PDA

View Full Version : Hayatın İçinden



Pages : [1] 2 3

Objektif
31-05-2005, 07:24
Offtopic başlığında bir çok karışık konu vardı. Bunun içinde hayatın içinden gelen mesajları burada kategorize etmek okumayı daha kolaylaştıracaktır diye düşünüyorum.

hakanen
31-05-2005, 07:47
Hayır olmaz ,niye orada değilde burada kategorize ettiniz ,niye o , bu , şu değilde siz düşündünüz ,niye herkes yazıyor ,muhalefetim arkadaş.. :D :D :D

Objektif
31-05-2005, 08:18
Sabah sabah ödümü koparttın hakanen. Kalp hastası mı yapacaksın beni :)

XZARA_
31-05-2005, 14:43
ben de dıyordum hayat topıgıne ne oldu? :D ...aradım bulamadım...

hakanen
31-05-2005, 21:06
Sabah sabah ödümü koparttın hakanen. Kalp hastası mı yapacaksın beni :)

Aman diyim Sn.Objektif .Gerçi sen hasta olmaya vakit bulamıyorsundur bu forum yüzünden.. :D

bikmisbroker
01-06-2005, 14:13
YÜREK SOĞUTMAK DİYE BUNA DENİYOR İŞTE...



Yabancılar karşısında



İSMET Bozdağ, Atatürk'ün başyaveri Salih Bozok anlatıyor adıyla yayınlamış:

Latife ve Fikriye... İki Aşk Arasında ATATÜRK...

Kitabın ana konusu da ilginç... Ama ben çok önem verdiğim başka bir
konudan söz etmek istiyorum...

Yabancılar karşısında ATATÜRK'çe DURUŞ'un ne olduğuna bir örnek...

"Yalvar yakar, ezik büzük" duruşu siyaset sananlara bir hatırlatma
olsun isterim.

İngilizler'in beslediği, batılıların desteklediği Yunan ordusu
yenilmiş ve İzmir'e girilmiştir.

İşte böyle günlerden birinde limanda bekleyen donanma komutanı olan
İngiliz Amirali, Gazi'ye gelir...

Suç işleyenler?

BUNDAN sonrasını kitaptan okuyalım:

"Amiral önce:

-Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız. Sizi, asker olarak
içtenlikle kutlarım... Çanakkale'deki başarınızı rastlantıya borçlu
olmadığınız kanıtlanmış oldu. Büyük bir askerle tanıştığım için
memnunum...

Amiral bir süre sonra konuya girmiş:

- Ülkenin kontrolünüz altında bulunan bölümünde bizim teb'amız ve
sizin azınlıklarınızdan Ermeniler, Rumlar var. Yeni askeri yönetim
altında bu insanların statüsü nedir, güvende midirler?

- Hiç kuşkunuz olmasın Amiral! Türkiye'deki bütün insanlar gibi,
teb'anız ve sözünü ettiğiniz azınlıklar da Türkiye Büyük Millet
Meclisi Hükümeti'nin eşit koruması altındadırlar. Suç işlemeyenler,
kendilerini bu memlekette benim kadar güvende sayabilirler...

- Suç işleyenler?

- Suç işleyenler Amiral, dünyanın her yerinde olduğu gibi, ülkemizde
de adaletin huzuruna çıkarlar... Suçlu iseler cezalarını elbette
çekeceklerdir..

- Fakat Paşa Hazretleri, fevkalâde günler geçirdik... Yunan
Ordusu'ndan cesaret alan Rumlar'ın bazıları şımarıklık yapmış
olabilir. Bugün bu insanlar, yerli halkın düşmanlığıyla yüz
yüzedirler. Ermeniler için de başka açıdan aynı şeyleri
söyleyebilirim. Biliyorsunuz, arkadaşlarının büyük bir bölümü göçe
zorlandı ve önemlice bir bölümü de hayatını kaybetti. Bu ruh
tedirginliği içinde Yunan ordusu ile işbirliği yapmış, bazı Türkler'e
zor günler geçirtmiş olabilirler. Bunlar, fevkalâde günlerin
olaylarıdır. Bağışlanması, hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kimseler,
halkın husumetine bırakılacak olurlarsa, bütün dünya aleyhinize
kıyameti koparır!

Son cümleye kadar Amirali gülümseyerek dinleyen Mustafa Kemal Paşa,
dünyanın koparacağı gürültü ile kendisini tehdide girişince, sözünü
bıçak gibi kesmiş:

Efendi devlet

- Şu Efendi Devlet rolünü bir kenara koyunuz Amiral! Milletleri de
tehdit etmekten vazgeçiniz! İngiltere ve müttefiklerinin kıyameti
koparıp koparmayacaklarını düşünmem. Bunlar, memleketimin iç
işleridir, kimsenin bu işlere de karışmasına müsaade edemem...

Majestelerinizin devleti memleketimizin azınlıklarıyla uğraşmaktan
vazgeçsinler. Kim bize saygı beslemezse, bizden saygı beklemeye hakkı
olmaz. Şimdi söyleyeceklerinizi dinliyorum...

Amiralin benzi önce kül gibi olmuş, sonra ıstakoz gibi kızarmış:

- İngiltere hükümetinin tebasını her yerde koruma hakkı, devletler
hukuku teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte
arkaladığımız Rum ve Ermeniler'in güven içinde bulundurulmasını sadece
rica ettik. Yoksa (Elini limandaki gemilerden tarafa uzatarak) biz bu
güvenliği sağlayacak kuvvetteyiz.

İşte o zaman Mustafa Kemal Paşa'nın tepesi iyice atmış:

- Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen leşlerini herhalde
görmüş olmalısınız! Türk Ordusu, asayişi sağlayacak güçte olduğu gibi,
limanı boşaltacak güçtedir de... İsterseniz, Türk'e ihanet eden
teb'anızın ve azınlıklarımızın adaletten kaçan sefillerini geminize
doldurabilirsiniz! Donanmanızın da en kısa bir zamanda limanı terk
etmesini istiyorum!

Ne mi oldu?

İngiliz ve Fransızlar uyruklarını ve kuyruklarını gemilere bindirip
birkaç saat içinde sessizce çekilip gittiler...



NAMIK KEMAL ZEYBEK

bourbon
01-06-2005, 14:36
50 senedir ülkemizi yöneten asalakların yabancılarla ilşkilerine ne kadarda çok benzer bir davranış değilmi?Saygılar..

bikmisbroker
01-06-2005, 14:49
http://img.photobucket.com/albums/v85/bbroker/gmail.jpg

bikmisbroker
01-06-2005, 15:09
AMERiKANIN FLORiDA EYALETiNDE BULUNAN BiLiM MERKEZiNCE
HAZIRLANAN 10 MiLYON ISIK YILI iLE BASLAYAN UZAKLIKLARDAN, DUNYA
YUZEYINE YAKLASARAK BIR YAPRAGIN NANOMETRELERLE INCELENEN MIKROSKOPIK
GORUNTUSUNE VE DNA AYRINTILARINA KADAR UZANAN MUKEMMEL BIR GOSTERI
ASAGIDAKI LINKE TIKLAYIP AZ BEKLEYIN GORUNTU KENDINI OTAMATIK
ZOOMLUYOR ENFES BIR OLAY...



http://www.micro.magnet.fsu.edu/primer/java/scienceopticsu/powersof10/index

simyacı
01-06-2005, 17:06
AMERiKANIN FLORiDA EYALETiNDE BULUNAN BiLiM MERKEZiNCE
HAZIRLANAN 10 MiLYON ISIK YILI iLE BASLAYAN UZAKLIKLARDAN, DUNYA
YUZEYINE YAKLASARAK BIR YAPRAGIN NANOMETRELERLE INCELENEN MIKROSKOPIK
GORUNTUSUNE VE DNA AYRINTILARINA KADAR UZANAN MUKEMMEL BIR GOSTERI
ASAGIDAKI LINKE TIKLAYIP AZ BEKLEYIN GORUNTU KENDINI OTAMATIK
ZOOMLUYOR ENFES BIR OLAY...



http://www.micro.magnet.fsu.edu/primer/java/scienceopticsu/powersof10/index
Şimdi bu olay gerçekmiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii. :eek:

gemici
01-06-2005, 17:31
süpperrr......................

Baydisiplin
01-06-2005, 17:47
Kesinlikle güzel bir gösteri olduğuna katılıyorum ve yine kesinlikle teknolojinin bu aşamaya gelmesini ne biz ne de bizden sonra gelecek insanoğlunun başaramayacağını düşünüyorum.

simyacı
01-06-2005, 18:16
Kesinlikle güzel bir gösteri olduğuna katılıyorum ve yine kesinlikle teknolojinin bu aşamaya gelmesini ne biz ne de bizden sonra gelecek insanoğlunun başaramayacağını düşünüyorum.
bence imkansız hiçbirşey imkansız değil. insan oğlu bunu defalerca kanıtladı.

paranoid
02-06-2005, 12:14
İşte size günün hikayesi, hayatın ta içinden.

XZARA_
05-06-2005, 21:35
guzel ama bı okadar da acımasız....

skoc
07-06-2005, 03:37
Dikkat! Yaşanmış bir olay olarak forwardlandı:
YER İSTANBUL....

Bir genç deniz kenarında, bankta yorgunluğunu atmak için oturmaktadır.
Bir müddet tek başına oturduktan sonra 20-22 yaşlarında başka bir genç
yanına gelerek bankın diğer ucuna oturur. 2-3 dakika sonra bu gencin
arkadaşları olduğu anlaşılan iki akranı daha gelir ellerinde 3 bardak
çayla... Gençler birer bardak kendileri alırlar ve 3. bardağı daha
önceden gelip oturmakta olan diğer arkadaşlarına ikram ederler..

Fakat yoğun ısrarlara rağmen arkadaşlarına çayı sevmediğini zaten bildiklerini,
bu yüzden de o çayı boşa aldıklarını söyleyerek reddeder...
O zamana kadar hiç bir diyaloga girmedikleri arkadaşa dönerek:

"Yaa hocam bu çayı aldık ama arkadaş içmeyecek.. bari sen iç de israf olmasın" derler..

İlk basta reddetse de ısrarlara dayanamayıp çayı alır ve içmeye başlar..
Bu arada üçlü, ne kadar yan yana olsalar da arkadasimdan bagimsiz olarak koyu bir sohbete dalmistir..
Çayın sonlarina dogru bas dönmesi hissetmeye baslar tabii o an anlar basina bir bela aldigini. Üçlü ise sohbetlerine bununla ilgilenmeden hala devam etmektedirler..
Baş dönmesi ve halsizlikle oldugu yerde durmaktadir..
Bir an kendine gelip bunlardan uzaklasmasi gerektigini düsünerek ayaga kalkar ve biraz ilerdeki otobüs duragina zor da olsa varir.. Fakat üçlü de bununla
birlikte harekete geçmis ve duraga gelmistir...

Otobüse binip koltuga oturdugunda üçü de otobüse binip bunu rahatça görebilecekleri bir yere oturur.. Fakat bu arada artik neredeyse bilincini kaybetmek üzeredir.. Büyük bir gayretle cep telefonunu çikarip (teknolojinin gözünü seveyim) arkadasini arar, basina böyle bir is geldigini, o an otobüste oldugunu, falanca durakta inecegini ve arkadasindan kesinlikle orda bekleyip kendisini almasini söyler. Duraga geldiginde iner ve arkadasinin kucagina bayilir.. Arkadasi ise bununla beraber inen üçlüden süphelenir. Birlikte hemen bir taksiye binip hastaneye giderler..

Acilde doktorlar imdada yetisir ve arkadasinın yanina gelerek:
"Arkadasin intihar mi etti?" diye sorar.
Neden böyle bir sey sordugunu sorar doktora. Doktor ;
"Aşırı dozda ilaç almis. Gecikseydiniz kurtaramayabilirdik" diye
cevap verir..

Isin daha ilginci ve can alici noktasiysa daha sonra bu üçlünün
ORGAN MAFYASI olmasi ihtimalinin düsünülmesidir.

Bu üçlü o zaman yakalanamadi.

Yani hala ortaliklarda geziniyorlar..

İzmit depreminde ölülere musallat olan organ mafyalari,
isi daha da ileri götürerek canli insanlarin pesine düsmektedir..

Bu yasanmis bir olay. Herkesin çolugu çocugu ve yakinlari var,
özellikle Istanbul'dakiler dikkat etsin...

Savas, ekonomi, Kibris derken hayatin detaylari çok korkunç olabiliyor.

Saglikli ve kazasiz belasiz günler dilerim..

TANIMADIGINIZ YABANCI KISILERDEN NE KADAR KALABALIK BIR ORTAMDA DAHI OLSANIZ KESINLIKLE YIYECEK, ICECEK V.S. KABUL ETMEYIN....

ARTIK INSANLARI ÖLÜ-CANLI INSAN, HAYVAN DEMEDEN ACIMASIZCA KATLEDİP PARAYA ÇEVIRMEYE BAKIYORLAR...

BU MAILI TUM SEVDIKLERINIZE, TANIDIKLARINIZA ILETIN.
MAIL OKUYACAK DURUMDA OLMAYANLARA VE AILELERINIZE SÖZLÜ OLARAK ANLATIN...

LÜTFEN ÇOK DİKKATLİ OLUN.

JAKO
07-06-2005, 08:54
http://www.strasbourgcurieux.com/fourrure/

XZARA_
07-06-2005, 21:12
benım kalbım senın kadar SAGIR DEIL.....Daha yolumuz var senle....benı yıktıgın gıbı gun gelecek ben de senİ yıkacam....BUGUN SONDU....OKADAR.....

XZARA_
07-06-2005, 21:26
bak ben elımı uzattım sıra sende....

kentuf
07-06-2005, 22:14
İstanbul daki hava şartları ve yaşam koşulları yüzünden insan ömrünün ortalama 12 yıl kısalttığını biliyormuydunuz?

AngelHeart
08-06-2005, 10:07
AMERiKANIN FLORiDA EYALETiNDE BULUNAN BiLiM MERKEZiNCE
HAZIRLANAN 10 MiLYON ISIK YILI iLE BASLAYAN UZAKLIKLARDAN, DUNYA
YUZEYINE YAKLASARAK BIR YAPRAGIN NANOMETRELERLE INCELENEN MIKROSKOPIK
GORUNTUSUNE VE DNA AYRINTILARINA KADAR UZANAN MUKEMMEL BIR GOSTERI
ASAGIDAKI LINKE TIKLAYIP AZ BEKLEYIN GORUNTU KENDINI OTAMATIK
ZOOMLUYOR ENFES BIR OLAY...



http://www.micro.magnet.fsu.edu/primer/java/scienceopticsu/powersof10/index



şerefsizim benim aklıma gelmişti:) makrocosmos ile mikrocosmos arasındaki tuhaf ilişki hep ilgimi çekmişti... evrenin sonsuzluğunun yanısıra mikro evrenin de sonsuzluğu şaşırtıcı gerçekten...
yüce rabbim, büyüksün!

cyrano
08-06-2005, 10:52
ATAN ALIR SPOR:
Mahalle maclarý genellikle caddelerde yahut bahcelerde yapýldýgý için
topun kaçma olasýlýgý olan cok yer vardýr. Top bir yere kactýðýnda
topu kacýran takýmýn karþýsýndaki takým hemen,
"Atan alýr sipor." der.
Top onlarýn sahasýnda auta cýkmýþ olduðu halde karþý takým topu almak
zorunda kalýr.

ELiN AVANTAJI OLMAZ:
Takýmlardan biri ataktadýr. Defans oyuncusu topu elle keser fakat
pozisyon devam eder ve gol olur. Golu yiyen takim el var diye
mýzýrdar. Karþý takým,
"Avantaj olm." der.
Hemen akabinde kaleci
"Ulan elin avantaji olmaz." diye haykirir.
Bir yere varýlamaz. Kýsýr döngüdür.

ADAMIN GOL DiYO:
Gol atýlýr fakat yýyen takým saymaz. Hep bir agýzdan "Direk ulan."
diye anýrmaktadýrlar. Fakat içlerinden biri, "Gol abi." der. Karþý
takýmdan bunu duyan biri direk atlar ve,
"Ulan adamýn gol diyo." diye serzeniste bulunur.
Gol sayýlýr, adam dövülür.

ABANMA YOK:
Genelde küçük çocuklar arasiýda yaygýndýr. Kaleciler abanma yok
derler. Aralarýndan yaþca büyük olaný "Lan karý mýsýnýz." dese de
abanma olmaz.

GöNüL ALMA:
Büyüklerle küçüklerin ortak oynadýgý maçta büyüklerden biri gaza gelip
kucuk bir cocuga sert girince direk penaltý olur. Nerede olursa olsun.
Kucuk cocuk sevilen bi simadýr ve faulu yapan abidir. Penaltý
kullanilir, genelde gol olmaz cünkü kalede bir ayi vardýr ve penaltýyý
atan kucuk cocuktur.

KALECI DEGISTIN 2 PENALTI:
Herhangi bir penalti pozisyonunda kaleye hemen forvetin etkili
silahlarindan biri gecmek ister cunku o her mevkide iyidir.Buna
karsilik karsi takima teselli olarak ekstra bir penalti verilir. 1+1=2.

3 KERE SEKTIRME:
Kaleci degaj kullanirken eger yaninda bir rakip forvet varsa topu 3
kere sektirir ve,
"Acilsana ulan uc kere sektirdim iste." der,
rakip acilir. Ne keyiflerdi bunnar bea. Bak gozlerim dolu dolu oldu.

1'E 1 ATIS:
Cift penalti sisteminde eger birinci penalti kacarsa ikinci sans
vardir ama gol olursa ikinci sans kullanilamaz. Bunun mantigini hala
cozebilmis degilim.

SAGLIK ONLEMLERI:
Bazen top insanin pek munasip olmayan bi tarafina gelir, herkesin
reaksiyonu aynidir:
"iþe iþe!."
Uygun araziye cis edildikten sonra maca devam edilir.
Mahalle maclarinda her zaman saci ince telli ve uzun olan kisiler
vardir. Bunlar geriden topu alip butun gucleriyle ileri kosarken
kafalarini ileri dogru atarlar. Amac gol atmak ya da rakibi çalimlamak
degil, saclarin ruzgarda ahenkle dans etmesini saglamaktir. Bu kisiler
buyuyunce Ümit Davala gibi olurlar.

TOP KURTARMA OPERASYONU:
Top zirt pirt araba altina kacar. Boyle durumlarda, sahadaki en
celimsiz ve en hop-zip kisi, en iri iri kisi tarafindan topu almaya
gonderilir. Arabanin altina kacan toplar tam ortasinda durur bazen,
kimse yetisemez oraya. Bu sefer tas atma ve sopayla itekleme fasli
baslar. Arabanin egzosuna vurulan birkac darbeden sonra top yuvarlana
yuvarlana cikar bir taraftan; artik kosarak maca geri donme zamanidir.

AT BAKIIM AABININ KILLI GOGSUNE...
Ya ne iirenc bisiiydi bu. Sen takimini kurmussun, pasa pasa macini
yapiyosun. Muhtemelen yasca ve boyutca senden buyuk olan eleman
damlar, bu gereksiz cumleyi sarfederek maca dahil olur, tadimizi
tuzumuzu kacirir.

GOL DIIL OLM BEL USTU:
Minyatur kale maclarda elle tutulmasina engel olunmak icin getirilmis
bir cozumdur ancak bel ustu gibi kisiden kisiye degisen ve ispati zor
bir kriter getirdigi icin nice kavgalarin cikmasina, nice baslarin
yarilmasina sebep olmustur.

Iyi guzel de butun bu kavramlar kitabi olmadan, televizyon olmadan
nasil herkes tarafindan bilinebiliyo? Ben diyorum ki gizli bi orgut
var, her mahalleye bi adam gonderiyo bilmem kimin amcaoglu olarak
bilmem kim de orgutten. Sonra mesela hem gol hem penalti olunca
agizlara kolayca yerlesecek "giren gole penalti olmaz" cumlesini
soyluyo, pozisyon geciyo, cocuk evine donuyo ama ifade baki.

Oynayacak kisi sayisinin tek olmasi ve kimsenin oyundan cikarilarak
kalbinin kirilmak istenmemesi durumu sozkonusu olur sikca. bu durumda
futbol kariyeri en berbat durumda olan fasulyeden tabiri ile
adlandirilarak birinci devre bi takimdan ikinci devre bi takimdan
oynatilarak ufacik yureklere ve beyinlere adaleti yerine getirmis olma
duygusu zerk edilir. Aksam herkes eve gidip yattiginda da hep o gunku
maci, varsa attigi golleri, kacirdiklarini, bir sonraki maclarda
yapmayi planladigi hareketleri hayallenerek uykuya dalar. Bu planlanan
ama becerilemeyen hareketlere girmiyorum. ben mahalle maci
kurallarinin nasil bilindigi sorusuna ise kalitsal diyorum.

Bazen kucukler kendi aralarinda oynarken eli torbali bi is donusu
adami maca dalip topu kucuklerin ayagindan alir ve aptal aptal seyler
yapmaya baslar. Eger adam yetenekliyse bi iki numara yapip cocuklarin
aklini alir. En konunda topa hizlica vurur. Cocuklar topu yakalayamaz
ve top uzaga gider. Eli torbali is donusu adami yaptigi ufak
hareketten mutlu bir halde evinin yolunu tutarken cocuklarin "hay
........., top ta .............. gitti, kim alcek lan topu?" dedikleri
duyulur.

ELDEN GOL OLMAZ:
Pasa pasa oynuyoruzdur, adamin tekinin eline carpar top, biz dikeriz
topu, hemen bi mahalle maci oyun kurallari uzmani portler oradan bi
yerden ve der ki, "Elden gol olmaz"! Ulan niye olmasin hasta misin
sen? El karari verilmisse, bunun sonucu frikiktir. Herkes de
kabullenmistir elden gol olmayacagini, hatta baraj bile kurulmazdi
bazen. Ben de buyuyunce ogrendim elden direk kaleye cekilip gol
atilabilecegini. Ogrendim de ne oldu, o caanim frikikler geri mi geldi?

UC ADIM ACILMAK:
"uc adim acilmak" denen olayi atlamak senelerini betonda top
oynayarak, dizinde o cok derin olmayan ama surekli yanan yaralarla
dekore eden bicok mahalle topcusunu uzecektir. Top frikik noktasina
dikilir ve rakip barajin ustune dogru adeta 'onnar orda diilmiscesine
yurunur'. Kocaman uc adim atilir ve baraj gogusle itmek suretiyle
uzaklastirilir. Adimlarin buyuklugunden sikayet edenler iki kere
"o-ha" der.

TEKNIK VURMAK:
Penalti vuruslarinda en bickin forvet oyuncusu sahne alacagindan
kalecinin gozu korkar. Hemen ici rahatlatilir: "korkma olm, teknik
vurcam".

KALECI DUZENI:
Mahalle maclarinda rastlanan pekcok tatsiz durumdan sadece biridir
kalecisizlik. Herkes kendisini ispatlamak ve golleri yagmur edip
yagdirmak Ýstediginden kimse kaleye gecmeyecektir. Adil duzen ilk
"kalede son" diye bagirani kayirmaktadir. Hemen arkasindan gelen "son
bir", "son iki".. gibi cigliklarin sonunda artik son kac oldugunun bir
onemi kalmayan agir kanli arkadas kaleye gecer. Kaleci gerek iki golde
bir, gerekse dakka ayriyla eldivenleri bir sonraki arkadasina teslim
edebilir. Nizam boyle emreder.

Arkadasin biri iyi orta gol getirir diye bagirir o da iyi bi orta
yapmaya calisir ve ortasini yaptiktan sonra duser. Arkadasin dizi
kaniyodur ama farkinda deðildir birisi ordan "olm dizin kaniyo" der ve
olan olmustur dizi kaniyan cocuk aglamaya baslar.

Eee bide her zaman baðýrýlarak söylenen sözler vardýr;
- Avut be oglum avut
- Kasti faul yapma lann
- direk abi direk
- valla gol diil
- Abi siz cok guclu oldunuz ya
-"Mithat'i bize verin, Mete'yi siz alin"
- Ahh bacagim
- annem anneeem
- Top benim oolum istedigimi oynatirim
- Beste devre onda biter
- Santra yapin lan santraaa
- Sahsi oynama oglum pas ver
- Abanma beee
- Yuhhh o da kacar mi
- Hakeme gozluuuk
- Ortani goriyim

pride
08-06-2005, 23:24
word'u acınız
> >
> > Q33NY yazın (11 Eylül 2001'de Dunya Ticaret Merkezi kuleleri'ne ilk
> > bindiren, New York tarifeli ucagın ucus kodu)
> >
> >
> > word'de puntoyu 72'ye getirin ki gozlerinize inanın.
> >
> > yazı karakterini en alt sıralardaki wingdings 1'e getirin.
> >
> > bu testi word programının 95 versiyonunda da yapabilirsiniz.Sonuc
> > degismeyecek.
> > Acaba biz mi cok paronayagız yoksa bazı seyler onceden mi programlı?

bayat bir konu ama çok ilginç ya...

AngelHeart
09-06-2005, 08:23
word'u acınız
> >
> > Q33NY yazın (11 Eylül 2001'de Dunya Ticaret Merkezi kuleleri'ne ilk
> > bindiren, New York tarifeli ucagın ucus kodu)
> >
> >
> > word'de puntoyu 72'ye getirin ki gozlerinize inanın.
> >
> > yazı karakterini en alt sıralardaki wingdings 1'e getirin.
> >
> > bu testi word programının 95 versiyonunda da yapabilirsiniz.Sonuc
> > degismeyecek.
> > Acaba biz mi cok paronayagız yoksa bazı seyler onceden mi programlı?

bayat bir konu ama çok ilginç ya...




bu yeni dünya düzeni uygulayıcıları diğer bir adıyla tapınak şövalyeleri , alayı kabbalacıdır bunların, büyücüdür, gizemcidir... böyle ebced hesaplarına, görünenin altına sır sokuşturmakta üstlerine yoktur, hoşlanırlarda bundan...
Hz Musa nın hacamat ettiği zamanın firavunun büyücülerinin devamıdır bunlar...

binaenaleyh her bir numara beklenir bunlardan, şaşırmayın...

yarı şaka, yarı ciddi...olur mu olur anasını satiim:)

pride
09-06-2005, 20:40
hakikaten olurmu olur....

balaban
09-06-2005, 21:48
e-mail ile geldi. Aynen gönderiyorum.

Ünlü zatin oglu kirmizi isikta durmadan geçiyor, pesine takilan ekipten
kurtulmak için hizlanirken ilerde ünlü bir sanatçiya çarpiyor...

Agir yarali olarak hastaneye kaldirilan sanatçi 6 gün sonra ölüyor.

Karakola götürülen delikanliya polislerin ehliyet sormamasi sanatçinin
esinin dikkatini çekiyor.

Polislere hatirlatti?inda: Siz ukalalik etmeyin biz ne yapacagimizi biliriz,
gibi bir cevap aliyor.

Kazadan sonra belediye arazözleri kazanin olduugu mahalle gelip caddeyi
bastan asagi yikiyor ve 35 metrelik fren izini tamamen siliyorlar.

Delikanliya kazadan sonra, üç ay önce verilmis gibi ehliyet düzenleniyor.
Sanatçinin kocasi hakime çocugun ehliyeti olmadigini, düzmece ehliyet
verildigini söylediginde adam: Ne siz koskoca belediye ba?kanyny
sahtecilikle mi suçluyorsunuz, diye azar isitiyor...

Olayi gören taniklarin hepsi tehdit edilip korkutuluyor. Sanatçinin kocasi
aile meclisini topluyor. Bakiyorlar ki polis, adalet, belediye hep birlikte
olmus üzerlerine geliyor. Mecburen olayin pesini birakiyorlar. Sonuçta
mahkeme trafik canavari genci 3 ay hapse mahkum ediyor... O da 1998' in
fiyatiyla 540 bin lira cezaya çevriliyor. Sen sag, ben selamet; güzide
sanatçi Sevim Tanürek gitti gider.

Bu olayi Sevim Tanürek'in esi, Emin Çölasan'a yukaridaki satirlarla anlatmis
Sözü geçen katil delikanli Istanbul'un o zamanki belediye baskani Recep
Tayyip Erdogan'in oglu...

Not: Insanlar birbirlerine "bu maili tüm tanidiklariniza gönderin" baslikli
mailler atar ve ben buna çok kizarim. Ama bu maili herkes görmeli bence. Siz
de bu maili tüm tanidiklariniza atin.

Ahmet Can

balaban
10-06-2005, 12:52
GERÇEK OLAYLAR


1: Yüzlerce davetlinin katildigi dügün yemeginde, damat
eline mikrofonu aldiginda herkes mutluluk saçan bir konusma dinlemeye
hazirlanmisti. Oysa damat, yaptigi kisa konusmada, kendisinin ve gelinin
balayina ayri ayri çikacaklarini,dönüste de evliligi iptal
edeceklerini açikladi. Konusmasina son verirken de bu kararin nedenini
merak edenlerin tabaklarinin altina bakmasini söyledi.
Heyecanli misafirler tabaklarini çevirdiklerinde gelinin sagdiçla
çirilçiplak sevisirken çekilmis fotograflarini buldular


2: Genç kizin 16`inci dogum günü ve ailesi hafta sonunda
Baska bir kente tatile gider. Tabii, ev bos olunca, hanim kizimiz erkek
arkadasini çagirir ve kizin anne babasinin yataginda sevismeye
baslarlar. Ne var ki, isin en eglenceli yerinde telefon çalar, annesi
bodrumda ütüyü kapatip kapatmadigini hatirlayamadigini söyleyerek,
bakmasini ister. Sevisme seanslarini bitirmek istemeyen oglan, kizi
kucagina alir ve çirilçiplak, kahkahalar atarak bodruma inerler ve isigi
yaktiklarinda kizin tüm arkadaslarinin, akrabalarinin ve komsularinin
sürpriz partisiyle karsilasirlar.


3: Milanolu Marco Zagni, ayrildigi karisini yeniden kazanmak
için, Tarzan gibi giyinip disaridaki elektrik diregine bagladigi bir
halatla sallanarak ikinci kattaki yatak odasinin penceresinden
girmeye çalisti. Pencereden içeri girmeyi basardi ama bayildi.
Olaydan hiç etkilenmeyen eski karisi "Nasil böyle bir salakla
evlenebildim?" dedi.


4: Israilli disci Jacob Baisvitz, karisi Rachel`in kendisini
aldattigini ögrendikten sonra teselliyi bir telekizin kollarinda
aramaya karar verdi. Ne yazik ki gelen telekiz karisi Rachel çikti.
Çift kisa bir süre sonra bosandi.


5: 1992 yilinda New York`ta bir çift, kullanilmayan bir
metro istasyonunda raylara dösediklerini sererek sevismeye
baslar.Ne yazik ki istasyon tamamen kullanilmayan bir istasyon degildir.
Kadinin "tren geliyor" uyarisini bir ask oyunu zanneden erkegin
bacaklari ve omurgasi kirilir, son anda kaçmayi basaran kadinsa olayi
ufak tefek siyriklarla atlatir.

balaban
10-06-2005, 13:52
"Bogazimden haram gecmesin" ya da "gecmedi" vs.. bir deyimdir sIkca

kullanilir.



Bir kanalda inanilmaz bir haber duydum. Kocaeli'de, besbinden fazla,

kacak su kullanan vatandas tespit edilmis Bu kacak su kullanan

yurttaslarimizdan bazilari (onemli bir sayi idi, binlerce) kacak

baglantiyi soyle yapmis:



Mutfakta icme suyu olarak kullandiklari musluga sayac baglatmislar,

fakat banyo ve temizlik amacilya kullandiklari cikislar sayacsiz imis.



Bunun aciklamasi da, "bogazimizdan haram su gecmesin" imis. Bircok

abonenin ayda 3 YTL civarinda para odedigini farkeden belediye bu

tespiti yapmis.



Aklim durdu... Ilk kez dinin inanclarini deyimden ilham alarak ayar

yapan bir mantik ile karsi karsiyayiz,



Tabii basbakan "insan laik olmaz, devlet laik olur" derse, "Ben bir

muslulamn olarak laik degilim, ama laik devleti yonetebilirim" gibi

sacma sapan laflar ederse halk da boyle yapar.



Yani Imam birsey yaparsa cemaat kimbilir ne yapar.



Bunlar bizim ulus devlet yapili ulkemizin yurttaslari. Ama benim bazan

bir Fransiz ile daha yakin dusundugum oluyor. Hatta bir Taiwan'li ile

iyi anlasirken bir Izmit'li ile akil birliginde bulusamiyoruz.



Allah allah....



Ne garip bir dunya.

balaban
12-06-2005, 11:55
http://www.strasbourgcurieux.com/fourrure/


Bu adrese girip ortadaki resmi tıkladığınızda insan olmaktan çok utanıyorsunuz. Birşey yapamadığınız içinde büyük üzüntü duyuyorsunuz.

Sayın JAKO, daha önce 'GÜNÜN EN İLGİNÇ........' topiğinde fokları öldürmeyin kampanyası için link vermiştim. Bu adrestekine benzer görüntülerin olduğu bir video vardı elimde ve sizlere izlettirememiştim. Şimdi arkadaşlar izleyebilirler.

chuckydoll
12-06-2005, 12:02
Bu adrese girip ortadaki resmi tıkladığınızda insan olmaktan çok utanıyorsunuz. Birşey yapamadığınız içinde büyük üzüntü duyuyorsunuz.

Sayın JAKO, daha önce 'GÜNÜN EN İLGİNÇ........' topiğinde fokları öldürmeyin kampanyası için link vermiştim. Bu adrestekine benzer görüntülerin olduğu bir video vardı elimde ve sizlere izlettirememiştim. Şimdi arkadaşlar izleyebilirler.

bu göruntulerdeki ler insan diil abii.. hayvan desem hayvanlara hakaret olur...

balaban
17-06-2005, 21:21
Aynı olay komşumuzun torununun başına geldi. Onun tek böbreğini almışlardı. Özellikle genç delikanlıları seçiyorlar.


!!!LÜTFEN!!!
HER SORUMLU GENÇ BU UYARIYI DİKKATE ALSIN VE İNSANLIK NAMINA TANIDIK TANIMADI HERKESE ANLATSIN
.
Bir genç cumartesi gecesi bir partiye gidiyor.Çok eğleniyor, birkaç bira içiyor. Partiden tanıştığı bir kız ondan çok etkilenmiş görünüyor ve onu başka bir partiye davet ediyor.

Hemen kabul ediyor ve diğer partinin gerçekleştiği yerde birkaç bira daha içiyor ve daha sonra anlaşıldığı üzere birileri buna uyuşturucu veriyor (hangi uyuşturucu olduğu bilinmiyor).

Daha sonra bu genç uyandığında içi buzla doldurulmuş bir küvette çırılçıplak olduğunu anlıyor.

Hala içkinin ve uyuşturucunun etkisinde olduğunu hissediyor ve etrafına baktığında yalnız olduğunu anlıyor,etrafına bakıyor göğsünde rujla yazılmış bir kağıt olduğunu fark ediyor.

Kağıtta söyle yazıyor: "112'yi ara yoksa öleceksin!". Küvetin yakınında bir telefon görüyor ve hemen 112'yi arıyor ama nerede olduğunu, ne içtiğini, kimlerle olduğunu bilmediğini söylüyor.

Operatör hemen ona küvetten çıkmasını ve bir aynanın karsısına geçmesini söylüyor. Genç, göğsünde hiçbir anormallik görmüyor ama operatör sırtına bakmasını söyleyince,sırtında 2 tane büyük yarık olduğunu fark ediyor.

Bunun üzerine operatör, onun tekrar buz dolu küvete dönmesini ve orada ambulansı beklemesini söylüyor.

Hastanede yapılan incelemeden sonra, onun 2 böbreğinin calinmiş olduğu anlaşılıyor. Her bir böbrek karaborsada 10.000 Dolar ediyor (gencin bundan haberi yok tabii).
Daha sonra anlaşıldığına göre: 2. parti tamamen sahte, bu ise karışan insanların çok iyi tıbbi bilgileri var ve verilen uyuşturucu eğlence amacını içermiyor.Su anda bu genç hastanede,onu yasamda tutan bir alete bağlanmış durumda ve hala dokularına uygun bir böbrek bekliyor.Profesyonellerle çalışan büyük şehirlerde aktif durumda çok
böyle grup olduğu biliniyor. New Orleans, New York ve bir söylentiye göre
İstanbul ve Ankara'da da faaliyet gösteriyor Bu mafya.Çok iyi örgütlenmiş
ve finanse edilmiş. 112 bu sucu artık tanıdığından dolayı,kişileri hemen aynaya yönlendirerek, olayın boyutunu anlamaya çalışıyor.

semerkandi
17-06-2005, 23:56
>BARIŞ MANÇO'NUN CANLI YAYINDA KÜSTAH FRANSIZ SPIKERINE VERDIGI DERS
>
>Barış Manço Fransa'da bir televizyon kanalinin canli yayinina konuktur...
>Küstah bir spiker vardir ve Barış Manço ile dalga geçmektedir...
>Sürekli, "iste Türk, yani barbar, vahsi vs..." demektedir...
>Barış Manço daha fazla dayanamaz ve spikere "yaninizda kâgit para var mi?"
>diye sorar!
>Bu soruya spiker sasirir ve "evet var ama n'olacak" der...
>Barış Manço israr edince spiker cebindeki kâgit paralari çikartir...
>Bu olaydan az önce Barış Manço canli yayinda "Anahtar" adli sarkisini
>söylemi?tir...
>Bu sarkinin bir bölümü söyledir:
>"Bes Akif- bir Saat Kulesi, iki Kule-bir Fatih, bes Fatih-bir Mevlana, iki
>Mevlana-bir Sinan"
>(Baris Manço / Anahtar sarkisi / Darisi Basiniza Albümü / 1992)
>Bu sarki bir matematik sorusudur ve sarkida adi geçen kisiler o dönemdeki
>Türk parasy olan banknotlarin arkasinda fotografi olan kisilerdir...
>Baris Manço spikere sorar: "Bu paranizda fotografi olan kisi kim?"
>Spiker:
>"General......." Barış Manço diger paralardaki fotograflari olan
>kisileri de sorar, spikerin verdigi cevaplar hep aynidir,
>"General.......", "Amiral...........", "Komutan............."
>Spikerin bu "falanca General, falanca Amiral, falanca Komutan" cevabyndan
>sonra,
>bu sefer de Barış Manço cebinden Türk paralarini çikarir... Spikere der ki:
>"Bu parada fotografi olan kisi Mehmet Akif Ersoy'dur. sairdir...
>Bu fotograftaki kisi Mevlana'dir. Düsünürdür...
>Bu paradaki fotografi olan kisi Fatih Sultan Mehmet'dir. Adaletin
>sembolüdür...
>Bu paradaki kisi ise Atatürk'tür. "Yurtta baris, dünyada baris" diyen
>kisidir...
>Bizim paralarimiz bunlar... Biz Türkler ince ruhlu, kibar, medeni insanlar
>oldu?umuz için paralarimizin arkasyna "sairlerimizin",
>"düsünürlerimizin","bilim adamalarimizin" fotograflarini bastik...
>Siz Fransizlar kendiniz barbar, vahsi oldugunuz için paralarinizin arkasina
>hep savas
>Adamlarinin fotograflarini basmisiniz!" der...
>Barış Manço'nun bu müthis cevabindan sonra televizyon yöneticileri
>Canli yayini keserler ve spikeri oradan kovarlar, baska bir spiker yerine
>gelir ve canli yayin yeniden baslar, yeni spiker Barış Manço'dan ve
>Türklerden özür diler, programa böylece devam edilir...
>

Salacaklı
18-06-2005, 00:19
Topragi bol olsun Rahmetlinin

severdim

o Deliyi

Barisimiz

zir Deliydi

okka gibi yürek vardi

cünki

onun Arkadasi Essek di

a i ai diyerek bagirirdi..

onun Arkadasi Essek di


topragin bol olsun

Rahmetlimiz...

:cheers: :mod: :cheers:

gemici
18-06-2005, 00:21
bravo barışa................

onkel 3
18-06-2005, 00:32
Sarkilarlnl zevkle dinledim, halende dinliyorum . Her milliyetcinin olmasi gerektigi kadar milliyetciydi . Sayglyla anlyorum

hakanen
18-06-2005, 07:45
O benim için 1 numaraydı, hep öyle kalacak.. :aglayan:

trakyalı
18-06-2005, 08:03
Mekanı cennet olsun.

krokodil
18-06-2005, 09:59
>BARIŞ MANÇO'NUN CANLI YAYINDA KÜSTAH FRANSIZ SPIKERINE VERDIGI DERS
>
>Barış Manço Fransa'da bir televizyon kanalinin canli yayinina konuktur...
>Küstah bir spiker vardir ve Barış Manço ile dalga geçmektedir...
>Sürekli, "iste Türk, yani barbar, vahsi vs..." demektedir...
>Barış Manço daha fazla dayanamaz ve spikere "yaninizda kâgit para var mi?"
>diye sorar!
>Bu soruya spiker sasirir ve "evet var ama n'olacak" der...
>Barış Manço israr edince spiker cebindeki kâgit paralari çikartir...
>Bu olaydan az önce Barış Manço canli yayinda "Anahtar" adli sarkisini
>söylemi?tir...
>Bu sarkinin bir bölümü söyledir:
>"Bes Akif- bir Saat Kulesi, iki Kule-bir Fatih, bes Fatih-bir Mevlana, iki
>Mevlana-bir Sinan"
>(Baris Manço / Anahtar sarkisi / Darisi Basiniza Albümü / 1992)
>Bu sarki bir matematik sorusudur ve sarkida adi geçen kisiler o dönemdeki
>Türk parasy olan banknotlarin arkasinda fotografi olan kisilerdir...
>Baris Manço spikere sorar: "Bu paranizda fotografi olan kisi kim?"
>Spiker:
>"General......." Barış Manço diger paralardaki fotograflari olan
>kisileri de sorar, spikerin verdigi cevaplar hep aynidir,
>"General.......", "Amiral...........", "Komutan............."
>Spikerin bu "falanca General, falanca Amiral, falanca Komutan" cevabyndan
>sonra,
>bu sefer de Barış Manço cebinden Türk paralarini çikarir... Spikere der ki:
>"Bu parada fotografi olan kisi Mehmet Akif Ersoy'dur. sairdir...
>Bu fotograftaki kisi Mevlana'dir. Düsünürdür...
>Bu paradaki fotografi olan kisi Fatih Sultan Mehmet'dir. Adaletin
>sembolüdür...
>Bu paradaki kisi ise Atatürk'tür. "Yurtta baris, dünyada baris" diyen
>kisidir...
>Bizim paralarimiz bunlar... Biz Türkler ince ruhlu, kibar, medeni insanlar
>oldu?umuz için paralarimizin arkasyna "sairlerimizin",
>"düsünürlerimizin","bilim adamalarimizin" fotograflarini bastik...
>Siz Fransizlar kendiniz barbar, vahsi oldugunuz için paralarinizin arkasina
>hep savas
>Adamlarinin fotograflarini basmisiniz!" der...
>Barış Manço'nun bu müthis cevabindan sonra televizyon yöneticileri
>Canli yayini keserler ve spikeri oradan kovarlar, baska bir spiker yerine
>gelir ve canli yayin yeniden baslar, yeni spiker Barış Manço'dan ve
>Türklerden özür diler, programa böylece devam edilir...
>

.................................................. .................

işte bu...barış manço vefat ettiğinde sanki ailemden biri vefat etmişcesine üzüldüğümü hatırlıyorum.evet..insanların kalplerinde diğer insanlara karşı duyulan tarifi olmayan sevgi ve saygı duygularıda yüce allahın bir lütfudur.bu sevgi ve saygıya layık olabilmenin bir karşılığı, ihsanı..

iyi bir sanatçı,güzel bir insandı.yaptığı işi güzelliklerle süsledi,insanlara ve bilhassa çocuklara hep güzel mesajlar ,iyilikler yükledi..

allah günahlarını bağışlasın,rahmet etsin.bir kerre daha.amin..

cagdast
18-06-2005, 13:57
Ressamın Farklı ama güzel bakış açısı!...

Işılay
18-06-2005, 17:21
O'nu rahmetle anmayacak Türk evladı düşünemiyorum.

Herkesin sevgilisiydi rahmetli.

programının adı gibi 7 den 77 ye.....

Sevgiyi, dostluğu, acıma duygusunu, paylaşmanın güzelliğini anlattı hep.....

O'nun için 5 yaşındaki çocuğun da 80 yaşındaki kocamışın da fikirleri önemliydi..
Vatanına bağlılığı sadece lafta değildi, aktifti. Çok azımıza nasip olduğu kadar.

Nur içinde yatsın.....

semerkandi
19-06-2005, 22:35
bin kere amin

saygılarımla

camarors
20-06-2005, 00:05
.................................................. .................

işte bu...barış manço vefat ettiğinde sanki ailemden biri vefat etmişcesine üzüldüğümü hatırlıyorum.evet..insanların kalplerinde diğer insanlara karşı duyulan tarifi olmayan sevgi ve saygı duygularıda yüce allahın bir lütfudur.bu sevgi ve saygıya layık olabilmenin bir karşılığı, ihsanı..

iyi bir sanatçı,güzel bir insandı.yaptığı işi güzelliklerle süsledi,insanlara ve bilhassa çocuklara hep güzel mesajlar ,iyilikler yükledi..

allah günahlarını bağışlasın,rahmet etsin.bir kerre daha.amin..


Amin :)

balaban
20-06-2005, 21:27
Uluslararası ölçekte bir kadın araştırması yapan sosyolog,dünyanın çeşitli ülkelerinde kadınlara bir soru sormuş.
-kocanız başka bir kadınla yakalarsanız ne yaparsınız?
Soruya ülkeler göre verilen yanıtlar ise şöyle olmuş:
isveçli:neyimi beğenmediğmi sorarım
rus:evi terk ederim
fransız:sesimi çıkarmam,sevgilime gider beni teselli etmesini isterim
italyan:kadını vururum
ispanyol:kocamı vururum
yunan:her ikisini de vururum
Türk:benim kocam yapmaz!

DrX
24-06-2005, 21:00
Ülkemizde anakonda da varmış...Hem de ne anakonda..20 m. boyunda elektrik direği kalınlığında :gulen:

Kışı nerde geçiriyorsa :düsün:

DrX
25-06-2005, 19:56
Vali Beyi'in Başına gelenler...Yoksa ayının başına gelenler mi demeliydim :D
Her neyse aşağıda işte.. Okuyun öğrenin :hayır:

Dün Trabzon'da Başbakan Erdoğan'ın açılış ve temel atma törenlerine katılan Dalmaz, gece geç saatte Gökalp Uzun'un kullandığı makam otomobiliyle Gümüşhane'ye gitmek üzere yola çıktı. Otomobil, Gümüşhane'nin Mescitli Köyü yakınlarında karşı yönden gelen bir kamyonun arkasından aniden yola çıkan ayıya çarptı. Çarpmanın etkisiyle ayı yaklaşık 30 metrelik uçuruma yuvarlandı, koruma ekibinin bulunduğu otomobil de makam aracına arkadan çarptı.

Kazada yaralanan olmazken, her iki otomobilde hafif hasar meydana geldi.

Ayının durumunu merak eden Dalmaz, bir süre olay yerinde bekledi. Olay yerine gelen jandarma ekipleri, el fenerleriyle yanına yaklaştıkları ayının arka ayaklarından yaralandığını belirledi.

Vali Dalmaz tarafından yaralı hayvanı tedavi etmek için görevlendirilen 2 veteriner hekim, sabah jandarma ekipleriyle gittikleri olay yerinde ayıyı bulamayınca çevrede arama çalışması başlattı.

DrX
25-06-2005, 20:06
SNAKE BAR

Doğu Karadeniz de....Biraz uzak ve self servis... :)

Ama ölümcül olabiliyor :gulen:
Detay aşağıda :roll:


BARTIN (İHA) -Ulus İlçesi Kayabaşı Köyü'nde dün gece meydana gelen olayda, ahırdan ses geldiğini duyan Hayretten Karakaşoğlu, ahıra indiğinde, ineğinin karnında üç tane yılan bulunduğunu gördü. Tüfeğini alan Hayrettin Karakaşoğlu, ineğin memesinden akan süt kokusuna geldikleri belirlenen yılanları öldürdü.

Yaşanan bu olay üzerine köyde herkesin tedirgin olduğunu belirten Karakaşoğlu, ''Daha önceleri kapılarımızın önüne kadar yılanlar geliyordu. Ama ilk defa böyle bir olayla karşılaştık. İneklerin sağlık durumunda herhangi bir şey yok. Bir yılanın gelip ineğin memesinden süt içmesi daha önce görülmüş bir olay değil. Bu olaydan sonra köyde panik yaşanıyor'' dedi.

simyacı
25-06-2005, 21:51
yaa arkadaş bunları yapan insan olamaz.
hayvanın derisini alıyorsunuz ulan şeref..... bari öldürün sonra yapın.
gerçi bunlar hayvana yapıyor sn balabanın yazısındaki böbrek olayına nedemeli.
akşam akşam sinirlerim bozuldu, bu nasıl bir mantıktır arkadaş.

egecal
25-06-2005, 21:57
aa siz fransızca olan linkden bahsediyorsunuz... foruuire sanırım

rezillik abi ben yazmıyorum büyüklerim yazsın :D:D:D

bikmisbroker
26-06-2005, 04:26
KUYRUĞU DİK TUTABİLDİNİZ Mİ...?






Kedilerle ilgili bu durumu yeni ögrenmistim:
Normalde sokak kedisi kendini saldirgan köpeklere karsi
koruyabilirmis. Bu direnci kiran tek sey neymis biliyor musunuz:
Sevgi... Insanoglu, eger bir sokak kedisinin basini oksar ve ona
sefkat gösterirse kedicik kendisinin koruma altinda oldugunu zanneder
ve sivri tirnaklarini içeri çekermis. Ve vahsi köpeklerin azgin
dislerini girtlaklarinda veya itlaf ekiplerinin zehirli etlerini
midesinde bulurmus.. Küçücük bir dokunusta gardi düsen ve ölümcül
yaralara açik hale gelen sarmanlarin kaderinde kendi ask hayatimizin
Hülasasini buldum.

Biz de Eros'un sefkatine siginip, sevdalaninca en mahrem zaaflarimizi
elevermiyor muyuz?Yillar yili ardina sigindigimiz barikatlarin
anahtarini gönüllü teslimedip, tirnaklarimizi içeri çekmiyormuyuz?
Sevginin bizi kollayacagina,sarip sarmalayacagina dair ön kabulümüz
yüzünden koruma duvarlarimizi gönüllü kaldirip, yaralarimizi açik hale
getirmiyormuyuz?


