın gerşekten yassı olduğuna içten inanır.

Trilateral Komisyonu: Bu komisyonun kuruluşundan beri, 1973, amacının, komplo teoristlerine göre, bütün dünyayı denetim altına almak olduğudur. Amerika, Kanada Japonya ve başka “ileri” ülkelerin diplomat ve iş adamlarının üye olduğu bu komisyon, internet sitesinde amaçlarının dünyaya istikrar ve barış getirmek olduğunu savunr. Yetmişli yıllarda Rockefeller ailesinden birkaç kişinin bu komisyona üye olması, dünyanın bir “Rockefeller A.Ş.” olacağının belirtisi olarak değerlendirilmişti. Rockefeller, iş dünyasında önemini kaybedince bu A.Ş. düşüncesi bir ara unutulmuş, fakat nerdeyse bütün dünya ekonomisi belirli birkaç düzüne şirketin eline geçince, teorem tekrar canlanmaya başlamıştır. Bu şirketlerden birinin, WalMart’ın yıllık cürosu, Türkiye’nin yıllık milli gelirinden daha fazladır. Belki de bundan 40-50 yıl sonra, bütün dünya 30-40 şirketin “özel çiftliği” olduğunda bu da “komploluktan” kurtulacak bir teorem olacaktır.

Dünyanın en güçlü ülkesi olduğundan, komplo teorilerin çoğu Amerika ile ilgilidir. O kadar ki, dünyada olan biten herşeyde, doğa afetlerinde bile, Amerika’yı suçluyan komplo teorileri üretilir. Bunun en son örneği, 26 Aralık tsunamisine Amerikalıların neden olduğu teoremidir.

Esasında Amerika’ya dönük teorilerin bazılarını Amerikalıların kendileri yaratmıştır. Yüzyıldan fazla, Lincoln’un suikastına bir “Güney” komplosu olarak bakıldıktan sonra, nihayet bunun doğru olmadığı kabullenmiştir. Kennedy’nin suikastı hala birçok komplo teorileriyle anlatılmaktadır.

Viyetnam savaşı sırasında, savaşla ilgili birçok teorem öne sürülmüştür. Bunların en ilginci “kauçuk ağaçlarıdır.” Evet, be teoreme göre Amerika dünya lastik piyasasını ele geçirmek için savaşa girmiştir! Doğal olarak Irak savaşıyla da ilgili birçok teorem vardır. Petrol, İsrail ve Amerika’nın emperyalist niyetleri bunların en popüleridir. İslam dünyasında, Amerika’dan sonra, İsrail komplo teorilerinde baş rolü oynar. Bütün ülkelerde, o ülkelere dönük komplo teorileri vardır. Türkiye’de örneğin, başımıza gelen herşeyi “dış ülkelerin parmakları vardır” komplo teoremiyle açıklarız. Bize göre Yunanlıların Batı Anadolu’da gözleri vardır, onlara göre bizim niyetimiz eski Osmanlı topraklarını geri almaktır.

Avrupanın ileri ülkeleri bile, komplo teorileri yüzünden milyonlarca insanın ölümüne neden olan iki dünya savaşı başlatmış ve Orta Doğuyu cehenneme çeviren işler yapmıştır. Komplo sözcüğü, kökeni Latince olan “conspiracy” den gelir. Conspiracy ise fesat amaçlı gizli anlaşma anlamındadır. Genelde bir komplo teoreminin mantık veya veya mantıksızlığı ancak zamanla belli olmasına rağmen, bazı komplo teorileri, yukarda verilen ilk örnek gibi, baştan saçmadır. Dolayısıyla bizim yapacağımız en iyi şey mantığmız kullanarak komplo teorilerinin bizi kıskaca almamasına özen göstermektir. İlginçtir, Amerika’nın Irak’a “ucuz petrol” için girdiklerini savunanlar, şimdi de savaştan bu yana çok artan benzin fiyatlarını, petrol şirketlerine yarasın diye, yine Amerika’nın savaş planları arasında olduğunu söylerler. Bu iki düşünce arasında çelişki görüyor musunuz?

İnsanlar oldukça, Komplo teorileri olacaktır. Dolayısyla komplo teorileri iyidir veya kötüdür diye bir değerlendirme yapmak yanlıştır. En iyisi her teoriye teker teker bakıp, birer birer değerlendirmektir. Bizimle paylaşmak istediğiniz komplo teorileri var mıdır?

alkazar
11-05-2005, 21:10
"komplo teorileri türklerin tarih felsefesidir".
şerif mardin

Gercekten ismine layik bir sosyolojik gozlem Serif Mardin'den.Son zamanlarda yazilan komplo teorilerini okudukca bende artik bu teorilerin alaturka felsefe olduguna inanmaya basladim.

ganyan
11-05-2005, 21:59
Birileri ABD nin savunma açıklarını arıyor gibi bir durum var.Bir komplo teorisi daha


-washington'da Panik...
-ucak, Kenti Vurabilecek Mesafedeydi
-dakika Dakika Washington

Washington (a.a) - 11.05.2005 - Abd'de Beyaz Saray Ve Kongre Ile
Bazi Kamu Binalarinin Bosaltilmasina Neden Olan Kucuk Bir Ucagin Yasak
Hava Sahasina Girmesiyle Ilgili Olarak, Ucagin Kenti Vurus Mesafesinde
Oldugu Belirtildi.
Kongre Binasi Polis Sefi Terence Gainer, Ucagin Washington'un
Merkezini Vurabilecek Konumda Oldugunu Belirtirken, Beyaz Saray
Sozcusu Scott Mcclellan Ucagin Beyaz Saray'a 5 Kilometre Yaklastigini
Soyledi.
Gainer, Ayrica Endise Yaratan Ucakta Bulunan Kisilerin
''maceraci'' Olarak Gorundugunu Kaydetti. Ap Ajansi, Uyari Atesi
Acilan Cesna Tipi Ucakta 2 Kisinin Bulundugunu Ve Bu Kisilerin
Gozaltina Alindiklarini Belirtti. Daha Once 1 Pilotun Gozaltina
Alindigi Aktarilmisti.

-dakika Dakika Washington-

Beyaz Saray Sozcusu Mcclellan, Washington'da Endiseye Yol Acan
Olayin Yerel Saatle Dakika Dakika Gelisimini Soyle Ozetledi:

-11:59: Beyaz Saray'a 24 Kilometre Mesafede Cesna Tipi Bir Ucagin
Kuzeyden Yaklasmasi Uzerine Beyaz Saray'daki Alarm Duzeyi ''sari''ya
Yukseltildi.
-12:00: Savas Ucaklari, Kucuk Ucagin Yolunu Kesmek Uzere
Havalandi. Ucagin Pilotuyla Temas Kurulmaya Calisildi, Ancak Yanit
Alinamadi.
-12:01: Ucagin, Beyaz Saray'a 16 Kilometre Yanasmasiyla Guvenlik
Alarmi ''turuncu''ya Yukseltildi.
Beyaz Saray Tahliye Edilmeye Baslandi. Binada Bulunan First Lady
Laura Bush Ile Eski First Lady Nancy Reagan Guvenli Bir Yere
Aktarilirken, Baskan Yardimcisi Dick Chaney De Uzaklastirildi.
-12:03: Cesna Tipi Ucak Beyaz Saray'dan Uzaklasmak Uzere Bati
Yonune Donmeden Once Yaklasik 5 Kilometre Yaklasinca, Alarm Duzeyi
''kirmizi''ya Yukseltildi.
-12:11: Alarm Duzeyi Tekrar ''sari''ya Indirildi.
-12:14: Kucuk Ucak, Blackhawk Helikopteri Ve Bir Savas Ucagi
Esliginde Giderken, ''tehlikenin Gectigi'' Bildirildi.
(reu-ap-pnr-srd)





21:--aa--

FT-2
11-05-2005, 22:52
"komplo teorileri türklerin tarih felsefesidir".
şerif mardin

Gercekten ismine layik bir sosyolojik gozlem Serif Mardin'den.Son zamanlarda yazilan komplo teorilerini okudukca bende artik bu teorilerin alaturka felsefe olduguna inanmaya basladim.

gerçekten içindiği bulunduğu ortama cuk oturan bir tespit...ben de inandım!!!

şebekenin bir üyesinden daha ne beklenir ki?

http://www.bilderberg.org/cocktail.htm


List of Bilderberg 95 Attendees
[Do see article on Blair's attendance at Turnberry 1998 for the significance, or otherwise, of this list]
The following attended Bilderberg 95 in Zurich, Switzerland, June 8-11, 1995.

Chairman etc.
Peter Carrington, Chair Fmr Sec Gn NATO
Victor Halberstadt, Prof Leiden
Casimir Yost, Director, Georgetown Foreign Service School

Attendees
Josef Ackermann, Pres. Credit Suisse
G.Agnelli, Chair, Fiat
Umberto Agnelli,
Martti Ahtisarri President, Finland
Paul Allaire, Chair, Xerox
Luis Amaral, Min Energy, Portugal
Dwayne Andreas, Chair, ADM
Francisco Balsemao, Fmr Prime Min Portugal
Percy Barnevick, CEO, Asea Brown Boveri
Lloyd Bentson, Fmr Sec Treasury
Cristoph Bertram Fmr Dir Intl Instit Intl Studies
Selhattin Beyazit, Director of Companies, Turkey
Bjorn Bjarnasson, Min Culture and Ed, Iceland
Ritt BJerregaard, Cmsr. Eurp Communities
Conrad Black, Chairman The Telegraph plc.
Cem Boyner, Chair New Democracy Movement Turkey
Hans van den Broek, Cmsr. Europ Com
E. John P Browne CEO BP Petroleum
John Bryan, CEO Sara Lee
Costas Garas, Dir of Companies Greece
Maria Carrilho Prof of Sociology Portugal
Jaime Urquijo, Iberfomento Spain
Adriana Ceretelli journalist Brussels
Hikmet Cetin Dep Pr Min Turkey
Wiley Claes Sec Gen NATO
Jon Corzine Chair Goldman Sachs
Flavio Cotti, For. Min. Switzerland
Ted CoulOumbis, Pres. Greek Foreign Policy Institute
Devon Cross Head Donner Canadian Foundation
Jose Cutilero Sec Gen, Western Euro Union
Ken Dam Fmr Dep Sec of State
Etienne Davignon Chair, Societe General de Belgiuque; Fmr Vice Chair EC
Lynn Davis Undersecretary for Arms Control and Intl Security Affairs Dept of State USA
Jean Delamuraz VP Fed Council Econ Min Switz.
Mario Draghi, Treasury Director Italy
Marie Drouin Exec Dir Hudson Institute of Canada
Uffe Jensen Fmr Min Foreign Affairs Germany
Thomas Foley Fmr Speaker of House of Rep. USA
Walter Frehner, Chair Swiss Bank Corp
Thomas Freidman For Affairs journalist NY Times
Fritz Gerber, Chair, CEO Hoffman La Roche
David Gergen, Fmr Advisor to Clinton and Reagan, Fellow Aspen Institute
Dermot Gleeson Attorney General of Ireland
JohnJ Glossens, CEO Belgacom
Allen Gotlieb, Fmr Canadian Amb to US
David Hannay, UK Amb to UN
Jukka Harmaja, CEO, Enzo Gutzeit Oy, Finland
Hans Heckmann Vice Chair Union Bank of Switzerland
Westye Hoegh Chair, Norwegian Shipowners
Richard Holbrooke, Asst Sec of State for Euro and Canad US State Dept
Jaakko Iloniemi, Fmr Finnish Amb to USA
Phillipe Jaffre, CEO Elf Acquataine
Daniel Janssen, Chair, Solvay Belgium
Peter Jennings Anchor ABC News USA
Vernan Jordan, Snr. Partner Akin, Gump, Strauss Washington DC
Peter Kann, Chair, CEO Dow Jones, Wall Street Journal
Hans Peter Keitel Chair Hochtief AG
Rob Kimmet Dir Lehmann Bros Fmr Usec State For Affairs
Henry Kissinger - Fmr Sec of State
Ralph Klein Premier of Alberta
Andrew Knight Director News Corp.
Max Kohnstamm, Fmr pres. Euro Univ Institute
Hilmarr Kopper, Man Dir. Deutche Bank AG
Pieter Korteweg CEO Robeco Group, Treasurer Bilderberg
Max Kothbauer, Dep Chair Creditanstalt Bankverein
Alex Krauer, Chair, Ciba Geigy
William Kristol, Chair, Project for a Republican Future USA
Karl Lamers Foreign Affairs Germany
Norman Lamont, MP, Fmr Chan Excq, Director of N.M. Rothschild
Andre Levy Lang Chair Bank Paribas
Francisco Lopez', CEO Argentaria
Alexander Maculan, Chair Maculan Holdings AG
Serif Mardin Chair Islamic Studies American Univ Wash DC
Bjorn Mattsson CEO Cultor, Ltd.Finland
Helmut Maucher Chair, Nestle Ltd.
Thierry de Montbrial, Dir French Ecole Polytechnique
J. Frase Mustard, President Canadian Institute for Avanced Research
Beatrix of Orange-Nassau, Queen of Netherlands
Andrej Olechowski Fmr For Min Poland
Geo Papandreau Min of Ed Greece
Arno Penzias VP Research Bell Labs
Hans Fredeich von Ploetz For. Affairs Germany
J Robert Pritchard Pres, Univ. of Toronto
David de Pury Co Chair ABB Group
Giles Radice Chairman of Euro Movement MP
David Rockerfeller Chair Chase Intl Advisory Comm.
Eric Roll, Pres. SG Warburg
Emma Rothschild, Dir Ctr for History and Economics Cambridge
Renato Ruggiero, Dir Gen WTO
Francoise Sampermans, Chair Groupe Express France
Stephan Schmidheiny, Chair Anova Holdings Iceland
Jurgens Schrempp, Chair Daimler Benz AG
Wolfgang Schurer, Chair MS Management Ag Switz
Klaus Schwabb Pre,s, World Economic Forum
Toger Seidenfaden Ed in Chief Politiken Denmark
Jack Sheinkman President, Amalgamated Textile Workers AFL CIO
Nancy Soderberg, Dep Asst to President for NSA
H Dennis Stevenson Chair, SRU group UK
Thorveld Stoltenberg, Co Chair Steering Committee on Fmr Yugoslavia
Peter Sutherland, Fmr Dir Gen WTO
King of Sweden
J Martin Taylor, CEO Barclays Bank plc
Jean Claude Trichet Gov Banque de France
Federico Tigueroa VP Spain
Ines Uusmann - Min of Trans and Comm Sweden
Gunther Verheugen - Sec Gen Social Democratic Party Germany
Pertti Voutilainen - Primerita Bank Finland
Franz Vranitsky - Federal Chancellor Austria
Karel Vuursteen - Chair, Heineken Holland
William Waldegrave -Min of Agric UK
Jacques Wallage - Leader Labor Party Holland
Stanley Weiss - Chairman, Business Executives for National security, Inc.
John C Whitehead - Fmr Dep Sec of State
James D Wolfensohn - President, World Bank
Otto Wolff von Amerongen - CEO, Otto Wolf GmbH
Paul Wolfowitz - Fmr uSec of Defense for Policy

Rapporteurs
Ralph Klein Premier of Alberta
Andrew Knight Director News Corp.

FT-2
11-05-2005, 23:01
Current list of participants
Status 13 May 1998
Chairman
Honorary Secretary General
Participants
Rapporteurs

CHAIRMAN:
GB - Carrington, Peter - Former chairman of the Board, Christies International PLC; Former Secretary General, NATO.

HONORARY SECRETARY GENERAL:
NL - Halberdstadt, Victor - Professor of Public Economics, Leiden University

PARTICIPANTS:
I - Agnelli, Giovanni - Honorary Chairman, Fiat S.p.A.

USA - Allaire, Paul A - Chairman, Xerox Corporation

E - Almunia Amann, Joaquin - Secretary General, Socialist Party

P - Balsemao, Francisco Pinto - Professor of Communication Science, New University, Lisbon; Chairman, IMPRESA, S.G.P.S.; Former Prime Minister

S - Barnevik, Percy - Chairman, ABB Asea Brown Boveri Ltd

TR - Bayar, Ugur - Chairman, Privitization Administration

I - Bernabe, Franco - Managing Director, ENI S.p.A.

D - Bertram, Christoph - Director, Foundation Science and Policy, Former Diplomatic Correspondent, Die Zeit

NL - Beugel, Ernst H van der - Emeritus Professor of International Relations, Leiden University; Former Honorary Secretary General of Bilderberg Meetings for Europe and Canada

CDN - Black, Conrad - Chairman, The Telegraph plc

INT - Bonino, Emma - Member of the European Commission

INT - Brittan, Leon - Vice President of the European Commission

GB - Browne, John - Group Chief Executive, British Petroleum Company plc

IRL - Bruton, John - Leader of Fine Gael

GB - Buchanon, Robin - Senior Partner, Bain and Company Inc. UK.

D - Burda, Hubert - Chairman, Burda Media

E - Carvajal Urquijo, Jaime - Chairman, Dresdner Kleinwort Benson S.A. (Spain)

I - Cavalchini, Luigi G - Permanent Representative to the European Union

TR - Cem, Ismail - Minister of Foreign Affairs

CDN - Chretien, Raymond A.J. - Ambassador to the U.S.

RUS - Chubais, Anatoli B. - Former First Vice Prime Minister; Chairman RAO EES

GB - Clarke, Kenneth - Member of Parliament

F - Collomb, Bertrand - Chairman and CEO, Lafarge

INT - Courtis, Kenneth S. - First Vice President, Research Dept., Deutsche Bank Asia Pacific

P - Coutinho, Vasco Pereira - Chairman, IPC Holding

INT - Crockett, Andrew - General Manager, Bank for International Settlements

GR - David, George A. - Chairman of the Board, Hellenic Bottling Company S.A.

B - Davignon, Etienne - Executive Chairman, Societe Generale de Belgique; Former Vice Chairman of the Commission of the European Communities

USA - Deutch, John M. - Institute Professor, Massachusetts Institute of Technology, Dept. of Chemistry. Former Director General, Central Intelligence Agency; Former Deputy Secretary of Defence

CDN - Dion, Stephane - Queens Privy Council for Canada and Minister of Intergovernmental Affairs

USA - Donilon, Thomas - Partner, O'Melveny & Myers; Former Assistant Secretary of State, and Chief of Staff, U.S. Department of State.

DK - Ellemann-Jensen, Uffe - Chairman, Liberal Party

D - Engelen-Kefer, Ursula - Deputy Chairman of the Board of Management, Deutscher Gewerkschaftsbund, DGB

USA - Feldstein, Martin S. - President and CEO, National Bureau of Economic Research Inc.

INT - Fischer, Stanley - First Deputy Managing Director, International Monetary Fund

USA - Forester, Lynn - President and CEO, FirstMark Holdings Inc.

USA - Gadiesh, Orit - Chairman of the Board, Bain and Company Inc.

F - Gregorin, Jean-Louis - Member of the Board of Directors, Matra Hachette

TR - Gezgin Eris, Meral - President IKV (Economic Development Foundation)

B - Goossens, John - President and CEO, Belgacom

GB - Grierson, Ronald - Former Vice Chairman, GEC

USA - Grossman, Marc - Assistant Secretary, US Department of State

F - Guetta, Bernard - Editor in Chief, Le Nouvel Observateur

GB - Hague, William - Leader of the Opposition

GB - Hannay, David - Prime Ministers Personal Envoy for Turkey; Former Permanent Representative to the United Nations

USA - Hoagland, Jim - Associate Editor, The Washington Post

N - Hoegh, Westye - Chairman of the Board, Leif Hoegh and Co. A.S.A.; Former President, Norwegian Shipowners Association

NL - Hoeven, Cees H. van der - President, Royal Ahold

USA - Hoge, Jr., James F. - Editor, Foreign Affairs

GB - Hogg, Christopher - Chairman, Reuters Group plc

USA - Holbrooke, Richard C. - Former Assistant Secretary for European Affairs; Vice Chairman, CS First Boston

P - Horta e Costa, Miguel - Vice-President, Portugal Telecom

D - Ishinger, Wolfgang - Political Director, Foreign Office

D - Issing, Otmar - Member of the Board, Deutsche Bundesbank

GB - Jenkins, Michael - Vice Chairman, Dresdner Kleinwort Benson

USA - Johnson, James A. - Chairman and CEO, FannieMae

USA - Jordan, Jr., Vernon E. - Senior Partner, Akin, Gump, Strauss, Hauer & Feld, LLP (Attorneys-at-Law)

GB - Kaletsky, Anatole - Associate Editor, The Times

GR - Karamanlis, Kostas A. - Leader of the Opposition

TR - Kirac, Suna - Vice Chairman of the Board, Koc Holding A.S.

USA - Kissinger, Henry A. - Former Secretary of State; Chairman, Kissinger Associates Inc.

INT - Kohnstamm, Max - Senior Consultant, The European Policy Center

D - Kopper, Hilmar - Chairman of the Supervisory Board, Deutsche Bank A.G.

NL - Korteweg, Pieter - President and CEO, Robeco Group

CZ - Kovanda, Karel - Head of Mission to the Czech Republic to NATO and the WEU

USA - Kravis, Henry R. - Founding Partner, Kohlberg Kravis Roberts & Co.

USA - Kravis, Marie-Josee - Senior Fellow, Hudson Institute Inc.

USA - Leschly, Jan - CEO SmithKline Beecham plc.

F - Levy-Lang, Andre - Chairman of the Board of Management, Paribas

FIN - Lipponen, Paavo - Prime Minister

DK - Lykketoft, Mogens - Minister of Finance

CDN - MacMillan, Margaret - Editor, International Journal, Canadian Institute of International Affairs, University of Toronto

CDN - Manning, Preston - Leader of the Reform Party

I - Masera, Rainer S. - Director General, I.M.I.S.p.A.

USA - Matthews, Jessica Tuchman - President, Carnegie Endowment for International Peace

USA - McDonough, William J. - President, Federal Reserve Bank of New York

D - Nass, Matthias - Deputy Editor, Zie Deit

NL - Netherlands, Her Majesty Queen of the

PL - Olechowski, Andrzej - Chairman, Central Europe Trust, Poland

FIN - Ollila, Jorma - President and CEO, Nokia Corporation

I - Padoa-Schioppa, Tommaso - Chairman, CONSOB

GR - Papandreou, George A. - Alternate Minister for Foreign Affairs

INT - Prendergast, Kieran - Under-Secertary General for Political Affairs, United Nations

USA - Prestowitz, Clyde V. - President, Economic Strategy Institute

A - Puhringer, Othmar - Chairman of Managing Board, VA-Technologie AG

GB - Purves, William - Group Chairman, HSBC Holdings plc.

CH - Pury, David de - Chairman, de Pury Pictet Turrettini and Co. Ltd.

A - Randa, Gerhard - Chairman of the Managing Board, Bank of Austria

USA - Rhodes, William R. - Vice Chairman, CitiBank, N.A.

GB - Robertson, George - Secretary of State for Defence

USA - Rockefeller, David - Chairman, Chase Manhattan Bank International Advisory Committee

E - Rodriguez Inciarte, Matias - Vice-Chairman, Banco de Santander

GB - Roll, Eric - Senior Advisor, SBC Warburg Dillon Read

GB - Rothschild, Evelyn de - Chairman, N M Rothschild and Sons

D - Schremp, Jurgen E. - Chairman of the Board of Mangagement, Daimler Benz A.G.

DK - Seidenfaden, Toger - Editor in Chief, Politiken A/S

I - Siniscalco, Domenico - Professor of Economics; Director of Fondazione ENI Enrico Mattei

INT - Solana Madariaga, Javier - Seceretary General, NATO

P - Sousa, Marcelo Rebelo de - Leader of the PSD Party

N - Storvik, Kjell - Governor, Bank of Norway

PL - Suchoka, Hanna - Minister of Justice

USA - Summers, Lawrence H. - Deputy Secretary for International Affairs, US Department of the Treasury

IRL - Sutherland, Peter D. - Chairman, Goldman Sachs International; Chairman, British Petroleum Company plc.

GB - Taylor, J. Martin - Group Chief Executive, Barclays plc.

