PDA

View Full Version : Beğendiğim/beğendiğiniz deneme, köşe yazıları, günlük....



COCOR
16-08-2010, 03:13
Nette dolaşırken rastladığım, radyoda veya arkadaşımın günlüğünde okuduğum ilgimi çeken güzel bulduğum yazıları paylaşmak istedim...

Sizin de varsa beklerim...

COCOR
16-08-2010, 03:16
48 Model Doç, Ford Farleyn



Hasta annesini evde muayene etmemi istiyordu. Anlattığına göre annesi astımlıydı, bel omurları çökmüştü ve yatalaktı. Evden çıkması mümkün değildi. Telefonda konu ile ilgili mutabakat sağladıktan sonra gelip beni alacağını söyledi. Bir saat tayin edip telefonu kapattık. Alıcıyı yerine koyduktan sonra “adam amma da sigara-içki içmiş ha...” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Zira telefondaki 60 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim kibar erkek sesi, derinden gelen, hışırtılı ve öksürüklerle kesilen bir sesti.

Mesai bitimine yakın bir zamanda, yani tam anlaştığımız gibi beni almaya geldi. Ayhan Işık filmlerinden fırlamış gibiydi. Briyantinle yatırılmış ve özenle arkaya taranmış yarıdan fazlası beyaz saçlar, üst dudağın üzerinde yarım santim kalınlığında bir çizgi oluşturan siyaha boyalı incecik bıyık, süet ceket ve bordo üzerine bej desenli ipekli fular. Hazırlandım ve birlikte çıktık. Arabasının olmamasına şaşırdım. Bir taksi çevirdi ve arka sağ kapıyı açarak beni oturttu. Hareketleri günümüz insanı için abartılı sayılabilecek türde olmasına rağmen onda sakil durmuyordu. Ön koltuğa oturdu. Taksiciye Feriköy’e gideceğimizi söyledikten sonra hafif yan dönerek kendini anlatmaya başladı. Konuya hemen girmişti ve durmadan anlatıyor, arada boğazını temizleyip sigaradan dertleniyordu. “15 sene 48 model doç kullandım. Her türlü tamiratını ustalarla beraber yapardım. Bizim Feriköy malum amerikancı ustaların yeriydi. Hepsini tanırdım, sokağa girince bir uçtan başlar sırayla muhabbet ederdik. Kiminde kahve, kiminde çay bardağında rakı, kimse duymasın bazısında da çift kağıtlı sarıp içerdik. Tarlabaşı’nda kocaman atölyem vardı o zamanlar, İstanbul’un en baba buzdolabı tamircisiydim. Yanımda iki kalfa çalışırdı, sabahtan akşama eşşek gibi çalışıp akşamları da alemlere akardım. Harcadığım paranın haddi hesabı yoktu. Gittiğim gazinoya bir artistle beraber girsek bana itibar fazlaydı. Garsonlar etrafımda fır döner, bayanların biri gider, diğeri gelirdi. Her akşam benim doç başka bir hatunu misafir ederdi. Aleme çıkmadan önce nikelajlarını parlatır, beyaz yanaklı lastikleri arap sabunu ile silip tertemiz yapardım. Annem evlenmemi istese de parayı bol verdiğimden fazla üstelemezdi. Doç biraz eskiyip havası azalınca satıp ford farleyn aldım, aynı tas aynı hamam bir beş sene daha geçti. Kısacası 45 yaşına kadar o gazino senin bu pavyon benim gezdim. Saçlar beyazlayıp, paralar azalınca biraz aklım başıma gelir gibi olduysa da bu defa Beyoğlu’nun arka sokaklarına dadandık. Aldığım mülkler bir bir elimden gitti. Annemle oturduğum apartmanda 3 dairemiz kaldı. Biz bahçeye girip çıkarız hesabıyla bodrum kata taşındık, iki dairenin de kirasını yiyip kıt kanaat geçiniyoruz.” Burada sustu. Galiba anlatılacaklar da azalmıştı.

Biraz sessizce gittikten sonra Feriköy meydanına geldik. Tam meydanda indik ve buraya açılan sokaklardan birine saparak ilk kapıdan girdik. Apartmanda ilk burnuma gelen hafif bir küf ve eskimişlik kokusuydu. Rahatsız etmiyordu. Sinmiş yemek buharlarının insanın genzini yakan kokusu yoktu. Bodrum kata indik. Arkası bahçeye açılan bir yarı bodrumdu, loştu ve insana ilk bakışta yaşanılabilir bir yer olduğu izlenimini veriyordu. Evin hanımının yattığı odaya geçtik. Bu sırada yerlerin ve bütün eşyaların üzerinin kesif bir toz tabakası ile kaplı olduğunu fark ettim. Muzaffer Bey’in, adı buydu, ayakkabılarımı çıkarttırmama konusundaki ısrarına sevindim. Yaşlı bayan eski tip bir divanın üzerinde oturuyordu. Bacaklarının üzerinde iki kirli yorgan seriliydi. Sırtına da eski tip atkılardan almış ve bir yastığa dayanmıştı. Tanışma ve rahatsızlıklarını sorgulama faslından sonra, muayene için tavır aldım. Zor soluk alıyordu ve genizden gelen bir hırıltısı vardı. Sırtını açmaya çalışırken odada bir başka hırlamalı soluk sesi daha duyduğumu hissettim. Muzaffer bey odadan çıkmıştı, ondan geliyor olamazdı. Kısa bir süre sonra iyice emin olmuştum. Odada bir başkası vardı ve o da astımlıydı. Üstelik ses de divanın altından bir yerlerden geliyordu. Aklımdan hemen seyrettiğim filmlerdeki sahneler geçti. Sakat ve astımlı bir kardeş yatak altına saklanmış olabilirdi. Eve gelenleri bağlayıp soyan astımlı canavar anne-oğullar ile karşı karşıya olabilirdim. Muzaffer bey her an içeri girip boğazıma ekmek bıçağını dayayabilirdi. Yukarıdan aşağı sırtım ürperiyordu. Yaşlı bayanı bir an için bırakıp hole geçtim ve koridordan mutfağa doğru baktım. Muzaffer bey kirli tabaklarla dolu tezgahın üzerine koyduğu bir tabaktan atıştırıp, uzun bir bardaktan rakı içiyordu. Beni görmedi. Hemen geri döndüm ve teyzeyi muayeneye başladım. Diğer hırıltı devam ediyordu ve bana yaklaşmıştı. Korkuma dayanmaya çalışarak muayeneyi bitirdim. Divanın yanı başındaki ince tahta bacaklı, ayaklarının alt uçları demirli, ellili yıllardan kalma koltuğa oturup çantamı kucağıma çektim. Reçeteyi hazırlarken odaya Muzaffer bey girdi ve eş zamanlı olarak da divanın altından çok renkli bir kedi çıktı. Beyaz, siyah, sarı, gri tonlarında olan tüyleri yer yer dökülmüştü ve yaşı oldukça ileriydi. Dehşetli bir hırıltı çıkarıyor, sahibinin ayaklarına sürünüyordu. Evin emektarı olduğunu öğrendiğim dişi kedinin astımı ve karaciğer yetersizliği olduğunu, tüylerinin yaşlılıkla beraber karaciğer hastalığı sebebiyle döküldüğünü anlattılar. Derin bir soluk aldım. Ardından kolay açılır kapaklı şişede kola ikram edildi, ben ağzımın kuruluğu had safhada iken gelen içeceğe saldırdım. Bardakta gelse içer miydim diye düşünürken, Muzaffer bey: “Bu evde ambalajsız hiçbir şey yenip içilmez, farkındayım” dedi. “Annem 85, ben 65 yaşındayım, babam ben ortaokula başladığım sene öldü. Önce sıkıntılı, sonra şaşaalı, sonra yeniden gariban günler yaşadık. Hayattan da bıktık galiba.” Diyerek devam etti.

Hazırlamış olduğum reçeteyi aldı. Özenle katlayıp, cebinden çıkardığı, kendi verdiği isimle ‘akıl defteri’ nin içine koydu. “gidelim doktor, senin yolun uzun” diyerek önüme düştü ve benimle taksiye binerek Karaköy iskelesine kadar geldi. İskeleye yaklaştığımızda hazırlamış olduğu sarı zarfı uzattı. Almayacak oldum. Diretti: “Sen sultanlık zamanlarımıza değil, çulsuzluk zamanlarımıza denk geldin, azsa kusurumuza bakma” dedi. Ağlıyordu ve nefesi alkol kokuyordu. “Yol gösterenimiz de yoktu be annem!” diye içini çekti. Veda edip arabadan indim. Daha sonraki aylar ve yıllarda ne aradı ne de annesinden haber verdi. Duvarlarında sararmış resimlerin olduğu, eşyaları tozlu, çerçeveleri kirden kararmış, kedisi bile hasta olan o evi unutamadım.

(DOKTOR, iktibas.net)

COCOR
16-08-2010, 03:19
Közlenmiş Taze Pancar



1971 senesinde babamın vazifesi sebebiyle Adapazarı’na taşındık. Babam her tayin döneminde olduğu gibi bizi anneannemin yanına yani İzmir’e bıraktı ve yazın sonlarına doğru ayrıldığımız İstanbul’a değil de yeni evimize taşındık. Gözümün önüne ilk gelen evimizin olduğu, iki katlı evlerden müteşekkil mahalle. Şeker Evleri denen bu semt zamanının büyük şeker fabrikalarından olan Adapazarı fabrikasının işçileri için yapılmış. Düzenli sokaklardan oluşan bir yer olarak hatırımda. Burada her evin kendi oturma alanı kadar ya da biraz fazla bahçesi vardı. Birkaç çeşit sebze yetiştirmek 3 tavuk, uyarına gelirse bir de köpek beslemek için idealdi.

Semtin hemen yanında zaman zaman kazanlarından basınçlı buhar boşaltarak ilk günlerimizi korkulu hale getiren şeker fabrikası vardı. Dekompresyon yapılan zamanlarda gemi düdüğü ile siren sesi arasında bir ses çıkar, özellikle gecenin ilerleyen saatlerinde olursa irkilirdik. Çoğunun babası fabrikada çalışan mahalle arkadaşlarım arasında, adeta bir şehir efsanesi gibi, eğer kazanlardan biri dahi patlayacak olsa mahallenin ortadan kalkacağı konuşulurdu. Bu da benim çocuk hislerimi derinden etkiler ve kazan patlaması sonrasında sağ kaldığımı ve yıkıntılar arasından ailemi kurtarmaya çalıştığımı hayal ederdim. Dokuz yaşındaydım ve memleketin durumu karışıktı, Raf marka spor ayakkabı, markasız kumaş pantolon ve annemin ördüğü kazaklar ve süveterleri giyerdim. Tercüman Gazetesi okurduk, radyodan öğrenci olayları, sıkıyönetim, dev-genç, Faik Türün, Memduh Tağmaç, Semih Sancar kelimeleri kulaklarımda kalmış. Belki hatırlamaya çalışsam Ferit Melen ve Sadi Irmak hükümetlerini ve muhtıra günlerini de gözümün önüne getiririm. Bir sonraki seneden aklımda kalan da Faruk Gürler ve Tekin Arıburnu isimlerinin cumhurbaşkanlığı seçiminde çekişmeleriydi. Babam ilk tur sonrasında Faruk Gürler seçilemeyince 'hah!' diye yüksek sesle sevinmişti. Başka hiçbir sevinç sözü söylememesine rağmen gözlerindeki ve yüzündeki sevinme ifadesini hiç unutamam. Fahri Korutürk cumhurbaşkanı yapıldığında da 'teheey!' demişti. Aradan geçen yıllardan ve bir savaş, bir ihtilal, sayısız askeri yazılı-sözlü müdahale ve parti kapatmadan sonra bu nida ne manaya gelir öğrendim.

Mahallede hiç arabası olan yoktu. Babamı getirip götüren askeri araçlar ilgi çeker, ben de çanta-bidonların ne kadar benzin aldığını ve jiplerin üç vitesli olduğunu anlatarak arkadaşlar arasında hatırlı bir yer elde ederdim. Evlerin hemen bitiminde mısır tarlaları ve fasulye-domates bostanları başlar, bazen buralara gidip taze ürünleri göz kararı hesaplaşarak alırdık. Patates ganimet gibiydi ve kızartması bambaşka güzel olurdu.

Her yerde boş arsalar ve su birikintileri vardı. Evin hemen dibindeki bir gölcükte binlerce kurbağa yavrusu koca siyah kafaları ve başa direkt bağlı kuyruklarıyla yüzerlerdi. Büyüklerin konuşmalarında siyaset, öğrenci olayları, örfi idare yanında bir başka temel konu vardı: Zelzele.

Deprem demeyi sonradan öğrendiğimiz bu tabii hadise biz gelmeden 3-4 sene kadar önce bu şehri vurmuştu. Bizim yerleştiğimiz esnada tedirginlik ve yeniden imar çalışmaları sürüyordu. Çocuk aklımda kalan bu şehirde iki, bilemedin üç kattan fazla yapı olamayacağıydı. Hatta bazı teyze ve amcalar daha da ileri gidiyorlar bu şehrin birkaç metre altında yer altı gölü olduğunu ve bunun üzerinde yüzer durumda yaşadığımızı anlatıyorlardı. Önceleri çok korkardım. Aradan bir zaman geçip de etrafımda bir arkadaş gurubu olunca, oynayacak bir de plastik topumuz varsa, korkulara yorgunluk galip gelir akşam yemeği sonrasında sızar kalırdım. Bazen sabaha karşı gördüğüm rüyalarda evlerin altında olduğunu hayal ettiğim göl yüzeye çıkıp evlerimiz birkaç metre aşağıya göçer, bazen de bahçemizden su fışkırırdı. Her evin bahçesindeki emme-basma tulumba yeraltındaki suların ispatıydı ve biz tayin olmadan şu deprem olmasa iyi olurdu.

Zelzele biz oradayken bir kez yokladı ama her şeyi ile gelmedi. Üçüncü senemizde benim güvenli olduğunu zannettiğim İzmit’e taşındık. Deprem rüyalarım giderek seyrekleşti ve futbol kariyerimde ilerlemeye başladım.

Yıllar sonra Adapazarı’na gittiğimde beş hatta altı katlı binaları gördüm ve çocukluk düşlerim aklıma geldi. Bu binaların depremde sağa-sola yatmış hallerini düşündüm ve 'artık bu şehirde hiç kalınmaz' kararına vardım. Gidişimden 3 sene kadar sonra yer sarsıntısı o gördüğüm binaları ya yıktı yahut yana yatırdı. Bazı yerlerde beton yığınları jöle kıvamındaki toprağa gömüldüler. Bizim mahalledeki iki katlı evlere bir şey olmadığını, yan sokaklarda evlerinin üzerine kat çıkanların yıkıntı altında kaldıklarını öğrendim.

O günlerdeki arkadaşlarımdan kimler kaldı, kimler başka şehirlere göçtü bilemem. Ama bir şeyi hiç unutamam: Yaz sonunda artacak şekilde şeker fabrikasına pancar getiren traktörler arka sokağımızdan geçerlerdi. Bir traktöre bağlanmış iki bazen de üç römork pancarla dolu olurdu. Kantar sırasında bekleyen traktörlere yaklaşır ve şoförden bize iri bir pancar vermesini isterdik. Hemen hiç biri bizi kırmaz büyüklerinden bir ya da iki pancar atardı. Önceleri kabuğunu soyup çiğ yerdik. İğrençti. Sonra arsada ateş yakıp közlerin arasına gömerek pişirmeyi öğrendik. Közlenen pancar biraz yumuşak, garip kokulu, genzi yakıcı tadı olan, sulu bir hâl alırdı. Yerken damağımızı haşlardık. Yedikten sonra da hafif bir gaz ve karın ağrısı yapardı. Tatlı da değildi, acı da... Yine de yerdik...

Bu memlekette yaşamak gibi...

(DOKTOR, iktibas.net)

COCOR
16-08-2010, 03:26
Kozmik Deprem Senaryosu

Ahmet Faruk Yağcı - 9 Mart 2010

1969 sonbaharı olmalı. Babamla birlikte Fatih Caddesi'nin Malta çarşısına yakın kısmında Pirinççi Sinan Camii'nin karşısındaki sakallı berberdeydik. Devamlı berberimiz her zamanki gibi kolçaklar üzerine çocuk tahtasını koyup, koltuk altlarımdan kavrayarak üzerine oturtmuş, beyaz örtüyü boynumda dikkatlice iğnelemiş ve saçlarımı kesmeye başlamıştı.

Şalvarlı, yakasız gömlekli ve uzun sakallı, yuvarlak gözlüklü, sohbeti bol bir amcaydı. Canımı en çok sıkan "büyüyünce ne olacaksın?" sorusunu sorup cevap beklemeden "doktor ol, doktor!" diyen yetişkinlerdendi.

Yine de ona gitmeyi severdim, makineleri saçımı çekerek canımı acıtmaz, kafamı eliyle iterek öne eğdirmez, emir kipli sözlerle yönlendirirdi. O gün de alışılageldiği gibi ensemi makine ile almış, tepedeki kıvırcıklarımı ıslatıp makasla kısaltmaya başlamıştı.

Amerikalıların aya çıktığına inanmıyordu. Babam ısrar edince "çıksalardı zulmet olurdu, bakın kamerin ziyasına nasıl da nurlu parlıyor" diyor, babamı gülümsetiyordu. Babamın elinde patates baskılı bir gazete (muhtemelen Bugün) vardı. Aynadan berberin aslında sağ olan ama sol görünen elinin hareketlerine bakarak eğleniyordum.

Anlatmakta zorluk çekeceğim, ancak içimden buz gibi bir sıvının aktığını hissettiren bir uğultu duydum. O anda aynada berberin dehşet içindekini yüzünü gördüm. Tezgâha makası atışını, hızla dışarı çıkışını, kulağımda patlayan "Allahuekber!" sadasını, koltukta dalgalı denizde gibi sallanışımı, ayağa kalkan babamın koltuk altlarımdan tutup göğsüne bastırarak beni dışarı alışını, evlerden fırlayan insanların o zaman henüz restore edilmemiş olan yıkık camii önünde diz çöküp yüksek sesle dua edişlerini bugün gibi hatırlıyorum.

Ortalık bir anda mahşer yerine dönmüştü. Kadınlar ağlıyorlar, çocuklar çığlıklar atıyorlardı. Babamın eline sımsıkı sarılmış bacaklarının dibinde bu sahneyi seyrediyordum. Beyaz berber örtüsü halen boynumda iğneliydi ve ıslak başım üşüyordu.

Ne kadar vakit geçti bilmiyorum, dükkâna geri döndük. Koltuğa tekrar oturtuldum. Babama doğru dönen berber amca "çok büyük zelzeleydi" dedi. Babamın halen dudakları kıpırdıyordu. Ses çıkartmadı.

Traşım bitti. Eve doğru yola çıktık. Evimiz hepi topu altıyüz metre mesafede, Çarşamba'daydı. Yürüdüğümüz sokaklar insan seliydi. Hava kararıyordu. Evlerde radyolar son sesinde açılmıştı. Açık camların önünde küçük gruplar halinde insanlar haberleri bekliyordu.

Annem başında beyaz mermerşahiden namaz örtüsü ile kapıda karşıladı. Rengi kireç gibiydi. Bana sarılıp ağlamaya başladı. Babam evin odalarını gezerek duvarlara, köşelere, pencere kenarlarına baktı. Bir kaç kere "maşallah!" dedi. Sofranın hazır olup olmadığını sordu. Annem kafasını olumlu şekilde salladı.
* * *

Aradan ilköğrenim, ortaöğrenim geçti. Berber ve cümle ahalinin isteği gerçekleşme yoluna girdi ve Tıp Fakültesi'ne gitmeye hak kazandım. İlk üç sene güzel geçti. Çalışkan sayılırım. Okulumdan memnunum. Üçüncü sınıfın final döneminde Mikrobiyoloji sınavındayız. 1983 yılı Haziranı. Nasıl lokum bir sınav. Soruların tamamına yakınını yapmışım. Köşegenimde oturan, şimdilerde aynı fakültede profesör olan arkadaşım Fehmi Tabak'a elimle "mis... mis!" manasına gelen işareti çakmışım. O da göz kırparak karşılık vermiş. Keyifler gıcır.

Birden anfinin blok halindeki sıraları sallanmaya başladı. Binanın birinci bodrum katındaki küçük anfideyiz. Bir nevi yerin dibi. Derken duvarlar çatırdayarak hareket etmeye başladı. Kısık sesle besmelemi çektim. Kendimi sallantıya bıraktım. Yumuşak salınım hareketleri sert bir vurma ile doruğa ulaştı ve yavaşlayarak durdu. Ellerim titreyerek son soruları da yaptım. Gözetmenimiz de çıkmamıştı. Hemen kâğıdımı verip fırladım. Merdivenleri koşarak çıktım. Önce zemin seviyesine, sonra da cümle kapısından dışarıya.

Dışarıda o tanıdık kalabalık karşıladı beni. Gülümsemeye çalışan insanlar. Gözlerde bulutlu bakışlar. İlle de depremden konuşarak korkuyu atma isteği. Eve gidiş. Yatarken duvarlarda göz gezdirme ve içe yerleşen, günlerce sürecek olan o korku...
* * *

Ortak hafızamızda yer eden son büyük felâket 17 Ağustos depremi. Gece yarısı dipten gelen o uğultu ve itme hissi ile uyanmak. Bir ömür uzunluğunda süren o sarsıntı. Sekizinci katta olmanın teslimiyetçi hisleri. Sonra yaşadığına sevinmek. Şehrimizdeki kabul edilebilir hasar. Çevreden alınan korkunç haberler. Günlerce uyku uyuyamama. Her seste irkilme. Aylarca süren tedirginlik.
* * *

Son aylarda dünyanın birçok yerinde şiddetli depremler oluyor. Haiti, Şili, Sumatra derken bu günlerde Elazığ-Karakoçan'da deprem yaşandı. Kerpiç evler yıkıldı. İnsanlar öldü. Tatbikat gibi hızla müdahale edildi. Enkaz kaldırmasından sağlık yardımlarına kadar olabildiğince hızlı bir çalışma gözlendi.

Buraya kadar güzel. Ya daha büyük şehirlerde çok şiddetli depremler olursa ne olacak? Konuyla ilgili sayısız gazete haberi okuduk. Neymiş? Japonların 7.5 Richter büyüklüğündeki İstanbul depremi senaryolarına göre şu kadar bin insan ölecekmiş, şu kadar insan evsiz kalacakmış, şu kadar yangın olacakmış. Su borularının yüzde bilmem kaçı çalışmaz hale gelirken, doğal gaz hatlarında yüzde filân kopma yaşanacakmış. 7.0 Richter şiddetindeki depremde ise...

Her sabah penceremden şehre bakarken yıkık olmadığına şükrediyorum ve olası bir depremde ölenler, hastanelik olanlar dışında sağlam kalanlar için ne tedbirler planlandığını merak ediyorum.
* * *

Büyük yıkımlarda en önemli problemlerden birisi de sonrasındaki asayiş zaafı. 19 Ağustos depremi sonrasında devletin müdahalesi gecikmişti hatırlarsanız. Bu dönemde bölgedeki yıkıntıların kötü niyetli insanlar tarafından dolaşıldığını ve -kendilerince- ölenlerin işine yaramayacağını düşündükleri malzemelere el koyduklarını hepimiz biliyoruz. Şansımız, iyi niyetli insanımızın çokluğunda. Ölümcül olabilecek yağma ve el koyma hadiseleri fazla yaşanmadı. İnsanlar yakınlarını korudular. Bir şekilde güvenlik sağlandı. Sosyal bir felâketin kıyısından dönüldü. Yine de anlatılan korkunç tanıklıklar var. Yukarıda ismi geçen sınıf arkadaşım Fehmi Tabak'ın yıkılmış, elektriksiz Adapazarı'nda bir gece vakti enkazları sessizce dolaşan gölgeleri anlatması ve yaşadığı korkuyu betimlemesi, dinlediğim anda benim de kanımı dondurmuştu.

Yukarıdaki deprem senaryolarının en kötüsünde tertip ve düzenin nasıl sağlanacağını çok merak ediyorum. Sağ kalırsam günlerce ailemden uzakta kalıp, gece gündüz insanlara yardım etmeye çalışmam gerekecek. Bu esnada belki görece güvenli bir ortamda olacağım ama ailem, yakınlarım, mahallem, evim nasıl bir tehdit altında olacak düşüncesinden kendimi alamıyorum.

Kozmik bürolarda mutlaka büyük İstanbul depremi müdahale senaryosu da olmalı. Hangi birlik hangi yolları tutacak, hangi bölük hangi mahallenin güvenliğini sağlayacak? Seyyar hastane ve fırınlar nerelere kurulacak? Oluşabilecek "suç mangaları" nasıl engellenecek?

Afet koordinasyon merkezleri ile askeri merkezler nasıl eşgüdüm halinde olacaklar? Halka yapılacak duyurular hangi elden ve hangi yollarla yapılacak? Kısacası akla gelebilecek onlarca soru ve bunların cevaplarını bilme isteği.

Bir afet planı mutlaka var. İşte bunun ana hatlarını bilmek, afet esnasında vazife alacaklar, koruyacaklar ve korunacaklar ile korunulacakların bilinmesi demek. Elbette kamuoyuna detayları açıklanmasın ama bu esnada uygulanacak detaylı bir planın varlığı da ilan edilsin.

Örnek verecek olursak, bir tıp mensubu olarak bana "olası bir afet halinde şu kadar saat içinde hastanenizin acilinde olacaksınız" şeklinde bir tebligat ulaşsa gönlüm daha bir rahat olacak. Bu tebligatın benzerlerinin memurinin cebinde, garnizon komutanında, emniyet müdüründe, mülkî erkânda, diğer doktorların ceplerinde olduğunu bilmek de beni ferahlatacak.

Afet anında ilk şoktan sonra hayatta kalan kritik personelin hemen kozmik plandaki yerini alacağını bilmek istiyorum. Hadımköy'den kalkan ZPT'lerin köşe başlarını tutacağını bilmek, mahallemde muhtarın polis ve site güvenlikleri ile eşgüdüm halinde çalışacağını düşünmek benim için çok önemli. Yararı tartışmasız bir kriz planı yapılırsa ancak bu konuda yapılır.

Muhtemel ciddi afet halinde karadüzen davranılmayacağını büyüklerimiz ilan etsinler istiyorum. Ve gecelerini bu senaryolarla uykusuz geçiren büyüklerimiz olduğunu umuyorum.

(derkenar.com)

COCOR
16-08-2010, 03:29
A. TURAN ALKAN
[email protected]

Sfenks'in sorusu, Heron'un gözleri...

Heron'un gözlerine bak komutan; kerâmet sahipleri gibi cübbenin yenleri içinden garip sûretler gösteriyor bize. İçimize kezzap damlıyor, çocuklarımız ikiye bölünmüş, ölümüne askercilik oynuyorlar, sen bakıyorsun, sadece bakıyorsun, hep bakıyorsun!