Sonra ne oluyor? Sevdamiz en büyük zaafimiza dönüsüyor. Saçimizi
oksayan elin bizi ilelebet kollayacagina inaniyor, tatli sözlere
kaniyoruz.Taklalar atip,cilveler yapiyoruz. Ve en ummadigimiz anda, en
korunaksiz halimizle yakalaniyoruz Askin hoyrat yüzüne... Sefkatimiz
katilimiz oluyor. Ders almak mi? Ne münasebet!..Daha son ihanetin
yarasi kabuk baglamadan, yeni yaralar için araliyoruz kalbimizin
kapilarini... Zavalli bir kedi yavrusundan farkimiz yok askin
karsisinda... Boynumuzda, kalbimizde pençe pençe darbe izleriyle, her
sicak dokunusta çocukça uysallasip, her hayal kirikliginda "köpek
gibi" pisman olarak, her terkediste aci çekip Her dönüste biraz daha
kanayarak, kanayan yerlerimizi kediler gibi dilimizle yalayarak, "Bir
daha asla"larla "Daima"lar arasinda yalpalayarak yara bere içinde
yasiyoruz. O yüzden "Melek"ler, içe kivrik patilerle gömülüyor.
Ve hayata "Seytan"lar hükmediyor. Belki de en iyisi kuyrugu her daim
dik tutmaktir... Sefkate kanmis mefta bir ev kedisi olmaktansa,
gardini almis hayatta bir sokak kedisi kalmak daha iyidir.

CAN DÜNDAR

bikmisbroker
26-06-2005, 04:27
İNSANLIK ''BİREYSELLEŞME'' Yİ SEVEMEDİ.. ''PAYLAŞMAK'' YENİDEN ÖN
PLANA ÇIKIYOR.... ŞİMDİDE UNUTTUKLARININ EĞİTİMİNİ ALIYOR DİYELİM....


>
>SEKIZ GÜZEL HEDIYE
>
>DINLEME...
>
>Ama gerçekten dinleyin. Kesmeden, hayal kurmadan, vereceginiz cevabi
düsünmeden... Can kulagiyla dinleyin.
>
>
>
>SEVGI...
>
>Kucaklamalar, öpücükler, sirt sivazlamalar ve el tutmalar konusunda cömert
olun. Bu ufak hareketler, aileniz ve dostlariniza olan sevginizi daha açik
göstermenizi saglayabilir.
>
>
>
>KAHKAHA...
>
>Fikra anlatin, neseli hikayeleri paylasin. Bu armaganiniz "Seninle birlikte
gülmeyi seviyorum" anlamina gelir.
>
>
>
>YAZILI BIR NOT...
>
>Basit bir "Yardimin için tesekkürler" notu, ya da belki bir siir... Kisa,
elle yazilmis bir not bazen ömür boyu hatirlanir.
>
>
>
>ILTIFAT...
>
>Basit, içtenlikle söylenen bir söz ("Bu renk sana ne çok yakismis", "Harika
bir is çikardin", "Yemek nefis olmus" gibi) karsinizdakinin içini
aydinlatir.
>
>
>
>IYILIK...
>
>Her gün, rutininizi kirip birisine hos, nazik bir sey yapin.
>
>
>
>YALNIZLIK...
>
>Bazen tek istedigimiz yalniz kalmaktir. Bu anlara duyarli olun ve ihtiyaci
olana yalniz kalma armaganini verin.
>
>
>
>NESELI BIR YAPI...
>
>Birine tatli bir söz söylemek gibisi yoktur. Selam vermek veya tesekkür
etmek o kadar zor mu
>

bikmisbroker
26-06-2005, 04:28
> ETMEYİN
>
>
>
> Emanete ihanet etmeyin..
>
> Halinizden Şikayet etmeyin..
>
> Büyüğünüze emretmeyin..
>
> Boş şeylerde ısrar etmeyin..
>
>
>
> Cahillerle sohbet etmeyin..
>
> Nefesinizi boşa tüketmeyin..
>
> İnsanları bekletmeyin..
>
> Etrafınızı kirletmeyin..
>
>
>
> Kimseye lanet etmeyin..
>
> İmanınızdan şüphe etmeyin..
>
> İnsanları katletmeyin..
>
> Hayatınızı mahvetmeyin..
>
>
>
> Kimseye minnet etmeyin.
>
> İnsanları yüzüne karşı methetmeyin..
>
> Kimseye küfretmeyin..
>
> Kötülüğe meyil etmeyin..
>
>
>
> Malınızı boşa sarf etmeyin..
>
> Kimseye beddua etmeyin..
>
> Sırrınızı açık etmeyin..
>
> Her şeyi merak etmeyin..
>
>
>
> Suçunuzu inkar etmeyin..
>
> Şerefinizi kaybetmeyin..
> Vatanınızı terk etmeyin..
>
>
> EDİN
>
>
>
> İyiliğe niyet edin..
>
> Büyüklere hürmet edin..
>
> Sıkıntıya sabredin..
>
> Aza kanaat edin..
>
>
>
> Sözünüzde sebat edin..
>
> Bildiğinizle amel edin..
>
> Hatanızı kabul edin..
>
> Daima ibadet edin..
>
>
>
> Yaramaz ise def edin..
>
> Varken tasarruf edin..
>
> Alimlerle sohbet edin..
>
> Nefsinizle inat edin..
>
>
>
> Sofranıza davet edin..
>
> Zararlıysa men edin..
>
> Seviyorsanız ifade edin..
>
> Kalpleri fethedin..
>
>
>
> Misafire ikram edin..
>
> Muhtaca yardım edin..
>
> Bilseniz de istişare edin..
>
> Tehlikeye dikkat edin..
>
>
>
> Hakkı teslim edin..
>
> Unutacaksanız kaydedin..
>
> Esirgemeyin lütfedin..
>
> Gariplere merhamet edin..
>
>
>
> Kazanmaya gayret edin..
>
> Müminlere dua edin..
>
> Çalışanı takdir edin..
>
> Başarıyı tebrik edin..
>
>
>
> Mazereti kabul edin..
>
> Her an tevekkül edin..
>
> Hastaları ziyaret edin..
>
> Çocuğunuzu terbiye edin..
>
>
>
> Herkese tebessüm edin..
>
> Güvenseniz de kontrol edin..
>
> İnanmayana ispat edin..
>
> Fakirleri gözetin..
>
>
> Hayır için sarf edin..
>

zülfikar
26-06-2005, 13:34
SNAKE BAR

Doğu Karadeniz de....Biraz uzak ve self servis... :)
Ama ölümcül olabiliyor :gulen:
Detay aşağıda :roll:
BARTIN (İHA) -Ulus İlçesi Kayabaşı Köyü'nde dün gece meydana gelen olayda, ahırdan ses geldiğini duyan Hayretten Karakaşoğlu, ahıra indiğinde, ineğinin karnında üç tane yılan bulunduğunu gördü. Tüfeğini alan Hayrettin Karakaşoğlu, ineğin memesinden akan süt kokusuna geldikleri belirlenen yılanları öldürdü.

Yaşanan bu olay üzerine köyde herkesin tedirgin olduğunu belirten Karakaşoğlu, ''Daha önceleri kapılarımızın önüne kadar yılanlar geliyordu. Ama ilk defa böyle bir olayla karşılaştık. İneklerin sağlık durumunda herhangi bir şey yok. Bir yılanın gelip ineğin memesinden süt içmesi daha önce görülmüş bir olay değil. Bu olaydan sonra köyde panik yaşanıyor'' dedi.
Batı karadeniz o.Benim memleketim oluyorda biraz. :D

zülfikar
26-06-2005, 13:38
Bu adrese girip ortadaki resmi tıkladığınızda insan olmaktan çok utanıyorsunuz. Birşey yapamadığınız içinde büyük üzüntü duyuyorsunuz.
...


İntikam günü olduğuna inanmasak nasıl gezebilirdik bu yeryüzünde.Her sith o gün ektiklerini biçecek.Bunun aynısını kendi cinsine yapan da var. :mad: :hayır:

Ersay
26-06-2005, 18:17
Sevgili arkadaşlar bir sitede okudum sizinle paylaşmak istedim....


Bir Afrikali tarafindan yazilmis .

*Sevgili Beyaz Adam,
*Dogarim, siyahim
*Büyürüm, siyahim
*Güneslenirim, siyahim
* Üsürüm, siyahim
* Korkarim, siyahim
* Hastalanirim siyahim
* Ve ölürüm, hala siyahim

Ve sen Beyaz Adam
* Dogarsin, pembesin
* Büyürsün, beyazsin
* Güneslenirsin, kizarirsin
* Üsürsün,morarirsin
* Korkarsin, sararirsin
* Hastalanirsin, yesilsin
* Ve ölürsün, grisin
Ve hala utanmadan bana renkli dersin...

balaban
26-06-2005, 22:55
Profesör Üstün Dökmen, Hayvan dergisinde yayımlanan röportajında, "Yere
düşen ekmeğin üstüne basan insan görmedim ama yere düşen insanı tekmeleyen
çok kişi gördüm" diyor... Saygılı olmaktaki kusurlarımızı şöyle anlatıyor:
- Birbirimize saygılı olma konusunda 3 tip temel hatamız var...
Avrupa'da yaşayan vatandaşımız, orada yerlere çöp atmıyor ama
Kapıkule'den girer girmez yerlere tükürmeye, çöp atmaya başlıyor. Niye
burada böyle yapıyorsun diye sorulduğunda, herkes böyle yapıyor diyor.
Kendi fikri olmayan insanın duruma göre hareket etmesidir bu.
İkinci hatamız, adama göre davranmamız. Karşımızdaki adam iri yarıysa,
'Buyur Abi', diyoruz, ufak tefekse, 'Ne var lan!' diyoruz. Oysaki,
insanlarin onuru birbirine eşittir.
Üçüncü hata, keyfimize göre davranmak. Keyfimiz yerindeyse eve girerken
'Merhaba millet' diyoruz, değilse surat asıyoruz. Oysa
keyfimiz yerinde olsun olmasın insanlara saygılı davranmak zorundayız.
Diyorum ki, yerdeki ekmeğe saygılı olma konusunda ülkemde mutabakat var,
kimse basamaz, ayağıyla dürtüklemez ya da öper, koyar bir kenara.
Ekmek nimettir kabul, peki insan nimet değil mi?

balaban
26-06-2005, 23:01
Öğrendik ki....
Bir tek insanın bize ''iyi ki varsın'' demesi, varolduğumuz
için mutlu olmamızı sağlar....

Öğrendik ki....
Kibar olmak, haklı olmaktan daha önemlidir.

Öğrendik ki....
Hayat şartları bizi ne kadar ciddi görünmeye zorlasada hepimiz
çılgınlıklarımızı paylaşacak birini arıyoruz....

Öğrendik ki....
Bazen tek ihtiyacımız olan bir el ve bizi anlayacak bir
yürektir.....

Öğrendik ki....
Parayla ''klas insan'' olunmuyor....

Öğrendik ki....
Gün içinde başımıza gelen küçücük şeyler gün sonunda koca bir
mutluluğa dönüşüyor....


Öğrendik ki....
İnkar edip içimizde sakladığımız şeyler gerçekliğini
kaybetmiyor....

Öğrendik ki....
Biriyle dalaştığımızda tek başardığımız onun bize daha çok zarar
vermesini sağlamaktır....

Öğrendik ki....
Her yarayı saran zaman değil sevgidir....


Öğrendik ki....
Çabuk olgunlaşmak için zeki insanlardan çevre edinmek
gerekir.....

Öğrendik ki...
Karşılaştığımız herkes bir gülüşümüzü hak eder.....

Öğrendik ki....
Hiç kimse mükemmel değildir....

Öğrendik ki....
Hayat zorludur ama biz daha zorluyuz....

Öğrendik ki....
Gülümsemek, daha güzel bir görüntüye kavuşmanın bedava
yoludur....

Öğrendik ki....
Hepimiz zirvede olmak istesek de asıl keyif oraya tırmanırken
yaşadıklarımızdır....

Öğrendik ki....
Zamanımız ne kadar azsa yapacak işler o kadar çoktur....

Öğrendik ki....
BİRİNİ NE KADAR ÇOK SEVERSEK HAYAT ONU BİZDEN O KADAR ÇABUK
ALIYOR.....


CAN DÜNDAR

onkel 3
26-06-2005, 23:06
Öğrendik ki....
Bir tek insanın bize ''iyi ki varsın'' demesi, varolduğumuz
için mutlu olmamızı sağlar....

Öğrendik ki....
Kibar olmak, haklı olmaktan daha önemlidir.

Öğrendik ki....
Hayat şartları bizi ne kadar ciddi görünmeye zorlasada hepimiz
çılgınlıklarımızı paylaşacak birini arıyoruz....

Öğrendik ki....
Bazen tek ihtiyacımız olan bir el ve bizi anlayacak bir
yürektir.....

Öğrendik ki....
Parayla ''klas insan'' olunmuyor....

Öğrendik ki....
Gün içinde başımıza gelen küçücük şeyler gün sonunda koca bir
mutluluğa dönüşüyor....


Öğrendik ki....
İnkar edip içimizde sakladığımız şeyler gerçekliğini
kaybetmiyor....

Öğrendik ki....
Biriyle dalaştığımızda tek başardığımız onun bize daha çok zarar
vermesini sağlamaktır....

Öğrendik ki....
Her yarayı saran zaman değil sevgidir....


Öğrendik ki....
Çabuk olgunlaşmak için zeki insanlardan çevre edinmek
gerekir.....

Öğrendik ki...
Karşılaştığımız herkes bir gülüşümüzü hak eder.....

Öğrendik ki....
Hiç kimse mükemmel değildir....

Öğrendik ki....
Hayat zorludur ama biz daha zorluyuz....

Öğrendik ki....
Gülümsemek, daha güzel bir görüntüye kavuşmanın bedava
yoludur....

Öğrendik ki....
Hepimiz zirvede olmak istesek de asıl keyif oraya tırmanırken
yaşadıklarımızdır....

Öğrendik ki....
Zamanımız ne kadar azsa yapacak işler o kadar çoktur....

Öğrendik ki....
BİRİNİ NE KADAR ÇOK SEVERSEK HAYAT ONU BİZDEN O KADAR ÇABUK
ALIYOR.....


CAN DÜNDAR



ÖGRENDIKKI GERCEKTEN ÖGRENMISMIYIZ

balaban
26-06-2005, 23:18
ÖGRENDIKKI GERCEKTEN ÖGRENMISMIYIZ


Bazılarımız öğrense de hepimiz öğrenmedik.

balaban
26-06-2005, 23:41
Bin Aynalı Tapınak
"Hindistan'da yüksek bir dağın doruğuna yapılmış "BİN AYNALI TAPINAK" adlı görkemli bir tapınak vardı.

Günlerden bir gün bir köpek dağa tırmandı, tapınağın merdivenlerinden çıkarak "BİN AYNALI TAPINAK"a girdi.

Tapınağın bin aynalı salonuna geçtiğinde bin tane köpek gördü. Korkarak tüylerini kabarttı; kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırdı; korkutucu hırıltılar çıkararak dişlerini gösterdi. Ve bin köpek de tüylerini diktiler; kuyruklarını bacaklarının arasına alıp korkunç sesler çıkartıp dişlerini gösterdiler. Köpek paniğe kapılarak tapınaktan kaçtı.

Ve o andan itibaren bütün dünyanın tehlikeli, korkunç köpeklerle dolu olduğuna inandı.

Bir süre sonra bir başka köpek gelip dağa tırmandı. O da tapınağın
merdivenlerinden çıkıp "BİN AYNALI TAPINAK"a girdi.Tapınağın bin aynalı salonuna geldiğinde bin tane köpekle karşılaştı ve çok sevindi: Kuyruğunu salladı; neşeyle oradan oraya zıpladı ve köpekleri oynamaya çağırdı.

Bu köpek tapınaktan çıktığında dünyanın dost ve sevecen köpeklerle dolu olduğuna inanıyordu."

bikmisbroker
27-06-2005, 15:16
Topragi bol olsun Rahmetlinin

severdim

o Deliyi

Barisimiz

zir Deliydi

okka gibi yürek vardi

cünki

onun Arkadasi Essek di

a i ai diyerek bagirirdi..

onun Arkadasi Essek di


topragin bol olsun

Rahmetlimiz...

:cheers: :mod: :cheers:

Sahsen tanirdim, Oglu Dogukan, ve Batikan (ve saygideger esi) ile Baris Manco moda da benim musterimdi..Baris her gelisinde en az 1 saat ayak ustu sohbet ederdik..Surekli yeni projeler ureten tez canli bir BABA idi..

Saci sakali uzun, parmaginda yuzukler, Kolunda bilezikler olmasi sanatciligindan kaynaklanan bir vatanseverdi...

Oldukten sonra en az 1 ay sure ile MODA daki evinin bulundugu mekanda gencler her gece nobet tuttular, gitar esliginde onun sarkilarini soylediler, Turkiyede hic bir sanatciya nasip olmayan bir sekilde duygu yuklu olarak anilan TEK sanatcidir o..

Mekani cennet olsun.. :bravo: :bravo:

balaban
27-06-2005, 23:26
Önyargılı olmak



İki kere düşünün

Bir şeye karar vermeden önce 2 defa düşünün!
Özürlü sekiz çocuğu olan ve frengi hastası hamile bir kadına rastlasaydınız, ona kürtaj olmasını tavsiye eder miydiniz?

Bu sorunun yanıtını vermeden önce lütfen aşağıdaki soruyu okuyun.

Şimdi bir dünya lideri seçme zamanı ve sizin oyunuz da sonucu etkileyecek. İşte üç aday hakkındaki gerçekler:

1. aday: Sahtekar siyasetçilerle işbirliği içinde ve falcılara danışıyor. İki metresi olmuş. Paket paket sigara ve günde 8 ile 10 bardak martini içiyor.
2. aday:İki kere işten atılmış, öğlene kadar uyur. Üniversitedeyken uyuşturucu kullanmış ve her gece 1 litre viski içiyor.
3. aday: Madalya almış bir savaş kahramanı, vejeteryan, sigara içmiyor. Nadiren bira içer ve evlilik dışı hiçbir ilişkisi olmamış.

Tercihiniz bu adaylardan hangisi olurdu?
Önce karar verin, kopya çekmek yok, daha sonra aşağıdaki yanıta bakın lütfen!



























1. aday: Franklin D. Roosevelt
2. aday: Winston Churchill
3. aday: Adolf Hitler

ve bu arada...
Kürtaj sorusuna eğer evet dediyseniz, Beethoven'i öldürdünüz !!!

bikmisbroker
28-06-2005, 02:27
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin

Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin

Cenneti de gördüm cehennemi de

Öyle bir aşk yaşadım ki

Tutkuyu da gördüm pes etmeyi de

Bazıları seyrederken hayatı en önden

Kendime bir sahne buldum oynadım

Öyle bir rol vermişler ki

Okudum okudum anlamadım

Kendi kendime konuştum bazen evimde

Hem kızdım hem güldüm halime

Sonra dedim ki 'söz ver kendine'

Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin

Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin

Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin

Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin

Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım

Öyle çok değerliymiş ki zaman

Hep acele etmem bundan; anladım...




F.NIETZSCHE

balaban
28-06-2005, 12:01
Sıcak nemli bir günde evli genç bir kadın koltukta oturmuş, ziyaretine gittiği annesiyle buzlu çay içiyordu. Hayat, evlilik, hayatın yüklediği sorumluluklar ve yetişkinliğin getirdiği yükümlülükler hakkında konuşurlarken, anne bardağındaki buzları düşünceli bir şekilde birbirine tokuşturdu ve dönüp kızına ciddi bir bakış attı.

"Kız arkadaşlarını unutma" diye tavsiyede bulundu, çay yapraklarını bardağın dibine doğru daldırarak "Yaşın ilerledikçe senin için daha önemli olacaklar, kocanı sevsen de, çocuklarını ne kadar çok sevsen de önemi yok, yine de kız arkadaşlarına ihtiyaç duyacaksın. Onlarla şu anda ve daha sonra bir yerlere gitmeyi ihmal etme, onlarla birşeyler yap ve kız arkadaşlarını hatırla onlar sadece arkadaşların değil, senin
kardeşlerin, kızların ve diğer akrabaların aynı zamanda. Diğer kadınlara ihtiyaç
duyacaksın" dedi.

"Ne kadar komik bir öğüt" diye düşündü genç kadın. "Daha yeni evlenmedim mi ? Çift dünyasına yeni katılmadım mı? Artık ben evli kadınım. Tanrı aşkına, yetişkin bir kadınım, kız arkadaşlarına ihtiyaç duyan bir genç kız değilim. Eminim ki kocama ve aileme hayatımı harcamak, ihtiyaç duyduğum tek şey olacak"

Ama annesini dinledi ; kız arkadaşlarıyla iletişim kurmaya devam etti ve her geçen yıl buna daha çok vakit ayırdı. Yıllar geçtikçe , annesinin kendisine dediklerinin ne anlama geldiğini , bildiğini anladı Zaman ve koşullar değiştikçe ve kadın üzerindeki gizemini göstermeye başladıkça, kız arkadaşları, kendi hayatının başlıca dayanağı oldu.
Bu dünyada yıllarca yaşadıktan sonra işte öğrediğim şey :
Zaman geçiyor.
Hayat akıyor.
Mesafe ayırıyor.
Çocuklar büyüyüyor.
Aşk büyüyor ve azalıyor.
Kalpler kırılıyor.
Kariyerler son buluyor.
İşler geliyor ve gidiyor.
Ebeveynler ölüyor.
Erkekler arayacaklarını söyleyip aramıyor.
Ama kız arkadaşlar hep oradalar, aranızda ne kadar zaman ve kaç km olduğu önemli değil. Bir kız arkadaş, hiçbir zaman ona ihtiyaç duyduğunuzdan daha uzak değildir. Yalnızlık vadisinde , yalnız ve kendiniz için yürümeniz gerektiğinde ,kız arkadaşlanız vadinin kenarında sizi alkışlayarak, sizin için dua ederek, sizi çekerek, vadinin sonunda
kollarını açarak sizi bekliyor olacak.Bazen kuralları çiğneyecek ve yanında yürüyecek, ya da içeri gelecek ve seni dışarı taşıyacak. Benim kızım, kız kardeşlerim, annem, görümcelerim, kayınvalidem, teyzelerim, yeğenerim, kuzenlerim, bütün diğer ailem ve arkadaşlarım hayatımı koruyor.

Dünya onlar olmadan aynı olmazdı ve tabi bende.
Kadınlık denen bu maceraya başladığımız zaman, önümüzde uzanan bu inanılmaz sevinçler ve kederler hakkında hiçbir fikrimiz yoktu, birbirimize ne kadar ihtiyaç duyduğumuz hakkında olmadığı gibi. Hergün hala birbirimize ihtiyaç duyuyoruz.

balaban
28-06-2005, 13:15
Hanım kız ne güzel yazmış-alıntı

ANNESINI OZLEYENLERE.....

*.siginma istegi yaratan duygu... annenin kokusunu içine çekmek, boynunun boslugunda hüngür hüngür aglamak istemini beraberinde getirir.. anneyi hatirlatan herhangi bir obje, bir koku, bir olay bunu tetikler. kazik kadar olmussunuzdur, kilometrelerce mesafeye alismis, metinsinizdir.. lakin "anne" kelimesi beyninizde yankilanir, her ne hatirlattiysa sizi saniyesinde 4 yasinda çocuk zekasina indirebilir. sonra istanbul yagmurlari gibi bosalan gözlere ve bas agrisina sahip olursunuz. tarifsiz bir kederdir.

*.anneyi özlemek.. eve gelince koltukta uyuyuşunu, uyandırınca "nörüyonuz?!!" temalı tepkilerini özlemek.. onu mıncıklamayı, peluş bebekmişçesine kurcalamayı, kulağından öpüp gıcık etmeyi özlemek..

çay yapmak amacıyla çaydanlığa su koyup yaklaşık üç saat sonra hatırladığı andaki yüz ifadesini, sonu çoğunlukla "tencere dibin kara" şeklinde biten yemek yapma maceralarını, onunla beraber mutfağa girip de yapılan keki babaya göstermeye utanıp çöpe atmayı; akabinde babanın akşam eve gelip şahane bir tiremisu yapması ile dumur olmayı, rezil rüsva olmayı özlemek..

kredi kartını kızından saklamasını, kaptırınca olağanca savurduğu tehtitlerini, tüm bunların üstüne rüşvet olarak aldığı bir öpücükle susmasını özlemek.. bir şey anlatınca anlamadığı zamanlardaki muzip ama aptal bakışlarını özlemek..ama asla ve asla kavgaları, kavgaların sonundaki ağlamaları zırlamaları özlememek..

*.sarilacak birisinin yaninda olmamasidir anneyi ozlemek, hastalandiginda kimsenin sana onun gibi bakmama halidir anneyi ozlemek, "dunyanin en guzel kizi sensin"i o kadar icten ve tereddutsuz soyleyecek baska birisinin olmamasidir anneyi ozlemek. bir gelsede o guzel yuzunu gorup hasret gidersek, bir cay icip gidersin be melegim dileklerinin bosuna oldugunu bilmektir anneyi ozlemek, yine de bir ucak mesafesinde oldugu tesellisiyle yasayip sayili gunun cabuk gecmesi icin dua etme sebebidir anneyi ozlemek.

*.daha dün kucağında meme aranan, altını pisleten, haydut miniğin biriydiniz. ne çabuk da adam oldunuz? yoksa adam olduğunuzu mu sandınız? hayır, kaç yaşında olursanız olun, ne kadar kavga ederseniz edin, siz onun küçük bebeğisinizdir ve hep öyle kalacaksınızdır. damarlarınızda hissettiğiniz o sevginin eşi benzeri yoktur. 60 yaşına da gelseniz o sıcaklığı özler, ararsınız. bilirsiniz ki kimse sizi anneniz kadar sevemez. sizin de asıl yariniz annenizdir zaten.

*.başa geldiği zaman, kurabiye kokusunun bile gözleri boncuk boncuk doldurmaya yettiği türden bir duygu coşumudur bu. hayatın sıkıcı ve yıpratıcı oduğu dönemlerde daha şiddetli hissedilir, bütün sıkıntılar yalnızca onun omzuna yaslanılınca bitecek, onun dokunuşlarıyla bütün gözyaşları dinecekmiş gibi gelir insana. annedir, uzak kalınamayacak varlıktır, ne kadar özlense yeridir.

*.her gün telefonla konuşsamda yetmez oldu, kokusu burnumda tüter oldu, şimdi olsa yanı başımda kızım diyip sarıp sarmalasa, yanı başıma uzansa, sırf akşam lokantada yediğim kuru fasulyeyi anlattım diye sabah önüme kahvaltı yerine özlemişsindir diyip kuru fasulye koysa...

çok özlüyorum evet, varlığın bana nasıl bir güç veriyorsa, mesafede olsa aramızda yanıbaşımda olduğuna emin olsamda, senin o her zaman korumacı cesur yanın aklımda kalsada, kokunu duymak istiyorum sadece işte...

bazen düşüyorumda ben anneme hiç seni seviyorum demedim ?!? oysa hayatımda varolan ne kadar boş insana söyledim bu sözleri ...

son günlerde daha sık hisseder oldum varlığını, daha çok anlar oldum seni hele ki çocukken ateşli bir hastalığa yakalandığımda sabahlara kadar beklerdin başımda, gözümü araladığımda sen bakardın yalnızca bana, şimdi yine hastayım, yine telefonun bir ucunda yine yanı başımdasın, ben mi üzülme nolur ben sadece üşüttüm...

ben kıyamadığın, sen kıyamadığım...
kokunu çok özledim anne...

*.birlikteyken ne giyeceginizden tutun ne yapacaginiza kadar mutemadi kavgalar ettiginiz (hem de bu kavgalarin onun dusuncelerini degistiremeyecegini bile bile), ayni evde oturuyorken soyle dogruduzgun sohbeti kimbilir kac zamanda bir ettiginiz bir insani ozluyorsaniz, bu kisi ancak anne olabilir. ve anneyi ozlemek duygusunda ozlemle karisik bir hafif pismanlik vardir edilen kavgalara, olasi karsindakini kirmalara dair - ve bu kisim yas ilerledikce artar. o yuzdendir ki yas ilerledikce annenize daha bir yumusak davranmaya baslarsiniz.

ve butun bunlar annenizin calisan anne olmasi dolayisyla yalniz -kreslerde, cocuk bakicilarinin ellerinde bir cocukluk gecirmis olsaniz da gecerliligini kaybetmez. anneyi ozlemek bakidir.

*.doğum gününüzde içinizi acıtan tek histir. kac senedir bu günü meleğinizden ayrı gecirdiğinizi hesaplar içinizi karartırsınız. çünkü gerçekten o anda yanınızda olup size sarılmasını istediğiniz tek varlık odur. işte tam o sırada aslında hayatınızdaki en önemli ve en çok sevdiğiniz insanın anneniz olduğunu, o olmasaydı bu hayatta asla var olamayacağınızı farkeder, geçmişte yaptığınız hatalar için pişmanlık duyarsınız, akabinde telefona sarılıp hemen annenizi arar ve ona şunu dersiniz;

annem, sen benim yaşama sebebimsin

gallax
05-07-2005, 12:55
YANKI


Bir adam ve oğlu ormanda yürüyüş yapıyorlarmış.
Birden oğlan takılıp düşüyor ve canı yanıp “AHHHHH” diye bağırıyor.
İleride bir dağın tepesinden “AHHHHH” diye bir ses duyuyor ve şaşırıyor. Merak ediyor ve “SEN KİMSİN?” diye bağırıyor.
Aldığı cevap “SEN KİMSİN?” oluyor.
Aldığı cevaba kızıp “SEN BİR KORKAKSIN” diye tekrar bağırıyor. Dağdan gelen ses “SEN BİR KORKAKSIN” diye cevap veriyor.
Çocuk babasına dönüp
“BABA NE OLUYOR BÖYLE?” diye soruyor.
“OĞLUM” diyor adam, “DİNLE VE ÖGREN!” ve dağa dönüp “SANA HAYRANIM” diye bağırıyor.
Gelen cevap “SANA HAYRANIM!” oluyor.
Baba tekrar bağırıyor, “SEN MUHTEŞEMSİN!”
Gelen cevap ; “SEN MUHTEŞEMSİN!”
Oğlan çok şaşırıyor, ama halen ne olduğunu anlayamıyor.
Babası açıklamasını yapıyor,
“İnsanlar buna “Yankı” derler, ama aslında bu “Yaşamdır.”

“Yaşam daima sana senin verdiklerini geri verir.
Yaşam yaptığımız davranışların aynasıdır.
Daha fazla sevgi istediğin zaman daha çok sev!
Daha fazla Şefkat istediğinde, daha şefkatli ol!
Saygı istiyorsan insanlara daha çok Saygı duy.
İnsanların sabırlı olmasını istiyorsan sen de daha sabırlı olmayı öğren.
Bu kural yaşamımızın bir parçasıdır, her kesiti için geçerlidir.”


“Yasam bir tesadüf değil, yaptıklarınızın
aynada bir yansımasıdır.”

lutas
05-07-2005, 15:55
Son Akşam Yemeği

Leonardo da Vinci
'Son Akşam Yemeği' isimli resmini yapmayı düşündüğünde
büyük bir güçlükle karşılaştı...
İyi'yi İsa'nin bedeninde,
Kötü'yü de İsa'nın arkadaşı olan
ve son akşam yemeğinde
ona ihanet etmeye karar veren
Yahuda'nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı...

Resmi yarım bırakarak
bu iki kişiye model olarak kullanabileceği
birilerini aramaya başladı...
Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında
korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti...
Onu poz vermesi için atölyesine davet etti,
sayısız taslak ve eskiz çizdi..
Aradan 3 yil geçti.
'Son Akşam Yemeği' neredeyse tamamlanmıştı,
ancak Leonardo da Vinci henüz
Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı...

Leonardo'nun çalıştığı kilisenin kardinali,
resmi bir an önce bitirmesi için
ressamı sıkıştırmaya başladı...
Günlerce aradıktan sonra Leonardo
vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu...
Paçavralar içindeki bu adam
sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda
kaldırım kenarına yığılmıştı...

Leonardo yardımcılarına a
damı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi
çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı..
Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler.
Zavallı, başına gelenleri anlamamıştı..
Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı,
günahı, bencilliği resme geçiriyordu...

Leonardo işini bitirdiğinde,
o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş
gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü.
Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle şöyle dedi: '
Ben bu resmi daha önce gördüm'... '
Ne zaman' diye sordu 'Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı.
'Üç yıl önce.. Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce.
O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum,
pek çok hayalim vardı,
bir ressam beni İsa'nın yüzü için
modellik yapmak üzere
davet etmişti'...

İyi ve Kötü'nün yüzü aynıdır.
Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır...

futbolcu
05-07-2005, 16:07
:bravo: :bravo: :bravo: :bravo: :bravo: :bravo: :bravo: :bravo: :bravo: :kucak: :kucak: :kucak: :kucak: :kucak: :kucak: :kucak: :kucak:

lutas
05-07-2005, 16:16
İnsanoğlunun değeri bir kesirle ifade edilecek olursa;

payı gerçek kişiliğini gösterir,
paydası da kendisini ne zannettiğini,
payda büyüdükçe kesrin değeri küçülür.


Ne güzel demiş değil mi dostum...

lutas
07-07-2005, 12:07
Yıkıverin birinin üstüne...

Ben bayılıyorum bu çözümlere...
Mesela, bizim Balkan harbinden kalma,
dandik vagonlara 160 kilometre hız yaptırdılar.
İlk virajda sizlere ömür.
Kimin üstüne kaldı?
Makinist'in...

Mersin'de bayrağımız yakıldı, yırtıldı.
Askere taş attılar, panzere Molotof.
Memleket ayağa kalktı.
Kimin yüzündenmiş?
İki veled...

Gelene geçene ayran tost falan satan,
kendi halinde sakin bir kasabaydı,
Susurluk.
İçişleri Bakanlığı, MİT, Jitem, generaller,
özel tim polisleri,
kumarhaneciler, bakanlar,
milletvekilleri, işadamları.
Nerdeyse bin kişi yargılandı.
Herşey kimin başının altından çıkmış?
Yeşil'in...

Deprem oldu.
7 vilayette 50 bin kişi öldü.
Binlerce bina yıkıldı,onbinleri ağır hasarlı.
Hepsinin sorumlusu olarak kimi
kulağından tutup
hapse tıktık?
Veli Göçer'i...

Edirne'de bebeler şakır şakır öldü.
Hiç utanmadan bisküvi kolilerine
koyup, gömdüler.
"Araştırdık, ihmal yok" dediler.
Peki neden öldü bu yavrular?
Klima'dan.
Dikkat isterim, klimacı bile değil,
klima...

Rakıdan öldük.
O gün ile bu gün arasında ne değişti?
Kapağın rengi...

Sanal "sorumlumuz" bile var.
Yollarda hergün 20 insanımız heba oluyor.
Trafik Canavarı'ndan...

Dolar patlarsa?
Enflasyon Canavarı'ndan...

Hatta "sorumlu olmayan sorumlumuz" da var...
Milli takım oynayıp yeniliyor.
Suçlusu kim?
Takıma alınmayan
Hakan...

Domatesleri Ruslara kakalayamıyoruz.
Sinekten...

Deli dana geliyor.
İnekten...

Millet hormonlu diye tavuk yemiyor.
Erman Toroğlu'ndan...

Evleri su basıyor.
Yağmurdan...

Ormanlar yanıyor.
Sigaradan...

Gemi batıyor.
Dalgadan...

İyi de kardeşim, uçak neden düşüyor?
Rahmetli pilottan...

Peki bu şartlarda hayatta kalmayı nasıl başarıyoruz?
Allah'tan...



YILMAZ ÖZDİL

gallax
07-07-2005, 15:15
YAŞAMAYA VARMISIN ?


Güneşin o ilk doğuş anına en son ne zaman tanık oldun insanoğlu? Taptaze ışıklarının tüm vücuduna yayılmasını ne zaman izledin kendinde? Bir sonbahar sabahı o ılıklığı ne zaman hissettin yüreğinde?
Bizler aslında bize her günün bir lütuf olduğunu anlamayacak kadar duyarsız bir şekilde geçip gidiyoruz bu hayattan. Hanginiz sabah gözünü açtığında şunu dünyaya tekrarlıyor: "Bugün özel bir gün çünkü ben bugün de yaşıyorum. Gözlerim açık, ilk nefesimi bilinçli bir şekilde çektim içime. Bu bir ayrıcalık! Bugün özel bir gün, evet, bugün bana bir gün daha yaşama şansı verildi..."
İnsan yaşamında ne sorunlar var ama biz o kazağı alamadık diye bütün günü o güzelim ruhumuza ve bedenimize azap çektirmekle geçiriyoruz veya sevgilimiz sevgimizin yüceliğini anlamadı diye kahroluyoruz veya sular kesildi diye, hava soğudu diye bütün gün kendimize ve sevdiklerimize surat asıyoruz.
Bir de şöyle düşünelim: Siz başlı başına bir yaşamsınız ve hayatta telâfi edilemeyecek tek şey ölümdür. Sular elbette gelecektir. Soğuk hava için biraz daha sıkı giyinebiliriz. Sevgiliniz sizi anlamıyorsa aslında sevdanıza layık olmadığını pekalâ algılayabilirsin...
Peki, bu hayata ne zaman gülümseyeceksin? Ne zaman kendin için bir şeyler yapacaksın? En sevdiğin çiçeği neden hâlâ başkalarından bekliyorsun? Bugün kendine niye o çiçeği almıyorsun? Neden miskinliğinden bir sabah ödün verip de doğanın uyanışına kendini şahit etmiyorsun? Unutma ki bu hayatı güzelleştirecek olan da, çekilmez hale getirecek olan da sensin. Sakın başkalarını suçlama...
Haydi artık her sabah yüreğine kocaman gülümsemelerle dolu bir nefes çek ve bütün gün verdiğin her nefesin içine bu gülümsemelerden katarak etrafındaki tüm canlı varlıkları varlığından haberdar et.
Hayata öylesine gelme ve de öylesine gitme. Unutma ki bir ağacın gövdesine sarıldığında onun kalp atışlarını duyabilecek kadar duyarlı yaşamak senin elinde.
Her ne olursa olsun, tanı veya tanıma ama günaydınını ve gülümsemeni hiçbir canlıdan eksik etme.
Unutma sen bu dünyada başlı başına bir yaşamsın ve bu yüzden bile varlığın çok özel.

balaban
09-07-2005, 11:42
İki Gezgin Melek, geceyi geçirmek için oldukça varlıklı bir ailenin evinin kapısını çalmışlar.

Aile, pek kaba bir üslupla,meleklere yatacak yer olarak koca malikanenin konuk odalarından birini vermek yerine, soğuk bodrumundaki küçük bir köşeyi göstermiş. Melekler buz gibi odanın soğuk ve sert zemininde kendilerine yatacak bir yer hazırlamaya çalışırken, Yaşlı Melek duvarda bir delik görmüş ve kalkıp deliği onarmaya girişmiş.

Genç Melek, Yaşlı Meleğe bu hareketinin nedenini sorunca, Yaşlı Melek hafifçe gülümsemiş: Herşey, her zaman, göründüğü gibi değildir...

Sabah malikaneden ayrılan melekler, gece bastırınca bir kez daha kalacak yer bulmak umuduyla, bu defa çok fakir bir çiftçi ailesinin kapısını çalmışlar.

Son derece misafirperver olan fakir karı koca, sofralarında ne var ne yoksa meleklerle paylaştıktan sonra, onlara rahatça uyumaları için kendi yataklarını vererek yanlarından ayrılmışlar. Sabah güneş doğduğunda, melekler zavallı karı kocayı gözyaşları içinde bulmuşlar: Yegane geçim kaynakları olan tek inek de tarlalarının ortasında cansız yatmaktaymış.

Genç Melek bu sefer iyice öfkelenerek Yaşlı Meleğe isyan etmiş: Bunun olmasına nasıl izin verebildin ?! O varlıklı kaba adamın herşeyi vardı ama sen kalktın ona yine de yardım ettin. Bu iyi yürekli fakir ailenin ise o tek inekten başka hiçbir şeyleri yoktu; buna rağmen onu bile paylaşmaya gönüllü oldular. Ama sen o ineği de yitirmelerine izin
verdin!?

Bunun üzerine Yaşlı Melek, Genç Meleğe dönerek şu cevabı vermiş: Herşey, her zaman, göründüğü gibi değildir. O zengin malikanenin bodrumunda kaldığıımız gece, duvardaki deliğin dibinde külçe külçe altın saklı olduğunu farkettim. Malikanenin sahibi bu kadar açgözlü olduğu için ve kendisine verilmiş şans sayesinde edindiği zenginliğin bir parçasını bile paylaşmaya yanaşmadığı için, ben de o deliği öyle bir kapatıp mühürledim ki artık arayıp bulsa da açamaz. Ve devam etmiş: Sonra, dün gece biz çiftçi ailesinin yatağında uyurken, Ölüm Meleğinin o çiftçinin karısını almaya geldiğini gördüm. Ben de onun yerine Ölüm Meleğine ineği verdim.Yaşlı Melek, gülümseyerek bir kez daha eklemiş: Herşey, her zaman, göründüğü gibi değildir. Bazen, işler istediğimiz gibi sonuçlanmadığında, aslında bizim de başımıza gelen tam da budur işte.

Eğer inanıyorsanız, yapmanız gereken şey sadece, her sonucun her zaman sizin lehinize olduğuna güvenmektir.

Bunun böyle olduğunu, ancak belirli bir zaman sonra öğrenebilecek olsanız bile Bazı insanlar, Hayatımıza girerler Ve çabucak çıkarlar.. Bazıları ise, Dostumuz olur Ve bir süre orada kalırlar.. Yüreklerimizde O güzel izlerini bırakarak.. Ve bu, İyi bir dost kazandığımız için, Bir daha asla eskisi gibi olmayacağız demektir! Dün, tarih oldu.
Yarın, bir gizemdir. Bugün ise bir armağan
Bence bu çok özel bir şey .... her anı doyasıya yaşayın ve tadını çıkarmaya bakın ... Hayat, bir kostümlü prova değildir!

balaban
09-07-2005, 12:10
BİRAZ UZUN BİR YAZI, ÜŞENMEYİN OKUYUN DERİM


ARADA BiR ÇOK BUNALDIĞINIZDA ...

Bir zamanlar bir psikoloji kitabında okuduğum bir bölüm
vardı...

Hayatın ve getirilerinin kıymetini anlamak için tavsiye
edilen bir metod
vardı içinde..
Deniyordu ki; "arada bir, çok bunaldığınızda, hayatın
sizin için çekilmez
hale geldiğini düşündüğünüzde kendinize 10 dakika ayırın
ve kendi cenaze
töreninizi düşünün"...
Cümleyi ilk okuduğumda çarpılmıştım...
Ben girişin akabinde pozitif bir gelişme ve tavsiye
bekliyordum...
Ama " kendi ölümümüzü ve cenazemizi " düşünmemiz tavsiye
ediliyordu...
Tüylerim diken diken oldu ve yazarın saçmaladığını
düşündüm o an...
Ama önyargı düşmanı biri olarak okumaya devam ettim...
Diyordu ki; " bunları düşündüğünüzde dünyadaki yerinizi,
dünyayı
terkettiğinizde oluşacak boşluğu, sevdikleriniz ve sizi
sevenler için
öneminizi anlayacaksınız... özellikle insanların
sizin için neler söyleyeceklerini, onlar için ne ifade
ettiğinizi
hissetmeye çalışın...
O andan geriye dönme şansınız olmadığını, hayat denen
kredinizin
bittiğini
ve onlara yanıt verme şansınız olmadığını düşünün...

Tekrar sarılma, bir kez daha öpme ihtimalinizin bittiğini
hissedin...
Dünyadaki küslüklerin, ayrılıkların, kavgaların yanında bu
acının ve geri
dönülmezliğin korkunç çaresizliğini yaşayın...
Bırakın canınız yansın, bırakın alevler içinde kavrulsun
tüm ruhunuz...
Orada, o musalla taşında düşünün kendinizi...
Seyredin şu an çevrenizde olanların yüz ifadelerini...
Akıllarından ve yüreklerinden geçen cümleleri hayal
edin...

Kitaba devam etmeden bıraktım kenara ve gözlerimi kapatıp
aynen düşünmeye
başladım... Eşimi, oğlumu, annemi, babamı, kardeşlerimi ve
diğer tüm
çevremi oturttum tek tek kendi cenaze törenimdeki
yerlerine... birer
birer
yerleştirdim tabutumun çevresine hepsini...hayatımda çok
nadir bu kadar
canım yanmıştı... görüyordum işte "babaaaa..." diye
ağlayan biricik
oğlumu...
Eşim kucağında "ağlayan emanetimle" ayakta durmaya
çalışıyordu
perperişan...
Koca çınar babacığım, belli belirsiz dualar okuyordu, o
gözümden hala
gitmeyen vakur uruşuyla... Annem, ciğerinden bir parça
canlı canlı
koparılmış gibi hem içine hem dışına akıtıyordu
gözyaşlarını...
Kardeşlerim, akrabalarım "çok erken gitti, doyamadı
oğluna.."diyordu
acıyan
ses tonlarıyla... Ve dostlarım... Onlar da şaşkındı...
Bazısı "daha dün
birlikteydik, nasıl olur.." diyordu... Bunları seyredip
onlara "hayır
ölmedim, burdayım.." demek istedim hayal olduğunu
unutup... Sonra anladım
yazarın ne demek istediğini daha devamını okumadan
kitabın...

Farkındalık önemli bir kavramdır psikolojide...
Belki de hiç aklımıza gelmeyen ve gelmeyecek bir
farkındalığı göstermek
istemişti yazar...
Kitabı okumaya ne gücüm kalmıştı, ne de isteğim...
Almam gereken dersi ve mesajı almıştım... Şimdi ne kitabın
adını ne de
yazarı hatırlamıyorum...
Şu an bunları yazarken bile çok kötü oldum... Bu olayda
tek farkındalık
da
yok üstelik... Biraz kendime geldikten sonra devam ettim
hayatımın en zor
hayaline... Sırada çevremdekilerin ölümümün akabinde neler
söyleyecekleri
vardı... Usulen ve nezaketen söylenenlerin dışında...
Onlarda bıraktığım
izleri, yaşananları ve yaşanamayanları elden geçirerek ben

konuşturacaktım
hayalimde...İçlerini okuyacaktım, senaryo bana ait
olarak...
Yaşarken neler yazmıştım, ölümümle neler okuyacaktım...
Gerçek duygularıydı ulaşmaya çalıştığım, ölüm acısının
etkisiyle girilen
duygusal mod değildi, deşifre etmem gereken metin...
Canım oğlumun söyleyecek çok şeyi yoktu...Özleyecekti,
yokluğumu
hissedecekti, ağlayacaktı aklına geldikçe... Belki ölümün
ne anlama
geldiğini hissedecek yaşa gelinceye kadar sıradan bir
üzüntünün ötesine
geçmeyecekti duyguları...
Ama hayal bu ya, 18-20 yaşına getirdim 2 saniyede
oğlumu... "hayal –
meyal
hatırlıyorum be baba seni... Keşke şimdi yaşıyor olsaydın
da erkek erkeğe
sohbet etseydik seninle... Bak mezuniyet törenimde de
babasızdım...
Askere
giderken kimin elini öpeceğim senin yerine..."diyecek canı
yanarak bir
köşede...
Sevgili eşim... Benim muhteşem hatunum... Nasıl dayanır
bensizliğe ?...
O ki, benim için herşeyini feda edip koşmuştu bana...
Hayatının tek adamı
şimdi toprak olacaktı... Bir daha " Seni seviyorum "
diyemeyecekti... Bir
daha hevesle açamayacaktı çalan kapıyı... Ve her gelen
gece bensizliğini
haykıracaktı yüzüne... Her sabah da bensiz başlayacaktı
koca gün...
Tek cümlesi takıldı o an içime; " Oyunbozanlık yaptın be
böceğim, hani
beraber ölecektik ?..."
Babam-annem, o bugüne kadar evlat olarak mutlu edecek
hiçbir şey
yapamamanın acısıyla kahrolduğum güzel insanlar...
Helaldi şüphesiz hakları...Bilerek hiç kırmamıştım
onları... Üzerine
titredikleri evlatları onlardan önce göçmüştü işte
önlerinde ve dualarına
muhtaçtım....Kaç anne ve babanın çekebileceği bir acıydı
ki evladının
cenazesinde bulunmak... Herhalde insanın uzun yaşadığına
üzüldüğü nadir
anlardan olsa gerek...

Diğerlerine geçmiyorum... Bu yazıyı şu an yazıp sizlerle
paylaştığıma
gore
"diğerlerine" artık sizler de dahilsiniz...
Düşünün, birgün bir mail ulaşıyor mail-box`ınıza "ölmüş"
diye...
Sizler kimbilir neler düşünür ve yazardınız...
Eşim şu an yanımda ağlıyor, sanki gerçekmiş gibi...
Oysa ki yazarın amacı " Yaşamanın ve hala nefes alıyor
almanın kıymetini
"
göstermekti...Benim de öyle...Lafı çok uzattım
farkındayım...Ama hayat
dediğimiz çözümü zor süreç 2 satırla özetlenemeyecek kadar
girintili
çıkıntılı...
Ben o gün kurduğum o hayalle, canımın tüm yanmasına rağmen
YENİDEN
DOĞDUM...
Bilgisayar diliyle "format attım hayatıma"...
Sahip olduklarımın farkına vardım ve hala nefes alıyor
olduğum için
şükrettim...
Gözlerimi açtığım anda o kötü ve acı sahne bitmiş, oyun
perde demişti...
Peki ya hayal değil de,gerçek olsaydı ve perde bir daha
açılmamak üzere
kapansaydı...
İşte bu final bu yazıyı buraya kadar okumanıza değmiş
olmalı...


CAN DÜNDAR

ŞahMat
09-07-2005, 12:21
Sn Balaban tesekkurler.
Bende cok sIkIsIrsam tabuta koyardim kendimi, bir de oyle bakarim meseleye..
fakat bu takinti haline gelirse yani her yenilgide, sIkIntIda kacarsak, basarilara imza atmak icin kasmamiz gereken yerde insani rahatliga yonelten bu yaklasimla sorunlarin ustesinde gelemez, bosveririz ve boylelikle hep kaybetmek ile ya da yerinde sayma ile karsiya karsiya kalabiliriz tabiyatiyla.. kararinda eyvalla..

gallax
10-07-2005, 16:12
Bir Tuğla

Genç ve basarili bir yönetici, yeni Jaguar'iyla bir mahalleden
hızlı bir şekilde geçiyordu. Parketmis arabaların arasından
yola aniden çıkabilecek çocuklara dikkat ediyordu ve bir şey
gördüğünü sanarak yavaşladı. Arabayla caddeden yavaşça
geçerken hiç bir çocuk göremedi fakat, arabasının kapısına
bir tuğla atıldığını far ketti. Aniden arabasını durdurarak
tuğlanın fırlatıldığı yere geri dondu.

Arabadan indi, orada bulunan küçük bir çocuğu tuttu ve onu
Parketmis bir arabaya doğru iterek bağırmaya başladı.