USA - Thoman, G. Richard - President and CEO, Xerox Corporation

N - Udgaard, Nils M. - Foreign Editor, Aftenposten

CH - Vasella, Daniel - CEO Novartis

USA - Vink, Lodewijk J.R. de - President and CEO, Warner Lambert Company

FIN - Virkkunen, Janne - Senior Editor in Chief, Helsingin Sanomat

B - Vits, Mia de - General Secretary, ABVV-FGTB

A - Vranitzky, Franz - Former Federal Chancellor

INT - Vries, Gijs M. de - Leader of the Liberal Group, European Parliament

S - Wallengerg, Jacob - Chairman of the Board, Skandinaviska Enskilda Banken

USA - Whitman, Christine Todd - Governor of New Jersey

D - Wissmann, Matthias - Federal Minister for Transport

INT - Wolfensohn, James D. - President, the World Bank

D - Wolff von Amerongen, Otto - Chairman and CEO of Otto Wolff GmbH

USA - Wolfowitz, Paul - Dean, Nitze School of Advanced International Studies, Former Under Secretary of Defense for Policy

USA - Yost, Casimir A. - Director, Institute for the Study of Diplomacy, School of Foreign Service, Georgetown University, Washington

RAPPORTEURS
GB - Micklethwait, John - Business Editor, The Economist

GB - Wooldridge, Adrian - Foriegn Correspondent, The Economist.

alkazar
11-05-2005, 23:31
Efendim ben bu komplo teorici bir gruba burada bir kahvehanede rastladim.Bu hayatinda kitaba el degdirmemis insanlar Turkiyeden yuzlerce sayfalik kitaplar getirtip butun gun internetten bu siteleri gezip ceviz kabugu programi falan seyrediyorlardi.Gercekten garip insanlardi.Acayip bir paranoya vardi aralarindan biri tuvalete gittiginde aralarinda dedikodu basliyordu o kisi hakkinda.Insanlara karsi acayip bir nefret vardi aralarinda.Herkezden supheleniyorlardi.Birbirlerine dinleniyor diye telefon bile etmezlerdi.Kahve dukkanina gelen herkezi dikkatlice suzup kendilerini dinleyip dinlemediklerine bakiyorlardi.Farkina vardimki gercekten hepsi ruh hastasiydi ve bu sitelerin etkisi altindaydilar.Kendilerini buyuk bir sir cozmus ve bu nedenle hedef olacagina inanan bir yapilari vardi.Benim Turk oldugumu uzun sure bilmedikleri icin ben yan masada otururken konusurlardi hep sonra bir gun lafa girdim oyle basladi tanisikligimiz.Kesin bendende cok suhelendiler.Soyle diyebilirim cok zavalli insanlardi.20 yildir burada yasayan bu insanlarin 1 tane arkadaslari bile yoktu aslinda.Birbirlerinden bile korkuyorlardi.Nasil bir paranoya bu nasil bu kadar insani etkileyebiliyor bu sacmaliklar ve bu kadar alici bulabiliyor.Kim ne amacla hazirliyor bunlari.Gercekten bunlar korkutucu.Turkiyede nerdeyse basari elde etmis ne kadar insan varsa sabatayci seklinde suclanarak linc edilmek isteniyor.Yarin obur gun bu kisilerden biri bu issiz gucsuz takimindan biri tarafindan saldiriya ugrasa kim verecek bunun hesabini.Devlet neden bu iddialara karsi sessiz kalip bu tehlikeli gidise son vermiyor.Bu organizasyonu kim hazirliyorsa cok buyuk bir kumar oynuyor.Benim gozumde bu fikirler su ana kadar hic bir teror orgutunun veremiyecegi kadar topluma zarar vermekte.Kutuplasma ve kor milliyetciligi hic bir toplum tasiyamadi bugune kadar.Yugoslavya ornektir bu konuda.Ben ilerki zamanda bu teorilerin Turkiyeye buyuk zarar verebilecegine inaniyorum.Mail adresime sahip insanlardan bana kadar ulasan bu teori seklindeki mailler belliki herkeze gonderilmekte ve bir cok kisi okumakta.Zaten paranoyaya yatkin bir toplumda belliki bunlar etkili ve zaten her yerde karsimiza ciktigindan beni korkutmakta.Belki bende sabatayimdir kim bilir korkmaya basladim.Zaten Selanikten gelme bir aileye mensubum kim bilir?


gerçekten içindiği bulunduğu ortama cuk oturan bir tespit...ben de inandım!!!

şebekenin bir üyesinden daha ne beklenir ki?

FT-2
11-05-2005, 23:39
ALEV ALATLI da paranoyak oluyor o zaman


......

Kuantum fiziğine karşı Yeni Dünya Düzeni

Alev Alatlı *



Birinci Aydınlanma Çağı’na hakim olan “atomistik” kâinat/dünya görüşü, “bütün’ün anlaşılabilmesi için parçalara bölünmesi ve parçaların arasındaki ilişkinin saptanması gerektiği” şeklindeydi. İkinci Aydınlanma Çağı’nın “bütüncü” kâinat/dünya görüşü ise, “bütün’ün parçalarının toplamından daha büyük” olduğu savından yola çıkıyor ve oluşumların ya da sistemlerin doğasını anlamak için tümüne bakılması gerektiğini söylüyor.
Bütüncü düşüncenin desteklerinden birisi, kuantum mekaniğinin “Potinbağ Teoremi.” Potinbağ Teoremi, ne kadar bölünürse bölünsün, maddenin temel olarak nitelendirebileceğimiz bir parçasının olmadığını, hiçbir parçanın diğerlerinden daha vazgeçilmez olmadığını, “bütün”ün birbirleriyle örülü olayların devingen ağı olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor.

Potinbağ Teoremi’nin toplumsal yaşamdaki telmihi, “üstün ırk”, “üstün ulus” vb. kavramlarının yüceltilme nedenlerinin bilimsel değil, “politik” olmaları. Ve tabii, “en zeki”, “en çalışkan” vb. gibi kavramların da öyle. Bu çerçevede, toplumsal örgütlenmenin “üstünler”in dorukta yer aldığı piramitler, koniler yerine herkesin merkezden eşit mesafede durduğu daireler ve küreler olması gereği konuşuluyor. Potinbağ Teoremi doğrultusunda “madde”yi, yeryüzündeki yaşamın bütünü olarak yorumlamamız halinde, sadece insan ırklarının değil, milletlerin değil, tüm canlı türlerinin birbirlerinin yaşamlarıyla örülü birlikteliklerini gözetmek durumundayız. Hiçbir ulusun yaşam biçiminin diğerininkinden daha temel, dolayısıyla daha vazgeçilmez, dolayısıyla daha “üstün” olmadığını teslim etmek durumundayız.

21. yüzyılda kendinden giderek daha çok söz ettirecek olan “küreselleşme” eğiliminin temel entelektüel dayanaklarından birisini bu teoremde buluyoruz. Ne var ki, teori pratikten farklı ve her ne kadar “küreselleşme” ve “Yeni Dünya Düzeni” eşanlamlı oluşumlar olarak sunuluyorsa da, günümüzde oturtulmak istenen düzenin “bütüncü” düşünceye ters düştüğünün işaretleri ihmal edilemeyecek kadar çok. Bu işaretlerin başta geleni de, “dünya devleti” düşüncesi. “Dünya devleti”nin temellerinin daha 1877 yılında, John D. Rockefeller, John P. Morgan, Andrew Carnegie, Mayer A. Rothschild ve Cecil Rhodes beşlisi tarafından atıldığı iddia ediliyor.

John D. Rockefeller, petrol imparatoru, ünlü Standard Oil Tröst’ün sahibi, 1890’lı yıllarda Birleşik Devletler petrol endüstrisinin yüzde yetmiş beşi kendisine ait. Ayrıca demir madenleri, ormanları, imalat sanayiinde ve ulaşım sektöründe büyük iştirakleri var. Yaklaşık 150 yıllık bir “Rockefeller hanedanı”ndan bahsediliyor, servetlerinin 1–2 trilyon dolar olduğu hesap ediliyor. John P. Morgan, uluslararası banker ve gezegenimizin ilk milyar dolarlık (1901 yılı itibarıyla) endüstrisinin, U.S. Steel’in sahibi, “Amerika’yı Amerikan yapan adam” diye bilinen kişi. Andrew Carnegie, 1890’da İngiltere toplamından daha fazla çelik üreten Carnegie Çelik’in sahibi, ayrıca kömür ve demir madenleri, ticaret gemileri ve demiryolları var. Mayer Rothschild, ünlü Rothschild Hanedanı’nın kurucusu banker –Rockefeller’den daha zengin– 2000’li yılların başındaki servetlerinin 3 trilyon dolar olduğundan bahsediliyor. Ve Cecil Rhodes, ünlü elmas imparatoru. Güney Afrika elmas tarlalarını işleten, Güney Afrika’yı İngiltere adına fetheden adam. Rhodesia, adını onun soyadından alıyor. Ayrıca apartheid/ırk ayrımının mucidi.

Bu beş adamın akıl hocaları, Oxford Üniversitesi profesörlerinden John Ruskin. 1877’de “Yuvarlak Masa” adındaki gizli cemiyeti kuruyorlar. Amaçları: İngilizce konuşan dünyayı bir oligarşik federasyon halinde birleştirmek. Büyük Britanya İmparatorluğu’nu siyasi, ekonomik ve kültürel olarak yeniden yapılandırmak suretiyle, oligarşik dünya federasyonuna giden yolu açmak. Otuz yıl sonra, 1908 yılına gelindiğinde, ‘Yuvarlak Masa’yı çokuluslu, Anglo–sever bir yarı açık cemiyet olarak görüyoruz.

Bilderberg Grubu, 1954’te Avrupalı Rothschild hanedanı öncülüğünde kuruluyor, Amerikalı rakibi, Rockefeller hanedanı tarafından destekleniyor, ev sahipliğini eski SS–Nazi Hollanda Kralı Bernhard yapıyor. “Bilderberg” kralın sahip olduğu otelin adı. Bilderberg’ciler, 1954’ten itibaren her yıl dünyanın değişik şehirlerinde toplanıyorlar. Gündem gizli, katılanlar gizli, meğer ki patron olsunlar gazeteciler Bilderberg toplantılarına alınmıyorlar. Hatta, ABD ve Avrupa devletlerinin gizli teşkilatları, toplantıların yapıldıkları otellere gazetecileri sokmamak için olağanüstü önlemler alıyorlar. İçeri sızmayı başarabilen birkaç muhabirin feci şekilde tartaklandığı, tutuklandığı biliniyor.

Bilderberg’cilerin amaçlarının dünyayı sıkıca koordine edilmiş küçük, seçkin bir uluslar–ötesi bankerler ve sanayicilerden oluşmuş, entelijensiya destekli oligarşinin eline teslim etmek olduğu söyleniyor. Avrupa Birliği’nin Avrupa kıtası için yaptığını dünya için yapmak ve bir Dünya Devleti kurmak istiyorlar. David Rockefeller’in farklı zamanlarda farklı yerlerde (bu arada 1999 yılı Şubat’ında Newsweek International dergisine verdiği bir mülâkatta) “Hükümetlerin yerini alacak birileri olmalı ve bana öyle görünüyor ki, bunu da en iyi şirketler yaparlar...” demekten çekinmemiş olmasına işaret ediliyor ve yaygın söylemin aksine karşı çıkılmadığı takdirde önümüzdeki asırlarda dünyanın “yeni feodal lordlar”ın boyunduruğu altına gireceği hakkında uyarı yapılıyor. Uyaranlar, Yeni Dünya Düzeni muhalifleri.

Muhalifler, Yeni Dünya Düzeni’nin anlamının, dünyanın siyasi ve yasal hüviyetini tümüyle değiştirmek, ulus–devletlerin tarihi rollerini ortadan kaldırmak, kontrolü uluslar–ötesi tröstlere devretmek suretiyle millet kavramını ortadan kaldırarak, idareyi İngilizce konuşan Anglo–sever bir oligarşiye teslim etmek olduğundan eminler. Yarı şaka ileri sürdükleri bir iddiaları da Birleşmiş Milletler teşkilatının bundan böyle “Birleşmiş Tröstler Teşkilatı” olarak isim değiştireceği şeklinde. Bilderberg toplantılarına katılanların isimlerinin saklı tutulması, görüşmelerin basına kapalı olması, dünya ekonomisine ve siyasetine dair kararların kapalı kapılar ardında alınmasını ülkelerinin anayasalarının en galiz ihlâli şeklinde algılıyorlar. Ulusal politikacılarının, özgür iradeleriyle seçtikleri vekillerinin etkisizleştirilmesine tepki gösteriyorlar. Amerikan başkanlarından, Dünya Bankası guvernorlarına, diğer ülkelerin başbakanlarına varıncaya kadar, dünyanın kaderini etkileyen eşhasın kapalı kapılar ardında saptanmasına şiddetle karşı çıkıyorlar. Dünya basın devlerinin Bilderberg’cilerle işbirliği içinde oldukları gerekçesiyle, seslerini ya bağımsız basın aracılığı ile ya da internet üzerinden duyuruyorlar. Zaman zaman da, Seattle’da, New York’ta olduğu gibi gösterilerine de şahit oluyoruz.

“Yuvarlak Masa” cemiyetinin bir diğer uzantısının “Roma Kulübü” olduğu söyleniyor. Roma Kulübü, 1968’de kuruluyor. Kendilerine “özel think–tank” nitelemesini yakıştırıyorlar. İlân edilmiş amaçları, barışı desteklemek, insanların ‘tehlikeli’ uçlara, kısır milliyetçiliğe ve sınıf çatışmalarına yönelmelerini önlemek.” Roma Kulübü’nün güçlü adamı, SGI’nin başkanı, Daisaku İkeda, “İnsan ırkının sesi ve zekâsı... İnsanlığın yolunu aydınlatan bir deniz feneri, tüm dünyaya umut saçacak olan ışık...” olduklarından bahsediyor. SGI, “Soka Gakkai International”ın kısaltılmışı; Japon kökenli, Nichiren Daishonin Budist tarikatının uluslararası örgütü. Muhalifleri, Roma Kulübü’nün, kurulacak dünya devletinin resmi dinini oluşturduğunu söylüyorlar. Çokça Hıristiyanlık, biraz Budizm bir dinden bahsediliyor.

“Yeni Feodal Lordlar”ın ne denli güçlü olduklarını, ulusların kimliklerini kaybetmemek için ne denli direnebileceklerini kuşkusuz zaman gösterecek. Ancak, Yeni Dünya Düzeni, muhaliflerinin iddia ettikleri gibi “yeni bir toplumsal mühendislik projesi” ise, ki öyle görünüyor, ulusların işlerinin zor olduğunu kabul etmemiz lâzım. Bir yandan “İkinci Aydınlanma Çağı”nın reddettiği “tek doğru” anlayışı, öte yandan finans oligarşisi, bir arada yaşayamayacak oluşumlar gibi görünüyorlar. Nitekim, daha bugünden Birleşik Amerika’da iki bin beş yüz muhalif “kült”ün varlığından bahsediliyor.


29.03.2002

FT-2
11-05-2005, 23:51
Bu tarikatın yapılanmasını açabilir miyiz biraz?

Başta bir "Yüce Pir, " yani ABD, onun etrafında Vâsıllar, yani G-7; onların altında Sâlikler, yani G-20; onların altında Müridler, onların altında Talipler... Bunlar, YDD'ye dahil olabilmek için çırpınan uluslar. Bunların dışında kalanlar da var: Sömürülmezler. Sömürülmezler, ne petrol, ne maden, ne de deniz manzarası, gerçekten sömürülecek hiçbir şeyleri olmayan uluslar. Bir de Sömürülmezlerin kapılarında dilenen Lânetliler. YDD'nin öncelikle bu son iki gruptan kurtulmak, gezegenimizin kısıtlı imkânlarını bunlarla paylaşmak istemeyeceği açıktı.


CNN televizyonundaki bir programda, İkiz Kuleler'e yapılan saldırının arkasında "Uluslar-ötesi derin dünya devleti"nin olabileceğini söylediniz.

Söyledim, evet. İkiz Kuleler olayına bir de "derin dünya devletinin Susurluk'u" olarak bakalım; bakalım, neler bulacağız. Ama hemen ilâve edeyim, ben bir stratejist değilim, siyaset bilimcisi de değilim. Sadece, dünyayı okumaya çalışan birisiyim ve Üsame bin Ladin'in CIA yetiştirmesi olduğunu biliyorum. Kim kime neden küsmüş de neye kalkışmış acaba diye düşünmeden edemiyorum.

bu güzel söyleşinin tamamı için...http://www.40ikindi.com/ikincidonem/kitap/icerik/20.htm

FT-2
12-05-2005, 00:04
CFR'nin açık okunuşu "Council of Foreign Relations" yani "Dış İlişkiler Komitesi"dir. Gizli Dünya Devleti'nin en önemli organlarından biridir ve Yuvarlak Masa teorisine göre şekillendirilmiş organizasyonların eskilerindendir. Yuvarlak Masa teorisi ise Illuminati şebekesinin dünyayı tek merkezden yönetmek amacıyla geliştirdiği bir teoridir. Illuminati şebekesi ise Tapınak Şövalyeleri'nin Ortaçağda ortaya çıkardıkları bir tür siyonizm hareketidir.

CFR, 21 Temmuz 1921'de New York'ta kuruldu. Kuruluşunda yahudi kökenli Walter Lippmann'ın önemli rolü oldu. 2. Dünya Savaşı'nda çok önemli bir rol oynadı. Foreign Affairs adlı ünlü dergi bu örgütün yayın organıdır. Bu dergi vasıtasıyla dünya kamuoyu üzerinde bir politik yönlendirme yapmaya çalışmaktadır. Görünüşte CFR'nin çalışmalarının pek gizli olmadığı ileri sürülür. Gerçekte ise diğer Gizli Dünya Devleti organları gibi son derece gizli çalışmaktadır. Ancak yönlendirme amaçlı faaliyetlerini dışa yansıtmakta ve bu yansıtma ile açıktan çalıştığı intibaı vermeye gayret etmektedir.

CFR'nin bugün finans, iletişim, akademi, istihbarat, teknoloji alanlarında en etkin konumlarda bulunan 3500 civarında üyesinin olduğu sanılmaktadır. Özellikle Amerika'daki istihbarat örgütleri üzerinde etkilidir.

Gizli Dünya Devleti'nde önemli etkinliği olan yahudi kökenli Rockefeller ailesinin bir ferdi olan David Rockefeller, CFR'nin onursal başkanı olarak kabul edilmektedir.

Soros Vakfı vasıtasıyla dünya ülkelerinin geleceği için Gizli Dünya Devleti'ne hizmet edecek yöneticiler yetiştirmeye çalışan yahudi kökenli George Soros ABD'nin CFR üyesi ünlülerinin başında gelir. CFR üyelerinin birçokları aynı zamanda Bilderberg ve/veya SBS üyesidirler.

FT-2
12-05-2005, 00:08
bilderberg toplantılarına türkiyeden katılanlar

2000 :
TR, Çolakoğlu, Nuri; Chairman and CEO, NTV
Aydinlikçi Nuri Çolakoglu. Dogus Holding memuru ve TÜSIAD üyesi muhterem bir zattir.
TR, Kayhan, Muharrem; Vice-Chairman of the Board, Söktas, Former President, Tusiad
1999
TR - Erçel, Gazi - Governor, Central Bank of Turkey.
(Geçenlerde istifa eden Gazi Erçel, daha önce Çesme Altinyunus’un da sahibi Yasar Holding’in hortumladigi kendi bankasi Yasarbank’in da Genel Müdürlügü’nü yapmisti)
TR - Ergin, Sedat - Ankara Bureau Chief, Hürriyet.
( Cumhuriyet ve Hürriyet’in Washington eski temsilcisi. Hüsamettin Özkan’a kefil oluyorum demisti.)
TR - Kıraç, Suna - Vice Chairman of the Board, Koc Holding A.S.( Vehbi Koç’un kizi)
TR - Yücaoğlu, Erkut - Chairman, Tusiad.
1998
TR - Bayar, Uğur - Chairman, Privitization Administration
TR - Cem, İsmail - Minister of Foreign Affairs
TR - Gezgin Eriş, Meral - President IKV (Economic Development Foundation) (Iktisadi Kalkinma Vakfi Baskani)
TR - Kıraç, Suna - Vice Chairman of the Board, Koc Holding A.S.
1997
TR. Beyazit, Selahattin. Director of Companies.
TR. Bilgin, Dinç. Chairman of the Board, Sabah Yayincilik A.S (Mason)
TR. Erçel, Gazi. Governor, Central Bank of Turkey.
TR. Ergüder, Üstün. Rector, Bosporus University. (mason)
1996
Beyazit, Selahattin. Director of Companies
Erçel, Gazi. Governor, Central Bank of Turkey.
Gönensay, Emre (Turkey) Minister for Foreign Affairs
1995
Beyazit, Selahattin. Director of Companies
Hikmet Çetin Dep Pr Min Turkey
1994
Beyazit, Selahattin. Director of Companies
TR) Ali Hikmet Alp, ambassador, permanent representative of Turkey to the CSCE.
(TR) Rahmi M. Koç, chairman of the board of directors, Koc Holding A.S.
1993
Beyazit, Selahattin. Director of Companies
TR, Talat S Halman; Proffessor of Near Eastern Languages and Literature, New York University
(12 Mart’in Kültür Bakani, Büyük Masonlardan, Ismail Cem’in yeni yagcisi)
1992 listesi yok.

1991 Turkey
Selattin Beyazit
Vahit Halefoğlu (Minister of Foriegn Affairs) (Ünlü Mason)
Tugay Özçeri (Minister of Foregn Affairs)

FT-2
12-05-2005, 00:16
Dünyayı yöneten güçlerin en altında masonlar bulunuyor, onun üstündeki grupları hiyerarşik sırasıyla yazalım :

Bilderberg Group (B.B.) : Kurulusu 1954, sadece ABD, Avrupa ve Türkiye vatandaslari içinden seçilmisler üye olabilir.
Trilateral Commission ( T.C) : Kurulusu 1971, sadece ABD, Avrupa ve Japonya vatandaslari içinden seçilmisler üye olabilir.
Commission of Foreign Relation (C.F.R) : Kurulusu 1921, sadece ABD vatandaslari üye olabilir.

Bilderberg’in kurucu eski bir Nazi olan Hollanda Prensi Bernhard. Bilderberg ismi, Mayis 1954 tarihinde ilk toplantinin yapildigi bu kisiye ait olan Arnhem yakinlarindaki otelin isminden geliyor. Bu Nazi eskisi Lockheed Rüsvet Skandali’nda* bas aktörlerden birisi olarak gruptan ayrildigi 1976 tarihine kadar da her toplantida var zaten. Toplantilarda, siyasetçi ve önemli kapitalistler, kapitalist kurulus baskanlari, finans dünyasinin önemli isimleri, diplomatlar ilk göze çarpanlar. Toplantilarda, emperyalizmin siyaset ve ekonomi sorunlari, dünyadaki siyaset ve ekonomik durum, gelismeler irdeleniyor ve bunlara emperyalizmin çikarlari dogrultusunda kararlar aliniyor.

Toplantilara bir de gelecek için "umut" veren isimler çagiriliyor, bunlar emperyalizmin görücülügünde kendilerini tanitiyorlar. Bilderberg’e bu açidan katilanlarin kismeti açiliyor ve birden yükseliyorlar. Örnegin, Tony Blair 1993’te Yunanistan’daki toplantiya katiliyor, ardindan 1994’te parti lideri, 1997’de de basbakan oluyor. Bill Clinton, 1991-Almanya toplantisinin ardindan 1992’de baskan oluyor. Böyle örnek çok : Romano Prodi, Jack Santer, George Robertson vs

Normalde bir gündem var, ama son gelismelere göre gündem degisebiliyor. Bir otel tamamen kapatiliyor, özel hizmetliler var, silahli koruyucular kimseyi otele sokmuyorlar. Gizlilik en büyük ilke, kim ne konustu, bunu yazmak, açiklamak yasak.

Her melanetin altindan çikan Rockefeller burada da çok önemli bir isim. Uluslarüstü Sirketler zaten basindan beri isin içinde elbette. NATO ile dogrudan baglantili.

randomwalker
12-05-2005, 00:31
butun kabahat LIDYALI'larda......
ve bulan oldugu gibi ortadan kaldiran olmadiktan sonra kiyamete kadar
ademoglu huzur bulamayacak...

:cool: :aglayan: :aglayan: :cool:

FT-2
12-05-2005, 00:33
Bilderberg Grup, dünyadaki elit tabakayı bir araya getirmek ve kontrolü tek yerden sağlayabilmek amacıyla politik bir filozof ve aynı zamanda Polonyalı Yahudi bir haham olan Joseph Retinger tarafından kurulmuştur. İsveç'teki Masters of Wisdom Locası'na bağlı 33 dereceli bir Mason olan Joseph Retinger ve Hollanda Prensi Mason Bernhard'ın katılımıyla Avrupa ve Amerika'dan toplantıya çağırılacakların listeleri yine Retinger'in başkanlığında hazırlanmıştır.
Dünyanın en güçlü finansörleri, devlet adamları ve politikacıları her yıl Bilderberg toplantılarında bir araya getirilir. (Jacques Bardiot, Urie Main Cachee Dirige, s. 231)

1954 yılında Avrupalı ve Amerikalı Yahudi ve Masonların arasından özenle seçilen sanayici ve politikacıların Hollandâ da Hotel de Bilderberg'te yaptıkları toplantı, dünyanın önde gelen endüstri devlerini biraraya getirmesine rağmen, büyük bir gizlilik içinde yürütülmüş ve bu suretle çok az dikkat çekmiştir:

"Basın dünyasının birçok ünlü ismi de toplantılarda hazır bulunduğu halde. yapılan konuşmalar ve alınan kararlar. Masonların 'gizlilik' ilkesi doğrultusunda titizlikle saklı tutulmaktadır." (Henry Coston. 'Lectures Françaises'. Haziran 1977. No.206, sf.23)

Bilderberg toplantıları şu şekilde organize edilmektedir:

"Grup her yıl yaptığı düzenli toplantılarda, toplantı yapılan otelin bütününü tutar ve bina güvenlik güçleri tarafından yakın korumaya alınır. 3 gün süren bu toplantılara üyelerin eşleri bile çağrılmaz." (Cumhuriyet , 26 Nisan: 1975)

Bilderberg'in en büyük özelliklerinden birisi de, örgütün toplantılarında alınan kararlar doğrultusunda çeşitli ülkelerdeki üst kademe devlet yöneticilerinin seçilmesidir.

Bunun en büyük örneği 1975 yılında henüz yıldızı parlamamış Margaret Thatcher 'ın Bilderberg toplantılarına katılımının hemen ertesinde yapılan İngiltere Genel Seçimlerinde Masonların desteğiyle başbakanlığa seçilmesi ve bu görevini 3 dönem üst üste sürdürmüş olmasıdır. MOSSAD'ın İngiltere'den İsrail'in nükleer reaktörünün yerini basına açıklayan Vanunu'yu kaçırmasına göz yumması da İsrail'le ne derece yakın bir ilişki içerisinde olduğunu göstermektedir.