Seyrediyor musun sahi, kaçırma bakışlarını; Heron'un gözlerine bak!

Boşver önündeki terfi dosyalarını; Heron'un gözlerine bakamıyorsan kapat gözlerini, kendi içine dön; rûhunun içine bak, kendi derinliğine gömül, vicdanını fiskele... Say ki tâ be kıyâmet terfî ettin, terfî ettirdin, asker kişi dosyalarını masana yığıp "Bunların kaderi ve hayatı benim elimde" diye gururlandırdın. En zengin, en güçlü, en cabbar sen ol. Hükümetler titresin beş yıldızlı apoletlerinin önünde. Karargâhına iliştirilmiş yarı muvazzaf gazeteciler, alnının her kırışığından farklı tehdit mesajları okusunlar; keyiflen şöyle, rahatla ama dalıp gitme sakın...

Uzun yol şoförlerinin ara sıra başına geldiği gibi bakar görmezlerden olma; çimdikle kendini. Bak, yaşta kuruları ıslatmayım derken neler olmuş neler?..

Askerlerini, çocuklarını öldürüyorlar komutan; bana bakma, Heron'un gözlerine bak, göreceksin! Heron alımının ihâleye çıktığı güne lânet okumak neye yarar? Heron'un vicdanı, aklı, kibri, inisiyatifi yok komutan; görmüyor, gösteriyor; hissetmiyor hissettiriyor bu kalpsiz müşir iğnesi!

Biri bizi gözetliyor evi gibi seyrediyoruz demişti vaktiyle birisi -kimdi o sahi!- Meğer doğruymuş be, BBG evi gibi seyretmişsiniz olup biteni yahu. Biz de seyrediyoruz şimdi internet sitelerinde. Sizin gibi derin bir vukuf fakat buzdan bir vicdanla değil ama, tâbir caizse kurbanın bıçağa baktığı gibi bakıyoruz; canımız acıyor, boğazımız düğümleniyor, yutkunamıyoruz bile.

Mutlaka sahte görüntülerdir bunlar değil mi komutan? CIA'nın, MOSSAD'ın, Alman ve İngiliz gizli istihbarat servislerinin belki de Yüzüklerin Efendisi filmindeki alçak büyücü Sauron'un işidir; sizi karalamak, itibarınızı kırıp, o güzelim tabirle asimetrik psikolojik harekât yürütmek için uydurmuşlardır o hokus-pokus video kayıtlarını.

Bakınız, ne güzel izah ettim netekim; bu görüntüler gerçek olamaz; gerçek olsa bizim erkân-ı harbiyemiz bir lâhza yerinde durmaz ki zaten. Cehennemler kudursa, gökler çatlasa, sarsılmayan azmiyle çelik kal'aları eritir, yıldırımlar yaratır, kartallardan kanat ödünç alıp hışım gibi inmez mi pusudaki kuzularımıza yaklaşan alıcı kuşların tepelerine?

Lâfa gelince nasıl gürlüyoruz değil mi komutan; edebiyatın bini bir para bizde...

Evet evet, sahtedir o görüntüler, tarikatçi, cemaatçi, Sorosçu takımı doları basıp yaptırmışlardır o görüntüleri sanal laboratuvarlarda. Zaten Hantepe'de bir karakolumuz hiç olmamıştır, o gece Heron'un gözleri tepelerindeyken aşağıda üçer beşer avlanan çocuklarımız da hiç doğmamışlardır analarından; anaları taş mı doğurmuştur acaba o kuzuların yerine?

Lânetle şunları komutan; yalandır de, psikolojik harekâttır de, dağ başlarındaki dandik karakollara yolladığın çocukların hukukuna da, darbe zanlısı devrelerini koruduğun kadar olsun sahip çık biraz. Gürle be; bunlar iftiradır, kâğıt parçasıdır, borudur de...

Bize yeni bir şey söyle komutan. Bize bu işin içinde başka işler olduğunu söyle; bizi inandır, istersen kandır, hatta, "Siz anlamazsınız, bu işler bildiğiniz gibi değil, her gördüğünüze inanmayın" de, inanmayalım...

Geldin gidiyorsun fakat eyvah, üzerinde ağır kul hakkıyla gidiyorsun. Olmadı, hiç olmadı. İnsan başlı, arslan gövdeli Ebülhevl'in (Sfenks) sualine sen de cevap veremedin. Çekeceğin ceza, Heron'un gözlerine bakmaktır bundan sonra; tâ be kıyâmet!

COCOR
16-08-2010, 04:21
Tıp Öyküleri


Ünzile ya da Leyla


Ünzile ya da Leyla Çok yerde rastladım bu kıza. İsimsiz bir kızdı aslında. Bakışlarından anlıyordum o olduğunu. İlkokul üçüncü sınıfta iki ay okuduğum kasaba ilkokulundaki ismi Saniye idi. Yanaklarında güneş lekeleri, uçları kırık ve dağınık sarı saçları, kirli yakalığı ve parlak tiftiklenmiş kumaştan önlüğü vardı.
1972 senesiydi. Muhtıra sonrası aylarıydı. Saniyenin dersleri de defterleri de berbattı. Daima camdan dışarıya uzaklara bakardı... Sesi güzeldi. Bazı derslerde öğretmen bize kazık sorular sorar, ona da şarkılar söyletirdi. En güzel söylediği şarkılar o zamanlar meşhur olan “elveda meyhaneci” ve “uykuda mısın sevgili yarim, uyan” isimli parçalardı. Konuşurken kısık olan sesi şarkı söylerken açılıyor ve içime işliyordu. Bir çiftçi ailesinin kızıydı. Ayaklarında kara lastiklerle ve sapı kopmuş bir çantayı koltukaltında taşıyarak okula geliyordu. Beslenme saatinde çantasından yufka ekmekle peynir çıkartıp yiyordu. Saniye sık sık hayallere dalıyordu ve bazen de yüksek sesle “abam bana ayakkabı getirecek, abam bana çorap alacak” diye bizimle paylaşıyordu. Yeni ayakkabısını görmedim ama daha sonraki senelerde her memlekete gidişimde büyüyen serpilen, ortadan az uzun boylu, sarıya yakın kumral uzun saçlı , hep hayalde gibi yürüyen Saniye ile karşılaştım. Üniversiteyi kazandığım sene babaanneme onu sorduğumda “yavrum Keskin’e gelin gitti” dedi. Kocasının güzel çoraplar alabilen bir adam olmasını diledim. Hayallerinin de ayakkabı çoraptan ileri gidebilmesini.

Ortaokulda sınıf arkadaşım olan Türkan vardı bir de... Tombuldu, kısaydı, köşeli bir yüzü, kumral ve omuzlarına dökülen saçları vardı. Hülyalıydı. Dalıp giderdi çoğu ders boyunca. Babası Almanya’da idi ve Türkan annesiyle yaşıyordu. Etrafın söylediği, babasının bir Alman kadınla evlendiği ve maddi destek dışında buradaki ailesi ile ilişkisini kestiğiydi. Türkan sentetik beyaz gömlekler, bizim ülkemizde olmayan renk göz alıcı hırkalar, okul dışındaki zamanlarda da ayak tabanında köprüsü olan lasteks pantolonlar giyerdi. Bir de üzerinde rengarenk horoz olan boya kalemi takımlarını ve kabartmalı plastikten defter kaplarını hatırlıyorum. Türkan’ın bütün hayali babasının gelip kendini Almanya’ya götüreceğiydi. Öğretmenler dersi dinlemiyor diye onu ön sıraya oturturlardı. Hemen arkasındaki sırada ben ve Güler otururduk. İkimiz acar öğrencilerdik ve Türkan sık sık arkaya döner ve yetiştiremediği notları bizim defterlerimize bakarak yazardı. Boş derslerde de bize dönerek babasının yanına gidip bu hayattan kurtulacağı hayallerini bıkmadan anlatırdı. Oradaki istasyonları, evlerin güzelliğini, babasının ona ayrı oda açacağını dinlerdik çoklukla.Hepsi birbirine benzer hayallerdi. Kendine ait bir oda ve sevildiğini bilmek.Ötesi de yoktu..

Şima Demir McGregor’ ın yolladığı Leyla’nın hayallerini dinleyince, Saniye ve Türkan ile birlikte Sezen Aksu’nun meşhur Ünzile şarkısını hatırladım. Hani şarkıdaki kız yağmuru kimin döktüğünü merak ediyordu. Ve dünyanın köyün en son çitinde sona erdiğini zannediyordu.. Erkenden kocaya verildiğini anlıyorduk şarkıyı dinlediğimizde ve birkaç koyun karşılığında olduğunu anlıyorduk bu işin. Zincirleme olarak aklımdan Saniye ve Türkan görüntüleri geçti. Hüzünlendim. Hayal kurmayı seven birisi olarak içlendim. Aşağıda Şima Demir McGregor’ dan Leyla’nın hikayesi...

Leyla

Aile sözlüğümüzden sıkı kelimelerdendir. Şöyle ki: Bizim eski apartmanın kapıcısının bir sürü çocuğu vardı. Çoğu aklı başında ama bir tanesi hepten safça bir kız. Onun adı Leyla idi. Kapıcının en güzel yanı, kendisinin zayıf, karısının tombul mu tombul olması ve bu kilo ile öyle hoş cilveli gezmesi idi.. Kari koca dünya umurlarında değil, itişip kakışır ve cilveleşirlerdi her yerde.. Buradan bize kalan da : “ne o kapıcılar gibi” deriz..Aile içinde birbirimizi çimdikleyerek ittirerek sevmeye kalktığımızda..

Her neyse bu Leyla her daim hayal kurardı. Kızıl saçlı bir kızcağız. Tam bir köylü sağlıklısı.. Hayallerini bize anlatır dururdu..Hayallerinde adamlar ona tavuk alırdı. Evet doğru okudunuz; hayalinde hep adamların ona tavuk aldığını söylerdi. Beni çok seviyor, bana tavuk alıyor diye. İşte bize böyle övünür dururdu.

Şimdi ne zaman kendimizi saf bulsak, ya da birileri bizi kullanıyor desek , veya hayalperest takılsak hemen söyleriz.. “bana tavuk alıyor.. Beni çok seviyor” diye..Benim kullandığım “tavuk alıyor” kısmı, annemin bana kullandığı ise “Kızıııım, Leylaaa” dır.. Ki takılır gideriz işte..

Uysa da uymasa da devam edeyim.. Leyla’ya dair: Bunu bir evlendirdiler..Başlık almadık, “indirdik-bindirdik” dediler.. Ne olduğunu sonra öğrendik. Leyla’yı evlendirdikleri adamın kız kardeşini de oğullarına almışlar. Böylece indir-bindir, başlıksız geç git hali.. Leyla kocada durmadı.. Geri geldi.. Ama ne oldu bilinmez. Ve içime dert olan, anama geçen gün sorduğum: “Anne, Leyla bu kadar tavuk seviyordu da neden biz alıp ona tavuk vermedik?”.. Annemle ikimiz de “hakikaten ya!” deyip orada bıraktık..

Şimdilerde ne zaman biraz pasaklı, biraz hülyalı bir kız çocuğu görsem, hele de hali vakti yerinde olmayan bir ailenin çocuğu ise, Saniye’yi, Türkan’ı ve ille de Leyla’yı hatırlıyorum. İçimden “aman kızım, az oku, bir şeyler öğren, hayallerindeki adamın sana tavuktan başka şey almasını iste!” diyorum..

Dr. Ahmet Faruk Yağcı

*Aba: Anne

http://www.erecete.com/TipOykuleri.asp

COCOR
16-08-2010, 04:26
Tıp Öyküleri


İlk İstanbul hatıralarım - Göçebelik



İlk İstanbul hatıralarım Fatih semtinde, Malta çarşısına yakın dar bir sokaktaki evimizin penceresinden gördüğüm görüntüler. Yaşım üç olmalı. Demirli pencereli evin penceresinde oturup ayaklarımı aşağı sarkıtıyor ve gelip geçene laf atıyor olmalıyım. Yoğurtçu geçiyor, ip atlayan devasa kızlar var, uzun saçlarını sallıyorlar. Sokağın ilerilerinde bir kocaman kırmızı kamyonet. Bu sokakla alakalı daha ileri bir hatıram yok. Gençlik senelerinden itibaren aynı sokağa defalarca gittim ve her defasında bebeklik günlerimde oturmuş olduğum pencereye baktım. Sokakta ip atlayan kızlar gözümde gitgide küçüldüler. Yoğurtçular kaybolalı yıllar olmuştu...

En renkli anılar yine aynı semtin başka bir mahallesindeki evimizden. Evimiz diyorsam hepsi de kira evi işte. Birkaç seneliğine evimiz oluyorlar ve sonra da başkalarının...Bu evin çocuk boyutlarına göre dev sayılabilecek bir arka bahçesi ve bahçenin bitiminde dizi dizi kömürlükler vardı. Beş daireye beş kömürlük, tahta kapılı, beton damlı. Ortadaki toprak alanda oyun oynamak çok zevkliydi. Paslı beton çivileri, eski borular, tahta parçaları, kulpu kopmuş alüminyum tencere kapakları, ortak kullanılan bir plastik oyun kovası, bir tane ucu körelmiş keser. Hayal dünyasının sınırları bunlarla zorlanarak bin bir çeşit oyun oynanabiliyordu. Bir de duvarın alçak yerinden üzerine çıkıp, kömürlüklerin damına tırmanmak ve oradan toprağa atlamak. Bu daha büyük erkek çocukların işiydi ve bu evden taşınmadan o büyüklüğe gelirsem ben de atlamalıydım. Fazla beklemedim ilkokula başladığım sene bunu yaptım. Bir yerim kırılmadı ama ayağıma paslı bir teneke parçası girerek bolca kanamasına sebep oldu. Çok bilen komşu teyzeler tentürdiyotlu pamuk basıp sardılar ve bir hafta gece gündüz çoraplarımı çıkartmayarak hadiseyi babamdan sakladık.

O senelerde erkekler evin tek hakimiydi ve yolunda gitmeyen şeylere en azından surat asarak negatif tepkiler verirlerdi. Ve o yıllarda kadınlar kocalarını uğurlarken sefertaslarını hazırlar, omuzlarına elleriyle ördükleri atkıları yerleştirdikten sonra paltolarını tutarak giydirirler ve yakalarından kaşkolun ne kadarının taşacağını ayarlayıp uğurlarlardı. Bıyık olmazsa olmazdı ve sakal tıraşı olmadan çıkmak çok ayıptı. Yine aynı mahallede bir başka eve taşındığımızda ilkokul ikinci sınıfa gidiyordum. Taşındığımız apartman arka cepheden kocaman bir boşluğa bakardı. Burası gündüzleri çocukların akşamüzerleri de gençlerin oyun alanıydı. Gündüzleri irice taşlarla kaleler kurup futbol oynadığımız alan akşamüzerleri 20 li yaşlarına yeni varmakta olan erkek ve kızların yakantop ve istop oyun sahası olurdu. Karışık oynanan bu oyunların cinsel anlamlar içerdiğini elbette bilemezdim ama balkondan seyrederken yine de heyecanlanırdım. Kızların en güzeli Sula adlı rum kızıydı ki kendisini yakından görmek üzere yoluna çıkmışlığım, sekiz yaşımın utangaçlığında başımı öne eğip kıvırcık saçlarımı okşatmışlığım vardır. Sula ve yıllar sonraki karşılaşmamız bir başka yazının konusu olacak. Daha sonraki senelerde sırasıyla Adapazarı ve İzmit’de, yeniden İstanbul’da, sonra Erzurum’da evlerimiz oldu. Ev sahipleri ve sahibeleri ile aramız hep iyiydi. Babam kirayı ayın ilk günü götürür, asla sektirmezdi. Hürmette kusur etmezdi.

Ev değiştirmek ise hayatımızın bir parçasıydı ve o günlerden aklımda kalan evimizde dört tane kocaman tahtadan eşya sandığının olduğuydu. Her yeni şehirde iklim ve çevre ile beraber arkadaşlar, okul ve öğretmenler de değişirdi. Yıllar sonra bunun aslında o kadar kötü bir şey olmadığını, insana ortama uyma yeteneği kazandırdığını anladım. Tabii ki her gidilen şehirden, her değişik okuldan ayrı hatıralar biriktirdim. Komik ve çocukça aşk hikayeleri, ayrılıklar, yeniden başlangıçlar birikti. Soğuk havalarda oynanan futbol maçlarından, ağaca asıp ta çaldırdığım deve tüyü paltoma kadar sürüyle kırık dökük hatıra..

Yöneticilerin vatandaşa sağlık hizmeti götürmeye niyetlenip de yollanacak en ucuz malzeme olarak hekimleri gördüğü dönemde tıp fakültesini bitirip mecburi hizmete gittim. Bir yıl dolmadan da askerlik kapıyı çaldı. Ardından ihtisas yılları için İstanbul a döndüm ve son 15 yılım burada geçti. Mesleğe başladığım 1986 yılından bu yana toplam beş ayrı evde oturdum. Ebeveynin yaptıklarını taklit ederek taşınmalarımda hiç zorluk çekmedim. Ev dediğin taşınırdı, dağınıklık onbeş günde toplanırdı.. Vakti gelince yeniden taşınmak da mukadderdi.

Geçenlerde elime doğduğu köşkte 86 yaşına gelen Dr. Müfit Ekdal in Kadıköy konakları ile ilgili kitabı geçti. Yüzyılın başındaki hayat ve insanlarla ilgili çok güzel ipuçları olan bu kitabı okurken bu göçebelik yazısını planladım. Doğduğu evde yaşlanmanın nasıl bir his olduğunu da merak ettim. Aynı evde iki, hatta üç nesil bir arada yaşamanın insana katacaklarını düşündüm. Biz göçebeler belki uyum yeteneğimizle hayatta kalma sanatını iyi biliyorduk ama hep eksik bir yanımız kalıyordu. Telaşlıydık. Kavgacıydık. Çabuk hayata küsüyorduk. Üç nesil birlikte yaşanan evlerde örnek alınacak insan sayısının fazlalığı zamanında önce olgunlaşmayı, tedbirli olmayı öğretiyordu belki de. Ortak bir akıl bütün aileyi kontrol ediyor, akıl dışı şeylerin yapılması engellenmiş oluyordu. Güçlü büyükbabalar, perde arkasında dirayetli büyükanneler ve güç yarışında geri durmayan anneler, halalar, ortak aklın bileşenleriydi. Kocaman masalarda yenen aile yemekleri yerleşik ailelerin simgesi olmalıydı.Bayram günlerinin kimseyi gücendirmeden geçirilmesi telaşı, komşulardan uzak akrabalara kadar insanları mutlu etmeye çalışan aile büyükleri bu tip evlerin olmazsa olmazıydı.

Bugün geriye dönüp baktığımda öylesi bir köşkte yetişmiş, doğduğu andan itibaren odası değişmemiş, dışarıdaki hayata hep uyarılarla salınmış, ölesiye kibar, bembeyaz teninin altından mavimsi damarları görünen bir iyi aile çocuğu olmayı istemezdim. Beni daha bir kaba ve küfürlü konuşmalar, daha bir sert ortam keserdi. Çamur, mahalle savaşları, patlayan ayakkabılar olmalıydı. Su birikintilerinde oynamaktan ellerde siğiller çıkmalıydı. Komşu Hafize teyzeye siğil okutmaya gitmeliydik. Birkaç yıl arayla ev değiştirmezsem de rahat edemezdim. En azından yılda bir odalardaki eşyaların yeri değişmeliydi. Çocuklarım da bu ortam ve okul değiştirme hadisesinden nasiplerini aldılar. Şikayetçi olmadılar. Genlerinde göçebelik vardı. Alışırlardı. Belki birkaç nesil daha geçip göçebelik özellikleri azalınca torunların ayakları suya erecektir.. Kim bilir.

Dr. Ahmet F. Yağcı

erecete.com, tıp öyküleri,

Halil64
16-08-2010, 16:42
Başlığınız hayırlı ömürlü olsun :)

COCOR
16-08-2010, 21:57
Başlığınız hayırlı ömürlü olsun :)

Teşekkürler halil64...

Zaman zaman okuduğum yazı çok etkiliyor, farklı dünyalara kapı aralıyor.
Orhan Pamuk' un "benim adım kırmızı" kitabı olsa gerek, ilk cümlesi bir kitap okudum tüm hayatım değişti diye başlar.
Bu sadece kitap için geçerli değil, bir sinema, hikaye- roman bir çok şey öyle. Mutlaka tiyatro daha etkileyici.
Bir süredir planladığımı dün gece gerçekleştirdim.
Uzun yıllar öğrencilik hayatımdan dolayı beni çok oyalayan televizyondan bilerek kendimi zorlayarak uzak kaldım. Daha doğrusu evime tv almadım. Çok önceleri aldığım şimdi adı sanı markası olmayan tv yi almıştım. Bir arkadaşım bana sat dedi. Verdim.
İş hayatım ve okul hayatım beraber yürütmeye çalışırken uyku düzenim bozuldu.
Gündüz uyumaya gece uykusuz kalmaya başladım. Yanımda küçük bir radyom vardı. Hem alarm olarak kullanabiliyordu.
Arada bir açtığım radyo programlarının bazılarına gayr-i ihtiyarı saatini bekler oldum. Bağımlı oldum fazla gelir o terimi kullanmıyorum.
Bir gece saat 02: 00 civarı program misafiri Cezmi Ersöz. İlk defa duydum bu şahsı.
Cezmi Ersöz ün özgürlük üzerine söyledikleri bana çok ilginç geldi, can kulağıyla soluksuz dinledim. Çok mantıklı konuşuyordu. Hayatımızın her döneminde farkında olmadığımız mecburiyetlerle boğuşuyoruz. Aslında mecbur değiliz. Bize dayatılıyor, biz yapıyoruz. Bizde bunu yadırgamıyoruz normal - hayatın gereği zannediyoruz. Halbuki çok yanlış. Dayatılana direnmek veya lakayd kalmak lazım. Kimsenin veya hiç bir beni ilgilendirmeyen alışılagelmiş teamüllerin elinde rüzgarın önündeki yaprak gibi savrulmamalıyız. Adamın her bir cümlesi dank dank sanki balyozla kafama vuruyordu. Yerken balyozu aslında canım acımıyordu. Şirinleştirilmiş cicili bicili prangalardan kurtulmaya başladım.
İlk işim Cezmi Ersöz' ün kitabını almak oldu.
Kitabın adı "Hayat bir emrin var mı?"
Hala arasıra karıştırırım. 2001 de aldım.

Diğer bir program gününü saatini beklediğim. Cuma akşamları çıkan ismini vermeyen aslında doktor olan ve programında herşeyden bahseden "doktor" programı.
Bu abim de beni çok etkiledi. Konu başlıkları sıkça toplumdaki tabulardı. Bu kanıksadığımız tabuları her gün elbebek gülbebek büyüttük. Özene bezene baktık. Yalnız bize aslında hiç bir şey kazandırmıyordu bunlar. Farkında olmama vesile olan bu Dr. Ahmet Faruk Yağcı ağabeyime çok şey borçluyum...
Yukardaki bir çok yazı ona aittir. Başindan geçen olayları bir farklı değerlendirir, bakar.
Her zaman sağ elini kullananlar, yazıyı sağ eliyle yazar, topa sağ ayağıyla vurur. Peki sol el ayak ile yapılamazmı, baştan zor olur ama yapılır. O zaman insan sağını solunu gerçekten farkeder. Yolda yürürken etrafa bir farklı bakarsınız. Farkındalığınız gelişir... farkında olursunuz...

Yazıları bir çırpıda doldurmaktan ziyade sırası geldikçe yazmayı, yavaş yavaş demini alarak eklemeyi uygun buluyorum.
Copy- past, copy-past... Sonra pil biter anlamı kalmaz..
Topiğin devamlılığı için belki zamanla mahiyeti biraz daha değişsede az-öz ve devamlı olmasını tercih ediyorum.

Sanki giriş yazım gibi oldu.

yas3gk
16-08-2010, 22:22
Hayırlı olsun,başarılar dilerim...

COCOR
16-08-2010, 23:15
Hayırlı olsun,başarılar dilerim...

Çok sağol Sn. yas3gk...

COCOR
16-08-2010, 23:16
Lise 1 de Edebiyat öğretmenimiz bir şiiri okudu, hiç unutmadım. uzun zaman aklımızda kalanları sık tekrar ettik birbirimize, kimi zaman yeni mısralar kendimiz ürettik.
Aklımda kalan mısraları arama motoruyla aradım buldum.

işte o şiir.

Yutkundu Egdi Başını

Gitmişti makama arz-ı hâl için,
'Bey' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Bir azar yedi ki oldu o biçim...
'Şey' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı,
Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı...
Bir baktı konağa alttan yukarı,
'Vay' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Çekti ayakları kahveye vardı,
Açtı tabakasın, sigara sardı.
Daldı.. neden sonra garsonu gördü,
'Çay' dedi, yutkundu, eğdi başını.

İçmedi, masada unuttu çayı;
Kalktı ki garsona vere parayı,
Uzattı çakmağı ve sigarayı,
'Say' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Döndü, gözlerinde bulgur bulgur yaş,
Sandım can evime döktüler ateş.
Sordum: 'memleketin neresi gardaş? '
'Köy' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Yürüdü, kör-topal çıktı şehirden,
Ağzına küfürler doldu zehirden;
Salladı dilini... vazgeçti birden,
'Oy' dedi, yutkundu, eğdi başını.

ABDURRAHİM KARAKOÇ

Bir de sesli Bedirhan Gökçe den dinleyin,

http://www.dilay.net/bedirhan-gokce/isyanli-sukut-62846.html

COCOR
18-08-2010, 00:35
MONA ROZA (MUAZZEZ AKKAYA)

Mona Rosa siyah güller, ak güller

Mona Roza Siyah Güller Ak Güller
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah senin yüzünden kana batacak
Mona Rosa siyah güller, ak güller

Ulur aya karşı kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
Mona Rosa bugün ben de bir hal var
Yağmur iğri iğri düşer toprağa
Ulur aya karşı kirli çakallar

Açma pencereni perdeleri çek
Mona Rosa seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Rosa ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek

Zeytin ağaçları söğüt gölgesi
Ben de çıkar güneş aydınlığa
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatır her zaman bana
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi

Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur
Bir mum ardında bekleyen rüzgar
Işıksız ruhumu sallar da durur
Zambaklar en ıssız yerlerde açar

Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi
Ellerinden belli olur bir kadın
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin, ellerin ve parmakların

Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
Saat on ikidir, söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona



Akşamları gelir incir kuşları
Konarlar bahçemin incirlerine
Kiminin rengi ak, kiminin sarı
Ah beni vursalar bir kuş yerine
Akşamları gelir incir kuşları

Ki ben Mona Rosa bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O sakin bakışlar bir su kenarında
Ki ben Mona Rosa bulurum seni

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa
Henüz dinlemedin benden türküler
Benim aşkım sığmaz öyle bir saza
En güzel türküyü bir kuşun söyler
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa

Artık anla beni muhacir kızı
Anla ve kabul et itirafımı
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı etrafımı
Artık anla beni muhacir kızı

Yağmurdan sonra büyürmüş başak
Meyveler sabırla olgunlaşırmış
Bir gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış
Yağmurdan sonra büyürmüş başak

Altın bilezikler, o korkulu ten
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne
Bir tüy ki can verir gülümsemene
Bir tüy ki kapalı geceye güne
Altın bilezikler, o korkulu ten

Mona Rosa siyah güller, ak güller
Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah senin yüzünden kana batacak
Mona Rosa siyah güller, ak güller


Sezai Karakoç


BU ŞİİRİ BİLMEYEN YOKTUR DİYE TAHMİN EDİYORUM.
Yine bizim kalbimizde ayrı bir yeri var,
Klasiklerden ve anlamlı hikayesi olan bu şiiri koymak istedim...