'' Bunu neden yaptın? Sen de kimsin, ne yaptığının farkında misin?''.

iyice sinirlenerek devam etti:

'' Bu yeni bir araba ve atmış oldu¿un bu tuğla bana çok pahalıya mal olacak. Bunu neden yaptın?'

çocuk yalvararak cevap verdi: '

' Lütfen efendim. çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim bilmiyordum.
Eğer tuğlayı fırlatmasaydım kimse durmazdı''

Parketmis bir arabanın arkasına işaret ederken çocuğun gözyaşları çenesine süzülüyordu.

''Ağabeyim kaldırımın kenarından yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü, ben onu kaldıramıyorum. Lütfen onu tekerlekli sandalyesine oturtmam için bana yardim eder misiniz? Benim için çok ağır.''

Bu durumdan son derece duygulanan Genç yönetici, boğazında büyüyen yumruyu zar zor da olsa yutkundu. Yerdeki Genç adamı kaldırarak, tekerlekli sandalyeye geri oturttu. Mendiliyle, çizik ve yaraları sildi ve Genç adamın ciddi bir yarası olup olmadığını kontrol etti. küçük çocuk Genç yöneticiye dönerek

'' teşekkür ederim efendim, Tanrı sizden razı olsun'' dedi.

Genç yönetici, küçük çocuğun, ağabeyini kaldırımdan evine doğru götürmesini izledi. Bulunduğu yerden arabasına geri dönmesi oldukça uzun sürmüştü. Uzun ve yavaş bir yürüyüştü.

Genç yönetici, kapıyı hiç tamir ettirmedi. Kapıda oluşan çöküntüyü hayatini birisinin kendisine tuğla atmasını gerektirecek kadar hızlı yaşamaması gerektiğini hatırlatması için öylece bıraktı. . . .

Allah, ruhunuza fısıldar ve kalbinize konuşur. :süzgün: Bazen, dinleyecek kadar zamanınız olmadığında ise, size bir tuğla fırlatır. İster fısıltıyı, ister tuğlayı dinleyin. :düsün: Bu sizin tercihiniz. ! :tamam:

balaban
10-07-2005, 22:55
Hikaye Turgut Özakman'nın "Şu Çılgın Türkler" adlı kitabından
alınmıştır.

Olay 1920 yılında işgal altında İstanbul'da, Ankara'ya para yardımı
yaparken geçer.
Sabah İstanbullular, Kızılay'ın çağrısına uyarak para yardımı yapmak
üzere gazetelerde sıraya girdi. İleri gazetesinin dar iderhanesine
sığmayanların büyük bir kısmı, dışarda kalmıştı.
Kaldırımın sonunda bir işgal devriyesi göründü. Düzenli adımlarla
yaklaşmaya başladı. İşgal askerlerine, her zaman kenara çekilerek yol
veren İstanbullular, bu sefer kıllarını bile kıpırdatmadılar. Devriye
kolu, kalabalığın arasından geçmeyi göze alamadı, yola inerek geçip
gitti.
İçerde, daha afyonu patlamamış olan huysuz idare memuru, bir deftere,
söylene söylene, bağış yapanların adını ve bağış miktarını yazıyordu.
"Kahveci Ali, 100 kuruş"
"Eskici Yusuf, 50 kuruş"
"Hallaç Asım, 75 kuruş"
"Bakkal Ahmet, 100 kuruş"
"Terlikçi Adem, 200 kuruş"
Sırada, küçük cılız bir oğlan vardı. Bir önceki bağışçının çocuğu
sanan memur, öfkeyle, yürüyüp yol vermesi için işaret etti. Ama çocuk
yürümedi, büyük bir ciddiyetle, bütün servetini çıplak masanın
üzerine bıraktı:
"Hasan, 5 kuruş"
Suratsız idare memuru birdenbire gözleri doldu. Ağladığını
göstermemek için yüzünü, kocaman mendilinin arkasına saklayarak
gürültü ile burunu sildi.

balaban
10-07-2005, 23:17
Adam yeni kamyonuna bakmak icin evinden ciktiginda, uc yasindaki oglunun gayet mutlu bir bicimde elindeki cekicle, kamyonunun kaportasini mahvettigini gormus. Hemen oglunun yanina kosmus ve cocugun eline cekicle vurmaya baslamis. Biraz sakinlesince olgunu hemen hastaneye goturmus.

Doktor cocugun kirilan kemiklerini kurtarmaya calistiysa da, elinden birsey gelmemis ve cocugun iki elinin parmaklanni kesmek zorunda kalmis.

Cocuk ameliyattan cikip, gozlerini actiginda, bandajli ellerini farketmis ve gayet masum bir ifadeyle,

"Babacigim, kamyonuna zarar verdigim icin cok uzgunum," demis ve sonra babasina su soruyu sormus:

Parmaklanm ne zaman yeniden cikacak?"
Babasi eve donmus ve intihar etmis.

Birisi masaya sut doktugunde ya da bir bebegin agladigini isittiginizde bu oykuyu animsayin. Cok sevdiginiz birine karsi sabrinizi yitirdiginizi anladiginizda, once biraz dusunun. Kamyonlar onarilabilir, ama kirilan kemikler ve incinen duygular hicbir zaman
onarilamaz; Genellikle kisiyle performansi arasindaki farki goremeyiz. Insan hata
yapar. Hepimiz hata yapariz. Fakat ofkeyle ve dusunmeden yapilan seyler, insani sonsuza kadar rahatsiz eder. Durun ve dusunun.

Harekete gecmeden once dusunun. Sabirli olun. Anlayis gosterin ve sevin.

TAVUK SUYUNA CORBA adli kitaptan

balaban
11-07-2005, 22:22
Şeytan

Bir gün şeytan büyük bahçeli, koskoca bir malikaneye
girmiş.Merdivenleri çıkmış. Bir kuzu görmüş.Kuzunun
boynunda bir ip varmış. Şeytan ipi çıkarmadan sadece
biraz gevşetmiş.Kuzu ipin gevşemesiyle hareket etmeye
başlamış ve malikanenin önünde bulunan aynayı görmüş.
şaşırınca bir hamle yapıp aynayı kırmış.
Çıkan gürültüye evin hizmetçisi gelmiş.
"Sen ne yaptın? Ben şimdi burayı nasıl temizliyeceğim.
Evin beyi bunu duyunca kesin beni kovar," demiş ve
kuzuya bir tekme atmış.Kuzu merdivenlerden düşünce ip
yetmemiş ve kuzunun boynunu kesip onu öldürmış.
Bu sırada evin uşağı gelmiş.Neler olduğunu sormuş.
Kadın anlatınca "Bunu nasıl yaparsın? Bey şimdi
ikimizi de kovacak.O kuzu onun için çok değerliydi."
demiş.Ve hafifçe kadını itmiş.
Kadın dengesini kaybetmiş ve merdivenlerden düşüp
boynunu kırmış.Sesi duyunca evin hanımı
gelmiş.Olanları
öğrenince sinirlenmiş.
Tam uşağı dövmek için usağa yaklaşırken uşak "Lütfen
beni bağışlayın ve beni kovmayın" diyerek diz çökmüş.
Uşağın üstüne hızla gelen kadın ise ona çarpıp
merdivenlerden yuvarlanmış ve ölmüş.Evin beyi gelip de
olanları dinleyince belinden silahı çekip uşağı
vurmuş.
Sonra kendi kendine "Eyvah ben ne yaptım? Bir kuzu,
aynanın kırılması ve sevmedigim karım için elimi kana
bulamaya, katil olmaya değer miydi?"demiş ve silahı
çekip bir kurşun da kendine sıkmış?.
Bütün bu olanları bir kenardan izleyen şeytansa
sırıtarak "Ben hiç birşey yapmadım ki. Sadece acıyarak
kuzunun boynundaki ipi gevşettim, o kadar..." demiş.

semerkandi
12-07-2005, 01:03
amin ağzına sağlık
sevgili bıkmış

saygılarımla

balaban
12-07-2005, 23:12
Sevginin ne olduğunu bile bilmiyoruz. İnşallah ilerde bir gün öğreniriz. Hayat şartlarından mı nedir her şeyi şarta bağlamışız.

EĞER, ŞAYET, LAKİN

Birbirinin aynıymış gibi üç kelime. Oysa değil işte, aynı değil ve aynı; taşıdıkları mutsuzluk ifade adına.
Seni seviyorum, eğer beni terk etmezsen. Seni seviyorum, şayet beni aldatmazsan. Seni seviyorum, lakin işimi de seviyorum. İstediğin oyuncağı alacağım eğer tabağındaki yemeği bitirirsen. Senin için o adamı arayıp iş isteyeceğim, şayet sen de bana kırmızı
kazağını verirsen. Sana hayranım, lakin saç modelini sevmiyorum, değiştirmelisin vs…
Kimbilir kaç kez kuruluyor buna benzer cümleler gün boyunca. Kaç kez duyuyor ve kaç kez söylüyoruz.

Nicedir uzak kaldık şartsız ve koşulsuz sevgi cümlelerinden.

Seni seviyorum. Sadece sen olduğun için. Gürültülü kahkahan, dağınıklığın, iştahın, sabah huysuzluğun, savrukluğun, küsmene rağmen. Seni seviyorum. Sen de
beni sev diye değil. Seni çok seviyorum, o kadar çok seviyorum ki yanımda mutsuzsan eğer, benden uzakta mutlu ol, diyebilecek kadar.

Ne varsa seninle ve senin sesinle, ne varsa elde kalan, paylaşarak. Eğer bir gün
gitsen de, şayet beni benim sevdiğim gibi sevmesen de seviyorum. Lakin, gitmeni hiç ama hiç istemiyorum….

Alıntı

zülfikar
12-07-2005, 23:59
efendim :eek: :eek:
;)
:D

lutas
13-07-2005, 01:25
Sevginin ne olduğunu bile bilmiyoruz.
İnşallah ilerde bir gün öğreniriz.
Nicedir uzak kaldık şartsız ve koşulsuz sevgi cümlelerinden.
Seni seviyorum. Sadece sen olduğun için.
Gürültülü kahkahan, dağınıklığın, iştahın,
sabah huysuzluğun, savrukluğun, küsmene rağmen.
Seni seviyorum.
Sen de beni sev diye değil.
Seni çok seviyorum,
o kadar çok seviyorum ki yanımda mutsuzsan eğer,
benden uzakta mutlu ol,
diyebilecek kadar.


Böyle sevgi kalmış mı?
Herşeye rağmen...

balaban
14-07-2005, 22:47
Carnegie'den DOST KAZANMA SANATI
INSANLARI YONETMEDE TEMEL TEKNIKLER

Elestirmeyin, suclamayin, sikayet etmeyin!
Icten ve durust takdirlerinizi esirgemeyin!
Karsinizdaki kiside is yapma istegi uyandirin!

INSANLARA KENDINIZI SEVDIRMENIN 6 YOLU

Baskalariyla ictenlikle ilgilenin!
Gulumseyin!
Herkes kendi adinin her dildeki en tatli ve en onemli sozcuk olduguna inanir! Bunu unutmayin!
Iyi bir dinleyici olun! Karsinizdakini kendisi hakkinda konusmaya yonlendirin!
Karsinizdakinin ilgisini cekecek konulardan bahsedin!
Karsinizdakinin kendisini onemli hissetmesini saglayin ve bunu ictenlikle yapin!

INSANLARI SIZIN GIBI DUSUNMEYE YONELTMEK
Tartismadan en iyi sonucu almanin tek yolu tartismadan sakinmaktir!
Baskal a rinin goruslerine saygi duyun! Kimseye “yaniliyorsun” demeyin!
Yaniliyorsaniz, vakit gecirmeden bunu ictenlikle ortaya koyun!
Soze dostca baslayin!
Karsinizdakinin “Evet” demesini saglayin !
Birakin konusmanin cogunu karsinizdaki yapsin!
Birakin, karsinizdaki kisi fikrin kendisine ait oldugunu dusunsun!
Olaylari karsinizdakinin bakis acisindan gormeyi deneyin! Bunu durustce ve ictenlikle yapin!
Karsinizdaki insanin duygu ve dusuncelerine anlayis gosterin!
Insanlarin soylu gudulerine seslenin!
Dusuncelerinizi sunarken ”Gosteri Sanati”nin gucunu unutmayin!
Insanlara mucadele zevki verin!

ONCU OLABILMEK; GUCENDIRIP KIZDIRMADAN INSANLARI DEGISTIRMENIN YOLLARI
Soze overek ve durustce takdir ederek baslayin!
Insanlara yanlislarini dolayli yoldan anlatin!
Karsinizdakini elestirmeden once kendi yanlislarinizdan soz edin!
Dogrudan emretmek yerine oneriler getirin!
Kimsenin ayibini yuzune vurmayin!

balaban
25-07-2005, 20:15
Philip E. Humbert adlı bir psikiyatri profesörü, "İnsanlara mutlu yaşamın anahtarını 10 kuralda toplayacak olsam, hangi deyişleri seçerdim" diye kapsamlı bir çalışma sonrası bir liste çıkartmış.


1. Kendini tanı. (Sokrat)
Kendi içinde yolculuk yap. Günlük tut. Kalbin, gönlün, vicdanın ne diyor? Neyi öne çıkartıyor? Dünyaya bilinçli bakmanın yolu başta bu iç yolculuktan geçiyor.


2. Olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol. (Mevlâna) Dürüst ol, adil ol, hakça düşün. İçinden gelen sesin öne çıkardığı değerleri koru. Hayatta birşeyleri korumak için ayakta kalmazsan her şey seni düşürür.


3. En yukarda aşk var. (Aziz Paul)
Sesi müziğe dönüştüren aşktır. Aşk olmazsa, sevgi ilişkileri yoksa, ihtimam eksikse hayatın kuru bir daldan farkı kalmaz.


4. Dünyayı hayal gücü döndürür. (Albert Einstein)
Yaptığımız her şey hayal kurarak başlar. Hayat -herkes için- hayalleri gerçekleştirmek ve yapabileceğinin en iyisi, olabileceğinin en güzeli peşinde gitmektir. Bobby Kennedy nin sözü gibi: Diğerleri dünyaya bakıyor ve "Neden" diye soruyor. Ben bambaşka bir dünya düşünüyor ve "Neden olmasın" diye soruyorum


5. Fazla güzellik göz çıkarmaz. (Mae West)
Güzel hayat doya doya yaşanır. Mutluluk paylaşılır, hayatı sevme hissi coşkuyla beraber gelir. Ruhun müziğinde "Haydi bastır, göster kendini" temposu vardır. Kibir değil, çoşku!


6. Fırsatlar yakalandıkça çoğalır. (Sun Tzu)
Başarı cesaret ister, başlangıçtaki cesaret sonradan inanca dönüşür. İnanç insanlığa daha iyi hizmet arzusuna dönüştüğünde fırsatlar yelpazesi yukarı bir seviyede tekrar açılır.


7. Ya yap ya yapma. Denemek yok! (Yoda - Yıldız Savaşları)
Hayat seri hareket, karar ve kararlılık gerektirir. Tereddütte kalanlar geride kalır. Hayatın üstüne gitmezseniz hayat sizin üstünüze gelir.


8. Mükemmellik, ekleyecek bir şey kalmadığında değil, alınacak bir şey kalmadığında oluşur. (Antoine de St.Exupery)
Hayatınızı basitleştirin. Basite indirge, indirge, bir kere daha indirge... O zaman ne kalıyor, ona bak. İstekler listenizi kısa tutun. Kısa tutun ki fokus edebilesiniz. Güneş ışığına büyüteç tutmak gibi, odaklamazsanız hayatı yakamazsınız.


9. Kabiliyet yoksa sanatçı olmaz, ama çalışılmadıkça kabiliyet hiç bir işe yaramaz. (Emile Zola)
Ancak akıllı, bilinçli ve odağı şaşmayan çabalar sonrası olası potansiyelin yapabilecekleri gerçekleşir. Elması yontmadıkça elinizde sadece bir taş parçası vardır.


10. Hayatı yaşamanın iki yolu var. Biri hiçbir şey mucize değilmiş gibi yaşamak... Diğeri herşey mucizeymiş gibi yaşamak. (Albert Einstein)
Şükretmeyi unutmamak gerek!

balaban
27-07-2005, 23:53
...

semerkandi
31-07-2005, 17:26
http://img14.imageshack.us/img14/7484/bonanza4zx.png


BONANZA vardı bir zamanlar hey gidi günler hey
bizim gibi orta yaş kuşağı onunla büyümüştük
bilenler bilirler
öylesine aklımıza düştü işte

geçmişi yad etmek isteyenler için adresi aşağıda :

http://tv-cult.tripod.com/diziler/Bonanza/bonanza1.html

saygılarımla

balaban
01-08-2005, 23:33
İNDİRİM

Cüneyd Suavi

AYAKKABICI, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir
çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor
ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir
dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk
vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı.
Hem de güçlükle..

Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt
kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu.

Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet
öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı
fırlayıp:

? Küçükk!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller
bir harika!.

Çocuk, ona dönerek:

? Gerçekten çok güzeller!. diye tebessüm etti. Ama benim bir bacağım
doğuştan eksik.

? Bence önemli değil!. diye, atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan
yok ki!. Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da imânı.

Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:

? Keşke imanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi.

Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:

? Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?

? Çok basit!. dedi, adam. Eğer imanımız yoksa, cennete giremeyiz. Ama
ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hatta
sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükafat görecekler...

Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar,
hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işaret ederek:

? Baktığın ayakkabı, sana yakışır!. dedi. Denemek ister misin?

Çocuk, başını yanlara sallayıp:

? Üzerinde 30 lira yazıyor, dedi. Almam mümkün değil ki!.

? İndirim sezonunu, senin için biraz öne alırım!. dedi adam. Bu durumda 20
liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder.

Çocuk biraz düşünüp:

? Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!. dedi. Onu kim alacak ki?

? Amma yaptın ha!. diye güldü adam. Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa
satarım.

Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:

? Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu.

? İkiye gidiyorum!. diye atıldı çocuk. Üçe geçtim sayılır.

? Tamam işte!. dedi adam. 5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5
lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım
gitti!.

Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerdeki
raflar, onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı
çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını
giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek

? Benim satış işlemim bitti!. dedi. Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.

? Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk. Onun tabanı delinmek üzere.
Eski bir ayakkabı, para eder mi?

? Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş.. dedi, adam. Antika eşyalardan
haberin yok her halde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu
yüzden ayakkabın, bence en az 30- 40 lira eder.

Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları, üzerinden atabilmiş değildi.
Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamın,
heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten
sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:

? Bana göre 20 lira yeterli.. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!..

Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu.
Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa,
böyle bir mutluluğu bulamazdı.

Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç
duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:

? Babam haklıymış!. dedi. ?Sakat olduğum için, üzülmeme hiç gerek yok!.?
demişti.

balaban
04-08-2005, 00:32
Koskoca bir bahçede
Demetler içinde bir papatya.
Aşık olmuş, yanmış, tutuşmuş
Ak sakallı bahçıvana...
Bir ümit bekliyormuş.
Yüzlerce çiçeğin arasından
Onunla, sadece onunla
Saatlerce ilgilenmesini.
Buz gibi suyunu
Sadece ona döksün istiyormuş...
Sadece ona değsin makası,
Sadece ona gülsün dudakları.
Kıskanıyormuş bahçıvanı
Kırmızı güllerden,
Sarı lalelerden,
Mor menekşelerden.
Papatya, sadece bahçıvan için açıyormuş,
Bembeyaz yapraklarını...

Bir gün,
Aşkı öyle büyümüş ki,
Papatya yapraklarını taşıyamaz olmuş.
Eğilivermiş boynu.
Toprağa bakıyormuş artık.
Bahçıvanın sadece sesini duyuyormuş
Ayaklarını görüyormuş.
Bunada sükür diyormus.
Yetiyormuş ona, bahçıvanın varlığını hissetmek.
Zaman akıp gidiyormuş.
Papatya bahçıvanın yüzünü görmeyeli çok olmuş.
Ne var sanki boynumu kaldırsa
Bi kerecik daha görsem yüzünü diyormuş.
Yanıp tutuşuyormuş...

Ve işte bir gün..
Bahçıvan papatyaya doğru yaklaşmış.
İncecik bedenini ellerinin arasına almış.
Elindeki sopayı, köklerinin yanına, toprağa sokmuş
Bir iple papatyanın gövdesini bağlayıvermiş sopaya.
Papatya o an daha çok sevmiş bahçıvanı.
Hâlâ göremiyormuş onu,
Ama bedeni kurtulmuş.
Uzun bir müddet sonra,
Bahçıvan uğramaz olmuş bahçeye.
Gelen giden yokmuş...

Kahrından ölecekmiş papatya.
Ama işte bir sabah,
Hortumdan akan suyun sesiyle uyanmış.
Derin bir oh çekmiş.
Çılgıncasına sevdiği bahçıvan geri gelmiş.
Birden, kendisine doğru gelen iki ayak görmüş.
Bu onun delicesine sevdiği bahçıvan değilmiş.
Başka birisiymiş.
Adamın elinde bir de makas varmış.
Papatyanın kafasını kaldırmış yukarıya doğru
Ne güzel açmışsın sen öyle demiş.
Bu gencecik, yakışıklı bir delikanlıymış.
Gözleri gök mavisi, saçları güneş sarısıymış...
Ama gövden seni taşımıyor demiş.
Elindeki makası papatyanın boynuna doğru uzatmış
Ve bir hamlede başını gövdesinden ayırmış.

Papatya yere düşerken hatırlamış sevdiğini,
O ak saçlı, ak sakallı, yaşlımı yaşlı bahçıvanı hatırlamış.
Bir de o gencecik, yakışıklı delikanlıyı düşünmüş,
Ve o an anlamış, neden o yaşlı bahçıvanı sevdiğini.
O, her şeye rağmen, papatyaya emek vermiş.
Belki, ona hiç bir zaman güzel olduğunu söylememiş,
Ama onu aslında hep sevmiş.
Papatya anlamış artık.
Sevgi; emek istermiş...
Yere düştüğünde son bir kez düşünmüş sevdiğini,
Teşekkür etmiş ona içinden..
Son yaprağı da kuruduğunda,
Biliyormuş artık...
Gerçek sevginin, söylemeden,
Yaşamadan ve asla kavuşmadan
Varolabileceğini...

Morientes
14-08-2005, 12:32
New York'ta Brooklyn Köprüsü üzerinde gerçekten ihtiyaç sahibi yaşlı
ve gözleri görmeyen bir adam bir gün, bir şairin dikkatini çeker. Bu
adamın boynunda asılı bir tabela vardır. Şair, yardıma muhtaç kişiye,
günlük kendisine ne kadar yardım edildiğini sorar.

Yardıma muhtaç kişi bu miktarın, bir günde ancak sekiz - on dolar
kadar olduğunu söyler. Bunun üzerine şair, görünüşünden çok sıkıntı
içinde olduğu anlaşılan bu adamın boynundaki tabelayı ters çevirerek
bir şeyler yazar; 'Şimdi sana daha fazla yardım edilmesini sağlamak
için buraya bir şeyler karaladım. Tabelayı bundan böyle ters olarak
boynuna asman yeterli. Bir hafta sonra yanına geldiğimde bana sonucu
söylersin' der ve oradan ayrılır.

Şair, bir hafta sonra söz konusu kişinin yanına uğrayıp kendini
tanıtınca, yardıma muhtaç bu adam:

- 'Bayım size ne kadar teşekkür etsem azdır. Bir hafta içinde gelip
geçenler iki kat daha fazla yardım yaptılar. Çok merak ediyorum
tabelaya neler yazdınız?'

Bunu üzerine şair gülümser ve:

'Tabelada – "Doğuştan körüm, yardım edin" yazıyordu.

Bense – "BAHAR gelecek, ama ben yine göremeyeceğim" - diye yazdım' .
"Unutma dostum, her şeyin daha iyi anlatılacağı bir yol mutlaka
vardır" der ve oradan uzaklaşır.

gzmnc
14-08-2005, 19:48
Tesvikiye'de dolasiyordum. Yarim saat bos vaktim vardi. Hava çok güzeldi.

Kisacasi piril piril keyifli bir gündü.Yürüdügüm kaldirimin karsisindaki kaldirimda yasli bir beyefendi dikkatimi çekti.
Ileri yasina ragmen sik giyimli ve bakimliydi. Seksen yaslarinda olmaliydi. Oldukça zor yürüyordu. Sik bir baston ona yürürken destek oluyordu. Birden içimde önüne geçilmez bir istek uyandi. Zor yürüdügü için yardim etmek istedim. Sanirim büyükbaba ve dedemi çok erken yaslarda kaybetmis olmak ve onlarla dede-torun birlikteligini, paylasimini hiç yasayamamis olmak içimde ukde kalmis. Hemen karsi kaldirima geçtim ve onu ürkütmeden koluna girdim.
- Böyle güzel bir havada sizin gibi yakisikli bir beyefendiyle biraz yürümeme izin verir misiniz?
Çok sasirdi. Durdu ve bana dikkatlice bakti. Bunun üzerine, ona sansli gününde oldugunu, bir Pazar ögleden sonrasinda benim gibi hos bir hanimla kol kola dolasmayi reddetmeyecegini düsündügümü söyledim.
Gülümsedi ve bana;
- Sen gerçek misin? Yoksa gökten mi indin? Malum yasim ilerledi. dedi.
Sonra o benim koluma girdi. Birlikte çok yavas adimlarla yürümeye basladik.
O kadar seker, o kadar hossohbet bir insandi ki anlatamam. 96 yasinda oldugu söylemekle basladi sohbete.
O andan itibaren araya girmeye çalissam da hiçbir sey söyleyemiyordum. Sanki uzun zamandir konusmuyordu. Büyük bir keyifle anlatiyordu. Atatürk'le basladi söze. Onun ne kadar özel, ne kadar kiymetli bir insan oldugundan, Inönü ile silah arkadasi olduguna,Istiklâl madalyalarina kadar anlatti. Ara ara durup bana gülümsüyordu. Sonra dedi ki;
- Eskiden mümkün müydü böyle bir kizla kol kola sokakta yürüyelim?
Türk kizlariyla asla. Ancak yabanci kizlarla olurdu. Ve basladi daha keyifli bir ses tonuyla anlatmaya. Eskiden çok büyük isler basardigini, taninmis ve basarili bir isadami oldugunu ama tüm bunlara kendini kaptirmadan çalisirken ayni zamanda da hayatini yasadiginu anlatti.
- Hayat keyiftir. dedi.
Bu hayatin sadece kendimizin oldugunu, baskalarinin hayatlarini yasamanin veya baskalari için yasamanin yanlis oldugunu söyledi;
- Ben disa dönük bir insan oldum hayatim boyu. Dans benim için çok önemliydi. Esim evinde yasamayi severdi. O böyle diye ben isteklerimden vazgeçmedim. Onu da bana uymak için zorlamadim. Çünkü o da onun tercihiydi ve kendi hayatiydi. Birlikte mutluyduk ama kendi hayatlarimizi yasadik.Ben hep dansa gittim arkadaslarimla. Çok gezdim, çok eglendim. Laf aramizda çok yakisikliydim.
Ben de kendisine hâlâ yakisikli bir beyefendi oldugunu söyleyince elimi öptü. Gözlerim doldu o anda. Hemen sonra bana Fransizca bir sarki söylemeye basladi. Nasil hayat dolu,nasil kendi kendini mutlu edebilmis bir insan diye düsünürken durdu ve;
- Hayatta mutlu olacak hep birseyler bulmusumdur. Zorluklarun üstesinden dertlenerek degil, kabul ederek, onu geride birakarak ve böylece daha kolay çözerek gelmisimdir. 96 yasindayim ama kalbim hâlâ çok genç, dedi.
Bayildim bu yürüyüse, 3 dakikalik yolu 20 dakikada geldik ama birçok hayat dersi aldim. Koca bir hayati sadece çalisarak ve savasarak geçirmemis, her anindan mutlu olacak bir seyler bulmus. Keyif almis. Anlatacak ne çok güzel hikâyesi var. Böyle yasadigi için de genç kalmis. Yasitlari hayatta degil.O hâlâ yalniz basina yürüyüse çikiyor.
Tesvikiye Karakolu'nun önüne geldik. Muhitinde herkes bu beyefendiyitaniyor ve hürmet ediyordu. Nöbetçi polislere döndü ve övünerek beni gösterdi.
- Bakin ne buldum. Bugün sansli günümdeyim.
Evine kadar götürdüm. Istiklâl madalyalarini ve gençlik yillarina ait birkaç fotografi göstermek için çok israr etti. Vaktim kalmamisti ama onu kiramadim. Peki dedigimde gözlerindeki isiltiyi görmeliydiniz. Keyifle ve özenle açti kutulari ve paylasti yillarini benimle. Telefonlarimizi verdik birbirimize. Beni manevi torunu kabul etmesini ve onun da benim manevi dedem olmasini istedim. Beni kucakladi. Ayrildik. Iki gün geçti ve beni telefonla aradi.
- Hayal mi gördüm, sen gerçek miydin diye kontrol etmeye aradim, dedi.
Benim onu çok mutlu ettigimi, beni çok sevdigini ve özlediginisöyledi.
- Bir gün bulusup bir kahve içelim" dedim.
- Bana yetmez, dansa gidelim." dedi.
Kahkahalarimi ve onun kahkahalarini duymaliydiniz. Iki-üç güne kadar kendisini arayacagimi söyledim. Bu iki-üç günün hayatinin en uzun zamani olacagini söyledi. Bu son cümlesi kalbime yapisti. Böylece,
Ögrendim ki; Paylasmanin sevgi alisverisinin yasi yokmus. Benden 62yas büyük biri ile de arkadas olunabilirmis.
Ögrendim ki, pozitif düsünce gücü bastonla yürüyen birine bile dans etme istegi verebilirmis.
Ögrendim ki, çalismak amaç degil, daha iyi, daha keyifli yasam için bir araçmis.
Ögrendim ki, bir insani iyi hissettirmek çok kolaymis.
Ögrendim ki, birbirimize verecegimiz minicik bir sevgi, biraz ilgi bize kocaman bir sekilde geri dönüsüyormus.

Morientes
14-08-2005, 20:04
1900'lerin başında Yahudi bir aileye yoğurt satan Türk mandıracı, bir
>imparatorluğun esin kaynağı oldu.
>
>Selanik'ten 1912'de İspanya'ya göç eden ünlü Karasu ailesinden Dr.
>İzak Karasu, adını Isaac, soyadını da Carasso olarak değiştirdi. 1.
>Dünya Savaşı'nda bağırsak enfeksiyonundan ölen çocuklara çare ararken
>çocukluğunda kendilerine yoğurt satan Selanikli'yi hatırladı. Evinin
>bodrumunu mandıra yaptı ve 1919'da yoğurdu ilaç olarak geliştirip
>eczanelerde sattı. İlacın adını oğlunun isminden esinlenerek Danone
>koydu. Bir sanayi devi işte böyle doğdu.
>>
>Selanik yoğurtçusu
>
>Selanik'te 1900'lerin başında bir Yahudi aileye gün aşırı bir tepsi
>yoğurt bırakan Türk mandıracı, dünyanın en büyük sanayi gruplarından
>birinin esin kaynağı olacağını aklına getirir miydi? Huzurlarınızda
>Carasso ailesinin öyküsü.
O dönemde 80 bin Yahudi ve 20 bin kadar Sabetaycı'nın yaşadığı
>Selanik'te Karasu'lar önde gelen ailelerden biriydi. İzak Karasu tıp
>öğrenimini tercih etti. Muayenehane açtı. Evlendi. Bir oğlu oldu.
>Adını Daniel koydu. Sonra iki de kızı dünyaya gelecekti. Balkan
>Savaşları'nda Selanik düşünce, yani Yunanistan tarafından işgal
>edilince, Yahudi toplulukta büyük bir panik patlak verdi. Çoğu Avrupa
>yollarına düştü. (Kalanlar 30 yıl sonra, Hitler orduları Yunanistan'ı
>işgal edince toplama kamplarına gönderilecekti.) Yunanlılar'ın
>Selanik'e girmelerinden kısa bir süre sonra İzak Karasu, eşi ve
>oğluyla birlikte İspanya'ya göç etti. Tam 420 yıl sonra, kovuldukları
>topraklara geri dönüyorlardı. İlginç ayrıntı; İspanya 1492'de
>Yahudiler'i topluca sürmüş ama vatandaşlıktan çıkarmamıştı. Karasu
>ailesi Barselona'ya yerleşti. Yıl: 1912. Önce adını Latin alfabesine
>uyarladı. İzak oldu Isaac, Karasu ise Carasso. Sonra bir muayenehane
>açtı. Çok az hastası vardı, ailesini geçindirmek için zeytinyağı
>ticaretine de girişti. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da
>müthiş bir yoksulluk dönemi başladı. İspanya da bundan nasibini aldı.
>En çok ilaç sıkıntısı çekiliyordu. Tam da o günlerde Barselona'da
>çocuklar arasında salgın halinde bağırsak hastalıkları patlak vermesin
>mi! Gözleri yaşlı anne-babalar kucaklarında bir deri bir kemiğe dönmüş
>yavrularıyla diğer doktorlar gibi Isaac Karasu'nun da muayenehanesine
>dayanıyor, "Kurtar çocuğumuzu" diye yalvarıyorlardı. Ama diğer
>doktorlar gibi Carasso'nun elinden de pek bir şey gelmiyordu. Gözünün
>önünde ölüp giden çocukların acısıyla uykusunun kaçtığı gecelerin
>birinde, bir ses yankılandı belleğinde: "Yoğurtçu geldi. Kaymaklı
>yoğurtlarım var." İrkildi. Selanik'te gün aşırı evlerine bir tepsi
>kaymaklı yoğurt bırakan Türk satıcının sesiydi bu. Ve "Eureka"
>çığlıklarıyla hamamdan dışarı koşan Arşimed gibi yataktan fırladı.
>"Tabii ya" dedi, "Tabii ya." Selanik'te bağırsak hastalıklarının
>tedavisinde yoğurt kullanıldığını anımsamıştı. Günde üç öğün birer
>kase yoğurt yediriyorlardı hastaya ve birkaç günde sağlığına
>kavuşuyordu. Yoğurdun nasıl yapıldığını biliyordu. Hemen ertesi gün,
>evinin bodrumunu hazırlamaya koyuldu. Orası artık mandıraydı. Birkaç
>çiftlikten topladığı sütle yoğurt imalatına girişti. Yıl:1919.
>
>İLAÇ YERİNE YOĞURT
>Ancak bir sorun vardı. Avrupa'da yoğurt bilinmiyordu. Evet, 1500'lerin
>ortalarına doğru Kanuni Sultan Süleyman bağırsak enfeksiyonuna
>yakalanan dostu Fransa Kralı I. François'ya bir yoğurtçu göndermişti.
>Ne var ki, kral iyileşince yoğurtçu sırlarıyla birlikte İstanbul'a
>dönmüştü. Kayıtlarda öyle yazıyordu. Isaac Carasso, ürettiği şeyin
>Balkanlar'da ve Anadolu'da yaygın bir tüketim maddesi olduğunu nasıl
>anlatabilirdi? Çareyi yoğurdunu ilaç olarak kabul ettirmekte buldu. Ve
>Carasso'nun yoğurdu eczanelerde satılmaya başladı! Hasta çocuklarda
>etkisi çok çabuk ortaya çıktı. Doktor meslektaşları ona bir tavsiyede
>bulundular: Paris'teki Pasteur Enstitüsü'nden fermante edilmiş laktik
>getirtirse, yoğurdun ömrünü uzatabilirdi. Sözlerini dinledi. Böylece
>pastörize yoğurt doğacaktı. Ama Isaac Carasso bu buluşun önemini pek
>kavrayamayacaktı. "İlaç" tutunca, Isaac özel ambalajlar yapmayı akıl
>etti. Kapakları porselen cam kaseler. Sıra artık ilaca patent almaya
>gelmişti. Onun için de bir ad koymaya. Bir ışık çaktı; neden oğlunun
>adı olmasın? Yani minik Daniel'in? Yaşadıkları Barselona'nın yaygın
>dili Katalanca'da küçük Daniel'in ya da "Daniel'cik"in karşılığı çok
>hoştu doğrusu: "Danon!" Ancak bu özel ad olduğu ve marka namıyla
>tescil edemeyeceği için sonuna bir "e" ekledi. Hoşgeldin "Danone"
>yoğurtları! Yoğurtçuluk çok kısa sürede Isaac'ın asıl mesleği haline
>gelince oğlunu, Daniel'i onun "tahsili" ni yapmaya gönderdi Fransa'ya:
>Marsilya'da ticaret lisesinde okuttu. İşin pazarlama, satış, muhasebe
>bölümünü bilimsel olarak öğrenmesi için. Ardından Paris'te Pasteur
>Enstitüsü'nde bakteriyoloji stajı yaptırdı. İşin üretim aşamasına
>hakim olabilmesi için. Daniel öğreniminden sonra Fransa'da kaldı,
>çünkü babası, Isaac Carasso dünyadan göçmüştü. 6 Şubat 1929'da,
>Paris'te 18'inci bölgedeki bir dükkanda "Danone Yoğurtları Paris
>Şirketi" kapılarını açtı. Onu 1932'de Levallois-Perret'te ilk fabrika
>izledi. Danone imparatorluğu işte böyle doğdu. Bugün öyle bir
>imparatorluk ki o, 5 kıtada at koşturuyor. Cirosu 15 milyar euro'nun
>üstünde. 100 bin kişi çalıştırıyor.
>- Sütlü ürünlerde dünya birincisi: 18 ülkede (Türkiye dahil) 48 fabrikası var.
>- Şişe suyunda dünya ikincisi: 13 ülkede (Türkiye dahil) 97 fabrikası
>var. - Bisküvi ve tahıllı kahvaltı ürünlerinde dünya ikincisi: 21
>ülkede 53 fabrikası var.
>İmparatorluğa -babasının sayesinde- adını verilen Daniel Carasso,
>Daniel'cik, Danone hala hayatta. 99 yaşında. Barselona'da yaşıyor.
>Uzun yaşamasının sırrı mı? Herhalde söylemeye gerek yok; her gün
>birkaç kase yoğurt!
>Ve Daniel'in kulaklarında -babasının anlattığı- Selanikli yoğurtçunun
>evlerinin kapısını çalarken seslenişi yankılanıyor: "Yoğurtçu geldi.
>Kaymaklı yoğurtlarım var..."

balaban
25-08-2005, 12:45
Hayatta kalmayı nasıl başarıyoruz?

Cocugumuz düsüp kafasini masaya carpinca biz hemen masayi doveriz, eh masa ehhhh sen niye orada duruyorsun ! diye, masa orada durmasa cocuk kafasini carpmayacak sanir ve buyudukce yaptigi her hatayi yukleyecek bir sey mutlaka bulur." Malum...
Kizinin mezuniyetini izlemek için Balikesir'den Erzurum'a gelen basörtülü anne, tören salonuna alinmamisti. Vicdani olan herkesin yüregini ciz eden bu olayin sorumlusu kimmis? Kapici..
Simdi oldu iste... Kara Kuvvetleri Komutani "Rektör iyi çocuktur, yapmaz öyle sey" falan demeye getirmisti. YÖK Baskani da, "Rektörün haberi yokmus" dedi, çikti isin isinden.
Kimmis suçlusu?
Kapıcı.

Mesela, bizim Balkan harbinden kalma, dandik vagonlara 160 kilometer hiz
yaptirdilar. Ilk virajda sizlere ömür...
Kimin üstüne kaldi?
Makinist'in.

Mersin'de bayragimiz yakildi, yirtildi.
Askere tas attilar, panzere molotof..
Memleket ayaga kalkti.
Kimin yüzündenmis?
Iki veled.

Gelene geçene ayran tost falan satan, kendi halinde sakin bir kasabaydi,
Susurluk... Içisleri Bakanligi, MIT, Jitem, generaller, özel tim
polisleri, kumarhaneciler, bakanlar, milletvekilleri, isadamlari...
Bin kisi falan yargilandi.
Her sey kimin basinin altindan çikmis?
Yesil'in.

Deprem oldu...
7 vilayette 50 bin kisi öldü.
Binlerce bina yikildi, on binleri agir hasarli.
Hepsinin sorumlusu olarak kimi kulagindan tutup hapse tiktik?
Veli Göçer'i.

Edirne'de bebeler sakir sakir öldü...
Hiç utanmadan bisküvi kolilerine koyup, gömdüler.
"Arastirdik, ihmal yok" dediler.
Peki neden öldü bu yavrular?
Klima'dan.
Dikkat isterim, klimaci bile degil, klima.

Rakidan öldük.
O gün ile bu gün arasinda ne degisti?
Kapagin rengi.

Sanal "sorumlumuz" bile var...
Yollarda her gün 20 insanimiz heba oluyor.
Trafik Canavari'ndan...
Dolar patlarsa?
Enflasyon Canavari'ndan.

Hatta "sorumlu olmayan sorumlumuz" da var...
Milli takim oynayip yeniliyor.
Suçlusu kim?
Takima alinmayan Hakan.

Domatesleri Ruslara kakalayamiyoruz...
Sinekten.

Deli dana geliyor.
Inekten.

Millet hormonlu diye tavuk yemiyor.
Erman Toroglu'ndan.

Evleri su basiyor.
Yagmurdan.

Ormanlar yaniyor.
Sigaradan.

Gemi batiyor.
Dalgadan.

Iyi de kardesim, uçak neden düsüyor?
Rahmetli pilottan.

Peki bu sartlarda hayatta kalmayi nasil basariyoruz?

Alıntıdır

balaban
28-08-2005, 23:17
BALIKÇI...

Amerikalı bir zengin, iş seyahati sırasında Meksika'nın küçük bir kıyı kasabasına uğramış... Limanda gezerken, bakmış ağzına kadar balık dolu bir tekne ve içinde keyifli bir balıkçı... "Merhaba balıkçı" diye seslenmiş, "... Bu balıkları kaç zamanda tuttun?" "Bir iki saatimi aldı" demiş balıkçı... İştahlanmış bizim işadamı; "E, niye biraz daha kalıp daha fazla tutmadın?" diye sormuş. "Bu kadarı bize yetiyor da ondan" diye omuz silkmiş balıkçı. Şaşmış balıkçının bu kanaatkarlığına işadamı; "Kalan zamanını nasıl geçiriyorsun peki" diye üstelemiş. Balıkçı, özetlemiş bir gününü: "Sabahları açılır, biraz balık tutarım. Sonra çocuklarımla oynarım. Öğleyin karımla biraz siesta yaparım. Akşamları amigolarla beraber gitar çalıp şarap içer, geç vakte kadar eğleniriz. Oldukça meşgul sayılırım senyor". Gerinmiş Amerikalı: "Bak" demiş "... ben sana yardımcı olabilirim.. Bu işe daha çok zaman ayırmalısın. Daha büyük bir tekne
bulup daha çok balık tutmalısın. Oradan elde edeceğin gelirle daha büyük tekneler alırsın. Kısa sürede tuttuğun balıkları doğrudan işletme tesislerine satarsın. Hatta zamanla kendi balık fabrikanı bile kurabilirsin. Kısa zamanda balıkçılık sektöründe bir numara olursun". Balıkçı merakla "Bunları yapmak kaç sene alır sinyor" demiş:"15-20 yılda halledersin" demiş Amerikalı, "Ama sonrası daha parlak: Zamanı gelince şirketini halka açarsın, hisselerini iyi paraya satarsın, kısa zamanda zengin olup milyonlar kazanırsın." "Milyonlar
ha..." diye tekrarlamış balıkçı... "Eeee... sonra?" "Sonra emekli olursun. Küçük bir balıkçı kasabasına yerleşirsin. İstersen zevk için balık tutarsın. Çocuklarınla oynar, karınla keyfince
siesta yaparsın. Akşamları da arkadaşlarınla şarap içip gece yarısına kadar gitar çalarsın. Nasıl...? Mükemmel değil mi? "Balıkçı cevap vermiş,"Ben zaten şu anda o işi yapıyorum,bu kadar telaşa ne gerek var..."

Bir an olsun durup düşünseniz; "Bütün bu telaş ne için...?" Arada denize açılıp, çocuklarınızla oynaşmayacak, dostlarınızla gitar çalıp şarap içemeyecek olduktan sonra onca koşturmanın ne anlamı var? Hırsla örülü onca yılın vaat ettiği final, halen yanı başımızda duran mutluluksa,
bu yarışa ne gerek var?




CAN DÜNDAR

balaban
28-08-2005, 23:18
Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin o'nu sevdiğinden.

Cok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini...
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem de
hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...

Can Yücel

balaban
29-08-2005, 22:55
Kadınlık Bekler


Kurşun sesi kadar hızlı geçer yaşamak;

Öyle zordur ki, kurşunu havada, sevgiyi de yürekte tutmak! Bazen

duygularımız bizden erken yaşlanır ve bizden hayatın geri kalanını alır.

Hayatın, kendini anlayanları cezalandırmasıdır bu. Durup, durup ardına

bakan kadınlar vardır. Geçmişi düşünmekten şimdiyi yaşayamazlar. Herşeyi

didikleyip duran, mazisinin gölgesinden, anılarının yükünden bir türlü

kurtulamayan, gözleri ufuk yorgunu kadınlar. Güçlü, köklü bir biçimde yeni

arkadaş edinecek yaşları geride bıraktıysan eğer,hasar görmüş eski

arkadaşlıkları onaracak çağı da geride bırakmış oluyorsun. Zaman

ilerledikçe birçok sey, daha zor olmaya başlar. Beklentisi yüksek olan

kadınların yalnızlığı daha koyu oluyor. Büyük lafların gölgesinde geçen

hayatlar, bir daha iflah olmuyor,geçip gittiğiyle kalıyor. Zaman, aşk......

herşey! Ayrılıkları ayrıntılar acıtır. Kadınları mahveden erkekler

değil, ayrıntılardır. Erkekler, erkekliklerinin tadını alabildiğine

çıkartırken, kadınlar bu konuda da umutsuzdurlar. Çünkü kadınlık bekler.



Ummak ve beklemek kadınlığa verilmiş iki cezadır.

Murathan MUNGAN

balaban
30-08-2005, 12:15
ERTELENEN ANLAR.

Neleri nelere değişiyoruz? Değer mi acaba diye durup
düşünmeden.

Sevdiğimiz için gecenin ikisinde yol kat edilmiyorsa, uyku
tatlı geliyorsa....
Hangi zamanı kimlerden çalıyoruz, çantada keklik gibi
gördüklerimizden mi?

Şu saati kurma işini bir türlü ayarlayamıyorum. On dakika
erkene kursam,
onun verdiği rahatlıkla süre daha da uzuyor. Vaktinde
kursam telaşa kapılıyorum.
Çareyi buldum! Uyumak uğruna kahvaltısızlık. Yolda elime
alacağım kuru bir poğaça ama on beş dakika fazla uyku.
Hayal etmiyor değilim şöyle beyaz örtülerde domatesli,
peynirli, ballı kahvaltıyı ama...

İşe gelince telaş eder dururum, yapacaklarımı düşünmekten
arkadaşlarıma esaslı bir günaydın diyemem.
Ne kaybettirir bana beynimi onlara verip, gözlerinin içine
bakarak bir günaydın demem?
Ya da nasılsın derken seni gerçekten umursuyorum ve nasıl
olduğunu merak ediyorum hissini ona belli etmem?
İşler mi durur? Kaç dakika kaybettirir bunları yapmak bana?

Annem aradığında 'işteyim şu an, bunları burdan konuşamam,
akşama evden ara' dediğimde...
Akşam aradığında ise gündüz endoskopiye gittiğini, beni
yanında istediğini söylemek için aradığını işitmek...
İşten eve gelip bir telaş yemeği yetiştirmeye çalışırken
bütün gün beni özleyen çocuğumun bacağımdan çekiştirip bana
sarılmak istemesi... "Hayır, yavrucum, şu an sana
sarılamam, yemek yetiştirmem gerekiyor.
Ancak her iş bittiğinde - tabii o da ancak sen uyuduğunda,
sen bilmem kaçıncı rüyanı görürken- seni öpebilirim"
demem...

Uzun zamandır görmediğim arkadaşlarım yemeğe davet
ettiklerinde bunun kahrolası bir toplantıya denk gelmesi,
ama onların gitmesi.....

Çok sevdiğim akrabamın doğum gününe sırf eşim keyif
almıyor, diye sadece telefon etmem....

Pazar yürüyüşüne çıkmak için hazırlanırken yağmurun
başlaması, 'oysa daha dün gitmiştim kuaföre, otur evde cips
atıştır.
Yağmur mu? Vurmasın yüzüme damlaları. Nasılsa daha çok
yağar' demem....

Böyle kaç tane anı, kaçırırız hayatta? Kaçını bir daha
yakalama şansını verir hayat bize?

Annemizin endoskopisi kötü çıkarsa...
Evladımız hızla büyürken ıskaladıklarımız ve bir daha geri
gelmeyen büyüme evreleri....
Dostlarla yapılan enfes sohbetler...
Aile ile yapılan her daim tat veren kahvaltılar...

Neleri nelere değişiyoruz? Değer mi acaba diye durup
düşünmeden.
Sevdiğimiz için gecenin ikisinde yol kat edilmiyorsa, uyku
tatlı geliyorsa....

Hangi zamanı kimlerden çalıyoruz, çantada keklik gibi
gördüklerimizden mi?
Ne kadar ilgilenmesek de, ne kadar az zaman ayırsak da,
nasılsa yanımızda olacaklarından emin olduklarımızdan mı?
Ya o keklikler bir gün keklik olmaktan bıkarsa.....
Ya onlar, 'al, istediğin hayatı sen yaşa. Ne olursa olsun
biz arka fonda yokuz' derlerse?
Ya, 'her şeyi sizler için yapıyordum' yalanı ile baş başa
kalırsak?

Ya.......................
Ya yağmurun bir daha yağdığını göremezsek?!!

kumralada
30-08-2005, 15:37
Düş hekimi Yalçın Ergir'in derlemesiyle Cumhuriyet Ankara'sının ilk yıllarından bir özel tarih belgeseli.30 Ağustosta daha bir anlamlı.........

http://www.ergir.com/Ankara.htm

lutas
21-09-2005, 17:15
Önce evlendiğimizde
hayatın daha iyi olacağına inandırırız kendimizi.

Evlendikten sonra, bir çocuğumuz doğduktan,
hatta ardından bir tane daha
olduktan sonra hayatın daha iyi olacağına inandırırız kendimizi.
Sonra çocuklar yeterince büyük olmadıkları için kızar,
onlar büyüyünce daha mutlu olacağımıza inanırız.
Bundan sonra ergenlik dönemlerinde
çocuklarla uğraşmamız gerektiği için öfkeleniriz.
Kendimize, çocuklarımız bu dönemden çıkınca
daha mutlu olacağımızı,
yeni bir araba alınca,
güzel bir tatile çıkınca,
emekli olunca,
yaşantımızın dört dörtlük olacağını söyleriz.

Gerçek ise şu andan daha
iyi bir zaman olmadığıdır.

Eğer şimdi değil ise ne zaman?