Sosyal Demokrat lider Yahudi Helmut Schmidt ve eski ABD Dışişleri Bakanı Yahudi Henry Kissinger de, Bilderberg toplantılarında alınan kararlar doğrultusunda, ülkelerinin yönetimlerinde önemli mevkiilere getirilmiş devlet adamlarındandır.

Grubun Yahudilerden oluşan 25 yönetici kadrosu, Yahudi dünya hakimiyetini gerçekleştirmeye yönelik emirleri hahamlardan alır. Bu emirler, dünyanın pek çok yerinde önemli kariyerlere sahip üyeler sayesinde kolaylıkla uygulamaya geçirilir.

Thatcher görevi bıraktıktan sonra 12 Aralık 1990'da Şalom Gazetesi 'Thatcher iyi bir dosttu' ifadesini kullanmıştır.

Major'un kabinesindeki Yahudilere eklenen en son iki Yahudi Malcolm Rifkind ve Michael Howard. (Jewish Chronicle, 17 Nisan 1992) 28 Şubat 1992 Jewish Chronicle'de John Major'un karısı Yahudi olduğunu açıklıyor.

Teşkilatın gerçek merkezi Kudüs'tedir.

Burada, 70 hahamdan oluşan Sanhedrin grubunun başhahamları, örgüt hiyerarşisinin en üst noktasında bulunur. Kudüs'teki hahamların Tevrat'tan yaptıkları çıkarımlara göre hazırladıkları yüzyıllık planların uygulanmasında siyasi sorumluluk bu örgüte aittir. Alınan emirler Mason localarıyla ve öteki Yahudi teşkilatlarının
işbirliğiyle uygulanır.

Bilderberg toplantılarında, ihtilal düzenlemek, devletler kurmak veya yıkmak gibi dünya tarihini etkileyecek kararlar alınır. Alınan bu kararların tamamı Yahudi Dünya Devleti'nin kurulmasına yöneliktir.

'Bilderberg teşkilatı, bir dünya devleti kurmak için B'nai B'rith ve diğer gizli Yahudi örgütleriyle beraber çalışır.' Newa National, Ocak 1964.

Toplantıya katılan üst düzey devlet adamları, alınan kararları kendi ülkeleri aleyhine olsa da uygularlar. Amerikan eski Başkanlarından Yahudi Eisenhower'da başkanlığı döneminde, Bilderberg toplantılarında alınan kararları ülkesinin çıkarları ters düşse de, bütünüyle uygulamıştır.

Eisenhower, Bilderberg'in üzerindeki etkisini şu şekilde açıklamaktadır:

'Bilderberg toplantıları beni oldukça aydınlattı, resmi kanalların dışında da bakış açıları edindim. ' (People's Almanac, sf.81)

Bilderberg'in dünya çapında her büyük olayda etkisi vardır. Amacı dünya ekonomisini ve siyasetini siyonizmin çıkarları doğrultusunda planlamaktır.

1953 yılında Yahudilerin büyük desteği ile Başkan seçilen Eisenhower, görevde bulunduğu süre içinde sürekli İsrail'in çıkarlarını gözetmiş ve bu ülkeye yüz milyonlarca dolarlık karşılıksız yardım yapmıştır.

'Bilderberg Cezayir ve diğer petrol zengini ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmasında etkili olmuştur. İlk Cezayir ayaklanması Bilderberg grubunun ilk toplantısından 6 ay sonra başlamıştır.' (A.g.e. sf.81)

Pek çok zengin ülke, Mason liderler önderliğinde başlatılan sözde bağımsızlık hareketleri ile sömürgelikten kurtarılmış gibi gösterilmiştir. Daha sonra başa geçirilen Mason devlet başkanları aracılığıyla, bu ülkelerin servetlerinin sömürülmesi daha da artmıştır.

'Siyonizmin en büyük amacı olan Yahudi egemenliğinde birleşmiş bir dünyanın ilk basamağı Ortak Pazarı ortaya çıkaran Roma Antlaşması da Bilderberg toplantılarında kararlaştırıldı.' (A.g.e. sf.81)

Bilderberg'in en önemli faaliyeti 'Trilateral Komisyon'u kurmasıdır. Hatta bu 'Bilderberg'in Çocuğu' olarak da bilinir. Amerikan finansör ünlü Yahudi Rockefeller, Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya'yı kapsayan özel kişilerden oluşan bir etkili bir ekonomik grubun kurulması konusunu ilk olarak Bilderberg toplantısında ortaya attı.



Grup en ünlü ve güçlü isimleri üye olarak seçmektedir. Fransa eski Başkanı Mason Valery Giscard d'Estaing, Amerikan'nın eski başkanı yahudi Gerald Ford toplantıların daimi üyesiydi. Yahudi çıkarlarına ters düştüğü için suikastla öldürülen Başkan Kennedy'nin yönetim kadrosu da Bilderberglilerle doluydu: Dışişleri Bakanı Dean Rusk, Devlet Bakanı George Ball ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Mc George Bundy Bilderberg üyesi idi.

FT-2
12-05-2005, 00:41
CFR ( COUNCIL OF FOREIGN RELATIONS )

(DIŞ İLİŞKİLER KONSEYİ)

'Council of Foreign Relations' (CFR), Yahudilerin dünya politikasını kendi kontrolleri altında tutmak amacıyla Yahudi Walter Lippman önderliğinde kurulmuştur. ( Bknz: Lectures Françaises, sayı 214, sf.31-34)


'Grup düzenli seminerlerden ve haftalık toplantılardan ayrı, yemekler verip Yahudi dünyasının ünlü isimleri bir araya getirir. Bu gizli yemeklere konuk olarak katılanların başında, Küba'dan Fidel Castro, İngiltere'den Edward Heath, İsrail'den eski Savunma Bakanı Moshe Dayan ve Almanya'dan Sosyal Demokrat Lider Yahudi Will Brandt gelir.' (Bknz: Lectures Françaises, sf. 86)

Bu kuruluşun bütün maddi giderleri Yahudi J.P.Morgan & Co, Cornegie Vakfı, Rockefeller ailesi ve öteki Yahudi Wall Street bankerleri tarafından karşılanır. Bu çevrelerin yoğun destekleriyle kurluşundan çok kısa bir süre sonra dış politikada etkili rol oynamaya başlamıştır.

'37 daimi üyesinin 10 tanesi Yahudi, diğerleri ise yüksek dereceli Mason'dur. İlk başkanlığını Amerikalı senatör Yahudi Rudy Boschwitz yapmıştır.' (Bknz: They Dare to Speak Out, sf:180)


George Shultz: - İsrail özgürlüğün büyük gücü ve ABD'nin stratejik ortağıdır. (Atlanta Council of Jewish Federations, 19 Kasım 1983)

Washington'daki Dışişleri Bakanlığı göstermelik bir kurumdur. Amerika'nın gerçek 'Dış İşleri Bakanlığı'; CFR'dir. ABD'nin 6 başkanının dışişleri danışmanlığını ve CFR başkanlığını yapan John Mcloy bu konuyu şöyle ifade etmiştir: '- Yeni bir isme ihtiyacımız olduğunda CFR üyelerine bir göz atmamız ve New York'u aramamız yeterliydi.' (People's Almanac, sf.87)

CFR son 50 yılın Dışişleri Bakanlığı için eğitim ve çıkış yeri olmuştur. John Foster Dulles'le başlayan tüm Dışişleri Bakanları sadece biri hariç CFR üyesiydi. Bu bakanlar, Dean Rusk, Cyrus Vance, Edmund Muskie, HENRY KİSSİNGER, George Schultz, Alexander Haig'tir.

FT-2
12-05-2005, 01:08
"B’nai B’rith Teşkilatı”, Siyonizmin zirvesinde yeralan ve çok ehemmiyetli bir teşkilattır.

"B’nai B’rith Teşkilatı”, İbranicede “Ahidin Çocukları” manasına gelmektedir.

İsminden de anlaşılacağı üzere, bu teşkilata sadece ve sadece Yahudi olanlar girebilmektedir.

"B’nai B’rith Teşkilatı”, 1843 senesinde, 12 Siyonist tarafından (Aşkenaz Yahudisi) New York’ta kuruldu.



http://members.fortunecity.com/doststrateji/maksinfakir.htm

Lord_Genius
12-05-2005, 03:04
Bu forumu çok seviyorum,buradan çok farklı tatlar alıyorum! Bu forumu açan Sn.FT-2'ye de teşekkürü borç bilirim.

Son yazılarda Stanley Kubrick'in son filmi Eyes Wide Shut havası esmiş,bravo! Gizli örgütler falan,mistik aktiviteler,derin amaçlar,ahitler...vs. ama internette bile katılanların isimleri yayınlanıyor :)

Daha öncede yine aynı yönetmenin Dr.Strangelove adlı ilk ünlü filmine benzer sahneler yaşamıştım burada!
(Hemen Dr.Strangelove'dan bir sahne ile olayı açıklayalım;
Sovyet paranonyası had safhada bir ABD generali,suyun insan bedeninin en önemli yapı taşı olduğunu,Sovyetlerin suya klor karıştırarak aslında insanların yapıtaşlarını bozmaya çalıştığını iddia eden bir komplo teorisi kurmuştu! Bu nedenle saf su ve saf alkol içiyordu,böylece vücudunun yapısını koruyordu! Sonra aynı general başkandan habersiz olarak 40 tane nükleer bomba yüklü uçağı Sovyetler üzerine salıyordu :) )
Stanley Kubrick,büyük adam.Bugünlerde mantar gibi türeyen komplo teorisyenlerinin halini taa 1950'li yıllarda görmüş,dalgasını da bir güzel geçmiş! İzlemeyenlere izlemelerini tavsiye ederim.

Kubrick serisinden gidiyoruz ama sakın Otomatik Portakal havası falan yaşatmaya niyetli birisi olmasın? Aman diyorum...

alkazar
12-05-2005, 04:14
Bide cube diye bir Kanada filmi vardir.Asker,polis,ogretmen,matematikci,komplo teorileri ureten biri,sosyal aktivist,sosyolog falan hepsi bir kupun icine hapsoluyor ve beraber cikis yolu ariyorlar.Dusunuyorumda oyle bir kupun icine FT-2 gibi biri ile beni koysalar kafayi yerim.Gercekten bu teorilerin insanlari nasil etkiledigi ile ilgili butun gun dusunmeye uyuyamamaya basladim.Hatta okulda bir dahaki somestride bu konuya deginen bir psikoloji dersi alacam.O zaman belki bu durumu burada akademik olarak aciklamaya calisirim.

FT-2
12-05-2005, 22:02
AİHM, Öcalan kararını bugün açıklayacak ve muhtemelen yeniden yargılanma talebinde bulunacak. Zamanlama daha kötü olamazdı. TCK, Öcalan’ın yeniden yargılanmasına cevaz vermiyor; ama hükümet bunda direttiği takdirde AB, ‘o zaman 3 Ekim’de müzakerelere başlama hayalinin üzerine bir bardak su için’ diyecek; AB’nin istiskaliyle (zina konusunda olduğu gibi) atılacak geri adımlar AKP Meclis grubu ve tabanında rahatsızlıklara sebep olacak.

Yeniden yargılama hakkı verilmezse PKK’nın şehirleri birbirine katması muhtemel. Verilirse bu defa da zafer havasıyla ortalığı karıştıracak. Mahkeme safahatında Öcalan ve öteki PKK’lılar için genel af talepleriyle yüz yüze geleceğiz. PKK’lıların yapacakları tahriklere karşı yükselecek infial üzerine AB ülkelerinin ‘Türkiye’deki ortamın adil yargılamaya uygun olmadığını’ söyleyerek, Öcalan’ın dışarda bir mahkemeye sevkini istemeleri hiç de mantıksız değil. Stratejisini 3 Ekim’e kadar Türkiye’yi masadan kaçırtmak üzerine kurmuş olan AB her yolu deneyecektir.

Hükümetin MGK’dan Öcalan’ın yeniden yargılanması lehinde istediği tavsiye kararında başarısız olduğu anlaşılıyor. Kıbrıs dahil bir dünya başka konuda ‘karar merci MGK değildir’ diyenlerin, başı sıkışınca Öcalan konusunda tavsiye kararı istemesi inandırıcı değil. Kaldı ki, böyle bir karar çıksa infial içindeki halka dönüp ‘ne yapalım ABD bastırdı ve asker de hemen kabul etti. Yoksa bizim böyle bir geri adıma hiç niyetimiz yoktu’ diyebilirler.

TCK’nın terörle mücadele konusundaki eksiklikleri ve PKK’nın da hem kırsal hem de şehirlerde artan eylemleri dikkate alındığında, patlak vermesi muhtemel kaosun AKP hükümeti tarafından yönetilebilmesi zor. PKK ve diğer terör örgütlerini kışkırtan Avrupalı servisler de bunu biliyor olmalılar. Tam onların arzuları doğrultusunda bir kargaşa ortamı söz konusu ve sonuçları itibariyle AB stratejisine hizmet ediyor.

Öte yandan Kıbrıs’ta uygulanan ‘çağdaş, yeni ve atılımcı’ dış politika tam anlamıyla iflas etti. Başbakan Erdoğan’ın, Türkiye’nin bütün çıkarları aleyhine Papadopoulos ile doğrudan görüşmesi ve bu terörist eskisinden ‘olumlu’ sinyaller aldığını söylemesi yalancının mumuna döndü. Yirmi dört saat geçmeden Papadopoulos Erdoğan’ın tabiriyle ‘açık ve net bir şekilde’ vaziyeti ortaya koydu: Çözüm için yeni girişim zamanı değil. Çünkü Papadopoulos, Erdoğan ve AKP’nin her şeyi yanlış oynadığını; bütün yumurtaları bir sepete koyduğunu ve her geçen gün Kıbrıs’taki pozisyonundan geriye adımlar attığını biliyor.

O yüzden de bir yandan Kıbrıs Türk halkını taciz ediyor. Onlara Rumların mülklerini tahliye etmeleri için mahkeme celbi gönderiyor; bazılarına da interpol yoluyla tutuklama emri çıkartıyor ve Güneye tedavi için geçen Türkleri tutuklatma yoluna gideceğini söylüyor. Bütün bunlar AKP ve onunla birlikte hareket eden Talat ve ekibinin politikalarının iflas ettiğini gösterir. Acaba Başbakan Erdoğan hala ‘çözümsüzlük çözüm değildir’ diyebilecek midir? Yoksa çözümsüzlüğün aslında hiç bir zaman Türk tarafında olmadığını; bugüne kadar BM tarafından üretilen bütün çözüm planlarını Türk tarafının kabul ve Rum tarafının reddetiğini öğrenmiş midir?

Ayrıca 26 Nisan tarihli AB’nin ortak tutum belgesini incelemiş midir? Orada AB’nin Kıbrıs ve diğer konularda talep ettiklerini de vermeye hazır mıdır? Üstelik onları da verse ya yeni Öcalan vakaları veya Ermeni soykırımı iddialarının Ankara tarafından tanınması gibi hususların artan bir listeyle Türkiye’nin önüne getirildiğini ve daha fazlasının da getirileceğini anlamış mıdır? Ve bütün bunların 3 Kasım 2002’den itibaren büyük bir hava ve fiyaka ile başlattığı gayri milli dış politikasının iflası olduğunu görmekte midir? Değilse, onun bile görmesi ve anlaması uzun sürmeyecek...
h.ünal

FT-2
12-05-2005, 22:04
Küreselleşme süreci içindeki Türkiye'de, bir yandan uluslararası pazarlama zincirleri ağı giderek gelişirken bir yandan da bu ülkede ''doğan'' markalarımız birer birer yabancı şirketlerin eline geçiyor. Yediğimiz patates cipsinden geleneksel yoğurdumuza kadar çok sayıda gıda ürünü, yabancı şirketlerce üretilip çoğu yabancı gıda zincirleri aracılığıyla satılıyor.

FT-2
12-05-2005, 22:05
Oyuncak olduk sevgili dostlar, Türkiye'deki yönetim zaafiyeti ve her alanda başlarını gösteren hainler yüzünden adamlar koca Türk milletini oyuncak ettiler.Bakın bundan önceki bir yazımızda söylediğimiz gerçekleşerek İtalyan sermayesi Koçlar üzerinden Türkiye'nin en büyük beşinci bankasını cebe indirdi ve sanki bu çok iyi bir şeymiş gibi gazetelerde yağlı manşetler atıldı. Behey akılsızlar neye seviniyorsunuz adamlar sizin kendi tasarruflarınızla kurulan koca bankayı tüm malvarlığıyla beraber ceplerine indirdiler.
Türkiye'deki finans sektörü ve özellikle bankaların hızla yabancılaşması ne anlama gelir biliyor musunuz ? Adamlar sizin tüm ekonominizi içeriden fethediyorlar. Bundan sonra kendi firmalarına rakip gördükleri Türk şirketlerine beş kuruş kredi açarlar mı sanıyorsunuz?

FT-2
12-05-2005, 23:23
Ekonomi ağır bir krizde


Türk ekonomisi ağır bir kriz içinde.

Gerçi bazı köşe yazarları ekonominin gidişinin çok iyi olduğunu söylüyorlar ama bu kötü bir doktorun ağır hasta olan ve ağır hasta olduğunu bilen bir hastaya "sen çok iyisin, hiç endişelenme" demesine benziyor.

Mevcut ekonomik politikalardan çıkarı olan bazı çevreler ile hükümete mahkûm olan basın, ne kadar iyi olduğu konusunda aksi bir tablo çizmek için rakamlarla oynasalar da ekonominin ağır bir kriz içinde olduğu gerçeği gizlenmiyor. Ekonomideki krizin en temel göstergelerinden birisi de cari açık.

Baskı altında tutulan döviz kurlarından dolayı aşırı değerlenmiş olan Türk parası cari açığın hızla artmasının nedenlerinden birisi.

2005 yılı Mart ayında cari açık 2.8 milyar dolara çıktı.

Yıl sonunda cari açık 20 milyar doları aşacak ve gayri safi milli hasılanın %5''ini geçecek. Bu kadar yüksek oranlı bir cari açığı ABD ekonomisi bile kaldıramamış.

ABD doları %50 devalue edilmişti.

Cari açığın yanında önemli ithalatımız da hızla artıyor.

İhracatın ithalatı karşılama oranı ise düşüyor.

Mart ayı ihracatı 10.3 milyar dolar oldu.

Sene sonunda 100 milyar doları geçecek.

Bu kadar böyük bir cari açıkla hareket eden bir ekonominin, uyuşturucu bağımlısı insan gibi ithalata bağlı hale gelmesinin doğal sonucu sanayimizin montaj sanayiine dönüşmesi oluyor.

Bu da işsizliği artırıyor. AKP hükümetinin tüm bu gelişmelere yönelik aldığı tedbirler, ağır bir hastayı aspirin ve "sen iyisin bir şeyin yok" şeklinde psikolojik destek ile tedavi girişimi şeklinde özetlenebilir.

Yapılanları şu şekilde özetleyebiliriz.

1)Çin ve diğer Uzakdoğu ülkelerinden gelen mallara engelleme yapılmaktadır.

2)Kullanılmış mal ithalatı engellenmektedir.

3)AB ülkelerinden et ithalatı engellenmektedir 4)Parfümeri, dijital aletler gibi lüks sayılan mallara Özel Tüketim Vergisi uygulanmaktadır.

Bu araçlarla ithalat azaltılmaya çalışılmaktadır. Alınan bu önlemler doğru olmak ile birlikte yeterli değildir.

Sonuç almak mümkün değildir.

Üstelik, Avrupa Birliği, Türkiye''yi AB''den et ithalini engellememizin, ikinci el oto ithalatını yasaklamamızın ve Çin''e kota koymamızın Gümrük Birliği kapsamında yasak olduğunu bildirmiştir.

Bu uygulamaların sürmesi durumunda AB tam üyelik sürecinin zarar göreceğinin altı çizilmiştir.

Öyle ya artık AB''nin elinde her konuda şantaj aracı olarak kullandığı bir araç vardır ve AB bunu kullanmak konusunda hiç çekingen davranmamaktadır. AB''nin ÖTV konusunda da AB''den ithalatı azalttığı için uyarı yapması büyük bir ihtimaldir.

Özetle, AKP''nin aldığı önlemlerin hepsi makyaj önlemlerdir.

Esasen, IMF taleplerine eklemlenmiş ve neo-liberal uygulamaları bilim kabul eden bir ekonomi yönetiminin Türkiye''yi düze çıkarması mümkün değildir.

Türk devleti "istikrarlı" bir şekilde iflasa sürüklenmektedir. Sözde dalgalı kur ile esasta sabit kura çıpalanmış bir ekonomi politikasında hızla büyüyen ithalatı engellemek için aşırı vergilere ve engellemelere yüklenmek, çok eskide kalan farklı mallara fazla döviz uygulaması esasına dayanan "katlı döviz kuru" uygulamasını anımsatmaktadır.

Bu uygulama aspirin ile ateşi düşmeyen hastaya farklı ilaç vermek yerine, verilen aspirin sayısını artırmaya benzer.

Böyle bir tedavi girişiminin hastanın sağlığı üzerinde yapacağı etki ne ise, AKP politikalarının da Türk ekonomisi üzerinde yapacağı etki odur.
ü.özdağ

BOZKURT
12-05-2005, 23:41
Tekstil....Esnaflar...Kobiler...Çiftçiler...Hakkı ile iktisat tarihi okumamış bir kişi sanayileşme sürecinde bu sektörlere bakıp isyan edebilir! Ancak,kapitalizm acımasızdır,yeniler gelirken eskilerini acımasızca tasfiye eder,gelişim sağlanır ama bu acı dolu bir kuşağa mal olur maalesef.Bunları söylediğim için beni suçlamayın,kapitalizmi yaratan Tanrı,şikayetinizi lütfen ona yapın! Yavrusu bir kaplan tarafından parçalanan bir geyik gibi...Eğer menşevik tarzı bir komunizmin tam olarak kusursuz uygulanabileceğine inansam,yemin ederim uğruna tüm gücümle savaşırım! Düşünsenize,ne iş yaparsam yapayım aynı yemeği yiyeceğim,küçükte olsa kirasız bir evim olacak,yavaşta olsa internetim ve bilgisayarım,belki az ve lezzetsiz olacak ama en azından ekmek derdim olmayacak! Para olmayacağı için tüm gücümü sosyal statü kazanabilmek için daha fazla akademik araştırma yapmaya ayırabileceğim...Dışarı çıktığımda çöplükten ekmek toplamaya çalışan insanlar,haberleri izlediğimde kış günü evsiz kalmış insanları görmeyeceğim...Bu sistemin olabileceğine inanmıyorum.Keşke olsaydı! Olmayacağına inandığım için kötünün iyisi olan liberalizmi savunuyorum...

Şimdi tatlı hayallerden hayatın acı gerçeklerine dönelim...:(

Bir ülke ekonomik olarak büyüdükçe, küçük,verimsiz,bilimsel işletme kuralları ile yönetilmeyen işletmeler batacaktır.Kişi başı gelirin artması için maalesef BU ŞARTTIR.Zengin bir ülke,isimsiz bir tekstil atölyesinin yaptığı markasız ürünlerin bir TIR dolusunu 10.000 dolara satmaz.Zengin ülke,bir takım elbiseyi 5.000 dolara satar.Bu nedenle verimsiz,taklit ürün yapan küçük tekstil atölyeleri batacaktır,ancak Sarar,Beymen,Vakko,Mavi,Colins...vs. tarzı markalaşmış ve özgün tasarımları olan ve ürünlerini pahalı fiyatlara satabilen işletmeler ayakta kalacaktır.Evrim teorisi ekonomidede aynen işliyor,zayıf olan acımasızca ELENİR.Şimdi ana sektörlerin bu süreçten nasıl etkileneceklerini,gelişmiş ülkelerin sanayileşme süreçlerinde bu sektörlere neler olduğunu bir bakalım.

Sanayileşme sürecinde çiftçi...
Gelişmiş bir ülkede nüfusun %10'undan fazlası çiftçi olmaz.Çünkü bir çiftçi ne yaparsa yapsın,bir sanayi üreticisinin değerinde ürün üretemez.Buğday satarak bir ülke zengin olmaz.Uzun vadede 3-5 dönümlük araziye sahip çiftçiler ortadan kalkacaktır,yerine büyük tarım şirketleri gelecektir.Binlerce dönümlük dev tarlalarda teknolojinin son nimetlerinden yararlanarak üretim yapacaklardır.Aynı topraklarda kişi başı üretim belkide 4-5 katına çıkacaktır.Tarlalarından olan köylülerin bir kısmı ya yeni şirketlerde maaşlı olarak çalışacak,yada sanayi işçisi olacaktır.Uzun vadede eline kendi tarlasında elde ettiğinden daha çok gelir geçecektir....İnsanı üzen bir durum ancak bu bütün gelişmiş ülkelerde böyle olmuş,istisnası yok! 1988 yılında bizimle aynı ekonomik programı uygulayıp sanayileşme sürecine girmiş İrlanda (ki o zaman kişi başı gelirde Avrupa'nın en fakiri iken bugün 2. zengini!) da,küçük çiftçi resmen yıkılmıştır.Yerlerinde büyük hayvancılık şirketleri kurulmuştur.İrlanda bugün dünyanın en çok et ihraç eden ülkeleriden biridir....Aynı şekilde Britanya'daki "çitleme yasası".İnsan hakları gibi kavramlar olmadığı için küçük çiftçiler topraklarından atılmışlardır...Yerlerine dev tarım ve hayvancılık şirketleri kurulmuştur...Çiftçiler ise yeni gelişen sanayi için ucuz işgücü olmuşlardı...Çok ciddi bir toplumsal soruna yol açsada,bu gelişmeler sonucu ekonomi gelişmiştir...40 yıl sonra insanlar geçmişe göre çok daha zengin olmuşlardır.(Bana kızmayın,ben olanı anlatıyorum!)