COCOR
20-09-2010, 00:18
DOHTOR BEY

Verdigin perhize budur gayratım,
Bundan başka uyamayong dohtor bey,
Üç sepet yımırta sabah kahvaltım,
Teker teker sayamayong dohtor bey!

İki leğen pilav bir yayıg ayran,
İster yağlı olsun ister yavan,
Yanına keseyong beş kilo sovan,
Yeyong yeyong doyamayong dohtor bey!

Üç tencere bamya yirim bişince,
Yirmi tas su içip biraz koşunca,
Her yanı sökülür garnım şişince,
Sağlam göynek geyemeyong dohtor bey!

Sinciye acımdan çogtan ölürdüm,
Sağolsun gomşular ediyo yardım,
Bi guzudan fazla yimem söz virdim,
Ayıp olur cayamayong dohtor bey!

Bazı az geliyo beş kasa hurma,
Yedi lahanadan yapıyoz sarma,
Onuda mı yeding deye hiç sorma,
Utaneyong deyemeyong dohtor bey!

Günde iki çuval unum gideyo,
Avradım her sabah ekmek edeyo,
Bir gazan fasille gönül ye deyo,
Artırmaya gıyamayong dohtor bey!

Senede gırk dönüm bostan ekering,
Benden başka kimse yimesing dirim,
Gavını, garpızı gabıglı yirim,
Acelemdeng soyameyong dohtor bey!

Bilmem gara Memmed nereye gider,
Buyumuş gısmatım, buyumuş gader,
Bi günde yediğim işte bu gadar,
Daha fazla yeyemeyong dohtor bey!


AŞIK KARAMEHMET

Bedirhan GÖKÇE sesli hali;
http://video.google.com/videoplay?docid=4757436975048165341#

COCOR
09-10-2010, 23:24
GiDiLiRmİş...

zannedilenler zannedildiği gibi değilmiş oysa
sadece yalan bir seyredişmiş
kendini ve zannettiğini öyle bilmekmiş
ne kadar onu istesen de uzak durabilmekmiş
mutlu günler hatırına mutlu olabilmekmiş
Ben;

Umutları bu kadar cani bilmezdim
gerçekleşmeyeceğini bile bile umut verirmiş insana
bu çekilmez acı verirmiş
Görsemde herşeyi
hiçbirşeyi kabul etmezdim
meğer kabullenemediğim ne gerçekmiş
her özlediğimde yüreğini , üzülmezdim
Kimileri için üzmek ne meziyetmiş

En zor anda
yüreğimi ezip geçemezdim
bazen o yürek istenmediğinde
yürek de ezilirmiş
hiç kimseyi terkedemezdim
yalan olunca herşeyi
sevdiğini bile

arkaya bakmadan ;paramparça;Gidilirmiş....

Merve N. ARSLAN

COCOR
10-10-2010, 00:11
DUYDUM Kİ BİZİ BIRAKMAYA AZMEDİYORSUN ETME..


Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme

Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme

Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme

Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme

Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme

Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme

Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme

Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mavediyorsun etme

Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme

İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme


Mevlana Celaleddin Rumi


http://www.dailymotion.com/video/x7xutv_mevlanaetmeyilmazerdogan_creation

yağmur
30-09-2011, 23:49
Bu Nasıl Aşktır

Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan on yedisine bastığında, iki kişi onunla evlenmek ister.

Mihrimah, yani Mihrü Mah, Farsca’da “Güneş ve Ay” anlamına gelir. Kızla evlenmek isteyenlerin biri Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa diğeriyse Mimar Sinan’dır.

Padişah kızını Rüstem Paşa’ya verir.

Koca Sinan evlidir, ellisindedir ve de Mihrimah Sultan’a deliler gibi aşıktır!
Gerçi sevdiğine kavuşamamıştır ama, aşkını, olanca güzelliğiyle sanatına yansıtmıştır.

Üsküdar’a, Saray’ın isteğiyle elbet, 1540 yılında Mihrimah Sultan Camii’nin temelini atar ve 1548’de bitirir.

Camiyi yaparken, eserine sanki “etekleri yerleri süpüren bir kadının” dış çizgilerini verir.

Derken, ilk kez padişah fermanı olmaksızın, Edirnekapı’da, pek kimselerin uğramadığı ıssız ama İstanbul’un en yüksek tepelerinden birine, ikinci bir eser yapmaya koyulur Mihrimah Sultan’a.

Cami küçücüktür.

Minaresi otuz sekiz metredir, bir adet incecik kubbesi üzerindeyse yüz 61 pencere, camiin iç güzeliğini aydınlatır.

İçerdeki sarkıtlar ve minare kenarlarındaki işlemeler Mihrimah Sultan’ın topuklarını döven saçlarını anımsatır insana.

İşte, aşka adanmış iki eser.

Şimdi, gidin Edirnekapı ve Üsküdar’daki camileri aynı anda görebileceğiniz bi yer seçin ve 21 Mart’ta, yani geceyle gündüzün eşit olduğu günde seyreyleyin.

Unutmadan, 21 Mart Mihrimah Sultan’ın doğum günüdür.

Göreceğiniz manzaraysa şudur;

Edirnekapı camiinin tek minaresi ardından tepsi gibi kıpkırmızı güneş batarken, Üsküdar’daki camiinin ardından ay doğar!

Mihrü Mah eşittir Güneş ve Ay.
Bu nasıl akıllara ziyan bir hesaplamadır; nasıl bir güzellik anlayışıdır...

yağmur
14-10-2011, 22:26
Herşeyin Değerini Bil..
Yanındakilerinin değerini bil,belki sabah yalnız uyanırsın.. Yalnızlığının kıymetini bil,belki yarın yalnız kalmak istersin ama yapamazsın.. Zamanın tadını çıkar,belki bu fırsatı birdaha bulamazsın Hayatın,sevginin,aşkının,yaşamanın ve herşeyin değerini bil, Belki yarın hiçbirine ulaşamazsın. ...bakarsın bunlara ulaşacağın başka bir yarını bir daha bulamazsın..

yağmur
14-11-2011, 12:30
Bir kuş,
ne zaman gelirse ölümle o zaman tanışır.
Ancak ölümden endişe duymaz...
Böcekleri yakalaması,
yuva yapması,
şakıması,
tadını çıkara çıkara uçmasıyla;
yani daha çok yaşamakla ilgilidir.
Hiç kuşları kanatlarını çırpmadan,
sadece rüzgar tarafından
gökyüzünde süzülüşlerini izlediniz mi?
Ne kadar ebedi bir keyif içinde görünürler.
Ölüm gelirse problem değil,
yok olurlar.
Ne olacağı ile ilgili endişeleri yoktur,
bir andan diğerine doğru yaşarlar,
öyle değil mi?
Biz insanoğlu,
bizler her zaman ölümden endişe ederiz.
Çünkü biz yaşamıyoruz!
Sorun bu.
Biz ölüyoruz...
Yaşamıyoruz!

Jiddu Krishnamurti

yağmur
14-11-2011, 12:43
Ne istediğimize dikkat edelim, yeni bir çağa girerken zaman ve olaylar hızlandı, içimizden geçen düşünceler her zamankinden daha hızlı gerçek oluyor....

yağmur
14-11-2011, 12:49
Ben her zaman yaşlılar gibi olgun düşünen gençlere, gençler gibi neşeli olan yaşlılara hayranımdır. Zaten neşeli olanlar hiçbir zaman yaşlanmazlar

(Cicero)

yağmur
16-11-2011, 23:09
Seni rahatsız eden, kendinde göremeyip dışarda gördüğün şeydir...

Asmiltak
09-10-2013, 03:21
Yazının yazarını bilmiyorum, farklı kaynaklarda rastladım.. 19 yıldır, eksikliğini en derinden hissettiğim anlarda hep yaptığım gibi onun izini yazılarda ararken. Hiç dolmayan yerini, kendi ifadelerim yetersiz kaldığında, bunu yaşayan başkalarının ifadelerinde bulmak isterken.. Aslında biraz da başka insanların da benzer arayışları paylaştığını görmenin yarattığı yakınlık ve paylaşım duygusunu yaşamak için.. Bu arayış ve özlemde yalnız olmadığımı görmenin verdiği duyguyu hissetmek için. Ki değilim, ifadeler farklı olsa da, anlatılan şey hep aynı.

Babanız yaşıyorsa hala çocuksunuzdur. Bu harika.

İnsan babası ölünce büyüyor çünkü.

Yalnız başına kalıyorsunuz o zaman artık.

Çocukken her şeyi bilen, herkesten güçlü olan babamız biz büyüdükçe küçülüyor.

Zamanını tamamlamış ve geçmişte kalmış bir yaşlı olarak kendi köşesinden bize bakıyor.

Uzakta olsa da, bize dokunamasa da

Usandıracak kadar ayrıntılı sorularla hayatı öğrendiğimiz, her şeyi bilen babamızın sorularıysa biz büyüdükçe artık bize sıkıcı gelmeye başlıyor.

Müdahale etmese, soru sormasa ne iyi olur dediğimiz zamanlar çok oluyor artık.

Biz ondan daha iyi biliyoruz ya her şeyi. Zaman artık onun zamanı değil ya

Teknoloji gelişti ya Her şey değişti ya

Oysa ne zaman ki babanızı kaybediyorsunuz, işte o zaman gerçekten büyüyorsunuz.

Çünkü çınarın gölgesi yok artık üzerinizde.

Sizi fark etmediğiniz halde yağmurdan, güneşten koruyormuş meğer o gölge.

Siz de aile kuruyorsunuz, baba oluyorsunuz, sizin de gölge yaptığınız ve koruduğunuz birileri oluyor ama o gölgeyi çok arıyorsunuz.

Babanız öldüğünde büyüyorsunuz.

Artık soru soracağınız, öğreneceğiniz, azarını duyacağınız, takdirini alacağınız, akşam eve dönerken yolunu gözleyeceğiniz, korkacağınız bir babanız yoksa büyüyorsunuz.

Yarınınızdan sorumlu tuttuğunuz, her istediğinizi almak zorunda olan o kişi yoksa artık

Hep sessiz ağlayan, suskun seven, en zor dönemde bile yıkılmaz görünen, sırtınızı dayadığınız çınar ağacınız yoksa artık

Büyüyorsunuz o zaman işte.

Savaşın ortasında komutansız kalmaktır, babasız kalmak.

Kaç yaşınızda olursanız olun babanız yaşıyorsa hala çocuksunuzdur

katil
09-10-2013, 03:49
Yazının yazarını bilmiyorum, farklı kaynaklarda rastladım.. 19 yıldır, eksikliğini en derinden hissettiğim anlarda hep yaptığım gibi onun izini yazılarda ararken. Hiç dolmayan yerini, kendi ifadelerim yetersiz kaldığında, bunu yaşayan başkalarının ifadelerinde bulmak isterken.. Aslında biraz da başka insanların da benzer arayışları paylaştığını görmenin yarattığı yakınlık ve paylaşım duygusunu yaşamak için.. Bu arayış ve özlemde yalnız olmadığımı görmenin verdiği duyguyu hissetmek için. Ki değilim, ifadeler farklı olsa da, anlatılan şey hep aynı.

Babanız yaşıyorsa hala çocuksunuzdur. Bu harika.

İnsan babası ölünce büyüyor çünkü.

Yalnız başına kalıyorsunuz o zaman artık.

Çocukken her şeyi bilen, herkesten güçlü olan babamız biz büyüdükçe küçülüyor.

Zamanını tamamlamış ve geçmişte kalmış bir yaşlı olarak kendi köşesinden bize bakıyor.

Uzakta olsa da, bize dokunamasa da

Usandıracak kadar ayrıntılı sorularla hayatı öğrendiğimiz, her şeyi bilen babamızın sorularıysa biz büyüdükçe artık bize sıkıcı gelmeye başlıyor.

Müdahale etmese, soru sormasa ne iyi olur dediğimiz zamanlar çok oluyor artık.

Biz ondan daha iyi biliyoruz ya her şeyi. Zaman artık onun zamanı değil ya

Teknoloji gelişti ya Her şey değişti ya

Oysa ne zaman ki babanızı kaybediyorsunuz, işte o zaman gerçekten büyüyorsunuz.

Çünkü çınarın gölgesi yok artık üzerinizde.

Sizi fark etmediğiniz halde yağmurdan, güneşten koruyormuş meğer o gölge.

Siz de aile kuruyorsunuz, baba oluyorsunuz, sizin de gölge yaptığınız ve koruduğunuz birileri oluyor ama o gölgeyi çok arıyorsunuz.

Babanız öldüğünde büyüyorsunuz.

Artık soru soracağınız, öğreneceğiniz, azarını duyacağınız, takdirini alacağınız, akşam eve dönerken yolunu gözleyeceğiniz, korkacağınız bir babanız yoksa büyüyorsunuz.

Yarınınızdan sorumlu tuttuğunuz, her istediğinizi almak zorunda olan o kişi yoksa artık

Hep sessiz ağlayan, suskun seven, en zor dönemde bile yıkılmaz görünen, sırtınızı dayadığınız çınar ağacınız yoksa artık

Büyüyorsunuz o zaman işte.

Savaşın ortasında komutansız kalmaktır, babasız kalmak.

Kaç yaşınızda olursanız olun babanız yaşıyorsa hala çocuksunuzdur

Gecenin bu saatinde gozlerimi doldurdun be dostum...

i-ked
09-11-2013, 12:17
Sen 'bizi" gördün, ama ben bizde seni göremedim.'

Sen beni görürsen, ben sen olurum. Ben sen olunca, sen beni değil, seni görürsün. Sen, sen olan beni sende sen olmadan göremezsin. Çünkü ben sen de sen oldum. Sen, sen olamayınca, ben sende sen olup görünemem.

Ne zaman ki sen, sende sen olup, sen de seni sen görüp sen kendini sen bilirsen, işte o zaman sen, senden ayrı beni, sen de biz eder, biz edilen beni sende görürsün. Yoksa ne sen beni sizde, ne de ben seni bizde görebilirim.

Burada senin beni, benimde seni tanımam çok önemli değil, asıl önemli olan senin seni, benim de beni tanıyıp bilmemdir. Çünkü o noktada artık ben, sen yok, biz var. Bizde de ben, sen olmaz. Çünkü artık ben senim, sen de bensin. Yani ikimiz biriz, sen de ben de yok oluruz. İkimiz bizde bir oluruz.

Bir olan bizde hiçbir sorun olmaz. Olursa zaten o biz olmaz. Günümüzün en büyük sorunu da zaten bu biz olamayışımızdan kaynaklanmaktadır.

Hiçbir toplum bu biz sorunu çözmeden hiç bir zaman huzur bulup uzun süreli mutlu yaşayamazlar. Çünkü sen ben arasındaki her sorunun, her problemin kaynağı senin seni, benim beni tanıyıp bir biz olup birbirimizi yeterince tanımamamızdan kaynaklanıyor.

Yoksa bizi oluşturan bizdeki sen kim? Ben kim? Aslında her ikisi de bir 'BEN' değil mi?

O halde gelin önce beni, sonra tanıyalım seni, kaldıralım aradaki bütün 'BEN'leri, olalım hepimiz bir BİZ.

Ben seni, bende göreyim. Sen de beni, sende gör. İkimiz birbirinden ayrı birer birey olup özgür yaşayalım. Yaşarken de birbirimizden ayrılmayıp ben seni, ben bileyim. Sen de beni, sen bil.

Yoksa ne sen, sen olabilirsin. Ne de ben, ben olabilirim.

Ayrılık düştü mü? Bir kere başa, ateş düşer ocağa. Kaynamaz ocakta aş, dağılır baş.

Sanma ki sen beni, ben seni yok edince, gittiğimiz yerde aşımız çoğalıp yerimiz bu dünyadan bol olacak.

Gel dostum; Gören göze akıl ne gerek. Ayrılığa düşmeden görüp birbirimizi, olalım bir biz. Sona kalıp donmadan insan olup, insanca yaşayalım hepimiz.

Dünya kimseye kalmaz.

24.07.2013
Cahit KARAÇ

i-ked
09-11-2013, 15:16
Hürriyet yazarı Mehmet Y. Yılmaz, kızlı erkekli ev tartışmasına bir fıkra ile yanıt verdi. Yılmaz'ın anlattığı fıkra aslında birilerinin psikolojisini net olarak anlatıyordu.

Yılmaz şunları yazdı:

"Bir süre konuşmuşlar, sonra psikolog bir test yapmaya karar vermiş.

Bir kâğıdın üzerine bir “+” işareti çizmiş, sormuş: “Bu nedir?”

Adam kâğıttaki şekle şöyle bir bakmış ve “Bu bir dört yol ağzı” demiş, “hemen şurada bir çalılık var, çalılığın arkasında bir adam ile bir kadın var, ooooo!”

Psikolog kâğıdın üzerine bu kez bir kare işareti çizmiş, sormuş, “Bu nedir?”

Adam tebessüm etmiş. “Bu bir yatak odası” demiş, “içinde bir adam ile bir kadın var, vaaaayyy!”

Psikoloğun üçüncü çizdiği şekil bir üçgenmiş: “Bu nedir?”

Adam kafasını kaşımış, “Bu bir çadır” demiş, “içinde bir adam ile bir kadın var, üüüüüüü!”

Psikolog bu kez bir dikdörtgen çizmiş: “Bu nedir?”

Adam derin bir nefes almış, “Bu bir otobüs” demiş, “en arka koltukta bir adam ile bir kadın var, ne yaptıklarını ne sen sor, ne ben söyleyeyim”.

Psikolog sinirlenmiş: “Sen başka şey düşünmez misin be adam”.

Adam şaşkınlık içinde yanıt vermiş: “İyi de bütün bunları çizen sensin, ben ne yaptım ki?”

Fıkralara gülüyor olmamızın nedeni beklenmedik durumları anlatıyor olması değildir.

Beklenen, her gün yaşadığımız, rastladığımız olayları, durumları biraz abartarak anlatır, ona güleriz.

Son günlerde yaşadığımız “kızlı–erkekli” tartışmalar da biraz buna benziyor.

“Kızlı–erkekli” durumlar, bazılarımızda tıpkı psikoloğun kâğıda çizdiği şekillerin yarattığına benzer bir etki yaratıyor.

“Orada bir kızlı–erkekli durum var, vaaayyyy” diye ayağa kalkıyorlar.

Bu durum bize bir fıkra olarak anlatılsaydı, elbette gülerdik.

Ama capcanlı bir gerçek olarak önümüze dikildiği için ve sonuçlarının kişisel hayatlarımıza doğrudan etki yapacağını bildiğimiz için gülemiyoruz tabii!

Niye böyle oluyor, neden bazılarımız “kızlı–erkekli” her durumda, ortada fol yok, yumurta yokken cinsellik algılıyor?

Meselenin temeli “kapalılık” ile ilgili.

“Kapalılık” derken giysilerden söz etmiyorum.

İnsani olan ve normal olan şeylere, ideolojik, dini ya da başka bir nedenle kapalı olmak, reddetmek anlamında kullanıyorum.

Gençliklerinde, cinselliklerinin uyandığı dönemlerde bunu bastırmaya çalışan, yok saymaya çalışan kişilerde ortaya çıkan bir ruh durumu bu.

Bunun için kimseyi suçlamıyorum. Çünkü bu bir suç değil.

Ruhsal meseleleri kendilerini ilgilendirir, yeter ki bu ruhsal arızalarını bütün toplumu bir cendereye sokmak için kullanmasınlar."

-------------------------
Benim yorumum, bir toplum her nasılsa, neye layıksa o şekilde yönetilir.

Her iki görüşü de anlayabiliyorum çünkü her ikisinin de mağdurlarındanım.

i-ked
04-12-2013, 02:45
Fasülyeden sevildim hep...
...

Kalabalık bir ailede büyüdüm. 6 kişilik kocaman bir aile. Anne-baba, ablam abim ben ve erkek kardeşim.

Kardeşlerimle bazen kavga ederdik ama kin tutmazdık. İki dakika sonra hiçbi'şey olmamış gibi oyunumuza devam ederdik. Ablam ve abim beni ve kardeşimi oynatmazlardı. Çocukluk işte, ağlardım. Babam hemen, 'ağlatmayın benim kızımı' diyerek devreye girer, ablam ve abim de mecburen bizi oyuna dahil ederlerdi.

Bu defa da gözümüzün içine bakarak, 'siz fasülyedensiniz!' derlerdi. Çok kızardım, 'hayıırrır değilizzz !' diye mızmızlanırdım. Üstelediklerinde ise babama söylerdim, 'biz fasülyedenmişizzz' diye... Babam hemen olaya el koyup konuyu hallederdi.

O gün bu gündür hala kavga ediyoruz, ben hala fasülyeden... Anne ve babam hala birleştirici olma özelliklerini koruyorlar. Tas aynı hamam aynı...

'Biz büyüdük ve kirlendi dünya...'

'Fasülyeden sevildim hep/oynadım fasülyeden/zararım künyeden mi yoksa/külliyen mi bünyeden...'

http://blog.milliyet.com.tr/Fasulyeden_sevildim_hep___/Blog/?BlogNo=438740 (http://blog.milliyet.com.tr/Fasulyeden_sevildim_hep___/Blog/?BlogNo=438740)

---------------------------------------------------------------------------------------

i-ked fasülyeden sevilmiş, fasülyeden yaşamış, "mış" gibi...

i-ked
04-12-2013, 02:48
Mutlu ve mutsuz insanlar arasındaki tek farkın, içinde bulunduğu koşullara bakış açısı olduğunu biliyorum. (http://gundem.milliyet.com.tr/mutluluk-ve-mutsuzluk-nedir-biliyor-musunuz/cengiz-hortoglu/gundem/gundemyazardetay/29.11.2013/1799877/default.htm)

i-ked
01-01-2014, 20:11
Dün zaten hiç yoktu ki

(Hikayelerim)
Tags: Aşk, dün, Edebiyat, evlilik

Bize geldi. Davetiyesini verdi. Bayramlık misali damatlığı vardı. Ciddiydi, ciddi şeyler söyledi. Gülümsüyordu, ama gözlerindeki ölgün ışıkta kelimeler mahpustu. “Aşk maşk yalan,” dedi, “bu işler öyle olmuyormuş.” Genişleyen göz bebeklerine baktım. Dünü gördüm. Aşık olduğu için yaptıklarını. Hüzne bulanan heyecanını. Kelimeleri gördüm. Koskoca bir defteri kendi el yazısı ile şiirlerle süsleyip ona verdiği günü gördüm. Alınan kuru bir “teşekkür”ü. Operatörden gelen her mesajı ondan geliyormuş gibi heyecanla açmasını. Bu son deyip attığı sonsuz mesajları gördüm.

Şahidim; yazdı, çizdi. Çok söyledi, çokça sustu. Hep ret, hep hüsran birikti. Sırf onu uzaktan görebilmek için 500 kilometre gitti. Dönüşü de kat, bir bakışın değeri 1000 kilometre etti. Umudu vardı. Bundan bekledi. 2 hafta 2 aya döndü, 2 ay 2 yılı doğurdu. Gün geldi, asra bedel, kız tamam dedi. Havaları uçtu bizimki. “İlk defa mutluyum lan.” dedi. Son mutluluğu oydu, onu da bilmiyordu. Kızın ailesi istemedi. Maddi kaygı. Kız da ağzını açmamış, dünden razı. Gönlü yokmuş belli ki. Gözlerinde dünün gözyaşlarını gördüm. Koskoca adam, çaresiz n’apsın?

Sonra “Satarım anasını” dedi, verdi kendini işe. Bir başka gün geldi, andan daha kısa, evlenmesi gerekti. İş tutmuş, okul bitmiş, babası hop oturup hop kalkıyor, elalemin ağzı büzülmeyen torba. Gelişigüzel seçti, bakmadı çirkin güzel. Geçti, gitti, dün bitti. Bugün davetiye getirdi. Yarın düğününe gideceğim. Biz dünleri boşa mı yaşıyoruz ulan?

Oğuzhan Dursun

i-ked sevgi ya da değil ama hissettiği duyguyu satmayacak...

i-ked
12-01-2014, 17:36
ÇİKOLATA - NOBEL EĞRİSİ - STOCKHOLM’E GİDEN YOL

Vurucu ve ilgi çekici başlığımı attıktan sonra, yanımda bulunan çikolatamdan bir parça alıp ağzıma atıyorum ve mutlu mutlu sırıtarak acaba bunun gibi kaç kilo daha yersem günün birinde bana Nobel Ödülü verirler ve ben de Stockholm’ü görme fırsatı elde ederim diye düşünüyorum. Sonra başlığı tekrar okuyorum ve birbirinden bu kadar ilgisiz gibi gözüken iki şeyin nasıl bir araya geldiğini hatırlamaya çalışıyorum. Nobel Ödülü kazanmak ile çikolata yemek arasında nasıl bir ilişki olabilir? Yıllardır mide ve kilo sorunları yaşayan beni bugün tekrardan çikolataya başlatan bir çalışma*, o çalışmanın getirdikleri ve ona karşı öne sürülen tezler ile birlikte, hem öne sürdüğü fikir hem de bilimsel yönteme/verilere tekrardan kısaca bir göz atmak anlamında oldukça faydalı olabileceğine inanmam, yazının geri kalanını Dr. Franz Messerli’nin New England Journal of Medicine’da 2012 yılında yayınlanan çalışmasına[1] adamama sebep oluyor.


Doktor Franz Messerli

Dr. Messerli, ABD’de bulunan St Luke’s-Roosevelt Hastanesi’nde ve Columbia Üniversitesi’nde çalışan bir tıp doktoru. 10 Eylül 2012 tarihinde dünyanın en önde gelen tıp dergilerinden olan New England Journal of Medicine’da, ülke başına düşen Nobel Ödülü sahibi biliminsanı sayısı ile ülkede kişi başına tüketilen çikolata arasında doğrusal bir ilişki olduğunu gösteren makalesi yayınlandı. Oldukça sarsıcı! Ülkemiz dışındaki popüler haber sitelerinde büyük bir ilgiyle karşılanması ancak aynı alanda çalışan bilim insanlarınca da oldukça kuşkucu bir şekilde yaklaşılması çalışmanın sarsıcılığını gösteriyor, en azından popüler anlamda.