Hayatınız her zaman
mücadelelerle dolu olacaktır.
En iyisi bunu kabul edip,
her ne olursa olsun mutlu olmaya karar vermektir.

En sevdiğim sözlerden biri Alfred D. Souza'ya aittir.
Der ki;
"Uzun zamandan beridir
hayatın -gerçek hayatın- başlamak üzere
olduğu izlenimine kapılmıştım.
Fakat her zaman yolumun üzerinde bir
engel, öncelikle erişilmesi gereken bir şey,
bitmemiş bir iş, hizmet edilecek zaman
ödenecek bir borç oldu.
Sonra hayat başlayacaktı.
Sonunda anladım ki bu engeller benim hayatımdı."
Bu görüş açısı, mutluluğa
giden bir yol olmadığını gösterdi.
Mutluluk yoldur.
Öyleyse sahip olduğunuz
her anın kıymetini bilin ve mutluluğu,
Vaktinizi harcayacak
kadar özel biriyle paylaştığınız için ona daha fazla değer verin.
Unutmayın, zaman hiç
kimse için beklemez.

Öyleyse,
Okulu bitirene
kadar,
100 milyar kazanana
kadar,
Çocuklarınız olana
kadar,
Çocuklarınız evden
ayrılana kadar,
İşe başlayana
kadar,
Evlenene
kadar,
Cuma gecesine
kadar,
Pazar sabahına
kadar,
Yeni bir
araba,
yada ev alana
kadar,
Borçları ödeyene
kadar,
İlkbahara
kadar,
Yaza
kadar,
Sonbahara
kadar,
Kışa
kadar,
Maaş gününe
kadar,
Şarkınız söylenene
kadar,
Emekli olana
kadar,

Ölene
kadar....

MUTLU OLMAK İÇİN
İÇİNDE BULUNDUĞUNUZ "AN" DAN
DAHA İYİ BİR ZAMAN
OLACAĞI GÜNLERİN HAYALİYLE
BEKLEMEKTEN VAZGEÇİN.

MUTLULUK BİR VARIŞ DEĞİL,
BİR YOLCULUKTUR.

PEK ÇOKLARI MUTLULUĞU
İNSANDAN DAHA YÜKSEKTE ARARLAR,
BAZILARI DA DAHA ALÇAKTA.

OYSA MUTLULUK İNSANIN
BOYU HİZASINDADIR

Unutmayın
"YARIN KİMSEYE VAAD EDİLMEMİŞTİR"...


M.Mungan

bikmisbroker
23-09-2005, 03:06
Kocadereköyünde büyük bir sargı yeri kuruluyor. Kimi Urfalı , kimi
Bosnalı, Kimi Adıyamanlı , Kimi Gürünlü, Kimi Halepli çok sayıda yaralı getiriliyor...

Bunlardan biri Lapsekinin Beybaş Köyündendir ve yarası oldukça ağırdır.Zor
nefes alıp vermektedir.Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için
komutanının elbisesine yapışır.Nefes alıp vermesi oldukça zorlaşır ama tane
tane kelimeler dökülür dudaklarından.

"Ölme ihtimalim çok fazla... Ben bir pusula yazdım...Arkadaşıma ulaştırın..."
Tekrar derin nefes alıp, defalarca yutkunur:
"Ben...Ben köylüm Lapseki'li İbrahim Onbaşından 1 Mecit borç aldıydım...
Kendisini göremedim.Belki ölürüm.Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin"

"Sen merak etme evladım" der Komutanı, kanıyla kırmızıya boyanmış alnını
eliyle okşar. Ve az sonra komutanının kollarında şehit olur ve son sözüde
"söyleyin hakkını helal etsin" olur...

Aradan fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getiriliyor. Bunlardan
çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşüyor. Şehitlerin üzerinden
çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılıyor. İşte yine bir künye ve yine
bir pusula.Komutan göz yaşlarını silmeye daha fırsat bulamamıştır. Pusulayı
açar, hıçkırarak okur ve olduğu yere yığılır kalır. Ellerini yüzüne
kapatır, ne Titremesine ne de göz yaşlarına engel olabilir :

"Ben Beybaş Köyünden arkadaşım Halil'e 1 mecit borç verdiydim. Kendisi beni
göremedi.Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma
söyleyin ben hakkımı helal ettim."

Siz bu olayın neresindesiniz? Türklük davası güdüp de ecdadın ayaklarındaki toz olamayanların,
vatan millet sevdasında(!) olup ülkeyi yiyip-bitirenlerin ve yetim hakkına bile gözdikip;
haksızca hak iddia edenlerin gözlerine sokmanız için bu maili tanıdığınız herkese gönderin...

balaban
24-09-2005, 22:33
Kocadereköyünde büyük bir sargı yeri kuruluyor. Kimi Urfalı , kimi
Bosnalı, Kimi Adıyamanlı , Kimi Gürünlü, Kimi Halepli çok sayıda yaralı getiriliyor...

Siz bu olayın neresindesiniz? Türklük davası güdüp de ecdadın ayaklarındaki toz olamayanların,
vatan millet sevdasında(!) olup ülkeyi yiyip-bitirenlerin ve yetim hakkına bile gözdikip;
haksızca hak iddia edenlerin gözlerine sokmanız için bu maili tanıdığınız herkese gönderin...


Ağlayarak okudum. 1 mecidiye için helallik isteyenlerin torunları bu sevdalılar. Gözlerini çıkarsak bile değişmezler çünkü ne utanmaları, ne korkmaları var. Hırsızlığın, yolsuzluğun, dolandırıcılığın bu kadar itibar gördüğü bir ülkede, insanlar bunları yapmaktan vazgeçeceğine gördükleri teşvikle daha fazlasını yaparlar.

balaban
25-09-2005, 00:19
http://www.ekincaglar.com/coin/flash-tr.html

Ücretsiz bir fincan hububat göndermek istemez misiniz? Çok ihtiyaçları var.

varyemez
28-09-2005, 20:53
OLAYLAR VE SUÇLULAR

Üstun Dokmen der ki " ...cocugumuz düsüp kafasini masaya carpinca biz
hemen masayi doveriz, eh masa ehhhh sen niye orada
duruyorsun ! diye, masa orada durmasa cocuk kafasini carpmayacak sanir ve
buyudukce yaptigi her hatayi yukleyecek bir sey mutlaka bulur."

Malum...

Kizinin mezuniyetini izlemek için Balikesir'den Erzurum'a gelen
basörtülü anne, tören salonuna alinmamisti.
Vicdani olan herkesin yüregini ciz eden bu olayin sorumlusu kimmis?
Kapici...
Simdi oldu iste...
Kara Kuvvetleri Komutani "Rektör iyi çocuktur, yapmaz öyle sey" falan
demeye getirmisti.
YÖK Baskani da, "Rektörün haberi yokmus" dedi, çikti isin isinden...
Kimmis suçlusu?
Kapici.

Mesela, bizim Balkan harbinden kalma, dandik vagonlara 160 kilometre hiz
yaptirdilar. Ilk virajda sizlere ömür...
Kimin üstüne kaldi?
Makinist'in.

Mersin'de bayragimiz yakildi, yirtildi.
Askere tas attilar, panzere molotof...
Memleket ayaga kalkti.
Kimin yüzündenmis?
Iki veled...

Gelene geçene ayran tost falan satan, kendi
halinde sakin bir kasabaydi, Susurluk...
Içisleri Bakanligi, MIT, Jitem, generaller, özel
tim polisleri, kumarhaneciler, bakanlar, milletvekilleri,
isadamlari... Bin kisi falan yargilandi.
Her sey kimin basinin altindan çikmis?
Yesil'in.

Deprem oldu... 7 vilayette 50 bin kisi öldü.
Binlerce bina yikildi, on binleri agir hasarli.
Hepsinin sorumlusu olarak kimi kulagindan tutup
hapse tiktik?
Veli Göçer'i.

Edirne'de bebeler sakir sakir öldü...
Hiç utanmadan bisküvi kolilerine koyup, gömdüler.
"Arastirdik, ihmal yok" dediler.
Peki neden öldü bu yavrular?
Klima'dan...

Dikkat isterim, klimaci bile degil, klima.

Rakidan öldük.

O gün ile bu gün arasinda ne degisti?

Kapagin rengi...

Sanal "sorumlumuz" bile var...

Yollarda her gün 20 insanimiz heba oluyor.
Trafik Canavari'ndan...

Dolar patlarsa?
Enflasyon Canavari'ndan...

Hatta "sorumlu olmayan sorumlumuz" da var...
Milli takim oynayip yeniliyor.
Suçlusu kim?
Takima alinmayan Hakan...

Domatesleri Ruslara kakalayamiyoruz...
Sinekten...

Deli dana geliyor.
Inekten...

Millet hormonlu diye tavuk yemiyor.
Erman Toroglu'ndan.

Evleri su basiyor.
Yagmurdan.

Ormanlar yaniyor.
Sigaradan.

Gemi batiyor.
Dalgadan.

Iyi de kardesim, uçak neden düsüyor?
Rahmetli pilottan...

Peki bu sartlarda hayatta kalmayi nasil basariyoruz?
Allah'tan...

balaban
02-10-2005, 16:44
BEKLENTiSiZ SEVMEYi DENEDiNiZ Mi?


Hiç beklentisiz sevdiniz mi?
Yani "BUGÜN TELEFON ETMEDİ" demeden, “ŞU AN NEREDE ACABA?" diye
kendi kendinizi yemeden, "YAŞ GÜNÜMÜ HATIRLAYACAK MI ACABA ?" diye
bir beklenti içine girmeden... Sevdiniz mi hiç?
Onun, size ait olmadığını kabul edip,onu özgür yaşamı ile sevmeyi denediniz mi?


Yanındaki erkek arkadaşına aldırmamayı öğrenip ama aldırmıyormuş gibi yapmadan, gerçekten aldırmadan,
"BİTECEKSE BİTER, BUNU BEN DEĞİŞTİREMEM, BENİ SEVMEYİ BIRAKMASINI DEĞİŞTİREMEYECEĞİM GİBİ" diye düşünüp.
Onu yersiz kıskançlıklara boğmaktan ve kendinizi yıpratmaktan vazgeçebildiniz mi hiç?
Hiç beklemeden çalan bir kapıda, onu karşınız da görmek ne güzeldir bilir misiniz?


Beklemediğiniz bir anda hediye almak en sevdiğinizden...
Ve beklemeden gelen bir “SENİ SEVİYORUM" mesajının tadına varabildiniz mi hiç?
Siz istediğiniz için değil, o istiyor diye yapıldı mı tüm bunlar?
Ve beklentisiz sevmenin tadına bakabildiniz mi hiç?
"BUGÜN BENİ HATIRLAMADI" yerine "HİÇ BEKLEMİYORDUM, SENİN GELECEĞİNİ" diyebilmek ne güzeldir oysa...
Onu boğmadan, kendinizi boğmadan sevebilmek
ne güzeldir... Sahiplenme duygusundan uzak,
sevmenin, sevilmenin tadına varabildiniz mi hiç?

Yapılmamış davranışlar, söylenmemiş sevgi sözcükleri ile kendi kendinizi aşk çıkmazında kaybedeceğinize,
Hiç beklenmeyen bir demet çiçekle mutlu oldunuz mu?
Beklentisiz sevin... Ben, beklentisiz seviyorum...
"NİYE ARANMADIM" diye düşünüp kendini kendinizi yiyeceğinize, hiç beklenmedik bir "SENİ ÖZLEDİM" mesajı ile aşkı yakalayın..
Beklentisiz sevin...
Ben, beklentisiz seviyorum...
O, sizin sevgiliniz olduğu için değil.
Ona tapulu malınız gibi, çantanız, arabanız gibi
davranma hakkınız olduğunu düşünmeden.


Onu sevdiğiniz, onun da sizi sevdiği için sevin...
Sevgiye karışan “BEKLENTİ" denen illeti hemen silin aşkın ak sayfalarından...
Göreceksiniz ki, o zaman aşk, başka bir güzel... Göreceksiniz ki,
O zaman sevgili, daha bir romantik... Göreceksiniz ki, o zaman sevmek ve sevilmenin damaklarda bıraktığı tat, yıllanmış şarap gibi, beklenti zehrine karışmadan bir başka döndürüyor insanin başını..
Ben, beklentisiz seviyorum...
Onun nerede olduğunu merak etmiyorum...
"BENİ BUGÜN NEDEN ARAMADI" diye
geçirmiyorum içimden, aramadığı zamanlarda...



Geleceğe dair hayallerim de yok zaten...
Ben, sevgiyi yaşıyorum...
Onun yanımda olduğu anlar o kadar değerli,o kadar kıymetli ki...
Gerçekleşmemiş ve gerçekleşmeyecek beklentilerle mahvetmiyoruz o anları...
Beklentisiz seviyoruz... Sevdiğimiz için seviyoruz...
Hayalsiz, geleceksiz, beklentisiz... Anlık seviyoruz...
Deneyin... Beklentisiz, sevmeyi deneyin bir gün...
Beklentilerle boğduğunuz aşklarınıza acıyacaksınız...
Can Dündar ,

balaban
02-10-2005, 16:45
AŞKA VE TERKE DAİR

Öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki, ne sevebilir, ne terkedebilirsiniz.
Kör kütük bağlanmışsınızdır aslında...
En güzel yıllarınızın, acı tatlı hatıralarınızın ortağıdır;
iç çekişmelerinizin nedeni, yazılarınızın ilhamı,
sohbetlerinizin konusudur.
Gözyaşlarınızda, bilinçaltınızda, kahkahanızdadır.
Korkunca saklandıgınız bir sığınak, coşunca öptüğünüz bir bayrak...
Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır. Sınırsız ve nihayetsiz;
"Ölmek var, dönmek yok"tur.
Gün gelir anlarsınız; içten içe bir şeylerin kanadıgını...


Şurasından, burasından eleştirmeye koyulursunuz:
"Şöyle görünse, öyle demese, değişse biraz ya da eskisi gibi olsa..."
başkalarını örnek göstermeye,
"Bak onlar nasıl yaşıyor" demeye başlarsınız.
Hem birlikte yaşayıp, hem özgür olmanın yollarını ararsınız.
Aşkınızın gözü kör değildir artık, yanlışını görür düzeltmek istersiniz.
"Eskiden böyle miydi ya..."
diye başlayan sohbetlerde açılır eleştirinin kapısı;
açıldıkça, bastırılmış itirazlar yükselir bilinçaltından...
Böyle süremeyeceğini bilirsiniz. Değişsin istersiniz.
O, sevgisizliğinize yorar bunu... İhanete sayar.
Tutkulu ilişkilerde ihanetin bedeli ölümdür.

Bir zamanlar bir gülücüğüyle alacakaranlığı ısıtan o rüya,
bir kabusa dönüşür birden...
Kapatır gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size...
Hoyrattır, bakmaz yüzünüze...
Zehir akar dilinden, konuşturmaz, suçlar, yargılar mahkum eder.
Mühürler dudaklarınızı, yırtar atar yazdıklarınızı,
siler sizi defterden...
"İyiliğin içindi hepsi, seni sevdiğim için..."
dersiniz, dinletemezsiniz.
Ayrılırsanız yaşamayacağınızı bilirsiniz, ama

İhanetten kırılmıştır kaleminiz; severek,
terk edersiniz...
"Madem öyle..." nin çağı başlar ondan sonra...
Madem ki siz böylesine tutkunken,
o hep başkalarını seçmiştir,
madem ki kıymetinizi bilmemiştir,
o halde "günah sizden gitmiştir".
Lanet ederek bu karşılıksız aşka, çekip gitmeleri denersiniz.
Aşkın göçmenlik çağı başlar böylece....
Daha özgür olacağınız limanlara demirlerseniz bir süre...
Ne var ki unutamaz, uzaktan uzağa izlersiniz


Etrafı bir sürü uğursuzla dolmuş, kurda kuşa yem olmuştur.
Deli kanlılar, eli kanlılar, uğruna ölenler,
sırtına binenler sarmıştır çevresini . . .
Gurur duyar onlarla, koynunda besler, gözünü oysunlar diye . . .
Uğruna kan dökenleri sever, yoluna gül dökenlerden fazla . . .
"Bana ne . . .kendi seçimi" diye omuz silkmeye çabalarsınız bir süre . . .
Ama sonra . . .
ansızın kulağımıza çalınan bir şarkı ya da
kapı aralığından
süzülüp gelen bir koku,


Yaban ellerde, başka kollarda ondan bahseder ağlarsınız.
Kokusunu özlersiniz; türküsünü söylemeyi, şarkısını dinlemeyi, yemeğini
yemeyi, elinden bir kadeh şarap içmeyi...
Karşı nehrin kenarından hasret şiirleri haykırırsınız,
sular kulağına fısıldasın diye... Dönüp
"Seni hala seviyorum"
diye bağırmak geçer içinizden... Dönemezsiniz.
Göremedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız.


Anlarsınız ki bir çaresiz aşktır bu, ne onunla olur, ne onsuz...
Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu,
hem "Ne olacak sonunda" kuşkusu...
Böyle sevemezsiniz, terk de edemezsiniz.
Sürünür
gidersiniz...

Can Dündar

semerkandi
08-10-2005, 15:36
Erzurumlu Rıfkı Amca

Lütfen sabırla okuyunuz:

"Vakit gece yarısı. Ortada ses sada yok. Uzaktan bir iki köpek havlaması duyuluyor o kadar. Rıfkı amcanın yüreği kıpır kıpır. Aksam üzeri hac işlemini birlikte yaptırdığı müstakbel hacı arkadaşlarıyla vedalaşmıs, evine gidiyor. Birkaç gün sonra Allah nasip ederse mukaddes topraklara doğru yola çıkacaklar. Bu duyguyu ailesi ve çocuklarıyla paylaşmak için aceleci. Tenha sokakta ilerlerken, loş ışığı henüz sönmemiş bir evin önüne geldiğinde pis bir koku burnunun direğini kırıyor. Öyle pis koku ki, midesi bulanıyor. "Üüffff!" diyor gayri ihtiyari, "Bu ne pis bir koku Allahım. Leş kokusu bu be." Koku sebebiyle sağına soluna bakınırken loş ışıklı pencereden bir ses duyuyor ağlamaklı:
-Anne pişmedi mi daha?
Durup içeriye kulak kabartıyor. Duyduğu ses yüreğini dağlıyor:
-Az daha sabret yavrum. Az kaldı. Bir başka çocuk sesi. Diğer kardeşi olmalı.
-Anne çok acıktım.
-Tamam oğlum pişiyor işte.
Pis koku insanın midesini bulandırıyor. Öğürmemek için çaba gerek. Peki yavrularını teselli etmek isteyen annenin sesindeki mahzunluğa ne demeli. Rıfkı amca duramıyor: "Ben altmis yaşıma gelmiş bir ihtiyarım. Merak ettim yahu. Bir gidip soracağım" diyor kendi kendine. O zamanlar terör nerde, anarşist nerde? Kimin aklına gelir art niyet. Üstelik biraz araştırsan herkes birbirini tanır. Hele Rıfkı amca ki, Erzurum'da bilmeyen çıkmaz. Biraz da bu cesaretle burnunun direği kırılsa da çalıyor kapıyı. Bir iki tıklatıyor tabii. Sonunda kapı çekingen bir şekilde gıcırtıyla açılıyor. Tamam işte, o leş kokusu içerden geliyor. Ama artık merak, kokuyu bastırmıştır. Kapı aralandı işte. Gencecik bir gelin. Otuz otuzbeş yaşlarında. Yüzüne yaşmak denilen cilbabını çekmiş kapi aralığından soruyor:
-Kim o?
-Benim kızım, ismim Rıfkı.
-Ne istersiniz?
-Yoldan geçiyordum. Sesler duydum. Halinizi merak ettim yavrum. Müsaade ederseniz bu meraktan kurtulmak istiyorum.
O esnada zaten çocuklar da annelerinin eteğinden tutarak kapı aralığından bu meçhul adama bakıyorlar, niçin geldiğini anlamak istercesine. Rıfkı amca üstleri başlari loş ışıkta bile perperişan olan bu çocukların halini görünce koyveriyor kendini. Dünyası allak bullak oluyor.
Ne haccın sevinci kalıyor yüreğinde, ne az önceki manevi heyecan. O yürek şimdi bir sorumlulukla sarsılıyor. Bir mü'min olarak, bu gece vakti iki küçük çocukla bu tenha sokakta loş ışığın altında hayat mücadelesi veren bu sahipsiz genç kadının halinden sorumlu hissediyor kendini.
-Kimin kimsen yok mu kızım?
-Yok amca. Kocam öleli iyice naçar kaldım.
-Evine misafir olabilir miyim?
-Buyur gel ama...
Cümlenin sonundaki "ama"nın ne anlama geldiğini çok iyi biliyor Rıfkı amca. "Ne oturtacak misafir odam var, ne ikram edecek bir kahvem" denilmek isteniyor. Ne fark ederdi ki, Rıfkı amca ne misafir köşesine kurulmak ne de kahve içmek istiyor. Onun tek derdi bu kimsesiz ailenin halini öğrenmek. Öğreniyor tabi. Yüreği kıyım kıyım kıyılarak öğreniyor. Kapıdan içeri girer girmez dayanamayıp soruyor:
-Kızım bu pis koku ne Allasen?
Susuyor genç kadın. Dudaklan titriyor. Gözlerinden aşağı inen yaşları fazla saklayamıyor. Başını kaldırıp şöyle bir bakıyor, gece yarısı belki de Allah tarafından gönderilen nur yüzlü ihtiyara.
-Söyle yavrum çekinme söyle.
-Ölmüş köpek eti amca. Ardindan hıçkırıklarını koyveriyor anne. Başını Rıfkı amcanın omuzuna koyup babasına sarılır gibi çaresizliğini anlatıyor:
-Çocuklarım aç amca. Kimsem yok. Ne yapaydım? Kime gideydim. Rıfkı amca taş mi sanki? Kim dayanır o hale? Koskoca adam, çocukluğundan beri ilk kez hıçkırarak ağlıyor, hem de çocuklar gibi:
-Allahım affet... Allahım affet!..
Çocuklar melül melül annesiyle birlikte ağlayan ak saçlı adamın yüzünden aşağı süzülen yaşlara bakadursunlar, Rıfkı amca ani bir kararla anneyi omuzundan tutuyor:
-Tamam kızım, artık ben yanındayım. Sen benim kızımsın, bunlar da torunlarım. Hemen indir o leşi ocaktan. Bekleyin ben yarım saate kalmaz gelirim. Kimsede konuşacak hal yok. Rıfkı amca kapıdan çıkar çıkmaz, ardından atlı kovalarcasına koşuyor. Hem koşuyor hem söyleniyor:
-Hacca gitmiyorum bu sene. Hacca gitmiyorum. Allahım affet. Hacca gitmiyorum. Kendi evine vardığında evdekilerin yüreği agzına geliyor. Eyvah, babalarına ne oldu? Öyle ya Rıfkı amcanın göğsü körük gibi inip kalkıyor.
-Baba, bu ne hal?
-Hemen dediğimi yapın!
-Tamam da baba?
Ardından talimatlar yağdırıyor herkese:
-Hanım, kullanmadığın ne kadar tabak çanak varsa hepsini çıkart. Yastık yorgan, halı kilim ne varsa çıkartın. Bu telaş üzerine Rıfkı amcanın diğer çocukları da başına üşüşüyor. Ama baba bu. Kimse bir isteğini ikileyemez. Öyle bir saygı var o zaman. Rıfkı amca, hem aglıyor hem oğluna kızına torunlarına emirler yağdırıyor tatlı tatlı:
-Sen badana boya için kireç vs tedarik et; sen keser çekiç çivi falan ayarla. Sizler yastık yorgan çarşaf çıkartın. Sen un yağ şeker gibi erzak hazırla. Haydi hemen yola çıkacağız! "Eyvaah" diyor aile, "Rıfkı amca hac sevdasıyla aklını oynattı." Çünkü gece gündüz hac için hazırlık yapan bu adama birden ne oldu da bu hale geldi? "Tamam bu iş burda bitti" diyor aile. Ama bakalım ne olacak? Yarım saat sonra baba önde, yastık yorgan, mala çekiç, tencere tabak, ailesi ardında. Rıfkı amca yine aynı heyecanla kapıyı tıklatıyor. "Geldik yavrum, aile nerdeyse küçük dilini yutacak. Ama az sonra işin sırrı anlaşılıyor. Bu kez görev taksimatı hemen oracıkta yapılıyor. Mağdur anne ve çocukları hemen Rıfkı amcanın evine misafir olarak götürülüyor. Çocukların yemekleri hazırlanacak. Güzelce yıkanıp temizlenecek ve karınları doyurulacak. Orda kalanlar da kadıncağızın evini oturacak hale getirecekler. Sabaha kadar evin altı üstüne getiriliyor. Biri kapıyı pencereyi tamir ediyor. Biri boyayı badanayı başlatıyor. Yastıklar yorganlar yerleştiriliyor. Kilimler seriliyor. Ev sabaha bayram evi gibi hazırlanıyor. Üstelik o gürültüyü ne bir komsu duyuyor, ne kimse rahatsiz oluyor, hayret!.. Sabah ezanlanyla birlikte hersey tamam. Rıfkı amca ertesi gün huzura kavuşmuş, belli. Sakinleşmiş halde, çocukları tekrar evinde ziyaret ediyor. Erzak getirilmis çuval çuval. Ayrıca hacca gitmek için ayırdığı parayı da genç anneye teslim ediyor.
-Amca Allah senden razı olsun. Allah gönlüne göre versin.
Birkaç gün sonra Hacı adayları yola revan oluyorlar. Rıfkı amca arkadaşlarını yolcu ederken bir garip halde. O mübarek topraklara gidemediği için yüregi buruk. Gerçi çaresiz bir annenin imdadına yetiştiği için de huzurlu. Bu garip duygularla yol arkadaslarını uğurlayıp, mahzun bir şekilde arkalarından el sallarken, Rıfkı amcanın çocukları, babalarının bu haline doğrusu çok üzülüyorlar. İkibuçuk ay boyunca hacdan dönen arkadaslarının yolunu gözlüyor Rıfkı amca. Hiç olmazsa onlardan dinleyecek o mübarek yerleri. Ama Rıfkı amcanın ailesi bir kere daha saşıracak. Çünkü hacdan dönen arkadaşlarının soluk aldığı ilk yer Rıfkı amcanın evi. Herkes Rıfkı amcaya gelip, hürmetle elini öpmek için eğiliyor. Rıfkı amca bile saşkın:
-Hayırdır, hacdan dönen sizsiniz. Ben size gelecekken?
-Sen oradaydın. Bizden sonra nasıl gittin? Bizden önce nasıl döndün Hacı Rıfkı?
-Yanılmış olmayasınız.
-Nasıl yanılırız Hacı Rıfkı, bize bu yeşil akikleri hediye vermedin mi?
Rıfkı amcanın buğulu gözleri uzak ufuklara dalıp giderken, hacı arkadaslari hala, ellerindeki yeşil akikleri Rıfkı amcaya gösterip onu inandırmaya çalışıyorlardı."


saygılarımla

muhabbet
08-10-2005, 16:15
diyecek tek kelime : merhamet et merhamet bul...

muhabbet
08-10-2005, 16:16
böle insanlar olduğu için ayakta bu dünya. yoksa dünya başını alıp bir yıldıza vuracak ve kendi başını dağıtacak.

kemal
08-10-2005, 22:17
men la yerham la yurham

(merhamet etmeyene merhamet olunmaz)

greenback
08-10-2005, 22:39
el minkuzu min ad dallal...

tercumesi uzun...

Bir böceğin ateşin etrafında dönüşü gibi birşey...

Ama yazarı Gazali...

Hazır ecnebice yazıyorsak dedim...


İyilik et,iyi ol....

illa iyilik bulmak peşinde koşma...

kemal
08-10-2005, 22:42
el minkuzu min ad dallal...

tercumesi uzun...

Bir böceğin ateşin etrafında dönüşü gibi birşey...

Ama yazarı Gazali...

Hazır ecnebice yazıyorsak dedim...


İyilik et,iyi ol....

illa iyilik bulmak peşinde koşma...

El-Munkızu min-ed dalal

lutas
12-10-2005, 17:36
Kötü karakterli bir genç varmış.
Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş.
"Arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin zaman
her sefer bu tahtaperdeye bir çivi çak" demiş.
Genç, birinci gün tahtaperdeye 37 çivi çakmış.
Sonraki haftalarda kendi kendine
kontrol etmeye çalışmış ve geçen
her günde daha az çivi çakmış.
Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış.
Babasına gidip söylemiş.
Babası onu yeniden tahtaperdenin önüne götürmüş.
Gence "Bugünden başlayarak tartışmayıp
kavga etmediğin her gün için
tahtaperdeden bir çivi çıkart, sök" demiş.
Günler geçmiş.
Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış.
Babası ona

"Aferin iyi davrandın ama bu tahtaperdeye dikkatli bak.
Artık çok delik var.Artık geçmişteki gibi güzel olmayacak" demiş.

Arkadaşlarla tartışıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler söylenilir.
Her kötü kelime bir yara (delik) bırakır.
Arkadaşına bin defa kendisini affettiğini söyleyebilirsin
ama bu delik aynen kalacak(kapanmayacak).

İyiye herkes iyi,
yiğitlik kötüye iyi olmakta...

La edri...

balaban
12-10-2005, 23:40
OLUR YA UNUTURSAM

Yağmurlu ve soğuk bir kış günü,yırtık pırtık paltolar giymiş iki çocuk kapımı çaldı.

"Eski gazeteniz var mı, bayan?"

Çok işim vardı. Önce hayır demek istedim,ama ayaklarına gözüm ilişince sustum.İkisinin de ayaklarında eski sandaletler vardı ve ayakları su içindeydi.
"İçeri girin de size kakao yapayım." dedim.

Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz bırakmıştı. Kakaonun yanında reçel ekmek de hazırladım onlara, belki dışarıdaki soğuğu unutturabilir, azıcık da olsa ısıtabilirdim minikleri. Onlar şöminenin önünde karınlarını doyururken ben de mutfağa döndüm ve yarıda bıraktığım işleri yapmaya koyuldum. Oturma odasında ki sessizlik dikkatimi çekti. Bir an kafamı uzattım içeriye küçük kız elindeki boş fincana bakıyordu.

Erkek çocuğu bana döndü ve "Bayan, siz zengin misiniz?" diye sordu.
"Zengin mi? Yo hayır!" diye cevaplarken çocuğu, gözlerim bir an
Ayağımdaki eski terliklere kaydı. Kız elindeki fincanı tabağına dikkatle yerleştirdi ve
"Sizin fincanlarınız ve fincan tabaklarınız takım." dedi.

Sesindeki açlık, karın açlığına benzemiyordu. Sonra gazetelerini alıp çıktılar dışarıdaki soğuğa.Teşekkür bile etmemişlerdi, ama buna gerek yoktu.Teşekkür etmekten daha öte bir şey yapmışlardı.Düz mavi fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı. Pişirdiğim patateslerin tadına baktım.

Sıcacıktı patatesler. Başımızı sokacak evimiz vardı. Bir eşim vardı ve eşimin de bir işi, bunlar da fincanlarım ve fincan tabaklarım gibi uyum içindeydi. Sandalyeleri şöminenin önünden kaldırıp, yerlerine yerleştirdim. Çocukların sandaletlerinin çamur izleri halının üzerindeydi hala.
Silmedim ayak izlerini. Silmeyeceğim de.

Olur ya; unutuveririm ne denli zengin olduğumu. Siz sakın unutmayın ne kadar zengin olduğunuzu... Ben unutmayacağım.

Dosttan gelen bu nefis öyküye yakışan nefis bir Özdeyiş

"Ayakkabım yok diye üzülüyordum;
ta ki ayaksız bir insan görene kadar"

ALINTI

bahmet
14-10-2005, 01:25
dün bir rüya gördüm. rüyada dayımın oğlu ölüyor. ben evlerine gidiyorum ama ölü evi abimin kayınpederinin evi camiye gidiyoruz cami kaynarcadaki bir cami (amcamın eskiden oturduğu yer).eskiden rüyamda uçardım. müthiş bir huzur verirdi. şimdi ise böyle abuk sabuk rüyalar görüyorum. ben eskiden kaliteli bir insandım artık değilim. ee ne kadar ekmek o kadar köfte.

lutas
14-10-2005, 09:28
Canım Oğullarıma...

fenerce
15-10-2005, 12:53
Tarih 1995 yılının 28 ekimi
Yer taksim meydanı MC önü

İstanbula taşınalı 10 gün olmuş 7 yıldır tanıdıgım biri arkadasımı bekliyorum.Kabul etmeyecegini bildigim bir teklif yapmayı planlıyorum.Gerginim.

Çok kalabalık bir gun ve bir anda MC den üstübaşı kir bas icinde saçı sakılına karışmış 35-40 yaşlarında biri fırlıyor elinde bir hamburger arkasından bir gorevli ve bir tursit kosuyor.Kovalama 2-3 metrede sonuçlanıyor.Turist gorevliye sorun olmadığını söyleyerek elindeki colayıda adama veriyor.

Bu üstü başı perişan adamın davranışlarıda dengesiz çevredekilerden para istiyor rahatsız ediyor....Elimde bir miktar bozuk para ile adamın bana gelmesini bekliyorum.

Sonunda benim önüme dikiliyor adam bir seyler mırıldanıyor.Elimdeki bozuk parayı uzatıyorum.Almıyor ....o an mırıldandığı sözlere dikkat ediyorum bana

"GÜLSENE" diyor

Belli belirsiz tebbesüm ediyorum.Parayı almadan benden uzaklaşıyor.

Arkadaşım geliyor bekledigim gibi teklifimi kabul etmiyor.....

O günden beri ne zaman kendimi çaresiz hissetsem o adamı hatırlarım ve kendime gülsene derim.

saygılar

lutas
16-10-2005, 01:12
Bizim Kuşak...

Cinnamon
20-10-2005, 22:10
Mahalle çocuğu olarak büyüyenlere nostalji...

Apartman çocuğu olarak büyüyenlere de "neler kaçırmışız!" deme fırsatı...

soros74
20-10-2005, 22:15
Mahalle çocuğu olarak büyüyenlere nostalji...

Apartman çocuğu olarak büyüyenlere de "neler kaçırmışız!" deme fırsatı...
Bu çağın son dönemlerine yetiştiğim için şanslıyım...

varyemez
20-10-2005, 22:32
Mahalle çocuğu olarak büyüyenlere nostalji...

Apartman çocuğu olarak büyüyenlere de "neler kaçırmışız!" deme fırsatı...
harika yaa, ben bunların hepsini yasadım...:)

Cinnamon
20-10-2005, 22:41
Şanslı kuşaktansın... :tamam:

varyemez
20-10-2005, 22:44
bizim veletler çok şasıracak,
cep telefonsuz,bilgisayarsız bir yasam olabilirmi diye....

pride
20-10-2005, 23:35
Mahalle çocuğu olarak büyüyenlere nostalji...

Apartman çocuğu olarak büyüyenlere de "neler kaçırmışız!" deme fırsatı...


kucuklugume dondum ya gozlerımın onunden fılm serıdı gıbı gectı hersey hepsı dogru hepsi....kım hazırlamıssa tebrık etmek lazım sızede tesekkurler sn cınnamon

balaban
23-10-2005, 17:06
Hamalsan iki şey önemli oluyor senin için:

Yük ve yol...

Ancak sırtına aldığın yükle bu mesafeyi aşabilirsen, ücret mevzu bahis oluyor. Aksi olursa, cereme çekiyorsun!

Bunu düşünüyordum. Yanımdaki hamalla yola çıktık. İhtiyardı. Kendinden büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise birkaç bavul vardı sadece, onunkinin çeyreği... Diyordum ki içimden "Çok gitmeden kıvrılırsa titreyen bacakları, yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!.."

Nitekim, çok geçmeden dedi ki: "Mola vakti. Gel biraz dinlenelim!...
"Ne molası, dedim ona hayretle. Ben daha terlemedim!.."

Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü. Salarken yükünün ipini "Sen de dinlen hadi" dedi. Benim canım sıkılmıştı bu işe. Genç olduğumu, ondan kuvvetli olduğumu, bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu düşünüyordum. O ihtiyar, bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce dinleniyorken, ben huzursuz bir şekilde ayakta dolanıyordum. Bir saat kadar sonra yine durdu,
oturdu, dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım etrafında...

"Yükünü indirip sen de dinlen", demesine aldırmadım, ona daha çok kızdım...
Sonra yine durdu. Bana da "dinlenmemi" söyledi yine ama dinlenmedim. Yarım saat sonra "dinlenelim mi" diye sordu, aksi aksi başımı salladım...
Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum, birden bire dizlerimin bağı çözüldü.
Kafamın içinde uçuşan kara kara sinekler sustu, çöküp kaldım. Kayış kolumdan çıktı, sırtımdaki bavullar kaydı. Ne kadar zaman geçtiğini fark etmedim.
Uyumuştum da uyandım mı, yoksa bayılmıştım da ayıldım mı anlamadım...
Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı, içtim. Sonra koluma girerek;
"Hadi kalk, dedi. Bana yaslan. Ağır ağır gider ve bir süre sonra gene dinleniriz."
Dediğini yaptım. Omzundan güç aldım, ama asıl anlattıkları iyi geldi bana.
"Ben yılların hamalıyım, dedi. Nice pehlivan yapılı adamlar gördüm. Çoğu, dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda... Yolda gördüğümüz saçılmış kuru kemiklerin çoğu, anlattığım bu insanlara ait...

Halbuki bir yükü "taşımak" bizim işimiz, "altında ezilmek" değil!.. Unutma ki bir yük taşıdıkça ağırlaşır. Dinlenerek sen yükünü hafifletiyorsun! Belki günün birinde hamallığın şekli değişir. Belki o günleri ben göremem.

Ama sen kavuşursan o zamanlara, aman ha, kafanın içinde de sakın yük taşıma...

Akşamları bırak ve hafifle...

Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü.

Bizim işimiz, bugünü yarına taşımak, bugünün altında yok olmak değil. Çünkü yarınlarda bizi bekleyenler var, taşıdıklarımızı bekleyenler var...

Morientes
23-10-2005, 20:34
tevazu: hakkaten eskiden böyle bir kelime vardı. unutuldu gitti. yeni nesil
ne anlama geldiğini bilmez. bilsede önemsemez.
***

Bir adamcagiz kötü yoldan para kazanip bununla kendisine bir inek alir.

neden sonra, yaptiklarindan pis man olur ve hiç olmazsa iyi birsey yapmis
olmak için bunu Haci Bektas Veli 'nin dergahina kurban olarak bagislamak
ister. o zamanlar dergahlar ayni zamanda asevi islevi görüyordu.

durumu Haci Bektas Veli 'ye anlatir ve Haci Bektas Veli helal degildir diye
bu kurbani geri çevirir. bunun üzerine adam Mevlevi dergahina gider ve ayni
durumu Mevlana 'ya anlatir mevlana ise bu hediyeyi kabul eder. adam ayni
seyi Haci Bektas veli'ye de anlattigini ama onun bunu kabul etmemis
oldugunu söyler ve Mevlana 'ya bunun sebebini sorar.
Mevlana söyle der:

- biz bir karga isek Haci Bektas veli bir sahin gibidir. öyle her lese
konmaz. o yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul
etmeyebilir.

adam üsenmez kalkar Haci Bektas dergahi'na gider ve Haci Bektas veli'ye,
Mevlana'nın kurbani kabul ettigini söyleyip bunun sebebini bir de Haci
Bektas veli'ye sorar. Haci Bektas da söyle der:

- bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana'nın gönlü okyanus gibidir.
bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü
kirlenmez. bu sebepten dolayi o senin hediyeni kabul etmistir.

Morientes
25-10-2005, 23:31
Aşağıdaki yazıt bir Kızılderili kitabesinden
alınmıştır.

- Yalan tohumdur. Bire kırk verir. Verdiği kırkın her biri bir tohumdur ki
bire kırk verir.

- Bilgi de tohumdur. Bire yüz verir. Verdiği yüzün her biri bir tohumdur
ki; sana bilgelik, torunlarına da ilham verir.

- Zeka sudur. Tohumları yeşertir. Yalanı da bilgiyi de.

- Yetenek topraktır. Ne ekersen onu biçersin. Ekmezsen üzerinde ayrık
otları biter.

- Emek güneştir. Tohuma da suya da toprağa da hayat verir.

- Kader çadırındaki kilim gibidir. İpliğini Ulu Manitu verir sen dokursun.
Deseni sendendir, renkleri Tanrı'dan.

- Şans doğal gübredir. Ne zaman nereye düşeceği
belli olmaz. Kilimine düşerse kirletir. Desenini değiştirir. Oysa toprağına düşerse besler.

semerkandi
31-10-2005, 00:29
Aslan ile tavşan
http://www.vatanim.com.tr/pics/yazarlar/11.jpgMevlâna'nın "Mesnevi" de anlattığı hikâyelerden biri, aslan ile tavşanın hikâyesidir. Mevlânâ hikâyeye dersler de yerleştirmiştir...

Ormandaki hayvanlar her gün içlerinden birini yakalayıp yutan aslanın korkusudan inlerinden çıkamaz olmuş. Yine de aslan ne yapıp edip yine her gün birini yakalıyor, karnını doyuruyormuş. Sonunda hayvanların canlarına yetmiş, bir heyet kurup aslanın huzuruna çıkmış ve tekliflerini söylemişler:

"Sana gündelik yiyecek verip doyuralım. Sen de bundan sonra av peşine düşüp ormanı hepimize zehir etme..."

Uzun uzun tartışmışlar. Aslan teklifin altında hile olup olmadığını anlamaya çalışmış. Heyettekiler her dediğine bir cevap vermiş ve sonunda ikna olmuş: Hiçbir zahmete katlanmayacak, hiçbir av teşebbüsünde bulunmayacak ve o günün kısmeti kendi ayağıyla önüne gelecek...

Bu düzen çalışmaya başlamış, hayvanlar her gün aralarında kura çekiyor, kurada çıkan ayağıyla aslana gidip yem oluyormuş. Bir gün kura tavşana isabet etmiş. Ve ilk kez kaderine haykıran tavşan olmuş, "dostlar bana biraz zaman tanıyın, bir hile bulacağım ve bu zulümden kurtulacağız" demiş... Hayvanlar "hilen nedir, söyle de ikna olalım" diye karşı çıkmış ama tavşan sır vermemiş ve kafasına koyduğunu uygulamaya başlamış.

Aslan, tavşan gecikti diye hiddet içinde pençesini yere vurup vurup kükrüyor, "O alçaklara güven olmayacağını biliyordum, işte saflık ettim ve aç kaldım" deyip duruyormuş...

Tavşan aslana gitmekte epeyce gecikmiş, hilesini tam kurmuş ve yola çıkmış. İyice kızmış olan aslan tavşanın ağır ağır geldiğini görmüş ama bakmış ki korkusuz ve çalımlı bir halde geliyor... (Müteessir ve zebun bir halde gelişten suçluluk anlaşılır. Ama cesurluk her türlü şüpheyi giderir.)

Tavşan önüne gelince aslan kükremiş: "Bre adam evladı olmayan! Ben ki filleri parça parça etmişim; erkek aslanların kulağını burmuşum! Bir tavşan parçası kim oluyor ki emrimi ayaklar altına alırsın!"

Tavşan aynı korkusuz ifadeyle cevap vermiş:

"Efendimiz affederlerse aman dileyeceğim, mazeretim var".

Ve anlatmış:

"Bana bir başka tavşanı da yoldaş etmişlerdi, birlikte yola düşmüştük. Yolumuzu bir erkek aslan kesti, biz söyledik, padişahımız bizi bekliyor, diye. Ama o kim oluyor sizin padişahınız diye kükredi. Arkadaşım şişmanlık ve güzellikte benim üç mislim olduğu için onu aldı ve gitti. Hem dedi ki, o yolu kendisi kapatmıştır ve oraların padişahı artık odur..."

Aslan çok kızmış: "Nerede o? Haydi düş önüme! Cezasını vereyim. Fakat sözün yalansa seni cezalandırırım!"

Tavşan aslanın önüne düşmüş, önceden tespit ettiği kuyunun başına getirmiş. Kuyuya yaklaşırken aslan tavşanın geride kalmaya çalıştığını sezmiş, "Niçin ayağını geri çektin, gel buraya" demiş... Tavşan, "Elim ayağım kesildi, korkudan ne haldeyim görmüyor musun" diyerek yanına gelmiş, "O aslan bunun içinde, beni kucağına al koru" diye üstelemiş.

Aslan tavşanı kucağına almış ve eğilip kuyuya bakınca sudaki aksini görmüş...

Kucağında kendisinden çaldığı tavşanla düşmanını gördüğüne emin olmuş ve tavşanı bırakıp düşmanına saldırmış... (Zalimlerin zulmü karanlık bir kuyudur, bütün alimler böyle der.)

Aslanı kuyunun dibine gönderen tavşan hemen diğer hayvanların beklediği çayıra dönmüş, onlar da çok sevinmişler. Tavşan hepsini susturmuş ve nasihat etmiş: "Dışarıdaki düşmanı öldürdük, içimizde ondan beter bir hısım var. Aslan da aslında kendi içindeki hasmına mağlup oldu. Bu öyle bir hasımdır ki bütün bir alemi lokma edip yutar da, daha fazla yok mu diye bağırır..."

Hayvanlar bu öğütleri dinlemiş, yine de aslandan kurtuldukları için çok memnun dağılmışlar...

YAZAN: OKAY GÖNENSİN

saygılarımla

balaban
01-11-2005, 00:22
Bugunlerde herkes gitmek istiyor. Küçük bir sahil kasabasina,
bir baska ülkeye,daglara, uzaklara...
Hayatindan memnun olan yok. Kiminle konussam ayni sey...
Her seyi, herkesi birakip gitme istegi.
Öyle ''yanina almak istedigi üç sey'' falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Her seyi, herkesi götürdün demektir.
Keske kendini birakip gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hadi kendimize raziyiz diyelim,
öteki de olmuyor,
ani her seyi yüzüstü birakmak göze alinamiyor.
Böyle gidiyor iste.
Bir yanimiz ''kalk gidelim'',
öbür yanimiz "otur'' diyor.
''Otur'' diyen kazaniyor.
O yan kalabalik zira.
Is, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile, güvende olma duygusu..
En kötüsü aliskanlik.
Aliskanligin verdigi rahatlik, monotonlugun dogurdugu bikkinligi yeniyor.
Kaliyoruz.
Kus olup uçmak isterken agaç olup kök saliyoruz.
Evlenmeler...
Bir çocuk daha dogurmalar...
Borçlara girmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alikoyabiliyor.
Misal, ben...
Kapidaki Rex'i birakip gidemiyorum. Degil bu sehirden gitmek,
iki sokak öteye tasinamiyorum. Alip götürsem gelmez ki...
Bütün sokagin köpegi oldugunun farkinda.
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
''Sirtinda yumurta küfesi olmak'' diye bir deyim vardir;
evet, sirtimizda yumurta küfesi var hepimizin.
Kendi imalatimiz küfeler.
Ama egreti de yasanmaz ki bu dünyada. Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazim. Inadina kök salmak lazim.
Bari ufak kaçislar yapabilsek.
Var tabii yapanlar. Ama az.
Sadece kaymak tabakasi.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif...
Denk olsa. Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün.
Sabah 09.00, aksam 18.00.
Sonra baska mecburiyetler.
Sıkışıp kaldık.
Sirf yeme, içme, barinmanin bedeli bu kadar agir olmamali.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karsiligi bir ömür yani.
Ne saçma.
Bahar midir bizi bu hale getiren?
Galiba.
Ben her bahar ásik olmam ama her bahar gitmek isterim.
Gittigim olmadi hiç.
Ama olsun... Istemek de güzel.

CAN YÜCEL

tent
01-11-2005, 00:27
Bugunlerde herkes gitmek istiyor. Küçük bir sahil kasabasina,
...
CAN YÜCEL
mesela DATÇA.:p

kentuf
01-11-2005, 00:29
Bugunlerde herkes gitmek istiyor. Küçük bir sahil kasabasina,
bir baska ülkeye,daglara, uzaklara...
Hayatindan memnun olan yok. Kiminle konussam ayni sey...
Her seyi, herkesi birakip gitme istegi.
Öyle ''yanina almak istedigi üç sey'' falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Her seyi, herkesi götürdün demektir.
Keske kendini birakip gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hadi kendimize raziyiz diyelim,
öteki de olmuyor,
ani her seyi yüzüstü birakmak göze alinamiyor.
Böyle gidiyor iste.
Bir yanimiz ''kalk gidelim'',
öbür yanimiz "otur'' diyor.
''Otur'' diyen kazaniyor.
O yan kalabalik zira.
Is, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile, güvende olma duygusu..
En kötüsü aliskanlik.
Aliskanligin verdigi rahatlik, monotonlugun dogurdugu bikkinligi yeniyor.
Kaliyoruz.
Kus olup uçmak isterken agaç olup kök saliyoruz.
Evlenmeler...
Bir çocuk daha dogurmalar...
Borçlara girmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alikoyabiliyor.
Misal, ben...
Kapidaki Rex'i birakip gidemiyorum. Degil bu sehirden gitmek,
iki sokak öteye tasinamiyorum. Alip götürsem gelmez ki...
Bütün sokagin köpegi oldugunun farkinda.
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
''Sirtinda yumurta küfesi olmak'' diye bir deyim vardir;
evet, sirtimizda yumurta küfesi var hepimizin.
Kendi imalatimiz küfeler.
Ama egreti de yasanmaz ki bu dünyada. Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazim. Inadina kök salmak lazim.
Bari ufak kaçislar yapabilsek.
Var tabii yapanlar. Ama az.
Sadece kaymak tabakasi.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif...
Denk olsa. Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün.
Sabah 09.00, aksam 18.00.
Sonra baska mecburiyetler.
Sıkışıp kaldık.
Sirf yeme, içme, barinmanin bedeli bu kadar agir olmamali.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karsiligi bir ömür yani.
Ne saçma.
Bahar midir bizi bu hale getiren?
Galiba.
Ben her bahar ásik olmam ama her bahar gitmek isterim.
Gittigim olmadi hiç.
Ama olsun... Istemek de güzel.

CAN YÜCEL
evet genelde lafta kalıyor .Mantıklı düşünüp kazançtan fedakarlık ve bu hayatı istiyormuyum buna dayanabilirmiyim demek lazim .gidip feryat figan geri dönenlerde var yok değil hemde kaymak tabakasından istanbula bu paldır küldere yok diyen var bu sessizlik bu hayat bizi bozar ne varsa istanbul da diyende çok .en güzel kaçamaklar yapmak gibi belli bir yaşa kadar sonra duruma göre .ama ticareti daha sakin bir ortama taşımak mümkünse hiç durmamak lazim .

balaban
01-11-2005, 00:29
mesela DATÇA.:p

İyi seçim. Güle güle.:D

Morientes
01-11-2005, 00:31
İyi seçim. Güle güle.:D
:) :) :)

kentuf
01-11-2005, 00:32
mesela DATÇA.:p
hadi arsa benden kaçak evi kondurmaktan senden on yıl otur devret pehh .denize 1 km .ciddiyim güle güle :gulen: .yap işlet devret nasıl ama pehh

balaban
01-11-2005, 00:35
evet genelde lafta kalıyor .Mantıklı düşünüp kazançtan fedakarlık ve bu hayatı istiyormuyum buna dayanabilirmiyim demek lazim .gidip feryat figan geri dönenlerde var yok değil hemde kaymak tabakasından istanbula bu paldır küldere yok diyen var bu sessizlik bu hayat bizi bozar ne varsa istanbul da diyende çok .en güzel kaçamaklar yapmak gibi belli bir yaşa kadar sonra duruma göre .ama ticareti daha sakin bir ortama taşımak mümkünse hiç durmamak lazim .