Sanayileşme sürecinde esnaf...Sanayileşme sürecinde küçük esnafın pek bir şansı yok maalesef,çünkü son derece verimsizler.Tansaş 10 kişi ile 100 bakkalın verebileceğinden çok çok çok daha iyi hizmet veriyor,yani kişi başına düşen verim Tansaş'ta bakkala göre artıyor...Bakkal ne olacak? Önünde seçenekler var,ya birleşip büyük marketler kuracaklar ve hissedar olacaklar,ya iflas edip sanayi işçisi olacaklar,yada bölgelerin ekmek/süt/yumurta/gazete/sigara/bira ihtiyaçlarını karşılayan büfelere dönüşecekler...Bu bütün gelişmiş ülkelerde böyle olmuş...Aynı şekilde ayakkabıcılar(arkadaşımın maltepe'de ayakkabı dükkanı vardı,iflas etti,nedeni Ayakkabı dünyası tarzı büyük mağazaların çoğalması...Ayakkabı satışı düştümü? Hayır.Ancak artık pastanın büyük kısmını "büyük sermayeli" ve bilimsel iş kurallarına göre yönetilen mağazalar alıyor...),beyaz eşya satıcıları,tekstilciler...Birçoğu ekonomi geliştikçe maalesef batacak,ya büyük mağazalarda çalışan yada sanayide işçi olacaklar...Acımasız,ama bu kuralları ben koymadım...:( Ve ekonomi bu şekilde gelişecek.

Gelişmekte olan ülkelerin ilk göz ağrısı,tekstil...Britanya sanayi devrimini tekstil ile gerçekleştirmişti...Sanayileşme sürecinin sonuna doğru tekstil giderek önemini kaybetti,tekstilde çalışan yüzbinlerce kişi işini kaybetti...Ancak ekonomi giderek büyüyordu.Çünkü artık tekstil değil,tren yolu ve yurtdışına ihraç edilmek üzere sermaye malları üretiliyordu,ve bu işler çok daha fazla getiri sağlıyordu.Aynı şekilde İrlanda. www.cso.ie 'den tekstil üretim indekslerine bakabilirsiniz...1988 yılında 200 olan indeks,2005 yılında 70'lere düşüyor...Gelişmiş ülke ucuz mal üretim başkasının hamallığını yapmaz,yani markasız bir kot için uğraşıp bunu 3 euro'ya satmaz.Aynı kotun üzerine MAVİ markasını basar,50 euro'ya satar.3 euro'ya satan batacaktır,50 euro'ya satan kalacaktır...Böylece kişi başı gelir artacaktır...Bu hep böyle olmuştur,bu süreçten kaçış yok...

Kobiler...0-10 işçi çalıştıran kobi'lerin oluşturduğu bir ekonomi,gelişmiş olamaz.Çünkü ölçeğe göre getiri,çoğu sektörde fabrika büyüdükçe artar.Kobi'ler ne yapacak? Ya birleşecekler,ya çok kalite üretim yapıp markalaşacaklar ve ürünlerini bugün sattıklarından çok daha pahalıya satabilecekler,yada büyük firmalara iyi fiyatlara fason üretim yapacaklar (benetton,marks&spencer,unilever'a mesela...) Yada batacaklar...Büyük ekonomi,büyük firmalardan oluşur.Ekonomi büyüdükçe oligopoller oluşur.

Birde şunu ekleyeyim,öyle birkaç telefon görüşmesi ile ekonomik araştırma yapılmaz :) O zaman buyrun gelin,Kayseri'de açılan fabrikalara bakalım.Çok ciddi yatırımlar yapıldığını gözümle gördüm,şehir deli gibi dış göç alıyor,ve göç edenler rahatlıkla iş buluyor.Aynı şekilde,tur şirketlerini arayın bakalım kaç hafta sonraya yer bulabiliyorsunuz...Yada benim kendi işletmeme bakın! Bilgisayar programcılığı ve yabancı dil öğreten bir dershanem var.Son iki senede risk aldım,çok para harcadım Microsoft Eğitim merkezi oldum,işyerinin görünüşünü değiştirdim,bilgisayarları yeniledim,yeni ve büyük bir büro tuttum kapasitemi iki katına çıkardım.Reklam harcamalarımı arttırdım,modern işletme kurallarına uygun bir yapı kurdum.Ancak şu anda gelen müşteriyi kapıdan çeviriyorum,3 aya kadar tüm branşlarda kapasitem dolu.C# dersi verebilecek Microsoft Sertifikalı bir hoca arıyorum 3 aydır,bulamıyorum,eldeki hocalara 2 kat fazla mesai ödüyorum! Ancak temizlik görevlisi ve sekreter ilanına akın akın insan geldi.(Buda işsizliğimizin yapısını ortaya koyuyor,nitelikli eleman yok piyasada!)

Özetle;
Ekonomik gidişatı anlamak için 3 tane fabrika gezmek,yada salt verilere bakmak kesinlikle yeterli değildir.Bir öngörüde bulunabilmek için çok ciddi bir bilgi birikimine sahip olmak gerekir.Yani konu hakkında boyunuzun 10 katı bilimsel kaynak okumanız ve bunları özümsemeniz gerekir! Bunların üstüne birde siyasete bulaşmamanız gerekir! Bakallar iflas ediyorsa bu ekonominin kötüye gittiğini değil,iyiye gittiğini gösteriyordu,çünkü yerlerine dev marketler açılıyordur! Aynı şey tüm sektörler için geçerlidir.Gelişmiş ülke ucuz mal üretmez,pahalı ve herkesin yapamayacağı ürünler üretirler.Bunun için "nitelikli" ve "eğitimli" elaman gerek vardır,"ne iş olursa yaparım abi!" lere değil.Ancak Türkiye'de işsizlerin büyük bir bölümü bu sınıftan! Üniversitelileri örnek vermeyin bana...Ben hala üniversite okuyorum,birsürü arkadaşım var...Mezun olana kadar kendini yetiştirenlerin hepsi çok güzel işler buldular.Okul boyunca geyik yapanlar bugün işsiz işszi oturup hala geyik yapıyorlar...(hala bir gelişme çabası yok!) Sonra işsizlik var...Gelişmiş ekonomi niteliksiz elemanı ne yapsın?
Son olarak,sermaye malı ithalatına inanmayan Sn.FT-2'ye soruyorum,koskoca DİE,dış ticaret müsteşarliği,hazine ve maliye bakanlığı yalanmı atıyor? Yoksa birileri yüksek miktarda "hayali ithalat(!)" mı yapıyor? :) Böyle "ben herşeyi bilirim,DİE kimmiş!" tavırları ile nereye kadar?EVET GELISMIS EKONOMIDE CIFTCIYI NE YAPACAKSIN DOGRU AMA SENIN DAHA BIR BUDAY TOHUMUN YOK DAHA BIR AYCICEGI TOHUMUN YOK SABROO VE PIONER TAHUM GETIRMESE AYCICEGI EKEMEYECK VE YAGIN OLMAYACAK ONU NASIL BULACAKSIN.DAHA BIR MARKAN YOK
BEN SANA BIR ORENEK VEREYIM SHELL BIR DUNYA MARKASI VE TEK BASINA 243,000,000,000 DOLAR CIRO YAPIYOR..!!!SENIN ILK 500 DEKI TUM SIRKETELRIN 123,000,000,000 DOLAR CIRO YAPIYOR ANLATABILDIMMI::!!!????ADAM TEK BASINA 2 TURKIYE::!!!!!!...

FT-2
12-05-2005, 23:55
Ekonomiye disiplin getirilmesi ve Türk Lirasına itibar kazandırılması konusundaki Hükümetin gayretlerini yakından izliyoruz. Ancak, reel faizin düşürülmesi ve bütçe açıklarının yatırımların kısılmadan sağlanması konusunda aynı başarının neden gösterilemediğini de merak ediyoruz.

Dolara, diğer ülkelerdeki yıllık faizin 5 katının verilmesi ne demektir, bu durum daha ne kadar devam ettirilecektir? Hiçbir ekonominin yıllık 38 milyar $ faiz ödemesini sürdürmesi ve buna dayanması mümkün değildir. Haçlı seferleri ve Moğol istilasından sonra Türkiye 3. kez sömürülmektedir. Net borç ödeyicisi olarak yıllık 40 milyar $’a varan faiz ödenmesinin anlamı, ülkemizin faizle soyulması demektir. Bu, olayın ilk yönüdür.

İkinci yönü; tamamen yabancı menşeli, kaynağı belirsiz döviz (sıcak para) girişidir. Buna; arazi, arsa, yazlık v.b. gayrimenkulleri ve rekabetçi yerli işletmeleri yabancılar satın alıyor diye, İMKB’da Türk menkul değerlerini ve Hazine kağıtlarını yabancılar devralıyor diye sevinenler olabilir! Ekonomik çoğaltan etkisi sıfır olan bu tip sermaye ve yabancılaşma bir tarafa, belli güçlerce yönlendirilen düşük döviz kurları vasıtasıyla yerli sanayimiz ile istihdam için tehlikeli ve geri dönülemez bir yıkım yaşanmaktadır. İhracatı artırmaya yönelik alınan önlemler konusundaki gayretleri olumlu bulurken, Gümrük İdarelerinin bu önlemleri uygulamadaki yetersizliklerinin giderilmesinin gerekmektedir. Bilhassa ithalatta alınan önlemler, tarife dışı engeller uygulanması açısından Dış Ticaret ve Gümrük İdarelerinin koordinesinin kaçınılmazlığı aşikardır.

Düşük döviz kurunun, yabancı malların iç talebini teşvik etmesi bir yana; büyük boyutlara varan düşük faturalı ve beyan dışı ithalatların engellenmemesi nedeniyle kayıtdışılık artmaktadır. Özellikle döviz kurunun düşüklüğü nedeniyle sanayicilerin, ham ve yarı mamul ihtiyaçlarını yurt dışından karşılama yolunu seçmelerinden, ülkemizde iç daralma nedeniyle işsizlik ve durgunluk had safhaya varmıştır. Bu gidişata acil ve köklü önlemler alınmadığı takdirde, daha önce yüksek faiz ve yüksek kur artışlarıyla yaşanan ekonomik yıkım; iç talebin yapısal olarak yok olması ve yerli sanayii iflaslarıyla ortaya çıkacak deflasyonun da etkisiyle, ikinci kez ve daha ölümcül olarak yaşanacaktır. Bu kez zaten gelir ve harcama gücünü kaybetmiş halkın yanında, özellikle imalat sanayi işletmeleri, yani yerli sanayi yıkılacaktır. Bu tehlike görülmeli ve dış dünyadan gelen övgülere (!) aldırmadan gerekli tedbirler alınmalıdır.

Bize tek çare gibi sunulmaya çalışılan, yatırım ve istihdam artışlarını, AB havasıyla gelecek yabancı sermayeden bekleme saflığı ise terk edilmelidir. Ekonomi dışı önyargılarla, hiçbir zaman Güney Kore, İrlanda, İngiltere veya İspanya’ya gösterdiği ilgiyi ülkemize göstermeyecek olan yabancı sermaye, Türkiye gibi büyük bir ekonomide zaten önemli bir yer tutmayacaktır. Gelen yabancı sermaye ise, sadece kurulu ve kârlı işletmeleri satın alan ya da faiz rantı için gelen sıcak paradan ibarettir.

denetde

Lord_Genius
13-05-2005, 00:15
Sn.Bozkurt
Yazımı iki yönden yanlış anlamışsınız.
Birincisi,ben yazımda bir politika önerisinde bulunmadım.Ben iktisat tarihçisiyim,sadece gelişmiş ülkelerin sanayileşme sürecinde bazı sektörlerin nasıl etkilendiklerini,ne yönde geliştiklerini anlatan bir yazı yazdım.Bakın dikkatinizi çekiyorum,anlattım,fikrimi söylemedim.Ancak siz bana sanki ben bir fikir ortaya atmışım gibi bir eleştiride bulunmuşsunuz.

İkincisi,ben "tarım tamamen bitecek" gibi bir iddiada bulunmadım.Dikkatli okursanız,küçük çiftçilerin verimsiz olduklarını,bu nedenle ülkemiz sanayileştikçe ve ekonomi büyüdükçe küçük çiftçilerin topraklarının çok daha büyük tarım şirketlerinin eline geçeceğini,bu büyük sermayeli tarım şirketlerinin teknolojinin her türlü nimetinden faydalanarak (daha iyi gübre,daha bilimsel ekim yönetmleri,daha verimli tarımsal aletler,AR-GE çalışmaları gibi) aynı topraklarda çok daha fazla üretim yapılacağını söyledim.Yani bu sürecin sonunda Türkiye'de daha fazla tarım üretimi yapılacaktır,ancak tarım ile uğraşanların toplam istihdama oran %35 değil en fazla %8-9 olacaktır.Yani tarımda daha az insan çalışmasına rağmen aynı topraklarda daha fazla üretim yapılacaktır.

Yani ortada bir tarım üretimi düşüşü yok,aksine üretim artışı var.Yani buğdaysız kalmak gibi bir sorunda olmayacak,dev firmalar söz konusu olduğu için her türlü üretim düzeyi düşüşüne karşı önlem alınabilecek,önümüzdeki 5 sene ülkede ne kadar tarım ürünü üretilecek tahmin edilebilecek.Tohum meseleside böylece çözülecek,bu işe milyonlarca dolar bağlamış modern şirketler,30 milyar para ile işini döndürmeye çalışan çiftçi gibi tohum konusunda çaresiz değiller.Gerekli AR-GE çalışmalarını yaparak kendi tohumlarını geliştirebilirler,ancak bugünkü küçük çiftçiye dayalı tarım sistemimizde bunun olması imkansızdır.

Anlatmaya çalıştığımı anlamışsınızdır umarım,bu bir gelişme süreci.Bu gelişme süreci sonunda daha az insan daha çok şey üretecek,böylece daha fazla gelir elde edebilecek,refah seviyeleri artacak.Hem büyük şirketler sayesinde ülkemizin topraklarını daha verimli kullanabileceğiz.Büyük şirketlerin AR-GE çalışmaları sayesinde tohum ithal edeceğimiz yerde,belkide gelişmemiş ülkelere kendi tohumlarımızı ihraç edeceğiz.Zaten biz bugün,bu anlattığım gelişim sürecini tamamlamış ülkelerden tohum ithal etmiyor muyuz?

FT-2
13-05-2005, 00:47
yeni dünya düzeninin nereye gideceğini tahmin edebilmek için ilk sermaye birikimin olduğu tapınak şovalyelerinin tartihinden...yani haçı seferlerininden başlamak gerekir.....

biz yinede il kapitalist şehrin nasıl ortaya çıktığından başlayalım...


İLK KAPİTALİST ŞEHİR: AMSTERDAM (YA DA YENİ KUDÜS)

Bugün Yeni Dünya Düzeni de dediğimiz düzen, ekonomik ve ahlaki olarak kapitalizm üzerine kuruludur. Maddeci, ilahi kaynaklardan kopuk, ilerlemeci bir ideolojiye dayalı ve kendine hedef olarak da bir "yeryüzü cenneti" belirlemiş olan kapitalizm, Avrupa insanının büyük bir zihinsel değişim geçirmesi sonucunda ortaya çıkabilmiştir. En büyük faktörünün Protestanlık olduğu bu değişimin kökenini daha ayrıntılı olarak 2. bölümde inceleyeceğiz. Burada yalnızca, kapitalist kurum ve yapıların, kapitalist sistemin ilk kez ortaya çıkmaya başladığı, yer olan, o dönemlerin "süper gücü" Hollanda'nın başkenti Amsterdam'a göz atacağız. Amsterdam, ya da diğer adıyla "Yeni Kudüs"...

1579'da Protestan etkisinin kesinlik kazandığı Hollanda topraklarında, dini farklılıklar yüzünden yapılan kısıtlamalar yasaklandı. Bunun üzerine çok sayıda İspanya kökenli konverso buraya akın etti. Portekizli Yahudi tüccarlar 1590 yılı civarında, Amsterdam'a yerleşmeye başladılar ama Yahudi kimliklerini açıkça belli etmediler. İspanya'dan ve özellikle Portekiz'den yapılan yüksek miktardaki Marrano göçü Amsterdam'da sonuçlandı. Bu sayede dünya'nın en önemli ticaret merkezlerinden biri ortaya çıktı. Yahudiler, 1598'de Amsterdam'da ilk sinagoğu kurdular. Yahudi tarihçi Nathan Ausubel, Amsterdam'daki Yahudi etkisinden söz ederken şöyle diyor: "İşte Amsterdam'daki Yahudi topluluğunun çekirdeği bu gruptur. Kısa bir sürede burada gelişen Yahudi dini ve kültürü sayesinde Amsterdam şehrine 'Yeni Kudüs' ismi verilmişti." 60 Judaica ise şehirdeki durumu şöyle anlatıyor:

1648'e dek Amsterdam'da Yahudilerin ekonomik olarak çok büyük bir fonksiyonu yoktu. Bu tarihten sonra pek çok konverso Amsterdam'a yerleşti ve Yahudi cemaatinin etkisi çok büyük oranda arttı. Amsterdam'daki Yahudi tüccarlar, ilk modern-tip kapitalizm yöntemleri ile faaliyet gösteriyorlardı. Onların dış ticarette ilgi alanlarının içine İber Yarımadası, İngiltere, İtalya, Afrika, Hindistan ve doğu-batı Hint Adaları giriyordu. Amsterdam'daki Yahudiler, endüstri ile de ilgilendiler: tütün, baskı ve elmas endüstrisi; özellikle elmas endüstrisi tümüyle Yahudilerin eline geçmişti... 17. yüzyılın sonuna gelindiğinde, Amsterdam'daki Yahudilerin çok büyük bir kısmı borsada oldukça aktif durumdaydı... Hatta borsaya büyük ölçüde hakim oldular ve onun geliştirilmesine ve organizasyonuna öncülük ettiler. Bazı yazarlar, Amsterdam'ın o dönemdeki büyük zenginliğini tümüyle Yahudilerin ekonomik gücüne bağlarlar.61
..............................

60 Nathan Ausubel, Pictorial History of the Jewish People, s. 111.
61 Encyclopaedia Judaica, vol. 1, s. 898.


http://www.harunyahya.org/kitap/YMD/YMD1a.html

Lord_Genius
13-05-2005, 00:48
Sn.FT-2
Yukarıda astığınız yazıda birkaç nokta dikkatimi çekti,belirtmek istiyorum

Birincisi,yazıda "Hiçbir ekonominin yıllık 38 milyar $ faiz ödemesini sürdürmesi ve buna dayanması mümkün değildir." şeklinde bir ifade geçiyor.Bu ifade iki yönlü olarak yanlış.Birincisi,dünyada ABD dahil birçok ülke yılda 38 milyar$'dan çok daha fazla dış borç faizi ödüyorlar,çünkü ekonomileri çok büyük.Bir ekonomide önemli olan ödenen faizin "meblağı" değil,ne kadar ana para için ödendiği ve ödenen faizin GMSH'ya oranıdır.

İkincisi,yukarıda 38 milyar$ faiz ödeyen bir ekonomiden söz edilmektedir,ancak bir ekonomiden bahsediyorsa,bu ekonominin dış borçlara karşı ödediği faizden bahsedebiliriz.Türkiye dış borçlarına senede 38 milyar$ faiz ödemiyor,dış borca ödediğimiz faiz rakamları aşağıdadır,

2001 3.568 (katrilyon TL)
2002 5.064
2003 5.890
2004 6.057

Yani bütçe rakamlarına göre,dışarı ortalama 4 milyar$ civarı bir faiz ödemesi yapıyoruz.
Ancak iç borca ödediğimiz faiz daha fazla,

İç borç faiz ödemeleri (Katrilyon TL)
2001 37.494
2002 46.807
2003 52.719
2004 50.017

Yani asıl 38 milyar$ faiz,TL cinsinden ödeniyor.Ancak TL cinsinden iç piyasaya ödenen faiz ile dış piyasalara döviz olarak ödenen faiz arasında dağlar kadar fark var tabi.Enflasyonuda dikkate alırsak,düşen faizlerin bütçe üzerindeki olumlu etkisini görebiliriz.Borca ödenen faiz eski yıllara göre reel olarak %30-40'a varan oranlarda düşmüş.

Borç konusunda en önemli hata,borçların "bitirilebileceği" yanılgısıdır.Bir ülkenin borçları bitmez,GSMH'ya oranı düşürüşür.Şimdi Türkiye'nin iç ve dış borç faizi ödemelerinin GSMH'ye oranına bakalım...

Toplam Faiz harcamalarının GSMH'ye oranı

2001 23,3
2002 18,9
2003 16,4
2004 13,2

Toplam ödediğimiz faizin gelirimize oranı gittikçe düşüyor,ve düşme eğiliminde.Yani 500 milyon faiz ödeyen bir insanın gelirinin 1 milyardan 2 milyara çıkması ancak ödediği faizin değişmemesi gibi bir durum var ortada...Zaten yapılması gerekende buydu,bunun yapılmasıda mecburdu,çünkü denizin sonu gelmişti.Daha fazla populist politika uygulanamazdı,ekonomi iyice batacaktı.

Birde "Dolara, diğer ülkelerdeki yıllık faizin 5 katının verilmesi ne demektir, bu durum daha ne kadar devam ettirilecektir? " şeklinde bir ifade var...

Ben bunu anlamadım...Dolara diğer ülkelerden 5 kat faiz ödemek ne demek ya? Eurobondlarımıza ödediğimiz faiz Almanya'nın ödediği ile neredeyse aynı faiz oranında.Bankalarımızın aldıkları sendikasyon kredileri libor+0.7 oranında faizlendiriliyor,genelde tüm dünyada bankalar bu oranlarda alıyor...Bankaya mevduata dolar yatırsanız faiz oranı yıllık 4.50.ABD'de bu rakam bildiğim kadarı ile %3.küsür civarları.Yani ortada bırakın 5 kat daha büyük faiz oranlarını ancak 1-1.5 puanlık faiz oynamaları var...

Maksat insanlar bunları okuyupta yanlış bilgilenmesinler...

FT-2
13-05-2005, 00:55
lord genius, devletin elemanlarının verdiği rakamlara güvenemeyecekmiyiz yani.))

FT-2
13-05-2005, 01:02
.............

Püritenlik, kapitalizmin gelişmesinde de kilit rol oynamıştı. Meydan Larousse, Püritenliğin kapitalizmle olan doğrudan ilişkisini şöyle özetliyor: "Püritenlik... zenginliği bir seçkinlik belirtisi sayarak, İngiltere'de kapitalist burjuvazinin oluşmasına ve parlamento rejiminin gelişmesine katkıda bulundu... Sonradan, liberal protestanlığın gelişmesinde de katkısı oldu."

Ünlü Alman tarihçi Werner Sombart ise, Püritenliğin doğuşunda kapitalizme yatkın olmadığını, ancak gittikçe daha fazla Yahudileşerek "Yahudiliğin yörüngesine girdiğini" ve böylece kapitalizme öncü olduğunu savunur. Sonuçta tartışma götürmeyen nokta şudur: Avrupa'nın kapitalistleşmesi, Yahudileşmesinin bir sonucudur.

Öyle ki, kapitalizmin baş düşmanı olan Karl Marx, 1843'te yazdığı Yahudilik ve Kapitalist Zihniyet adlı makalesinde,"Yahudiliğin dünyevi temeli nedir? Pratik ihtiyaçlar ve kişisel çıkar... Yahudiliğin dünyevi ibadeti nedir? Sıkı pazarlıkçılık (bezirganlık)... Onun dünyevi Tanrısı? Para..." dedikten sonra kapitalistleşmenin Yahudileşme olduğunu ilan etmiş ve "bezirganlıktan ve paradan, yani pratik, gerçek Yahudilik'ten kurtulma, çağımızın kendi kendini kurtarması ile aynı şey olacaktır" demişti. Avrupa'nın yaşadığı dönüşümden asıl karlı çıkanın Yahudiler olduğuna dikkat çekerken de şöyle demişti:

Yahudi sadece mali güç kazanmak yoluyla değil, fakat aynı zamanda o yüzden ve ondan ayrı olarak paranın bir dünya gücü haline gelmesi ve pratik Yahudi ruhunun Hıristiyan milletlerin pratik ruhu haline gelmesi yoluyla kendini yahudice bir tarzda kurtarmıştır. Yahudiler, Hıristiyanların Yahudileşmesi ölçüsünde kendilerini kurtarmışlardır.

Kapitalistleşme ve Yahudileşme arasındaki ilişkinin altını çizen Marx her ne kadar kendisi de "Yahudileşme"den, materyalizm ve "yeryüzü cenneti" çerçevesinde nasibini almışsa da şunları da ekliyordu: "Para İsrail'in kıskanç tanrısıdır... Yahudi tanrısı dünyevileştirilip dünyanın tanrısı haline getirildi." Marx, Protestan ve Püriten geleneğinin kapitalizmle olan ilişkisinden bahsederken de, Hıristiyanlık'ın Reformla birlikte yaşadığı büyük değişimin yönünü şöyle belirliyordu: "Hıristiyanlık Yahudilik'ten doğdu. Şimdi ise Yahudilik'e geri dönmüştür."