Makalenin detaylarına geçmeden, öncelikle şu soruya cevap vereyim; neden çikolata? Nasıl bir zihnin ürünü durup dururken çikolata ile Nobel Ödülü sayısını karşılaştırmak ister? Eğer çikolataya biraz daha yakından
bakarsak, sorunun cevabı kendiliğinden ortaya çıkıyor.


Kısaca Çikolata
Çikolata yaklaşık olarak 3000 yıldır insanlık tarafından biliniyor ve tüketiliyor. Daha çok Mayalar ve Aztekler tarafından tüketilirken, Avrupa’lı keşiflerin bu iki ulusu tüketmesinin ardından Avrupa’ya geçiyor ve zaman içerisinde şu anda yediğimiz bol kalorili besine dönüşüyor. Benim burada verdiğimden çok daha detaylı ve eğlenceli bilgiye Kerem Kaynar’ın Çikolata: Tanrıların Yiyeceği isimli makalesinden ulaşabilirsiniz.

http://i.hizliresim.com/xGpaAV.jpg (http://bit.ly/c25MCx)

Flavonoidce zengin tanrıların yiyeceği (c) WikiCommons

Ben çikolatanın konumuza ilgisine geleyim. İçerdiği kakao sayesinde pek çok farklı kimyasala ev sahipliği yapıyor bizim kalori depomuz. Dopaminden kafeine, serotoninden theobromine, sonu “-in” ile biten pek çok kimyasal ürün (genel olarak amin içeren bileşikler) çikolatanın içinde bulunuyor[2]. Meraklısına bahsedeyim; dopamin sinirsel iletimde rol alan bir hormondur ki fazlası şizofreniye yol açar, kafein ise zaten hepimizin yakından bildiği bizi uyanık tutan merkezi sinir sistemi uyarıcısıdır. Geri kalan ikisinden serotonin eksikliğinde depresyona yol açan, mutluluk duygusuyla ilişkilendirdiğimiz bir sinirsel iletken iken theobromin ise mutluluk hormonu olarak da adlandırılan endorfinin salgılanmasında rol oynayan, yapısı kafeine benzeyen bir kimyasal. Ama bunlardan hiçbirisi Nobel kazanmamızı, daha doğrusu yüksek bilişsel aktivite göstermemizde doğrudan etkili değildir. Öte yandan, kakaoda bulunan flavonoid adı verilen kimyasallar bilişsel aktivite ile daha yakından ilgililer.


Flavonoidler ve Çikolata
Flavonoidler bitkilerin ikincil metabolik ürünleridir. Türkçe söylersek, bitkilerin yaşamlarını devam ettirmelerinde birincil öneme sahip olmayan ancak bitkisel işlevlerin bir kısmının sağlanmasına yarayan ürünlerin arasında flavonoidler de bulunuyor. Bitkilerin sarı, kırmızı ve mavi renkler almasına yardımcı olmaları, yüksek enerjili morötesi ışının filtrelenmesinde rol almaları ve bitkilerin azot bağlama işleminde görev almaları flavonoidlerin görev tanımını büyük ölçüde kapsıyor. Bizim için önemli olan şey ise, flavonoidlerin şimdiye kadar antiallerjik, ateş düşürücü ve antioksidant özelliklerinin olabileceğinin, en azından deneysel ortamda gösterilmiş olması. Yani, flavonoidler bizim için oldukça yararlı ürünler olabilirler (önemle vurgulamak isterim ki flavonoidlerin henüz geniş çaplı insan deneyleri yapılmamıştır, FDA tarafından henüz onaylanmış bir flavonoid ilaç yoktur [3]). Dahası, kanser karşıtı etkilerinin de olduğu söylenmektedir ama henüz tam olarak doğrulanmamıştır[4]. Bütün bunlar göz önüne alındığında flavonoidlerin önümüzdeki yıllarda önemli bir araştırma konusu olabileceği fikrine kapılmadan edemiyor insan.


Bilişsel aktivite demişken, flavonoidlerin, kesin olmamakla beraber, insanlarda bunamayı geciktirdiği ve yaşlılıkla gelen bilişsel aktivitelerde gerilemeyi yavaşlattığı yönünde bulgular olduğunu söylemeden edemeyeceğim[5-9]. Zaten bu bulgular da Messerli’nin bu yazıda bahsi geçen çalışmasının temel itkisini oluşturuyor.


Nobel ile Çikolatayı İlişkilendirmek
Messerli, şöyle bir düşünce yolu izliyor; madem flavonoidlerin bilişsel aktiviteyi arttırdığı düşünülüyor, o zaman acaba ülkede tüketilen çikolata miktarı ile ülkenin bilişsel aktivitesi arasında bir bağlantı var mıdır? Tüketilen çikolata miktarını bulmak kolay, bunun için şirketlerin verilerine veya veritabanlarına ulaşmak yeterli. Ancak bir toplumun, ya da daha önemlisi bir bireyin bilişsel aktivitesini nasıl tanımlarsınız, bunu nasıl ölçersiniz? Messerli bunu ölçmek için, verisine oldukça rahat bir şekilde ulaşılabilinen ve bilim dünyasının açık ara en prestijli ödülü olan Nobel Ödülü’nü seçiyor. Ardından, ülkedeki kişi başına düşen Nobel Ödülü sayısı ile tüketilen çikolata miktarını karşılaştırıyor. Elde ettiği sonuçlar, her iki değişken arasında doğrusal bir ilişki, bir bağlaşıklık (korelasyon) gösteriyor. Listenin en başında İsviçre geliyor, onu İsveç izliyor, ki bu ülkeler de çikolatanın en çok tüketildiği ülkeler aynı zamanda. ABD’de kişi başına tüketilen çikolata miktari 5 kg. iken, bu İsviçre’de 11.5 kg’a çıkıyor. Sonuçlara göre ABD bu sayede 12 kişi çıkarabilmiş, İsviçre ise 32. Elbette belirtmem lazım, Nobel kazanan vatandaş sıralamasında ABD 350 ile açık ara önde; İsviçreliler’in sayısı ise 26 [10]. Unutmadan, ABD’nin yaklaşık olarak 320 milyon nüfusu varken İsviçre’ninki 8 milyon civarında. Böyle muazzam bir uçurum da gözardı edilmemeli.

http://i.hizliresim.com/KqmVOV.jpg (http://bit.ly/c25MCx)

Çikolata Tüketimi ile Nobel Ödüllü bilim insanlarının ilişkisini gösteren orijinal grafik


Bağlaşıklık İncelemesi Bize Ne Söyler, Ne Söylemez
İşte bu noktada, bir saniye durup düşünmemiz gerekiyor; bir takım veriyi işlediniz ve onları bağlaşıklık incelemesine tabii tutarak bir dizi sonuç elde ettiniz. Öncelikle şunu sormalıyız; bağlaşıklık analizi bize ne söyler? Messerli’nin bulduğu sonuçlar, aslında bize doğrudan doğruya Nobel almanın yolunun çikolata tüketiminden geçtiğini söylemez; tek bilebildiğimiz şey Nobel sayısı ile çikolata yemenin arasında bir ilişki olduğu. Bu ilişki, nedensellik göstermez, yani çikolata yediğiniz için Nobel alma şansınız artmaz ya da tam tersi doğru olmak zorunda değil. Bir başka bakış açısı ise, bu iki değişkenin arasında doğrudan bir nedensellik olmasa bile, ikisinin ortak bir nedeni olabilir. Dahası, bu değişkenlerin arasındaki ilişki tamamen tesadüf de olabilir. Önemli olan, bu seçeneklerden hangisinin doğru olduğuna karar verebilmekte.


Birkaç örnek vereyim. Yeldeğirmenlerinin dönme hızı ile rüzgarın şiddetini karşılaştıracak olursak, daha şiddetli rüzgarda dönme hızının daha yüksek olduğunu buluruz. Fakat bağlaşıklık analizi uyguladıysak eğer, tek bilebileceğimiz şey şiddetli rüzgar ile daha hızlı dönme arasında bir ilişki olduğu. Misal, şunu söyleyemeyiz; yeldeğirmenlerini döndüren şey rüzgardır, bu yüzden şiddetli rüzgar yüksek dönme hızının sebebidir. Çünkü bağlaşıklık analizi, aynı olguya farklı bir açıdan bakarak şiddetli rüzgarın sebebinin hızlı dönen yeldeğirmenleri olduğunu söylememize izin verir. Kısacası, nedensellik (sebep-sonuç) ilişkisini bağlaşıklık analizi ile yakalayamayız.


Daha uçuk bir örnek vereyim. Hayatımın ilk on beş yılı boyunca boyumu ölçtüm diyelim. Bu veriyi İstanbul Boğazı’ndan her yıl geçen gemi sayısıyla karşılaştırdığım zaman da doğrusal bir ilişki elde edeceğim; çünkü benim boyum ilk on beş sene boyunca her yıl uzadı, aynı zamanda da boğazdan geçen gemilerin sayısı da her yıl arttı. Ama sorarsanız benim boyumun uzamasının nedeni boğazdan geçen gemiler mi yoksa boğazdan geçen gemiler benim boyum uzadığı için mi artıyor diye, vereceğim cevap “hiçbiri” olacak, çünkü arada hiçbir bağlantı yok. Bu ilişki tamamen tesadüf eseri oluşmuş durumda.

http://i.hizliresim.com/Kn5Z3a.jpg (http://bit.ly/c25MCx)


Einstein ne kadar çikolata yemiştir acaba çığır açan çalışmalarını yaparken?


İşte tam da bu saydığım sebeplerden dolayı Messerli’nin çalışması pek çok eleştiri aldı. Bunlardan bazısı çıkarımın yetersiz olduğu ve altında başka sebeplerin yattığını söyledi, bazısı doğrudan verilerin güvenilirliğini sorguladı. İlk eleştiriye biraz daha yakından bakalım.




Eleştiriler ve Karşı Görüşler
Yayınlanan bir başka çalışma, Messerli’nin incelemesini farklı iki veri üzerinden yürüttü. Burada, kişi başına düşen milli gelir ile kişi başına düşen çikolata tüketimi karşılaştırıldı. Sonuç? Messerli’nin gördüğü eğilimin aynısı burada da ortaya çıktı. Bu demek oluyor ki, kişi başına düşen milli gelir ile Nobel kazanan bilimadamı sayısı arasında da doğrusal bir ilişki var. Çalışmayı gerçekleştiren yazarların bahsettiği gibi, güçlü ekonomiye sahip ülkelerden bilime daha büyük katkılar geliyor ve bu sebeple de Nobel Ödülü daha çok gelişmiş ülkelerden çıkıyor. Eldeki verileri düşününce bana biraz daha elle tutulur bir açıklama gibi geldi. Zaten, Messerli’nin kendisi de çalışmasının sonuçlarından haberdar olduğu için kendisini doğrulayacak veya yanlışlayacak deneylerin yapılması gerektiğini söylüyor.


Bir başka bilimadamı grubu ise, Messerli’nin çalışmasına verilerin yetersizliği ve güvenilir olmaması açısından yaklaşıyor. Elimizde 1900′den beri Nobel kazananların tam listesi bulunsa da, Messerli’nin çikolata tüketimine dair verileri en erken 2002 yılından başlıyor. Yani, 2002′den daha önce tüketilen çikolata miktarına dair bir bilgi çalışmada yer almıyor. Haliyle, 1905 yılında Almanya’da ortalama tüketilen çikolata miktarını bilmiyoruz ve bu çalışmanın geriye dönük güvenilirliğini sorgulatır hale getiriyor.


Getirilen bir başka eleştiri ise, toplumun genel eğilimlerinin Nobel kazanan bireylerin hareketleriyle uyuşma zorunluluğunun olmaması yönündeydi. Türkiye olarak aşırı miktarda sigara tüketiyor olabiliriz, ama bizim bilim insanlarımız sigara içmiyor olabilir. Benzer şekilde, Nobel kazanmış İsviçreli bilim insanları da Milka’dan pek hoşlaşmıyor olabilirler. Bu savı test etmek için yapılan bir çalışmanın sonuçları ise geçtiğimiz aylarda yayınlandı[11].


Son yayınlanan çalışmanın sahibi bilim insanları, doğrudan Nobel Ödülü kazananlara bir anket uygulamayı seçtiler. Nobel Ödülü’ne sahip yaklaşık 30 tane bilimadamı üzerinde (elbette ayrı bir kontrol grubu da var) yürüttükleri çalışma sonucunda yaklaşık %41′lik bir kısmın Nobel Ödülü kazandığı çalışmayı gerçekleştirdiği yıllarda toplumun aynı yaşta bireylerinin tükettiği ortalama değerinin iki katı veya daha fazla çikolata tükettiğini bulurken %23′ünün ise çok daha az tükettiği sonucuna ulaştı. Dahası, Nobelli bilimadamlarının sadece %32′sinin toplumun genelinden daha fazla çikolata yediği ortaya çıktı. Bu sayı, daha az tüketenler için %14 civarında. Kısacası, bu çalışma da Messerli’nin tezini kesin bir şekilde doğrular nitelikte değil.


Gelecek ve Sonuç- Güncel Çalışmaların Ötesi
Gelecekte neler yapılabilir? Bu noktada belki de en önemli soru bu. Flavonoidlerin insan vücüduna etkisi daha ciddi ve geniş bir şekilde araştırılmaya devam edilecek, şu anda böyle çalışmalar halihazırda destekleniyor. Aynı zamanda bilişsel aktivitelerin nicelendirilmesi ve eldeki çikolata tüketiminin Nobel kazanan bireylere göre dağılımının daha detaylı ve kesin bilgilerin ortaya çıkması da bu çalışmaların geleceği açısından önemli.


O zaman şu şekilde toplayayım; çikolatada bulunan flavonoidlerin insanlarda bilişsel aktiviteyi arttırdığı yönünde bulgular var. Bunu farklı bir şekilde test etmek isteyen Messerli ülkedeki birey başına düşen çikolata tüketimi ile Nobel kazanan biliminsanı sayısında doğrusal bir ilişki olduğunu buluyor fakat elimizdeki güncel veri bu savın nedenselliğini doğrulamak konusunda yeterli değil. Kısacası, her istatistiksel veri ve ilişki bizi nedensellik ilişkisine (ki bilimin en temel amaçlarından bir tanesine) yöneltmek zorunda değil. Bu yüzden siz siz olun, çikolata tüketimini abartmayın (yarattığı kilo problemi pek çok iyi özelliğini gizleyebilir) ve size sonuç olarak sunulan matematiksel ilişkilerin doğruluğuna güvenmeden gerçekte ne anlama gelebileceklerini bir kez daha düşünün.


Notlar ve Kaynakça


* Hayır, tekrardan çikolataya başlamadım. Sadece yazıyı yazarken canım çekti, o kadar.


Messerli, F.H. Chocolate Consumption, Cognitive Function, and Nobel Laureates. New England Journal of Medicine 367;16 18.9.2012
Wikipedia Health Effects of Choclolate 4 Ocak 2014′te tarihinde kontrol edildi.
Wikipedia Flavonoid 4 Ocak 2014′te tarihinde kontrol edildi.
Romagnolo D. F., Selmin, O. İ.,Flavonoids and Cancer Prevention:A Review of the Evidence Journal of Nutrition in Gerontology and Geriatrics, 31:206–238, 2012
Nurk E, Refsum H, Drevon CA, et al. Intake of flavonoid-rich wine, tea, and chocolate by elderly men and women is associated with better cognitive test performance. J Nutr 2009;139:120-7.
Desideri G, Kwik-Uribe C, Grassi D, et al. Benefits in cognitive function, blood pressure, and insulin resistance through cocoa flavanol consumption in elderly subjects with mild cognitive impairment: the Cocoa, Cognition, and Aging (CoCoA) Study. Hypertension 2012;60:794-801.

i-ked de her zaman çikolatayı sevmiştir ama Nobel zaten bizim matematikçi meslektaşlara verilmiyor. John Nash (Akıl Oyunları - A Beautiful Mind) filmindeki gibi ekonomiden filan alırsak ne ala...

Ablam aldığı çikolataları benimle paylaşırdı, ben de papatya ile hep paylaştım. Damla çikolatalı, tarçınlı ekmeğimi de beğenirdi. Eski sevgililerine, arkadaşlarına, benim arkadaşlarıma giderken de ya çikolatalı pasta ya da meyve alırdık. Beyaz çikolata ile geç tanışmış olsam da favorim bitter! Karmen ve Toblerone de çok hoşuma gider.

Bugün aynı zamanda kandil, sadakatsize hiçbir hakkımı helal etmiyorum.

i-ked
13-01-2014, 21:38
Zor okunuyor ama okunuyor, yeniden uğraşmak istemiyorum. (http://i.hizliresim.com/KnkW3l.jpg)

YEMEK BULDUN GEZ, DAYAK BULDUN KAÇ: “LÉVY YÜRÜYÜŞÜ”YAZAR: Tevfik Uyar , SAYI Ocak '14

Aceleniz var… Evden bir an önce çıkmanız lazım. Önemli bir evrakın evdeki açık pencereler arasında cerayan eden rüzgâr ile bir yerlere uçuştuğunu fark ediyorsunuz ve onu arıyorsunuz. Acaba nasıl bir arama yolunu tercih ederdiniz?
Ya da kalabalık bir konserde bir arkadaşınızı kaybettiniz. Üstelik telefonla da ulaşamıyorsunuz. Onu nasıl arardınız? Bir yerde bekler ve önünüzden geçmesini mi beklerdiniz? Yoksa her bir sırayı tek tek arar mıydınız? Ya da arkadaşınızı görme umuduyla rastgele bir arama davranışı mı izlerdiniz?


Şimdi başka sorular:


Bu arama hareketlerinizin tüm insanlara özgü bir matematiksel ya da istatistikî bir örüntüsü olur muydu?


Elbette kendi evini tanıyan ve bilen, evrakın nereye uçması halinde onu göremiyor olabileceğinizi kestirebilen siz, sahip olduğunuz bilişsel kabiliyetlerle evinize uygun ve size özgü bir örüntüyü takip ederdiniz. Ya da arkadaşınızın uzun boylu olması, hoparlöre yakın yerleri tercih etmemesi, ya da sigara kullanıcısı olması gibi bilgileri kullanarak arama kriterlerine sahip olabilirdiniz.


Peki ya bir arı, ton balığı ya da köpekbalığı olsaydınız ve bilinçli olarak kullanabileceğiniz veriler olmasaydı?


Rastlantı ve Düzen
Richard Feynman’ın tabiriyle doğa bir satranç oyunudur. Bilim insanları ise satranç oyununu izlerken onun kurallarını kestirmeye çalışan izleyicilerdir. Bu izleme esnasında taşların hangi hamleleri yaptığına yönelik hipotezler oluşturacaklardır ve bu hipotezlerini doğrulayan –ya da yanlışlayarak onu hipotezini güncellemeye götüren- hareketlerin de hep takipçisidirler (1).


Çevremizdeki etkileşimlerin kararlı bir doğası vardır. Bu yüzden çok ani ve olağanın dışında olaylar olmasını beklemeyiz. Mesela bir anda bulunduğumuz yerde havanın tükenmesinden ve nefessizlikten ölmekten endişe etmeyiz. Ya da odanın bir ucunda yanıyor halde duran sobanın bir anda her yere ateş kusmasından kaygı duymayız. Bu bakımdan baktığımızda her şey çok düzenlidir, hayatın “doğal akışı” bulunur.


Etrafımızdaki karmaşık dünyanın bu karmaşık ve çeşitli durum ve görünümlerine karşın onu büyük ölçüde kontrol edebiliyor olmamızın sebebi, bu doğal akışı sağlayan kuralların basitliğidir. Mesela kimyasal reaksiyonlar birkaç küçük kural dizgesi içerisinde gerçekleşirler; ama et kokar, sigara yanar, yemek pişer, yumurta rafadan olur… Bunlar küçük kuralların üstüste binerek oluşturduğu karmaşık görünümlerdir. (Çok küçük kuralların üstüste binerek daha kompleks kurallar varmışçasına makro yapılar oluşturabileceği ya da düzenli bir örüntü yaratabileceğine dair çeşitli örnekler ve modellerden dergimizde daha önce bahsetmiştik: Conway’in Hayat Oyunu ve Schelling Ayrışma Modeli gibi).


Bilim insanları bu kuralları merak ederler, ve böylece anlamak ve açıklayabilmek isterler. Sosyal bilimler “bilişsel” bir canlı olan insanı ve onun bir üyesi olduğu toplumu anlamaya yönelik amaçlar güdüyor olsalar da bu bilişsellik –ve doğal olarak belirsizliklerin kaynağı olan karar verme faktörü- sosyal bilimcileri zorlar. Buna keza bilişsel olmayan canlı varlıkların –ve dolayısıyla cansız varlıkların- hareketleri karar verme –ve böylece sapma- eyleminden uzak, bu sayede de anlaşılabilir, incelenebilir ve kimi zaman net olarak açıklanabilir haldedirler. Bu sayede “çoğunlukla ve büyük ölçüde” bilişsel davranmadıklarını varsaydığımız hayvanlar alemi kendi evrimleri içerisinde sahip oldukları strateji ve davranış örüntüleri açısından ilgi çekicidirler. Bilişsel bir sürecin ürünü olmayan ve içgüdü olarak adlandırdığımız davranış örüntüleri çoğu zaman hayvanların varkalımlarında önemli bir yere sahiptirler ve “En Kararlı Strateji” olarak adlandılılırlar (2). Tarih boyunca biyolog ve zoologların da aralarında olduğu bilim insanları bu stratejilerle ilgilenmişlerdir ve konu strateji olduğundan belki de, matematikçiler de bu grup arasındadır: Ünlü bilim insanı John Nash’in hayatını konu alan Akıl Oyunları adlı filmi sevenler, John Nash’in bir ara güvercinlerin hareketlerini çözmeye gayret ettiğini hatırlayacaklardır. Yeri gelmişken bahsedelim; bu yazıda bahse konu olan Paul Lévy de bir matematikçiydi –her ne kadar Lévy Yürüşüyü ile yiyecek arama hipotezi ona ait olmasa da-.


Lévy Yürüyüşü
Bu yazının konusu olan Lévy yürüyüşü, bazı hayvanların kullandığı yemek arama stratejilerinden birini ifade etmektedir ve adım uzunlukları bir sürekli olasılık dağılımına uygun olarak gerçekleşen hareket örüntüsünü ifade eder. Lévy dağılımı aslında sürekli bir olasılık dağılımıdır. Eğer fiziksel bir olgu için bir olasılık dağılımından bahsediyorsak, akıllara ayyaş yürüyüşü olarak da anabileceğimiz rastgele yürüyüş (random walk) gelir.

Zilzurna sarhoş olmuş birisinin rastgele adımlar attığını düşünün. Her adımda sağa, sola, ileri, veya geri gitme ihtimali aynı olsun. Bu “ayyaş”ın hareketi, fiziksel dünyadaki birçok sistemin davranışı için bir model oluşturuyor, sözgelişi suyun içindeki polenlerin hareketi, parfüm kokusunun havada yayılması, uzun molekül zincirlerinin büyümesi, hisse senetlerinin değerlerinin değişmesi gibi (3).
Levy yürüyüşü de bir rastgele yürüyüş örneğidir. Rasgele yürüyüş yere bıraktığımız bir topun yapacağı hareketteki gibi formüle edilebilen ve tahmin edilebilir bir matematiksel modele değil, hareketlerin bir takım sınırlar ya da kurallar nedeniyle bir olasılık dağılımına uyduğu istatistik bir model sunar bizlere.


Basit bir örnek vermeye çalışalım:
Annelerimiz genellikle ne yemek yapacaklarına rastgele olarak karar verirler. Bu yemeklerden bir kısmını yapmak çok zahmetli, bir kısmı ise çok kolaydır. Tabi bir de besleyicilik ya da sağlıklı olması açısından başka bir değerlendirme yapmak da mümkündür. Örneğimizdeki annenin çalışan bir kadın olduğunu varsayalım: Zaman yönetimi onun için önemlidir ama çocuğunun iyi beslenmesini de sağlamak istemektedir. Bu annenin hangi yemeği yapacağına yönelik kesin bir bağıntı geliştirmek ve bu yönde bir tahminde bulunmak mümkün değildir, ancak belirli bir süre zarfında hangi yemekleri yaptığını inceleyerek onun seçimlerinin bir olasılık dağılımına uyup uymadığına bakabilir ve bir modele ulaşabiliriz.


http://www.acikbilim.com/wp-content/uploads/2014/01/normal.jpgBir yemek kümesinden seçim yapacak olan zaman kısıtına sahip bir anne besleyicilik ve kolay yapılabilirlik kriterlerinin ikisini de dikkate aldığında yukarıdaki dağılıma sahip bir tercih kümesine sahip olabilir.

Bu anne her ne kadar yemek yapmaya rastgele karar veriyorsa da zamanla ve besleyicilikle ilgili kaygıları nedeniyle ortaya böyle bir tablo çıkıyorsa; bir ucunda besleyici ama zor, diğer ucunda kolay ama besleyici olmayan yemeklerin yer aldığı bir normal dağılım elde edebiliriz. Mesela omlet çok hızlı yapılabilir, ama tek başına yeteri kadar besleyici ya da lezzetli değildir. Bu yüzden ele alınan zaman zarfında bir kez yapılmıştır. Öte yandan güveç gibi bir yemek de içeriği sebebiyle oldukça zengin ve besleyici olabilir; ancak o da çok zahmetlidir. O yüzden o da sadece bir sefer yapılmış olabilir. Nispeten daha zor ama daha besleyici ya da nispeden daha besleyici ama daha zor yemeklerden optimum olanlara daha sık rastlanması beklenir.
http://www.acikbilim.com/wp-content/uploads/2014/01/dagilimlar.jpgSolda: Normal Dağılım – Sağda: Levy Dağılımı. Normal dağılımda μ = Ortalama, σ² = Varyans değeridir. Anne-yemek örneğimiz için örnek verecek olursak: Yemekler özellikleri bakımından birbirinden uzaklaştıp farklılaştıkça varyans büyür ve grafiğimiz daha yayvan olurdu. Anne yoğun bir ayında sürekli mesaiye kalıp daha çabuk yemekler yapmaya başlasaydı, bu defa da ortalama negatif bir sayı olur, grafik sola kayardı. Levy dağılımında ise α ölçeği ifade eder. Ölçek, dağılımı oluşturan değerlerin birbirlerinden ne kadar uzak ve farklı olduklarını temsil eden bir değerdir. Levy dağılımının doğası gereği ölçekteki küçük değişiklikler dağılımda büyük değişimlere yol açmaktadır.