İstanbul dışında yaşamak, İstanbul'a alıştıktan sonra çok kolay değil.

balaban
01-11-2005, 00:36
hadi arsa benden kaçak evi kondurmaktan senden on yıl otur devret pehh .denize 1 km .ciddiyim güle güle :gulen: .yap işlet devret nasıl ama pehh

Yolu biraz problem.

tent
01-11-2005, 00:40
hadi arsa benden kaçak evi kondurmaktan senden on yıl otur devret pehh .denize 1 km .ciddiyim güle güle :gulen: .yap işlet devret nasıl ama pehh
uyar valla, konuşalım.
ve ben de son derece ciddiyim.:)

tent
01-11-2005, 00:46
İstanbul dışında yaşamak, İstanbul'a alıştıktan sonra çok kolay değil.
aslında daha kolay. özlüyorsun, geliyorsun. görmek istediklerini görüyorsun, dolu dolu yaşıyorsun ve dönüyorsun.
bir sürü günlük sorun, senin için geçici şeyler oluyor.
işin hoş tarafı, belli bir bütçe ayırdığın için, harcama yaparken düşünmüyorsun. zaten o parayı gösden çıkartmışsın. kadehi 10 ytl'ye şarap içip, yine 10 ytl.lik somonlu sandviç yiyorsun, modern sanatlar müzesinin kafesinde. istanbul'da otursan hayatta vermezsin o parayı.:)

tent
01-11-2005, 00:47
Yolu biraz problem.
elektrik ve su olduktan sonra yol sorun değil. her gün çarşıya inmek gibi bir zorunluluğun yoksa tabi..

balaban
07-11-2005, 19:35
Haşmet Babaoğlu (06.11.2005)

Gelip geçen zaman ve biz




Zeytinliğin içinden yaprakları gümüşlendirerek geçip denize kadar inen sabah ışığı...

Serin çarşaflar, sıcak ten...

Yeni sulanmış sardunyaların acı kokusu.

Itır ve kızarmış ekmek kokusu...

O'na dokunmanın, ayva reçelinin, tuzun tadı.

Yağın masum, sirkenin günahkâr tadı...

Ve sözcükler!..

Bizi birbirimize bağlayan sözcükler: Neredeyse rastgele dökülen sözcükler...

Bazen bitip tükenmek bilmeyen konuşmalara yol gösteren, bazen dingin suskunlukların kapısını açan sözcükler...

Onlar varsa sanki zaman yok!

Fakat gerçek öyle değil; onlar uçucu, akıp giden zaman kalıcı...

Bütün ağırlıklarına rağmen onlar izler ve imgelerden ibaret!

Kaderleri bu!

Ama hayatı çekilir kılan onlar, zaman değil!

Yoksa zaman ne ki! Şairin dediği gibi, "solgun ve gri bir koridor" belki ve "orada çok üşüyoruz!" (Birhan Keskin)



***

İnsan kendine bin bir türlü sarhoşluk bulur.

Alkollü veya alkolsüz...

Bin bir türlü hipnoz yaşar.

Gözleri açık ama uykulu.

Çünkü "telafisi imkânsız kayıp" gerçeğiyle yaşamaya katlanmak zordur, sarhoşluklar yetişir imdada!

Nedir o peki?

Zamandır; kaybettiğimiz zamandır.

Çoğunluk bunu kaçırılmış fırsatlar ve moda deyimle "keşfetme" imkânı bulunamamış hoşluklar olarak anlıyor.

Sakın! Yanlış!

Geçen hafta yazdım ya, hayat zaten hep kaçar...

Fırsatlar, imkânlar dediğimiz ne varsa kaygan ve sıvımtırak bir maddedir sanki!

Her seferinde parmaklarımızın arasından kayıp dökülür, geriye rahatsız edici ıslaklığı kalır...

Hayır! Sorun, olmak isteyip de olamadıklarımızda değildir.

Sorun, olup da yine de "içini dolduramadıklarımız"dadır.

Neysen, nasılsan o olamamaktadır yani...

İşte o zaman acıtır zaman!

Telafisi imkânsız kayıp olarak zamanla yüzleşmek işte o durumda berbat bir tecrübedir.

Mesela "çift" olmuşuzdur.

Ama sadece adı böyle konulduğundan, sadece böyle yaşadığımızdan, böyle kurumlaştığından...

Bizi yataklarımız, evlerimiz, çoluklarımız çocuklarımız birbirimize bağlamaktadır ve zaman acımasızca gelip geçmektedir.

Ama bizi bağlayan bir tek koku, tat, his ve hayata dair tek bir güçlü ortak yargı yoktur.

Sevgili olup da olamamayı...

Baba olup da olamamayı...

Dost olup da olamamayı anlattırmayın bana!

Hatta... Hatta "insan" olup da azıcık olsun içini dolduramamayı hiç anlattırmayın şimdi!


***

Biliyorum, "Nereden çıktı bütün bunlar?" diye geçiriyorsunuz içinizden...

Belki Tim Parks'ın kabahati!

Onun "Kader" adlı romanını bir daha okuyorum şu sıralarda.

Roman kahramanı orta yaşlı evli adam, karısıyla birlikte oğlunun naaşını almak üzere hastane morgundadır.

Trafik kazasında ölmüş kızlarının işlemlerini yaptırmak için bir başka çift gelir morga.

Bizim adam onların acı çekişlerine bakar; kadının kocasının ceplerini yoklayıp kağıt mendil arayışına takılır gözleri...

O anda dank eder kafasına! "Bunlar bir çift" diye düşünür.

"Karımla ben asla böyle bir çift olamayacağız" diye düşünür acı içinde. "Kaybettiğimiz onca zamanı telafi edemeyiz. Karşımda olağanüstü güzellikte sergilenen bu içtenliğe biz artık asla ulaşamayız. Birbirimize böylesine hakiki destek olamayız."

pride
07-11-2005, 20:48
hadi arsa benden kaçak evi kondurmaktan senden on yıl otur devret pehh .denize 1 km .ciddiyim güle güle :gulen: .yap işlet devret nasıl ama pehh

yeni yasalara gore kacak konut yapmanız dahilinde yapılan bına yıkılmakla kalmayıp, yapana hapis cezasıda getirmektedir, ayrıca köylerde dahi şu anda yapı ruhsatı olmadan ınsaat başlamıyor, duyrulur:)

Morientes
08-11-2005, 00:43
Henuz 18 ini yeni bitirmiştin, enerji ve umutla dolu hayata başlamaya hazırdın... Ne oldu?
İstemediğin bir okula girdin. İnsanları mutlu etmek, saygı kazanmak, sevilmek için... Sevmediğin bir bölümde senelerini harcadın....
Ayaklarını sürüye sürüye gittin derslere... Çalışmak istemedin ama yine de zorladın kendini... Güç bela bitirdin sonunda... Ne ailen, ne de arkadaşların görmedi yaptığın fedakarlığı... Alkışlamadılar seni, omuzlarının üzerine çıkarmadılar, madalya takmadılar... Enerjin çoktan tükenmeye başladı bile... Kimse bilmez nasıl kendini feda ettiğini...
Ruhunu teslim ettiğini... Gençliğini tükettiğini...
Şimdi iş bulman gerek...Para kazanman, araba alman, ev alman gerek.....
İstemediğin bir işe girdin... Böyle olması gerekiyor diye... Sırf çevrendekiler bekliyor diye... İnsanları mutlu etmek, saygı kazanmak, sevilmek için... Sabahın köründe gidiyorsun işe...Sevmediğin insanlar ile gününü harcıyorsun... Heyecan duymadığın işlerle zamanını geçiriyorsun...
Yarının gelmesinden nefret ediyorsun...
Sevildiğini hissettin mi peki? Ya saygı? Bitti mi insanların istekleri?
Özgür müsün artık? Hayır hala özgür değilsin...Şimdi evlenmen gerek... Öyle ya yaşın geçiyor, evde mi kaldın ne? Arıyorsun etrafında uygun birisini, artık evlenmeliyim diyorsun...Acaba gerçekten istiyor musun? Sana uygun birisini buldun işte, boyu boyuna, mesleği mesleğine, parası parana göre...Peki ya kalbin?
Düğününden bir gece önce sessizce itiraf ettin kendine, ya doğru kişi değilse? Belli ki hazır değildin bu evliliğe... Evlenmek için evlendin...
İnsanları mutlu etmek, saygı kazanmak, sevilmek için...Mutlu oldun mu peki?
Kalbin heyecanla doldu mu? Akşam eve
koşarak döndün mü? Sevildiğini hissettin mi? Seviştin mi tüm varlığınla?
Daha evleneli bir sene dolmadı, insanlar çocuk demeye başladılar... İstedin mi gerçekten bir çocuk sahibi olmayı? Hazır mısın bir canlıyı yetiştirmeye?
Söyle bana ne verebilirsin bu küçük insana? Hayatı kendi gözlerinle hiç yaşadın mı? Ne istediğini biliyor musun? Ya istemediğini? Hiç risk aldın mı?
Sen hiç kendin için bir şey yaptın mı? Çocuğun bir gün sorarsa Özgürlük Nedir? Ne cevap vereceksin? Sen hiç özgürlüğü yaşadın mı?
Evliliğinde problemler yaşıyorsun... Sevmediğin bir insanla cehennemi paylaşıyorsun... Boşanmak fikri kafana gelip gelip gidiyor... cesaret edemiyorsun... İnsanlar ne der diyorsun... Gene kendi duygularının üzerine bir duvar örüp başka insanlar için evliliğinde kalıyorsun.... Fedakarlığını gören biri var mı? Yaşadığın ızdırabı senin gibi yaşayan? Korkuların seni hapsetmiş, her geçen gün etrafına bir duvar daha örüyorsun. Sevilmeme korkusu, yalnız kalma korkusu, başarısız olma korkusu, saygınlığını yitirme korkusu ve daha neler neler... Hayatında hiç korkmadığın bir gün oldu mu?
Cesaretle atıldın mı hiç, ya bilmediğin bir dünyaya girdin mi? Sevilmemeyi göze aldın mı hiç? Gülünç duruma düştün mü? Ağladın mı doyasıya, insanlara aldırmadan? Acı çektin mi hiç, hani öleceğini düşünecek kadar...Ve iyileşmeyi başarabildin mi hiç?
Yaş erdi kemale diyorsun, bu saatten sonra benden ne köy olur ne kılavuz.
Umutların tükenmiş, hayallerin yıkılmış... Koca bir ömür başka insanların kontrolü altında geçip gitmiş. Alışmışsın artık bu düzene, artık istesemde çıkamam diyorsun... Ve gene kendin için bir şeyler yapmaktan vazgeçiyorsun...
Ne olurdu istediğin okula gitseydin... Kim ne derse desin, ressam olsaydın... Müzisyen, Arkeolog, Sanatçı, Sporcu olsaydın... Hayattaki büyük adımları ancak hazır olduğunda sen istediğin için atsaydın... Ne olurdu biraz risk alsaydın? Biraz kendine güvenseydin? Biraz kendine inansaydın?
Ne olurdu seni çepeçevre saran zincileri kırıp, önünde ki duvarları aşıp, kendin olabilmeyi başarsaydın? Kim ne diyebilirdi sana? Gene kimse madalya takmazdı, gene kimse alkışlamazdı, gene kimse seni omuzlarının üzerine çıkarmazdı...
Ama sen kendine saygı duyardın!
Haydi şu anda şu dakika bir daha bak hayatına... Bu sefer kendin için bir şeyler yap...Bırak insanlar sevmesin seni, bırak senin mutsuzluğundan mutlu olmayıversinler, bırak takdir etmesinler, onaylamasınlar, bırak dedikodunu yapsınlar, itiraz etsinler...

Hayatında bir kere olsun bu riski al!
İstediğin mesleği yap... Zevk al ürettiğin işten... Uçarak git işine...
Keyif al birlikte çalıştığın insanlardan... Yaşamını kendin SEÇ ve MUTLU OL seçtiğin bu yaşamdan...
İstediğin insan ile istediğin zamanda evlen... İster 20 inde ol, ister 50 inde... Senden başka kim bilir doğru insanın kim olduğunu ve doğru zamanın ne zaman olduğunu? Dinleme başkalarını... Evlenmek için hiç bir zaman geç sayılmaz... Ve hatta istiyorsan asla evlenme... Bu yaşam senin, ve ızdırabını da, mutluluğunu da yaşayan tek sensin....
İstediğin zaman çocuk yap... Kendini hazır hissettiğinde, yaşama bir canlı getirmek istediğinde ve o çocuğa verecek bir şeylerin olduğunda... Ve hatta istemezsen hiç çocuk yapma...
İstiyorsan başka bir şehre taşın, başka bir ülkeye, başka bir kıtaya...
Mecbur değilsin bu şehire tıkılıp kalmaya...
İstiyorsan yeniden okula başla, yeni bir meslek, yeni bir hayat, yeni ben diyerek kendin için yaşa...
Şimdi soruyorum sana...
Ne zaman kendin için bir şeyler yapacaksın?

CAN DÜNDAR

burak911
23-11-2005, 10:18
Tarihte Lafı Gediğine Oturtanlar
---------------------------------

1. Churchill, avam kamarasında konuşurken, muhalif partiden bir kadın milletvekili, Churchill' e kızgın kızgın şöyle seslenir:
- "Eğer, karınız olsaydım, kahvenizin içine zehir karıştırırdım."
Churchill, oldukça sakin kadına döner ve lafı yapıştırır:
- "Hanımefendi, eğer karım siz olsaydınız, o kahveyi seve seve içerdim."

2. Bernard Shaw ile Churchill hiç geçinemez ve sık sık
birbirlerini iğnelermiş. Bernard Shaw, bir oyununun ilk gecesine, Churchill' i davet etmiş ve davetiyeye de bir pusula iliştirmiş:
- "Size iki kişilik davetiye gönderiyorum. Bir dostunuzu alıp
gelebilirsiniz. Tabii dostunuz varsa." Churchill, hemen cevap
göndermiş:
- "Maalesef o gece başka bir yere söz verdiğim için oyununuzu
seyretmeye gelemeyeceğim. Ikinci gece gelebilirim, tabii oyununuz ikinci gece de oynarsa."

3. Bir gün Eflatun, talebelerinden birini kumar oynarken yakalamış ve şiddetle azarlamış. Talebesi:
- "Iyi ama ben çok az bir paraya oynuyordum" diye itiraz edecek
olunca Eflatun cevap vermiş:
- "Ben seni kaybettiğin para için değil, kaybettiğin zaman için azarlıyorum."

4. Dünya nimetlerine ehemmiyet vermeyen yaşayış ve felsefesiyle
ünlü filozof Diyojen, bir gün çok dar bir sokakta zenginliğinden başka hiçbir şeyi olmayan kibirli bir adamla karşılaşır. Ikisinden biri
kenara çekilmedikçe geçmek mümkün değildir. Mağrur zengin, hor gördüğü filozofa:
- "Ben bir serserinin önünden kenara çekilmem" der. Diyojen,
kenara çekilerek gayet sakin şu karşılığı verir:
- "Ben çekilirim."

5. Meşhur bir filozofa:
- "Servet ayaklarınızın altında olduğu halde neden bu kadar
fakirsiniz?" diye sorulduğunda:
- "Ona ulaşmak için eğilmek lazım da ondan" demiş.

6. Kulaklarının büyüklüğü ile ünlü Galile' ye hasımlarından biri:
- "Efendim" demiş, "Kulaklarınız, bir insan için biraz büyük değil mi?"
Galile: - "Doğru" demiş, "Benim kulaklarım bir insan için biraz
büyük ama, seninkiler bir eşek için fazla küçük sayılmaz mi?"

7. Bir toplantıda, bir genç Mehmet Akif' i küçük düşürmek ister:
- "Affedersiniz, siz veteriner misiniz?" Mehmet Akif hiç istifini
bozmadan şöyle yanıtlamış:
- "Evet, bir yeriniz mi ağrıyordu?"

8. Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanlı padişahı gibi sefere
çıkacağı yerleri gizli tutarmış. Bir sefer hazırlığında, vezirlerinden biri
ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona:
- "Sen sır saklamayı bilir misin?" diye sormuş. Vezir:
- "Evet hünkarım, bilirim" dediğinde, Yavuz cevabi yapıştırmış:
- "Iyi, ben de bilirim."

9. Bir filozofa sormuşlar: - "Şansa inanır mısınız?" Filozof:
- "Evet, yoksa sevmediğim insanların başarılarını neyle
açıklayabilirdim."

Morientes
24-11-2005, 23:08
itibarı , içinde yaşadığın ortam belirler; karakteri, inandığın doğrular...


itibar sandığın şeydir; karakter, olduğun şey...

itibar dışardan gelir; karakter içerden...

itibar , yeni bir topluluğa girdiğinde sahip olduğundur; karakter, giderken
elinde olan...

itibarın, bir anda olur; karakterin, ömür boyunca...

itibarın, bir saatte öğrenilir; karakterin, bir yılda açığa çıkmaz...

itibar, mantar gibi büyür; karakter, sonsuza kadar sürer...

itibar, zengin veya fakir yapar; karakterse, mutlu ya da mutsuz...

itibar, insanların mezar taşına kazıdıklarıdır; karakter, meleklerin Tanrı
huzurunda senin için söyledikleri...

semerkandi
03-12-2005, 23:29
detaylar aşağıda

hexadecimalin yazısında

saygılarımla

hexedemical
03-12-2005, 23:42
bu gün haberlere çıkmış http://www.haberturk.com/news/207061.html

:(

haguan
03-12-2005, 23:59
:hmm: :hmm: :( :(

camarors
04-12-2005, 05:48
:( :( :( :mad: :mad: :mad:

San Francisco
09-12-2005, 21:45
Bizim "kalantor" devletin kaç "makam aracı" var?
84 bin.

Fakir Almanya'nın?
15 bin.

Gariban İngiltere'nin?
12 bin.

Dilenci Japonya'nın?
10 bin.

Berduş Fransa'nın?
9 bin.

84 bin makam aracı günde 5 litre benzin yaksa?
Rafineri...

Bizim "zengin" devletin kaç "makam uçagı" var?
19.

Fakir Almanya'nın?
14.

Yoksul Norveç'in?
3.

Zavallı Yunanistan'ın?
1.
Bunları durup dururken neden yazıyorum? Şunun
için... İngiltere'nin

Başbakanı "benim uçak eskidi, Tayyip Erdogan'ın
aldıgı uçaktan istiyorum" demis...

Kendi hükümetinin Maliye Bakanı, "Eski meski, idare
et kardeşim" cevabını vermiş,

"Biz vergiyi sokaktan toplamıyoruz, çok
paran varsa kendi cebinden al..."

Niye? : Gariban ülke çünkü...

Sanırım rekor koyun nüfusu da bizde

tent
09-12-2005, 23:21
türkçe ile ilgili başlık var mıydı, bakmadan yolluyorum. kusura bakmayın.:)

mey
12-12-2005, 23:40
.............................................

chuckydoll
22-12-2005, 23:45
allah kimseyi ac ve acikta birakmasin....

resim ic giciklatici :(

eger su an evinizdeyseniz ...ac degilseniz... acikta degilseniz..

ve halinizden sikayetciyseniz

su resme bi bakin....

elimizden geldigince muhtac kisilere.. zor durumda olan kisilere karinca karari

da olsa yardim edelim..

allah herkesin yardimcisi olsun..


http://i13.photobucket.com/albums/a288/chuckydoll/hayat.jpg

chuckydoll
23-12-2005, 00:30
...........

http://i13.photobucket.com/albums/a288/chuckydoll/1357.jpg

buena vista
24-12-2005, 15:57
Bekir COŞKUN [email protected]


KAPIKULE Gümrük Kapısı’nda rüşvet alan gümrükçü ve polisler gözaltına alınınca orada görevli kimse kalmadı diyorlar.

Birkaç kişi olsun geride kalmaz mı?

Aynı titiz izleme öbür kamu kurum ve kuruluşlarında yapılsa, oralarda görevli kimse kalır mı?

Bence kalmaz.

Bu yapılabilse görecektiniz; kurumlar-kuruluşlar bomboş... Masalarda kimse yok.

Belediyelerde yapılabilseydi?

Odalar, ofisler, masalar, koltuklar bomboş ve işinin başında bir Allah’ın kulunun kalmadığını yine görecektiniz.

Ya bakanlıklarda?

Yine bakacaktınız ki kimse kalmamış koca binalarda.

*

Peki; tüm Türkiye’de rüşvet verenleri ve alanları toplayıp gözaltına alsalar bir gün...

Görecektiniz; caddeler boş...

Sokaklar sessiz...

Trafikte kimse yok...

İşyerlerinde, bürolarda, şirketlerde in-cin top oynuyor... Lüks otomobiller sahipsiz, holdinglerde kimse kalmamış... Lokantacı da içeride, zabıta memuru da... Şoförler de içeride, trafikçiler de... Balıkçılar da içeride, sağlık memurları da...

Belki siz de bu yazıyı okuyamayacaktınız.

Çünkü içeride olacaktınız -iyi düşünün ve hatırlayın- eminim en az bir kere rüşvet vermekten...

Doğrusunu isterseniz ben de zaten bu yazıyı yazamayacaktım, sizinle aynı suçu işlemekten içeride yanınızda oturuyor olacaktım.

*

Nasıl ki Kapıkule Gümrük Kapısı’nda rüşvetçileri yakaladıklarında orada görevli kimse kalmadı... Ve yasa gereği rüşvet verenleri de içeri atsalar, zaten gelip geçen de kalmayacak...

Eminim aynı şey bu güzel vatan için de söz konusudur.

Bu yapılabilseydi, "Kimse yok mu, nereye gittiniz?.." diye seslendiğinizde yanıt ya hiç gelmeyecektir o zaman, ya da nezarethanelerden bir ulusun gür sesi inletecektir ortalığı:

"Buradayız..."

Ben Türkiye’de rüşvet durdurulduğunda, tüm hizmetlerin ve işlemlerin duracağına inanırım.

Rüşvetsiz olmuyor...

Olamıyor...

San Francisco
30-12-2005, 12:23
Resim acildiginda resmi yavas yavas saga dondurun.
Sesli dinlemenizi oneririm. Romantizmi sevenler için gercekten de cok guzel

http://framboise781.free.fr/Paris.htm

krokodil
31-12-2005, 20:20
Güzel cevap!




Aşağıdaki yazı eski dünya boks şampiyonu Muhammed Ali Clay'in
olaylardan sonra dünya ticaret merkezini ziyareti esnasında Amerika'nın 1
numaralı haber Televizyonu CNN'nin Hıristiyan muhabiri Mc.Oneil'in sorusuna
verdiği akıllıca cevaptır:


CNN Muhabiri Mc. Oneil:


''Sn. Muhammed Ali, bu dehşetin meydana gelmesine sebep olan teröristlerle
aynı dinin bir mensubu olarak neler hissediyorsunuz?


Muhammed Ali:


''Siz, Hitler ile aynı dini paylasan bir mensup olarak neler
hissediyorsanız aynısını…"

pride
31-12-2005, 23:29
Güzel cevap!




Aşağıdaki yazı eski dünya boks şampiyonu Muhammed Ali Clay'in
olaylardan sonra dünya ticaret merkezini ziyareti esnasında Amerika'nın 1
numaralı haber Televizyonu CNN'nin Hıristiyan muhabiri Mc.Oneil'in sorusuna
verdiği akıllıca cevaptır:


CNN Muhabiri Mc. Oneil:


''Sn. Muhammed Ali, bu dehşetin meydana gelmesine sebep olan teröristlerle
aynı dinin bir mensubu olarak neler hissediyorsunuz?


Muhammed Ali:


''Siz, Hitler ile aynı dini paylasan bir mensup olarak neler
hissediyorsanız aynısını…"

aslanım nasılda oturmus cevabı yumrugunu oturtur gibi, helal olsun...

DrX
01-01-2006, 10:28
Ankara'daki Pakistan Büyükelçiliği'ne geçtiğimiz günlerde Kütahya Tavşanlı'dan bir mektup geldi. Bu mektup önce Pakistan Büyükelçisi'ni gözyaşlarına boğdu. Mektup özel kurye ile Pakistan'a Devlet Başkanı Perviz Müşerref'e gönderildi. Başkan Müşerref bu mektubu İngilizce'ye tercüme ettirip özel internet sitesinde yayınladı. Tüm dünya mektubu ibretle okuyor..

cavit
01-01-2006, 11:26
Bekir COŞKUN [email protected]

Çığlık...


HİÇBİR çığlık bu kadar haklı değil.

Hiçbir çığlık bu kadar keskin olamaz.

Hiçbir çığlık bize gerçeğimizi bu kadar net ve açık anlatamadı...

(.....)

Bir anne ile kızının el ele tutuşup sokakta yürümeleri bize güven ve sevgiyi ne kadar anlatırsa, sonrasında olanlar da o kadar bizleri bir güvensizliğin ve acımasızlığın çukuruna itiverdi.

Dört tinerci, anne ile öğretmen kızını ormana kaçırdılar.

Önce Serpil öğretmene tecavüz edip tam yüz bıçak darbesiyle öldürdüler. Annesi bu olanları izledi.

Sonra anneye döndüler.

Hanım Yeşilyurt’a defalarca tecavüz ettikten sonra onu da tam 58 kez bıçakladılar.

Bu olay yedi yıl önce oldu, katiller yakalandılar, suçlarını itiraf ettiler ve 78 yıl hapisle cezalandırıldılar.

Bundan birkaç gün önce ise tahliye edildiler, suçlular artık aramızdalar.

Çünkü önce Rahşan Ecevit affı, peşinden gelen aflar, katillerin cezasını sıfıra indirdi.

*

Bu, son yıllarda yaşadığımız, sıradan insanların başına gelen ve fazla ilgi görmeyen, on binlerce hukuk skandalından sadece bir tanesidir.

Ömür boyu vücudundaki bıçak izlerine, yüreğindeki asla acısı dinmeyen yaralara ve kábus dolu günlere ebediyen mahkûm anne şimdi kapı kapı dolaşıyor,

Yanıt yok...

Çünkü bu utancın yanıtı olmaz...

*

Kimse Türkiye için ‘hukuk devleti’ sıfatını kullanmamalı.

Afrika kabilelerinde dahi ‘hukuk’ daha iyi işlerken, böyle bir ülkeye nasıl ‘hukuk devleti’ dersiniz?..

Kirli yaşamları ve arsız kimlikleri ile çocuklara örnek olan politikacılar, hukuku tümden yok ettiler, tamam...

İyi ama hukukçular niçin sessizler?..

Kendi işlevleri sıfıra inerken...

Saygınlıkları yok olurken...

Kutsal meslekleri toplumun gözünde anlamını yitirirken, bu sessizlik nasıl olur?..

Yargıçlar, savcılar niçin sessiz?..

Asıl çığlık atması gereken hukuk adamları niçin ‘hukuku’ geri istemiyorlar?..

Niçin?..

krokodil
01-01-2006, 14:50
Ankara'daki Pakistan Büyükelçiliği'ne geçtiğimiz günlerde Kütahya Tavşanlı'dan bir mektup geldi. Bu mektup önce Pakistan Büyükelçisi'ni gözyaşlarına boğdu. Mektup özel kurye ile Pakistan'a Devlet Başkanı Perviz Müşerref'e gönderildi. Başkan Müşerref bu mektubu İngilizce'ye tercüme ettirip özel internet sitesinde yayınladı. Tüm dünya mektubu ibretle okuyor..

bu mektup beni ağlattı..bu kadar dejenerasyona rağmen benim milletim,benim halkım ahhh.....ne mutlu türküm diyene...

dünya üzerinde bizi karşılıksız,ivazsız, garazsız seven belkide tek ülke ve millet olan, pakistan halkına da bir borcumuz olduğunu düşünüyorum..ben şahsen kurban paralarımı pakistana göndereceğim...:p

prekazi
02-01-2006, 02:28
bu mektup beni ağlattı..bu kadar dejenerasyona rağmen benim milletim,benim halkım ahhh.....ne mutlu türküm diyene...

dünya üzerinde bizi karşılıksız,ivazsız, garazsız seven belkide tek ülke ve millet olan, pakistan halkına da bir borcumuz olduğunu düşünüyorum..ben şahsen kurban paralarımı pakistana göndereceğim...:p

Aynı düşüncedeyiz.

San Francisco
02-01-2006, 19:56
e-devlet ve e-ticaret ulkemizde de tam olarak gerçekleştirildiğinde ,
Müşteri takibi nereye kadar olacak ?!!!...(bireysel özgürlük liberal
anlamda tartışılması gereken bir konu)

--Operatör : "Pizza Hut'ı aradığınız için teşekkürler."
--Müşteri : "Helloo, sipariş verebilir miyim.."
--Operatör : "Önce özel kart numaranızı alabilir miyim efendim?"
--Müşteri : "Bir dakika...... 6102049998-45-54610"
--Operatör : "Evet... siz... Bay Singh'siniz ve 17 Jalan Kayu'dan
arıyorsunuz. Ev numaranız 40942366, ofisiniz 7645 2302 ve mobil
telefonunuz 014 266 2566. Hangisinden arıyorsunuz efendim?"
--Müşteri: "Evden! Bütün numaralarımı nereden biliyorsunuz?"
--Operatör : "Sisteme bağlıyız efendim"
--Müşteri: "Bir deniz ürünlü pizza istiyorum..."
--Operatör : "Bu iyi bir fikir değil efendim!"
--Müşteri: "Nasıl yani?"
--Operatör : "Tıbbi kayıtlarınıza göre tansiyonunuz ve kolesterolünüz
oldukça yüksek efendim."
--Müşteri: "Nasıl?... Peki ne almalıyım?"
--Operatör : "Low Fat Hokkien Mee Pizza'mızı deneyin. Seveceksiniz."

--Müşteri: "Seveceğimden nasıl emin olabi lirsiniz ki?"
--Operatör : "Geçen hafta kütüphaneden "Popüler Hokkien Yemekleri"
kitabını
almıştınız efendim."
--Müşteri: "Tamam; teslim oluyorum... Ondan bana 3 aile boyu gönderin
lütfen. Ne kadar tutuyor?"
--Operatör : "10 kişilik aileniz için bu yeterli olacaktır efendim.
Toplam 49.99$"
--Müşteri: "Kredi kartıyla ödeyebilir miyim?"
--Operatör : "Maalesef nakit ödemeniz gerekecek efendim. Kredi
kartınız limitini doldurmuş ve geçen yılın kasımından beri bankanıza
3720,55$ borçlusunuz. Buna ev kredisi ödemeleriniz de dahil değil."
--Müşteri: "Sanırım adamınız buraya gelmeden önce yakındaki bir
ATM'den nakit çekmem gerekecek."
--Operatör : "Yapamazsınız efendim. Kayıtlarınıza göre bugünkü nakit
çekme
limitinizi doldurmuş durumdasınız."
--Müşteri: "Önemli değil, siz pizzaları gönderin. Adamınız gelene
kadar parayı ayarlarım. Gelmesi ne kadar sürer?"
--Operatör : "Yaklaşık 45 dakika efendim.; ama bu kadar beklemek
istemiyorsanız E11213 plakalı Scooter'ınızla gelip daha kısa sürede
buradan
kendiniz de alabilirsiniz..."
--Müşteri: " Ne!"
--Operatör : "Sistem kayıtlarına göre E1123 plakalı bir Scooter
motosikletiniz var..."
--Müşteri: " *'!^ *%^**%^I7*"
--Operatör : "Sözlerinize dikkat etseniz iyi olur efendim. Unutmayın ki
15
Temmuz 1987'de bir polise hakaretten tutuklanmıştınız..."
--Müşteri: [Sessizlik..]
--Operatör : "Başka bir isteğiniz var mı efendim?"
--Müşteri: "Yok... Bu arada; reklamınızdaki 3 şişe bedava kolayı da
gönderiyor musunuz?"
--Operatör : "Normal olarak gönderirdik efendim, ama kayıtlarınıza göre
siz
bir diyabetiksiniz..."

cavit
03-01-2006, 14:42
Denizli' ye bağlı Acıpayam'da, Kelekçi Beldesi Atatürk İlköğretim Okulu resim öğretmeni Fadime Demirtaş'ın (41), önceki gün öğretmenler odasındaki Atatürk portresini meslektaşlarının gözü önünde yere atarak çiğnediği iddia edildi. Jandarmanın gözaltına aldığı Demirtaş'ın derslere de türbanla girdiği belirtildi. Adli Tıp Kurumu, Demirtaş'ın "akli dengesinin yerinde olmaması nedeniyle müşahede altında tutulması" yönünde ön rapor verdi. Daha önce de hakkında soruşturma açılan Demirtaş görevden uzaklaştırıldı.
Demirtaş'ın 10 Kasım'da da öğrencilerinin okuldaki Atatürk'ü anma törenlerine katılmalarına izin vermediği ve dersi sürdürdüğü iddia edildi.
Uzun zamandır hakkında şikayet olmasına rağmen Demirtaş'ın görevden uzaklaştırılmadığını vurgulayan CHP Denizli İl Başkanı Ali Rıza Ertemur da, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'e bir mektup yazan Demirtaş'ın "Sizi içimize sindiremiyoruz" dediğini iddia etti.
CHP Denizli Milletvekili Mustafa Gazalcı da, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesiyle konuyu TBMM'ye taşıdı.

'Derslere türbanlı giriyordu' iddiası
Derslere türbanlı giren Demirtaş'ın 10 Kasım'da da öğrencilerinin Atatürk'ü anma törenlerine katılmalarına izin vermediği iddia edildi

cavit
03-01-2006, 15:24
YILMAZ ÖZDİL 03.01.2006

Dünyanin en uzun borusu Türkiye'ye dösenmisti, malum.
1.200 kilometre...
Karadeniz o kadar oldugu için, o kadar döseyebilmislerdi.
Okyanus kadar olsaydi, okyanus kadar döseyeceklerdi.

Hükümet ve Türk basini "fevkalade dösediler" diye bayram yaparken, biz haddimiz olmayarak sormustuk:
"Yarin öbür gün bir sakatlik olur, gaz kesilirse, ne olur?"

Ne olacagini görüyoruz.
Rusya, Ukrayna'nin gazini kesiyor.
Koca ülke karakis ortasinda donma tehlikesiyle karsi karsiya.
Sadece titreseler iyi...
Vana açilmazsa, 3 ay içinde demir çelik fabrikalari ve kimya sanayii iflas edecek, ekonomik kriz patlayacak.


Peki neden kesiyor gazi Rusya?
Ukrayna, bin metreküp için 50 dolar ödüyor.
Rusya, 230 dolar istiyor.
Ukrayna "bu parayi vermem arkadas, en fazla 80 dolar veririm" diyor.
Rusya da, "o halde, masani sandalyeni yak, onunla isin kardesim" diyor.


Ukrayna için üzülecek halimiz yok, ne halleri varsa görsünler... Biz kendimize bakalim...
Biz kaç para ödüyoruz?
"Devlet sirri..."
Evet, "devlet sirri..."
Parayi biz ödüyoruz ama, kaç para ödedigimiz bize açiklanmiyor.
Kulaktan kulaga, 150 ila 180 dolar ödedigimiz konusuluyor.
"81 dolar bile çok" diyen Ukrayna'nin 2 kati.


Bitmedi...
Bizim sözlesme söyle:
"Al ya da öde..."
Yani alirsan ödüyorsun, almazsan yine ödüyorsun.
Ünlü Türk büyükleri böyle atmis imzayi...


Bitmedi...
Türkiye, kullandigi elektrigin ne kadarini dogalgazla üretiyor?
Yüzde 50'sini...
Rusya, kullandigi elektrigin ne kadarini dogalgazla üretiyor?
Yüzde 25'ini...


Pes di mi?
Pes tabii...
Bizde dogalgaz yok, elektrigin yarisini dogalgazla üretiyoruz.
Adamin kulagindan dogalgaz fiskiriyor, elektrigin sadece 4'te 1'ini dogalgazla üretiyor.


"Çünkü" diyor Rus... "Bedava bile olsa, tek kaynaga bagli olmak tehlikelidir..."


E böyle bakinca, anliyor insan, "neden dünyanin en uzun borusunu bize dösediler" diye...
Bize dösemesinler de, kime dösesinler...

minik yatirimci
03-01-2006, 18:23
YILMAZ ÖZDİL 03.01.2006
Ne olacagini görüyoruz.
Rusya, Ukrayna'nin gazini kesiyor.
Koca ülke karakis ortasinda donma tehlikesiyle karsi karsiya.
Sadece titreseler iyi...
Vana açilmazsa, 3 ay içinde demir çelik fabrikalari ve kimya sanayii iflas edecek, ekonomik kriz patlayacak.

Peki neden kesiyor gazi Rusya?
Ukrayna, bin metreküp için 50 dolar ödüyor.
Rusya, 230 dolar istiyor.
Ukrayna "bu parayi vermem arkadas, en fazla 80 dolar veririm" diyor.
Rusya da, "o halde, masani sandalyeni yak, onunla isin kardesim" diyor.



Ukraynada yasadigim icin yazinizda gordugum bir takim yanlisliklari duzeltmek isterim. oncelikle ukraynada su an 1.5 yil yetecek kadar gaz bulunmakta... Rusya'nin zam yapma sebebi de son derece mantikli kim olsa ayni seyi yapar hatta gec bile kaldilar... Bu gune Ukrayna Rusya taraftari bir ulkeydi fakat devrimden sonra ulke Rusya'ya sirtini donup Avrupa ve ABD'ye yakinlasmaya basladi, Bunun sonucunda da dogal olarak Rusya kendine sirtini donmus olan bir ulkeye Neden Ucuz gaz versin, Neden Ukraynayi desteklesin? Bu bir nevi soguk savasin devami, 3 ay once kadar yine boyle bir sikinti olmustu Rusya ile, Romanya cikip destek olmustu Ukraynaya, Nato ve Rusya'nin arasindaki kapismanin bir sonucu bu sadece....

DrX
03-01-2006, 19:00
SEVGİLİSİNİN UYKUSUNDA KAFASINA KURŞUN SIKTIĞI ADAM KANAYAN KAFASINI ÖNEMSEMEYİP İŞE GİTTİ, OLAY ORTAYA ÇIKINCA...

Sevgilisi tarafından uykusunda vuruldu. Gün boyunca kafası kanayan adam hastaneye gittiğinde durum ortaya çıktı.


Sevgilisi tarafından uykusunda vuruldu. Gün boyunca kafası kanayan adam hastaneye gittiğinde durum ortaya çıktı

ABD’nin Florida eyaletinde yaşayan Thomas Betterley, kafasının kanadığını görünce “geçer” diyerek fazla önemsemez ve işine gider. İşte de kafası kanamaya devam eden Betterley, hastanede kafa röntgeni çektirir. Röntgende kafasının arka kısmında kurşun tespit edilen Betterley, acil müdaheleyle ameliyata alındı. Gece uykusunda 65 yaşındaki sevgilisi Emma Lorene Larsen tarafından silahla vurulan Betterley, uykusunun bir kuş kadar hafif olmasına rağmen hiçbir şey duymadığını söyledi. Polis görevlileri, geceyi Betterley’le geçiren ve daha sonra yanından ayrılan Larsen’i sorguya çekmek için arayınca, kadın paniğe kapılarak kendisini öldürdü.

KARISI İNTİHAR ETTİ

Yetkililer, böyle ilginç bir vakayla ilk kez karşılaştıklarını belirterek, Larsen’in korkudan kendisini öldürdüğünü söyledi. Doktorlar ise, kafasından vurulan bir insanın bunu anlayamamasının inanılmaz bir şey olduğunu belirterek, Betterley’in hâlâ hayatta olmasının mucize olduğunu kaydetti.

ceyhanf
03-01-2006, 19:56
Bu yılbaşı büyük ikramiyenin çeyreğini kazanan vatandaş ne demiş?
Banka yöneticisi Beydilli, talihlinin işçi olduğunu ve paraya ihtiyacı bulunduğunu belirterek, ikramiyeyi nasıl kullanacağını henüz netleştirmediğini, ancak ilk etapta Pakistan'daki depremzedelere yardım etmek istediğini söyledi.

Satılmayan bilete çıkan Büyük ikramiyenin çeyreği için Milli Piyango Genel Müdürlüğü yetkilileri ne demiş?
Bu arada Milli Piyango Genel Müdürlüğü yetkilileri, çekiliş akşamı Ankara'ya çıktığı belirtilen biletin satılmadığını ve bu nedenle son çeyrek ikramiyenin İdare'ye kaldığını belirttiler.

Bugün ingiltere de benzer bir olay yaşandı, ne demişler ?
İngiltere'de 9,4 milyon sterlin (yaklaşık 22 milyon YTL) değerindeki bir piyango biletinin talihlisi 180 günlük süre geçmesine karşın ortaya çıkmayınca, İngiltere ulusal piyango şirketi Camelot , büyük ikramiyenin faizi ile birlikte hayır kuruluşlarına verileceğini açıkladı. (faizi 216 bin sterlin!)

ceyhanf
04-01-2006, 13:10
İZMİR - İki yıldır amatör telsizle uğraşan Ali Rıza Özsaran, kurduğu bu amatör telsiz sistemiyle, Uluslararası Uzay İstasyonu Astronotu Bill Mc. Arthur’a yeniyıl dileklerinde bulundu. Bu, Türkiye’den uzaydaki bir kişiyle yapılan kayıtlı ilk görüşme olma özelliğini taşıyor.
NTV 10:43 04 Ocak 2006 Çarşamba

BOZOK
04-01-2006, 14:55
''ALTIN KALPLİ'' AMA O GURURUNDAN KABUL ETMİYOR
Pakistan'ı ağlatan Mustafa
Depremzedelere yaptığı 1 YTL'lik yardım ve yazdığı mektupla Pakistan lideri Müşerref'i ağlatan çocuk, Kütahya Tavşanlı'dan Mustafa Yılmaz... O mütevazı davranıp kabul etmiyor. Ama annesi ve öğretmeni, "O yazdı. Çöpten ekmek aldığını belirttiği için onuruna yedirip söyleyemiyor" diyor.







'Altın kalpli' ama o kabul etmiyor

Pervez Müşerref'i ağlatan mektubu yazanın Mustafa adlı ilkokul öğrencisi olduğu iddia ediliyor ama o bunu kabul etmeye çekiniyor.

Yazdığı mektup ve yaptığı 1 YTL'lik yardım ile Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref'i ağlatan çocuğun, Kütahya'nın Tavşanlı ilçesine bağlı Moymul beldesinde annesiyle birlikte yaşayan Mustafa Yılmaz olduğu iddia ediliyor. Moymul İlköğretim Okulu Müdürü İsmail Dereli, mektupta yazılanlarla 6. sınıf öğrencisi Mustafa'nın durumunun hemen hemen aynı olduğunu belirterek, "Mustafa'nın arkadaşları Belediye Başkanının yanına giderek, 'Biz o mektubu yazan çocuğu tanıyoruz. Adı Mustafa Yılmaz' demişler. Bütün özellikler uyuyor. Mektupta yazıldığı gibi Mustafa annesi ile kalıyor, babası yok. Fakir ve yardımsever bir çocuk. Daha önce de Pakistan deprem kampanyası için 2 YTL'lik harçlığından 1 YTL'sini vermişti" dedi.

DURUMLARI TUTUYOR
İsmini açıklamak istemeyen Moymul İlköğretim Okulu'nda görevli bir öğretmen ise "Tavşanlı'da Kaymakamlık, Belediye ve hayırseverler çok yardım yapıyor. Çöpten ekmek alan kişi olacağını sanmıyorum. Belki de Mustafa'nın mektubu yazdığınıkabul etmemesinin altında bu neden yatıyor olabilir. Onurunun kırılacağını düşündüğü için çok istediği halde 'mektubu ben yazdım' diyemiyor olabilir" dedi. Mustafa'nın annesi Meryem Karanfil de oğlunun çok iyi kalpli ve yardımsever bir çocuk olduğunu, mektubu onun yazmış olabileceğini söyledi. Anne Karanfil, "Mektupta 'çöpten ekmek buldum' yazdığı için oğlum mektubu kendisinin yazdığını inkâr ediyor olabilir" diye konuştu.

EŞİ NAFAKA ÖDEMİYOR
Eşinden 2 yıl önce boşanan ve oğlu Mustafa Yılmaz ile birlikte Tavşanlı'nın Moymul mahallesinde kiralık bir evde yaşayan Meryem Karanfil "Ayda 60 YTL kira veriyoruz. Benim el örgüsünden kazandığım parayla geçinmeye çalışıyoruz. Eşim ayda 125 YTL nafaka veriyordu. Ancak işleri kötü gidiyormuş, o nedenle 4 aydır nafaka ödemiyor. Ramazan'da ekmek alacak paramızın olmadığı günlerde komşularımız ve Belediye Başkanımız bize erzak gönderdi"dedi.

'Ramazan'da ekmek alamadık'

OĞLU Mustafa Yılmaz ile birlikte yaşayan Meryem Karanfil el örgüsü yaparak geçinmeye çalışıyor. İki yıl önce boşandığı eşinin kendilerine 4 aydır nafaka ödemediğini söyleyen Karanfil, Ramazan'da ekmek almakta zorlandıklarını doğruluyor. Meryem Karanfil komşularının ve Belediye Başkanı'nın yardımlarıyla geçindiklerini belirtiyor.

SABAH / İhsan TUNÇOĞLU

_zamazingo_
21-01-2006, 23:00
........................

petal
22-01-2006, 18:40
söze gerek yok...........

kumralada
23-01-2006, 21:17
Talip Apaydın'ın 1967 yılında "Karanlığın Kuvveti" isimli kitabında yer almış bir anı.
Geçenlerde bir e-posta grubuna gönderilmiş,paylaşmak istedim.


Kurban bayramı tam kışın ortasına rastlıyordu. O günler bir soğuktu, bir soğuktu... Kar, fırtına, tipi... Eskişehir ortalarında papaz harmanı savruluyordu. Göz gözü görmüyordu dışarılarda. Sular donmuştu hep. Seydi Suyu iri buz parçaları akıtıyordu. Santral kanalı kapandığından, elektriklerimiz kaç gündür doğru dürüst yanmıyordu. Akşam seminerlerinde kitap okuyamıyorduk, ders çalışamıyorduk. Lambalar ikide bir usulca sönüveriyordu. Dersliklerimizde pelerinlerimizle oturuyorduk da, gene de ısınamıyorduk. Musluklarımızdan su akmıyordu. Ellerimizi yüzlerimizi yıkamak için dere kıyısına gidiyorduk. İçme suyumuz yoktu. üç gün bayram iznimiz vardı, ama bu soğukta nereye gidecektik? Köyü yakın olanlar gitti ancak. Bayram sabahı kampana çaldı. Dışarıda toplanılacak dediler. Başımızı gözümüzü sararak, büzülerek çıktık. Müdürümüz Rauf İnan merdivende bizi bekliyordu. üstünde palto bile yoktu. Ellerini arkasına bağlamıstı. Boz urbaları içinde, yağsız çehresiyle bir heykel gibiydi. Savrulan karlardan gözlerini kırpıştırıyordu. O halini görünce usulca pelerinlerimizin yakalarını indirdik. Ellerimizi cebimizden çıkardık. “Arkadaşlar !” diye başladı. Bir canlıydi sesi, bir heybetliydi. önce yılgınlık psikolojisinin zararlarını anlattı. Korkan insanın muhakkak yenileceğini ve korktuğuna uğrayacağını söyledi. Bu hava soğuk evet, fakat siz isterseniz üşümezsiniz, dedi. Olduğumuz yerde birkac kez sıçramamızı ve kuvvetli tepinmemizi istedi. Dediğini yaptık. Birden ısınmıştık sanki. Hoşumuza gitmişti. Bugün bayram, dedi. şimdi birbirimizi tebrik edeceğiz. Sonra yapacağımız iki iş var: Ya tekrar içeri girip sıralara büzülmek, mıymıntı mıymıntı oturmak, bu üç günü böyle faydasız, hatta zararlı geçirmek, can sıkıntısından patlamak. Boşuna içlenmek. Üstelik üşümek. Yahut da kazmayı, küreği alıp, santral kanalını temizlemeye gitmek. Emin olun gidenler, kalanlar kadar üşümeyecektir. çünkü, inanarak çalısan insan ne soğukta üşür, ne sıcakta yanar. O; yücelten, dirilten, kuvvetli kılan bir heyecan içinde her türlü güçlüğün üstüne çıkmıştır... Onu hiçbir karşı kuvvet yolundan alıkoyamaz. Yeter ki bir insan yaptığı işin gereğine inansın.

-Ben şimdi kazmamı küreğimi alıp kanala gidiyorum, dedi. çünkü kanal açılınca elektriklerimiz yanacak. Elektrik yanınca okulun işleri yoluna girecek. Kitap okuyabileceksiniz, ders çalışabileceksiniz. Sularınız akacak, yıkanabileceksiniz. Size şunu söyluyorum, bizim asıl bayramımız, yurdumuz bu gerilikten, bu karanlıktan kurtulduğu gün başlayacaktır. şimdilik bize düşen milletçe çalısmak, çok çalışmaktır. Parolamız şu olmalıdır: “Bayramlarda çalışırız bayramlar için”.

Ben gidiyorum. Gelmek isteyenler gelsin.



Heyecanlanmıştık, üşümemiz geçmişti.



-Hepimiz geleceğiz! diye bağırmıştık.



-Bayramda çalışırız bayramlar için!



-Bayramda çalışırız bayramlar için!



Altı yüz kişi böyle bağırdık. Sonra da kazma kürekleri koyduğumuz işliğe doğru bir koşuşma başladı. İnsanların böyle canlanması, bir amaca doğru saldırması belki sadece savaşlarda görülür. Santral havuzundan başlayarak onar metre arayla su kanalına dizildik. çıplak Hamidiye Ovası ayaz. Kırıkkız Dağı'ndan doğru zehir gibi bir rüzgar esiyor. Pelerinlerimizin etekleri uçuşuyor. Kazmayı vurdukca yüzlerimize buz parçaları fırlıyor. Bazı yerlerde kar heryeri doldurmuş, kanal dümdüz olmuş. Nereyi kazacagız belli değil. Müdürümüz, öğretmenlerimiz başımızda dört dönüyorlar. Bir o yana koşuyorlar, bir bu yana. öyle çalışıyoruz ki, boyunlarımızdan buğu çıkıyor. Bazen adam boyunda buz parçalarını elleyip çıkarıyoruz kıyıya. Kimisi bağırıyor, kimisi kazmalara tempo tutuyor. Bir gürültü gidiyor kanal boyunca. Yeşilyurt köylüleri evlerinin önune çıkmıs, bize bakıyorlar. Böyle çalısmamıza alışkınlar ama, bayram günü, bu soğukta nasıl donmadığımıza şaşıyorlar. Yeşilyurtlu arkadaşımız Azmi, -köyü yakın oldugu için izinli ya! - bize evlerden bazlama ekmek taşıyor. Köylü ekmeğini özlemişiz, aramızda kapışıyoruz. Yukarılardan, aşağılardan ikide bir sesler yükseliyor:



-Bayramda çalışırız bayramlar için!