FT-2
13-05-2005, 01:05
Avrupa'da kapitalizmin doğuşu, bilindiği gibi, iki önemli aşamadan sonra gerçekleşebilmiştir. Bunların birincisi, Protestanlık yoluyla kapitalizm için gerekli olan ahlaki yapının sağlanmış olmasıdır. Böylece faiz meşrulaşmış ve kapitalizmin temeli olan bankacılık-tefecilik kurumu yaygınlık kazanmıştır. İkinci aşama ise kapitalizm için gerekli olan maddi ve ekonomik birikimin oluşması olarak tanımlanabilir. Bu da iki önemli kanalla, yani sömürgecilik ve köle ticareti ile gerçekleştirilmiştir. Sömürgelerden batılı üretim araçlarında kullanılacak hammadde elde edilmiş, köle ticareti yoluyla da ucuz daha doğrusu bedava işgücü sağlanmıştır.

FT-2
13-05-2005, 01:10
Püritenler, kendilerini Eski Ahit'e öylesine kaptırmışlardı ki, Amerika'ya "New England" (Yeni İngiltere) yerine "New Israel" (Yeni İsrail) adını vereceklerdi.84 İngiliz yazar Karen Armstrong, Holy War adlı kitabında, Püritenlerin taşıdığı Yahudi ruhuna dikkat çekiyor. Armstrong, Püritenlerin kendilerini "pilgrims" (hacılar) olarak adlandırdıklarını ve aynı sıfatın daha sonra Filistin'e giden Siyonistlerce de kullanılacağını hatırlatıyor. Armstrong, Püritenlerin kendilerini "Yahudi" gördüklerini şöyle anlatıyor: "Püritenler, Yeni Dünya'daki mücadelelerinin aynı Tevrat'ta anlatılan Yahudilerin mücadelelerine benzediğine inanıyorlardı. Bu nedenle, kolonilerine 'İngiliz Kenan'ı' adını verdiler" 85

Kenan, bilindiği gibi M. Tevrat'ta Filistin topraklarına verilen isimdi ve M. Tevrat'a göre de bu bölge Yahudilere aitti. En büyük istekleri "seçilmiş halk" kabul ettikleri Yahudilere benzemek olan Püritenler de, Amerika'yı Kenan diyarına benzettiler ve kendilerini de bu diyarı fethetmekle yükümlü Yahudiler olarak düşündüler. Kısacası, yapay bir Kenan diyarı üzerinde, yapay Yahudiler olmaya çalışıyorlardı. Bu nedenle, Amerikan toprakları üzerinde kurdukları kentlere; Hebron, Salem, Bethlehem, Zion ve Judea (Yahuda) gibi Eski Ahit"te geçen Yahudi isimleri verdiler.86 Armstrong, aynı işlemin daha sonra Filistin'i "Yahudileştirmeye" çalışan Siyonistlerce de yapıldığına dikkat çekiyor.

Püritenler, Amerika'yı ele geçirmeye "hak sahibi" olduklarını da çeşitli M. Tevrat ayetlerini göstererek sözde ispat etmeye çalışıyorlardı. 1622'de, koloninin önde gelen isimlerinden Robert Cushman, Amerikan topraklarındaki yerlilerin "ilkel yaratıklar" olduğunu söylüyor ve onların ellerindeki toprağa el koyma hakları olduğunu ise M. Tevrat'ın "Tekvin" bölümünden 13/6, 11, 12 ve 34/21 gibi ayetleri göstererek kanıtlamaya uğraşıyordu. Armstrong, aynı ayetlerin ve aynı mantıkların daha sonra Siyonistler tarafından da Filistinliler hakkında kullanılacağını hatırlatıyor.

Kısacası, Amerika M. Tevrat'ta vaadedilen ve Mesih'in gelişiyle kurulacak olan Siyon Krallığı'nın bir prototipi şeklinde oluşturuluyordu. Vaadedilmiş Topraklar'a benzetilen topraklar üzerinde, kendilerini Yahudilere benzeten Püritenler, M. Tevrat'ta emredilen yöntemleri kullanarak Amerika'yı kuruyorlardı. Toprak ve yeni sahipleri M. Tevrat'a uydurulunca geriye bir tek toprağın eski sahipleri, yani Kızılderililer kalıyordu. Onlara da M. Tevrat içinde bir yer bulmakta gecikilmedi.

Bu, Kızılderililerin sonunun başlangıcıydı...

FT-2
13-05-2005, 01:11
"İsrailliler Kenan halkını nasıl yok ettilerse,
Massachusetts kolonisindeki İsrailliler
(Püritenler) de Kızılderilileri öyle yok ettiler"
-Thomas Gossett

FT-2
13-05-2005, 01:13
The Conquest Continues (Yıl 501: İşgal Hala Sürüyor) adlı kitabında, Noam Chomsky, Püritenlerin M. Tevrat ayetlerine dayanarak, "Kenan diyarının halkı" olarak gördükleri Kızılderililer'e karşı gerçekleştirdikleri katliamları anlatıyor:

New England'daki ilk büyük soykırım hareketlerinden biri, 1637'de Pequot Kızılderilileri'nin yok edilmesiydi. Sömürgeci Püritenlerin, uyguladıkları bu vahşeti göklere çıkaran resmi açıklamaları ise şöyleydi: 'Yeryüzü cennetinde Tanrı'nın istemediği bu Pequot yerlileri temizlendi. Öyle ki, şükürler olsun, artık Pequot ismi taşıyan kimse kalmadı.' Bugün, 'Tanrı'nın izni altında' yurduna bağlılık yemini eden her Amerikan çocuğu, aslında, bu katliamı uygulayan Püritenlerin taşıdığı retoriği ve Eski Ahit'ten (M. Tevrat) kaynaklanan düşünceyi ödünç almaktadır. Püritenlerin Eski Ahit'ten aldıkları düşünce ise şudur: 'Bilinçli bir biçimde, Tanrı'nın seçilmiş halkına ait olan Vaadedilmiş Topraklar'daki Kenan halkını yok etmek'.

Katliamı uygulayan Püritenler, yaptıkları işi tümüyle dini liderlerinin kontrolünde gerçekleştiriyorlar, 'kutsal misyon'larını yerine getiriyorlardı. Öyle ki, kızılderili erkek, kadın ve çocuklar tümüyle Eski Ahit emirlerine göre katlediliyorlardı. Kendi kullandıkları Tevrat deyimlerine göre, Püritenler, kızılderili çadırlarını 'kızgın ateşli fırınlara' döndürüyorlar, içindeki kurbanları Tevrat deyimiyle 'olabilecek en kötü ölümle' öldürüyorlardı. Bir başka Tevrat ayetinin deyimiyle ölenler 'ateşin içinde kızarıyor, ancak oluk oluk akan kanları ateşi söndürüyor'du. Katliamı uygulayanlar ise 'Yehova'nın övgüsüne layık' oluyorlardı.

Bundan bir kaç yıl sonra ise New York bölgesindeki yerlilerin 'temizlenmesi' operasyonu düzenlendi. Örneğin, Şubat 1643'de Güney Manhattan'da Hollandalı askerler tarafından Algonquin Kızılderilileri'ne karşı gerçekleştirilen ve David de Vries tarafından aktarılan katliam şöyleydi: 'Askerler pek çok Kızılderili'yi uykularında öldürdüler. Annelerinin göğüslerinden çekilip alınan bebekler anne-babalarının gözleri önünde kılıçla parçalanıyor ve bebeklerin parçaları ateşe atılıyordu. Kundaktaki bebekler beşikleri içinde parçalanıyor, kafaları eziliyor, en taş-yürekli adamın bile vicdanını sızlatacak bir vahşilikle öldürülüyorlardı.

Bazı bebekler nehire atıldı, onları kurtarmak için anne ve babaları da suya atladı. Ama askerler ne çocukların ne de anne-babaların sudan çıkmalarına izin vermediler, hepsi boğuldu.88

Chomsky'e göre, ABD'nin 20. yüzyılda dünyanın dört bir yanında uyguladığı ya da uygulattırdığı terör (terörizm kültürü) de kaynağını Püritenlerin Amerika'ya yüklediği vahşet geleneğinden almaktadır:

Püritenlerin gerçekleştirdikleri katliamlar, asırlar sonra hala ABD tarafından işlenen toplu cinayetlere de fikir babalığı yapıyor. Yüzlerce örnek arasında akla gelenlerden biri, 1980'de El Salvador'da ABD'nin çıkardığı Salvador-Honduras savaşı sırasında gerçekleşen Rio Sumpul katliamı. Sayısız benzeri gibi bu katliam da, ABD tarafından eğitilmiş, ABD tarafından silahlandırılmış ve elitlere hizmet eden birliklerin işlediği bir cinayetti. Asırlardır ABD'nin öğrettiği doktrinlerin yeni bir uygulaması olan bir cinayet...89

Püritenlerin uyguladıkları vahşetin Yahudi öğretisine dayandığına, Arnold Toynbee de dikkat çeker. Toynbee, "Amerika'daki İngiliz kolonicilerinin Eski Ahit üzerinde yoğunlaşmalarının, onlara, dinsizleri yok etmekle görevli seçilmiş bir halk oldukları inancını verdiğini" savunmaktadır.90 Amerikalı sosyolog Thomas Gossett ise, "İsrailliler Kenan halkını nasıl yok ettilerse, Massachusetts kolonisindeki İsrailliler (yani Püritenler) de Kızılderililer'i öyle yok ettiler" diye yazar.91 Püritenlerin ve diğer kolonicilerin Kızılderililer'e uyguladıkları vahşet yöntemleri oldukça çarpıcıdır. Chomsky, "vahşetin felsefesi"ne de değinerek anlatıyor:

Kolonizasyon hareketinin ilk dönemlerinde Virginia korsanların ve sömürgecilerin merkeziydi. Sömürgeciler, Kızılderililer'i vahşi köpeklerle avlıyor, kadınlarını ve çocuklarını katlediyor, ekinlerini yağmalıyorlardı. Bir de Kızlderililer'e battaniye satıyorlardı. Ama üzerlerine çiçek hastalığı mikrobu enjekte edilmiş olan battaniyeler!... ... George Washington, 1783'de şöyle yazmıştı: 'Bizim yerleşim bölgelerimizin yayılması, belli bir şiddet gerektirecektir; aynı bir kurt gibi. Şekillerimiz tümüyle farklıdır ama her ikimiz de avcıyız.' Bu sözlerin sahibi Washington resmi literatürde 'pragmatik' olarak tanıtılır. Öyledir, baskı, hile ve tehditle Kızılderili topraklarını (yok pahasına) satın almıştır.

SAGEN
13-05-2005, 01:14
sn.lord
bu ülkeye 2002 yılında 1.000 dolar getiren ve tl hazine bonosu alanlar bugün 4.000 dolar sahibi değillermi.bundan güzel faiz olurmu.
ülkenin geleceği için kanımca bu işe biran önce dur demek gerektir.

tanyelbaysal
13-05-2005, 01:18
peki döviz baskı altındaysa kim baskı altında tutuyor????2002 yılında kim bu ülkede döviz bozup tl alacak kadarcesur olabilirdi????

FT-2
13-05-2005, 01:19
bunları neden yazıyorum...

bizi ermeni soykırımı ile suçlayanların, bir yandan da meclislerinde soykırım kararı çıkmaması için mücedele ederek bizden tavizler koparanları iyi tanımak için...

bunların bilinmesi herkese yayılması her Türk ün vatandaşlık ve namus borcudur...

FT-2
13-05-2005, 01:25
ecevit: 1974 krizinde amerikaya karşı onlar kim 200 yıllık bir tarihleri yok diyebiliyordu...

başımıza çuval geçilirken, talefarda katliam yapılırken, kıstırık bir köşe yazarı başbakana İKİYÜZLÜ diyerek hakaret ederekn şimdi neden diyemiyoruz...

bu kadar iç-dış borç un üzerinde oturursan diyemezsin tabii

1852 lerde osmanlı hükümeti il borcu aldığında zamanın fransız ve ingiliz gazeteleri neden sevinç çığlığ atmışlardı....

Lord_Genius
13-05-2005, 01:40
sn.lord
bu ülkeye 2002 yılında 1.000 dolar getiren ve tl hazine bonosu alanlar bugün 4.000 dolar sahibi değillermi.bundan güzel faiz olurmu.
ülkenin geleceği için kanımca bu işe biran önce dur demek gerektir.


Sn.Sagen
Şu anda ellerindeki para TL iken 4000$ gözükebilir(2002'de 1000$ bozdurup bono alanın şu anda 3300$'ı vardır) ancak,doları bu seviyelere getiren "para girişi",4000 $ alıp çıkmaya kalkarsa doların hangi seviyelere çıkacağını hiç düşündünüzmü? Ben olaya makroekonomik olarak bakıyorum,yani giren tüm sıcak para çıkmaya kalkarsa,dolar serbest kur sayesinde ciddi biçimde artacaktır (4 milyona kadar yolu var...) 2002'de 1000$'la giren sonuçta taş çatlasın 1150$'la falan çıkabilecektir...Doların çok yükselmesinin bize çok bir etkisi olmayacaktır,dezavantajı kadar avantajıda olacaktır,ancak yabancılar 3 sene boyunca Türkiye'de boşuna paralarını tutmuş olacaklardır.

Bu olay bir denklemin iki tarafı gibi.Siz bir tarafı değiştiriken,bir tarafı sabit varsayıyorsunuz,ancak diğer taraf sabit değil,oda değişiyor.Bir ekonomiye 1000$'la girip,4000$'la çıkmanın pratik olarak imkanı yoktur,hele hele serbest kur varsa hiç ama hiç imkanı yoktur.Zaten bu tarz zor durumlarda kalmamak için serbest kur uyguluyoruz.

cembit
13-05-2005, 21:57
.....Bir ekonomiye 1000$'la girip,4000$'la çıkmanın pratik olarak imkanı yoktur,hele hele serbest kur varsa hiç ama hiç imkanı yoktur.Zaten bu tarz zor durumlarda kalmamak için serbest kur uyguluyoruz.


Babacan da böyle şeyler söyleyip duruyor. Ama böyle düşünmek, o faizi sanki hiç ödemediğimizi söylemeye benziyor ve bu yüzden kısıtlı -belki de kasıtlı- bir bakış açısının ürünü. Ben olsam dolarla çıkmam da altınla çıkarım, o parayla araba alırım da çıkarım..(28milyar dolarla :)) Ev alırım, arsa alırım.. Fabrika alırım.. Ortada sıfır toplamlı bir oyun yokmu? Makroekonomik bakacaksanız böyle bakın. Bize para verenler zenginleşiyor, biz onlara borç ödemekten (iç borç maskesi altında) fakirleşiyoruz. Yabancının biri parasını götürmesin de gelsin başıma patron olsun, ne farkeder? Eğer gerçekten bu ülkede gelişme olsaydı başkalarına bel bağlamak zorunda kalmazdık ve bu en güzel indikatördür bence!

Lord_Genius
14-05-2005, 00:54
Babacan da böyle şeyler söyleyip duruyor. Ama böyle düşünmek, o faizi sanki hiç ödemediğimizi söylemeye benziyor ve bu yüzden kısıtlı -belki de kasıtlı- bir bakış açısının ürünü. Ben olsam dolarla çıkmam da altınla çıkarım, o parayla araba alırım da çıkarım..(28milyar dolarla :)) Ev alırım, arsa alırım.. Fabrika alırım.. Ortada sıfır toplamlı bir oyun yokmu? Makroekonomik bakacaksanız böyle bakın. Bize para verenler zenginleşiyor, biz onlara borç ödemekten (iç borç maskesi altında) fakirleşiyoruz. Yabancının biri parasını götürmesin de gelsin başıma patron olsun, ne farkeder? Eğer gerçekten bu ülkede gelişme olsaydı başkalarına bel bağlamak zorunda kalmazdık ve bu en güzel indikatördür bence!

Sn.Cembit
TL cinsinde 2002'den beri,1.67 kat enfasyon yaşanmış.Bono kazancı ise 2.9 kat.Yani 2002 başında 100 tl yatıran bir kişi,2004 sonu 290 almış.Ancak parası %67 oranında değer kaybetmiş,yani sabit fiyatlarla yaklaşık 190 TL geçmiş eline...Yani TL bazında %90 civarları bir reel getiri söz konusu...Büyük bir rakam...Ancak geçmişte oy almak için rasyonel olmayan ekonomik kararlar almış (çiftçiye bol kepçeden fiyat vermeler,oy almak için verilen sübvansiyonlar,sırf mütehaitler para kazansın diye yapılan saçma sapan kamu binaları,zarar eden yüzlerce KİT,postmodern darbe ortamlarında hortumlanan bankalar....) bir ülke için iyi bir rakam!

Türkiye son 3 yılda %90 reel faiz ödemiş.Senede yaklaşık %27 civarı...Ancak artık Türkiye yılda %7.5 reel faiz ödeyecek.Ve bu rakam son yıllarda gittikçe düşüyor.Eskiden dev gibi bütçe açıkları veriyorduk,artık çok daha kabul edilebilir seviyelerde açıklar veriyoruz,49 ile teşvik verildiği halde.Bu nedenle borçlanma ihtiyacımız hızla azalıyor.Borçlara ödediğimiz faiz gittikçe azalıyor.Başkasının parası ile ihya olunur,bunu unutmayın,ancak makul faiz oranları ile alınmış ise.Eğer kredi ile zengin olunmasaydı,bugün bu yazıyı yazdığımız bilgisayarlar olmazdı,veya üzerinde oturduğunuz koltuk bile.Finans sektöründen öcü gibi korkmak yerine,bu işi öğrenipte lehimize kullanmalıyız.Bizden önceki nesil(benim yaşım 24) finans işlerinden hep kaçtı,hep korktu.Ancak şunu bilmelisinizki,finansman olmadan gelişme olmaz.Türkiye uzun yıllardır iç piyasanın canlılığını borç ile sağladı,ve artık denizin sonu geldi,2002 yılından sonra artık borç almamız imkansızlaştı.Bugün esnaf ağlıyor,piyasa durgun diye...Onu "Abi fiş almazsan 10 milyona olur..." diyerek,devleti zarara sokup,devleti borç almaya mecbur ederken düşünecektin...Herkes devleti bir şekilde sömürdü,hiç birimiz ben vergi kaçırmadım yada devleti zarara uğratmadım,yada devleti açıkça zarara sokacak politikaları desteklemedim diyemez.Ama ondan sonrada "Neden bu kadar çok faiz ödüyoruz" da diyemez,ve neden iç piyasa bu kadar durgun,devlet yardım etsin hiç diyemez.Hem her yerde devletten destek iste,hem vergiden elinden geldiğince kaçır yada kaçıranları izle,sonra devlet niye bu kadar çok faiz ödüyor?

Yani demek istediğim,yıllarca halk olarak hep devlet bizi desteklesin dedik,kendi ayaklarımızın üstünde duramadık.Devlette borç aldı,destekledi.Borç aldıkça borçlanma ihtiyacı arttı,borç faizleri git gide yükseldi.Buna birde insanların vergi kaçırmaları eklenip,bütçe gelirleri düşünce,daha çok borç aldı....Ülkenin neredeyse tüm finansman kapasitesi devlet harcamalarına gitti,özel yatırımlara para kalmadı...İç piyasa yetmeyince,haliyle dış piyasa geldi borç verdi.Vermese,devlet memuruna işçisine emeklisine para veremezdi.Şimdi o beğenmediğiniz Babacan,sorunun kaynağını,yani bütçe açığını kapatmaya çalışıyor,kapatıyorda.Bu nedenle faizler gittik.e düşüyor.

Bütçe açığını kapatıp,devletten faiz alan adam,haliyle o parayla fabrikada alacaktır.Adamların günahı yok,afedersiniz ama eşşeklik bizde...O yabancı dedikleriniz kapatmasaydı bütçe açıklarını ne olacaktı hiç düşündünüz mü? Para basarak mı verecektiniz emeklinin maaşını? Yabancılara düşman olmamak lazım,bir yerde finansman ihtiyacı varsa,finanse edecek birileride çıkacaktır,bu gayet doğal.

Bütçe açıkları ve devletin faiz ödemeleri gittikçe azalıyor.Bir vatandaş olarak bu sürece destek olmalıyız.Örneğin yalan yanlış veriler ile aklınca muhalefet yapan ve asıl amaçları faiz oranların yükseltip devleti daha da dışa bağımlı hale getirip hükümeti zor durumda bırakmaya çalışan insanların yazılarını heryere yayarak bu amaçlara hizmet etmemeliyiz.Yada vergimizi kuruşu kuruşuna tam olarak ödemeliyiz(Ben bu bilince vardığımdan beri ödüyorum).Ancak bu şekilde borçlanma ihtiyacımızı azaltıp,dışa bağımlılığımızdan kurtulabiliriz...

(Birde,Türkiye'ye giren sıcak paranın hepsi o kadar kazanamadı tabii ki :) O verilen rakam en iyi ihtimalle oluşan rakamdır...%400.Mutlaka kaybedende vardır,parası aynı kalanda vardır...)

FT-2
14-05-2005, 10:34
Hükümetin seçeneksizliği


AİHM Öcalan''ın adil yargılanmadığına hükmetti.

Şekil açısından bulduğu eksikliklere katılmak mümkün değil.

Devlet Güvenlik Mahkemesi''nde o zaman yer alan askeri hakimin davanın gidişatını etkilediğini söylemek zorlama bir yorum.

Çünkü o sırada anayasa değişikliği yapıldı.

Askeri hakimlerin devre dışına çıkarılması yolunda yapılan bu değişikliğin ardından, İmralı davasında bulunan ve o zamana kadar mahkeme safahatini sadece seyretmekle yetinen askeri hakim geri çekilidi.

Dolayısıyla o hakimin mahkeme kararını etkilediğini söyleyebilmek haksızlıktır.

İddianamenin Öcalan''ın avukatlarına zamanında verilmediği ve avukatların savunma yapmak için yeterli zaman bulamadıkları gibi iddialar da epeyce zorlama.

O mahkemenin savcısı Sayın Talat Şalk da bunların varit olmadığını tek tek anlatıyor.

Ama bu mahkeme maalesef böyle.

Oldukça siyasi kararlar alabiliyor ve özellikle de Türkiye konusunda bunu yapıyor.

Kıbrıs''a ilişkin davalarda Mahkeme, sürekli hukuk katliamıyla meşgul.

Ve bu mahkemenin kararları Kıbrıs sorununda çözümün önünü tıkayan temel unsurlardan birisi haline geldi. AİHM''nin Güneydoğu meselesiyle ilgili davalarda da pervasız kararlar aldığını biliyoruz.

İşin uzmanı Sayın Doç.

Dr.

Şeref Ünal''ın çalışmaları bu mahkemenin Türkiye konusunda hukuku nasıl katlettiğini gösteren örnekleri sergiliyor.

Hatta denilebilir ki, bu Mahkeme Refah ve Fazilet Partileri''nin kapatılmasından, başörtüsü konusuna kadar bir dizi başka mevzuda da siyasi nitelikli kararlar vermektedir.

Örneğin Kıbrıs''ta meseleyi bir iç hukuk sorunu haline getirip, mülkiyet konusunu bu kadar öne çıkaran kararını Bosna barışına uygulamaya kalksak, o zaman Dayton anlaşmasının toptan ortadan kalktığını ve savaşın yeniden başladığını görürüz.

Ama ne diyelim, orada böyle bir mahkeme sürecini zorlayan yok.

Avrupalılar onlara hatırlatmıyor.

Biz de mahkemeyi içinden çıkamayacağı binlerce hatta on binlerce dava ile meşgul edecek böyle konuları ilgili taraflara anlatma yolunu seçmedik.

Sonuçta bu Mahkeme Türkiye''nin dış güvenliği açısından tam bir risk faktörü haline geldi.

PKK bu Mahkeme yoluyla Türkiye''den tazminat alıyor.

Kıbrıs davası bu Mahkeme yüzünden elimizden kayıyor.

Ve şimdi de Mahkeme Öcalan bombasını Türkiye''ye attı. Öcalan''a isnat edilen ve sabit görülen suçlar ortadayken Mahkeme''nin adil yargılanma olmadığına hükmetmesinin ne anlamı olabilir? Çünkü Öcalan nerede ve nasıl yargılanırsa yargılansın aynı cezayı alır.

O halde bu konuyu zorlamanın anlamı ne? Bunun ne anlama geldiğini evvelki günkü AB Komisyonu açıklamasından anlıyoruz: Brüksel''deki beyler ve bayanlar konuyu not etmişler ve uygulama bekliyorlarmış.

Öcalan da ilk demecini (!) vermiş: Yeniden yargılama konusu Kürt meselesinin çözümü için bir fırsat olacakmış. Bu iki açıklama aslında ne istendiğini gösteriyor.

Kendimizi kandırmayalım.

Uzunca bir süre devam etmesi beklenen bu mahkeme sırasında AB''den Öcalan ve diğer PKK''lılar için genel af talepleri bile gelirse, buna şaşırmayalım.

6 Ekim 2004 tarihli ilerleme raporlarında AB''nin bu Mahkeme''nin kararlarına Türkiye''nin uymasıyla ilgili ısrarcı paragraflara yer vermiş olması tesadüf değildi.

Üstelik bu uygulamaları hem Kıbrıs hem de Güneydoğu bağlantılı konularda istemekteydiler.