İşte Lévy Yürüyüşü olarak adlandırdığımız davranış da -yemeklerin pişirilme sayıları gibi- hayvanların iki yiyecek arama/toplama eylemi arasında kat ettikleri mesafelerin Lévy dağılımı ya da Cauchy dağılımı gibi uzun etekli (ya da yoğun kuyruk) sürekli olasılık dağılımlarına uygun olarak gerçekleşen davranıştır. Lévy dağılımı da tıpkı normal dağılım gibi sürekli olasılık dağılımıdır ancak bu dağılımı ortaya çıkaran bir takım varsayım, değer ve koşullar onu normal dağılımdan farklı kılar.
Sürekli olasılık dağılımıyla ilgili bir örnek Vikipedi’den:

Bir sürekli olasılık dağılımında değerler sürekli olan bir açıklıkta tanımlanır ve tek bir değer için olasılık sıfıra eşittir. Örneğin bir okçuluk sahasında atılan bir okun hedef tahtasında tek bir noktaya düşmesi olasılığı sıfırdır; çünkü geometri kuramına göre bir noktanın ne eni ne de boyu bulunmaktadır ve hedef üzerindeki varsayılan nokta sonsuz küçüklüktedir. Buna karşılık, atılan okun hedef üzerinde belli bir alana düşmesi olasılığı bulunabilir. Böylece hedefe ok atma olayında hedef tahtasının her bir alanına okun düşme olasılığını tanımlayan bir düzgün fonksiyon olasılık yoğunluk fonksiyonu (OYF), bu olayın olasılık dağılımını tanımlar. Olasılık yoğunluk fonksiyonun altında kalan alan (yani integrali), hedef tahtasının tümünü (belki de yakınındaki bir duvar parçasını da) kaplayan alanı kapsadığı için, bire eşit olacaktır; çünkü atılan okun mutlaka bir alana gitmesi gerekmektedir (4).
Diğer tür olan ayrık olasılık dağılımı öyle değildir: Örneğin tek bir zar atıyor olalım. Bütün olasılıklar ayrı olayları temsil ederler ve birbirine eşitlerdir. Üstelik ilk atışımda zarın kaç gelmiş olduğu sıradaki hamlemde kaç geleceğini etkilemeyecektir. Her bir olayın tekil olarak olasılıkları bellidir ve zar “daha önce kaç kez altı geldim acaba?” diye düşünmeyecektir. Dolayısıyla sürekli bir dağılımdan bahsedilemez ve yukarıda görmüş olduğumuz gibi dağılım modelleri elde edilemez.


Yemek Arama Modeli
Şimdi gelelim yiyecek arayan bir bal arısının davranışına…
Çiçek arayan bir arının enerjisi sınırlıdır. Çevredeki kaynaklar da öyle. Ayrıca arada bir rastgele bir noktaya ışınlanmadığına göre bir önceki konumu ile sıradaki konumu birbirine bağlıdır. Peki bir arı belli bir bölgedeki çiçekleri kontrol ettikten sonra, sıradaki konumunu nasıl belirleyecektir ve nereyi tercih edecektir? Arılar bölgeleri sırayla mı aramaktadır? Yoksa rastgele mi? Rastgele arıyorlarsa kat ettikleri mesafe bir dağılım modeline uyuyor mudur?
http://www.acikbilim.com/wp-content/uploads/2014/01/levy1000hamle-300x292.jpgBilgisayar ile oluşturulmuş 1000 hamlelik bir Levy yürüyüşü.

Evet! Belki çoğumuzun daha önce görerek tespit ettiği üzere, bir balarısı yiyecek arayacağı bölgeye ulaşır ve bir çiçeğe bakar. Derken kısa bir uçuş yaparak aynı alandaki diğer çiçeğe geçer. Bu küçük alanda bir miktar kısa uçuşlar yaptıktan sonra bu defa rastgele bir yön seçer ve biraz daha uzun bir uçuş gerçekleştirerek başka bir bölgeye geçer. Buradaki aramalarında da bir miktar kısa uçuşlar gerçekleştirir ve akabinde tekrar bir uzun uçuş daha yapar. Yuvasına dönene dek bu döngü devam eder.
Araştırmalar aralarında arılar, ton balıkları ve köpek balıklarının da olduğu pek çok hayvanın yiyecek arama davranışlarında kat ettikleri mesafenin Lévy dağılımına uygun olduğunu gösteriyor.
Bu stratejiin varlığı görgül kanıtlarla desteklendiğine göre sıra bunun neden olduğu sorusunun yanıtına geliyor. Bazı araştırmacılar “neden” sorusuna da eğilmişler ve şu yanıta ulaşmışlar: Optimum enerji sarfiyatı.
Rassal yiyecek aramalarında zaman / enerji açısından optimum stratejinin ne olabileceğine yönelik araştırmalar Lévy dağılımı gibi olasılık dağılımlarına uygun davranış örüntülerinin en iyi strateji olabileceğini gösterdiler (5). Bilim insanları bu araştırmalarda konum ve hız bilgilerini ileten bir takım sensörleri hayvanlar üzerine yerleştirerek gerçek datalar ile görgül kanıtlar sağladılar. Henüz 2010 yılında yapılan ve milyonlarca konum verisine dayanan okyanus araştırmaları bazı okyanus balıklarının yaşadıkları bölgeye göre değişiklik göstermek üzere Lévy da da Brown dağılımlarını kullandığını gösterdiler (6).


VE İNSAN!
Her ne kadar bugün yiyecek aramak bizler için çevremize ya da Yemek Sepeti’ne bakıp “nerede yesek acaba” ya da buzdolabına bakıp “ne pişirsem acaba” eylemlerine indirgenmiş olsa da geçmişte böyle değildi. Günümüzde de avlanarak ya da toplayıcı olarak yaşayan insan toplulukları bulunmakta.
http://www.acikbilim.com/wp-content/uploads/2014/01/131223181953-large-300x200.jpgHadza İnsanları üzerinde yapılan araştırma onların da avlanma davranışlarında Levy yürüyüşü kullandıklarını gösterdi. (Credit: Photo by Brian Wood/Yale University akt. Science Daily)



23 Aralık’ta Arizona Üniversitesi’nden Antropolog David Raichlen ve Herman Pontzer’in başında olduğu bir ekip tarafından kaleme alınan ve Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinde yayınlanan Evidence of Lévy walk foraging patterns in human hunter-gatherers adlı araştırma, Lévy yürüyüşü olarak bilinen ve bugüne dek arılar ve köpek balıklarının kullandığı düşünülen bir yiyecek arama stratejisinin avcı toplayıcı insanlar tarafından da kullanılmış olabileceğini öne sürüyor (7).


David Raichlen, Herman Pontzer ve ekibi bu çalışmalarını Tanzanya sınırları içerisinde yaşayan Hadza kabileleri üzerinde gerçekleştirmiş, çünkü Hadza insanları hala geleneksel yöntemlerle avlanıyorlar. Araştırma kapsamında avcıların avlarını ararken gerçekleştirdikleri hareketler GPS ile incelenerek profilleri çıkarılmış ve bu profiller incelendiğinde Hadza insanlarının da av arama davranışlarında Lévy yürüyüşü gerçekleştirdikleri görülmüş.
Geleneklerinden çok vazgeçmemiş olan Hadza insanlarının avcı toplayıcı atalarımız hakkında fikir verebileceğine inanan ekip tarihe ışık tutabilecek bir takım araştırmaların önünü açmış oluyor. Ayrıca bu keşif insan ve diğer hayvanlar arasında matematiksel bir köprü kurmuş olduğu gibi, rastgele görünen davranışlarımızın ardındaki evrimsel mirasın varlığını hatırlatıyor…


Kaynaklar:
(1) – Richard Feynman – Altı Kolay Parça (Evrim Yayınları)
(2) – Richard Dawkins – Gen Bencildir (TÜBİTAK Yayınları)
(3) – Kaan Öztürk – Açık Bilim: Ayyaş Yürüyüşü
(4) – Vikipedi – Sürekli Olasılık Dağılımları maddesi
(5) – Viswanathan G. M. et al http://www.nature.com/nature/journal/v401/n6756/full/401911a0.html akt. Wikipedia (“Lévy flight foraging hypothesis” maddesi.)
(6) – Humphries N. et al http://www.nature.com/nature/journal/v465/n7301/full/nature09116.html akt. Wikipedia (“Lévy flight foraging hypothesis” maddesi.)
(7) Science Daily – “Walking the Walk: What Sharks, Honeybees and Humans Have in Common”

Yazar hakkında: Tevfik Uyar
İTÜ Uçak Mühendisliği ve İstanbul Kültür Üniversitesi İşletme Yönetimi Yüksek Lisans mezunudur. Organizasyonel davranış ve örgüt psikolojisi üzerine çalışmıştır. Aynı sahada doktora eğitimine devam eden Uyar, sosyoloji lisans öğrencisidir ve bilimkurgu öyküler yazmaktadır. / Google

i-ked
14-02-2014, 02:01
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=25800117&yazarid=325

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/25797739.asp

Ülkenin gergin gündemi sağ olsun, sokakta da birbirimize olan tahammül eşiğimiz sıfırın altında.

“Birbirini tanımamak” kimi insanlarda “Nasılsa bir daha hayatımda karşıma çıkmayacak, alabildiğine küfredeyim” dürtüsü yaratıyor olmalı.

“Bakın honföndö”
Bir de “honföndöö” meselesi var ki, onu da atlamak olmaz.
Sadece trafikte değil, birbirini tanımayan insanların iletişimi esnasında tahammül eşiğini indiren sözcük. Profesyonel müşteri hizmetleri veren firmalarda size laf anlatamadığını düşünen görevli dahi kullanıyor.
“Bakın honföndöööe...”

O “honföndö”yü duyduğum anda böyle bir, nasıl anlatsam, “sinir dalgası” hasıl oluyor bünyede.
Ne konuştuğumuzu unutuyorum ve konu tamamen “honföndö” oluyor. Halbuki racon nedir?
Basitçe isminizi sorar ve size öyle hitap eder o görevli.
Ama yok, nasılsa bir daha karşılaşmayacaksınız, “Bagın şindi honföndöööeö” diyerek devam etmekte bir sakınca görmez.

i-ked
15-02-2014, 15:35
Bu Nasıl Aşktır

Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan on yedisine bastığında, iki kişi onunla evlenmek ister.

Mihrimah, yani Mihrü Mah, Farsca’da “Güneş ve Ay” anlamına gelir. Kızla evlenmek isteyenlerin biri Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa diğeriyse Mimar Sinan’dır.

Padişah kızını Rüstem Paşa’ya verir.



Rüstem Paşa kimdir?

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/25812079.asp?yazarid=249

http://i.hizliresim.com/e26Azv.png (http://hizliresim.com/e26Azv)

Astiyag_Kyakser
16-02-2014, 21:22
Sukurler olsun.. Muslumanmis :):)

Cok acimasiz bir kadin bu:)

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/41727/O_Namus_Sizde_Yok_.html#



Sent from my Discovery using hisse.net mobile app

i-ked
08-03-2014, 01:45
Samuel Beckett

İrlandalı yazar, oyun yazarı ve şairdir.
Doğumu 13 Nisan 1906 - Foxrock, Dublin, İrlanda
Ölümü 22 Aralık 1989 - Paris, Fransa



Bana öğrettiğin kelimeleri kullanıyorum. Artık hiç bir anlama gelmiyorlarsa, bana başkalarını öğret. Ya da bırak susayım.
Bir gün yetmiyor mu bu size, bir gün dilsiz oldu, bir gün ben kör oldum, bir gün sağır olacağız, bir gün doğduk, bir gün öleceğiz, aynı gün, aynı an, yetmiyor mu bu size?
Bir kişiye gerektiğinden fazla değer verirsen, ya onu kaybedersin ya da kendini mahvedersin.
Eğer bir gün susarsam, bu artık söylenecek hiçbir şey kalmadığı içindir; herşey söylenmemiş, hiçbir şey söylenmemiş olsa bile.
Güneş, başka seçeneği olmadığı için, bildiğimiz eski şeylerin üzerinde pırıldıyordu.
Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.*
Hepimiz deli doğuyoruz. Bazıları böyle kalıyor.
Körlerin zaman kavramı yoktur. Zamanla ilgili şeyler de gizlenir onlardan.
Yarın uyandığımda, ya da uyandığımı sandığımda bugün hakkında ne diyeceğim?
Yaşamış olmak onlara yetmiyor!




http://i.hizliresim.com/wjOp6g.png


*Samuel Beckett'in "yeniden başarısız ol, daha iyi başarısız ol" sözü tuhaf bir şekilde sol siyasetler tarafından sürekli zafere, başarıya giden yolda, bir güç toplama evresi, bir yanlışları görme provası, bir kesintisiz yürüyüşün gerekli soluklanması şeklinde alıntılanmıştır. Oysa Beckett'in ne herhangi bir yerde böyle bir vurgusu olmuştur ne de Beckett'in edebiyatında böyle bir izleği takip etmek mümkündür.

Beckett, tam aksine başarıyı, zaferi, ilerlemeyi ve mutluluğu norm haline getiren bir uygarlıkta, başarısızlığın, yenilmenin, umutsuzluğun, mutsuzluğun, çuvallamaların, yerinde saymaların yazarı olmayı tercih etmiştir.

Yetişkinler Dünyası (2013 (http://www.imdb.com/title/tt1067765/)) (http://www.imdb.com/title/tt1067765/)


http://i.hizliresim.com/wO6Np4.jpg
Kaderinde büyük bir şair olmak yattığını düşünen üniversite mezunu saf kızımız Amy, bir yandan inzivaya çekilmiş yazar Raf Billings'i ona akıl hocalığı yapması için ikna etmeye çalışırken diğer yandan da gönülsüzce cinsel fantezi ürünlerinin satıldığı bir mağazada çalışmaya başlar.

Bu filmi izlerken aklıma Beckett geldi, ulaştığım birkaç yazıyı harmanladım.

Eylül 1941’de, yirminci yüzyılın görünüşte en siyasi olmayan sanatçılarından biri faşizme karşı silaha sarıldı. 1906’nın Kutsal Cuma günü (aynı zamanda 13. Cuma) doğan ve 1937’den beri Paris’te yaşamakta olan ünlü bir kötümser için enfes bir zamanlamayla Samuel Beckett, gözde İrlandalı yazarların pek çoğunun yaptığı şekilde kendini bilerek anavatanından sürgün etmişti. Aslında İrlandalılar, bir zamanların sömürgeci mülk sahiplerinden farklı olarak, ortaçağların göçebe keşişlerinden Kelt Kaplanı döneminin şirket yöneticilerine kadar her zaman kozmopolit bir ulus olagelmiştir. Eğer sömürge yönetiminin baskıcı rejimi İrlanda’lıların bazılarını milliyetçi hale getirdiyse, bazılarını da dünya vatandaşı yapmıştı.

Zaten iki ya da üç kültür ile dil arasında yakalanmış olan Joyce, Synge, Beckett ve Thomas MacGreevy gibi yazarlar, az çok yarım yüzyıl sonra Avrupa Birliği’ni yürekten benimseyecek olan hemşerilerine benzer şekilde, yüksek modernist Avrupa’nın köksüz ve çok dilli atmosferinde serpileceklerdi. Bu eğilim, dilsel açıdan bilinçli bir modernizme ayak uydururken, bir ulusun içinden -siyasal bir mayın tarlası olarak- dilin hiçbir zaman verili olarak alınamamasına katkıda bulunmuştur.

Beckett, 1940 yılında Fransız güçleri adına gönüllü olarak bir ambulansta şoförlük yapmıştı; fakat Almanlar ülkeyi işgal ettiklerinde, Naziler kaz adımlarıyla Paris sokaklarında yürümeye başlamadan sadece kırk sekiz saat önce, karısı Suzanna’yla beraber güneye kaçtı. Karı koca, Toulouse’daki mülteci kampında kısa süre kaldıktan sonra, yorgunluktan tükenmiş ve neredeyse tek kuruşsuz bir halde Atlantik kıyısındaki Arcachon’da yaşayan bir arkadaşlarının evine vardılar. Birkaç ay sonra çift, kısmen Almanların başkentteki tutumlarıyla ilgili güven verici söylentilere kanarak, bir avuçtan biraz fazla sebzeyle yetinip 1940-1941 kışının sert koşullarına göğüs germeye, Paris’teki dairelerine geri döndüler. Beckett’in resmi biyografisinin yazarı James Knowlson, işte bu kışı, Vladimir ile Estragon’un Godot’yu Beklerken’deki havuçlar, turplar ve şalgamlarla ilgili neşeli tartışmalarının kökeni sayar.

Beckett’in kendi savaş zamanı tecrübelerine tamamen sadık olarak çizilen karakterleri, öznellik kadar görkemli bir şeye biyolojik olarak kendilerini kaptırmayacak kadar çok meşgul, kaba materyalistlerdir. Onlar ‘ruh’tan ziyade ‘beden’dirler –Swift, Sterne veya Flann O’Brien’ın Üçüncü Polis Memuru’ndaki gibi insan bedenlerinin, ıstıraplı bir şekilde bisikletlerin içine karışıp kaybolma eğilimine ihanet eden beden parçalarının mekanik birer montajından oluşmaktadırlar. Tipperary doğumlu Laurence Sterne için yazılmış bir sayfadaki siyah işaretlerin esrarı gibi insan bedeninin esrarı da bu hareketsiz madde parçasının nasıl kendinden daha fazla bir şey haline gelişinde yatmaktadır –normalde bir taş kadar sessiz olması gerekirken, nasıl sürünmeye ve cılız bir sesle inlemeye devam etmesidir bize esrarengiz gelen. Beckett’in oyunu Ben Değil’in odaklandığı noktanın insan ağzı olmasının sebebi, anlam ile maddeselliğin esrarengiz bir şekilde birbirine yakınlaşmasıdır.Tekrar Paris’e dönüp de Rezistans’a katılınca Beckett’in Nazi rejimine duyduğu nefret, bir Yahudi dostunun toplama kampına götürülmesiyle birlikte en üst raddesine ulaşır. Nitekim, kendine has cömertliğiyle, zaten yetersiz olan karne hakkını dostunun karısına bağışlayacaktır. Kendisinin de üye olduğu ve kurucuları arasında ünlü Dadacı ressamın saygı ve korku uyandıran kızı Jeannine Picabia’nın da bulunduğu seksen kişilik, güçlü Rezistans hücresi, Britanya Özel Operasyonlar Komutanlığı’nın bir parçasıydı. Resmi düzlemde tarafsız kalmış olan irlanda devletindeki Nazi yanlısı Cumhuriyetçilerin bakışıyla, Dublinli sürgün artık siyasal düşmanla ittifak halindeydi.

Beckett’in grup içindeki rolü, edebi vasıflarına dayanmaktaydı: Ajanların Alman birliklerinin hareketleri hakkında topladıkları (ve daha sonra mikrofilme alınıp Fransa’dan kaçırılan) bilgileri tercüme etmek, sıraya koymak, düzeltmek ve daktiloya çekmekle uğraşıyordu.

Tıpkı Godot’yu Beklerken’deki oğlan çocuğu gibi ajanların mesajlarının bir kısmının güvenilmez bilgilerden oluştuğu kısa sürede anlaşılıyordu. Yaptığı iş, masa başında oturup durmaktan ötesini gerektirmemesine rağmen, oldukça tehlikeliydi; nitekim, savaştan sonra, savaş sırasındaki hizmetlerinden ötürü hem Croix de Guerre hem de Médaille de la Reconnaissance nişanlarına layık görülecekti.

Sanatında da göze çarpan nitelikleri olan suskunluğu ve gizliliğe yatkınlığı, bir maki’nin dikkate değer üstünlükleri haline gelmişti. Buna rağmen, hücrenin sırrı çok geçmeden ortaya çıktı. Bir yoldaş işkencede çözülünce gruptan elliyi aşkın kişi tutuklandı ve yakalananların çoğu toplama kamplarına gönderildi. Başkentten hemen ayrılmaları tavsiye edilen Beckett’ler, hücrenin öteki mensuplarını uyarmak üzere baskına uğrama tehlikesini göze alarak yola çıkmayı ertelediler; hatta Suzanne bu dönemde Gestapo tarafından tutuklandı, fakat başına bela açmadan ellerinden kurtulmayı başardı. Beckett çifti, gizli polisin kapılarını çalmaya gelmesinden önce dakika farkıyla dairelerini boşaltıp kıl payı kaçmayı başardılar.

Sahte isimlerle küçük oteller arasında cirit attıktan sonra, bir süre yazar Nathalie Sarraute’un evinde barındılar; daha sonra da usulüne uygun olarak hazırlanmış sahte belgelerle silahlanmış bir şekilde Provence’teki Roussillon köyünde saklandılar. Burada yaşayanların çoğu, Beckett çiftinin mülteci Yahudiler olduğunu zannediyordu. Beckett 1944’te burada, yeniden bir Rezistans hücresine katıldı;evinin mahzeninde patlayıcı sakladı, tüfek kullanabilmek üzere temel eğitimden geçti ve bazı geceler Almanlara kurulan pusulara katıldı. Vladimir’le Estragon nasıl hendeklerde uyudularsa, yaratıcıları da aynı yerlerde uyudu. Doğrusunu söylemek gerekirse, Beckett onların olduğundan daha serseriydi; çünkü oyun aslında bizlere Vladimir’le Estragon’un aylak serseriler olduğunu anlatmaz.

Beckett çifti, savaş bitip de Paris’e döndüklerinde, şehir halkının geri kalanı gibi kendilerini gene bir deri bir kemik ve yarı aç halde buldular. Beckett kalemine sarıldığında bazen parmaklarının ucunun soğuktan morardığını görüyordu. işte, Beckett’in o dönemin bir noktasında ağır bir psikolojik çöküntüye uğradığı da söylenmektedir –Wilfred Bion’dan psikoterapi seansı almadan on yıl önce. Angst ve Sürgün Beckett o zamanlar, sağdan ziyade solun militanı haline gelen çok az sayıdaki modernist sanatçıdan biriydi. Nitekim, James Knowlson çok yerinde bir saptamayla şöyle demektedir: “Beckett’in daha sonraki düzyazı ve oyunlarının birçoğunun kaynağı, doğrudan onun ciddi belirsizlik, yönelimsizlik, sürgün, açlık ve muhtaçlık tecrübeleridir.”

Onun eserlerinde gördüğümüz, zamandışı bir insanlık durumu (condition humaine) değil, savaşın harabeye döndürdüğü yirminci yüzyıl Avrupa’sıdır.Bu -Adorno’nun işaret ettiği üzere-, ciddi bir minimalizm ile suskunluk, dehşet ve var olmamanın eşlik ettiği kalıcı bir kasvete ilişkin inancını koruyan Auschwitz’den sonraki sanattır. Beckett’in yazıları güç bela kavranabilecek ölçüde seyreltilmiştir. Hatta, kendimizde yanlış olanı adlandırabilmeye yetecek kadar anlam dahi söz konusu değildir. Perspektifsiz bir anlatı, sadece başka, eşit derecede beyhude bir hikâyeyi boşa çıkarmak için hayli zahmetli şekilde kendini yerden kaldırmaya çalışmaktadır. Artık ihtiyatlılık ve kılı kırk yaran bir kesinlik, hakikate en çok yaklaşabilenlerdir.

Bir keresinde Beckett, dostu James Joyce’un elindeki materyale sürekli olarak bir şeyler eklediğini belirtmiş ve şöyle devam etmişti:
“Halbuki ben kendi tarzımın yoksullaşmada, bilgi yoksunluğunda,alıp götürmede, eklemekten çok çıkarmakta yattığının farkına varmıştım.” Beckett, memleketlisi Swift’le birlikte, eksilmekten alınan vahşi bir hazzı paylaşmaktadır.

Beckett’in sanatı, Nazi utkuculuğuyla doğrudan örtüşen başarısızlığı, onun ölümcül mutlakiyetini, müphemlik ve belirsizlik silahlarıyla mahvederek tamamlar. Kendi yorumunca, en çok sevdiği sözcük ‘galiba’ydı. Faşizmin megalomanyak totalliklerine karşı, parçalı ve bitmemiş olanı mücadeleye dahil ediyordu. Kendine özgü Sokratesçi tavrıyla -muhtemelen çok daha az cesete yol açtığından- cehaleti bilgiye tercih etmekteydi. Eğer eserleri somurtkanca bulunuyorsa, belki de hiçbir zaman var olmayabilecekleri gerçeğinin neşeyle bilincinde olarak -ki evrenin kendisi kadar onların varlığının da gülünç şekilde mantıklı hiçbir sebebi yoktu-, bunun sebebinin komik olduğu kadar trajik ve gerekliliğin cani mitolojilerine karşı duyulan olumsallık hissi olduğunu söyleyebiliriz.

Ortaçağın büyük filozofu ve menfi teologu John Scotus Eriuge’na’dan, yücelik estetiğini haiz Edmund Burke’e, Flann O’Brien’a ve çağdaş irlandalı filozof Conor Cunningham’a4 değin pek çok irlandalı yazar gibi Beckett’in de, hevesli bir Heraklitos okuyucusu olarak, ‘hiçlik’ nosyonuna karşı yok edici bir ilgisi vardı –Sterne’e göre bu ilgi hayli zararsızdı, gözlemlediği kadarıyla Beckett, “dünyada nelerin kötü olduğunu düşünmekle meşguldü”.“Biz irlandalılar,” diye yazıyordu Piskopos Berkeley, “‘bir şey’ ile ‘hiçbir şey’i yakın komşular saymaya yatkınız”. Beckett’in endişe verici şekilde Lacancı anlamıyla meyilli karakterlerle dolu seyreltilmiş dünyası, bütün belagatlı şişirmelere ve ideolojik tamlığa alerjik bir anti-edebiyat formu olarak, bu alacakaranlık bölgenin bir yerlerinde varlığını sürdürmekteydi. Godot’yu Beklerken Londra’da 1955’te ilk defa sahnelendiğinde, bir skandalla karşı karşıya olduklarını düşünen dinleyici sıraları arasından yüksek sesle, “Sömürgeleri böyle kaybettik!” haykırışları duyulacaktı.

irlandavari Çöküşler Yine de Beckett’in içi boşalmış, sıfır derece -Shakespeare’inkine kıyasla Descartes ile Racine’in dilinin ona daha dostane göründüğü- yazısı, Hitlervari olana kıyasla çok daha merhametli bir milliyetçilik şekli olan irlanda Cumhuriyetçiliğinin gösterişli retoriğine karşı bir misillemedir de. Joyce gibi Beckett’teki güçlü irlandalılık duygusu da asla mekâna kök salmadan yıllar boyunca varlığını sürdürmüştür ve onu sersemleten, kısmen irlanda’ya özgü sayılan bir tür umutsuzluk ve kolayca incinebilirlik karşısında çıplak gözle fark edilen bir güçsüzlüğü her zaman olmuştur.Beckett, Paris’ten geçerken bir ülkedaşıyla iki kadeh içmekten her zaman mutlu oluyordu; zaten onun kara mizah duygusu ve iğneleyici esprileri, kişisel hasletleri (erken eserlerinden birisi, Dream of Fair to Middling Women başlığını taşıyordu) olduğu kadar kültürel hasletlerini de yansıtmaktadır.