Koca ova çınlıyor. Taa uzaktan Hamidiye'nin, Mesudiye'nin köpekleri ürüyorlar. Bu kış günü böyle seslere anlam veremiyorlar herhalde. Ayaz ovanın ıssızlığı yırtılıyor. O gün o kanalın yarı yerini açtık. Bir buçuk metre derinliğinde, uzun, derin bir çukur karları yara yara gitti. Ertesi gün taa bende kadar tamamladık. Sonra merasimle suyu saldık. Nazlı bir gelin getirir gibi önünden ardından yürüyerek, türküler marşlar söyleyerek getirdik ve geç zamanda, santral havuzuna döndük, sonra bir baktık, okulumuzun balkonuna çakılı "C K E" yandı... ( çifteler Köyü Enstitüsü ). O zamanki sevincimizi nasıl anlatmalı? üşümüş ellerimiz alkıştan ısındı. "Yaşa var ol" seslerimiz ufukları kapattı. Dünyanın en içten gelen, en coşkun bayramı oldu belki. Hiç unutmam bir arkadaşımız kendi ellerini öpüyordu. "Aferin ulan eller, diyordu, bu elektiriğin yanmasında senin de hissen var, yaşasın." Sevinçten gözlerimiz yaşarmıstı. Müdürümüz bir tümseğe çıktı. Birkaç kelimeyle başarımızı tebrik etti. Her nokta koyuşta "sağ ool!" diye bağırıyorduk.



- Şimdi, dedi, depomuza su dolacak, banyoyu yakacagız. Yıkanın ve çalışıp başarmış insanların huzuru içinde uyuyun. Işte gördünüz, inanarak çalışan yapar! Amacına ulaşır! Bu heyecanla çalışmaya devam edersek, biz Türkiye'yi de yükseltebiliriz!



- Yükseltecegiz!, diye bagırdık.



-Bayramda çalışırız bayramlar için!

-Bayramda çalışırız bayramlar için!



Içeri girdik, musluklardan şarıl şarıl sular akıyordu.



Birbirimizi tebrik ediyorduk.



Unutulmaz bir bayramdı."

pinky
24-01-2006, 01:02
http://www.ericblumrich.com/thanks.html

sforces
24-01-2006, 01:12
Dostum güzelmiş gönderin için sgl

ZATTARA
01-02-2006, 13:31
NEDEN???

-*Neden her gördügümüz haritada hemen Türkiye'yi bulmaya çalisiriz?
Millet olarak Dünya'da kaybolma kompleksimiz mi vardir? :)))))))))

-* Neden insanlar birbirlerine sarilinca sag-sola sallanirlar?

- *Neden sinavlarda "4 yanlis bir dogruyu götürür" seklinde bir
uygulama ile ögrencile cezalandirilirlarda "4 dogru bil, bir dogru
da bizden" seklinde bir kamp! anya baslatilip zekaya ve riske girme
cesaretine ödül verilmez?

-* Neden ögrenciler ilkögretimin besinci sinifina kadar ögretmene
"ögretmenim" ! diye seslenirken altinci sinifta bir anda "hocam" diye
seslenmeye baslarlar?

- * Neden insanlar kapali bir alandan yagmur yagan alana çikinca
kafalarini egerler? Yagmura duyulan saygidan midir yoksa ondan
tirstigimiz için midir?

-* Neden dükkanini kapatip giden esnaf, kapiya "10 dakika sonra
dönücem" yazar, ne zaman gittigini nasil anlariz?

-* Televizyona çikan insanlar neden kendilerini Türkiye'deki b! tün
insanlarin izledigini sanirlar ? Örn: Şu anda 70 milyon kişi bizi
izliyor...

! * Neden gözlerinden öperim denir?
Kimse kimseyi gözünden öpmüs müdür?

- *Dügünlerde neden "Dom Dom Kursunu" ile göbek atilmaktadir. "Bir
avci vurdu beni, bin avci beni yedi" gibi sözler esliginde kendinden
geçen baska milletler var midir? (KOPTUMMMMM........:)))))))))

- *Neden bazi kizlarimiz sirin bir hayvancagiz
gördüklerinde"inanmiyorum!" derler.
inanilmayacak olan nedir?

- *Cumartesi ve Pazartesi'nin neden kendi isimleri yoktur?

- *Dolmuslardaki fiyat tarifesinde "en kisa mesafe" neden
"indi-bindi" olarak tabir edilir? Önce inilip sonra mi binilir? Bir
terslik yok mudur?

* Bir programi kurarken neden "kabul ediyorum" ya da "kabul
etmiyorum" seçenekleri vardir? O kadar parayi bayilip bir bilgisayar
programi satin aldiktan sonra "kabul etmiyorum" seçenegini
isaretleyen bir takim saf kisiler mevcut mudur?

- * Bulmacalarda boru sesinin karsiligi neden hep "ti"dir?
Bulmacalari hazirlayan arkadaslar hiç "ti" diye ses çikaran boru
görmüsler midir?

-*Ipana 7 reklamindaki kiza "Ne zamandan beri Ipana 7
! kullaniyorsun?" diye soran doktor, Ipana 7'nin yeni bir ürün
oldugunu ve reklamdan sadece birkaç gün önce piyasaya çiktigini
bilmemekte midir?

- *Neden futbol takimi olan Ajax "Ayaks" diye okunur da temizlik
ürünü Ajax "Ajaks" diye okunur?

! - * Neden ilanlarda "doktordan temiz araba" di ye yazilir? Hipokrat
yemininde "arabami temiz kullanacagim" seklinde bir madde mi vardir?

neden ?

! neden ?

radyolog
02-02-2006, 22:26
mutlaka ziyaret ediniz :gulen: :gulen:

www.kemalabi.com

BORSAHİSSE
02-02-2006, 22:51
mutlaka ziyaret ediniz :gulen: :gulen:

www.kemalabi.com

yaw ne güzel yermişş orasıı öleee..:tamam:

radyolog
09-02-2006, 21:13
Turk Telekom Soygunu

118 ve 133 e dikkat !..Turkcede buna resmen soygun hatta dolandiricilik
denir.Ozel Turk Telekom Servisleri Servis Numarasi ve kontur
fiyatlarini okuyun da milletin nasil gizlice soyuldugunu gorun

Bu numaralar 110, 112, 121, 122, 123, 124, 126, 154, 155, 156, 158''i
ararsaniz, Ucretsiz
113, 153, 163, 166, 169, 174, 175, 176, 179, 180, 181'' ararsaniz 60
saniyede atacak bir kontur icin icin 72.000 TL
185, 186, 187, 188, 189, 114, 117, 119, 130, 170, 171, 172, 173, 178,
182, 183, 184''u ararsaniz, 15 saniye icin 288.000 TL
Simdi SIKI durun !..
118''i ararsaniz 8 saniyede bir atacak kontur icin tam 540,000 TL, ve
133''u ararsaniz 3.6 saniyede atacak bir kontur icin 1.200.000 TL,
Dikkat ederseniz bilinmeyen numaralari aradiginizda dakikalarca
bekletirler. Surekli olarak banttan " hatlarimiz dolu bekleyin"
talimati verirler.
Buna resmen dolandiricilik denir..
Turkiye''de bilinmeyen numaralari sormanin bu kadar pahali oldugunu kim
biliyor? Insanlarin bilgilenmek icin kullandiklari ve dunyanin her
yerinde bedava olan bu kamu yararina hatlarin fahis fiyatlarda olmasi
talimatini kim verdi?. Bu yazidan sonra hala bilinmeyen numaralari
aramak istiyorsanzi cebinize dikkat edin

DİKKAT DİKKAT

Kashmir
24-02-2006, 12:07
BİR JAPON GÖZÜYLE


Bir Japon, Istanbul'da geçirdigi bir haftanın sonunda fikri
soruldugunda şunları söylüyor:
Türkler'in evine gittiginizde, tanimasalar da buyur ediyorlar. Siz
oturmadan kimse oturmuyor. Siz sofraya geçmeden kimse geçmiyor. En iyi
yere sizi oturtuyorlar. Siz yemege baslamadan kimse baslamiyor. Zorla her
yemekten tattiriyorlar. Siz kalkmadan kimse, evin çocugu bile
sofradan kalkmiyor. Çay, kahve, meyve, ikram bitmiyor. Herkes sizi rahat
ettirmek için ugrasiyor. Kumandayi elinize veriyorlar.
Sirtiniza, altiniza yastik konuyor. Yorgunluktan ölseler bile siz
kalkmadan kimse gidip yatmiyor. Gitmeye yeltendiginizde bu kez
birakmiyorlar. Yataklarini veriyorlar, kendileri kanepede, koltukta
yatiyor. Sonra evden çikiyorsunuz ayni adamlar 180 derece
degisiveriyor. Herkes arabasini üstünüze sürüyor. Arabanin burnunu
çikarmazsaniz kimse yol vermiyor. Kornalar, küfürler. Serit
degistirmek bile mümkün degil. Yayaysaniz isik olmayan bir geçitten
mümkünü yok geçemezsiniz.
Evde öyle, arabada böyle, nasil oluyor? Bu isi çözemedim.

San Francisco
26-02-2006, 13:57
Şunları bir araya toplayayım , bir güzel muhabbetedelim" diye düşündüm.
Mutfak işinden de anlarım.

Donattım sofrayı.

Bayağı uğraştım.
Hepsinin, ayrı ayrı ne yemekten, ne içmekten hoşlandığını iyi bilirim.
Bayağı da para gitti.
Birinin yediğini öbürü yemez, ötekinin içtiğini beriki içmez.
Dört kişilik sofra kurdum.
Mumları da yaktım. Bak hepsi, ErickSatie severdi. Hatırladım.
Müziği de ayarladım. Geldiler.
20 yaşında ben, 35 yaşımda ben, 40 yaşımda ben
ve bugünkü ben, dördümüz.
Birden yirmi yaşımı, otuz beş yaşımın karşısına oturttum.
Kırk yaşımın karşısına da, ben geçtim.
Yirmi yaşım, otuz beş yaşımı tutucu buldu.
Kırk yaşım ikisinin de salak olduğunu söyledi.
Yatıştırayım dedim.
"Sen karışma moruk" dediler. Büyük hır çıktı.
Komşular alttan üstten duvarlara vurdular.
Yirmi yaşım kırk yaşıma bardak attı.
Evin de içine ettiler. Bende kabahat.
Ne çağırıyorsun tanımadığın adamları evine.

Ömür dediğin üç gündür,dün geldi, bugün geçti, yarınsa meçhuldür,
O halde ömür dediğin birgündür,o da bugündür..

adabeyi
26-02-2006, 18:56
:bravo: :bravo: :bravo:
Şunları bir araya toplayayım , bir güzel muhabbetedelim" diye düşündüm.
Mutfak işinden de anlarım.

Donattım sofrayı.

Bayağı uğraştım.
Hepsinin, ayrı ayrı ne yemekten, ne içmekten hoşlandığını iyi bilirim.
Bayağı da para gitti.
Birinin yediğini öbürü yemez, ötekinin içtiğini beriki içmez.
Dört kişilik sofra kurdum.
Mumları da yaktım. Bak hepsi, ErickSatie severdi. Hatırladım.
Müziği de ayarladım. Geldiler.
20 yaşında ben, 35 yaşımda ben, 40 yaşımda ben
ve bugünkü ben, dördümüz.
Birden yirmi yaşımı, otuz beş yaşımın karşısına oturttum.
Kırk yaşımın karşısına da, ben geçtim.
Yirmi yaşım, otuz beş yaşımı tutucu buldu.
Kırk yaşım ikisinin de salak olduğunu söyledi.
Yatıştırayım dedim.
"Sen karışma moruk" dediler. Büyük hır çıktı.
Komşular alttan üstten duvarlara vurdular.
Yirmi yaşım kırk yaşıma bardak attı.
Evin de içine ettiler. Bende kabahat.
Ne çağırıyorsun tanımadığın adamları evine.

Ömür dediğin üç gündür,dün geldi, bugün geçti, yarınsa meçhuldür,
O halde ömür dediğin birgündür,o da bugündür..

BORSAHİSSE
27-02-2006, 21:19
yaw şunu bi okuyun ben ağlayacak gibi oldum yaw....


Adam 3 yaşındaki kızını, çok pahalı bir hediye kaplama kağıdını ziyan ettiği için azarlamıştı. Küçük kız altın yaldızlı kağıdı, bir kutuyu eğri büğrü sarmak için kullanmıştı. Yılbaşı sabahı küçük kızı paketi uzatıp "Bu senin babacığım" dediğinde üzüldü. Acaba gereğinden fazla mı tepki göstermişti kızına? Bir gece önce yaptığından utandı. Ne var ki paketi açınca yeniden öfkelendi. Kutunun içi boştu... Kızına gene bağırdı; "Birisine bir hediye verdiğinde kutunun içinde bir şey olması lazım. Bunu da mı bilmiyorsun küçük hanım?" Küçük kız gözünde yaşlarla babasına baktı. "O kutu boş değil ki baba!" dedi. "İçini öpücüklerimle doldurmuştum...”

Adam öyle fena oldu ki. Koştu kızına sarıldı. Beraberce ağladılar. Adam o altın kutuyu ömrünün sonuna kadar yatağının baş ucunda sakladı.
Ne zaman keyfi kaçsa, morali bozulsa, kendini kötü hissetse, kutuya koşar, minik kızının hayali öpücüklerinden birini çıkarırdı...
Aslında bütün anne-babalara çocukları böyle bir altın kutuyu, hiç bir karşılık beklemeden sevgi ve öpücüklerle doldurup vermişlerdir. Hiç kimsenin bundan daha değerli bir armağana sahip olabilmesi mümkün değil herhalde...!

BORSAHİSSE
27-02-2006, 21:22
Adam 3 yaşındaki kızını, çok pahalı bir hediye kaplama kağıdını ziyan ettiği için azarlamıştı. Küçük kız altın yaldızlı kağıdı, bir kutuyu eğri büğrü sarmak için kullanmıştı. Yılbaşı sabahı küçük kızı paketi uzatıp "Bu senin babacığım" dediğinde üzüldü. Acaba gereğinden fazla mı tepki göstermişti kızına? Bir gece önce yaptığından utandı. Ne var ki paketi açınca yeniden öfkelendi. Kutunun içi boştu... Kızına gene bağırdı; "Birisine bir hediye verdiğinde kutunun içinde bir şey olması lazım. Bunu da mı bilmiyorsun küçük hanım?" Küçük kız gözünde yaşlarla babasına baktı. "O kutu boş değil ki baba!" dedi. "İçini öpücüklerimle doldurmuştum...”

Adam öyle fena oldu ki. Koştu kızına sarıldı. Beraberce ağladılar. Adam o altın kutuyu ömrünün sonuna kadar yatağının baş ucunda sakladı.
Ne zaman keyfi kaçsa, morali bozulsa, kendini kötü hissetse, kutuya koşar, minik kızının hayali öpücüklerinden birini çıkarırdı...
Aslında bütün anne-babalara çocukları böyle bir altın kutuyu, hiç bir karşılık beklemeden sevgi ve öpücüklerle doldurup vermişlerdir. Hiç kimsenin bundan daha değerli bir armağana sahip olabilmesi mümkün değil herhalde...!

BORSAHİSSE
27-02-2006, 21:27
Yaww Valla Bİ Daha Okusan AĞlayacam Yaww...

BORSAHİSSE
27-02-2006, 21:28
Adam 3 yaşındaki kızını, çok pahalı bir hediye kaplama kağıdını ziyan ettiği için azarlamıştı. Küçük kız altın yaldızlı kağıdı, bir kutuyu eğri büğrü sarmak için kullanmıştı. Yılbaşı sabahı küçük kızı paketi uzatıp "Bu senin babacığım" dediğinde üzüldü. Acaba gereğinden fazla mı tepki göstermişti kızına? Bir gece önce yaptığından utandı. Ne var ki paketi açınca yeniden öfkelendi. Kutunun içi boştu... Kızına gene bağırdı; "Birisine bir hediye verdiğinde kutunun içinde bir şey olması lazım. Bunu da mı bilmiyorsun küçük hanım?" Küçük kız gözünde yaşlarla babasına baktı. "O kutu boş değil ki baba!" dedi. "İçini öpücüklerimle doldurmuştum...”

Adam öyle fena oldu ki. Koştu kızına sarıldı. Beraberce ağladılar. Adam o altın kutuyu ömrünün sonuna kadar yatağının baş ucunda sakladı.
Ne zaman keyfi kaçsa, morali bozulsa, kendini kötü hissetse, kutuya koşar, minik kızının hayali öpücüklerinden birini çıkarırdı...
Aslında bütün anne-babalara çocukları böyle bir altın kutuyu, hiç bir karşılık beklemeden sevgi ve öpücüklerle doldurup vermişlerdir. Hiç kimsenin bundan daha değerli bir armağana sahip olabilmesi mümkün değil herhalde...!

Kashmir
27-02-2006, 22:59
Ingiltere tarihinin en kanli ve dramatik zamanlarindan biri kral VIII. Henri zamanidir... Veba, katliam, savaslar, uzak diyarlarda somurgelere gidenler, orada kaybedilenler ve buna benzer sebeplerle ulkenin nufusu neredeyse yari yariya dusmus, Kral ulkesinin geleceginden ciddi bir bicimde endiselenmeye baslamistir. Ama yaptirdigi arastirmalar
sonucunda ulke hapisanelerinde cok sayida serseri, hirsiz katil vs. ve cok sayida teşekkürler oldugunu tesbit etmis ve nufus artisini saglayabilmek amaciyla kral kontrolunde hapisanelerde ciftlesmeler organize etmistir. Dunyaya getirilen cocuklari da Ingiliz Kraliyeti, yetistirme ve topluma katma isini ustlenmistir. Bu nufus arttirma islemine "Fornication Under Control of the King" yani "Kral kontrolunde zina" denmis ve FUCK olarak kisaltilmistir. Bu Fuck islemleriyle Ingiltere nufusu 10 yil icersinde 2 ye katlanmistir."Fuck" kelimesi de ingilizceye buradan girmistir. Bu olayin Tarih kitaplariyla sabiti dogrudur.

Palet
07-03-2006, 19:29
.................

fenerce
09-03-2006, 03:49
yagan yagmura sozum olmaz da
kar yagdımı urkerim
cocukca

heryeri orten masum yanlızlık
aldatır beni

tertemiz kar beyaz baslayan
baharla yeşeren
yazın kuruyup giden
ilişkilerdir urketen beni

son baharda ozlenenler gibi
korkutur kar

sesizligin sesi olup duserken basima yagan kar
hayati toz beyaz gormek

birilerini ozlemek

kardan adam olmadan
kartopu yapmadan
bozmadan el degmeden

eritmeden saklamak
basmadan yurumek
iz bıraktım demek
olmaz
ezilen anları

yasayıp
temiz bırakmak
karları olmaz

belkide camdan bakıp
sevmek en guzeli

eriyip su olan akan
karısan nehir olan

yurek olup
dolan
yasamda iz olan.....

kar urkutur beni
cocukca onu yasamak
karı sevip sonrada
guneşi beklemek
korkutur

balaban
11-03-2006, 20:32
Dört gözle beklediğiniz bir kisiden haber gelmesi...

Ağrının dinmesi...

Yıllar sonra bir gün bir yerde, çocukluğunuzda annenizin sizin için yaptı kurabiyelere rastlamak...

Yağmurdan sonra, açan güneş...

Buz gibi sokaktan sıcacık eve girmek...

Yorgunluktan bitmişken yatağa uzanmak...

Tuttuğunuz takımın ezeli rakibini yenmesi...

Kızgın kumlarda uzun uzun yattıktan sonra
bedeni denizin serinliğine bırakmak...

Sabahlar kızarmış ekmek kokusuyla uyanmak...

Bir doktor muayenehanesinin kapısından,
şüpheleri dağıtmş olarak sevinçle çıkmak...

Yaz sıcağında,bir öğle uykusunun mahmurluğunu, buz gibi bir dilim karpuzla atmak...

Bir bahçenin önünden geçerken duyduğunuz hanımeli kokusu...

Sabah uyanıp o gün tatil olduğunu hatırlamak...

"Artık bitti" derken sizi arayıvermesi...

(*)Yaşlı ana babanızın, hálá çaldığınız kapının arkasında ya da hattın öbür ucunda olması.

Fırından yeni çıkmış ekmeğin köşesi....

Bir köşede birbirine sarılmış uyuyan kedi yavruları....

Evinizden, pişmekte olan etli biber dolması kokusunun yayılması...

Soğuktan titrerken elinize tutuşturulan bir bardak çay...

Meteliksiz bir gününüzde,çoktandır giymediğiniz ceketinizin cebinden para çıkması...

Onunla ilk kez yalnız kalmak...

Uzun, sıcak bir yürüyüşten sonra karşınıza
çıkan bir çınar altı.

Sabahtan beri ayağınızı vuran ayakkabıları
çıkardığınız an.

Sudan bir sebeple küstüğünüz arkadaşınızla barışmanız...

Yıkanmış, ütülenmiş, mis gibi kokan yatak
takımlarının koynunda uyumak...

Bir sandalın kenarına oturarak bacakları
denize sallandırmak.

En sevdiğiniz yemeğin ilk lokmasını ağzınıza aldınız an...

En önemlisi;
nefes almak,
konuşmak,
duymak,
yürümek,
görmek,
Anlamak,
Paylasmak.

"Ne Güzeldir"...

ARKADAŞLARINIZDAN, SEVDİKLERİNİZDEN ALACAĞINIZ,SICACIK BİR MERHABA

(*) Geçen akşam annem kapıyı biraz geç açınca ne kadar korktum:aglayan:

pinky
12-03-2006, 17:31
Harici Şubeleri: Hamburg ve İskenderiye. Niçin Londra, Paris. Berlin değil de Hamburg seçilmiş? Liman şehirleri ticarete daha uygun olsa gerek. İskenderiye de liman. Bazı eski İstanbul zenginleri kış aylarını İskenderiye!de geçirirlerdi. Acaba seçimi etkilemiş midir?
Sermayesi 1956 ya kadar 5.000.000 TL idi. 1956 da 10.000.000 TL ye bedelsiz olarak arttırıldı. Ben de kullandım, 1930 yılında dedemin bana doğum hediyesi olarak verdiği 5 liralık 1 adet hisse senedini. Eski yazıyla idi, Nama. İsmimi redis ucuyla hattat yazmış gibi döktürmüşlerdi. Çok güzeldi. Elimden aldılar, yerine 2 adet 5 liralık A tertibi yeni yazıyla yazılmış hisse verdiler.Çok üzülmüştüm dedemin hatırası gitti diye. Damgaladıktan sonra geri verin dedim veremeyiz dediler haklı olarak. Ama kullanılmamış kuponlarını verdiler. Hala durur.

baron11
13-03-2006, 02:15
İki çocuklu bir aile pikniğe gider.Baba küçük oğlu ve büyük kızıyla yürüyüşe çıkar.Epey yürüdükten sonra küçük çocuk ''Baba,çok yoruldum.Beni kucağında taşırmısın?'' der.Baba''Bende yorgunum oğlum'' deyince minik ağlamaya başlar.Baba tek kelime etmeden ağaçtan bir dal keser.Dalı çakıyla yontar ve oğluna vererek''Al oğlum,sana güzel bir at'' der.Çocuk sevinçle at'a biner ve hoplaya zıplaya uzaklaşır.Baba güler ve kızına şöyle der;İşte yaşam budur kızım.Bazen zihnen ya da bedenen kendini çok yorgun hissedeceksin.O zaman kendine değnekten bir at bul ve neşeyle yoluna devam et.''Bu at bir arkadaş,bir şarkı,bir çiçek,bir şiir ya da bir çocuğun tebessümü olabilir''Değnekten atınız eksik olmasın arkadaşlar.

Turkuaz
18-03-2006, 13:19
OGRENDIK MI KI?

Ögrendik ki....
Bir tek insanin bize ''iyi ki varsin'' demesi, varoldugumuz için mutlu olmamizi saglar....

Ögrendik ki....
Kibar olmak, hakli olmaktan daha önemlidir.

Ögrendik ki....
Hayat sartlari bizi ne kadar ciddi görünmeye zorlasada hepimiz çilginliklarimizi paylasacak birini ariyoruz....

Ögrendik ki....
Bazen tek ihtiyacimiz olan bir el ve bizi anlayacak bir yürektir.....

Ögrendik ki....
Parayla ''klas insan'' olunmuyor....

Ögrendik ki....
Gün içinde basimiza gelen küçücük seyler gün sonunda koca bir mutluluga dönüsüyor....

Ögrendik ki....
Inkar edip içimizde sakladigimiz seyler gerçekligini kaybetmiyor....

Ögrendik ki....
Biriyle dalastigimizda tek basardigimiz onun bize daha çok zarar vermesini saglamaktir....

Ögrendik ki....
Her yarayi saran zaman degil sevgidir....

Ögrendik ki....
Çabuk olgunlasmak için zeki insanlardan çevre edinmek gerekir.....

Ögrendik ki...
Karsilastigimiz herkes bir gülüsümüzü hak eder.....

Ögrendik ki....
Hiç kimse mükemmel degildir....

Ögrendik ki....
Hayat zorludur ama biz daha zorluyuz....

Ögrendik ki....
Gülümsemek, daha güzel bir görüntüye kavusmanin bedava yoludur....

Ögrendik ki....
Hepimiz zirvede olmak istesek de asil keyif oraya tirmanirken yasadiklarimizdir....

Ögrendik ki....
Zamanimiz ne kadar azsa yapacak isler o kadar çoktur....

Ögrendik ki....
BIRINI NE KADAR ÇOK SEVERSEK HAYAT ONU BIZDEN O KADAR ÇABUK ALIYOR.....

CAN DÜNDAR

Kashmir
18-03-2006, 22:41
> Bir universite profesoru ogrencilerine su soruyu
sorar;
> -'Var olan herseyi Tanrimi yaratti?'
> Cesur bir ogrenci ayaga kalkar ve yanitlar.
> -'Evet herseyi Tanri yaratti!'
> Profesor sorusunu yineler ve ogrenci yine 'evet
efendim ' diye
yanitlar. Profesor devam eder;
> -'Eger herseyi yaratan Tanri ise ve seytan var
olduguna gore seytani
da Tanri
yaratmis olur ve calismalarimizda uyguladigimiz
'Kesinlestirme' prensibine
gore de Tanri seytandir.Ogrenci boyle bir onerme
karsisinda sasirir ve
yerine oturur.Profesor ise ogrencilerine bir kez daha
Tanri'nin icindeki
kaderin bir efsane oldugunu kanitlamaktan oturu
oldukca mutludur.Bu arada
bir ogrenci ayaga kalkar ve
> -Bir soru sorabilirmiyim profesor? der.Profesorde
sorabilecegini
soyler. Ogrenci ayaga kalkar ve 'Soguk varmidir? diye
sorar.
> Profesor;
> -'Nasil bir soru bu boyle,tabiki vardir ' diye
yanitlar. 'Sen hic
soguktan
usumedinmi?'
> Ogrenci ;
> -'Aslinda, fizik yasalarina gore soguk yoktur.
yasamda/realitede biz
sogugu
sicakligin yoklugu olarak dusunuruz.Herkes veya
nesneler o enerji oradaysa
veya bir sekilde enerji iletiyorsa onu
deneyimler.Ornegin,Absolute 0 (-460
derece F) sicakligin kesin yoklugudur (hic olmadigi
seviyedir).Tum
maddelerin bu seviyede reaksiyon verme ozellikleri
bozulur ve
degisir.Soguk yoktur,o yalnizca sicakligin yoklugunda
duyumsadiklarimizi
tarif etmek icin yarattigimiz bir kelimedir' der ve
devam eder,
> - Profesor, karanlik varmidir? profesor ;
> -'Tabiki vardir'. Ogrenci yanitlar,
> -'Korkarim gene yaniliyorsunuz
efendim.Cunku,Karanlik ta
yoktur.Yasamda/realitede
karanlik isigin yoklugudur.Biz isik uzerinde
calisabiliriz ama karanligi
calisamayiz.Gercekte,biz Newton'un prizmasini
kullanarak beyaz isigi kirar
ve renklerin cesitli dalga uzunluklari uzerinde
calisabiliriz.Ama
karanligi olcemeyiz.Bir basit isik isini karanlik bir
mekani aydinlatarak
karanligi kirmis olur yani karanligi gecersiz kilar.
Siz belli bir
mekanin/uzayin ne kadar karanlik oldugundan nasil emin
olursunuz? Isigin
miktarini olcersiniz! Bu dogrudur degilmi? Karanlik
insanlik tarafindan ,
isigin olmadigi yer/mekan icin kullanilan bir
kelimedir. Son olarak
ogrenci profesore gene sorar;
> -'Efendim seytan varmidir? Bu kez profesor pek emin
olamamakla
birlikte yanitlar; -'Tabiki, acikladigim gibi, biz
onu her gun ,her yerde
onu goruruz.Seytan/kotuluk
bir kisinin baska bir kisiye her gun sergiledigi
insaniyetsizliginin bir
ornegidir.O , dunyadaki islenmis tum suclarda,siddette
yer alir.Bunlarin
tumu seytanin kendisinden baska bir sey de degildir.'
der.
> Ogrenci devam eder;
> -'Seytan yoktur efendim.Yani o kendi basina yoktur.
Seytan basit
olarak Tanrinin
yoklugudur.O aynen karanlik ve soguk ta oldugu gibi
insanin tanrinin
yoklugunu tarif etmek uzere yarattigi bir kelimeden
ibarettir.Tanri
seytani yaratmadi. Seytan/kotuluk insanin tanrisal
sevgiyi yureginde
duyumsamadigi zaman deneyimlediklerinin bir
sonucudur.O aynen sicakligin
olmadigi yere gelen soguk ya da isigin olmadigi yere
gelen karanlik
gibidir.
> Profesor yerine oturur. Genc ogrencinin adi ALBERT
EINSTEIN'dir

dent
18-03-2006, 23:42
(*) Geçen akşam annem kapıyı biraz geç açınca ne kadar korktum
bir de hiç kapıyı açamayacağını bilmek ve herşeyi onun daha iyi olması için yapmışken hiç dönmeyeceği bilmek kelimelerle ifade edilemez:aglayan: :aglayan:

balaban
19-03-2006, 00:50
bir de hiç kapıyı açamayacağını bilmek ve herşeyi onun daha iyi olması için yapmışken hiç dönmeyeceği bilmek kelimelerle ifade edilemez:aglayan: :aglayan:


Biliyorum

Kashmir
21-03-2006, 13:00
>Çok zaman
önceydi.O kadar zaman önceydi ki zaman >diye bir şey yoktu. İnsanlar
güneş doğup batıncaya kadar yaşıyorlardı hayatı. Bir daha hiç
olmayacakmış gibi dolu ve anlamlı.
>Derken zaman diye üç parçalı bir şey icat etti insan.
>Bir parçasına dün dedi, diğer parçasına bugün, öteki parçasına da
yarın. >Sonra fesat karıştı zamana ve insan bugünü unuttu.
>Dünü düşünüp pişman oldu, yarını düşünüp telaşlandı;
>ama işin ilginç tarafı tüm telaş ve pişmanlıkları güneş doğup
batıncaya kadar yaşadı.
>Farkında olmadan rezil etti bu gününü.
>Oysa yarın, bugüne dün diyor, dünde bu gün için yarın diyordu. >Bir
türlü beceremedi.Bir eliyle yarına, diğer eliyle düne yapıştı. Bu günü
>eline yüzüne bulaştırdı...Mutsuz oldu insan.
>Ve ne gariptir ki yarının telaşı da, dünün pişmanlığını da hep bugün
yaşadı;
>
>ama bugünü hiç yaşayamadı.Ne yarın ne de dün!*
>
>Can Dündar

petal
21-03-2006, 16:28
Düşünceleriniz olumlu olsun ,
çünkü düşünceleriniz sözleriniz olur .

Sözleriniz olumlu olsun ,
çünkü sözleriniz davranışlarınız olur

Davranışlarınız olumlu olsun ,
çünkü davranışlarınız alışkanlıklarınız olur

Alışkanlıklarınız olumlu olsun ,
çünkü alışkanlıklarınız değerleriniz olur .

Ve değerleriniz açıkolsun ,
çünkü değerleriniz kaderiniz olur."

Mahatma Gandhi

BORSAHİSSE
21-03-2006, 21:18
Uzakdoğu'da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti. Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki budist, kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra söz'süz konuşmaları başladı. Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu. Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti. Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üsünde yüzüyordu ve su taşmamıştı. İçerideki budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.

kantar
25-03-2006, 12:52
Hazine Kitabı

Büyük Selçuk Sultanlığı döneminde İran'ın ufak bir şehrinde tek oğlu olan dul bir kadın yaşıyormuş. Dünyadaki hayatının sonuna gelmiş olduğunu hissedince oğlunu çağırmış ve ona şöyle demiş: "Çok güçlük içinde yaşadık, çünkü fakiriz; ama sana büyük bir zenginlik emanet ediyorum. Onu bana güçlü bir büyücü hediye etmişti. İçinde muazzam bir defineye ulaşmak için bütün gereken işaretler mevcut. Benim bunu okuyacak ne takatim ne de zamanım var. Şimdi onu sana emanet ediyorum. Talimatları uygula, çok zengin olacaksın!" Annesini kaybetmenin verdiği derin üzüntü geçtikten sonra oğul, o eski ve değerli büyük kitabı okumak üzere almış. Kitabın baş kısmında şöyle yazıyormuş: "Hazineye ulaşmak için sayfa atlamadan okuyunuz. Eğer hemen netice kısmına aktarsanız, kitap bir sihirle kendiliğinden yok olacak ve hazineye erişemeyeceksiniz." Bundan sonra ise uzak bir ülkede birikmiş olan zenginliğin miktarından bahsediliyormuş ve ayrıca, bu hazinenin bir mağarada çok iyi korunmakta olduğu da yazılıyormuş. İlk sayfalardaki Farsça metin bir yerde kesilmiş ve bundan sonrası Arapça devam ediyormuş. Kendini şimdiden zengin olarak görmekte olan genç, başkaları da bu sırrı öğrenip, üstelik de kendisine yanlış bilgi vererek hazineye sahip olmasınlar diye metni tercüme ettirmeye teşebbüs etmemiş. Onun yerine büyük bir ihtirasla Arapça öğrenmeye başlamış. Sonunda metni mükemmel şekilde okuyacak hale gelmiş. Fakat bir noktadan sonra kitap Çince devam ediyormuş. Sonra da başka lisanlar geliyormuş. Genç adam azimle ve sabırla bunların hepsini çalışmış. Bu arada yaşamak için gereken parayı da bu öğrenmiş olduğu lisanlardan temin etmeyi başarmış ve bir süre sonra da başkentin en iyi tercümanlarından biri olarak tanınmış. Böylece, bir zaman sonra hayatı toparlanmaya başlamış. Birçok lisanda yazılmış bir dolu sayfadan sonra kitapta bu hazinenin nasıl idare edilmesi gerektiğine dair talimatlar varmış. Buraya geldikten sonra genç adam istekli bir şekilde iktisat ve ticaret öğrenmiş; ayrıca hazineyi bir kere ele geçirdikten sonra aldatılmalara maruz kalmamak için kıymetli metallerin ve mücevherlerin, menkul eşyaların ve gayrimenkullerin değerlerini belirlemeyi de öğrenmiş. Bu arada daha iyi bir hayat sürdürebilmek için de, öğrendiklerini uyguluyormuş. Hatta onun çok lisan bilen ve maliyeden iyi anlayan biri olarak şöhreti saraya hatta krala kadar ulaşmış. Ona önceleri bazı ufak vazifeler tevdi eden kral, sonunda onu krallığın genel valisi olarak tayin etmiş. Bir çok önsözden sonra kitap sonuna doğru gereken daha teknik konular giriyor ve büyük kapı nasıl inşa edilir, vinç nasıl kurulur, mağaraya erişmek için bocurgat nasıl kurulur, büyük taş kapılar açılırken, büyük taş kütleler nasıl çıkartılır, yol yapımında yolları düzlemek için dolambaçlı yerler nasıl doldurulur ve buna benzer konuları anlatıyormuş. Bu sırrını asla hiç kimseyle paylaşmayı düşünmeyen ve dolayısıyla hiç kimseden yardım almayan o dul kadının oğlu, böylece bilgili ve sayılan bir kişi olmuş. Daha ssonra mühendislik ve şehir planlamacılığı çalışmış. Nihayet, kültürü çok takdir eden kral, onu vekili ve sarayın mimarı atamış ve derken sonunda vezirliğe ükseltmiş. Gerçekten tüm krallıkta onun kadar ilme yatkın, bizim Hazine Kitabı'nı okuyacak kadar kabiliyetli bir kişi yokmuş. Artık son sayfaya gelmiş ve hatta bu son sayfayı okuyacağı aynı gün şahın kızı ile evlenecekmiş. En son yaprağı çevirip şu son cümleyi okumuş: "Bilmek en büyük hazinedir!"

fenerce
26-03-2006, 02:45
Testlerden Hayata Kalan

Doğruların üzerini karaladık

Emin olamadıklarımızı boş bıraktık
Yanlışlarımız doğruları götürdü de

Doğrularımız yanlışları düzeltmedi

Yarıştık
Az paylaştık
Sıra arkadaşlarımızla

Gelişmeden çok geçmeyi öğrendik

Çoğunluğun kırılan umutlarından
Doğdu mutluluk
Pek azımıza

Yalnızlaşarak ilerleyenler gibi
Geride kalanlarında
Hayatında

Seçenekler oldu
Çeldiriciler oldu

Yaşam
Ak veya kara oldu

Seçimler
Doğru oldu Yanlış oldu
Boş geçilen oldu

Hayallerden ise
“E” hiçbiri
Oldu

Doğruların üzerini karaladık

Yanlışlarımız doğruları götürdü ki
Doğrularımız hikâyemiz oldu…

afkirse
26-03-2006, 18:21
Bir Bebeğin Yarım Kalmış Günlüğünden
5 Ekim: Bugün var edildim. Buradayım. Varım. Müthiş bir duygu bu. Var
olduğumu henüz annem ve babam bilmiyor.

Bir elma çekirdeğinden bile küçüğüm. Ama ne de olsa, ben benim. Varım
ya! Bu bana yetiyor. Henüz bedenim belli belirsiz, yüzüm yok ama,
varlığımı ve benliğimi hissedebiliyorum. Bir kız olacağım ve baharda
çiçekleri seveceğim.

19 Ekim: Biraz büyüdüm. Kımıldamam mümkün değil. Annem henüz farkında
değil ama onun kanıyla besleniyorum. Kalbini dolaşıp gelen sımsıcak kan
bana geliyor. Beni sevecek bir kalbin kıpırtılarını şimdiden hissediyorum.
Annem beni çok sevecek. Annem için güzel bir sürpriz olacağım.

23 Ekim: Hiç göremediğim bir el ağzımı biçimlendirmeye başladı.
Dudaklarımda onun dokunuşunu hissediyorum. Bu "el"in dokunduğu yerler
dudağım damağım oluyor. Düşünün bir yıl sonra bu elin dokunduğu yerde
tebessümler açacak, güleceğim. Dudağımdan ve dilimden sözler dökülecek.
Herhalde önce "Anne!" diyeceğim. Anne duyuyor musun beni? Seninle
konuşacağım. Sana güleceğim. Kimilerine göre hâlâ daha var değilmişim…
Nasıl olur? Varım ve gülücükler sunacak dudaklarım da olmak üzere ya… Hem
sonra bir ekmek kırıntısı ne kadar küçük olursa olsun yine ekmektir. Öyle
değil mi anneciğim? Ah bir konuşabilsem!

27 Ekim: Bugün pek mutluyum. İçimde tatlı bir kıpırtı başladı. Artık
bir kalbim var. Kalbim atmaya başladı. Hayatım boyunca böyle atıp duracak.
Sevgilerle dolduracağım kalbimi. Tıpkı anneminki gibi... Annem bedeninde
iki kalbin birden atmaya başladığını bilseydi ne kadar sevinirdi! Duyuyor
musun anne?

2 Kasım: Her gün biraz daha büyüyorum. Kollarım ve bacaklarım da
biçimlenmeye başladı. Hele bir büyüsün kollarım bak nasıl kucaklayacağım
seni anneciğim. Şu ayaklarım da tamamlansın da, beraber çiçekli bahçemizde
yürürüz. Belki birlikte okula gideriz.

12 Kasım: Ah evet… Bunlar, bunlar ne kadar sevimli ve küçük şeyler.
Aman Allah'ım parmaklarım da çıkmaya başladı. Bunlarla çiçek toplayacağım,
annemin elini tutacağım, kalem tutacağım. Belki de güzel bir şiir
yazacağım. Anneciğim, orada mısın? Ellerimi ellerinin arasına koymak için
sabırsızlanıyorum.

20 Kasım: Oh, nihayet.. Annem doktora gitti. Burada olduğumu öğrendi..
Yaşasın! Doktor teyze özel bir cihazla gördü beni. Ultrason diyorlarmış.
Resmimi bile çekti. Sevinmiyor musun anneciğim? Seneye kalmaz kollarının
arasında olacağım…

25 Kasım: Artık babam da burada olduğumu biliyor. Fakat henüz kız
olduğumun farkında değiller. Onlara sürpriz yapacağım..

10 Aralık: Bugün yüzüm tamamlandı. Artık iki güzel gözüm, bir küçük
burnum, dudaklarım ve yanağım var… Anneme benziyorum galiba…

13 Aralık: Artık çevreme bakabiliyorum. Etrafım çok karanlık ama
olsun. Yine de mutluyum. Yaşıyorum ve varım. Kısa bir süre sonra gün
ışığını görebileceğim, renkleri ve çiçekleri tanıyacağım. Rüyamda gördüm.
Dünyada gökkuşağı diye bir şey varmış.. Onu çok merak ediyorum..
Anneciğim, babacığım sizin yüzünüzü de göreceğim. Tanışacağız…. Mutlu
olacağız. Gülüşeceğiz..

24 Aralık: Kulaklarım daha iyi duyuyor artık. Anneciğim, senin
kalbinin seslerini duyuyorum. Benim kalbimin atışlarını da sen duyabiliyor
musun? Hatta sesini bile tanıyabiliyorum. Sesin ne kadar tatlı… Hiç
duymadığım bir şey bu… Güzel ve sağlıklı bir kız olacağım. Kollarında
uyuyacağım, yüzüne bakacağım, o tatlı sesini dinleyeceğim. Benim için
ninni de söyleyecek misin anneciğim? Sen de beni özlüyorsundur mutlaka…
Beni koklayacaksın.. Çok seveceksin, değil mi?

28 Aralık: Anne burada bir şeyler oluyor. Doktor abla neden mutsuz
bakıyor böyle... Sen acı çekiyor gibisin. Kalp seslerin değişti... Sustun.
Benimle niye konuşmuyorsun anne? Anne… Anne… Anneciğim… Yüzümde soğuk bir
şey hissediyorum. Anne, yüzümü parçalıyorlar... Anne bir şeyler yap… Anne…
Kolumu çekiyorlar anne… Canım yanıyor anne... Anne… Ayaklarımı parçalıyor
bu şey anne... Beni sana bağlayan damarı kopardılar anne… Anne kalbimi
parçalıyorlar… Anneciğim… Anne… Anne… An…

Ah! Kürtajınız ta-mamlandı hanımefendi. Geçmiş olsun !..


-Alıntı-

kantar
28-03-2006, 20:06
Aşk bir kelebek gibidir. Hiç beklemediğin bir anda gelip omzuna dokunuverir...
.................................................. .................................................. .
Yaşananlar...

Saat 8.51, aslında zamanın hiç önemi yok, yaşananlar önemli...Akan nehri durdurmaya çalışmak niye? Bırakmalı insan kendini akan sulara. Her şey yaşanır orda...İşte yaşam bundan ibaret...

Bir ay önce bugün, (garip, bir şekilde zamanla yaşamaya alışmışlığı yenemiyor insan) ani bir rüzgarla savruldum, yaprak misali. Döne döne, ine kalka uçuyordum bilinmeze doğru. Korku, merak, keşfetme ve arayış karışımı inanılmaz bir heyecan kaplamıştı her yanımı. Bu savruluş öylesine cezp ediciydi ki, karşı koyamıyordum. Beni nereye taşıdığını sezmişçesine sınırsız bir güven içindeydim. Tüm kaygılardan arınmış, savunmasız ve çırılçıplak bıraktım kendimi onun kucağına. Güçlü olduğu kadar büyüleyiciydi. Başım dönüyor sarhoş oluyordum nefesinden. Sesi yankılanarak içime doldukça kendimi kaybediyordum. Rüzgara dönüşmüş, rüzgar olmuştum adeta. Olacakları kabullendikçe, bunları yaşama cesareti büyüyordu içimde. Yaşamak özgürce, tüm benliğimle, doğayla bütünleşerek yaşamak hazların en yücesiydi...

Rüzgar Tanrısıyla kesişmişti yollarımız...

O beni seçmişti bu kez, ben ise bir şekilde ona tutulmuştum. Bir anlamda aynı frekans üzerindeydik. Ne arıyordum? neyi öğrenmek istiyordum? Bana ihtiyacı olan birisine duyulan ihtiyaç mıydı bu arayış? Bir kadın olarak, kadınlığımı hissedebilme arzusu muydu? Heyecanı yaşamak mı? Tabuları çiğnemek, hiç yaşanmamış şeyleri yaşayabilme cesaretini göstermek miydi? Tek düzelikten kurtulma isteği mi? Kendimi bulma ve isteklerim doğrultusunda davranabilme hakkımı kullanmam gerektiğine duyduğum inanç mı? Toplumun yıkıcı kurallarını hiçe saydığımı kendime ispat etme uğraşı mı? Yaşamadıklarımı yaşamak, tatmadıklarımı tatmak, kısacası yepyeni bir hayat gerçeğini görmek, hiç gidilmemiş yerlere gitmek isteği gibi bir şey miydi? Yaşamak, ne için yaşamak gerektiğini hissedebilmek, duyabilmek, algılayabilmek için gösterilen bir çaba mı? Tüm acılardan arınmış, yılların açtığı yaralardan kurtulmuş olarak ve yaşanmış mutlulukları hiçe sayarak yepyeni bir sayfa açmak isteği miydi? Evet, bunlar ve hasretini çektiğim tüm özlemlerimin yanı sıra, yaşadıklarımın birikimi ışığında mesafeler kaydetmek gerekliliğine duyduğum inançtı bu. Yıkıntılar altında kalmış özüme ulaşarak onu en iyi bir şekilde yaşatma çabası. Kendime şefkatle dokunabilmek, ona gereken en büyük ihtimamı gösterebilmek çabası. Kendimi ve evreni sevmeye doğru atılmış ilk büyük adım. İçimdeki özle ve içinde yaşadığım evrenle aynı frekans üzerinde olabilmek. İşte bunu istiyordum ben...Yaşamla uyum içinde olmak böyle mümkün olurdu ancak. Ve bunu sadece rüzgar Tanrısının yardımıyla başarabileceğimi biliyordum, bilmeden. Bilinçli değildi bu olgu. İçimde oluşmuş, kök salmış ama daha gün ışığına çıkmamıştı. O, yüreğimde uyuyan sevgiyi uyandırabilecek tek doğal güçtü. bunu hissediyordum. O da bunu biliyor ve istiyordu. Bin bir çeşit serüvenlerle dolu bir oyunun eşiğinde ilk adımımı atmak için sabırsızlanıyordum artık. İşte tam bu esnada yakaladı beni rüzgar ve alabildiğince savurdu. O savurmak ben savrulmak istiyorduk. Birleştik, bütünleştik...

Önce hafif bir meltemle ürperdi tenim. Derimin alt tabakalarına doğru dalga dalga yayılan esinti derinlere doğru ilerliyor, küçük titreşimler halinde sarıyordu bütün bedenimi. Durgun suya atılmış bir çakıl taşının çevresinde oluşturduğu halkalar gibi içim kıpır kıpır uyanırken ruhumun derinliklerinde yankılanıyordu iniltisi... Her titreşim yeni bir tabakayı çözüyor, yüreğimde hapsolmuş sevgi kaynağına doğru emin adımlarla yaklaşıyordu. Mavilerin ve yeşillerin yakamozumsu ışığında deniz ve yosun kokuları genzime dolarken ferahlıyor, rahatlıyor ve eriyordum için için...

Yön değiştiren rüzgar poyrazdan esmeye başladı bir süre sonra. Acı acı titretti içimi. Borayla kendimden geçtim. Tarifsiz fırtınalar koptu yüreğimde, sarsıldım. Kasırgalar esti, yerle bir oldum. Merhametsiz tufanlarda boğuluyordum...Ve ansızın duruldu, başka ufuklara doğru yola koyuldu rüzgar. Bir afet öncesi hasıl olan sessizlik hakim şimdi. Hissediyorum, ürperiyorum....

kantar
01-04-2006, 15:25
Bir Öykü

Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla Rektör'ün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?

Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı... Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu... Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; ''Bekleriz'' diye mırıldandı... Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi... Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü... Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter, dayanamayarak yerinden kalktı. ''Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa gidecekleri yok'' diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu...

Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu? Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.

Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.

Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. ''Madam'' dedi, sert bir sesle, ''Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner...''

''Hayır, hayır'' diyerek haykırdı yaşlı kadın... ''Anıt değil... Belki, Harvard'a bir bina yaptırabiliriz.'' Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak, ''Bina mı?'' diyerek tekrarladı, ''Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı...''

Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi... Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: ''Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?''

Rektör'ün yüzü karmakarışıktı... Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya, Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.

Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD'u.