Kısacası ortak bir tavırla karşı karşıyayız. Bunun komplo teorisi olduğunu söylecekler sadece bu işin parçası olanlardır.

Mesele açıklık kazanmaktadır.

AB bir yandan Öcalan''ı 3 Ekim''de Türkiye''yi müzakerelere başlatmamak için bahane olarak kullanacak ve öte yandan da Öcalan ve hempalarını siyasi tutuklular haline döndürmek suretiyle affedilmelerini temin etmeye çalışacaktır.

İşin garip tarafı bütün geleceğini AB ile gerçekte üyelik vadetmeyen müzakerelere bağlamış bulunan bu hükümet ve ona yardakçılık eden basın ve televizyonların bu sürece destek vermekten başka çareleri yok.

Ama hükümet ve bu çevreler iyi bilmeliler ki, ne yaparlarsa yapsınlar AB daha fazlasını isteyecek ve sonuçta bu çevreleri ortada bırakacaktır.

Basın ve televizyonlar suçu hükümete atmak için bahane bulurlar.

Ama hükümet suçu kime atacak?

h.ünal

Lesta
14-05-2005, 12:44
7-1-2005 tarihinde uyanma vaktinde yazdığım bir yazı. Yeri gelmişken bir kez daha yazayım dedim.

Artık filin üstündekiler dahada şişman ve ve fili taşıyanlar da biraz yalpalamaya başladıda :)


Bu ekonomi tartışmaları giderek hep şu boyuta varıyor. Bir fil ve bu fili dörttane baçağından tutarak taşıyan dört adam düşünün ve fil üzerinde seyahat eden bir kişiyi gözünüzde canlandırın. Şimdi fil üzerinde seyahat eden adam için her şey güzeldir. Adamın hiç bir sıkıntısı üzerinde hiç bir yük yok. Şöyle bir bakıyor yok canım borc/gsmh oranıda nedir %65 de boşver. Enflasyonda zaten düşüyor canım işte daha ne istiyorsunuz diyerek hayatını sürdürüyor. Fil onu zaten aşağıdaki adamlar taşıyor, üstüne bir kişi binmiş iki binmiş umurunda değil. Borç yapısıymış, finansmanıymış umursamıyor. Siz bir de en altta fili taşıyanlara sorun bu borc/gsmh oranını, enflasyonun %10 un altına düşmesini, ekonomik büyemeyi.

Ha eğer dünya düzeni böyle diyecekseniz, bir gün sizinde bu düzenin kurbanları arasına katılacabileceğinizi de hatırlatmak isterim.

Birde cevaplanması gerek bir soru da şu sanırım ekonomik kavramların acılımı, o ülke kaynaklarının genelden sömürülerek bir elit tabakaya ulaştırılmasımıdır. Yoksa Bu ülke zenginliğinin makul bir düzeyde genelle paylaşımımıdr.

özgün
15-05-2005, 00:10
"ülke kaynaklarının genelden sömürülerek bir elit tabakaya ulaştırılması"

sayın lesta
parmak bastığınız konu bence önemli. onun için; rica etsem bu konuda örneklerle açıklayıcı bilgi verirmisiniz. örnekler yakın zamandan olursa sevinirim.

saygılar

Lesta
15-05-2005, 14:32
Sn. Özgün siz şimdilik aşağıdaki haberleri okuyun ben fırsat bulduğum da daha geniş bir cevap yazacağım .

http://www.cnnturk.com.tr/EKONOMI/GENEL/haber_detay.asp?PID=40&HID=1&haberID=89123

http://www.maksimum.com/haberler/h/turkiyenin_gelir_dagilimi_tanzanyadan_kotu.php

Şimdi bazı arkadaşlar iyide bunlar bu hükümetin sucu değilki diyeceklerdir.

Ben bu hükümeti bunların oluşumuna sebep olduğu için suclamıyorum. Ben bu düzenin devam etmesine aracılık ettikleri için sucluyorum. Bu düzenin devam etmesine aracılık etemk en az oluşumuna sebep olmak kadar ciddi bir suctur benim nezdimde. Ben Tayyip'i tıpkı Ecevit'i, Mesut'u, Tansu'yu sucladığım gibi sucluyorum. Benim için bir fazlası yada eksiği yok.

Ha biraz boyu uzun ....

FT-2
15-05-2005, 20:11
Ankara Ticaret Odası'nın (ATO) anketine katılan tüccarların çoğunluğu, ekonominin yüzde 9.9 büyüdüğüne değil, vergilerin büyüdüğüne inanıyor. Tasarruf yapamadıklarını belirten tüccarlar, enflasyondaki düşüşün işlerinize yansımadığını bildirdi.

ATO tarafından Nisan ayının son haftasında gerçekleştirilen “Çarşının Nabzı Anketi”nin birinci bölümü açıklandı.

Anket sonuçlarına göre, tüccarın yüzde 70'i, 2004 yılında Türkiye ekonomisinin yüzde 9.9 büyüdüğüne inanmıyor.

ATO'dan yapılan yazılı açıklamada, bugün ilk bölümü açıklanan anketin Tunalıhilmi Caddesi, Armada, Karum, Migros, Ostim, Gimat, Siteler, Anafartalar İşmerkezleri, Posta, İzmir, Sanayi, Necatibey caddeleri ile, Bahçelievler 7 cadde, Kızılay, Ulus, Sıhhiye, Rüzgarlı sokak gibi ticaret alanlarında toplam 2 bin 413 kişi ile gerçekleştirildiği belirtildi.

CİRO AZALDI

ATO'nun anketine göre, deneklerin yüzde 57.8'i 2004 yılında bir önceki yıla göre cirolarının azaldığını, yüzde 25.8'i aynı kaldığını, yüzde 16.4'ü ise arttığını söylüyor.

“2004 yılında bir önceki yıla göre çalıştırdığınız personel sayısında ne yönde bir değişiklik oldu” sorusuna, deneklerin yüzde 64.8'i “aynı kaldı”, yüzde 27.5'i “işçi çıkardım”, yüzde 7.7'si ”işçi aldım” şeklinde yanıtlarken, 2004 yılında yatırım yapanların oranı ise yüzde 15.1'ile sınırlı kaldı.

TASARRUF YAPAN ÇOK AZ

“Geçen yıl tasarruf yapabildiniz mi?” sorusunu deneklerin yüzde 92.1'i “hayır”, yüzde 7.9'ü “evet” şeklinde yanıtlarken, tasarruf yapanların yüzde 30'u tasarruflarını gayrimenkulde, yüzde 18.8'i altında, yüzde 16.3'ü dövizde, yüzde 6.3'ü TL mevduatta, yüzde 5.6'sı tahvil ve bonoda, yüzde 2.5'i borsada, yüzde 18'i ise diğer yatırım araçlarında değerlendirdiğini kaydetti.

“2004 yılında yalnızca öz kaynaklarınızla mı işlerinizi yürüttünüz, yoksa işletme veya yatırım kredisi kullandınız mı?” şeklindeki soruyu ankete katılanların yüzde 71.2'si 'öz kaynaklarımla yürüttüm' şeklinde cevaplarken, yüzde 24.9'u 'işletme kredisi aldım', yüzde 3.9'u ise 'yatırım kredisi aldım' yanıtını verdi.”

“BİZ DEĞİL VERGİLER BÜYÜDÜ”

Anket sonuçlarına göre esnaf ve tüccarlar, 2004 yılında Türkiye ekonomisinin yüzde 9.9 büyüdüğüne inanmıyor. Yüzde 13'ü ise inandığını, yüzde 17'si ise fikri olmadığını belirtiyor.

Büyüme rakamlarına inandıklarını belirten deneklere yöneltilen ”büyüme işlerinize ne yönde yansıdı?” sorusuna ise deneklerin yüzde 57.1'inin “vergiler arttı”, yüzde 16.9'unun “satışlar arttı”, yüzde 7.8'i “yeni yatırım yaptık”, yüzde 10.4'ü ise ”hepsi” şeklinde yanıtlaması dikkati çekti.

EKONOMİNİN GELECEĞİ NE YÖNDE OLACAK?

Ankete katılanlara yöneltilen “Türkiye ekonomisinin geleceğine ilişkin umutlarınız ne yönde?” sorusuna deneklerin yüzde 30'u, ”mevcut durumu koruyacağımızı düşünüyorum”, yüzde 27'si “kötü olacağını düşünüyorum”, yüzde 24.9'u “iyi olacağını düşünüyorum”, yüzde 11.8'i “çok kötü olacağını düşünüyorum”, yüzde 6.3'ü “çok iyi olacağını düşünüyorum” şeklinde yanıt verdi.

FAİZ VE ENFLASYON DÜŞÜŞLERİ DE YANSIMIYOR

“Geçen yıl faizlerdeki düşüş işlerinize yansıdı mı?” sorusuna ankete katılanların yüzde 55.1'i “hayır”, yüzde 27.6'sı “kısmen”, yüzde 12.9'u “evet” yanıtını verirken, deneklere yöneltilen “2004 yılında enflasyondaki düşüş işlerinize yansıdı mı?” sorusunu da denekler, yüzde 67.5 “hayır”, yüzde 19.6 “kısmen”, yüzde 12.9 ”evet” yanıtı verdi.

“İşlerinizi yürütürken hangi engellerle karşılaşıyorsunuz” sorusunu deneklerin yüzde 51.7'si “finansman”, yüzde 22.5'i ”bürokratik engeller”, yüzde 16.1'ı “mevzuat”, yüzde 9.7'si ”diğer” şeklinde yanıtladı.

10 KİŞİDEN 3'ÜNÜN AİLESİNDE KRONİK İŞSİZ VAR

Ankete göre, her 10 kişiden 3'ünün ailesinde 1 yıldan uzun süredir işsiz olan aile bireyi bulunuyor. Deneklerden yüzde 31.7'si ailesinde bir yıldan uzun bir süredir işsiz olan aile bireyinin olduğuna işaret ediyor.

Anketi yanıtlayan tüccar ve esnafların yüzde 70.1'i işyerine en az bir gazete alıyor. Zaman zaman alanların oranı ise yüzde 13.6. Yüzde 16.3 ise işyerine gazete almıyor.

ÇOĞU İŞYERİNDE BİLGİSAYAR BULUNUYOR

İşyerlerinin yüzde 46.5'inde televizyon, yüzde 69.4'ünde ise bilgisayar bulunuyor. Bilgisayar bulunan işyerlerinde internet kullananların oranı ise yüzde 57.1.

“İşyerinizde kredi kartı ile alışveriş yapan tüketicilerin oranı ne?”, sorusuna deneklerin yüzde 39.9'u yüzde 10-29 aralığında, yüzde 13.4'ü yüzde 30-49 aralığında, yüzde 12.3'ü yüzde 50-69 aralığında, yüzde 21.2'si yüzde 70-89 aralığında, yüzde 13.2'si yüzde 90 ve üzeri yanıtını verdi.

Geçen yıl satışların ne kadarının peşin, ne kadarının taksitle gerçekleştiği sorusuna da “yüzde 50 ve üstü taksitle gerçekleşti” diyenlerin oranı yüzde 68.7 olarak belirlendi.

ATO BAŞKANI AYGÜN: BU NASIL BÜYÜME?

ATO Başkanı Sinan Aygün de ankete ilişkin yaptığı değerlendirmede, büyüme rakamlarının halka yansımadığının bu anketle teyit edildiğini belirterek, “Halkın DİE'si midesi. DİE'ye göre mide büyüyor, halka göre gurulduyor” dedi ve şöyle devam etti:

“2004 yılında halk yatırım yapmamış, işçi almamış, cirosu artmamış. Neyi artmış?, Vergisi artmış. Yani bir tek vergisi büyümüş. O zaman bu nasıl bir büyüme? Eğer büyüme sahici bir büyüme olsaydı, bu büyüme esnaf ve tüccara önce ciro, sonra kar, sonra istihdam ve son olarak da vergi olarak yansıdı. Oysa şimdi tersi bir durum var. Vergi büyümüş, vergiyi ortaya çıkaracak unsurlar büyümemiş. Bu işte bir iş var.”

FT-2
15-05-2005, 20:31
Euro Bölgesinde Binde 5'lik Büyüme




Avrupa para biriminin kullanıldığı Euro bölgesinde yılın ilk üç ayında binde beş oranında bir büyüme sağlandı.

Bu sonuçta, Alman ekonomisindeki büyümenin önemli payı olduğu belirtiliyor.

İtalya ekonomisi ise binde beş oranında küçüldü.

Avrupa İstatistik Dairesi Eurostat'ın iyimserlik yaratan verilerine karşın Avrupa Merkez Bankası, 2005-2006 tahminleri için ihtiyatlı bir yaklaşım sergiliyor.

Avrupa Merkez Bankası uzmanları, İtalya ve Almanya'nın beklenenden daha düşük bir performans gösterdiklerine dikkat çekerek, bu iki ülkenin uzun vadeli sorunlarının çözümü için yapısal değişikliklere gitmesi gerektiğini vurguluyor.

Yetkililer, geçen ay, 12 ülkenin dahil olduğu Euro bölgesinde 2005 yılı için yüzde 1.8 oranında bir büyüme gerçekleşeceği tahmininde bulunmuşlardı. Avrupa Merkez Bankası uzmanları şimdi bu oranın yüzde 1.6 olacağı öngörüsünde bulunuyorlar.

Avrupa Komisyonu da Haziran 2005'i kapsayan önümüzdeki üç aylık dönem için tahminlerinde değişikliğe gitti. Komisyon binde 2 ila 6 arasında bir büyüme gerçekleşeceğini tahmin ediyor.

Almanya'da yılın ilk üç ayında yüzde birlik büyüme sağlanmasına rağmen, ekonomi hala kırılgan bir görünüm sergiliyor.

Bir önceki üç aylık dönemde Alman ekonomisi binde bir oranında küçülmüştü.

Alman İstatistik Dairesi'ne göre büyümede artan ihracat rol oynadı.

Ülkede iç talebin azalmasıyla birlikte ithalat da düşüş yaşandı. İtalya'de ise uzmanlar 2005'te yıllık büyüme oranının "O" olacağı tahmininde bulunuyorlar.


12 Mayıs 2005 Perşembe - BBC Türkçe

DADAŞ
15-05-2005, 21:00
ATO BAŞKANI SİNAN AYGÜN'DEN

“2004 yılında halk yatırım yapmamış, işçi almamış, cirosu artmamış. Neyi artmış?, Vergisi artmış. Yani bir tek vergisi büyümüş. O zaman bu nasıl bir büyüme? Eğer büyüme sahici bir büyüme olsaydı, bu büyüme esnaf ve tüccara önce ciro, sonra kar, sonra istihdam ve son olarak da vergi olarak yansıdı. Oysa şimdi tersi bir durum var. Vergi büyümüş, vergiyi ortaya çıkaracak unsurlar büyümemiş. Bu işte bir iş var.”
__________________

Kısaca konu şu : Vergi kaçırma olayı biraz azalmış. Oda ... korkusuna. Ciro, satış ve kar artmadan vergi geliri artıyorsa sahiden bu işin içinde bir iş var. Adamlar vergi toplamayı öğrenmiş. Demekki ileriki periyotlarda da aynısı olacak. Vergi toplamaya devammmmm. Yalnız hep kümesteki kazları yolmasınlar. Yaban kazlarını da artık yolamnın hatta derisini yüzmenin zamanı geldi geçiyor bile. :bravo: :bravo: :bravo:

FT-2
15-05-2005, 21:36
Yeni bir çağa doğru
Türkiye kendi iç gündemi ve dönüşüm problemleriyle boğuşurken dünya hızla yeni bir dönemece ve çağa doğru gidiyor. Görünebildiği kadarıyla ortaya çıkacak resim büyük ölçüde sermayenin kendi iç dinamikleriyle belirlenecek. Ya genetik, elektronik, nanoteknoloji ve temiz enerjinin bugünkü hayal gücümüzü bile aşan devrimci uygulamalarıyla karakterize edilen yepyeni bir evreye tanıklık edeceğiz ya da kaos ve ağır bir yıkıntı kaderimiz olacak. Resmin nereye doğru evrildiğini önümüzeki yirmi ile otuz yıllık süre belirleyecek. Hangi resmi göreceğimiz ise anlaşılabildiği kadarıyla geçen yazımda değindiğim sermayenin kendi iç kavgasıyla belirlenecek.

Bu noktada kısa bir tarihsel perspektif yararlı olabilir. Kapitalizmin ilk aşamalarından beri temel bir çelişki kapitalizmi belirledi. Sistem kar amacına dönüktü. Ancak karların artması başka bir sorunu gündeme getiriyordu. Karlar büyük kısmıyla yeniden sermayeye dönüşüyor, bu kez de hızla büyüyen sermaye için karlı alanlar bulmak giderek zorlaşıyordu. Düşen kar hadleri nedeniyle sistemin uzun vadede sıkıntıya girebileceği daha Ricardo zamanında yani 19.yüzyıl başında bile bilinen bir gerçekti ve Ricardo daha o zamanlar uzun dönemde kapitalizmin azalan kar hadleri nedeniyle durgunluğa gidebileceği tezini dile getirmişti. Marx; sermayenin organik bileşenin artmak zorunda olduğunu yani kapitalizmin daha sermaye yoğun bir hale dönüşmeye mahkum olduğunu, bunun da kar hadlerinde azalma ile sonuçlanacağını söylerken aynı gözlemdem hareket ediyordu.

Başta İngiltere olmak üzere Batı Avrupa’da hızla büyüyen sermaye yeni karlı alanlar arama sürecinde bir yandan elektrik ve otomobil gibi yeni teknolojileri gündeme getirirken, öte yandan da Rusya,A.B.D,Avustralya,Kanada,Arjantin gibi yeni ülkelere yönelerek 19.yüzyıl sonundaki ilk küreselleşme deneyini yarattı. Bu deney Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının yıkıntıları ve Büyük Depresyonla hazin bir şekilde sona erdi. İkinci Savaşı izleyen 50’li ve 60’lı yıllarda dünya ve Batı hızlı bir büyüme gösterdi çünkü bu dönem savaşlarda yokolan sermaye donatımının yenilendiği yıllardı. Ancak 70’lerle birlikte sistemin temel krizi yeniden ortaya çokmaya başladı. Krizi aşmanın bu kez ki reçetesi ise finansal sermayenin dünya ölçeğindeki olağanüstü hareketliliği ve bununla atbaşı giden yeni küreselleşme dalgası ve beri yandan da başta elektronik olmak üzere yeni teknolojilerin devreye sokulmasıydı. Aynı süreçte Çin ve Hindistan yeniden keşfedildi.

2005 yılının dünyası bir yandan hızlı küreseleşmenin, sıcak paranın, hızla devleşen Çin’in yol açtığı sorunlarla boğuşurken, bir yandan da kendisine yeni bir çıkış yolu arıyor. Bu noktada da yeni bir teknolojik devrim tek çare gibi gözüküyor. Çünkü dev ölçeklere varmış sermayenin yeni yatırım alanları yaratacak bir teknolojik hamleye ihtiyacı var. Ancak bu kez ihtiyaç duyulan hamle dünya genelinde büyük bir yeniden yapılanma ihtiyacını beraberinde getiriyor. Bu yeniden yapılanmaya ise petrol, otomobil, çelik gibi eski teknolojili sektörler hazır değil. Sorun belki kısaca şöyle oratya konabilir. Nanoteknolojinin molekül düzeyinde maddeye müdahele imkanı verdiği ve kök hücre uygulamalarıyla bir insanı yeniden yaratmanın eşiğine gelinen bir çağda, bizim hala ana teknolojisi 1900’lerin başından beri pek bir değişiklik geçirmemiş otomobilleri kullanıyor olmamız ve enerji kaynağı olarak da petrole bağımlı kalmamız bir paradoks değil mi? Gözükebildiği kadarıyla yeni çağ bu paradoksun hangi yönde çözüleceğine bağlı olacarak şekillenecek.

ü.erol

FT-2
15-05-2005, 21:50
IMF İcra Direktörleri, üç yıl vadeli yeni stand-by düzenlemesini onaylamış. Bu yeni programın ne anlam ifade ettiğini anlamak için, bir öncekinin genel bir değerlendirmesini yapmak gerekiyor. Zira giderek hassaslaşan dengeler nedeniyle tabu haline dönüştürülen IMF destekli programların yapısı ve uygulaması gerekli ve yeterli düzeyde sorgulanmadı. Sadece iyi gittiği, fakat risklere dikkat edilmesi gerektiği söylemi nakarat haline geldi.
Bir önceki programın hedefi salt enflasyonu düşürmek değildi. Yapısal sorunlar çözülecek, büyümenin yapısı değişecek ve yabancı kaynağa yönelik bağımlılık azalacaktı. Makro denge, sürdürülebilir büyümeyi mümkün kılacak şekilde tesis edilecek, kamu borç yükü azalmış olacaktı. Tüm bunların doğal sonucu olarak enflasyon sorunu kalıcı olarak gündemden çıkacaktı. Bunların eşanlı gerçekleşmesi dışında çözüm yoktu. Döviz kurunun yükselmesi veya düşmesi, ne reel kesimi ne de mali kesimi tedirgin etmeyecekti. Sonuca değil de detaylara baktığımızda programın başarılı olamadığı gerçeği ile karşılaşıyoruz.
Büyümenin yapısı değişemedi ve yabancı kaynağa bağımlılık önemli ölçüde arttı. Aslında rakamların gösterdiğinin aksine, ekonomi büyüyemediği halde cari açık kontrolsüz bir şekilde artmaya başladı. Döviz kurunun yükselmesi mali kesim ve kamu açısından kâbusa dönüşürken, gerilemesi reel kesimi felç ederek işsizliği pekiştirdi. Kamu borç yükü gerçekdışı büyüme ve faiz dışı fazla rakamları sayesinde küçülmüş gibi görünse de kamu borcu önemli ölçüde arttı. Yapısal sorunlar ağırlaştı, makro dengesizlik büyüdü. Kamu borcunun çevrilmesine öncelik verilmesi ve diğerlerinin büyük ölçüde ihmal edilmesi bu sonuçta belirleyici oldu.
Sorunların temelindeki sebepler ortadan kaldırılmadı, sadece sonuçlar manipüle edilerek görüntü farklılaştırıldı. Sosyal güvenlik açıkları büyüdü. Vergi sistemi iyice adaletsiz hale geldi. Tarım sektörü kaderine terk edildi. Büyük fedakârlıklara rağmen mali sektördeki kırılganlık azaltılamadı. Üst kurullar bürokratik bir kademe olmaktan öteye gidemedi ve siyasetin vesayeti altında kaldı. Küresel düzeydeki dengesizlikler de sorunların ağırlaşmasına yardım etti; enflasyon ve faizleri hızlı bir şekilde düşürmek adına Türk Lirası'nın aşırı değerlenmesi için harcanan çabalar da sıkıntıların büyümesinde belirleyici oldu. Fakat bu gerçekleri görmek programı destekleyenlerin hiç işine gelmedi. Kamudaki tasarruf açığı ciddiyetini korurken, bireysel ve kurumsal düzeyde tasarruf eğiliminin negatife dönüşmesi ciddiye alınmadı; programın yapısı ve uygulaması ile ilişkilendirilmedi... Sıcak para desteğiyle günün kurtarılıyor olması yeterli görüldü, borçlanabiliyor olmak başarı sayıldı.
Şimdi sormak gerekiyor, büyümenin yapısı değişmedi ve dış kaynağa bağımlılık arttıysa, başarı bunun neresinde? Aynı saçmalıklara neden üç yıl daha devam edilecek? Bu kafayla, kandırabileceğimiz kimse kaldı mı? Sorunların daha da ağırlaşması pahasına, kamu borçlanmasını üç veya altı ay daha sürdürebiliyor olmak neyi değiştirecek? Amaç krizden kaçınmaksa gidecek yer kalmadı; yok eğer çözümse yeni programın da deva olamayacağı kesin. Hem kriz, hem de çözüm yollarının kapatılması ulusça sürünmeye devam edeceğimiz dışında bir anlam ifade etmiyor...

Uğur Civelek

Lesta
15-05-2005, 22:40
Kısaca konu şu : Vergi kaçırma olayı biraz azalmış. Oda ... korkusuna. Ciro, satış ve kar artmadan vergi geliri artıyorsa sahiden bu işin içinde bir iş var. Adamlar vergi toplamayı öğrenmiş. Demekki ileriki periyotlarda da aynısı olacak. Vergi toplamaya devammmmm. Yalnız hep kümesteki kazları yolmasınlar. Yaban kazlarını da artık yolamnın hatta derisini yüzmenin zamanı geldi geçiyor bile. :bravo: :bravo: :bravo:

Sn.Dadaş yani siz toplanan toplam vergi oranı içinde dolaysız vergilerin oranının ciddi oranda arttığını mı idda ediyorsunuz?

Yoksa halkın elindeki son 3-5 kuruşunda insafsız ca vergi adı altında (dolaylı vergiler) alındığını mı ?

Anlayamadım.

Açıklarsanız sevinirim .

FT-2
16-05-2005, 21:48
Almanlar ve Hollandalılar THY ve Onur Air'e neden savaş açtı?
Hollandalılar Onur Air'e Almanlar ise hem Onur hem de THY'e savaş açtılar. Bu kez neden ne Ermeni meselesi ne de insan hakları. Tamamen Avrupa ekonomisinin hastalığı...