Eserlerinde açlığın kol gezdiği,durağan ve cansız manzaralar Auschwitz sonrasını temsil etmekle beraber, yıpranmış, tekdüze sömürge kültürü ve kayıtsızca, asla gelmeyen Mesiyanik kurtuluşu bekleyen yabancılaşmış kitleleriyle birlikte, açlıktan kırılan irlanda’ya dair bilinçaltıyla algılanan bir hafızayı oluşturur. Bu açıdan baktığımızda ‘Vladimir’ ismine herhalde özel bir ironi yüklenmiştir. Böyle bile olsa, 18. yüzyıl Hugenot göçmenlerinin soyundan gelen Güney irlandalı bir Protestan olarak Beckett, bağımsızlık savaşı esnasında evleri yakılıp yıkılan ve 1922’den sonra birçoğu Londra çevresindeki semtlere göç etmek zorunda kalan kültürel haklarından mahrum, kuşatılmış bir azınlığa mensuptu. Orta sınıfların yaşadığı Foxrock’tan gelen münzevi, genç bir Trinity Koleji öğrencisinin abartılı bir Gal bağnazlığı olarak hakir bakışıyla kuşatılan Güney irlandalı Protestanlar, daha sonra kendilerini Serbest Devlet bölgesinin Katolik darkafalılığına sıkışmış halde bulmuşlardı. Babasının ölürken belki de siyasal bir tınıyla Beckett’e söylediği son sözlerin ‘savaş, savaş, savaş’ olmasına rağmen Beckett, bu savaş çağrısını olduğundan hafif gösteren bir ifade -“Ne kadar güzel bir sabah!”- ile birlikte okuyarak hükümsüz kılmıştır. Bu, tam olarak oğluna yakışan bir şekilde, çok önemli bir düşünceye aniden dudakbüküştür. Tecrit edilen ve yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalan Beckett, teokratik ve otoriteryan De Valera iktidara geldikten bir yıl sonra, 1933’te bir süreliğine irlanda’yı terk eder ve Londra’ya gider. Bundan sonra hayatının diğer bir-iki yılını daha irlanda’da geçirmek durumunda kalacaktır.Yaşadığı ülke içinde göçmen olan herkes gibi, ülke dışında olduğu kadar içinde de evsiz olmak ona mantıklı görünüyordu. İrlandalı sanatçının geleneksel yabancılaşması, daha çok Avrupa avangardının hayli göz alıcı Angst’ına tercüme edilebilirdi.

Sanat veya dilin,modern zamanların en huzursuz milliyetçiliği ufukta belirirken, bir kaç dilin konuşulduğu bohem kafelerinde bir modası geçmiş olarak nitelendirilen ve alay konusu olan ulusal kimliğin yerine ikame edilmesi hayli mümkün bir fenomendi bu. Aynı zamanda, ironik bir şekilde Beckett’teki çöküntünün ayırt edici irlandalı niteliğinin, bugünlerde ‘Oirishness’ olarak adlandırılması mümkündür. Öncelikle, hiçbir şey kirli çamaşırların ortaya çıkarılmasından daha irlandavari değildir. Başka bir nokta da, Beckett’in tıpkı Joyce gibi ulusunu reddetmesinin, tuhaf şekilde özel ve aile içinde kalması gereken türden bir durumu yansıttığıdır. Kendini aşağılamak, sadece içeriden olanların yerine getirebildiği (ve ingilizlere kesinlikle izin verilmeyen), zamanın taçlandırdığı eski bir irlanda göreneğidir. Bu görenek, irlanda açısından söz konusu yerin dışına çıkmak kadar yerli bir niteliğe sahiptir.

Karşıt görüşlü birçok irlandalı, tıpkı irlanda Katolik Kilisesi’nin ateizmi teşvik ettiği iddiasına benzer şekilde milliyetçi olarak tasvir edilip çarptırılmışlardır. Beckett ise daha çok Oscar Wilde gibi, iddialı ve yeni bir kültürel ortodoksinin içinde yalnız kalmış marjinal bir non-konformist olarak, irlandalı Protestan nüfustan olmanın üstünlüğünü daha derin bir şekilde mülksüzlüğe sadakate tercüme etmenin yollarını bulmuştur. Wolfe Tone ve Thomas Davis’ten Parnell ve Yeats’e kadar birçok İrlandalı Protestan figürün radikal amaçlar uğruna fikirlerini değiştirdiği güçlü bir nesil tanımlamak mümkündür. Beckett’teki şişkin retoriğin sönmesine yardımcı olan şey, aynı zamanda içten ve sıcak hümanist duyarlılıkların gizini açığa çıkarmaktadır. Bu, içinde az sayıda aynı tekdüze tuhaflık ve sonucun klinik bir gayrı kişisellikle farklı şekillerde sıralandırıldığı -daha sonra dan yapısalcılık diye adlandırılacak olan- birleşim (combinatoire) aygıtıdır. Beckett’in sanatında keşişvari bir bilgiçlik vardır; başka şeylerin yanı sıra mecnun bir titizlik, dikbaşlı Protestan rasyonalizminin suratında bir tokat gibi patlar.

Benzer bir boyut, teskin edici Kelt düşlerini büyünün nevrotik şekilde sistematize edilmiş dünyasıyla sıkı fıkı olan Dublinli orta sınıf Protestan meslektaşı Yeats için de söz konudur. Beckett’in Molloy’u emeceği taşları, elbisesine özel biçimde dikilmiş ceplerin içine dizer ve emilen her taşı farklı bir cebe geçirir, böylece hiçbir taş belirli bir sıranın dışında emilmiş olmayacaktır. Burada akla, Sterne’nin deli profesörü Walter Shandy veya Swift’in kaçıkça projeleri gelmektedir. Sınırlarına dek zorlanan rasyonalizm, alt üst edilmiş ve karşıtına dönüştürülmüştür. Felsefi olarak idealist bir kültürde, asla esaslı bir rasyonalizm veya ampirisizm yaratmamış kıymetli bir irlanda hiciv geleneği vardır.

Bütün Beckettci metinler birbirine benzer az sayıda parça ve döküntünün marifetli bir el çabukluğuyla karıştırılmasıyla yaratılmıştır. Bu cimrilik teatral olarak yıkıcı iken, dramatik açıdan da çekici ve alımlıdır. Okur veya tiyatro izleyicisini pek kuvvetli olmayan bir şekilde ama dürüstçe sarmalar. Bizleri çarpan, insanları cahil bırakma yanlısı olduğu farz edilen adamın rüzgârı kovalamaya kalkıştığı sıradışı kesinlik; hiçliği somutlaştırdığı ve kendi ifadesiyle ‘anlatılamayanı anlatma’ya çalıştığı açık görüşlülüktür. Takıntılı bir titizlik tamamen şekilsiz görünenden daha ince nüanslar çıkarabilir. Beckett’in malzemeleri işlenmemiş ve gelişigüzel seçilmiş olabilir; fakat onun bu malzemeleri, tıpkı birçok Anglo-irlanda sanatçısı gibi, ele alış üslûbu balevari bir zarafet ve tutumlulukla süslüdür. içeriği uzun süredir sızdırıyor olmasına rağmen bütün şekilsel hakikat, akıl ve mantık aygıtının eksiksizmiş gibi varlığını sürdürmesi eğer irlanda aşırılığına karşı bir panzehirse, bu durum irlanda-Katolik okuluna çok şey borçludur.

Auschwitz-sonrası dünyada her şey müphemdir ve belirlenimsizdir; fiziksel acının neden bu derece kabaca varlığını sürdürmesi gerektiğini anlamayı zorlaştırır. Belirsizlik derinleştikçe gerçekleşen,hiçbir şeyin olmaması değil, herhangi bir şeyin olup olmadığından veya neyin hadise olarak sayılacağından emin olmanın zorlaşmasıdır. Beklemek bir şey yapmak mıdır, yoksa bunun ertelenmesi mi? Bu kesinlikle bir tür ertelemedir, fakat aynı zamanda Beckett’in gözünde, tıpkı nihai bir anlamın sürekli olarak ertelenmesiyle varlığını devam ettiren Derridacı ‘farklılık’ gibi insan varoluşunun kendisine dair bir gerçektir. Tek bilebildiğimiz, teleolojinin bütün karşı konamaz gücüyle fakat herhangi bir manadan yoksun, Endgame’deki Clov’un ifadesiyle, “bir şeyler olacağına varmaktadır”.Nihailiği Reddetmek belki de nihai anlam ‘ölüm’ olacaktır ve bu, acının tek afyonunun alışkanlık olduğu, saygı duyulan Burkevari bir görenekten mekanik bir reflekse dönüşerek değersizleşmiş bir dünyada arzu edilebilir.

Aslında, Beckett’in eserinde hâlâ ölüm yoktur; daha çok, vücut kaskatı kesilip soyulmaya devam ettikçe düzenli bir parçalanma söz konusudur. Ölüm bu içi boşalmış figürlerin başa çıkabileceğinden çok daha mühim ve kati bir olaydır. Hatta intihar bile bu figürlerin bir araya toplayabildiği kimlik hissinden daha fazlasını gerektirir. Dolayısıyla, Beckett’in karakterleri gülünç başkahramanların bütün öldürülemezliğine, kurnazca edinilen hiçbir başarı veya neşeli bir gayret olmaksızın sahip olmaktadır. Bir saç tokası ya da melon şapka yüzünden dikkati dağılan bu karakterler, sadece repliklerini yanlış okurlar ve aptalca hatalarla büyük anı mahvederler. Burada, Lucky’nin önemli metafizik konuşması, ağzından çıktığı anda parçalara ayrılır. Yüce bir dramadan ziyade ucuz bir maskaralığın ya da siyah bir karnavalın huzurundayızdır.Kuşkusuz Godot’nun er geç gelişi büyük bir an olacaktır.

Fakat bu gerçekleştiği zaman, had safhada kavramsal kıtlığın içinde herkese yetecek kadar anlamın mevzu bahis olduğu bir dünyada, bunun öneminin kavranabilir olduğunu kim söyleyebilir? Belki de Godot, aslında Pozzo’dur; Vladimir ile Estragon, onun ismini pekâlâ yanlış duymuş olabilirler; bu mümkündür. Veya belki de, geçmişin silindiği ve her an kendinizi sıfırdan başlayarak yeniden tanımlamak zorunda olduğunuz zamanın bütün bu ıstırap verici donuşu, Walter Benjamin’in tarihin büyük felaketini Mesih’in yakındaki tehdidi olarak tarif ettiği anlamıyla Godot’nun gelişidir. Belki de kefaret dilenerek yalvarmaktan daha önemli bir şey hiç olmamıştır ve bu, karakterlerin hatasıdır. Mesiyanik düşüncenin bir nesline göre, Mesih dünyayı küçük uyarlamalar yaparak değiştirecektir.

Aslında sorun, Beckett’in evreninin, kefaret fikrinin gerçekten anlam taşıdığı fakat aynı zamanda ve acı bir şekilde bundan yoksun bir yere benzemesidir. Bu acınası durumun tam ortasında anlamı şekillendiren bir delik vardır, çünkü daha tecrübesiz postmodern torunundan farklı olarak modernizm, çok sayıda hakikat ve gerçeklik olduğunu hatırlayacak kadar yaşlıdır ve bunun ortadan kaybolması ona ıstırap vermeye devam etmektedir. Burada aşırı bir nostalji tehlikesi yoktur, fakat bellek ve dolayısıyla kimlik başka her şeyle birlikte darmadağın olmuştur.Birinin teselliyle kurtarmayı düşünebileceği tek şey gerçeklik hakikaten belirsizse- umutsuzluğun mümkün olmadığıdır. Belirlenemeyen bir evren, mantıki olarak umuda yer bırakmak zorundadır; bunu bir kenara not etmek gerekir.

Eğer birtakım mutlaklar yoksa, Godot’nun gelmeyeceğine veya Nazilerin zafere ulaşacağına dair herhangi bir mutlak kesinlik olamaz. Eğer dünya geçiciyse, bu durum bilgimiz açısından da geçerlilik taşımak durumundadır. Bu noktada, tamamen farklı bir açıdan ele alınan hilkat garibelerinin,sakatların ve üst üste yığılı vücutların dünya değiştirmenin eşiğinde olmadığını söyleyebilmek söz konusu değildir. Kefaret ihtimaline tutunmanın en azından böyle bir faydası bulunduğunu bilelim: Bu neyi sağlar, kederli bir şekilde ondan ne kadar uzaklaştığımızı ölçmemizi. Beckett, herkesin bildiği üzere, bazen nihilizmle suçlanmaktadır; fakat eğer onun evreninde herhangi bir şekilde altı çizilebilecek bir değer duygusu yoksa, bu derece feryat etmenin de aslında herhangi bir sebebi yoktur.

Dolayısıyla, bir değer duygusu olmadan çektiğimiz acıyı, itiraz edilebilir olarak tanımlayabilmemiz bile söz konusu değildir; bu sebeple, içinde bulunduğumuz kötü durumu farklı şekilde değil de normal olarak kavrarız. Böylesi bir değer ideolojikleştirilme, duygusal bir hümanizm katına yükseltilme korkusu yüzünden açıkça konuşulmaz ve dolayısıyla çözümden ziyade sorunun bir parçası haline gelir. Bunun yerine değer, kendini negatif bir şekilde ve değişmez bir berraklıkla ortaya koymalıdır; böylelikle yazı, konuşulamaz olanı karşısına alır. Çünkü yazının bu karşısına alma için ihtiyaç duyduğu ayrılma, aynı zamanda komedi ile maskaralığın birbirinden ayrılmasıdır; bizim zekâ olarak bildiğimiz değer de İrlanda yazınında sık sık görüldüğü gibi- hazin bir şekilde baskıcı olan dünyanın bu anlık ve açıklanamaz aşkınsallığında yatar.

Delilik, ukalalık, beden, kendiyle istihza, keyfilik, sonsuz tekrar,mekanik bir indergemecilik: Burada sıralanan bütün bu motifler, aynı zamanda çok eğlenceli olabilecek acımasız motiflerdir ve dolayısıyla, post-insanın gülünç maestrosu Samuel Beckett’in payına uygun birer besin oluştururlar.

Sonuç olarak, eğer Beckett bir komedyen olarak nitelenebiliyorsa, bunun açıkça gösterilebilecek sebebi, en azından trajediyi bir ideoloji formu olarak reddetmemesinden kaynaklanmaktadır. Tıpkı Freud ve Adorno gibi Beckett de, umutlu ütopyacılardan ziyade temkinli ve cesaret kırıcı bakışlara sahip realistlerin, insan özgürleşmesi davasına daha sadık bir şekilde hizmet edeceklerini çok iyi bilmektedir.

(Türkçesi: Osman Akınhay - Aykut Tunç Kılıç) (http://www.narteks.net/tiyatro-kritikleri/eylul-1941-fasizm-kosullari-bir-sanatci-siyasi-beckett-mi-terry-eagleton.html)

i-ked
22-04-2014, 02:02
Ninni: Bir Ölüm Şarkısı

Tarih: 04 Ağustos 2013 | Yazar: Kübra Hurhun| (http://indigodergisi.com/2013/08/ninni-bir-olum-sarkisi/)



Antik Yunan kültürü uzmanları, o dönemde yaşamış insanların fikirlerini kendilerine ait saymadıklarını söylüyor. Antik Yunanlılar akıllarına bir fikir geldiğinde bir tanrı veya tanrıçanın kendilerine bir emir verdiğini sanıyorlardı. Apollon onlara cesur olmalarını söylüyordu. Athena ise aşık olmalarını…

Günümüzde insanlar ise ekşi kremalı patates cipsi reklamı duyar duymaz, satın almak için hemen sokağa fırlıyorlar, ama buna özgür irade diyorlar artık. Antik Yunanlılar en azından dürüstlermiş.


http://i.hizliresim.com/lYy8gb.jpg



Ölümün nihai sonucu, yeniden doğuşu davet etmesidir.


Chuck Palahniuk ile ilk tanışmamız ekran karşısında olmuştu. Ve şimdi onu daha iyi tanıyabilmek için kitaplarını okumaya başladım. Uzun bir süredir roman okuyamaz haldeydim. Ve şimdi Chuck Palahniuk bana çok iyi geldi. İlk olarak, Ölüm Pornosu’nu okumuştum ve daha kitabın yarısına gelmeden biliyordum, en sevdiğim insanlar arasına girecekti kesinlikle.

Dün gece uyumadan yaptığım en iyi şey de, Ninni’yi bitirmek oldu. Merak ediyorum, eğer Chuck Palahniuk ölüm şarkısının sözlerini kitabına yazmış olsaydı, bu sabah uyanabilir miydim gerçekten? Belki de kısmen öldürücü bir kitap, aynı Carl Streator’ın bahsettiği bilgi virüsü gibi.


Ona göre kulaklar vajinaydı. Tek bir yanlış fikir duyduğunda masumiyetini yitiriyordu insan. Tek bir detay, çok şey demekti ve insanın hayatı kararıyordu. Bilgi yüzünden insan aşırı dozdan ölüyordu. Ölüm Pornosu, Chuck Palahniuk

16. Bölümden Alıntı:

Kulaklarınızdan kaptığınız bir veba düşünün.

İstiridye ve onun hippi tavırları, ekolojik palavraları, biyolojik istilayla ilgili ne idüğü belirsiz boş lafları. Bilgi virüsü. Bir zamanlar bana güzel gelen koyu yeşil bir orman artık İngiliz sarmaşığının tüm diğer bitkileri boğarak öldürdüğü bir trajedinin sahnesi. Tüyler ürpertici bir ıslık çalan ve pırıl pırıl parlayan kara sığırcık kuşu sürüleri, yüz farklı yerel kuşun yuvasını dağıtıyor.

Bir fikrin, bir şehri istila eden askerler gibi aklınızı istila ettiğini düşünün.

Fikir kuşatması. Hayata sımsıkı tutunma savaşı.

İstiridye’yi dinledikten sonra bir bardak süt, çikolatalı kurabiyelerle içilen güzel bir içecek olmaktan çıkıyor. Sürekli hamile kalmaya zorlanmış, hormon yüklemesi yapılmış bir inek oluyor. Sefalet içinde birkaç ay yaşadıktan sonra dana eti kutularına sıkıştırılan çaresiz buzağılar oluyor. Domuz pirzolası, bir ayağı kapandayken kesildiği için kan revan içinde kalan ve asıldığı yerde kaburga, et ve yağları ayrılırken çığlıklar atarak can veren bir domuz demek. Katı bir yumurta bile, on santim genişliğindeki bir kafeste yaşamaktan ayakları sakatlanmış, iki yanına kapana kısılmış diğer tavuklara saldırmaması için gagası kesilmiş bir tavuk demek. Kafes öyle dar ki kanatlarını açamıyor. Kafes öyle delirtici ki! Kafese sürtünmekten tüyleri yolunmuş, gagası kesilmiş vaziyette durmadan yumurtlayan bir tavuk; ta ki kemiklerinde bir gram kalsiyum kalmayıp mezbahayı boylayana dek.

Bahsettiğimiz tavuk, şehriyeli tavuk çorbasındaki tavuk, yumurtlayan tavuk, yara bere içinde kalıp sakatlandığı için kimsenin kasaptan almayacağını bildiklerinden, kesilip pişirilerek satılan tavuk. Tavuk köftesindeki tavuk.

Kendi iyiliğim için derin düşüncelere dalmayayım diye Büyük Birader (*Big Brother) şarkılar söyleyip dans ediyor işte.

*George Orwell’in 1984 adlı romanındaki Big Brother (Büyük Birader), toplum üyelerinin sokaklarda, işyerlerinde ve hatta evlerinde bile izlendiğini gösteren bir slogandı. Palahniuk’un bakış açısına göre ise Büyük Birader gözetlemekle yetinmeyip, aktif olarak dikkat dağıtıyor. Dikkatimizin her an farklı yerlerde olmasını sağlayarak, kontrolü elinde tutmayı hedefliyor.


http://i.hizliresim.com/0VkadB.jpg


Materyalizm, tüketim çılgınlığı, medya çağı üzerine okuyucunun dikkatini çeken Palahniuk, insanlara kendi mesajını veriyor.


İstediğimle, istemeye koşullandırıldığım şey arasındaki farkı kestiremiyorum.

Gerçekte istediğim şeyle, istemeye zorlandığım şeyin ne olduğunu söyleyemiyorum.

Sözünü ettiğim şey özgür irade… Özgür irademiz var mı, yoksa doğduğumuz andan itibaren medya ve kültürümüz bizi, arzularımızı ve hareketlerimizi kontrol mü ediyor?

Chuck Palahniuk ve eserlerini transgresyonel kurgu içerisinde değerlendirebiliriz. Kökeni çok eskilere uzanan, varoluşçuluk, melankoli, nihilizm, kirli gerçekçilik gibi akımlar ile kendisini besleyip, büyüterek gelişen bir türdür. Türün ana kahramanları genelde uçlarda yaşayan, uyumsuz ya da toplumsal kurallar tarafından kendisini içsel bunalımlara sürüklemiş, anti kahramanlardır.


Dünya sizi doyurduğu sürece, kimsenin kafanızdaki fikirler konusunda endişe etmesi gerekmiyor. Herkesin hayal gücü köreldiğinde artık hiç kimse dünya için bir tehdit olmayacak.

Karşı konulmaz şekilde bu türe içten içe hayranlık besliyorum ve neden diye düşünmeden edemiyorum. Ve düşünüyorum. Aklıma iki hafta önce izlediğim bale geliyor. William Shakespeare‘in eseri olan OthelloPapatya ile olan "tuhaf" yolculuğumuzda aramızdaki için kullandığım terim! sahnedeydi. Oyun sonunda dikkatimi çeken şey, mükemmel performansına rağmen Iago‘nun Othello ve Desdemona kadar alkış almamasıydı.


İstediğim şeyler gün geçtikçe istemeye eğitilmiş olduğum şeylermiş gibi görünmeye başladı.



http://i.hizliresim.com/jJ2adr.jpg


Ve şimdi bir ölüm şarkısı düşünün. Bir anne ılık sütünü henüz içmiş çocuğunu yatağına yatırırken eline alıyor kitabı. Uyuması için okuyor şiiri çocuğuna. Çocuk uykuya dalıyor, fakat daha sonra hiç uyanmıyor. Ya da bir bebek annesinin kollarında ölebiliyor.

Uyumak üzere olan hayvanlarla ilgili bir şarkı. Ona ölüm şarkısı deniyor. Bazı kadim kültürlerde kıtlık ya da kuraklık zamanında toprak kabileye dar geldiğinde çocuklarına bunu söylüyorlardı. Kazalarda yaralanan savaşçılara, çok yaşlılara ya da ölmekte olan herhangi birine söyleniyordu. Sefalet ve acıyı sona erdirmek için kullanılıyordu.

Bu bir ninni…

22/04/2014 02:02 Özledim be, ayaklarım da üşümeye başladı. Alıntı yaptığım yazı da etkileyici... Teşekkürler Kübra, kalemine sağlık!

i-ked
20-12-2014, 13:13
Neden Matematik Neden “Kırk”?
Yazar: Kevser Yalçın | Araştırma | Kapak | Sayı 59 | Ağustos 2010 (http://arsiv.indigodergisi.com/59/kyalcin.htm)




Görünen ile Görünmeyenin arasındaki köprüdür bir bakıma sayılar. Hz. Musa’nın Sina Dağına gidişi 40 gün sürer, tıpkı Hz. İsa’nın çölde geçirdiği süre gibi. Nuh’un gemisi de selde 40 gün 40 gece gezinmiştir.



http://i.hizliresim.com/z2VL9g.jpg




Neden Serisi'nin ilkine Neden Elma? üzerine yazı yazarak ve nedenini araştırarak başlamıştık. İkinci serisini Neden Matematik? üzerine ayırmayı uygun gördüm ve aşağıdaki paylaşımı, görüşlerinize ve zihinlerinizde bir düşünmeye sevk edici durum arz etmesi için sunmaya karar verdim.




Evrensel Dil Matematik
Çoklu sistemin, gelişmiş teknolojilerin ortak dili matematik!


Görünen ile Görünmeyenin arasındaki köprüdür bir bakıma sayılar. Sayılar ve rakamların sistematik bir araya gelişi ve bir düzen oluşturması bilimine Matematik diyoruz. Ve matematik en güvenilir kaynaktır insanoğlu için. Çünkü bir araya gelişlerin, denk düşme durumunun binde, milyonda olma ihtimali ya da sonsuza gitmesi, tesadüf olmadığını gösterdiği ve daha anlaşılır olduğundandır.






http://i.hizliresim.com/rmVpAB.jpg

Matematiğin evrensel, ruhsal, yüce zekanın bir dili olduğunu düşünenlerdenim. Ve matematik her zeka seviyesinde bilinir, güvenli ve anlaşılır sembollerin ortak dili. Birçok kutsal kitapta ve ayetlerde ölçü ve denge olarak bahsedilen kompleks ve kaotik işleyen matematiğin ve rakamların rol oynaması tesadüf olamaz.

Düşünüyorum, başka bir galaksiden, gezegenden gelişmiş bir canlı bize mesaj yollasa acaba hangi dili kullanırdı diye? Sanırım matematiksel bir kod ya da şifre yollardı.

Yolun, suyun, elektriğin olmadığı, okuma yazma oranının neredeyse çok düşük olduğu, mecralarda yaşayanlar bile, ürettiği beslediği hayvanlarının sayısını bilirler, ya da kaç çuval ürünleri var, sayı ile hesaplayabilirler.

Matematik, evrensel bir dil ve aynı zamanda bir yaşam biçimi.

Ve yüce yaradanın isimlerinden birinin de sonsuz da olsa herşeyin sayısını bilme ve sayılma ifadesinin olması da tesadüf olamaz. Sonsuz da olsa herşeyin sayısını bilen Muhsi, Yüce Yaradan'ın isimlerinden biridir. Herşey sayıyla sayılıp, dökülmüştür...

Tüm kutsal metinlerde sayının ve rakamın önemi büyüktür. Ve kutsal ayetler hep rakamlar verirler ya da rakamları gizli tutarak, ölçü ve dengenin, şaşmaz düzenin olduğunu anlatırlar.


http://i.hizliresim.com/LY4N9J.jpg

Kur’anı Kerim’in, matematiğin, evrensel bir dil olduğu ve herşeyin düzen ve ölçü içerisinde yaratıldığının anlatıldığı, en mucizevi ayetlerinden biridir, “Gerçekten biz, her şeyi bir ölçü ve dengede yarattık” (Kamer 49)

Onu yarattı ve ona ölçülü bir şekil verdi. (Abese Sûresi 19)

Sonra da ona ölçülü bir biçim verdik. (Mürselat 23)

O, (her şeyi) ölçüyle yapıp yönlendirendir. (A’la 3)

10 Emir!

4 Büyük Melek

4 Büyük Peygamber

4 Büyük Kitap

124 bin peygamber

40'ta 1 malından zekat

5 vakit namaz

Yılların sayısını ve hesabı bilmemiz için Güneş'in ve Ayın görevlendirilmesi

Ramazanda bir gecenin bin aydan hayırlı olması.