--------------------------


Ayağınıza kadar gelip, sizinle görüşmek isteyen insanlara yaklaşmadan önce bir kez daha düşünmeniz dileğiyle...

josephboz
02-04-2006, 17:49
pdf dosyasıdır.

kantar
03-04-2006, 06:54
Çocuk Yaşadığını Öğrenir

Eğer Bir çocuk sürekli eleştirilmiş ise
Kınama ve ayıplanmayı öğrenir.
Eğer Bir çocuk alay edilip aşağılanmış ise sıkılıp utanmayı öğrenir.
Eğer Bir çocuk kin ortamın da büyümüş ise
Kavga etmeyi öğrenir.
Eğer Bir çocuk devamlı utanç duygusuyla eğitilmiş ise
Kendini suçlamayı öğrenir.
Eğer Bir çocuk hoşgörü ile yetiştirilmişse
Sabırlı olmayı öğrenir.
Eğer Bir çocuk desteklenip yüreklendirilmiş ise
Kendine güven duymayı öğrenir.
Eğer Bir çocuk övülmüş ve beğenilmiş ise
Taktir etmeyi öğrenir.
Eğer Bir çocuk hakkına saygı gösterilerek büyütülmüş ise
Adil olmayı öğrenir.
Eğer Bir çocuk güven ortamı içinde yetişmiş ise
İnançlı olmayı öğrenir.
Eğer Bir çocuk kabul ve onay görmüş ise
Kendini sevmeyi öğrenir.
Eğer Bir çocuk ailesi içinde destek ve arkadaşlık görmüş ise
Dünyada mutlu olmayı öğrenir

Kısaca biz neysek çocuk o olur.

buzzy
04-04-2006, 20:04
BEKÇİ
Kongre uyeleri birgun ulkenin issiz bir bolgesinde, kocaman ve terkedilmiş bir hurda yigini deposu keşfetmişler... iclerinden biri "bir bekci kiralayalim buraya sahip ciksin" demiş.. "birileri gelip burda bişeyler kariştirmasin".. boylece bir adami BEKCI sifatiyla işe almişlar...
Ertesi gun bir diger kongre uyesi: "iyi yaptik da bi eksik var.."demiş.. "biz bu adama bir iş tanimi vermedik ki adam nasil calişicagini bilsin? Ayrica iş tanimini verdikten sonra adami bir de egitmek lazim".. digerleri onu hakli bulmuşlar, boylece bekcinin iş tanimini belirliycek bir PLANLAMA DEPARTMANI kurmuşlar, oraya da bu tanimlari rapor edicek bir DOKUMANTASYON UZMANI ile bir de bekci icin EGITMEN almişlar...
Birkac gun sonra diger kongre uyesi sormuş: "Peki ama bu bekciyle iş tanimini yapanlar iyi calişiyolar mi, bunu takip edicek biri lazim diil mi?"
Boylece bekci ve egitmenlerini denetliycek bir KALITE KONTROL DEPARTMANI kurmuşlar, oraya da bir KALITE KONTROL SORUMLUSU ile bu adamlarin ne yapip ettigini rapor edicek 2 tane MUFETTIŞ almişlar...
Ertesi gun bir diger kongre uyesi demiş ki: "Peki ama bir bekci ve peşinden bir suru denetleyici işe aldik, bunlarin maaşini kafamiza gore mi vericez?
Bekciye ne kadar Kalite kontrol departmanina neye gore ne kadar maaş verilicek, bunun bi sistemi olmali.."
Boylece bir MUHASEBE DEPARTMANI kurmuşlar.. oraya da bir MUHASEBECI, bir BORDRO MEMURU ve butun bu insanlarin ne kadar caliştigini işe geliş gidiş saatlerini takip edicek bir DENETLEME UZMANI işe almişlar...
Ertesi gun bir diger kongre uyesi sormuş: "Eveet bir bekcimiz var bagli oldugu departmanlari da kurduk, iyi guzel de bunlar kendi başina buyruk mu iş yapicaklar?
Bunlara bir mudur lazim diil mi? Tabi mudur aldiktan sonra bunun bir de yardimcisi olmasi lazim.."
Bunun uzerine bekci ve bagli bulundugu departmanlar icin 1 MUDUR, 1 MUDUR YARDIMCISI, bir de bunlara SEKRETER işe almişlar..
Ve birkac gun sonra kongre toplantisinda tartişma cikmiş:
"ŞU HALE BAK..BUTCENIN 22.000 $ UZERINE CIKMIŞIZ.. BUTUN GEREKSIZ HARCAMALARI BELIRLEYIP YARINDAN ITIBAREN KESMEMIZ LAZIM...!!"
Ve bekciyi kovmuşlar....

radyolog
04-04-2006, 21:06
1900'lü yılların başında cok karlı ve soğuk bir kış yaşanmaktayken, Pazar gününde Vermont'da vaaz vereceği kiliseden aşağı-yukarı iki saat at yürüyüşü uzakta yaşamakta olan papazımız kararsızlıktan kıvranmaktadır... İki saat gidiş, iki saat de dönüş, bu ayazda toplam dört saat ata binerek gidip gelebileceği köy kilisesine gitse bile kimsenin geleceğinden emin değildir. "Ne yapalım, benim işim bu, başa gelen çekilir, bir kişi bile gelecek olsa benim orada olmam gerekir," diye düşünerek atına atlayıp zamanında kiliseye varabilmek maksadıyla erkenden yola düzülür...

Uzaktaki kiliseye vardığında kan-ter içindedir, yorgunluktan bitap düşmüştür... Atını bağlar, kilisenin kapısından içeri süzülür. Salonda hiç kimsenin olmadığını görünce üzülür... Aradan bir 5-10 dakika geçer, bir köylü gelir, tahta sıralardan birine oturur... Köylü ve papaz üstlerine-başlarıına çeki-düzen vererek kendilerini Pazar vaazına hazırlarlar...

Derken papaz köylünün yanına yaklaşır, kulağına doğru eğilerek, "istersen bir onbeş dakika kadar daha bekleyelim, belki başka gelen de olur" der; köylü başıyla onaylar...

Beklemeye başlarlar... 15-20 dakika geçer, gelen-giden olmaz... Papaz biraz da şaşkınca, köylüye, "Bu şartlar altında ne yapmamız daha iyi olur" diye sorar.

Köylü, "Ben Vermont'da at yetiştiren basit bir köylüyüm; beslenme vakti gelip de atlarımı beslemeye gittiğimde eğer tek bir at gelmişse onu beslerim" der.

Papaz, "anladım, tamam o zaman başlayayım" der ve başlar önceden hazırlamış olduğu vaazı döktürmeye. Konuştukça coşar, coştukça konuşur... Böylece bir müddet geçer; papaz ballandıra ballandıra nutkunu iki saatin üstünde sürdürür. Vaaz bittiğinde, papaz köylüye dönerek, "Nasıl, istediğin gibi oldu mu" diye sorar.

Köylü, "Ben Vermont'da at yetiştiren basit bir köylüyüm; beslenme vakti gelip de atlarımı beslemeye gittiğimde eğer tek bir at gelmişse onu beslerim. Ancak tek bir at geldi diye de bütün yemi ona yedirmem" der.

Sevgilerimle,

kantar
04-04-2006, 21:43
Çivi

Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş.

- ''Arkadaşlarınla kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi çak.'' demiş.

Genç, ilk gün tahta perdeye otuz çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendini kontrol etmeye çalışmış ve geçen her günde daha az çivi çakmış.

Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş.

Babası onu yeniden tahta perdenin önüne götürmüş. Gence:

- ''Bu günden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdeden bir çivi çıkart.'' demiş.

Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış. Babası ona:

- ''Aferin, iyi davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak. Artık çok delik var. Artık geçmişteki gibi güzel olmayacak.''

- ''Arkadaşlarla kavga edildiği zaman kötü sözler söylenir. Her kötü kelime bir yara (delik) bırakır. Arkadaşına kendisini affettiğini söyleyebilirsin ama bu delik aynen kalacak. Bir arkadaş ender bir mücevher gibidir. Seni dinler, yüreklendirir, güldürür, sen ihtiyaç duyduğunda yardımcı olur, sana yüreğini açar.

kantar
08-04-2006, 17:31
Yesil Elbise

Yolda karşılastığımızda ezan okunuyordu.
-"Gel seni camiye götureyim" dedim. "Bugün cuma biliyorsun."
-"Sende benim camiye gitmedigimi biliyorsun."dedi.
-"Biliyorum ama sebebini gerçekten merak ediyorum."
-"Ne bileyim,olmuyor işte. Hem pantolonumun ütüsü bozulup,dizleri cıkar diye endişe ediyorum."dedi.
Gayri ihtiyari gülmeye başladım.
-"Herhalde şaka yapıyorsun. Bunun icin cami terk edilir mi?
-"Ciddi söylüyorum. Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin."dedi.
Gerçekten de öyleydi. Giydiği birbirinden güzel elbiseleri; mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.
-"Peki" dedim. "Hayatında hiç camiye gitmedin mi?"
-"Çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim. Hem o yaşlarda dizlerimin aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum. Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum."
Söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmisti. Daha sonra tokalaşıp ayrıldık. Onunla konuşmamızdan iki ay sonra; kendisinin camide olduğunu söylediler.Hemen gittim. Bahcedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve yine yeşiller vardı üzerinde . Yavasca yanına yaklaştım ve Kısık bir sesle:
"Hani camiye gelmiyecektin ?" dedim
Hiç sesini çıkartmadı. Çünkü musalla taşının üzerinde, yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu...

kantar
11-04-2006, 19:44
Hayat şurup gibidir" derler, doğru, tatlısı da olur, acısı da...

İnci Tanesi

Yaşantımız boyunca başlattığımız hangi öykü gerçekten girişine uygun olarak bitiyorki...

Beyin emir verir, zihin düşünür, dil dönmez konuşmaya, bi gayret eller devreye girer beyinden dile verilen emir, ellere parmak uçlarına kaydırılır. Buruk duygularla yüklü, kırık kalbiniz uzanır klavyeye yada en azından bir tükenmez kaleme... Parmaklar yürekden gelecek emri bekler, gözler parmak uçlarına bakar pür dikkat. İnadına kıpırdamaz parmaklar yine inadına titrer gözbebekleri ve hiç umulmadık ani bir sağanak boşalır göz pınarlarından "nar" yanaklara, dudaklar katılır göz bebeklerinin titreyişlerine ve yürek hıçkırığı doğuruverir, bazen sessizce bazende derin göğüs sarsıntılarıyla. Her doğum gibi bu da zordur. Hıçkırıklar gürler, gözyaşları yağar, beden sarsılır. Ne kadar süreceği belli olmaz, nasıl başladığına ve nasıl bitirileceğine göre değişir . Kimi zaman benliğinizde fırtınalar kopartan ve gözlerinizden sağanak yağdıran "O"sert, soğuk ve acımasız rüzgar, değişiverir yarattığı tufanı görünce, ılık ılık esen bir meltem olur etrafınızda ve dindirirverir fırtınayı, ruhunuz huzura erer bir anda "O"rüzgarın kollarında yeniden. Rüzgar saçlarınıza dokunur, onları koklar tıpkı yağmur sonrası duyulan mis gibi toprak kokusunu içine çeker gibi.. Sonra "sahil" ve "dalga" misali atılırsınız birbirinize ve dalgayla sürüklanen kum tanesi gibi bırakırsınız kendinizi dalgaya sizi çekip denizlerin derinliğine götürsün diye. Bir daha hiç ayrılmamak için dalgadan sonsuza dek denize sürüklenmeyi seve seve kabullenirsiniz. Bilirsiniz özleyeceğinizi güneşi , rüzgarı ve nemlenip dalgayla ayak izi olmayı bir sonraki dalgaya dek... Ama kopamazsınız dalgayla bütünleşmekten, sessizce sürüklenirken açık denizlerin derinliklerinde, mutlusunuzdur sizi çekip götürdüğü içine aldığı için. Gün gelir yorulduğunuz hissedersiniz sürüklenip durmaktan derinliklerde, dibe inip biraz dinlenmek istersiniz. Gözleriniz karanlığa alışınca birden farkediverirsiniz acı gerçeği ... Orası sizin gibi niceleriyle doludur. Hepsi sesiz umarsız ve mutsızca çöküvermişlerdir enginlerin dibine.. İşte o an anlarsınız herşeyi, dalganın aşkına kapılıp sürüklenenin bir tek siz olamadığını. Tüm mutluluklar sizi terk eder, birer hava kabarcığı olup yüzeye doğru çıkmaya başlarlar Ardından tüm umutlarınız ve hayallerinizin ıslanıp eridiğini farkedersiniz, hesap sormak için bakınırsınız etrafa ama dalga yoktur artık ... Derin bir okyanusun karanlık dibinde çaresizce kalakalmışsınızdır.Yüzeye çıkamak için çabalamak istersiniz ama dalganın aşkına kapılıp enginlerde sürüklenmekden tüm gücünüzün tükendiğini farkedersiniz. Yaşadıklarınızın tüm ağırlığıyla dibe vurusunuz . Ve lanet okursunuz" AŞKA"... Günlerce, zamanlarca beklersiniz çaresizlikle, tek umudunuz Tanrının şefkatıdır, sizi ancak o kurtarabilir bu acı dolu karanlık ve soğuk bekeleyişten... Dalganın aşkını Tanrının şefkatinden daha üstün tuttuğunuz için kendinize kızarsınız.

Bir gün kendinizi karanlık ama yumuşacık bir yerde buluverirsiniz... Siz hiç farketmeden sizi içine almış yüreğinin,varlığının en içinde saklamaya başlamış bir şey olduğunu farkedersiniz. Kimsin? benden ne istiyorsun diye bağırırsınız .. Şefkatli kararlı ve sevgi dolu bir ses yanıt verir size..

“Adım istiridye, benim korumamdasın artık, seni içimde, varlığımın en derin ve güvenli yerinde korumaya aldım, artık sürüklenmek yok, yapayanlız beklemek yok, sığınacak bir yerin var artık.”

“Neden ben?”

“Uzun zamandır seni gözlüyordum ben, yüzeye çıkmak için nasıl çırpındığını, çıkamayınca nasıl umutsuzlukla dibe vurduğunu gördüm. Diğerleri gibi teslim olmak üzereydin sende sonsuza dek bu karanlık derinde kaybolmaya hazırlanıyordun, tüm bu süre içinde seni izlemeye öyle alışmıştimki, olduğum yerden kıpırdak bile istemez oldum. Senden ayrı kalmamak için seni her gün görüp izleyebilmek için bir gece aniden seni içime alıverdim .Benimle kal lütfen ve bana güven.”

“Peki şimdi ne olacak bana?”

“Kötü hiç bir şey korkma, seni koruyup büyüteceğim benliğimde. Daha sonrasını Tanrı bilir. ”

Başıma daha kötü ne gelebilirki diye düşünürsünüz bir an ve kabul edersiniz istiridyeyle yaşamayı. "Nasıl olsa artık eski yaşantıma dönmeme imkan yok hiç değilse burada emniyette ölürüm" diyerek yeni bir yaşmı kabullenirsiniz. Her geçen gün biraz daha alışıp bağlanırsınız istiridyeye, ara sıra dalgayı ve size yaşattıklarını anımsayıp hüzünlenirsiniz ve bir daha asla aşık olmamaya söz verirsiniz kendi kendinize. Sessiz sakin ve güvenli bir yaşama alışmışken günlerden bir gün her şey değişiverir aniden, korkunç bir aydınlık gözlerinizi kamaştırır, nemli bir el sizi söküp alır istiridyenin bağrından, neler olduğunu anlamaya çalışırken birden farkına varırsınız artık istiridyenin içinde olmadığınızı, yeniden yer yüzüne dönmüşsünüzdür. Peki ama neler olmuştur ? Çevrenize bakınca istiridyenin can çekişen vücudunu farkedersiniz ve söylediği son sözleri duyarsınız..

“Ne kadar güzel bir inci olmuşsun sen...”

“Susma susma ne olur konuş benimle neler oluyor? Nerdeyiz? ”

“Ayrılık vakti geldi aşkım”

“Ayrılık mı? neden? ”

“Tanrıya yalvardığın o günleri anımsa, işte o günlerden birinde Tanrı yakarışlarını duydu ve beni sana gönderdi. Senin yeniden güneşe ve kumsala kavuşman için beni vesile kıldı. Seni çime alıp korudum sakladım, büyütüp geliştirip güzelleştirdim, çektiğin tüm acılarının mükafatı olarak bunları yaptım. Benim görevim bitti artık. ”

“Peki ben ben ne olacağım senden ayrılmak istemiyorum istiridye. Sensiz ne yaparım? ” “Tanrı seninle olacak korkma, O senin için en iyiyi verecek sana. Şimdi artık hoşçakal aşkım”

Kadının döktüğü göz yaşlarına daynamayan adam sessizce evden dışarı çıktı. Otomobile atlayıp biraz dolaştıktan sonra şehrin en lüks ve meşhur mücevher dükyanına girdi, kısa bir süre bakınıp düşündükten sonra aldığı hediyeyi güzelce paketletip yeniden eve doğru yola çıktı. Eve vardığında kadın ağlamaktan bitap düşmüş yatağın üzerinde uyuyakalmıştı. Adam onu uyandırmaya kıyamadı ve hediye paketini sessizce baş ucuna bırakıp çıktı. Bir süre sonra uyanan kadın ağlamaktan şişmiş gözlerini açar açmaz baş ucundaki paketi farketti, şaşkınlıkla doğrulup önce derin bir iç çekti ve yavaşça pakete uzandı, üzerindeki kordelayı ve kağıdı çıkartınca bunun güzel kırmızı kadifeden bir kutu olduğunu farketti. Kutuyu şaşkınlık ve heyecanla açtığında önce içinde kendisine yazılmış bir not buldu ... "Seni haksız yere üzüp ağlattığım için beni affet aşkım, bu gerdanlıktaki inciler bana ağlarken döktüğün gözyaşlarını anımsattı. Keşke hiç dökülmemiş olsalardı . Bu gerdanlığı boynuna takıp odadan çıkarsan beni affettiğini anlamış olacağım ve seni asla bir daha ağlatmayacağım sevgilim. Kadın notu kucağına koydu ve gerdanlığı ellerine aldı, bu bütün ömründe gördüğü en güzel ve zarif inci gerdanlıktı. Tam o anda ağlayarak uyuduğu için göz pınarında kalmış bir damla yaş gerdanlığın üzerindeki en iri ve güzel incinin üzerine damladı. Kadın bunu farketmedi ve aynanın yanına doğru yürümeye başladı . İnci tanesi üzerine düşen bu damlayla irkildi. Bu da neydi? Bir kaç saniye sonra karşısındaki aynada kendi yansımasını gördü, çok zarif ve güzel bir kadının boynunu süslüyordu. İstiridyeden ayrıldıktan sonra ilk kez kendisini görüyordu, istiridye ona inci olduğunu söylemişti ama bu denli güzel olduğuna kendisi bile şaşırmıştı. Birden hafifçe sallandığını hissetti, kadınla birlikte odadan dışarı çıkıp yavaşça adama yaklastılar. Adam bir kaç saniye kadına ve boynundaki gerdanlığa baktı ve sonra aniden her ikiside birbirlerinin koynuna atılıverdiler. Tıpkı kendisi ve dalga gibi.....

vesbar
12-04-2006, 23:29
Sevgili Anneciğim,

Ne garip; yeni yeni farkediyorum ki,
çocukları anne olunca çocuklaşıyor anneler...
... Ve insan, zamanın nasıl insafsız
bir öğütücü olduğunu bu rol değişiminde anlıyor.
Eminim karnındaki ilk tekmemden, hatta doktorların
'Bundan sonra ağır kaldırmak yok' müjdesinden
beridir iki kişilik yaşıyorsun yaşamı...

Doğum odasında bir küçük el saçlarına tutununca
değişti herşey ve o el, o saçtan hiç eksik olmasın istedin.
Kimbilir kaç geceyi karyola başuçlarında derin
iç çekişler dinleyip hüzünlenerek uykusuz geçirdin,
kaç emzirme seansında bitkin uyuyakaldın.
O gün bugündür hayatı, bir toprakla çiçeği kadar
ortak üretiyor, tüketiyoruz.
Yolboyu, kusurlarını hiç görmedik birbirimizin,
yeteneklerimizi abarttık karşılıklı; toz
kondurmadık üzerimize, kol kanat gerdik...
Ben dünyanın en iyi evladıydım, sense; tarihin
en iyi annesi... Her çığlıkta
başucumda biteceğini bilmenin güveniyle büyüdüm.
Her derdimde benden çok dertleneceğini bilmenin
o bencil alışkanlığıylaayakta kaldım.

Sevginle donandım...
Ama sonra birden o korkunç çark devreye girdi
ve yaşamın acımasız kuralı işledi ;
Büyüdüm... Senin kollarında 'sen'den habersiz,
bambaşka bir 'ben' çıktı ortaya. Bazen o eski 'ben'e
hiç benzemeyen bir 'ben'... Çünkü farkettim ki,
anlattığın masalların yaşamda karşılığı yokmuş.
Kızlar bir prens umuduyla kurbağaları öpedursun,
ben her yalanda burnumu yokladım.
Şaşırdım. Bostandaki lahanaların,
ısırılmış lahanaların ve benzeri pastoral ninnilerin
modasının geçtiğini gördüm sokakta...
Söyleyemedim sana...
Yaşamın değiştiğini, eski tecrübelerin artık
eskisi kadar geçerli olmadığını' anlatan kitapları
salonun ortasında açık bıraktım, açıp okuyasın diye...
Her kuşağın o vazgeçilmez ikilemi depreşti yeniden;
'Devir de amma değişti' diye yakınırken sen;
ben ilginle boğulduğumdan dertlendim.
Bir yerim yaralandığında 'Anam görürse
ne kadar üzülür' diye gizlemeye çalışmak
küçük bir çocuk için nasıl bir yüktür bilir misin?
Acından çok onda yaratacağın acı, acıtır canını...

Oysa ne çok acılar paylaştık seninle...
Ve ne çok sevinçler yaşadık beraber...
Nasıl dar günlerde yardıma koşup,
kaç şenliğine ortak olduk birbirimizin?
...Lakin artık kafesten uçma vaktiydi.
'Danaların girdiği bostan'da ayakta kalabilmenin yolu,
tek başına kanat çırpmayı öğrenmekten geçiyordu.

Yargıladık birbirimizi bir dönem...Sorguladık...
...Sen bana eş dost çocuklarını örnek gösterdikçe,
ben seni eş dost ebeveynleriyle kıyaslar oldum.
Sen her sohbete 'Bizim çocukluğumuzda...'
diye başladıkça ben, değişen
takvim yapraklarını koydum önüne...

Nasıl da zalim bir çark bu değil mi?
Doğuyor, doğuruyor ve günün birinde
yuvadan uçacağını bile bile
koca bir ömrü karşılıksız veriyorsun...
Ve hayat birden ıssız bir adaya dönüşüveriyor.
Sonrası kâh bir kapı zili beklentisi,
kâh bir mektup, kâh bir telefon sesi...
Gizliden gizliye özlenen bir torun müjdesi...
Fotoğraflar sarardıkça solan bir yaşam ve uzaklaştıkça
yakınlaştığımız bir mazinin geri dönmez anıları...
Yazılarla konuştuk öyle zamanlarda...Bakışlarla anlaştık.
Ağlaştık birbirimizden gizleyerek acılarımızı...
Bir mimikle özleştik, bir gülüşle kavuştuk.
Ben büyürken seni de büyüttüm.

Şimdi çok daha iyi anlıyoruz birbirimizi...
Çünkü küçücük bir el saçlarımı kavrıyor geceleri...
Karyola başlarında uykusuz geceler geçiriyorum.
Pastoral ninnilerle büyütüyoruz oğlumu;
yalancı çocukların burunları uzuyor masallarda,
öpülen kurbağalar prens oluyor.

...Ve yaşamın değiştiğini, eski tecrübelerin
geçersizleştiğini anlatan kitapları
kaldırıyoruz salondan gizli gizli...
O korkunç çark, acımasız bir hızla dönmeye
devam ediyor. Zaman, öğütüyor kuşakları...
İnsan ancak mahrum kalınca anlıyor
sevginin değerini...
Bense sevginden mahrum kalmaya
fazla dayanamayacağımı biliyorum.

O yüzden bu Anneler Günü'nde
sana upuzun bir ömür diliyorum.
Hem biliyor musun?
'SENİ ÇOK SEVİYORUM'......

>>Can Dündar

Morientes
14-04-2006, 22:11
Çin Bambu agacının yetismesi, olumlu ısrar icin guzel bir örnektir.

Çinliler bu agacı söyle yetistirir: Önce agacın tohumu ekilir,sulanır ve

gübrelenir. Birinci yıl tohumda herhangi bir degisiklik olmaz. Tohum

yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu agacı ikinci yılda da topragın dısına

filiz vermez. Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan islem tekrar

edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir. Fakat inatcı tohum bu yılda

da filiz vermez. Cinliler büyük bir sabırla besinci yilda da bambuya su

ve gübre vermeye devam ederler.

Ve nihayet besinci yılın sonlarına dogru bambu yeşermeye baslar ve altı

hafta gibi kısa bir sürede yaklasik 27 metre boyuna ulasır. Akla gelen

ilk soru şudur : Çin bambu agacı 27 metre boyuna altı hafta da mı Yoksa

bes yılda mı ulasmıstır? Bu sorunun cevabi tabii ki bes yıldır.

Büyük bir sabırla ve israrla tohum bes yıl süresince sulanıp

gübrelenmeseydi agacın büyümesinden hatta var olmasindan söz edebilir -...

miydik?... Bir basarının şartları her zaman çok basittir.


Bir süre için alışın,

Bir süre tahammül edin.

Her zaman inanın

Ve hicbir zaman geri dönmeyin.

Morientes
14-04-2006, 22:19
İşlerim çok. Başka hiçbir şeye bakamıyorum."
diyenlere



-İşinizin çok önemli olduğunu düşünüyorsanız, bu
sinirlerinizin ciddi biçimde bozulduğunun en açık
göstergesidir. (Bertrand Russell)

-İşini her şeyden önemli sayarak günde sekiz saat
çalışan, sonunda çalıştığı yerin başına geçer ve günde
ayni hızla yirmi dört saat çalışmaya mahkum olur
(Robert Frost)

-Mutluluğun formülü, gerektiğinde önemsiz şeylerle
meşgul olabilmektedir .(Edward Newton)

-Bitap bırakan günlük yasam, ancak bir aptalın
karsılaşabileceği bir hayat krizidir. (Anton Çehov)

-Eğer bos zamanınız yoksa, ruhunuzu kaybediyorsunuz
demektir. (L. P. Smith)

-Kalitenizin ölçüsü, bos zamanlarınızda ne
yaptığınızdır. Medeniyetlerin kalitesi de insanlara
sağladığı bos zaman ve bunun kalitesi ile ölçülür.
(Irwin Edman)

-Babam bana çalışmayı, fakat isin esiri olmamayı
öğretti. Simdi okumanın, hikaye anlatmanın,
sakalaşmanın, konuşmanın ve gülmenin is kadar; hatta
ondan da önemli olduğunu biliyorum. (Abraham Lincoln)

-Bos zamanı iyi değerlendirmek, çok ciddi bir
sorumluluktur. (William Russell)

"Yeterli zamanım yok deme. Büyük insanların da günleri
24 saattir..."

kantar
15-04-2006, 16:41
Kediye bak

İbni Helekan (ra) anlatıyor:

- “Ebu’l Hasan arkadaşları ile yemek yerken bir kedi çıkagelmiş. Ona bir lokma atmışlar. Biraz sonra yine gelmiş. Bir lokma daha atmışlar. Kedinin geliş gidişleri beşi bulunca içlerinden biri kalkıp o kediyi takip etmiş. Kedi aldığı lokmaları bir harabeye götürüyormuş. Onu takip eden adam içeri girince, kedinin lokmaları gözleri kör olan başka bir kediye taşıdığına şahit olmuş ve bunu gidip Ebu’l Hasan’a anlatmış. O da: ‘Yazıklar olsun bize! Bir kedi kadar olamadık. Gaflet içinde vakit geçiriyoruz’ demiş ve o günden sonra nerede yardıma muhtaç biri varsa onu arayıp bulmuş.”

kantar
15-04-2006, 16:45
Sevginin anahtarı

Uzun yıllar önce, çin’de Li-li adında bir kız yaşıyordu.Günler günleri, yıllar yılları kovaladı ve çoğu genç kız gibi Li-li de günün birinde bir delikanlı ile evlendi.

Li-li’nin kocası zengin biri değildi ama ailesine karşı sorumluluklarına dikkat eden biriydi. O yüzden, Lili’nin evini, kocasıyla birlikte dul kayınvalidesi ile de paylaşması gerekiyordu.

Gelin görün ki, aylar geçtikçe, Li-li kayınvalidesiyle geçinmenin çok zor olduğunu anlamaya başladı. İkisinin de kişiliği çok farklıydı ve bu yüzden sık sık kavga ediyorlardı. Kavgalar gitgide o kadar şiddetlenmişti ki, konu komşu da evde olanlardan haberdar olmaya başlamıştı.

Birkaç ay daha böyle geçtikten sonra, Li-li bu işin böyle gitmeyeceğinden iyice emin haldeydi. Bu durumun annesi ile eşi arasında kalan kocası için evliliği cehenneme çevirdiği de görüyor; eşi için de üzülüyordu.

Li-li, bir çare bulabilme ümidiyle, baba tarafından aile dostları olan bir baharatçıya gidip derdini anlattı. Baharatçı, Li-li’ye bu işin kesin çözümünün kayınvalideyi ortadan kaldırmak olduğunu ama bu işi farkettirmeden halletmesi gerekiyordu. O yüzden değişik bitkilerden hazırladığı bir ekstreyi Li-li üç ay boyunca azar azar kaynanası için yaptığı yemeklere koyacaktı. Zehir az az verilecek, böylece kayınvalideyi Li-li’nin öldürdüğü anlaşılmayacaktı. Yaşlı baharatçı, Li-li’ye zehiri azar azar verdiği üç ay içinde şüphe verici davranışlardan, özellikle kayınvalidesine karşı sert kavgalardan kaçınmasını tavsiye etti.

üç ay için sabredip kayınvalidesine olabildiğince iyi davranmalıydı.

Baharatçının hazırladığı zehir ekstresini de alarak sevinç içinde eve dönen Li-li, baharatçının önerdiği planı adım adım uygulamaya başladı. Her gün en güzel yemekleri yapıyor, kayınvalidesinin tabağına zehiri azar azar damlatıyor, bu arada ona iyi davranmayı ihmal etmiyordu.

Onun bu iyi muamelesi kayınvalideyi de etkilemiş, gün gün ona daha iyi davranmaya, haftalar geçtikçe de kendi kızı gibi sevgi ve ilgi göstermeye başlamıştı. Evde artık barış rüzgarları esiyordu.

Bu durum karşısında, Li-li yaptıklarından utanmaya başladı. Kayınvalidesinin aslında pek de kötü biri olmadığını, bilakis iyi bir insan olduğunu düşünmeye başlamıştı; ama yemeğine azar azar damlattığı zehirler yüzünden onun ölmesi de an meselesiydi artık.

Vicdan azabı içinde kıvranan Li-li, yaptıklarından pişman vaziyette yine baharatçıya gitti ve bu kez, verdiği zehiri kandan temizleyecek bir iksir yapması için kendisine yalvardı. Artık yaşlı kadının ölmesini istemiyordu.

Yaşlı baharatçı, Li-li’nin bu yalvarmaları karşısında gülmeye başladı. Li-li ise çok ciddiydi ve zehrin tesirini vücuddan atacak bir ilaç yapmasını ısrarla istiyordu.

- ‘’Ah Li-li!'’ dedi baharatçı, ‘’Sana zehir diye verdiğim şey, vücudu güçlendiren bazı bitki özlerinin bir karışımıydı yalnızca; çünkü, asıl zehir ikinizin kafasındaydı. Sen ona iyi davrandıkça bu zehir dağıldı, yerini sevgi ve anlayışa bıraktı.'’

pinky
15-04-2006, 20:51
Newyork'ta doğmasına rağmen Türkleri çok seven Ermeni soykırımının bir yalan olduğunu her fırsatta savunan gerçek bir Türk. Hergün Türkiye aleyhine söylenenleri, yazılanları geçikmeden, doğruları söyleyerek savunan bir Türk. Edward Tashji
Halen Newyork Türk mezarlığında Türkiye bayrağı ile yatan bir dost. Bütün Türklere açık olan evi değerli belgelerle dolu müze olmak için sponsor arıyor.


http://www.edwardtashji.org/

gurcanr
15-04-2006, 21:05
Böyle bir sitenin olduğunu yeni öğrendim, inceledim ve gurur duydum.
site tanıtımını da yapmak için elimden geleni yapacağım

radyolog
15-04-2006, 21:20
asıl zehir ikinizin kafasındaydı. Sen ona iyi davrandıkça bu zehir dağıldı, yerini sevgi ve anlayışa bıraktı.'’[/B]

ilgililere:cool:

Serenler
15-04-2006, 21:22
YASanMIS TraFiK ANONSLARI ;

- 34 vg 0983 sagaaa cekhh
- 34 vg 0983 sagaaa cekhh
- sola demedik okuzzzzzzz saga cekhh

Goztepe soyak site'sinin onunden yuruyorum...birden
polis bir bmw'yi durdurdu...polislerden biri indi
digeri de icerden bakiyor, ben de yana dondum
bakiyorum oyle, enteresan geldi adam sarhos falandi,
biraz bakiyim eglenirim diye dusundum...icerideki
polis birden megafonla ;
-" Onune don, onune don, kendi tipine bak sen soytari'' dedi..

Soforun biri trafik sikisik iken park yasagi olan yere
direksiyonu kirar ve durur...polis ;
- "beyaz uno cek kardesim park yasak" ....gibilerinden
bir anons yapar... sofor el kol hareketleri yardimiyla

- "abi ekmek almaya geciyom hemen cikacam" der !...
yarim saat kadar sonra elini kolunu sallaya sallaya
cikinca polis anonsu patlatir...
- "beyaz uno ekmek nerde lan ?"

kantar
15-04-2006, 23:23
DONDURMA


Bir pastanın üç otuz paraya satıldığı günlerde 10 yaşında bir çocuk pastaneye girdi. Garson kız hemen koştu..

Çocuk sordu: "Çikolatalı pasta kaç para?.."

"50 cent!.."

Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı.

Bir daha sordu: "Peki dondurma ne kadar.."

"35 cent" dedi garson kız sabırsızlıkla..

Dükkanda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek başına koşuşturuyordu. Bu çocukla daha ne kadar vakit geçirebilirdi ki... Çocuk parasını bir daha saydı ve "Bir dondurma alabilir miyim lütfen" dedi.

Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki masaya koştu. Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi. Garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu birden. Masayı sanki akan yaşları ile temizleyecekti.

Bos dondurma tabağının yanında çocuğun bahşiş olarak bıraktığı 15 cent duruyordu

pinky
16-04-2006, 00:36
İlk okul çağındaydım yakınımızda bir pastahane açılmıştı. Pasta 5 kuruştu. Birgün kız kardeşimin elinden tutup pastahaneye gittik. Bir pasta alıp paylaşacaktık. 5 kuruşu uzattım, pastacı pasta 6 kuruş dedi. Boznumuzu büküp kapıya yöneldiğimizde bir bey ben de 1 kuruş vereyim dedi. Kabul ettik ve o pastayı paylaştık.
İşte enflasyonla o gün tanışmış oldum. Ne zaman benzer bir durumla karşılaşsam hemen ilgilenirim.

kantar
17-04-2006, 04:58
K I S M E T

Acelesi olduğunu onu görür görmez anlamıştım. Sağanak halinde yağan yağmura aldırış etmiyor, ezilmiş haline rağmen sağa sola koşuyordu.

Yanina sokularak:

- "Hayrola teyzeciğim" dedim. "Bir derdiniz mi var?.."

Sıcak bir tebessümle;

- "Buraların yabancısıyım evladım. Hastane tarafına gidecek bir araba ariyorum" dedi..

-"Biraz beklersen ayni dolmuşa binebiliriz" dedim. "oraya geldiğimizde size haber veririm"..

Teşekkür ederek yanıma yaklaştı ve küçük bir çocuk gibi şemsiyenin altına girdi. Nurlu yüzü yağmur damlacıklarıyla ıslanmış ve yanakları pembe pembe olmuştu.

-"Torunlarımdan biri menenjit geçirdi" diye devam etti. "ziyaret saati bitmeden uğramak istemiştim"..

-"20 dakikanız var" dedim. "Hastane yakın ama bu havada araba pek bulunmuyor.." Durağa herkesken önce geldiğimiz icin dolmuşa rahatça bineceğimizi sanıyordum. Ancak araba yanaştığında arkamızda duran 4-5 kişinin bir anda hücum ettiğini gördüm. İçeriye doluşan ve arkadaş oldukları her hallerinden belli olan adamlara;

-"Önce biz gelmiştik. Sırayı bozmaya hakkiniz var mı?" dedim. Ön koltuktan oturanı;

-"Hak istiyorsan, Hakkari`ye gideceksin arkadaşım" dedi. "Hem oradaki haklardan K.D.V de alınmıyormuş"... Bu laf üzerinide attıkları kahkahadan bindikleri araba sallanmış sinirlerim allak bullak olmuştu. Sakinleşmeye çalışarak
:
-"Ben biraz daha bekleyebilirim" dedim. "Ama su ihtiyar teyzenin hastaneye yetişmesi gerekiyor".. Bu defa söför lafa karışarak;

-"Teyzenin arabaya falan ihtiyacı yok be kardesim" dedi. "Okuyup üfledi mi hastaneye uçuverir."

Tekrar kopan kahkahalarla birlikte araba uzaklaşıp gitti. Yaşlı teyzeye baktım tevekkülle susuyordu. 5-10 dakika sonra gelen bir başka dolmuşa onunla beraber bindim ve söföre teyzeyi hastanede indirmesini söyledim. Yaşlı kadın, yapacağı ziyaretten ümitsiz görünmesine rağmen şikayet etmiyordu. Üstelik trafik de yarı yolda tıkanıp kalmıştı.

Söför:

-"Yolun bu durumu hayra alamet değil. Sebebini anlasam iyi olacak." Arabayı çalışır vaziyette bırakıp ileri doğru yürüdü ve biraz sonra döndüğünde; "Kısmete bak yahu" dedi. "Bizden önce kalkan dolmuşa kamyon çarpmış".

Heyecanla:

-"Bir şey olmuş mu?.. Yani yaralı falan var mı?" diye sordum.

-"Dolmusta bulunanları, teyzenin gideceği hastaneye kaldırmışlar." Göz ucuyla yaşlı kadına baktım. Solgun dudaklarıyla bir şeyler mırıldanıyor ve sanki onlar için dua ediyordu. Söför koltuğa yavaşça otururken:

-"Kısmet işte" diye tekrarlayıp duruyordu. "Sen kalk koca bir kamyonla çarpış. Hem de Türkiye'nin öbür ucundan HAKKARİ plakalı bir kamyonla...".

Morientes
18-04-2006, 22:48
Bir zamanlar bitişik çiftliklerde yaşayan iki erkek kardeş varmış ve bunlar bir gün anlaşmazlıga düşmüş. Bu, makinelerden emek gücüne ve mala kadar her şeyi hiç aksatmadan paylaşan yan yana iki çiftligin 40 yıldan bu yana ilk ciddi ayrılmalarıymış.
Böylece, o uzun yıllar süren işbirligi de parçalanmış. Önceleri küçük bir yanlış anlama ile başlayan anlaşmazlık giderek büyük bir uçuruma dönüşmüş ve en sonunda da yerini, karşılıklı sarf edilen nahoş sözcüklerin ardından, haftalar süren sessizlige bırakmış. Bir sabah John'un kapısı çalınmış. Kapıyı açınca karşısında elinde marangoz çantasıyla duran bir adam görmüş.

"Ben birkaç günlük bir iş arıyorum " demiş adam. Belki bana verecek ufak tefek bazı işleriniz vardır. Acaba size yardımcı olabilir miyim?"

"Evet," demiş büyük kardeş. "Sana göre bir işim var. şu derenin karşısındaki çiftlige bir bak. Oradaki benim komşum, daha dogrusu orada oturan benim erkek kardeşim. Geçen hafta aramızda bir otlak vardı, ama o buldozeriyle ırmak bendi yaptı ve şimdi aramızda bir dere var. Bunu bana acı vermek için yapmış olabilir, ama şimdi ben ondan daha iyisini yapacagım. Ahırın yanında yatan şu kütükleri görüyor musun? Senden bana bir çit yapmanı - 2,5 metrelik bir çit yapmanı istiyorum - ki onun yerini bir daha görmek zorunda kalmayayım. Ne yaparsan yap, şunu hallet."

Marangoz "Sanırım durumu anladım. Bana çivilerin ve çukur açıcının yerini göster ki begenebilecegin bir iş çıkarayım." demiş. Büyük kardeşin öteberi almak için kasabaya gitmesi gerekiyormuş; bu yüzden marangozun malzemelerini hazırlamasına yardım ettikten sonra akşam dönmek üzere ayrılmış. Marangoz bütün gün boyunca ölçerek, keserek, çivileyerek sıkı bir şekilde çalışmış. Güneşin batmasına yakın çiftçi geri döndügünde marangoz da işini ancak bitirebilmiş. Çiftçinin gözleri faltaşı gibi açılıp agzı açık kalmış. Ortada çit falan yokmuş. Derenin bir yakasından öbür yakasına uzanan bir köprü varmış! Korkulukları ve diger ayrıntılarıyla tam bir usta işi köprü, ve köprüye dogru, kollarını iki yanına açmış bir halde ilerleyen komşusu, yani, küçük kardeşi varmış.

"Onca yaptıgıma ve söyledigim sözlere karşın yine de bu köprüyü yaparak nasıl iyi bir insan oldugunu gösterdin" demiş kardeşi. İki kardeş köprünün karşılıklı iki ucunda duruyorlarmış ve daha sonra köprünün ortasında kucaklaşmışlar. Geri döndüklerinde alet çantasını sırtlamakta olan marangozu görmüşler.

"Dur, bekle! Birkaç gün daha kal. Sana vermek istedigim bir sürü proje daha var," demiş büyük kardeş.
"Kalmak isterdim," demiş marangoz, "ama daha yapmam gereken bir sürü köprü var."

Sevgiyle kalın

kantar
19-04-2006, 07:49
Küçük İtfaiyeci

Annesi, lösemiyle savasan alti yasindaki ogluna bakarken dalip gitmisti. Kalbi, aci içinde olmasina ragmen, kararlilik duygusunun da etkisini hissediyordu. Her ebeveyn gibi o da oglunun büyümesini ve umutlarini gerçeklestirmesini istemisti. Ama bu, artik mümkün degildi. Löseminin buna firsat tanimasi olasi degildi. Oysa o oglunun hayallerini gerçeklestirmesini istiyordu.

- "Bob! Büyüyünce ne olmak istedigini hiç düsündün mü? Hayatinda neler olmasini diledigin ve hayal ettigin oldu mu?" diye sordu. Bob, beklemeden cevap verdi;

- "Annecigim, ben büyüyünce hep itfaiyeci olmak istedim". Anne de gülümsedi ve;

- "Dilegini gerçeklestirebilecek miyiz bir bakalim" dedi. Daha sonra, Arizona'daki itfaiye müdürlügüne gitti ve orada yüregi en az Arizona kadar büyük itfaiyeciler ile tanisti. Onlara oglunun son isteginden söz etti ve oglunun itfaiye arabasina binip sehirde küçük bir tur atmasinin mümkün olup olmadigini sordu.

- "Bundan daha iyisini de yapabiliriz" dedi itfaiyecilerden biri, "eger oglunuzu Çarsamba sabahi saat yedide hazir ederseniz, onu o gün seref konugu yapar, itfaiyeci kimligine büründürürüz. Bizimle itfaiye müdürlügüne gelir, bizimle yemek yer, yangin söndürmeye gelir. Hatta bize ölçülerini verirsen, ona üzerinde Arizona itfaiyecilerinin sari renk üzerine islenmis ambleminin oldugu gerçek bir itfaiyeci kostümü diktirir, lastik botlari ismarlariz. Hepsi Arizona'da üretiliyor." Üç gün sonra, itfaiyeci Bob'u aldi, ona elbisesini giydirdi ve hasta yatagindan itfaiye arabasina kadar eslik etti. Bob, itfaiye arabasina kuruldu ve müdürlüge dogru yol almaya basladi. Kendini çok mutlu hissediyordu.

O gün Arizona'da tam üç yangin ihbari olmustu. Degisik itfaiye arabalarina, hatta itfaiye müdürünün özel arabasina da binmisti.Yerel televizyonlar da onu izleyip, çekmislerdi. Hayallerinin gerçek olmasi, gösterilen sevgi ve ilgi, Bob'u o kadar etkilemisti ki, doktorlarin söylediginden tam üç ay daha fazla yasamisti. Bir gece bütün yasam belirtileri dramatik bir sekilde yok olmaya baslayinca, hiç kimsenin yalniz ölmemesi gerektigine inanan bashemsire, aile bireylerini hastaneye çagirdi. Daha sonra Bob'un itfaiyede geçirdigi günü hatirladi ve itfaiye müdürlügüne telefon açip Bob'un bu dünyaya veda ederken yaninda, özel kiyafetleri içinde bir itfaiyecinin bulundurulmasinin mümkün olup olamayacagini sordu. Itfaiye Müdürü;

- "Bundan daha iyisini de yapabiliriz, bes dakika içinde ordayiz. Yalniz, acaba bize bir iyilik yapar misiniz? Sirenlerin çaldigini duydugunuzda, yangin olmadigi anonsunu yaptirabilir misiniz? Sadece itfaiyecilerin önemli bir meslektaslarini ziyarete geldiklerini söyleyiniz ve lütfen onun odasinin penceresini açiniz" diye yanitladi.

Yaklasik bes dakika sonra hastaneye çengel ve merdiven tasiyan kamyonet ulasti. Merdiveni açti ve Bob'un 3.kattaki odasina dogru yaklasti. Tam ondört itfaiyeci Bob'un odasina tirmandilar. Annesinin izniyle onu kucakladilar ve ona onu ne kadar sevdiklerini söylediler. Ölümle pençelesen Bob itfaiye müdürüne bakti ve;

- "Efendim ben simdi gerçekten itfaiyeci miyim?" diye sordu.

- "Bundan süphen mi var Bob?" diye yanitladi müdür. Bu kelimelerden sonra Bob gülümsedi ve gözlerini sonsuza dek kapatti.

kantar
19-04-2006, 07:51
Sinirlendiğinizde..

Adam yeni kamyonuna bakmak için evinden çıktığında, üç yaşındaki oğlunun gayet mutlu bir biçimde elindeki çekiçle kamyonunun kaportasını mahvettiğini görmüş.

Hemen oğlunun yanına koşmuş ve çocuğun eline çekiçle vurmaya başlamış. Biraz sakinleşince oğlunu hemen hastaneye götürmüş. Doktor, çocuğun kırılan kemiklerini kurtarmaya çalıştıysa da elinden bir şey gelmemiş ve çocuğun iki elinin parmaklarını kesmek zorunda kalmış. Çocuk ameliyattan çıkıp gözlerini açtığında, bandajlı ellerini fark etmiş ve gayet masum bir ifadeyle, “Babacığım, kamyonuna zarar verdiğim için çok üzgünüm.” demiş ve sonra babasına şu soruyu sormuş: “Parmaklarım ne zaman yeniden çıkacak?” Babası eve dönmüş ve hayatına son vermiş...

Birisi masaya süt döktüğünde ya da bir bebeğin ağladığını işittiğinizde bu öyküyü hatırlayın. Çok sevdiğiniz birine karşı sabrınızı yitirdiğinizi anladığınızda, önce biraz düşünün. Kamyonlar onarılabilir, ama kırılan kemikler ve incinen duygular hiçbir zaman onarılamaz; genellikle kişiyle performansı arasındaki farkı göremeyiz. İnsan hata yapar. Hepimiz hata yaparız. Fakat öfkeyle ve düşünmeden yapılan şeyler, insanı sonsuza kadar rahatsız eder. Harekete geçmeden önce durun ve düşünün. Sabırlı olun. Anlayış gösterin ve sevin.

pride
19-04-2006, 22:08
Yazanın kim olduğunu bilmiyorum. Haksız da değil.


YAŞASIN CUMHURİYET...

"Eski Başbakan"a 11 trilyon araklamakla suçlandığı için "teslim ol"
çağrısı yapılıyor... 28 kez Hacı olan o eski Başbakan "kocadım ben artık,
80'imi geçtim, birkaç sene daha idare edin" diye savunma yapıyor.
"Eski Cumhurbaşkanı" nın evinde zaten "haciz" var, yeğeni ve kardeşinin
devleti dolandırdığı iddia ediliyor... Eski Cumhurbaşkanı, "Kardeşim benim
kardeşim ama, bana ne kardeşim?" diyor.
"Eski Başbakan Yardımcısı" ABD'den "kelepçe"yle getiriliyor, ilk
demecinde "üç ayda yırtarım" diyor, yırtıyor...
Birini Başbakan seçtik, sonra "astık..." Birini önce "hapse tıktık",
sonra Başbakan yaptık... O da şimdi "en iyisi ulemaya soralım" falan diyor.
"Bir eski milletvekili" çetebaşı olmaktan hakim önüne çıkıyor... O eski
milletvekili "Susurluk kazasında kafamı torpidoya çarptım, hiçbir şey
hatırlamıyorum" diyor. Arabada olanların hepsi öldüğü için, torpidonun
şahit olarak mahkemeye çağrılması bekleniyor.
"Bir eski Başbakan" ve "5-6 tane eski bakan" şu anda Yüce Divan'da
hesap veriyor. Ama o eski Başbakan ve eski Bakanlara hesap soran Meclis'in
50-60 tane milletvekili ve bakanı, "dokunulmazlıkları" olduğu için hesap
vermiyor.
"Eski Başbakan" karısı istedi diye af çıkarıyor, it uğursuz çıktıktan
sonra basın toplantısı düzenleyip, "karıcığım müsaade edersen, izah edeyim
arkadaşlara" diyor.
"Tecavüz edip, öldürdüm" diyen tinerci 7 senede çıkıyor. rektöre 2 bin sene isteniyor. Sadece istense iyi... Sabah 2
bin sene isteniyor, akşam bırakılıyor.
Adalet Bakanı'na "rektör davasında neden yargıya müdahale ediyorsun
kardeşim" deniyor. Aynı Adalet Bakanı'na "Ağca davasında neden yargıya
müdahale etmiyorsun kardeşim" deniyor.
Bir hakim dünyanın en ünlü teröristini "fazla yatmış bu" diye
bırakıyor, bir başka hakim "az yatmış bu" diye tekrar içeri tıkıyor.

Peki Anayasa ne diyor
Madde 1.
"Türkiye Devleti Cumhuriyet'tir."
Madde 2.
"Türkiye Cumhuriyeti hukuk devletidir."
Madde 3.
Artık ne diyorsa, diyor...

radyolog
19-04-2006, 22:13
Yazanın kim olduğunu bilmiyorum. Haksız da değil.


YAŞASIN CUMHURİYET...