Elinizi şakağınıza koyun hafızanızı şöyle bir yoklayın; öyle çok değil canım birkaç yıl geriye gidin. Yıl 2001, günlerden Eylül'ün 11'i. ABD şirketlerine ait 2 yolcu uçağı arka arkaya ikiz kulelere çarpıyor. Dünyada uçuşlar durduruluyor. Bunun yarası sarılmadan, 2003'te ABD Irak'a giriyor. Petrol fiyatları 2,5 katına çıkıyor. 100'lerce havayolu şirketi kapısına kilidi asıyor. İşviçre'nin milli şirketi Swissair bile havlu atıyor.

Şimdi elinizi şakağınızdan çekin ve bugüne gelin... İşte, bu 2 kriz tüm dünyada hava yolu şirketleri arasındaki savaşı tetikledi.

THY'nin eski genel müdürü Abdurrahman Gündoğdu ile 2 ay önce sohbet ederken, Almanlar ve Hollandalılar'ın bugünkü tavırlarının sanki bir sinyaliydi... O güne kadar 2 kez batan Swissair patronu gazetelere demeç vererek, THY'ye işbirliği teklif etmişti. THY'de bu teklifi reddetmişti. Ben de Gündoğdu'ya "Neden işbirliği yapmıyorsunuz?"diye sordum.

Cevabı şöyleydi. "THY ve yerli şirketler global krizlere çabuk ayak uydurdu... Avrupalılar yüksek maliyetleri nedeniyle çabuk toparlanamadı. Personel maliyetimiz Avrupa'nın yarısı kadar. Özellerde ise bizim yarımız kadar. Yolcuya verdiğimiz yemek maliyetleri de yarı yarıya az... Mesela Lufthansa, Swissair ya da Hollandalı KLM, maliyetlerini düşürmek için bırakın iç hatlarını Zürih'ten Paris'e, ya da Frankfurt'tan Amsterdam'a bile yemek servisi yapmıyorlar. Biz yapıyoruz. Bizim hizmetimizden dolayı Avrupalı işadamları da Uzakdoğu, Orta Asya ve Ortadoğu uçuşlarında bizi tercih ediyorlar. Biz İsrail'den ABD'ye, Uzakdoğu'dan Avrupa ve ABD'ye yolcu taşıyoruz. Dolayısıyla Avrupalılar'ın bize katacağı bir şey yok."

Kavganın nedeni, Gündoğdu'nun cümlelerinde açık seçik var. Kalite ve fiyatta rekabet edemeyince başlıyorlar belden aşağı vurmaya. Alman Bild Gazetesi'nin yaptığı da bundan başka bir şey değil. Kendini yalanlarcasına, 3 ay önce "En kaliteli hava yolu THY" derken bugün "En kötü" diyor. THY devlet. Onu durduramayınca özel olan Onur'un önünü kesmeye çalışıyorlar. Alman Bild'e sormak lazım: THY bu kadar kötüyse, milli hava yolu şirketiniz Lufthansa uçaklarının bakımını neden THY'ye yaptırıyor?... Bu da Bild'in 2 yüzlülüğü...

Gelelim Hollanda'ya... Onur Air de özellikle fiyatla bu ülkede çok isim yapmış. Servis maliyeti de öyle. Hollandalı KLM pazar kaybedince daha da ileri gidip, Onur Air'in uçuşlarını yasaklatıyor... Kısacası Avrupa'daki ekonomik krizin faturası Onur Air ile THY'ye çıkarılıyor.

İşte milli ekonomiler böyle korunuyor...

b.başaran

FT-2
16-05-2005, 21:48
ABD'ye yabancı sermaye girişi yavaşladı

NEW YORK- Mart ayında ABD ekonomisi beklenenin altında yabancı sermaye çekti. Hazine Bakanlığı'nın açıkladığı verilere göre ABD'ye net yabancı sermaye girişi Mart ayında 45.7 milyar dolara geriledi. ABD Hazine Bakanlığı, mart ayı net sermaye girişinin Ekim 2003'te gerçekleşen 26.5 milyar dolardan bu yana en düşük aylık sermaye girişi olduğunu bildirdi. Piyasalarda sermaye girişinin 70-72 milyar dolar aralığında olması bekleniyordu.

Tercih Hazine bonosu

Mart ayında ABD piyasasına yatırım yapan yabancı yatırımcılar tercihlerini Hazine bonosundan yana kullandı. Yatırımcılar 27.9 milyar dolarlık ABD Hazine Bonosu satın alırken, 7.5 milyar dolar özel sektör bonolarına, 1.7 milyar dolar da hisse senetlerine para koydular. Öte yandan şubat ayı için sermaye girişi 84.5 milyar dolardan 84.1 milyar dolara revize edildi.

FT-2
16-05-2005, 23:25
Türkiye İnşaat Sanayicileri İşveren Sendikası Yönetim Kurulu Başkanı Şükrü Koçoğlu, “Enstitü, 2004 yılında bizim büyüdüğümüzü açıklıyor. Biz Sayın Maliye Bakanı’na, ‘Biz küçüldük, büyümedik. Ama büyüdüğümüz açıklandı. Bu nasıl oldu?’ diye sorduk. O da, ‘İstatistik Enstitüsü başkanına sorun.’

FT-2
19-05-2005, 13:35
Çin işi, Japon işi
BAKIN, Napolyon ne demiş: ‘Çin uyuyor. Bırakın uyusun. Uyanırsa dünyayı sarsar.’

Tekstilci ve konfeksiyon sektörünün temsilcileri feryat ediyor. Uzakdoğu’nun özellikle de Çin’in üretim ve fiyat darbesi karşısında rekabet edemediklerini anlatıyorlar. İstihdam ve vergi yükü üzerindeki vergi ve prim yükü ile enerji maliyetlerinin aşağıya çekilmesini ‘acilen ve mutlak surette’ talep ediyorlar. Hatta ‘acil zirve’ talebiyle hükümete ‘İstihdam Manifestosu’ hazırlıyorlar.

Bu sektör, Türkiye istihdamının yüzde 30’unu sağlıyor ve 18 milyar dolarlık ihracatıyla tüm ihracatın yüzde 28.5’ini gerçekleştiriyor.

Üreticisi de, ihracatçısı da, çalışanı da ‘Ah şu Çin yok mu? Bizi mahvediyor’ diye konuşuyor.

Her ülkeye darbe vuruyor. Sanki sizin çalışmanıza gerek yok, biz her şeyi ucuz üretiyoruz, biz size satarız, demek istiyor.

Çin’in nüfusu 1.3 milyar; üretime soktuğu insan sayısı ise henüz 500 milyon. Çalışanların sayısının daha da arttığı düşünülürse, ‘yandı gülüm keten helva’...

Çin’e 2004 yılında 400 milyon dolarlık mal sattık. İthalatımız ise 4 milyar dolar. Bu rakama 3. dünya ülkelerinden giren Çin mallarının değeri dahil değil; bazı ekonomistler Türkiye’ye giren Çin mallarının değerinin 8-10 milyar doları bulduğunu söylüyorlar.

YA KOTA KOYARSAK

Türkiye ciddi bir ikilem içinde... Çin’e tekstilde kota konulursa, Çin’den ucuz hammadde ithaliyle üretim yaparak ayakta kalmaya çalışan KOBİ’ler batma noktasına gelecek; kota konulmazsa bu sefer de tekstildeki büyükleri ‘kırmızı alarm’ vermeye başlayacak.

Sadece tekstil mi? Bu yıl Çin’den en çok etkilenecek sektörler inşaat, seramik, elektrikli alet, armatür ve elektrikli aletler olacak...

İş vahim bir noktaya gidiyor.

TEMPO Dergisi son sayısında ‘3. Dünya Savaşı ABD-Çin arasında’ diye çok ilginç bir haber yaptı. ‘Çeşitli uluslararası kuruluşlara bölgesel araştırma ve danışmanlık yapan’ Verso Siyasal Araştırmalar Merkezi Başkanı Erhan Göksel’in verdiği ‘alarm’ niteliğindeki çarpıcı rakamların ardından tekstil ve hazırgiyimcilerin tepkisi geldi.

Erhan Göksel, Çin’in etkisiyle dünyadaki son gelişmeleri şöyle yorumladı:

‘20. yüzyıla damgasını vuran kapitalizm’in ‘mali sermaye (finans kapital) evresi’, sermayenin kendi iç çatışmaları (pazar paylaşımı) nedeniyle bu yüzyılda iki büyük dünya savaşı çıkardı. Dünya çapında aşırı yoğunlaşan (biriken) ‘sermaye’, ulusal boyutları aşarak ABD ve Çin arasında kıtasal bir çekişme aşamasına gelmiştir. ABD açısında Çin bir numaralı güvenlik tehdididir.

REKABET SAVAŞ DEMEKTİR

Çin süper güç oluyor mu?

- Süper güç olabilmek için enerji kaynaklarını ele geçirmek zorunda. Bunu başarması ise ABD’nin enerji hegemonyasını yıkmasından geçmekte. Aynı çatışma ABD için de geçerli. Yeni Dünya Düzeni’nde artık tek düşmanı olarak gördüğü Çin’i durdurmak için elinden geleni yapmak zorundadır. ABD hákimiyetinin devamı Çin’i durdurmasına bağlıdır.

Öyle görünüyor ki, 21. yy’da sıcak çatışma olmasa bile 3. dünya savaşı ekonomik olarak ABD ile Çin arasında çıkacak. Aslında bu görünürdeki Çin-ABD savaşı; ‘uluslararası sermayenin kendi içindeki çıkar kavgası’dır. Ekonomide ‘rekabet’ demek; aslında ‘savaş’ demektir.

Bugün dünyaya baktığımızda ekonomik paylaşım (pazarın bölüşümü) savaşının kızıştığını görüyoruz. 2004 itibarıyla ABD, dünyanın yüzde 28’ini üretiyor. yüzde 39’unu tüketiyor. Bazı mallarda Çin tüketimde de ABD’yi geçti. Örneğin, cep telefonu satışı ABD’de 159 milyon, Çin’de ise 266 milyon adet.

Sermaye...

- Amerika ve Çin uluslararası mali sermayenin iki kutbu haline geldi. ABD 21. yüzyılda kendisine karşı en büyük tehlike olarak Çin’i görüyor. Afganistan ve Irak’a yönelik operasyonlarda Çin’e giden petrolü ve doğalgazı kesme çabası var. Bugünlerde İran’ın ABD tarafından hedef gösterilmesi de aynı nedenle. Kırgızistan isyanı, Çin tarafından Rusya’yı da içine alacak şekilde kurulmakta olan ‘Şanghay Güvenlik Paktı’ duvarını deldi. Şimdi sırada Ermenistan, Belarus ve Kazakistan var. Neo-conlar’ın asıl hedefi ise Rus gençliğini ayaklandırmak.

Ürperten göstergeler

GÖKSEL’in araştırmalarına göre, Çin ve ABD ile son bazı veriler şöyle:

2025 yılında Çin ekonomisi, ABD dışında kalan dünyanın tüm ülkelerinin (Almanya, Japonya dahil) toplamından büyük bir ekonomi olacak.

2040 yılında Çin ekonomisi ABD ile eşit veya onu geçecek bir ekonomi olacaktır. Bu nedenle kaçınılmaz olarak çatışacaklar.

Ekonomik olarak Çin’i durdurabilecek veya önünü kesebilecek tek şey, Çin’in enerji kaynaklarının çok yetersiz olması... 2004 sonunda ABD’de tekstilde Çin’in payı yüzde 15.8’den Mart 2005’te (3 ay içinde) yüzde 50.2’ye çıktı.

2004 sonunda ABD dış borcu 2.5 trilyon dolar. Bu borç tahvillerinin dağılımı ise şöyle:

Japonya 840.6, Çin 609.9, Tayvan 242.7 ve Güney Kore 202.1 milyar $

Çalınan rögarlar Çin’e nasıl gidiyor

BİR dostumuz anlatıyordu; bundan bir süre önce tanıdığı bir şoförün Fatih’te tenteli kamyoneti çalınmış. Bir süre sonra bulunmuş... Sahibi aracın içinden taban sacının kesildiğini görmüş. Ne olduğunu anlayamamış. Polise sormuş; onlar da ‘Bunu, döküm rögar kapaklarının çalınması için yapmışlar. Bir rögar kapağının üzerine kamyonet park ediyor ve kesilmiş taban sacından hırsız onu çekiyor... Maalesef bunlar hurdacılar eliyle demir-çelik fabrikalarına eritilmek üzere gidiyor’ demiş. Muhakkak ki, bunlar da üretilen demir kütükleri arasında Çin’e gidiyor.

Ne yazık ki, İstanbul Büyükşehir Belediyesi bu hırsızlarla baş edemiyor. Sebep olduğu trafik kazaları ayrı.

Akvaryum üreticisiydim şimdi ithalatçı oldum

GEÇENLERDE KKTC’ye giderken havalimanındaki KTHY bankosunun önünde 10 kadar straforlu ambalaj kutularını görünce, içinde ne olduğunu sorduk. ‘Süs balığı’ dedi, Türk girişimci. Singapur’dan ithal edip, KKTC’ye ihraç ediyormuş. Ardından hemen ekleyerek ‘Çin beni mahvetti’ dedi ve anlatmaya başladı:

‘Bir süre öncesine kadar akvaryum imal ediyordum. Çin’den getirilmeye başlayınca dayanamadım ve 20 işçimden 17’sini çıkardım. Ben de ayakta kalabilmek için ithalatçı oldum. Çünkü, akvaryum imal ederken, plastik kaynak yaparken tükettiğim enerji 20 sent tutuyor, ama Çin’de bu maliyet 1 sent... Fiyat dengesini tutturamadığım için Çin mallarıyla rekabet edemedim.’

FT-2
19-05-2005, 15:06
Bush yönetimi dış politikasını, geçenlerde Condoleezza Rice 'ın Wall Street Journal 'da belirttiği gibi Ortadoğu 'ya odaklamış durumda. İkinci sırada da Rusya'nın ''arka bahçesini'' ele geçirme projesi var. Bu iki proje ABD Dışişleri'nin tüm enerjisini emiyor ve başka bölgelerde manevra kapasitesini azaltıyor. Örneğin, ABD tarihsel olarak kendisi için çok önemli gördüğü, ''arka bahçe'' kabul ettiği Latin Amerika'da denetimi elden kaçırıyor, hatta The Economist'in deyişiyle etkisi giderek sönüyor.


--------------------------------------------------------------------------------

Bush yönetimi dış politikasını, geçenlerde Condoleezza Rice 'ın Wall Street Journal 'da belirttiği gibi Ortadoğu 'ya odaklamış durumda. İkinci sırada da Rusya'nın ''arka bahçesini'' ele geçirme projesi var. Bu iki proje ABD Dışişleri'nin tüm enerjisini emiyor ve başka bölgelerde manevra kapasitesini azaltıyor. Örneğin, ABD tarihsel olarak kendisi için çok önemli gördüğü, ''arka bahçe'' kabul ettiği Latin Amerika'da denetimi elden kaçırıyor, hatta The Economist'in deyişiyle etkisi giderek sönüyor.

Latin Amerika'da yerel bir hegemonyacı güç yükseliyor. Tüm kıta çapında, neo-liberalizme, IMF'ye ve ABD emperyalizmine karşı kitlesel hareketler giderek güçleniyor, ''Bolivarcı'' (bağımsızlıkçı, Latin Amerika halklarının bütünleşmesini amaçlayan, halkçı) bir iklim oluşuyor.

Kâğıttan kaplandan kim korkar

ABD'nin Irak'taki başarısızlığı, hem tüm enerjisini alıyor hem de yetersizliklerini, zaaflarını sergiliyor. Böylece başka ülkeler, özellikle Latin Amerika da ABD'nin göründüğü kadar güçlü olmadığının ayırdına varıyor, bağımız davranmaya başlıyorlar.

Geçen aylarda hem Savunma Bakanı Rumsfeld hem de Dışişleri Bakanı Rice, Latin Amerika'yı ziyaret ederek ABD'nin zayıflayan etkisini restore etmeye çalıştılar ama başarılı olamadılar. Rumsfeld ve Rice, Venezüella Devlet Başkanı Chavez 'e karşı bir ''istekliler koalisyonu'' kurmaya çabaladılar, tek bir ülkeyi bile ikna edemediler (Washington Times, 10/05). Üstelik Brezilya'da, New York Times'dan Larry Rither 'in aktardığı gibi Rumsfeld, Savunma Bakanı'ndan, halkların kendi kaderlerini tayin hakkı üzerine bir de öğüt dinlemek zorunda kaldı, açıkça uyarıldı. Dahası, elli yıldır ilk kez ABD, Amerika Ülkeleri Örgütü'nün denetimini elinden kaçırdı (Financial Times 08/05). Bu örgütün yönetimine ilk kez ABD'nin istemediği biri, Şili'den sosyalist eğilimli İçişleri Bakanı ( Pinochet 'in yargılanmasını sağlayan) Jose Miguel Insulza seçildi. ABD'nin bu örgütten dışladığı Küba, şimdi büyük olasılıkla örgüte alınacak.

ABD'nin önemli uluslararası sıkıntılarından biri de Uluslararası Ceza Mahkemesi. ABD, bu mahkemeyi kuran anlaşmaya katılmadığı gibi, başkalarının da katılmasını engellemeye çalışıyor. Ancak, Ekvador, Uruguay, Paraguay, Bolivya, Brezilya dahil on bir Latin Amerika ülkesi hem bu anlaşmayı imzaladılar hem de ABD'yle ona muafiyet sağlayan ikili anlaşmalar yapmayı reddettiler (MotherJones, 02/05).

Geçen hafta 22 Arap ülkesi ve 12 Latin Amerika ülkesi ilk kez, iki bölge arasında ticari, kültürel ve siyasi ilişkileri güçlendirmeyi amaçlayan bir zirve toplantısında bir araya geldiler. Toplantı sonunda yayımlanan ''Brezilya Deklarasyonu'' , ABD ve İsrail'in Ortadoğu politikalarına karşı eleştirel bir tutum aldı. Terorizmi mahkûm etmekle birlikte işgal altındaki halkların, silahlı direnme hakkının meşru olduğunu vurguladı. Bugün zengin ülkeler tarafından saptanan terorizm tarifinin değişmesi için bir uluslararası toplantı talep etti. Deklarasyon, böylece Irak'taki direnişe, Filistin'de Hamas'a ve Lübnan'da Hizbullah'a dolaylı olarak destek vermiş oluyordu (CNN 12/05).

Tüm bu gelişmeler olurken, arka planda Brezilya'nın bölgesel ve uluslararası etkisinin artmakta olduğu görülüyor. Dünya Ticaret Örgütü görüşmelerinde, ABD ve Avrupa'ya karşı bir blok oluşturulmasında belirleyici rol oynayan Brezilya'nın, Latin Amerika'da da Güney Amerika Ülkeler Topluluğu , Mercosur gibi yerel ticaret ve kültürel anlaşmaların güçlenmesi için çabaladığı, bu anlaşmaların etkileri genişlerken, ABD'nin bölgedeki projesi Latin Amerika Serbest Ticaret Bölgesi Anlaşmasının fiilen ölmeye başladığı görülüyor; zira El Salvador ve Kolombiya'dan başka destekleyen ülke kalmadı.

Dünyanın önemli petrol üreticilerinden, ABD ithalatının yüzde 15'ini sağlayan Venezüella, şu sıralarda Latin Amerika'da ABD'nin başını en çok ağrıtan ülke. ABD, ülkenin halkçı ve bağımsızlıkçı Başkan Hugo Chavez'i devirmek için darbe bile tezgâhladı ama kitlesel direniş karşısında başarısız kaldı. Buna karşılık ülkesinin petrol gelirlerini eğitim, sağlık, konut, yeni iş olanakları yaratma seferberliği gibi halkçı politikalar için kullanan Chavez gittikçe güçlendi. Güçlendikçe de, salt kendisi ABD karşıtı bir tutum almakla kalmadı, Latin Amerika çapında ABD karşıtı, ''Bolivarcı'' hareketlere fiilen destek olmaya başladı.

Chavez, ABD'nin baskılarına karşı, petrol ihracatını kesmekle tehdit etti. Arkasından geçenlerde, Venezüella ve ABD orduları arasındaki ilişkiye son verdi, böylece ABD askeri personeli Venezüella'yı terk etmek zorunda kaldı. Chavez, ABD'nin rakipleriyle de ilişkilerini geliştiriyor. Çin'e petrol satarken Rusya'dan, İspanya'dan silah satın alıyor. Küba'ya sağlık hizmeti karşılığında indirimli petrol satıyor. Chavez'in Rusya'dan aldığı 100.000 AK-47 (Kalaşnikof) tüfeğin, Rumsfeld'i özellikle tedirgin ettiği anlaşılıyor (Bu tedirginlikte Irak direnişinin gölgesi olabilir mi?). Tüm bunlar yetmezmiş gibi Chavez şimdi de Latin Amerika çapında El Cezire tipi bir radyo kurulmasına öncülük ediyor; finansal destek sunuyor (Christian Science Monitor, 13/05). TVSUR (Güney Televizyonu) CNN'le rekabet edecek ve ABD propagandasına karşı bir yayın yapacak. Venezüella'nın başkentinde büro açan El Cezire de Latin Amerika'da faaliyete geçmeye hazırlanıyor (Washington Times 05/05).

TVSUR projesinde Bolivarcı bir ruhun etkisini görmek olanaklı. Ama bu ruh bu kadarla da sınırlı değil. Geçen yıllarda Şili , Venezüella, Brezilya, Bolivya, Arjantin, Uruguay, Paraguay ve Ekvador'da sol eğilimli, halkçı ittifaklar hükümete geldiler. Bu halkçı ittifakları hemen her yerde, iktidara, ABD, IMF karşıtı halk hareketleri taşıdı . Şimdi sırada, Latin Amerika'nın ikinci büyük ülkesi ve ABD'nin komşusu Meksika var. Gelecek yıl başkanlık seçimlerini sol eğilimli Mexico City Belediye Başkanı Andres Manuel Lopez Obrador 'un kazanması bekleniyor. Bu hükümetlerin hemen hepsi IMF programlarına ya tümden karşılar ya da bu programları delerek kendi gereksinimleri doğrultusunda halkçı politikalara öncelik veriyorlar.

Ancak bu hükümetleri iktidara taşıyan toplumsal hareketlerin önemli bir özelliği daha var. Bu hareketler Latin Amerika'nın sömürgecilik öncesi sahibi olan sonra mülksüzleştirilmiş yerli halkların (şimdi yoksul köylüler ve işçiler) damgasını taşıyor. Mestizo'nun (sömürgecilerin soyundan gelen melez orta sınıfın, iş çevrelerinin) etkisi giderek zayıflıyor. Bu gelişme tüm Latin Amerika çapında anti-emperyalist-kültürel ve tüm Latin Amerika'da entegrasyonu amaçlayan bir hareketin (Bolivarcı) mayalanmakta olduğunun göstergesi.

Tüm bu gelişmeler, bizim uzun süredir savunduğumuz iki tezi destekler nitelikte: ABD'nin ikinci hegemonya hamlesi, imparatorluk refleksi başarılı olamayacaktır- dolayısıyla çok kutuplu bir dünyadan içeri adımımızı atmış bulunuyoruz. İkincisi, eğer istersek ABD'nin basıncına boyun eğmeyebiliriz.

e.yıldızoğlu

zum
19-05-2005, 16:04
:cheers: Belki de ekonomik,askeri,politik gücünü yavaş yavaş yitiren A.B.D Türkiyeyi yeniden keşfedeceğine, biraz megalo oluyor ama Türkiyeye tutunmaya çalışacağı günler yaklaşıyor gibi.Türkiye belki yakın bir gelecekte güven psikolojisini kazandıkça iç ve dış politikada güçlü hale gelecektir. Çünkü çarklar Türkiyenin lehine dönmeye başladı , ivme giderek de artacak.

FT-2
24-05-2005, 03:37
Varili 380 dolardan petrol (23/05/2005)



Petrol fiyatının 50 doların altına düştüğü şu günlerde bu başlık hayli fantezi bulunabilir. Ancak ardında ciddi bir ekonomik analiz olduğu görüldüğünde gerçekçi olduğu da kabul edilecektir. Geçenlerde tanınmış iki Fransız iktisatçı, Patrick Artus ve Moncef Kaabi, petrol fiyatının 2015'de 380 dolara yükseleceğini iddia ettiler.

Artus ve Kaabi'nin hesabı şöyle: Petrol arzı tahminini enerji konusunda uzman kuruluşlarından alıyorlar. Bu kuruluşlar petrol üretiminin gelecek on yıldaki seyri konusunda görüş birliği içinde. Günümüzde günde 84 milyon varil olan ortalama brüt petrol üretimi 2015'de ancak 100 milyon varile çıkabilecek. Bu kadar az bir artış öngörülmesinin iki nedeni var. Birincisi, son yıllarda petrol fiyatlarının düşüklüğü nedeniyle bilinen rezervleri çıkarmak için çok az yatırım yapılmış olması. İkinci neden, rezervlerin miktarı. Geçen yıl bilinen rezervlerin toplamı 42 milyar varilmiş. Yer altında daha çok petrol var ama bulmak için ciddi harcama gerekiyor. Marjinal maliyet de giderek artıyor. Çünkü yeni rezervler ya okyanusların altında ya da çok derinlerde.

Gerçekçi talep tahmini
Artus ve Kaabi'nin sıra dışı öngörüleri taleple ilgili. IMF, UEA, OECD gibi resmi kuruluşların muhafazakâr talep tahminleri yaptıklarını düşünüyorlar. Resmi kuruluşlara göre gelecekte günlük talep 101-102 milyon varil kadar olacak. Bu hesapla açık 1-2 milyon varille sınırlı kalıyor. Petrol talebinin fiyat esnekliği dikkate alındığında 80-100 dolarlık fiyatın talebi arza eşitleyeceği hesaplanıyor.