Ramazan ayı bire yetmiş verilen bir aydır.

Tekrarlanan yedi ayet

Üzerinde 19 var

3 Aylar

30 Ramazan

7 göğün rabbi

Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır

Bin yılın bir gün gibi olması

Cehennemin bin yıl yakılması

İsa dedi: Sizlerin arasından ben seçeceğim, binin içinden birini, onbinden ikisini ve onlar orada duracaklar, sanki iki birmiş gibi! (Thomasın İncili)

Hz.Musa’nın Sina Dağına gidişi 40 gün sürer, tıpkı Hz.İsa’nın çölde geçirdiği süre gibi. Nuh’un gemisi de selde 40 gün 40 gece gezinmiştir.

12 İmamlar, 12 Havariler, 12 Burç, Buda'nın 12 öğrencisi, Bir yılda 12 ay, 12 Burç, Musevilik'te Hz. Yakup'un [İsrael] 12 oğlu (ve İsrail'in 12 kabilesi, Çin takvimi 12 hayvan.






Sayıların Önemi


Yıllar önce, dünyanın dönüş hızında 1 saniye sapma olduğu ve bunun NASA tarafından hayati bir önem taşıdığı haberini duyduğumda çok şaşırmıştım o zamanlar. 1 saniye nedir ki diye düşündüm kendi kendime. Fakat sonraları anladım 1 saniyenin hatta, bir milimetrenin, 10 mikronun, daha da ileriki araştırmalarımda, Kuantum dünyasında, kuantsal rakamların, planc mesafelerinin ve zamanlarının ne kadar hayati önem taşıdığını.



http://i.hizliresim.com/12kBz1.jpg


Rakamların, mesafenin, ölçünün ne kadar önemli olduğunu ancak mezun olduktan ve işe başladıktan sonra öğrendim. Sanatın, tekniğe dönüştürme işleminde mikronların hayati bir önem taşıdığını, mikron mesafesinde en küçük bir sapmanın, ton bazında iadelere sebep olduğunu, ancak mesleğimde anlayabildim. 0.1 mm (100 mikron) nin 0.2mm'den (200 mikron) çok daha değerli olduğu, şimdi uğraştığım meslekte çok önemli bir değerdir ve anlamış oldum.


Büyülendiğimiz sanat eserleri, başta resim, müzik ve heykel dalları da tamamen aslında birer matematik şaheserleridir. Notaların yan yana dizilişlerinin armonisi, heykeltraşın milimetrik hata yapmadan yeteneği ile meydana getirdiği heykeller ve karşısında büyülendiğiniz tabloların, açı, mesafe, gerekli yerlerde boşluk, renkler bütünü de aslında temelinde matematik ağırlıklıdır. Matematik, mutfağımızdaki göz kararı da olsa, belli bir ölçü ile yaptığımız yemekten, tüm bilim ve sanat dallarına kadar, dünyanın dönüş hızı, mesafesi ve güneşe olan oranı, rüzgarın şiddeti ve yağmur damlalarının açıları ve yeryüzüne düşüş hızları ve ara - açılarına kadar herşeyde bir matematik gizemi mevcuttur.


Bir de hayati önem taşıyan rakamlar vardır ki, onların durumunda en minimum bir sapma hayati önem taşır. Örneğin, dünyanın güneşe olan uzaklığı, dünya ekseninin dönüş hızı, dünyanın duruş açısı gibi açılar hep sabittir ve korunur vaziyettedir.


Bu arada insan dna sındaki kromozom sayıları da sabittir, bir eksik bir fazla olması sakat doğumlara sebep olur.


Kalp atışımız, tansiyonumuz, kolesterol ve kan ve şeker değerlerimiz ve bunun gibi hayati önem taşıyan değerlerimizdeki sapmalar (düşme – yükselme) bizim yaşam fonksiyonlarımızı etkilemektedir.


Bunun dışında, boy, kilo, artışlarının kontrolü ve düzenliliği bir bebek için çok önemlidir. Ve sürekli gözlenir.


Açıkçası matematik, rakamlar ve sayılar, hayatımızın içindedir ve bizimledir. Matematikten uzak bir yaşam sürmek neredeyse imkansızdır. Bir yere yetişmek için bile saate bakar ve dakikaları sayarız öyle değil mi? Herşey rakamlar, sayılar üzerine kurulmuştur çünkü anlayışımıza en uygun durum budur.


Bunun dışında rakamların ve sayıların olmadığı, vicdan, mutluluk, huzur, aşk ve sevgi gibi kavramlar vardır ki, bunların değerini ancak, gönül gözümüz ve yüreğimiz hesaplayabilir.


Bizim mantığımız dört işlem ve rakamlar, formülleri kabul eder. Yani anladığımız matematikten, oysa ki ne mucizevi, zihnimizin alamadığı ne kompleks ve kaotik ile işleyen, Yüce bir Zekanın şaşmaz bir düzeni vardır.









40 sembolünün Kutsal Ayetteki Açılımı


Bir rakam vardır ki, Anadolu gelenek ve göreneklerde bahsedilir ve önemi büyüktür. İslam dininde de yeri çok büyük olan ve inisiyasyon çalışmalarında, olgunluğa erme ve tamamlanma, bütünlenme olayının anlatılması için kullanılır bu rakam.



http://i.hizliresim.com/vQLVMO.jpg


Özellikle o rakamı incelerken, azımsanmayacak (yüzlerce) kadar bilgiye ulaşabildim ve aklıma en çarpıcı olarak Kur’anın o rakama denk gelen suresine göz atmak oldu.


Ve bu beni gerçekten çok şaşırttı, tahminlerim beni hiç yanıltmamıştı çünkü surenin anlamı da inanan anlamına gelmekteydi.


KUR’ANın 40. Suresi Mü’min suresidir, inanan, teslim olan, kabul eden, tamama eren anlamına gelmektedir. Ve 40. ayetine denk gelen yerde de, cinsiyet ayrımı yapılmadan inanan her kimsenin eşitliği anlatılmaktadır. Olgun, tamama eren ve ulvi bir anlayışla yaklaşım ele alınmaktadır.


40. Surenin 40. Ayeti: “Kim bir kötülük yaparsa, ancak onun kadar ceza görür. Kadın veya erkek, kim, mü’min olarak salih bir amel işlerse işte onlar cennete girecek ve orada hesapsız olarak rızıklandırılacaklardır.”


Bu ayette de açıkça, kadın ve erkeğin aslında bir ve eşit olduğu, cinsiyetin farketmediği, inanan olarak iyilik yaparsa hesapsız rızık alacağı anlatılmaktadır. Yine cinsiyet farketmeden, bir kötülük işlerse de o oranda ceza alacağı anlatılıyor.


Benim burada anlatmak istediğim, ceza veya ödül sistemi değil, eşitliğin ve olgunluğun vurgulanmasıdır.


Olgunluğun, dünya görüşünün ulvileşmesi, cinsiyet ayrımının yapılmadığı bir anlayışta olmanın 40. surenin 40. ayetine denk gelmesi bir tesadüf olamaz.


40 sayısının gizemi bize, tamama erme, olgunluğa erişme, ulvi dünya bakışı, düalitenin bittiği, BİR ve BÜTÜN olan anlayışı vermektedir.


40’tan sonra farklı bir kapı açılır, olağan durumda bir değişme olur. Süregiden herşeyin seyri değişir. Bu yüzden tamamlanma, tamama erme halidir.





40 sayısının Gizemi


Antakya'da bulunduğum zaman içerisinde görüşmelerimde ve araştırmalarımda edindiğim 40'lar ile ilgili çok ilginç tespitlerim olmuştur ve sizlerle bunu paylaşmak isterim.


http://i.hizliresim.com/n5gp11.jpg

Antakya'da dilden dile konuşulan ve Antakya için şöyle bir efsane vardır, hep konuşulur. Büyük kıyamet kopmadan 40 yıl önce Haberci ortaya çıkacak ve Antakya depremlerle yok olacak ve dünyanın son 40 yıl ömrü kalacak diye...

Samandağ'a konuk olduk, her sofrada söylenen şu deyim çok dikkatimi çekti, yemek yemek istemeyenlere diyorlar ki "sofranın hatırına 40 lokma". Sordum nedir anlamı diye "40 lokma doymak, tamama ermek, tamamlanmak mış.... öyle diyorlar....

Ayrıca yine bu yöredeki inanışlara göre, bir kişi yaptığı korkunç bir eylemden sadece kendisi sorumlu tutulmaz. 40 yıl süren, miras gibi, dededen toruna geçen bir lanetlenmeye tabi tutulur. 40.yılın sonunda bu lanet o sülalenin üzerinden kalkar. Bunun için herkes yaptığından sorumludur çünkü tüm kuşakları etkileyecek bir durum meydana getirmiş olacaktır.

Ayrıca yapılan olumsuz bir büyünün de 40 gün süresinin olduğuna inanılır. 40 günün sonunda etkisi geçecektir.

Nihayet olgunluk çağına gelip, kırk yaşına varınca şöyle der (Ahkaf: 15)

Ben sizin aranızda bundan (Kur’an’ın inişinden) önce (kırk yıllık) bir ömür yaşadım. Hiç düşünmüyor musunuz?” (Yunus 16)

Rabbinin belirlediği vakit kırk geceye tamamlandı. (Araf 142)

O halde orası onlara kırk yıl haram kılınmıştır. (Maide 26)

Asırlardan beri, mistik ustalar, çömezlerine, hep KIRK GÜN tavsiye etmişler…

Kırk gün sabret, kırkgün tekrarla, kırk güne kadar gerçekleşir.

Halk arasında da, pratik bilgilere dayanılarak, hüküm verilmiş..

Birine, kırk gün deli denilirse delirir.

Yunus Emrenin 40 yıllık bir çilesi anlatılır, düzgün odun taşır dergahına.

Ünlü Yazar Elif Şafak’ın da kitabında Şems’in kurallarını belirlerken, 40 rakamını kullanması da bir tesadüf olmamalı.

27. Kural: Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır, şer çıkarsa sana gerisin geri şer yankılanır. Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin herşey değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse dünya değişir.

Kırkı çıkmak, Kırk katır kırk satır, Kırk gün kırk gece, Kırk kere söylersen olur, Kırkından sonra azanı, Kırk parçaya bölünmek, Kırk yiğitler, Kırk haramiler, Kırk dereden su getirmek, Kırklara karışmak, Kırk tarakta bezi bulunmak, Kırk akşamın delisi, Kırk çarşamba bir arada, Kırk evin nankör kedisi, Kırk gün düşünsem aklıma gelmez, Kılı kırk yarmak, Kırk bir kere maşallah, Kırk kürk kırkının da kulpu kırık küp, Kırklanmak.



40 Rakamı Hazırlık ve tamlıktır. Bereketli sayıdır.
Zamana işaret eden 4'ün ve bilgi demek olan 10'un çarpımıdır.



http://i.hizliresim.com/VgLN4q.jpg




Kutsal metinlerde 40 gün veya 40 yıl arınma bekleme veya hazırlanma süresidir.

Katolik Kilisesine göre 40 insanın Kanonik çağıdır. Yani zeka bu yaşta bütünüyle gelişmiş olur.

İslam Mistisizmine göre Sufinin 40 günlük inzivaya katlanması şarttır.

Bektaşilikte 40'lar vardır.

40 sayısı Tevrat'ta da insanın yaş dönemlerini belirtir.


Doğum yapmış kadınların çocukları ve ölüler için doğumdan ve ölümden sonra, 40 gün geçmesi daha sonra şerbet ve lokma dağıtılması ile 'kırkı çıkmak' deyiminin kullanılması da 40 sayısının özelliğine olan inançla ilgilidir. Doğum yapan kadın ile doğan bebeğin mezarı 40 gün açık kalır. Yani her an ölebilirler anlamındadır. Kırkları çıkana kadar da, başka kırklı lohusa kadınlar birbirleriyle karşılaştırılmazlar, kırkları karışmaması için. Bu yüzden lohusa kadın ve bebeği, kırk gün dışarı çıkamazlar.

Ayrıca, insanlar tarafından Nuh tufanının 40 gün süren yağmurlardan sonra oluştuğuna,

Tanrının Hz. Adem'in çamurunu 40 gün yoğurduğuna,

Dünyanın sonu yaklaştığında Mehdi'nin kıyametten önce 40 yaşında ortaya çıkacağına ve kırk yıl yeryüzünde kalacağına inanılır. (Antakya efsenelerinde geçen bahis)

Kırk sayısı Kuran'da ve onun hükümlerine dayanan hadislerde de geçer. Bunların biri de insanın 40 yaşında olgunlaşması ile ilgilidir:

Hz. Muhammed'e 40 yaşında peygamberlik verilmesi, İslam dininin doğuşu sırasında ona ilk bağlananların kırk kişi olması, kadınlarda hamileliğin 40 hafta sürmesi de bu sayının kutsallığına olan inancı geliştirdi. İnsanın malının kırkta birini zekat olarak vermesi de bununla ilgilidir. Alevilikte en eski sebah da kırklar semahıdır.

Hz. Muhammed'in isminin (Arap alfabesiyle yazılışında) başında ve ortasında bulunan mim harfinin sayısal değeri 40'tır. İsminden mim harfi çıkarıldığı zaman Ahad kelimesi kalır ki bu da ALLAH'ın isimlerinden olup, 1 demektir.

Mısır Piramitlerin sayısı 80'e yakındır. Hepsi Nil’in sol kıyısına kurulmuş ve vadide 40 kilometrelik bir uzunluk içine yayılmışlardır.

Olgunlaşma manasında, 40 fırın ekmek yemek deyimi kullanılır.

Şaman inanışına göre ruh fizikî bedeni 40 gün sonra terk etmektedir.

Eski Mısır’da firavunun ölümünden kırk gün sonra cennete gidebilmek için bir boğa ile mücadele etmek zorunda kalırmıs. Ayrıca 40 sayısı Eski Mısırlılarda gök varlıklarının kendi yörüngeleri üzerindeki dönüm sürelerini gösterir.

Hristiyanlar paskalyaya 40 gün oruç tutarak hazırlanır.

Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırının olması...

40 hadis

Bir yastıkta tam kırk yıl kocama.

Masallarda düğün kırk gün kırk gece sürer.

Beden susuzluğa ancak 40 gün dayanabilir.

Ayrıca 40 gün aksatmadan sabah namazını cemaatle camide eda edenlerin O'nunla mutlaka karşılaşıp görüşecekleri de Hızır Aleyhisselam'ın sırrına vakıf olanlar tarafından nakledilmiştir.

i-ked
14-02-2015, 23:41
http://i.hizliresim.com/pREARL.jpg



Yazar Hakkında

19. yüzyılın ünlü İngiliz kadın şairi ve romancısı Emily Bronte 1818-1848 yılları arasındaki 30 yıllık ömrünün bitmesine bir yıl kala yayımladığı ilk ve tek romanı 'Uğultulu Tepeler' ile tanındı.Kız kardeşleri Charlotte ve Anne ile birlikte şiir kitapları da çıkaran Bronte, 'Uğultulu Tepeler'de çocukluğunun geçtiği kapalı ve boğucu bir havası olan yöreleri anlatırken döneminin edebiyat kurallarını zorlayan duyarlılığıyla dikkat çekti. Anlatımındaki derinlikle başarılı bulunan ve ele alınan kahramanların her çeşit karmaşıklığını ve iç dünyalarını aktarmadaki özgünlük açısından günümüzde bile başarılı bulunan 'Uğultulu Tepeler'in 19. yüzyıl romanında önemli bir yeri vardır.

Kitap Arkası
Romantizm akımının önemli eserlerinden olan “Uğultulu Tepeler”, birbirine aşık olan, ama zaman içinde farklı yerlere sürüklenen iki insanın çocuklarının da birbirlerine aşık olmaları ile iyice sarpa saran bir/birçok aşk öyküsünü konu alıyor…

Uğultulu Tepeler, yazarın hayatı boyunca yazdığı tek kitap olmasının yanı sıra bir kadının edebiyat dünyasında varlığını ispat etmesi açısından oldukça dikkate değer…

Konusu
Bay Lockwood'un Trushcross Grange'e taşınmasıyla başlıyor kitap. Uğultulu Tepeler'de yaşayan ev sahibi Bay Heathcliff'i ziyaret eden Bay Lockwood evine dönerken fırtınada ıslanır ve hasta olur. Hasta yatağında sıkılırken evinin kahyası Bayan Nelly Dean'e hırçın ev sahibinin hikayesini sorar. İşte romanımızın konusuda Bayan Dean'in anlattığı bu hikayedir. İki nesil süren bir aşk hikayesi.

Bay Earnshaw Liverpool'dan dönerken yanında kapkara bir çingene çocuğu getirir. Çocuğa Heathcliff adını koyar. Evin küçük kızı Bayan Catherine ve Heathcliff eşi benzeri olmayan bir aşka sahip olacaklardır. Bay Earnshaw çocuklarına ve torunlarına olacakları bilse Çocuğu yanına alır mıydı merak ediyorum.

Kitaptan Kesit

"...Sadece cennetin benim kendimi evimde hissedeceğim bir yere benzemediğini söyleyecektim. Yeryüzüne geri dönmek için ağlaya ağlaya kendimi parçaladım. Melekler bu duruma öylesine öfkelendiler ki, beni tuttukları gibi Uğultulu Tepeler'in üst tarafındaki fundalığın tam ortasına fırlattılar. Mutluluktan ağlarken uyanmışım. Diğeri gibi gördüğüm bu rüya da sırrımı açıklıyor aslında. Cennete ne kadar uzaksam Edgar Linton'la evlenme fikrine de o kadar uzağım. İçerideki o kalpsiz adam Heathcliff'i bu kadar geriletmemiş olsaydı, Edgar'la evlenmeyi aklımdan bile geçirmezdim. Şimdi Heathcliff'le evlenmek beni alçaltır. Bu yüzden de zaten onu ne kadar sevdiğimi asla bilmeyecek. Onu ayrıca yakışıklı diye de sevmiyorum Nelly. Onu seviyorum çünkü o kendimden bile daha çok ben. Onunlar ikimizin ruhları neyden yoğrulmuşsa, aynı şeyden yoğurulmuş. Linton ise ay ışığı, yıldırımdan ya da soğuk ateşten ne kadar farklı ise o kadar farklı bir ruha sahip."








https://www.youtube.com/watch?v=eg8DrJyIazw

i-ked
05-07-2015, 00:49
Harita okumaktan hoşlanırım. Burada Türkiye'yi eklemiş olmaları dikkatimi çekti.

M.Ö. 2000

http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/bce2000_map_world_600px.jpg (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/bce2000_map_world.png)
M.Ö. 1000

http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/bce1000_map_world_600px.jpg (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/bce1000_map_world.png)
M.Ö. (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/bce0500_map_world_600px.jpg)500 (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/bce0500_map_world_600px.jpg)
M.Ö. (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/bce0400_map_world_600px.jpg)400 (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/bce0400_map_world_600px.jpg)
M.Ö. (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/bce0323_map_world_600px.jpg)323 (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/bce0323_map_world_600px.jpg)
M.Ö. (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/bce0300_map_world_600px.jpg)300 (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/bce0300_map_world_600px.jpg)
M.Ö. (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/bce0100_map_world_600px.jpg)100 (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/bce0100_map_world_600px.jpg)
M.Ö. (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/bce0050_map_world_600px.jpg)50 (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/bce0050_map_world_600px.jpg)
50 CE (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/0050_map_world_600px.jpg)
100 CE (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/0100_map_world_600px.jpg)
200 CE (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/0200_map_world_600px.jpg)
250 CE (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/0250_map_world_600px.jpg)
300 CE (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/0300_map_world_600px.jpg)
400 CE (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/0400_map_world_600px.jpg)
500 CE (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/0500_map_world_600px.jpg)

700 CE

http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/0700_map_world_600px.jpg (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/0700_map_world.png)
750 CE

http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/0750_map_world_600px.jpg (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/0750_map_world.png)
900 CE (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/0900_map_world_600px.jpg)
1492: Colonisation

http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1492_map_colonisation_600px.jpg (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1492_map_colonisation.png)
15th – 16th Century: Demarcation Spain and Portugal (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1500_map_spain_portugal_world_boundaries_600px.jpg )

1550: Colonisation

http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1550_map_colonisation_600px.jpg (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1550_map_colonisation.png)
1660: Colonisation

http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1660_map_colonisation_600px.jpg (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1660_map_colonisation.png)
1754: Colonisation

http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1754_map_colonisation_600px.jpg (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1754_map_colonisation.png)
1800: Colonisation

http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1800_map_colonisation_600px.jpg (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1800_map_colonisation.png)
1822: Colonisation

http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1822_map_colonisation_600px.jpg (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1822_map_colonisation.png)
1855: Colonisation

http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1885_map_colonisation_600px.jpg (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1885_map_colonisation.png)
1898: Imperialism: In the Scramble for Africa

http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1898_map_world_empires_colonies_territory_600px.jp g (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1898_map_world_empires_colonies_territory.png)
1900 (approximately): Imperialism

The date is approximately 1900 but shows Italian North Africa post 1910 and Austro Hungry circa WW1.
http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1900_map_imperialism%20-%20approximately%201900%20but%20shows%20Italian%20 North%20Africa%20post%201910%20and%20Austro%20Hung ry%20circa%20WW1_600px.jpg (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1900_map_imperialism%20-%20approximately%201900%20but%20shows%20Italian%20 North%20Africa%20post%201910%20and%20Austro%20Hung ry%20circa%20WW1.png)
1914: Imperialism

http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1914_map_colonisation_600px.jpg (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1914_map_colonisation.png)
1920: Imperialism

http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1920_map_world_empires_colonies_territory_600px.jp g (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1920_map_world_empires_colonies_territory.png)
1938: Colonisation

http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1938_map_colonisation_600px.jpg (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1938_map_colonisation.png)
1939 September: Alliances at start of WW2 (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1939-09_world_war_II_alliances_600px.jpg)

1945: Colonisation End of WWII

http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1945_map_colonization_600px.jpg (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1945_map_colonization.png)
1959: Colonisation

http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1959_map_colonisation_600px.jpg (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1959_map_colonisation.png)
1974: Colonisation

http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1974_map_colonisation_600px.jpg (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/1974_map_colonisation.png)
2007: Colonisation

http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/2007_map_colonisation_600px.jpg (http://balagan.info/wp-content/images/war/world-maps/2007_map_colonisation.png)

i-ked
23-12-2015, 01:00
http://yalansavar.org/2015/12/21/kaya-tuzunun-dayanilmaz-dogalligi/ (http://yalansavar.org/2015/12/21/kaya-tuzunun-dayanilmaz-dogalligi/)




Kaya tuzunun dayanılmaz doğallığı
21 Aralık 2015 tarafından Kaan Öztürk


https://yalansavar.files.wordpress.com/2015/12/rock-salt-light-975013_960_720.jpg?w=298&h=300

Üniversitenin kapısının hemen dışındaki dev çınar ağacı baharın gelmesiyle canlanmıştı. Yaprakları güneş ışığında parlıyor, gölgesindeki ahşap masalarda oturan öğrenciler karton bardaklardan çay içerek sohbet ediyorlardı.

Kır sakallı, orta yaşlı bir adam ceketini kolunda taşıyarak çınar ağacının altındaki kafeye geldi. Boş masalardan birine oturdu. Oturur oturmaz ince belli cam bardakta demli çay önüne geldi.

Hoşgeldin Burhan hocam. Erkencisin bugün.

Hoşbulduk Hasan. Hava çok güzel, ofiste oturacağıma burada oturayım istedim.

Çayından bir yudum aldı.

Bana bir kaşarlı tost yapıver oğlum. Bir de duble espresso. Kafam kazan oldu bugün derste.

Tamam hocam. Hemen geliyor hocam.

Hasan büfeye koştururken Burhan çantasını açtı, birkaç makale çıkarıp masaya koydu. Tam okumaya başlamışken yanıbaşından bir ses geldi.

Hocam? Profesör Burhan Aladağlı siz misiniz?

Burhan keyifsizce başını kaldırdı. Takım elbiseli, genç sayılabilecek bir adam dikiliyordu yanında. Elinde büyükçe bir çanta vardı.

Bölüm sekreteri sizi burada bulabileceğimi söyledi hocam diye devam etti adam. Ben Tüzün Tuzbuzederoğlu. Anadolu Kayatuzu A.Ş.den geliyorum. Telefonla konuşmuştuk.

Hatırladım dedi Burhan, ve ürünlerinizle ilgilenmediğimi söylemiştim.

Tüzün hiç istifini bozmadı. Ben yine de size şahsen bir tanıtım yapmak istedim. Eminim ki kaya tuzunun mucizevi özellikleri sizin gibi seçkin bir bilim adamının gözünden kaçmayacaktır. Burhan daha ağzını açamadan hızla ekledi. “Kesinlikle zahmet değil hocam, size ürünümüzü tanıtmak benim için bir keyif olacaktır.

Eğilip çantasını açtı. İçinden çıkardığı karpuz büyüklüğünde, pembe-beyaz, kristalimsi bir kütleyi masaya koyuverdi.

Burhan gözlerini devirdi, derin bir nefes alıp “Tüzün bey, buraya kadar bana bir parça kaya tuzu satmaya mı geldiniz? Güzel birşey olsa sırf dekorasyon olsun diye alırdım ama bu çirkin şeyi evime sokmam bile.

“Hayır, satın almanız gerekmiyor sayın hocam. Hediyemizdir. Siz sosyal medyada etkili, tanınmış bir bilim bloggerisiniz. Bu numunemizi bir kez kullanınca kaya tuzunun benzersiz iyileştirici etkilerine şahsen şahit olacaksınız zaten. Belki sonra bir yazı yazmak istersiniz bu konuda.

Burhan huysuzca “Ne? diye terslendi. “Bu kaya karşılığında reklamınızı mı yapmamı istiyorsunuz?

“Yok hocam, estağfurullah. Bilimsel görüşünüzü yazın sadece, biz de tanıtım broşürlerimize koyalım. On yıllık kaya tuzu ihtiyacınızı da hemen evinize teslim edelim.

Hasan'ın tost ve espressoyu masaya koymasıyla laf bölündü. Burhan “Acaba ne içeceğini sorsam mı? diye geçirdi içinden, ama vazgeçti. Adamın yapışkanlığından rahatsız olmuştu, başından kibarca nasıl savabileceğini düşünüyordu.

Bu arada çevredeki gençler ilgiyle kocaman tuz kayasına bakıyorlardı. Tüzün'ün pazarlama numarasıydı buydu demek ki, merak uyandırmayı iyi biliyordu. “Bir şekilde ipliğini pazara çıkarmam lazım dedi Burhan kendi kendine, yoksa başkalarını kandıracaktı.

“Tüzün bey, ben yazılarımda sadece, doğruluğuna ikna olduğum gerçekleri yazarım. Söylediğim her şeyin delilinin, ispatının olması gerekir. Yanlış olduğunu bildiğim bir şeyi doğruymuş gibi anlatamam.

“Sizin tanıtım broşürlerinize baktım. İpe sapa gelmeyen, bilimsel gerçeklerle ilgisi olmayan, mesnetsiz iddialarla dolu. Sırf satış yapmak için kaya tuzuna bilim dışı, hatta akıl dışı bir sürü mistik özellik yüklüyorsunuz. En önemlisi de, fazla tuz tüketmenin zararını küçümsüyorsunuz. Tuzun zararının sadece rafine etme işlemindeki süreçlerden ortaya çıktığını, pazarladığınız kaya tuzunun ise rafine edilmediği için sağlığa zarar vermediğini iddia ediyorsunuz. Bunlar düpedüz yalandır, hem de insanların hayatını tehlikeye atan yalanlar.

Tüzün bozulmuştu. “Hocam, yalan olur mu, yani bir inceleseniz

“Gayet iyi inceledim. Kalp, böbrek hastalarına zararı yoktur, tansiyonu yükseltmez diyorsunuz. Rafine tuzun zararlarını sıralayıp, kaya tuzunda bu zararların olmadığını söylüyorsunuz. Bu büyük bir yalan. Sırf malınızı satabilmek için uydurduğunuz bu yanıltıcı propagandayla, size inanan tansiyon hastalarının ölümüne sebep olabileceğinizi hiç düşünmüyor musunuz?

Tüzün cevap vermek için ağzını açar gibi olmuştu ki, Hasan atıldı.

“Hocam, neden yalan? Annem de tansiyon hastası, televizyondaki doktorlardan duymuş bu tuzu, almak istiyor.

“Hasan, kaya tuzu denen şey, yediğimiz sofra tuzunun başka minerallerle karışmış hali. Çok eski çağlarda kurumuş denizlerin yeraltında bıraktığı kalıntıdan elde ediliyor. Lise derslerinden hatırlarsın, yediğimiz tuz sodyum ve klor atomlarının bire bir bileşimidir; sodyum klorür diye anılır. Kaya tuzunun yüzde doksanbeşi sodyum klörürdür, gerisi de başka mineraller. Rafine tuzdan tek farkı yüzde beş oranındaki katışıklıklar. Mesela önümde duran bu kayanın pembeliği, tuzun içine karışmış olan demir oksitten geliyor. Bildiğimiz pas yani.

“Pas mı? Hocam tetanoz oluruz yani bunu yersek.

“Yok dedi Burhan. “Demir oksit tetanoz yapmaz, sağlığa zararlı bir etkisi yoktur. Dürüstlüğü için kendine kızdı içinden, niye karşı tarafın avukatlığını yapıyordu ki? Ama bir yalana karşı başka bir yanılgıyı teşvik etmeyi içine sindiremiyordu.

“Hocam tuzumuz yüzde yüz doğaldır. diye araya girdi Tüzün. “Doğada bulunabilecek en saf kaya tuzudur bizimki. İkiyüz milyon yıl önceki temiz çevrede oluşmuştur.

“Birşeyin doğal olması iyi ve zararsız olduğunu göstermez. Pek çok mantar cinsi doğaldır, ama zehirlidir. Kaldı ki, kaya tuzunu rafine ederek saflaştırdığımızda doğallığını yok ediyor değiliz. Tuz yine sodyum klorür, aynı atomlardan oluşuyor. Sadece içine karışmış diğer maddeleri ayırıyoruz.

Hasan yine girdi lafa: “Yani rafine tuz kaya tuzundan daha mı saf hocam?

“Aynen öyle Hasan. Hem zaten ikiyüz milyon yıl önceki çevrenin temiz olduğunu nereden bileceğiz? Bunlar deniz dibine çökelmiş maddeler. O zamanki suda ne varsa hepsi karışmış.

Tüzünâ€â•ün pes etmeye niyeti yoktu. “Hocam, siz bir bilim adamısınız. Doğal besinlerin rafine olanlardan daha faydalı olduğunu nasıl bilmezsiniz? Beyaz şekerden, beyaz undan kaçınmak lazım demiyorlar mı? Bizim tuzumuzda insan vücudunun ihtiyaç duyduğu bütün mineraller mevcut. Oysa rafine edilen tuz sanayi ürünüdür, dahası içine iyot katılmaktadır. Fazla iyotun ne kadar zararlı olduğuna dair makaleler göndereyim size, okuyun.â€

Burhan sakince dinledi. Bütün bu safsataları daha önce de duymuştu. Bu işten para kazanan birinin bilimsel kanıtlarla fikir değiştirmesini beklemiyordu zaten.

“Zahmet etmeyin. Öncelikle, bilim adamı olmam sizin gözünüzde bir ağırlığa sahipse, o zaman hoşunuza gitmeyen sözlerim de aynı ağırlığı taşımalı. Ama benim bilim adamı olmam veya olmamam önemli değil. Önemli olan bilimsel verilerin ne gösterdiği.

“Doğallık ve rafinelik konusunda kafanız karışık. Evet, un ve şeker gibi besin maddelerini rafine etmeden, kepekleriyle tüketmek daha sağlıklıdır. Saf haldeki karbonhidratlar kan şekerimizin çok hızlı yükselip düşmesine sebep olurlar, bu da yağlanmaya ve diyabet tehlikesine yol açar. Buna karşılık kepekli undaki posa, şekerin kana karışmasını yavaşlatır, bu sayede dalgalanmalar olmadan metabolizma şeker dengesini kurar.

“Tuzda ise böyle bir mekanizma yok. Sodyum ve klor iyonları suyla beraber kalın bağırsağımızda emilirler. Tuzu başka minerallerle karışık olarak almak onun emilimini ve metabolik etkilerini değiştirmiyor. Fazla tuzun her hali zararlı, rafine olsun olmasın.â€

Tüzün atıldı: “Evet hocam, biz fazla tuz tüketilsin demiyoruz zaten. Ama sanayi süreçlerinden geçmiş rafine tuzda, doğal kaya tuzunda bulunan diğer mineraller bulunmuyor.â€

“Yine doğallık safsatası†diye mırıldandı Burhan. Hasanâ€â•a döndü: “Oğlum, bir bardağa musluktan su doldurup getirir misin rica etsem?â€

Beklerken espressosundan bir yudum aldı. Delikanlı suyu getirip önüne koydu.

“Bakın,†diye devam etti, “bu su filtrelerden geçirilmiş, pislikleri ayrılmış. Neden deredeki doğal, çamurlu, mikrop ve parazit dolu suyu içmiyoruz? Sanayi çağının çevre kirliliği demeyin. Eski çağlarda, sanayi kirliliği yokken de insanlar dere suyu içince hastalanıp ölüyorlardı. Sağlığımız için suyu doğadaki haliyle değil, süzerek, kaynatarak, klorlayarak kullanıyoruz. Doğadan gelen her şey sağlıklıdır demek yanılgıdır. Doğanın bize faydalı olmak, bizi hayatta tutmak gibi bir görevi yok.â€

Dinleyenlerin bu örneği sindirmesi için bir an durakladı. Kahvesini tekrar yudumladı.

“Sizde, bir şeyin sanayi sürecinden geçerek saflaşmasının onun â€ËÅ“ruhundaâ€╠bir kirlenmeye yol açtığı gibi bir mistik anlayış seziyorum. Oysa rafine etme süreci çok basit. Şöyle ki…â€

Burhan eğilip yerden bir tutam kum aldı, avcuna koydu, sonra masadaki tuzluğu alıp avucundaki kuma biraz tuz ekledi.

“Kumla tuz karıştı şimdi. Tuzu kumdan nasıl ayırırım?â€

Avucundaki karışımı bardağın içine boşalttı.

“Bakın, tuz suda çözüldü, kum ise dibe çöktü. Kumu dipte bırakmaya dikkat ederek bu tuzlu suyu başka bir kaba aktarır, sonra altında ateş yakıp suyu tamamen uçurursam, kumsuz tuz elde ederim. İşte rafine etme süreci aynen böyle bir şey. Daha fazla saflaştırma için biraz daha incelikli yöntemler kullanılıyor, veya ısıtma yerine vakum kullanılıyor, ama ana fikir bundan ibaret.

“Başka ne demiştiniz?†diye devam etti. “Hah, vücudumuzun ihtiyaç duyduğu bütün mineraller kaya tuzunun içinde var diyorsunuz. Bunu bir pazarlama unsuru yapıyorsanız, sizin tuzunuzu makul ölçülerde tüketerek gündelik mineral ihtiyacımızı karşılayabileceğimizi ispatlamanız lazım.

“Meselâ, kaya tuzundaki potasyum miktarı ağırlıkça yüzde kaç?â€

Tüzün hazırlıksız yakalanmıştı. “Iıı, şey, dilimin ucunda ama… Binde bir?â€

Burhan cep telefonunu açıp internete baktı. Başını kaldırıp “Yüzde bir.†dedi. Bardakları kurulamakta olan Hasanâ€â•a döndü. “Hasan, senin hesabın iyidir. Bana bir hesap yap bakayım.â€

“Buyur hocam.â€

“Yetişkinlerin her gün 3,5 gram kadar potasyum alma ihtiyacı var. Kaya tuzunun yüzde biri potasyumsa, 3,5 gram potasyum için kaç gram tuz yemek lazımdır?â€

Hasan durakladı, kurşunkalemiyle kağıda birkaç şey çiziktirdi. Burhan onu beklerken kahvesinden bir yudum daha aldı.

Ha, kolaymış yahu!†dedi Hasan. “350 gram.â€

“350 gram!†diye tekrarladı Burhan. “Yani koca bir paket. Günde üç gramdan fazla tuz almamız zararlı â۠hatta, peynir, zeytin ve diğer işlenmiş gıdalardan epeyce tuz aldığımızı düşünürsek, çok daha az tuz eklemeliyiz yemeklerimize. 350 gram ise bu azami miktarın yüz yirmi katı! Bu kadar tuz yemenin böbreklere, damarlara, hücrelerdeki iyon dengesine ne yapacağını hayal edebiliyor musunuz?â€

Tüzün atıldı: “İyi de hocam, biz bu kadar tuz yiyin demiyoruz ki kimseye, yanıltıyorsunuz.â€

Yanıltan ben değilim, sizin tanıtım metniniz. Vücudun ihtiyaç duyduğu başka mineralleri de içerdiğini söyleyerek kaya tuzunun daha yararlı olduğunu söylüyorsunuz. Bu basit hesapla, kaya tuzunu uygun ölçülerde aldığımızda, diğer minerallerden kayda değer bir miktar almadığımızı gösterdik. Neyse ki dengeli beslenerek, yani “doğal yoldan neredeyse bütün mineral ihtiyacımızı karşılayabiliyoruz; başka desteğe ihtiyacımız pek yok.

Tüzün fırsata saldırdı: O zaman rafine tuza neden iyot katılıyor? Madem bütün ihtiyacımızı besinlerden alabiliyoruz, niye iyot gibi tehlikeli bir madde ekleniyor gıdamıza? Devlet eliyle zorlayarak hem de.

İyot, dediğimin istisnasıdır. Vücudumuzun çok az miktarda da olsa iyot almaya ihtiyacı vardır. Tiroid bezleri iyot kullanarak T3 ve T4 olarak anılan iki hormon üretirler. Bunlar, hücrelerimizdeki bütün enerji üretimini, yani metabolizmamızı yönetirler, çok kritiktirler. Denizden uzakta yaşayanlar, deniz ürünü yemeyenler yeterli iyot alamaz, o zaman da bu hormonlar yeterince üretilemez. Sonuç olarak guatr hastalığı, metabolizma düşüklüğü başgösterir. İyot eksikliği çeken annelerin çocuklarında gelişim bozuklukları ve zeka geriliği görülür.

Tarihi kayıtlar, eski insanların iyot eksikliğinden çok çektiğini gösteriyor. Hani doğal beslenme, temiz çevre diyorsunuz ya, sağlık açısından pek fayda etmiyor onlar. Oysa tuza iyot katmaya başlandığından beri, iyot eksikliği hastalıklarının azaldığını görüyoruz. Buna rağmen bugün bile iki milyar insan yeterli iyot alamıyor.

Hasan girdi lafa: Bizim köydeki ihtiyarların hepsi guatrlı. Her ailede boyu da aklı da çocuk kadar kalmış en az biri vardır. Bizim kuşakta hiç görülmüyor ama.

Bravo Hasan. Yani tuza iyot katılması çok önemli bir halk sağlığı uygulamasıdır. Yüz milyonlarca canı kurtarmıştır. Zorunlu da değildir zaten; isteyen için iyotsuz tuz da bulunur marketlerde.

Peki fazla kaçar mı tuzdan aldığımız iyot? Zararı var mı?

Yetişkinlerin günlük iyot ihtiyacı yaklaşık 150 mikrogram, yani bir gramın onbinde birinden biraz fazla. Bir günde yiyeceğimiz tuz en fazla 3 gramdır; buna da bu kadar az miktarda iyotu kolaylıkla ekleyebiliriz. İyotun günde 1100 mikrogramdan fazla alınmaması tavsiye ediliyor. Bu miktara ulaşmak için ne kadar tuz tüketmemiz lazım, hesapla bakalım.

Bir dakika. 150 mikrogram iyot için 3 gram tuz lazımsa, 1100 mikrogram için içler dışlar çarpımı 22 gram hocam!

Evet, bu kadar tuz tüketiminden de zaten kaçınmamız gerekiyor. Burhan derin bir nefes aldı. Sadede gelirsek, bütün bunlarla anlatmak istediğim şu: Vücudumuzun her minerale veya besin maddesine ne miktarda ihtiyaç duyduğunu aşağı yukarı biliyoruz. Bunları sağlıklı insanlar dengeli beslenerek alabiliyor. Sağlık sebebiyle dengeli beslenemeyenler için de, miktarı doğru ayarlanmış besin destekleri, ne idüğü belirsiz rastgele mineraller içeren tuzlardan daha faydalı olacaktır.

Tüzün yerinde kıpır kıpırdı, Burhan'ın tostundan bir ısırık almak için duraklamasını fırsat bildi. Kabadayıca bir edayla:

Hocam siz öyle diyorsunuz, ama başka hocalar öyle demiyor. Mesela, geçen ay meşhur doktor Prof. Dr. Safinaz Safsatacıoğlu ilimizde bir konuşma yapmaya geldi. Rafine tuzun zararlarını, kaya tuzunun faydalarını anlattı. Siz de saygın bir bilim adamısınız, ama tıp doktoru değilsiniz. Bakın, konuşmasını broşürümüze bastık, göstereyim.

Burhan homurdandı. "Safsatacıoğlu mu? Hani her gün televizyona çıkıp, hekimlerin hemfikir olduğu herşeye zıt giderek ilgi çekmeye çalışan kadın mı?"

Broşüre göz gezdirdi. Şaşkınlıkla başını kaldırdı: "Bu sözleri bir tıp profesörü mü söyledi, emin misiniz?

"Evet hocam, ben de oradaydım, dinledim. Çok alkış aldı."

"Alır elbet." diye mırıldandı Burhan. Okumaya başladı.

Kaya tuzu sağlıklıdır. Kaya tuzu en önemli bir mineraldir. Saftır, rafine olmamıştır. Rafine edilmemiştir. Hiçbir ek kimyasal ve çevresel kirlenme içermez. İnsan vücudunun ihtiyacı olan 92 elementten 84'ünü doğal olarak dengeli bir şekilde içermektedir. Doğal ve dengeli ömrü uzatır. Ömrü uzattığını zeytin ağacından biliyoruz.

"Hahahaha!" diye bir kahkaha attı Burhan. Dinleyenler irkildi.

Zeytin ağaçları 13 asır, 20 asır yaşıyorlar ve zeytin ağaçları kayalardan besleniyorlar. Zeytin ağacının kökü kayalardadır. Kayalardan beslendiği için ölmüyorlar. Zeytinde öyle, zeytin yağı da öyle, zeytin ağacının yaprağı da öyle kayalardan aldığı kaya tuzunun onlara sağladığı minerallerden ayakta duruyorlar. En önemli 84 element var ama en önemlileri bizim insan vücudumuzda makro dediğimiz, kalsiyum, demir, çinko, potasyum, magnezyum, bakır bunların hepsi kaya tuzunda var.

Burhan acı bir şey yutmuş gibi yüzünü buruşturdu, iç çekti. Devam etti.

Hazmı kolaylaştırır. Gaz gidericidir. Mide yanmasını önler. Gastriti önler. Vücuda giren minerallerin, hücrelerin içerisine girmesini hızlandırır. Vücudumuzdaki elektrolitlerin tuz dengesini sağlar. Kan dolaşımımızı uyarır, düzenler ve vücuttaki bütün hücreler mineralle çalışır. Böbreklerimiz, kalbimiz, akciğerlerimiz tuzla çalışır. Dengeli olması lazım. Vücudumuzda biriken toksit mineralleri redakte edilmiş diğer tuzların atılmasını sağlar. Kan basıncını düzeltir. Kan basıncını yükselten rafine tuzdur. Çünkü o solfür filörürdür.¬

Gözlerini kaldırdı. Redakte edilmiş? Solfür filörür? Böyle bilimsel terimler yok. Kıymetli hocanızın incilerini doğru şekilde yazmayı bile becerememişsiniz. Cevap beklemeden okumaya devam etti.

Rafine tuz mineral değildir ve o tehlikelidir. Acıkmayı önler ve tok tutar. Hastalandığımız zaman kaya tuzu ile yapılmış suyla eritilmiş bir gargara boğaz ağrılarını giderir. Nefes açıcıdır. Kaya tuzu mağaralarında astım tedavisi yapılıyor. Tuzlu su buharı ile astımlı, alerjik çocuklara, bronşite ve burunu ve nefesi açar. Kulak tıkanıklığı şikayetlerini azaltır. Banyonuza tuzlu su koyup içerisine girdiğiniz zaman evde yapılmış kaynak suyu gibidir. Eklem ve kas ağrılarını hemen giderir. Vücuttaki birikmiş ödemleri çözer. Özelikle adet öncesi ödemleri çözer. Adalelere ve eklemlere güç sağlar. En önemlisi bağışıklık sistemini güçlendirir. Solunum, dolaşım sistemlerini güçlendirir. Kemik ve bağ dokusunu güçlendirir. Ostiyogorozu önler. Metabolizmayı hızlandırır. Tuz lambaları ise oda havasını temizler.

Ostiyogoroz Broşürü elinden bıraktı. Birkaç saniye sessiz kaldı. Tüzün müstehzi bir ifadeyle ona bakıyordu. Burhan'ın sesini kesmenin keyfiyle arkasına yaslandı.

"Zırvanın daniskası!" diye gürledi Burhan. Dinleyenler irkildi. Bir kere, saftır ve rafine olmamıştır birbirinin tam tersi ifadeler. Rafine edilmediyse saf değildir, saf ise rafine edilmiştir.

İnsan vücudunun ihtiyaç duyduğu 92 element de ne? Dünyada doğal olarak bulunan zaten 94 element var. 92'ye kadar sayarsak uranyuma geliriz, arada radyum, kurşun, titanyum, polonyum, bizmut, altın, gümüş, sezyum, ve daha niceleri var. Bunlar mı vücudumuzun ihtiyacı? Helyum, neon, ksenon, kripton gibi hiç bir kimyasal tepkimeye girmeyen asal elementlere de mi ihtiyaç duyuyormuşuz? Biyolojik işlemler için sadece 29 elemente ihtiyacımız var, 92 değil.

"Hocam, bir yanlışlık olabilir" diye atıldı Tüzün, Safinaz hoca mineral demek istemiş olsa gerek.

Burhan homurdandı. Elementle minerali birbirine karıştırabilen birisi temel bilimden habersizdir, profesör olması bunu değiştirmez. Neyse, mineral demiş olsa bile yanlış, çünkü kaya tuzunda ne o kadar çok farklı mineral var, ne de olanlar dengeli olarak dağılmış. Ömrü uzatma meselesi de ayrı alem.

Sakin olmaya çalışsa da zırvaların büyüklüğü karşısında sinirlenmişti Burhan. Sesini yükseltti:

Zeytin ağacı kayada yetişirmiş, kaya tuzu alırmış, ondan uzun ömürlüymüş. Düpedüz hezeyan! Kayaya değil de yumuşak toprağa ekilen zeytin ağaçlarının ömrü kısa mıdır acaba diye bakmış mı? Topraksız, düz tuz kayası üstünde zeytin ağacı bitiyor mu? Yüzlerce yıllık çınar ağaçlarına ne buyrulur, onlar da mı kaya tuzu sayesinde uzun ömürlü oluyor? Hem biz zeytin ağacı mıyız? Gübre yiyelim o zaman, gübre de ağaçların ömrünü uzatır.

Broşürü tekrar eline alarak devam etti.

Tehlikeli abartılar dolu. Kan basıncını yükselten rafine tuzdur, çünkü o solfür filorürdür demiş sodyum klorür dediğini ama yazıya yanlış geçirdiğinizi varsayıyorum“. Bu korkunç bir sorumsuzluk ve bilgisizlik. Kaya tuzunun %95'i zaten sodyum klorürdür, yediğiniz zaman vücutta aynı etkiyi yapar. Yanında eser miktarda başka mineralleri almak kan basıncınızı düşürmez.

Bu zırvaya inanıp yemeğine bol bol kaya tuzu döken bir yüksek tansiyon hastası beyin kanaması geçirdiğinde bunun vebali hem sizin hem de Safinaz hocanızın üstündedir. Yazıklar olsun, iki alkış almak için insanların sağlığını tehlikeye sokuyor.

Gerisine yorum yapmaya değmez, binbir çeşit saçmalık. İnternette kaya tuzu diye arama yapmış, ne kadar saçma iddia varsa toplamış, akıl süzgecinden geçirmeye zahmet etmeden size anlatmış. İddia edilen faydalardan birkaç tanesi gerçek olsa bile, aynı faydaların rafine tuzda bulunmadığını ispatlamadıkça ciddiye almaya lüzum yok.

Broşürü masaya bırakıp artık soğumuş fincanı eline aldı.

Tüzün dişlerinin arasından "Hocam sizin uzmanlığınız nedir?" diye tısladı.

Benim ne olduğumun önemi yok. Bilimsel değerlendirmeler masaya kartvizit atarak ve “ben daha iyi bilirim" diye kabararak yapılmaz. Benim söylediğim her şey temel kimya ve sağlık bilgisi çerçevesinin içinde. İspatlanmış bilimsel verilerle konuştuğum sürece doktor veya kamyon şoförü olmam farketmez.

Espressosunun son yudumunu içti, kağıtlarını çantasına koyup yarısı yenmiş tostunu eline aldı.

Derse gitmem gerekiyor. Dediğim gibi, tuzunuzla ilgilenmiyorum. Hakkınızda bir yazı yazabilirim, ama bu sizin istediğiniz gibi bir yazı olmayacaktır, o yüzden bana herhangi bir hediye filan göndermeyin.

Tostunu ısırarak hızlı adımlarla fakülteye doğru seğirtti.


Kaynaklar:
1.Harriet Hall, Pass the Salt (But Not That Pink Himalayan Stuff). Science-Based Medicine https://www.sciencebasedmedicine.org/pass-the-salt-but-not-that-pink-himalayan-stuff/
2.WHO Guideline: Potassium intake for adults and children http://www.who.int/nutrition/publications/guidelines/potassium_intake/en/
3.American Heart Association: Reducing Sodium in a Salty World http://www.heart.org/HEARTORG/GettingHealthy/NutritionCenter/HealthyEating/Reducing-Sodium-in-a-Salty-World_UCM_457519_Article.jsp#
4.WHO: Iodine deficiency disorders http://www.who.int/nutrition/topics/idd/en/
5.https://pixabay.com/en/rock-salt-light-himalayas-minerals-975013/

i-ked
27-07-2016, 20:20
Değerli matematikçilerimizden Tosun Terzioğlu, (d. 1942, Kayseri - ö. 23 Şubat 2016, İstanbul) ile yapılan bir söyleşiden:

http://i.hizliresim.com/DJZy11.jpg

“Bir matematikçi hayatta ne yapar?†diye sorulduğunda, “Düşünür†derim. Matematikçi elbette ders verir, araştırma yapar, bunun için kitap okur, makale okur. Zaman zaman kâğıt kalemle çalışır, hesap yapar. Ama esas yaptığı bence, düşünmektir.


[...] Matematikle uğraştığım zaman karşılaştığım tanıdıklar zaman zaman sorarlardı, "Hayrola, niye böyle düşünceli gözüküyorsun" diye. Doğru cevabım, "Düşünceli gözüküyorum, çünkü düşünüyorum", olmalıydı kuşkusuz. Ama genelde "Düşüncesiz görünmemek için düşünceli gözüküyorum. Yoksa kötü bir durum yok" falan gibisinden cevap verirdim. Aslında çalışan bir matematikçiye, "Düşünceli görünüyorsun" demekle on bin metre yarışında koşan bir atlete "Nefes nefese kalmışsın, çok terliyorsun" demek arasında bir fark yok. Kaldı ki düşünmenin insan sağlığına zararlı bir etkisi olduğunu iddia eden bir doktora, doğrusu şimdiye kadar hiç rastlamadım!


[...] Tabii, salt düşünmek de yetmiyor. Okumak, yapılan araştırmaları takip edebilmek ve yaptığınız bir araştırma sonucunda bulduğunuz sonucu birtakım yerlerde anlatmak, başka meslektaşlarınızın eleştirisine sunmak... Çünkü matematik açık bir eylemdir. Yaptığınız şeyi kendinize saklayıp da sağda solda "Bakın ben neler yaptım neler, ama size anlatamam!" diye böbürlenirseniz, herkes sizden biraz kaçar veya size garip bir şekilde bakar, hatta "Bu adam hasta mı acaba?" diye sorar.


Matematikte yeni bir şey yaptığınız zaman, ispatınızı olanca açıklığıyla ya bir bilimsel toplantıda anlatacaksınız veya makale olarak yazacaksınız. Anlatırken veya makalenizi yazarken hiçbir şeyi gizlemeyeceksiniz. Yaptığınız meslektaşlarınızca kontrol edilecek, doğru bulunacak, ondan sonra bu sizin yaptığınız şey tescil olmuş sayılacak.


[...] Bütün bu süreçlerde yaptığınızı kabul ettirmek veya beğendirmek için unvanınızı, pozisyonunuzu falan ortaya atmaktan kesinkes kaçınmalısınız. "Ben şöyle önemli bir kişiyim" veya "Geçmişte ne kadar ödül aldım" gibi laflarla ortaya çıkarsanız matematik toplumunda pek komik, hatta acıklı bir duruma düşersiniz. Çünkü burada büyüteç altında olan siz değilsiniz; büyüteç altındaki yaptığınız matematik. Matematikçiler kerameti matematikte ararlar, kişilerde değil!

Bu konuda bir film önerisi: Proof (2005)

http://i.hizliresim.com/dbpOo7.jpg


https://www.youtube.com/watch?v=jPLkG87tfL4