Bu tahminin dayanağı, büyüme ile tüketim arasındaki ilişkinin fazla değişmeyeceği varsayımı. Oysa Artus ve Kaabi bu varsayımı gerçekçi bulmuyorlar. Gelişmiş ekonomilere kıyasla gelişmekte olan ülkelerde büyüme, giderek daha fazla enerji tüketiyor. Bu ülkeler dünya ortalamasının çok üzerinde büyüdükleri için de talep artışı hızlanıyor. Bu doğal çünkü gelişmekte olan ülkelerde büyüme sanayiye dayanıyor. Çin'in günlük tüketimi 1998'de 3 milyon varil iken geçen yıl 7 milyon varil olmuş. Kısa sürede 10 milyon varili aşması bekleniyor. Günümüzde ABD'de her 1000 kişiye düşen araba sayısı 800'ü buluyor. Çin'de ise bu rakam sadece 16!

Durgunluk ve çatışma tehdidi
Hesap büyüme-tüketim ilişkisi bölgelere göre farklılaştırılarak yapıldığında, talep 2015 yılında 108 milyon varile, açık da 8 milyon varile çıkıyor. Bu açığı talebi düşürerek sıfırlayacak petrol fiyatı ise 380 doları buluyor. Önümüzdeki yıllarda petrol fiyatı kronik talep fazlası nedeniyle hızla artacak.

Bu gidişat büyük sorunlar yaratmaya aday. Ekonomik açıdan en büyük sorun büyümenin durması. Tahminler petrol fiyatındaki her 5 dolarlık artışın büyümede en az 0,2 puanlık kayba neden olduğu şeklinde. Büyüme düştükçe doğal olarak talep de düşecek. Bu nedenle fiyat 380 dolara çıkmadan dünya uzun süreli durgunluğa girebilir. Durgunluğun toplumsal ve siyasal sonuçları yıkıcı olabilir.

Petrol kıtlığı sadece fiyatı yükseltmekle kalmayacak, petrole ulaşmayı da yaşamsal stratejik hedef haline getirecek. Çin'in hamleleri şimdiden başladı. Petrol havzalarını kontrol, uluslararası düzeyde ciddi gerilimlere neden olabilir. Bu bağlamda Türkiye'nin jeostratejik konumunun bir kez daha altını çizebiliriz. Bela mı? Koz mu? Tartışmaya değer.
s.gürsel

FT-2
24-05-2005, 03:43
Hedge Fonları
Buyrun burdan yakın. Kuzey Ren Westfalya’da seçim kaybetti diye Herr Schröder Ekim’de erken seçim konuşuyor. Parti liderliği kararı vermiş gibi, ama eyalet liderlerine de danışacaklar. Ordan da erken seçim kararı çıkarsa, bizim AB üyeliği denklemine yeni bir bilinmeyen eklenecek. Sosyal Demokratların rakibi Hristiyan Demokrat Frau Merkel ve Herr Stoiber’in Almanya’nın ekonomik sorunlarına getirecek yeni bir çözümü yok, ama bu yüzden olası bir erken seçimde yabancı düşmanlığı pompalanabilir. En azından piyasa bu olasılığı ciddiye alıyor olmalı ki pazartesi akşam üstü hem DİBS hem de Borsa düşük hacimle sağlam bir satış yemişti. Bunu da AB ile aramızda ilerde çıkacak sorunlar listesine kaydedelim ve asıl konumuza geçelim. Son bir kaç aydır uluslararası piyasaların Türkiye’ye etkisi konusunda çok olumsuz bir panaroma çizdim. Bu görüşümü yeniden gözden geçiriyorum. Fed’in yaz aylarında faiz artırımlarında hızlanacağı olasılığı düşüyor, çünkü ABD’de enflasyonist baskılar artmaya devam etse de acil tedbir almayı gerektirecek boyutta olmayabilir. Bu konuda son söz hakkımı Fransız referandumundan sonrasına saklamak kaydı ile, global piyasalarda çok konuşulan başka bir olguya dikkat çekmek istedim, çünkü Fed’in karar parametrelerini etkileyebilir. O da hedge fonlarının durumu. Hedge fonlar, artık herkesin bilgi dağarcığına girdi ya neyse, aslında İngilizce’deki isimlerinin tam tersini yapan kurumlar. Yani, kendilerine para yatıran müşteriye riski yayma hizmeti değil, aksine riski konsantre etme hizmeti veriyorlar. Daha da önemlisi 1 trilyon dolar civarında para yönetmeye başladılar. Dolayısı ile büyük Merkez Bankaları karar verirken bu kurumları da göz önüne almak zorunda. Batı’dan gelen araştırmaların çoğu bu kurumların zor durumu yüzünden Fed’in çok hızlı tabanca çekemeyeceğini öne sürüyor. Bu tez biraz düşünmeye değer, çünkü Fed hedge fonların selahiyetini dikkate alıyorsa, bambaşka bir dünyada yaşıyoruz. Hedge fonları yatırımcıdan aldığı parayı finansal kaldıraçla birleştirerek yatırımlarının gücünü artıran kurumlar. Bunların para kazanması için ya global piyasalarda oynaklığın yüksek olması, ya da bu piyasaların “arbitraj” fırsatları vermesi lazım. Yani, piyasalarda fiyatlama hataları olacak ki, bu fonlar para kazansın. Ama, son yıllarda hem global piyasalarda oynaklık istatiksel olarak düştü, hem de bu oyuna herkes uyandı, para kazanmak çok zorlaştı. Bu yüzden artan miktarda hedge fonu azalan fırsatlara daha büyük borç alarak yatırım yapmaya başladılar. Örneğin, gelişmekte olan piyasa tahvillerine girdiler. Bu az çok risksiz bir oyun sayılır. Nasıl yani diyeceksiniz? Çünkü öteki fikirleri Fed gecelik faizinden borç alıp emtia borsalarına yatırım yapmaktı. Bu arada özel bir parantez olarak ABD yatırım gurusu Warren Buffett’in dolara karşı acaip pozisyon aldığı, yani dolar shortlayıp Euro aldığı söyleniyor, ama ben dedikodu yazarı değilim. Şimdi Fed faizi %3’e çıkıp emtia ve gelişmekte olna piyasalar zortlayınca hedge fonlar biraz zor durumda kaldı. Ve hergün VOP piyasalarında biraz daha para yatıracakları için, emtia toparlanmazsa daha da zor durumda kalacaklar. Londra’dan gelen haberler önemli hedge fonların ciddi zarar yazdığı ve bazılarının kapanıp yatırımcıya parayı iade ettiği yönünde. Bazı uzmanlar bu sene hedge fonların kapnama oranının yüzde 15’lere çıkacağı görüşünü irdeliyor. Bu kapanmalar “batma” şeklinde olabilir, ya da yatırmcıya parayı iade etme şeklinde. Dünya’da getiri eğrisi ne zaman eğimini kaybetse, ya da terse dönse çok ciddi mali riskler oluşur. Çünkü mali kurumlar hep getiri eğrisinin eğiminden ilham alan kurumlardır sonunda. ABD’de, Avrupa’da ve Japonya’da getiri eğrisi ters dönmedi ama iyice yataylaştı. Mali kurumların riskini de göz önüne almanın zamanı geldi. Bence Fed bu kurumların riskini göz önüne alıyor ve çok endişe duyuyor. Bu bizim için iyi, Fed’in hızlı faiz artırmasını istemiyoruz. Ama, ya hedge fonların Türkiye’deki DİBS pozisyonları? Onlara ne olur? İşte o tam bir muamma
atillayeşilada

Saxofon
24-05-2005, 10:21
TIPPING POINTS:
leading to a fall (http://www.financialsense.com/stormwatch/2005/0520.html)
by Jim Puplava
Storm Watch Update
May 20, 2005

FT-2
30-05-2005, 09:21
“Hayır”da Hayır Vardır


Fransa’da dün yapılan referandumda Fransız halkı beklendiği gibi AB anayasasını reddetti. Böylece Fransa’nın Avrupa Birliği içindeki siyasî entegrasyonu derinleştirerek bir Avrupa Birleşik Devletleri yaratma ve bu devletteki nüfuzu sayesinde ABD’ye kafa tutacak bir dünya gücü olma projesi büyük bir darbe aldı.

Fransa AB fikrinin mimarı ve çekirdek AB’nin de facto siyasî lideri. Şimdi bu liderin AB ile ilgili siyasî vizyonuna halkının destek vermediği ortaya çıkıyor. Bu durum devam ettiği sürece Fransız devletinin Avrupa Birleşik Devletleri projesine diğer AB üyelerinin destek vermesi mümkün değil. AB’nin siyasî entegrasyonunun derinleşmesiyle Avrupa Birleşik Devletlerine doğru evrilmesi, buna paralel olarak bir Avrupa Ordusunun kurulmasıyla dünya siyasetinde yeni bir süper gücün ortaya çıkması projesi bugün itibarıyla fiilen rafa kalkmıştır. Böyle bir entegrasyonu derinleştirerek güçlenme vizyonunun ortadan kalkmasıyla AB’nin mevcut haliyle varlığını sürdürmesi bile orta vadede tehlikeye düşebilir.

Fransız halkının anayasaya Hayır demesinin temel sebebi ise Batı Avrupa’nın genelinde olduğu gibi bu ülkede de kronikleşen durgunluk, işsizlik ve refah kaybı. Bu şartlar altında Fransız halkı yurttaşları kendisinden daha ucuza çalışacak, yani kendi işini elinden alacak yoksul ülkelerin birliğe alınmasına karşı çıkıyor. Geçen yıl birliğe alınan 10 orta halli ülke bu konuda bardağı taşıran damla oldu. Bunun üstüne bir de 17 Aralıkta Türkiye’ye kandırmaca da olsa, kalıcı derogasyonlarla kuşa çevrilmiş de olsa bir üyelik vaadi verilince halk çileden çıktı. Doğudan gelip parklarda çadır kurarak “Ne iş olsa yaparım” diye her yana saldıracak barbar sürüleri korkusuna bir de Avrupa’nın Türk’e ve Müslümana karşı duyduğu ırkçı önyargılar eklendi ve Fransız devletinin bütün çabalarına rağmen referandumdan Hayır çıktı.

Avrupa ekonomisinde kronikleşen durgunluk ve işsizlik yapısal sebeplere dayanıyor; yani kısa vadede çözülecek gibi değil. Bu yüzden Fransa kamuoyunda oluşan bu AB karşıtı atmosfer yakın gelecekte tersine dönmez, daha da güçlenir. Onun için, bazı çok bilmişlerin iddia ettiği gibi “Korkmayın canım, yeni bir referandum yapılır, bu sefer Evet çıkartırlar” gibi komplocu öngörülere itibar etmeyin. Zaten Fransa'nın bu işin yakın zamanda düzeltilemeyeceğini, bunun da mevcut AB yapısını bile sarsabileceğini görmenin paniği içinde olduğu ortada. Bu panik yüzünden halkını yatıştırmak için daha epey bir süre üyelik vaadiyle aldatarak taviz koparmayı planladığı Türkiye ile ilgili gerçek niyetini itiraf edip “Türkiye’ye özel statü verelim” demeye başladı. Yoksa Fransa’nın şöyle bir Türk askerini Kıbrıs’tan çıkarmadan, Türkiye’ye Ermeni sınırını açtırıp Ermeni soykırımını tanıtmadan, Güneydoğu’ya özerklik verdirmeden Türkiye’nin önünden üyelik havucunu çekmesi olacak iş değildi. Fakat Dimyat’a pirince gitmeye kalkarken evdeki bulgurdan olma riski belirince beş ay önceki Brüksel hesapları unutuldu ve gerçek niyet ortaya döküldü. Eh, koskoca Fransa’nın da halkına alenen “Yahu biz Türkiye’ye 17 Aralıkta yalandan üyelik sözü verdik. Aslında üye yapmaya vallahi de billahi de niyetimiz yok, korkmayın!” diyecek hali yok ya! 41 yıllık yalanı ayağına dolaşınca hemen baklayı ağzından çıkarıverdi, gayriresmî kanallardan da olsa “Türkiye’ye üyelik yok, özel statü var” demeye başladı.

AB yalanı Türkiye’nin son 10 yılına maloldu. “AB’ye üye olacağız” yalanıyla Türkiye 1996’da Gümrük Birliğine sokuldu; “ihracat patlayacak” denirken ithalat patladı, Türkiye büyüyen cari açığı yüzünden dış borçlanma rekortmeni ve kriz bağımlısı oldu, Türk sanayii ve perakende ticareti Avrupa’nın eline geçti, Türkiye’nin sanayileşme süreci durdu. 1999’da hiç lüzumu olmayan, Rus ruletinden daha riskli bir IMF programı yine AB istiyor diye kabul edildi; sonuç ortada, hâlâ da IMF başımızda. Öcalan AB zoruyla çıkan yasalarla ölümden kurtulup padişah hayatı yaşamaya başladı; Öcalan’ın yeniden yargılanması saçmalığını da birileri yine Türk halkına AB yalanıyla pazarlamaya çalışıyor. Türkiye’nin Kıbrıs Rum Yönetiminin lideri, emekli terörist Papadopulos, anayasasına Türk düşmanlığını yerleştirmiş, açlıktan yok olmak üzere olan Ermenistan’ın başbakanı Türk düşmanı Koçaryan tıynetinde ve seviyesinde kişileri üst düzeyde muhatap kabul etmesi, Kıbrıs’taki hak ve çıkarlarından tek taraflı olarak feragat etmesi anlamına gelen rotalara girmesi, Diyarbakır’da PKK, Talabani, Barzani bayraklarının altında alenen yapılan bölücülük propagandasına devletin seyirci kalması... Bütün bunlar Türkiye’ye AB yalanının arkasına sığınılarak pazarlandı ve pazarlanıyor.

İşte bugün AB yalanının başmimarlarından biri bu yalanı sürdüremeyecek duruma düştü. Bir ikincisi de 19 Eylülde düşenler kervanına katılacak. Bu Türkiye için hayırlıdır. Çünkü yalanın Batı’daki kaynağı kuruyunca oradan beslenen içimizdeki ABcilerin de fitili sönecektir, Türk halkını kandırmaları çok güçleşecektir. Bunun için şimdiden özel statüyü pazarlamaya başladılar ama, daha 17 Aralığın mürekkebi kurumadan üyelik vaadinin özel statü vaadine dönüşmesini Türk halkına açıklamakta çok zorlanacaklardır. İçerideki ABci kuşatmasına rağmen Türk halkını AB yalanından, Türkiye’yi de AB kapısında taviz vere vere yok olmaktan kurtarmanın yolu açılmaktadır, hayırlı olsun.
s.somçağ

FT-2
31-05-2005, 22:23
FİKRET ERTAN

Çekirge sürüleri

‘... Bunlar çekirge sürüleri gibi hareket edip Alman sanayiini, şirketlerini ve istihdamı yiyip bitiriyorlar.
’Bu sözler Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) Genel Sekreteri Franz Müntefering’in ağzından son mahalli seçimler öncesinde çıkan ve Almanya’da şiddetli bir tartışmayı başlatan sözler. Müntefering’in bu sözleriyle hedef aldığı son yıllarda Almanya’ya hızla ve büyük çapta akan yabancı özel yatırımcılar; konuyu daha da netleştirirsek Hedge Fonları denen fonlar bunlar..


Bu fonlar esasen yıllardır tartışma konusu olan, Malezya eski Başbakanı Mahathir Muhammed’in ‘global ekonominin haramileri’, başkalarının da ‘global ekonominin korsanları’, ‘silahşörleri’ şeklinde ağır eleştiriler yönelttikleri herkese açık olmayan çok özel yatırım fonları. Bu fonlarda yer almak için benim bildiğim kadarıyla en az 250 bin dolar yatırmak ve bir-iki milyon dolarlık varlığa sahip olmak gerekiyor.

Müntefering ve daha sonraları Alman Borsası’nın Hedge Fonları’nın baskısı yüzünden işinden olan Başkanı Werner Seifer’in de ‘Bu fonlar Alman ekonomisini kalbine kadar yiyip bitiriyor, parçalıyor’ sözleriyle ağır şekilde suçladıkları Hedge Fonları esasen bir süredir SPD yöneticileri tarafından çok yönlü araştırılıyor, inceleniyor. Nitekim, bunların sonucunda bir grup SPD milletvekili tarafından yapılan, içinde bazı Hedge Fonları’nın adlarının geçtiği 4 sayfalık bir araştırma raporu basına da aksetmiş bulunuyor. Frankfurter Allgemeine Zeitung tarafından yayınlanan listede Kohlberg, Kravis Roberts and Company, Blackstone ve Goldmann Sachs gibi Amerikan fonlarının isimleri var.

Rapor, söz konusu özel fonların Almanya’nın en büyük patronları (yani en çok personel çalıştıran) haline geldiklerini, bu fonların bugün 5000 şirkete sahip olduklarını, 400 bin personel istihdam ettiklerini belirtiyor ve bir yerde şöyle diyor: ‘... Fonların en az 250 milyon Euro’luk yatırım işlemi yaparak bunu 32 defa tekrarladıklarını düşünürsek bunların 28 milyar Euro’luk yatırımda bulunduğu anlaşılıyor.’

Hedge Fonları’nın menşei Amerika. 1940’lı yıllarda Alfred Jones adlı bir akademisyen tarafından ilk defa kurulmuş, 1949 yılında A.W.Jones & Company adıyla faaliyete geçmiş ve 1970’li yıllara kadar devam etmiş ilginç ve çok rizikolu bir yatırım aracı. Jones’ın başarısı yüzünden bu fonların sayısı zaman içinde artmış, fonların sayısı 1970’li yıllarda 150’ye kadar çıkmış. Bu fonların ilk liderleri ya da öncülleri arasında ünlü milyarder George Soros ve Michael Steinhardt da var. Soros, Hedge Fonları işine 1969 yılında Wall Street’te faaliyette olan Bleichroeder & Company bünyesinde başlamış, bu şirketten 1974 yılında ayrılarak ünlü Quantum Fonu’nu kurmuş; gerisi malum, bu fonla milyarlar kazanmış, bugünkü durumuna ulaşmış. Hedge Fonları’nın Soros’tan başka ünlüleri de şüphesiz var; ama onlar Soros kadar ünlü ve zengin değiller.

Hedge Fonları bugün global anlamda muazzam bir mali güç. Sadece Amerika’da bugün 600 milyar dolara hükmediyorlar; global olarak ise 1,5 trilyon dolar kadar bir büyüklükten söz ediliyor ve bunlar dünyayı dolaşıp duruyorlar. Hemen bir örnek vereyim: İngiltere’nin ünlü futbol kulübü Manchester United’ın hisselerinin büyük bölümünü satın alan Amerikalı milyarder Malcolm Glazer’ın arkasında da büyük ölçüde New York merkezli üç Amerikan Hedge Fonu var: Citadel, Och-Ziff Capital Management ve Perry Capital bunlar...

Hedge Fonları, Müntefering ve başkalarının nitelediği gibi ‘Çekirge sürüleri mi, global ekonominin vazgeçilmez büyük aktörleri mi, yoksa başka şeyler mi, söylemesi zor; ama bunların denetlenmesi de şart; nitekim Amerikan Borsa Başkanı (SEC) William Donaldson bile geçen gün Temsilciler Meclisi’ne bilgi verirken ‘Bunların hükmettiği paraların ne kadar olduğunu, bunlarla neler yapıldığını bilmiyoruz. Bu da çok rahatsız edici.’ diye konuşmuştu.

Hedge Fonları kısaca böyle. Daha önceleri başka konularda söylediğim gibi bu konu da araştırmacılarını bekliyor. Onlar nerede acaba?

Saxofon
27-09-2005, 04:02
"Ev fiyatlarındaki bir düşüşün mutlaka ekonomik probleme yol açması gerekmez." - Greenspan http://www.marketwatch.com/news/story.asp?guid=%7BEC0FC574%2D63A1%2D40FB%2DA8C7%2D BD54B661F017%7D&siteid=mktw

Fakat ben aynı kanaatde değilim.

Saxofon
27-09-2005, 23:59
Greenspan bugünkü 21:45'deki konuşmasında uyarıda bulunarak "Piyasalar varlık fiyat balonlarının dizginlenmesinde Fed'e güvenmelidir","Düşük risk primleri sürekli düşemez","Tarihte kredi riskine fazla önem verilmediği dönemleri, terse dönüş ve beraberinde riskli varlıkların değerlerinin düşmesi izlemiştir."

Greenspan warns in his speech low risk premiums can't fall "indefinitely" and says markets should rely on the Fed to curb asset price bubbles. Greenspan says "because people are inherently risk-averse, risk premiums cannot decline indefinitely...Whatever the reasons for narrowing credit spreads, and they differ from episode to episode, history cautions that extended periods of low concern about credit risk have invariably been followed by reversal, with an attendant fall in the prices of risky assets."

Saxofon
28-09-2005, 00:10
Tüketici güveni ve yeni ev satışları gelecekteki ekonomik büyümedeki yavaşlamayı işaret ederek tepetaklak düştü.

Consumer sentiment and new homes both tumble, pointing to a slowdown in economic growth ahead.

http://money.cnn.com/2005/09/27/commentary/column_hays/hays/index.htm

think
11-10-2005, 13:09
Do Low Interest Rates Ensure High Asset Prices?
Robert J. Shiller
Asset prices– stocks, commercial real estate, and even
oil – are, historically, at high levels around the
world. Although history is often a good predictor of
future trends, every now and then something
fundamental changes that makes for a new pattern. The
important question now is whether today’s high asset
prices are the result of some such fundamental
development, or whether bubbles have formed.

One oft-heard justification for high asset prices is
that real (inflation-adjusted) long-term interest
rates are very low. But investors should be wary of
this argument. It may sound plausible, but it is
hardly conclusive, and, more importantly, it certainly
does not tell us that high prices are sustainable.

It is, of course, true that real long-term interest
rates have declined quite markedly – not suddenly and
not only recently, but at a fairly steady pace for
more than twenty years. According to the IMF, world
real long-term interest rates peaked at nearly 7% on
average in 1984, and fell to just below 2% by 2004.
There were some ups and downs along the way, but the
overall trend has been downward, and the magnitude of
the decline – nearly five percentage points – is
striking.

Ben Bernanke, the Chairman of President George W.
Bush’s Council of Economic Advisors and a likely
candidate to succeed Alan Greenspan as the Federal
Reserve’s chairman in January, has called the decline
in real interest rates over just the last decade a
“global savings glut.” It is not that there is “too
much” saving around the world today, but that the
amount of saving has been high enough that returns, as
measured by real interest rates, are a lot lower than
they once were. In a March 2005 speech, Bernanke
argued that this “glut” helps explain several features
of the American economy, possibly including the
enormous fiscal and trade deficits.

Low real long-term rates mean that any long-term asset
that pays, say, $100 a year in real terms would have
been worth a real $1,429 in 1984, when it yielded 7%,
but would have to be worth a real $5,000 now, when it
yields just 2%. A decline in long-term rates of such
magnitude would thus appear to imply massive price
inflation for real assets, justifying the high prices
we are in fact seeing.

Case closed, according to some advocates of pricey
investments.

But there are holes in this case. We have to look at
the reasons that real interest rates were so much
higher 10 or 20 years ago, and think about what that
means, and we also have to look at the broader history
of asset prices and their relation to real interest
rates.

Twenty years ago, real short-term interest rates were
exceptionally high by historical standards because the
major central banks of the world wanted to combat what
was seen at the time as inaction against spiraling
inflation.

It took the courage – or recklessness, depending on
your point of view – of US Federal Reserve Chairman
Paul Volcker to send the world into recession in
1981-2 in order to break the back of inflation. That
recession was destructive, but it had one silver
lining: an inspiration to the world that an
independent central bank can take tough measures to
ensure price stability.

But, while the worldwide recession of 1981-2 brought
inflation down rapidly, nominal long-term interest
rates did not fall immediately, for the world’s
markets were still not convinced. Hence, real
long-term rates remained quite high in the mid-1980’s.
Gradually, with lenders becoming increasingly
confident in subsequent years that low inflation was
here to stay, real long-term interest rates began
heading south.

But this history means that the true real long-term
interest rate was not as high in the 1980’s as our
measures show, because long-term inflation
expectations must have been much higher than the
one-year inflation rate was at the time. Holders of
long-term bonds, for example, must have thought that
inflation would come roaring back after the effects of
the 1981-2 global recession had passed.

The inflation-indexed bond markets were not well
developed in the 1980’s. But we do know that in 1984
the best-developed such market (in the United Kingdom)
was quoting long-term real interest rates of only
around 3% – far below the IMF’s figure.

Even if we were to accept that real rates were
genuinely very high in the mid-1980’s, then the
logical conclusion would be that the stock and housing
markets should have been even lower in the 1980’s, not
that real prices should be very high in 2005.

In fact, if one takes a longer view of real interest
rates in the US, calculated by subtracting the
previous year’s inflation from the nominal government
bond yield, one finds that, while they are much lower
than 20 years ago, they are not low by historical
standards. The average real long-term government
interest rate in 1891-1979 – a period ending just
before Volcker oversaw soaring growth in borrowing
costs – was a mere 1.25%, which is very close to the
real long-term interest rate today.

In short, we simply shouldn’t read too much into the
decline in real long-term interest rates over the last
20 years. Historically, real rates have jumped around
a lot, showing little correlation with asset prices.
Whatever their other benefits, the low rates we see
around the world now hardly amount to insurance
against future drops in asset prices