"Eski Başbakan"a 11 trilyon araklamakla suçlandığı için "teslim ol"
çağrısı yapılıyor... 28 kez Hacı olan o eski Başbakan "kocadım ben artık,
80'imi geçtim, birkaç sene daha idare edin" diye savunma yapıyor.
"Eski Cumhurbaşkanı" nın evinde zaten "haciz" var, yeğeni ve kardeşinin
devleti dolandırdığı iddia ediliyor... Eski Cumhurbaşkanı, "Kardeşim benim
kardeşim ama, bana ne kardeşim?" diyor.
"Eski Başbakan Yardımcısı" ABD'den "kelepçe"yle getiriliyor, ilk
demecinde "üç ayda yırtarım" diyor, yırtıyor...
Birini Başbakan seçtik, sonra "astık..." Birini önce "hapse tıktık",
sonra Başbakan yaptık... O da şimdi "en iyisi ulemaya soralım" falan diyor.
"Bir eski milletvekili" çetebaşı olmaktan hakim önüne çıkıyor... O eski
milletvekili "Susurluk kazasında kafamı torpidoya çarptım, hiçbir şey
hatırlamıyorum" diyor. Arabada olanların hepsi öldüğü için, torpidonun
şahit olarak mahkemeye çağrılması bekleniyor.
"Bir eski Başbakan" ve "5-6 tane eski bakan" şu anda Yüce Divan'da
hesap veriyor. Ama o eski Başbakan ve eski Bakanlara hesap soran Meclis'in
50-60 tane milletvekili ve bakanı, "dokunulmazlıkları" olduğu için hesap
vermiyor.
"Eski Başbakan" karısı istedi diye af çıkarıyor, it uğursuz çıktıktan
sonra basın toplantısı düzenleyip, "karıcığım müsaade edersen, izah edeyim
arkadaşlara" diyor.
"Tecavüz edip, öldürdüm" diyen tinerci 7 senede çıkıyor. rektöre 2 bin sene isteniyor. Sadece istense iyi... Sabah 2
bin sene isteniyor, akşam bırakılıyor.
Adalet Bakanı'na "rektör davasında neden yargıya müdahale ediyorsun
kardeşim" deniyor. Aynı Adalet Bakanı'na "Ağca davasında neden yargıya
müdahale etmiyorsun kardeşim" deniyor.
Bir hakim dünyanın en ünlü teröristini "fazla yatmış bu" diye
bırakıyor, bir başka hakim "az yatmış bu" diye tekrar içeri tıkıyor.

Peki Anayasa ne diyor
Madde 1.
"Türkiye Devleti Cumhuriyet'tir."
Madde 2.
"Türkiye Cumhuriyeti hukuk devletidir."
Madde 3.
Artık ne diyorsa, diyor...

İMZA : RADYOLOG:tamam: :tamam:

kantar
20-04-2006, 07:25
İsimsiz Melek

Gözlerini açmak için büyük mücadele etmesine rağmen henüz gözlerini açamıyordu. Nerede olduğunu ve kendini görmek istiyordu. Vücudu yeni şekillenmiş, artık bir bebeğe benzemeye başlamıştı. O dünyaya gelmeye hazırlanan, annesinin karnında mutlu mesut büyüyen bir cenindi. Kızdı ve isminin ne olacağını çok merak ediyordu. Arada bir ellerini hareket ettiriyor, bacaklarıyla neler yapabileceğini hesap etmeye çalışıyordu. En çok içinde bulunduğu yeri merak ediyordu. Kimi zaman sesler duyuyor, kulak kabartıp bu anlamadığı seslerin ne olduğunu dinliyordu. Acaba nasıl bir yerdeydi, ah gözlerini bir açabilseydi görebilecekti.

Yavaş yavaş sıkılmaya başlıyordu bulunduğu yerden. Henüz ismi koyulmamış minik kız bebeği bir an önce dışarı çıkmak istiyordu. O seslerin sahibini, annesini görmek istiyordu. Bazı zamanlar bulunduğu yerin üzerinde gezen birşey farkediyordu. Herhalde annesinin eli olmalıydı. Onu farkettiği anda heyecanlanıyor, henüz yeni çalışmaya başlayan kalbi küt küt atıyordu. Farklı birşeyler hissediyordu, sanki bir tutku, sanki değişik duyguların karışımı vardı annesinde.. Ah annesini bir görebilseydi..

Yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Anlaşılan artık zamanı gelmişti. Sonunda son zamanlarda oldukça fazla sıkıcı olan bu mekandan kurtuluyordu. Sonunda annesine kavuşabilecek, gözlerini açabilecek ve onu görebilecekti. Feryatlar eşliğinde bulunduğu yerden biraz daha ilerledi. Sert iki el onu bacaklarından tutup hızlıca çekti. Annesi öylesine bağırıyordu ki, kulakları acıdı. Ne olduğunu bile anlayamadan soğuk bir alana çıkmıştı. Sıkıcı yerde onu saran sıcak su bile yoktu. Sert eller hızla poposuna vurup, onu salladılar. Halen gözlerini açamamıştı, sadece bağıran annesini ve sert elli bir kadını hissedebiliyordu. Daha fazla dayanamayıp ağzını açarak oda " Anne ağlama.. Lütfen ağlama.. " diye bağırmaya başladı.

Üşümüş ve dinlenmiş bir halde kendine geldi. Kollarını ve ayaklarını oynatamıyordu. Anlayamadığı birşeye onu sımsıkı sarmışlardı. Aniden iki el bulunduğu yerden isimsiz miniği aldı ve kucağına yerleştirdi. Yüreği yine küt küt atmaya başlamıştı. Bir zamanlar sadece hissedebildiği o sevgi dolu, tutkulu eller onu alıp yumuşacık bir yere yerleştirmişti. Kendini alan kişinin annesi olduğunu çok iyi biliyordu. Annesini mutlaka görmeliydi.. Yavaşça gözkapaklarını kaldırmaya çalıştı. Koyu lacivert gözleri ufacık açılmıştı. Sislerin çekilmesinden sonra hayal meyal annesini gördü. Yaşlı gözlerle kendisine bakıyordu. "Acaba annem neden ağlıyor ?" diye düşündü. Herhalde kendisinin geldiğine çok sevinmiş olmalıydı. Soğuk nedeniyle annesinin göğüslerine başını yasladı. Annesinin kalbide tıpkı onunki gibi hızlı hızlı atıyordu. " Canım annem, biricik annem " diyerek tekrar bağırmaya başladı. Annesi yavaş ve şefkat dolu hareketlerle minik bebeğinin ağzına göğsünü verdi. Sonra uyumasını bekledi..

Sırtına giren buzdan bıçaklarla uyandı isimsiz minik bebek. Üşüyor ve titriyordu. Fakat hala annesinin kollarındaydı. Başını annesinin göğsüne iyice yasladı. Annesi bu soğukta nereye yürüyordu acaba ? Bir beşikte sallanırcasına, annesinin kucağında ilerlemeye devam etti. Çok uykusu vardı, eğer soğuk canını yakmasaydı bu şefkat dolu sıcak kollarda hemen uyuyabilirdi. Asla burdan ayrılmayacağım diye düşündü. O büyüyüp, abla oluncaya kadar hep annesinin kucağında kalacaktı. Böylesine sevgi dolu sıcacık yerden kim ayrılırdı ki.. Öylesine seviyordu ki annesini, konuşmayı öğrendiğinde ilk onun adını söyleyecekti. Şimdiye kadar görmediğine göre, galiba zaten babası yoktu, yada onu merak etmemişti. Hiç önemli değil diye düşündü, bu sıcak kucağa sahip, gözüyaşlı annesi onun için yeterdi..

Annesi durdu. İsimsiz bebek gözlerini açıp etrafa baktı. Ama heryer karanlık olduğundan hiç bir yeri göremedi. Neden durdu acaba annem diye düşünürken, yüzüne garip duygularla dansetmiş, ılık ve tuzlu bir damla düştü. Annesi, gözlerinden minik bebeğin yanağına damlalar damlatıyordu. Neler olduğunu anlayamıyordu, annesi neden ağlıyordu? Gözlerini kapattı. Göğsüne bir kağıt parçası sıkıştırıldı. Yanaklarında annesinin dudaklarını hissetti. Soğuktan çatlamış olmasına rağmen, tutku ve sevgi kokan dudaklar, isimsiz minik kızın yanaklarından yumuşakca öptü. Bu öpücüğü asla unutmayacaktı. Yaşadığı günlerde hissettiği en güzel duyguydu. İtinayla ve yavaşça yere bırakıldığını farkettti. " Hayır , hayır anne bırakma beni kucağından " diye haykırmaya başladı. Sıcacık ve sevgi dolu kucaktan, soğuk ve sert mermet bir zemine koyulmuştu. Hala haykırıyordu. Annesinin kucağından inmek istemiyordu, üstelik çok üşüyordu. Annesi arkasını döndü, bir kaç adım attı. " Anne, ne olur gitme, anneciğim lütfen beni bırakma! " diye son sesiyle tekrar haykırmaya başladı. Annesi durakladı. Geri döndü. İsimsiz bebek yavaşça sustu. Gelip tekrar kollarına almasını bekliyordu. Fakat annesi gelmedi, tekrar arkasına dönüp, feryatlar arasında hızlıca uzaklaşarak, gecenin, soğuğun ve merhametsizliğin karanlığında kayboldu..

Ne kadar ağlayıp haykırdığını bilmiyordu. Tek hissettiği soğuktu. İliklerine kadar üşüyor ve bir taraftanda belki gelir diye annesini çağırıyordu. Hareket etmeye çalıştı, belki kalkıp annesinin arkasından koşmalıydı. Fakat kollarını ve ayaklarını sıkıca bağlayan beyaz bezden dolayı hareket edemiyordu. Hareket etse bile koşmayı bilmiyordu ki.. Ama annesi için hemen öğrenebilirdi belki ? Soğuğun etkisiyle ayaklarını hissetmemeye başladı. Çırpınmaya çalışan kollarıda yavaş yavaş kayboluyordu. " Anneee.. " diye tekrar haykırdı. " Anneciğim neden beni bırakıp gittin, anneciğim yok oluyorum.. anneciğim lütfen gel beni al.. " haykırmaları boşunaydı. Gecenin ilerleyen saatlerinde haykırmalarına sadece sokak köpekleri yanıt veriyordu. Artık kollarınıda kaybetmişti. Ayaklarım, kollarım ve göğsüm neden kayboldu acaba diye düşündü. Annesizlikten olsa gerekti. Annesi onu bıraktığı için yavaş yavaş kayboluyordu. Yok olacağını, soğuk çenesine ilerleyince farketti. Artık hiç birşeyin anlamı kalmamıştı. Doğru düzgün düşünemiyordu bile. Neden buraya bırakılmış, neden terkedilmişti ? Henüz ismi bile koyulmadan, ne günah işlemişti ki ölüm cezasına çarptırılmıştı ?..

İsimsiz minik kız bebeğinin bırakıldığı cami avlusunda, sabah ezanları çınlamaya başladı. Bir bebeğin annesine " Geri dön anne " haykırmalarının, ınga sesine dönüştüğü yürek parçalayıcı serenat, Allahu Ekber seslerine karıştı. Martılar, sokak köpekleri, hiçbiri bu sahneye dayanamamış, son sesleriyle ağlıyorlardı. Minik bebek gözlerini kapattı. İki damla çıktı gözlerinden. Biri gözpınarının hemen yanında, diğeri ise yanağında donmuştu. Gözlerini son kez kapattı. Bir daha görmek istemiyordu. Ezanla beraber, miniğin seside kesildi. Bir mum alevi gibi yavaşça sönmüştü. O artık ruhları sıkan ve dünyanın sonunu hazırlayan siyah renkteki merhametsizliklere lanet eden, vicdansızlığa tutsak edilmiş bir melekti..

kantar
21-04-2006, 07:03
İnce Zeka

Aaron Hacker’in emlak bürosunun önünde New York plakalı kırmızı, spor bir araba durdu. Arabadan inen şişman adam, büroya doğru yürüdü. Sıcaktan ter, ince elbisesinin üstüne kadar çıkmıştı. 50 yaşında görünüyordu. Yüzü heyecandan kızarmış, fakat kısık gözlerindeki kararlı, donuk bakış değişmemişti. İçeriye girince başıyla Aaron’a selam verdi.

- ”Bay Hacker?” Aaron gülümseyerek,
- ”evet benim, sizin için ne yapabilirim. Bay..?” Şişman adam,

- ”Dill” diyerek kendisini tanıttı. ”Zamanım çok az, hemen konuya girsek iyi olacak.” dedi.

- ”Benim için de iyi olur Bay Dill. İlgilendiğiniz belli bir yer var mı?”

- ”Doğrusunu isterseniz, evet. Kasabanın kenarındaki eski bina.”

- ”Sütunlu ev mi?”

- ”Ta kendisi. Yanılmıyorsam üzerinde SATILIK tabelası var.” Aaron kuru bir sesle,

- ”Evet, bizim satış listemizdedir.” Kalınca bir defterin yapraklarını karıştırdı. Sonra daktilo ile yazılmış bir sayfayı işaret etti:

”160 yıllık bina. 8 odası, 2 banyosu, otomatik gaz fırını, geniş terasları, çevresinde ağaçları var. Çarşıya, okula yakın. 750.000 dolar.”diye okudu ve ekledi:

- ”Hala ilgileniyor musunuz?”

Adam oturduğu yerde rahatsız olmuş gibi kıpırdandı. “Neden olmasın. Olumsuz bir yanı mı var?”

Aaron, “Aslına bakarsanız,” dedi. “Bu evi defterime yalnızca yaşlı Sade Grim’in hatırı için kaydettim.Ev asla onun istediği kadar etmez. Uzun zamandır onarım görmemiş çok eski bir binadır. Kirişlerden kimi bir kaç yıl içinde çökecek durumda. Bodrumu ise yılın yarısında su ile doludur.”

- ”Öyleyse sahibesi neden bu kadar çok istiyor.”

Aaron omuz silkti. “Herhalde kendisi için manevi değeri olacak. Çok eskiden beri ailesine aitmiş.” Şişman adam gözlerini yerde gezdirdi. “Bu çok kötü.” dedi. Başını kaldırıp Aaron’a baktı ve çekingen bir biçimde gülümsedi. “Hoşuma gitmişti. O, nasıl söylesem bilemiyorum, tam aradığım evdi.”

Aaron güldü. “100.000 dolara belki iyi bir alışveriş olurdu ama, 750.000 dolara...Sanırım Sade’in düşüncesini de anlıyorum. Hiç bir zaman fazla parası olmadı. Kendisine kentte çalışan oğlu bakıyordu. Sonra adam 5 yıl önce öldü. Onun için ev satmanın akıllıca bir iş olacağını biliyor. Fakat gönlü bir türlü evden ayrılmaya razı olamıyor. Bu yüzden eve kimsenin almaya yanaşamayacağı bir fiyat koyuyor. Böylece kendini avutuyor.”

Üzgün bir ifade ile başını salladı.”Dünya ne kadar garip değil mi?”

Dill soğuk bir sesle “Evet.” dedi. Sonra ayağa kalktı. “Kendisini bulup fiyatı biraz düşürmesini isteyeceğim.” Otomobilini Bn.Grim’in evinin önündeki yıkık dökük çürümüş tahta parmaklıkların önüne park etti. Evin çevresini tümüyle yabani otlar kaplamıştı. Kapıya çıkan kadın kısa boylu, beyaz saçlı idi. Yüzündeki hatlar, küçük inatçı görünüşlü çenesine kadar iniyordu. Havanın sıcak olmasına karşın sırtında kalın, yün bir örme hırka vardı.

- ”Bay Dill olmalısınız.”dedi, “Aaron Hacker buraya gelmekte olduğunuzu telefonda söyledi. İçeri girmez misiniz?”

- Dill, “Dışarısı korkunç derecede sıcak.” diye söylendi.

- ”Öyleyse içeri girin. Buzluğa biraz limonata koymuştum. İçeriz.”

İçerisi loş ve serindi. Pancurlar kapatılmıştı. Eski tarz geniş koltuklarla döşenmiş büyük bir salona girdiler. Yaşlı kadın ellerini sıkı kenetleyerek sallanan bir sandalyeye oturdu. Şişman adam öksürdü...

- “Bn. Grim, az önce emlakçınız ile konuştum.”

Kadın,”Tümünden haberim var.” diye sözünü kesti.

- “Aaron fikrimi değiştirebileceğiniz düşüncesi ile sizi buraya yollamakla akılsızlık etmiş. Doğrusunu isterseniz amacımın bu olduğuna da pek emin değilim.”

- ”Bayan Grim, sizinle biraz konuşabileceğimi sanmıştım.” Bn. Grim sallanan sandalyesini gıcırdatarak arkasına yaslandı.

- ”Konuşmak için para alınmaz, ne istiyorsanız söyleyin.”

- ”Evet, haklısınız.” Adam beyaz bir mendille yüzünün terini sildi.

- ”İzin verirseniz anlatayım. Bir iş adamıyım. Bekarım.Uzun yıllar çalıştım ve iyi bir servet yaptım. Artık dinlenmeyi hak ettim. Yaşamımın sonlarını geçirebileceğim sakin bir yer arıyorum. Burayı sevdim. Bir kaç yıl önce Albany’ye giderken buradan geçmiştim. O zaman bir gün buraya yerleşebileceğimi düşünmüştüm. Bugün kasabadan tekrar geçerken, burayı gördüm. Tam istediğim yerdi.”

- ”Burayı ben de severim, Bay Dill. Böyle oldukça yüksek bir fiyat isteyişimin nedeni de bu zaten.”

Dill gözlerini kaldırıp yaşlı kadına baktı.

- “Oldukça yüksek bir fiyat değil mi? Kabul etmelisiniz ki Bn.Grim, bu günlerde böyle bir ev en fazla...”

”Yeter.” diye bağırdı kadın.

- “Bay Dill bu konuda sizinle kesinlikle tartışmak istemiyorum. Eğer istediğim parayı vermeyecekseniz, üzerinde durmayalım.”

- ”Fakat, Bn. Grim.”

- ”İyi günler Bay Dill.”

Adamın da aynı şeyleri yapmasını belirten bir tavırla ayağa kalktı. Fakat adam kalkmadı.

- “Bir dakika bayan, delilik olduğunu biliyorum ama, istediğiniz parayı ödeyeceğim.”

Yaşlı kadın uzun süre adama baktı.

- “Emin misiniz, Bay Dill?”

- ”Kesinlikle, yeterince param var. Eğer evi satmanızın tek yolu buysa, parayı alacaksınız.”

Grim hafifçe gülümsedi.

- ”Sanırım limonata iyice soğumuştur. Size getireyim. Siz içerken ben de evi anlatırım.”

Kadın elinde tepsi ile geriye döndüğünde Dill yine mendille alnındaki terleri siliyordu.Limonatayı zevkle yudumlamaya başladı.
Yaşlı kadın sallanan sandalyesine yaslanırken

- “Bu ev.” Diye söze başladı. ”1902’den beri aileme aittir. Kasabadaki en sağlam ev olmadığını da biliyorum. Oğlum Michael doğduktan sonra bodrumum su bastı. O günden bu yana da bir türlü kurutamadık. Aaron bazı yerlerin çürüdüğünü de söylüyor. Yine de bu eski evi severim. Bilmem anlatabiliyor muyum?”

- Dill, “Evet.” dedi.

- ”Michael 9 yaşında iken babası öldü. Ondan sonra sıkıntılar başladı. Michael belki de benden çok babasını özlüyordu. Çok vahşi ve haşin bir çocuk olmuştu. Liseyi bitirince kasabayı terkedip kente gitti. Çok hırslı bir insandı. Kentte ne yaptığını bilmiyorum. Fakat başarıya ulaşmış olmalıydı. Bana düzenli para gönderirdi.” Gözleri nemlenmişti.
”Kendisini 9 yıl görmedim. Dokuz yıl sonra geldiğinde başı dertte idi. Zayıf ve yaşlanmış bir durumda bir gece yarısı çıka geldi. Yanında ufak, siyah bir valizden başka bir şey yoktu. Valizi elinden almak istediğim zaman bana vurdu. Bana, annesine vurdu. Ertesi gün bir kaç saat için evi terketmemi söyledi. Ne yapmak istediğini açıklamadı. Döndüğümde valiz ortadan yok olmuştu.”

Şişman adam gözlerini limonata bardağına dikmiş öylece dinliyordu.

”O gece evimize bir adam geldi. İçeriye nasıl girdiğini bilmiyorum. Michael’ın odasından sesler duydum. Oğlumun içinde bulunduğu tehlikenin ne olduğunu öğrenmek istiyordum. Kapının arkasından dinlemeye çalıştım. Fakat yalnızca bağrışmalar tehditler ve...” Bir an durakladı. Omuzları sarsılıyordu...

”...ve bir silah sesi duydum.” diye devam etti. “İçeriye girdiğim zaman yatak odasının penceresi açıktı ve yabancı gitmişti. Michael’ımda yerde yatıyordu. Ölmüştü. Tüm bunlar bundan 5 yıl önce oldu. Ondan sonra polis bana olanları anlattı. Michael ve tanımadığım o adam birçok suç işlemişler. Bir sürü yerlerden bir kaç milyon dolar çalmışlar. Michael parayı alıp kaçmış. Parayı bu evde, hala bilemediğim bir yerde saklamıştı. Sonra diğer adam hissesini almak için oğlumu arayıp bulmuştu. Paranın yok olduğunu görünce de oğlumu öldürmüştü.”

Başını kaldırıp adama baktı.

”İşte o zaman evimi 750.000 dolara satışa çıkardım. Bir gün oğlumun katilinin döneceğini biliyordum. O bir gün gelip fiyat ne olursa olsun evi almak isteyecekti. Bütün yapacağım, yaşlı bir kadının köhne evine bu kadar çok para vermeye razı olacak adamı buluncaya kadar beklemekti.”

Sandalyesini ağır ağır sallıyordu. Dill bardağı yere bıraktı, diliyle dudaklarını yaladı.”Uf!” dedi. Bu limonata çok acı...” Bakışları canlılığını kaybetti, hafif titreme ile başı, omuzunun üzerine cansız düştü.

kantar
22-04-2006, 07:17
İhtiyar balıkçı, Karayibler'de 85 gün olta salladıktan
ve eve eli boş döndükten sonra bir gün iyice açılıp
'büyük balık'ı yakalar.

Lâkin kıyıya dönerken, yedeğine aldığı, teknesinden
yarım metre daha büyük olan bu kılıç, yol boyu kan
kokusuna gelen canavar köpekbalıklarınca didik didik
edilir. Bu korkunç mücadeleden elinde kala kala
dev balığın iskeleti kalmıştır.

Kan revan içinde, uykusuz ve bitkin sahile yanaşırken
'Beni adamakıllı yendiler... Hem de ne yeniş.' diye
geçirir içinden. Sonra silkinir ve yüksek sesle şunu söyler:
'Yenilmedim aslında, belki biraz fazla açıldım, o kadar...'

Hayat yolculuğumuz da öyle değil midir?
Kimi için güzel bir kadındır 'büyük balık', kimi için
zengin bir damat... İyi bir hayat... Hayırlı evlat...
Ya da müstakil ev, son model araba, sınırsız servet...

Kimi, 'büyük balık'ı hiç göremeden ölür. Kimi, bir kez
tuttu mu, bir daha açılmaz hiç... Onunla gömülür.

Kimi ise; yaşam denilen, şakaya gelmez deryanın dalgalarında
yalpalana yalpalana arar büyük balığı bir ömür boyu...

Açıldıkça bulma şansıyla birlikte artar, yitirme ihtimali...
Zor bulanlar, çabuk yitirir bazen...
Acımasızca yağmalanır ve sonuçta elde bir kılçıkla kalakalırlar.

Yenilgi değildir onlarınki aslında...
Olsa olsa biraz fazla açılmışlardır.

Ama insanlık, kısmen de, onların fazla açılması sayesinde ilerler.

kantar
25-04-2006, 18:41
Bir gun, bir bilge,
kendi turleriyle ucmayi reddeden iki ayri cins kusa rastlar yol kenarinda.
Hayli merak eder bu iki farkli yaratigin nasil olup da kendi aileleriyle,
ait olduklari yerlerde yasamak istemediklerini,
nasil olup da bir 'yabanci'yi kendi kardeslerine yeglediklerini.
Biri karga, biri leylek...
O kadar farklidir ki kuslar
ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine,
turdesleriyle degil de birbirleriyle ucmayi yeglediklerine.
Oyle ya, karga dedigin kargalarla ucmalidir, leylek dediginse leyleklerle.
Yaklasir ve merakla inceler kuslari.
Ta ki her ikisinin de topal oldugunu kesfedinceye kadar.
O zaman anlar ki,
birlikte kacar, birlikte ucar, birlikte yasarlar
beklenenlerin yaninda tutunamayanlar.
O zaman anlar ki,
sahip olduklari degil, sahip olmadiklaridir kimilerini birbirlerine yakin kilan.
Topal kuslar birbirlerinin 'ariza'larini bilir
ve somurmek ya da ortmek yerine kabullenirler oylesine.
En sahici dostluklar ortak varliklar uzerine degil,
ortak yoksunluklar uzerine kurulanlardir.
Ayni sekilde zengin, ayni sekilde mesut olanlarin
ortak paydalari sabun kopugu gibidir ucar, söner.
Ortak aci, ortak huzun, ortak puruzdur esas yakinlastiran,
yaklastiran...

vesbar
26-04-2006, 20:49
Ö L Ü M S Ü Z K I R M I Z I G Ü L L E R
Kan rengi, kıpkırmızı güllere bayılırdı. Zaten onlarla adaştı da Kocasının sevgili Rose idi...Her Sevgililer Gününde kapısının önünde bulduğu enfes fiyonklarla süslü kucak dolusu kırmızı güllerle kutlardı. Hiç aksamadan. Hatta, eşini kaybettiği yıl dahi kapısı çalınmış, gülleri kucağına bırakılmışıtı.Tıpkı geçmişte olduğu gibi, küçük bir kartla birlikte. Her yıl güllere iliştirdigi karta ayni cümleleri yazardı : "Seni bu sene, geçen senekinden daha çok seviyorum." Birden, bunların son gülleri oldugunu düsündü. Önceden ısmarlamış olmalıydı. Öleceğini nasıl bilebilirdi? Zaten her şeyi önceden planlamayı ve yapmayı severdi.Gülleri özenle içeri taşıdı. Saplarını kesti, vazoya yerleştirdi.Vazoyu da konsolun üzerine, eşinin kendisine, gülümseyen fotoğrafının yanına koydu. Orada kocasının koltuğunda oturup saatlerce gülleri ve fotografı seyretti. Sessizce... Bitmek bilmeyen bir yıl geçti. Yapayanlız ve hüzün dolu bir yıl...Sonra bir sabah kapı çalındı. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi kıpkırmızı gülleri, üzerinde küçük kartıyla birlikte eşikteydi. Sevgililer Günü'nü kutluyordu. Gülleri içeri aldı. Saşkınlık içinde doğru telefona gitti. Çiçekçi dükkanını aradı.Onu bu kadar üzmeye kimin ne hakkı vardi? Biliyorum dedi, çiçekçi. Eşinizi geçen yıl kaybettiniz. Telefon edeceğinizi de biliyordum. Bugün size yolladığım gülleri çok önceden ısmarlayıp, parasını da ödemişti. Hep öyle yapardı zaten. Hiç şansa bırakmazdı. Dosyamda talimat var. Bu çiçekleri size her yıl yollayacağım. Bir de özel kart vardı. Kendi el yazısıyla. Bilmeniz gerek diye düşünüyorum. Ölümünden sonra çiçeklere iliştirmemi istedigi kart. Rose hıçkırıklar arasında teşekkür ederek telefonu kapadı . Parmakları titreyerek zarfı açtı. "Merhaba sevgilim" diye başlıyordu kart. "Bir yıldır ayrıyız. Umarım senin için çok zor olmamıştır. Yalnızlığını ve acılarını hissedebiliyorum. Giden sen,kalan ben olsaydim neler çekerdim, kim bilir ? Sevgi paylaşıldığında yaşamın tadına doyum olmuyor. Seni kelimelerle anlatılamayacak kadar çok sevdim. Harika bir eştin. Dostum, sevgilim, benim. Sadece bir yıldır ayrıyız. Kendini bırakma. Ağlarken bile mutlu olmanı istiyorum. Onun için bundan sonraki yıllarda güller hep kapımızda olacak.Onları kucağına aldığında paylaştığımız mutluluğu ve kutsandığımızı düşün. Seni hep sevdim.Her zaman da sevecegim. Ama yaşamalısın. Devam etmelişin. Lütfen mutluluğu yeniden yakalamaya çalıp. Kolay değil, biliyorum ama bir yolunu bulacağına eminim. Güller, senin kapıyı açmadığın güne dek gelmeye devam edecek. O gün çiçekçi beş ayrı zamanda gelip kapıyı çalacak, eve dönüp dönmediğini kontrol edecek. Beşinciden sonra emin olarak gülleri ona verdigim yeni adrese getirip seninle yeniden ve ebediyen kavuştuğumuz yere bırakacak."

tent
27-04-2006, 00:10
Yazanın kim olduğunu bilmiyorum. Haksız da değil.

YAŞASIN CUMHURİYET...
...
Peki Anayasa ne diyor
Madde 1.
"Türkiye Devleti Cumhuriyet'tir."
Madde 2.
"Türkiye Cumhuriyeti hukuk devletidir."
Madde 3.
Artık ne diyorsa, diyor...
yılmaz özdil'in üslubuna benzettim, ama yanılıyor da olabilirim.

tent
27-04-2006, 00:18
İhtiyar balıkçı, Karayibler'de 85 gün olta salladıktan
ve eve eli boş döndükten sonra bir gün iyice açılıp
'büyük balık'ı yakalar.
...
size de maille geldi sanırım, ernst hemingway'in "ihtiyar adam ve deniz" adlı öyküsü.:)

kantar
27-04-2006, 06:56
Hintli bir yaşlı usta, çırağn sürekli herşeyden şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Yaşamındaki her şeyden mutsuz olan çıak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak yaşlı adamın söylediğini yapı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.
-''Tadı nasıl ?'' diye soran yaşlı adama öfkeyle:
-''Acı'' diye cevap verdi.
Usta kıkırdayarak çırağı kolundan tuttu ve dışarı çıkardı.Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:
-''Tadı nasıl ?'' ''Ferahlatıcı'' diye cevap verdi genç çırak.
-''Tuzun tadını aldın mı ?'' diye sordu yaşlı adam.
-''Hayır'' diye cevapladı çırağı.
Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:
-''Yaşamdaki ızdıraplar tuz gibidir ne azdır, ne de çok. Izdırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ızdırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Izdırabın olduğunda yapman gereken tek şey ızdırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış.''
Alıntıdır.

Not - Biz de artık borsa'da (bardak) günlükçü olmayıp, (göl) uzun vadeli yatırım yapsak, huzurlu ve de karlı çıkarız. Sevgilerimle......

pinky
27-04-2006, 21:09
Lutfen ve derhal aşağıdali linki tıklayin ve birinci sikki isaretleyin.
Yine Ermeni meselesi.
Oylamada simdilik gerideyiz. Oylamada gerideydik ileri geçtik.
Bu panel tartismasiyla beraber Ermenilerin tek tarafli iddialari
pazara cikmaya baslayabilir. Yani o kadar onemli.
Yuz yila yakin zamandir Ermeniler masum rolu oynadilar ve butun
Dunyayi da buna inandirdilar. Dunya'nin Ermeni mezalimini, alcakligini
bilmesi lazim.

Lutfen asagidaki linke girip yes oyu verelim. PBS'in tarafsizlik gostermesi ve tartismaya hak tanimasini
gerektigini
savunalim.

http://www.msnbc.msn.com/id/12412125/

San Francisco
28-04-2006, 08:38
Yasli bir adam emekliye ayrilir ve kendine bir lisenin
yaninda
kucuk bir ev
alir.

Emekliliginin ilk bir kac haftasini huzur icinde gecirir
ama
sonra
ders
yili baslar.

Okullarin acildigi ilk gun, dersten cikan ogrenciler
yollarinin
uzerindeki her cop bidonunu bagirip, cagirarak tekmelerler.

Bu cekilmez gurultu gunler surer ve yasli adam bir onlem
almaya
karar

verir.

Ertesi gun cocuklar gurultuyle evine dogru yaklasirken,
kapisinin
onune
cikar onlari durdurur
ve:

"Cok tatli cocuklarsiniz, cok da egleniyorsunuz. Bu
nesenizi
surdurmenizi istiyorum sizden. Ben de sizlerin yasindayken
ayni
sekilde
gurultuler cikarmaktan hoslanirdim, bana gencligimi
hatirlatiyorsunuz.

Eger her gun buradan gecer ve
gurultu yaparsaniz size
her gun 1 dolar
verecegim" der.


Bu teklif cocuklarin cok hosuna gider ve gurultuyu
surdururler.

Birkac gun sonra yasli adam yine cocuklarin onune cikar ve
onlara
soyle
der:

"Cocuklar enflasyon beni de etkilemeye basladi bundan boyle
size
sadece
50 sent verebilirim."

Cocuklar pek
hoslanmazlar ama yine devam ederler gurultuye.
Aradan birkac gun daha gecer ve yasli adam yine karsilar
onlari:
"Bakin" der, "Henuz maasimi alamadim, bu yuzden
size gunde
ancak
25
sent verebilirim, tamam mi?"

"Olanaksiz bayim" der iclerinden biri, "Gunde 25 sent icin
bu
isi
yapacagimizi saniyorsaniz yaniliyorsunuz. Biz isi
birakiyoruz."

kantar
28-04-2006, 20:49
ELMA

Franklin bir çocuğa bir elma vermiş. Çocuk çok sevinmiş.
Bir elma daha vermiş. Çocuk daha çok sevinmiş.
Bir elma daha verince çocuk sevinçten deliye dönmüs.
Ve bir elma daha verince, çocuk dört elmayı elinde zaptedememiş,
sonuncusunu düşürmüs yere... Bu sefer ağlamaya başlamıs çocuk.

Hayat böyledir işte... Hayal etmediğimiz bir saadete eriştikten
sonra, onun bir lokmasını dahi kaybetmek bizi perişan eder.
"Keyifler değildir yaşamı değerli yapan. Yaşamdır, keyif almayı değerli kılan."

Bernard Shaw

kantar
28-04-2006, 20:52
PARAŞÜTÜNÜZÜ KİM HAZIRLIYOR?...

Charles Plumb Vietnamda uçmuş,ABD Hava Harp Okulu mezunu bir pilottu.
Savaş sırasında yaptığı 75.inci uçuşta ,yerden havaya atılan güdümlü bir füze tarafından vuruldu.Derhal kendini fırlatıp paraşütle bir ormanın içine düştü.Kısa bir sure sonra da Vietkonglar tarafından yakalandı
ve tam 6 yıl Kuzey Vietnamda esir olarak tutuldu. Bugün Charles Plumb yaşadığı bu tecrübe hakkında insanlara ders vermektedir.

Bir gün Charles ve eşi restoranda yemek yerlerken bir adam masalarına yaklaşır ve şaşkınlık içinde çığlık atar:

Aman Allahım ! sen Plumb'sın .Vietnamda jet pilotuydun ,Kitty Hawk havaalanından.
Uçağın düşmüştü!

Evet ama sen nereden biliyorsun bunu ? der
eski pilot Plumb

Biliyorum çünkü uçuş öncesi senin paraşütünü ben hazırlamıştım.

Plumb hayretler içindeydi.Adam elini Plumbun omuzuna atar:

Anladığım kadarıyla paraşüt işe yaramış

Plumb evet anlamında kafasını sallar.Eğer işe yaramasaydı şu anda burada değildim.

Plumb o gece ,restoranda masaya gelen adamı düşünmekten uyuyamaz.
Savaş sırasında çoğu kez gördüğü bu adamla bir kez olsun konuşmadığını düşünür.Çünkü o bir savaş pilotu,adamsa paraşüt hazırlayan basit bir
askerdir sonuçta.
Oysa o asker ,uzun tahta bir masada saatlerini harcayarak ,dikkatle katladığı paraşütlerle ,her seferinde hiç tanımadığı bir insanın kaderini ellerinde tutuyordu.

Bu olaydan sonra verdiği derslerde Plumb dinleyicilere hep aynı soruyu sormaya başladı:

Paraşütünüzü kim hazırlıyor?

Tüm hayatı boyunca ihiyaç duyduğumuz her şeyi bir başkasının hazırladığı biz modern dünyanın insanlarına sorulabilecek en anlamlı
sorulardan biri de bu belki de....

Yaşamaya devam etmemizi sağlayan sayısız paraşütler var hayatımızda,her defasında bir başka insanın bizim için hazırladığı ,maddi paraşütler,manevi paraşütler,duygusal paraşütler,ruhsal paraşütler......

Sahip olduğunuz en büyük yeteneği kim kazandırdı size ,veya düşünce yapınızı kim şekillendirdi?

Kimler size moral verdi zor zamanlarınızda ya da hayata dair manevi değerlerin farkına varmanızı kimler sağladı?

Hayatınız boyunca paraşütünüzü hazırlayan kimlerdi?İşte onlar hayatımızı borçlu olduğumuz insanlardır.

Peki siz kimlerin paraşütünü hazırlıyosunuz?, düşündünüz mü?

KAPTAN

hızlı
28-04-2006, 23:48
insana birşeyler anlatıyor...........

kantar
29-04-2006, 12:57
EMEĞİNİ BOŞUNA HARCAMA


Hindistan da çok ünlü bir ressam varmış... Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş... Ve onu "Renklerin Ustası" anlamına gelen Ranga Çeleri olarak tanısa da;kısaca Ranga Guru derlermiş... Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise artık eğitimini tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru'ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş... Ranga Guru ise;
- Sen artık ressam sayılırsın Racaçi.. Artık senin resmini halk değerlendirecek. diyerek resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş. Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş. Raciçi denileni yapmış Ve birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş; ki, tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor... Çok üzülmüş tabii.Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki.. Alıp resmi götürmüş Ranga Guru'ya ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş. Ranga Guru üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Raciçi yeniden yapmış resmi ve gene Ranga Guru'ya götürmüş. Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Ranga Guru... Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya, birkaç fırça ile birlikte... Ve yanına insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile birlikte bırakmasını istemiş. Raciçi denileni yapmış... Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç dokunulmamış, fırçalar da, boyalar da kullanılmamış.. Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru'ya gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış.. Ranga Guru ise; Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün... Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı.. Oysa ikinci konumda onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını istedin... Yapıcı olmak eğitim gerektirir... Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi... Sevgili Raciçi Mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın... Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın... Onlara göre senin emeğinin hiç bir değeri yoktur... Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma... demiş.

kantar
30-04-2006, 17:41
MUCİZENİN FİYATI

Sally, küçük kardeşi George hakkında anne ve babasının konuşmalarını duyduğu zaman yalnızca sekiz yaşındaydı. Kardeşi çok hastaydı ve onu kurtarabilmek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı, Georgi'nin yalnızca çok pahalıya mâl olacak bir ameliyatla kurtulma şansı vardı fakat bunun için yeterli paraları yoktu. Babasının, umutsuz bir biçimde annesine şöyle fısıldadığını duymuştu Sally: "Yalnızca bir mucize onu kurtarabilir." Bu sözleri duyar duymaz, usulca kendi odasına yürüdü Sally. Domuz biçimindeki kumbarasını gizlediği yerden çıkartarak içindeki paraları yavaşça yere dökerek saymaya başladı. Yanılgıya düşmemek için tam üç kez saydı kumbaradan çıkardığı bozuk paraları. Sonra hepsini cebine koyarak aceleyle evden çıkıp, köşedeki eczaneye gitti. Eczacının dikkatini çekebilmek için büyük bir sabırla bekledi. Eczacı çok yoğundu ve bir adama ilaçlarını nasıl kullanacağını anlatıyordu. Bu yoğun çalışmanın arasında sekiz yaşındaki bir çocukla ilgilenmeye hiç niyeti yoktu ama Sally'nin beklediğini görünce "Evet, ne istiyorsun söyle bakalım" dedi. "Biraz acele et, gördüğün gibi beyefendiyle ilgileniyorum" diyerek yanındaki şık giyimli adamı gösterdi. Sally "Kardeşim" dedi. Sessizce yutkunduktan sonra devam etti: "Kardeşim çok hasta, bir mucize almak istiyorum." Eczacı Sally'e bakarak "Anlayamadım" dedi. "Şeyy, babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' dedi, bir mucize kaç paradır, bayım?" Eczacı Sally'e sevgi ve acımayla baktı bu kez: "Üzgünüm küçük kız, biz burada mucize satmıyoruz, sana yardımcı olamayacağım" dedi. Sally o kadar kolay vazgeçmek istemedi. Eczacının gözlerinin içine bakarak "Karşılığını ödemek için param var benim, bana yalnızca fiyatını söylemeniz yeterli" dedi. Bu arada Sally ve eczacının yanında bekleyen iyi giyimli bey Sally'e dönerek "Ne tür bir mucize gerekiyor kardeşin için küçük hanım? diye sordu. "Bilmiyorum" dedi Sally. Sonra gözlerinden aşağı süzülen yaşlara aldırmaksızın devam etti: "Tek bildiğim, o çok hasta ve annem ameliyat olmazsa kurtulamayacağını söyledi ve ailemin de ameliyat için ödeyebilecekleri paraları yok. Ama babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' deyince ben de paramı alıp buraya geldim." "Ne kadar paran var?" diye sordu iyi giyimli adam. "Bir dolar ve onbir sent" dedi Sally. "Ve dünyadaki tüm param bu!" "Bu iyi bir şans, küçük kardeşini kurtarmak için gerekli olan mucize için yeterli bu para" dedi, iyi giyimli adam. Adam bir eline parayı aldı, öteki eliyle de Sally'nin elini tutarak "Beni yaşadığın yere götürür müsün lütfen?" diye sordu. "Küçük kardeşini ve aileni tanımak istiyorum" dedi. İyi giyimli adam Dr. Carlton Armstrong'du ve George için gerekli olan ameliyatı yapabilecek tanınmış bir cerrahtı. Ameliyat başarıyla sonuçlanmış ve aile hiçbir ödeme yapmamıştı. Hep birlikte mutluluk içinde evlerine döndükleri zaman hâlâ yaşadıkları olayların etkisinden kurtulamamışlardı. Anne "Hâlâ inanamıyorum. Bu ameliyat bir mucize! Doğrusu maliyeti ne kadardır merak ediyorum" dedi. Sally kendi kendine gülümsedi. O bir mucizenin kaça mâl olduğunu çok iyi biliyordu. Tam tamına bir dolar ve onbir sent!...

kantar
01-05-2006, 21:52
BİR TORBA ÇİVİ

Babası çocuğuna bir torba çivi verir ve ona sabrını her kaybettiğinde kapağın arkasına bir çivi çakmasını söyler. Haftalarilerledikçe çocuk kendini kontrol etmeyi öğrenir ve daha az çivi çakmaya başlar. Daha sonra, kendini kontrol etmenin kapağa çivi çakmaktan daha kolay olduğunun farkına varır. Hiç çivi çakmadığı ilk günün sonunda durumu babasına bildirir.Bu defa baba, oğluna kendini kontrol ettiği her günün sonunda bir çivi sökmesini söyler. Günler geçer ve en son çivi söküldüğünde çocuk yine babasına haber verir. Babası çocuğu elinden tutar ve kapağın yanına götürür ve ona: "Bak oğlum çok çalıştın, fakat kapağın üzerindeki tüm deliklere bir bak. Hiç bir zaman eskisi gibi olmayacaklar. Her sabırsızlığında karşındakilerde böyle yaralar oluşur. Birini bıçaklayıp tekrar bıçağı çıkarabilirsin, önemli değil ama ne kadar özür dilersen dile o bıçak yarası daima orada kalacaktır. Sözlü bir saldırı fiziksel saldırı kadar yaralayıcıdır. Arkadaşlar mutluluktur, bizi güldürürler, başarı için cesaretlendirirler, bize dikkatli bir kulak sunarlar ve her zaman kalplerini bize açmaya hazırdırlar. O kalplerde çivi yarası açmamaya dikkat et..."

kantar
03-05-2006, 23:12
KRALIN YOLU

Bir kral halki için geniş bir yol yaptirmaya karar verdi. Yapimi tamamlanan yolu halka açmadan önce, bir yarisma düzenlemeye karar.verdi..
Isteyenin bu yarismaya katilabilecegini ilan ettiren kral, yoldan.en.güzel. geçecek kisiyi belirleyecegini söyledi.. Yarisma günü, insanlar akin ettiler. Bazilari en güzel arabalarini,. bazıları en güzel elbiselerini getirmisti: Kadinlardan kimileri. saçlarini. en güzel biçimde yaptirmisti, kimi de yanlarinda en güzel yiyecekleri. getirmisti.
Gençlerden bazilari spor kiyafetler içinde yol boyunca kosmaya hazirlaniyordu. Nihayet, tüm gün insanlar yoldan geçtiler, fakat yolu kat edip tekrar kralin yanina döndüklerine hepsi ayni sikayette bulundu:
Yolun bir yerinde büyükçe bir tas ve moloz yigini vardi ve bu moloz yigini yolculugu zorlastiriyordu.
Günün sonunda yalniz bir yolcu da bitis çizgisine yorgun argin ulasti. Üstü basi toz toprak içindeydi, ama krala büyük bir saygiyla yönelerek elindeki altin kesesini uzatti:
"Yolculugum sirasinda, yolu tikayan tas ve moloz yiginini kaldirmak için durmustum. Bu altin kesesini onun altinda buldum. Bu altinlar size ait olmali."
Kral gülümseyerek cevap verdi:
"O altinlar sana ait delikanli."
"Hayir, benim degil. Benim hiçbir zaman o kadar çok param olmadi."
"Evet" dedi kral.
"Bu altinlari sen kazandin, zira yarismanin galibi sensin. Yoldan en güzel geçen kisi sensin. Çünkü, yoldan geçen en güzel kişi, ardindan gelenler için yoldaki engelleri kaldiran kisidir ! "

XZARA_
04-05-2006, 20:44
bu topıgı bunu soylemek ıcın acmıstım....kısmet buguneymıs.....senın sevdan benım kadar agır deıl................ sn objektıfe slm......

kantar
05-05-2006, 20:32
Çalınan Hayaller

Çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışa koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç bir oğlu varmış. Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı.

Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası.

Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan yedi sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı. Hatta hayalindeki iki yüz dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, iki yüz dönümlük arazinin üzerine oturacak bin metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.

Ertesi gün hocasına sunduğu yedi sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi.. İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir "0" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı.

"Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk..

"Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal" dedi, hocası..

"Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" ve ekledi:

"Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm." çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı.

"Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu senin hayatin için oldukça önemli bir seçim!."

Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına..

"Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin" dedi.."Ben de hayallerimi..".....

O, orta 2 öğrencisi, bugün iki yüz dönümlük arazi üzerindeki bin metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı.

Aynı öğretmen, geçen yaz otuz öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi. Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine "Bak" dedi, "Sana şimdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken, hayal hırsızıydım. O yıllarda öğrencilerimden pek çok hayal çaldım.

Allah' tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın."

josephboz
06-05-2006, 00:36
Küçük Prens
(sadece cocuklar icin değil,görünüşe aldanmayalım)
Yazan ve Resimleyen: Antoine de Saint-Exupéry

http://www.hemenpaylas.com/download/658695/kucuk_prens.pdf.html

kantar
06-05-2006, 07:51
GERÇEK DEĞERİMİZ


İyi bilinen bir konuşmacı, seminerine 20 dolarlık bir banknotu göstererek başladı. 200 kişinin bulunduğu odaya, bu parayı kim ister diye sordu ve eller kalkmaya başladı ve konuşmacı bu parayı sizlerden birine vereceğim fakat öncelikle bazı şeyler yapacağım dedi. Parayı önce buruşturdu, ve dinleyicilere hala bu parayı isteyen var mı diye sordu, eller yine havadaydı. Bu sefer, konuşmacı peki bunu yaparsam dedi ve 20 doları yere attı onun üstüne bastı, ezdi, pisletti ve para şimdi pis ve buruşuktu, fakat eller yine havadaydı ve o parayı herkes istiyordu. Ve konuşmacı şöyle dedi arkadaşlarım burada çok önemli bir şey öğrendiniz, burada paraya ne yaptıysam hiç önemli değil onu yinede istiyorsunuz, çünkü benim ona yaptığım şeyler onun değerini düşürmedi, o hala 20 dolar.

Hayatımızda çoğu kez verdiğimiz kararlar veya hayat şartları nedeniyle hırpalanır, canımız acıtılır, yerden yere vuruluruz, kendimizi kötü hissederiz, fakat ne olduğu yada ne olacağı önemli değil, hiçbir zaman değerimizi kaybetmeyiz, temiz yada pis, hırpalanmış yada kırılmış, bunların hiçbiri önemli değildir.

selçuk efendi
06-05-2006, 10:24
Son yillarda ozellikle Amerika' da yayginlasan cift yonlu ayna kullanimi
hakkinda bir uyaridir.
Kaldiginiz otelin odasinda veya girdiginiz soyunma kabininde bulunan ayna
acaba siradan ve normal bir ayna mi yoksa diger taraftan birinin sizi
izledigi cift yonlu bir ayna mi?
Bunu anlamanin basit ve pratik bir yolu var;
parmaginizi tirnaginiz ayna yuzeyine gelecek
sekilde aynaya dokundurun.
Eger tirnaginiz ile tirnaginizin aynadaki
yansimasi arasinda bir bosluk varsa Sorun Yok
demektir, bu normal bir ayna...
Eger tirnaginiz ile tirnaginizin aynadaki
>
>yansimasi arasinda bir bosluk YOKSA, yani
tirnaginiz ve aynadaki goruntusu dogrudan
birbirine temas ediyorsa Dikkat IZLENIYORSUNUZ?
Kendinizi ve sevdiklerinizi bir gun igrenc bir
Internet sayfasinda ciplak gormek istemiyorsaniz,
lutfen bu maili sevdiklerinizle paylasin...

Aman dikkat, özellikle hanımlar..

kantar
06-05-2006, 13:55
KÖTÜ ŞAKA

Bir gün Murat hoca köydeki orta okulu ziyarete gider ve okul önünde bir kaç haylaz öğrenci oynar. Murat hocayı tanıdıkları için hocaya şaka yapmaya başlamışlar. Tabi murat hoca güler yüzlü olduğu için çocuklar müdürünüzü görmem gerekiyor demiş. Çocuklar, tamam hocam seni götürelim diyorlar odasına. Hoca da olur diyor. Ama çocukların niyete kötü olduğu için hocaya tuvaletlerin kapısını gösteriyorlar. Murat hoca da hiç bozmadan tuvaletlere girip çeşmede elerini yıkayıp çıkıyor. Çocuklar da hocaya; "hocam müdürün odasını buldun mu?" hoca da gülerek çocuklara yok çocuklar burası bir kaç kendini bilmez öğrencinin yemekhanesiymiş ben başka odada müdürü bulurum der. Çocuklar da ne diyeceklerini bilemeyip "hocam özür dileriz sana şaka yapmıştık ama çok ağır bir sözdü bu bizim için". "Evet doğrudur benim içinde çok ağır bir oyundu ama ne yapalım çocuklar". Hocayı alıp müdürün odasına götürmüşler ve oradan nasıl uzaklaşacaklarını şaşırmışlar..!

kantar
08-05-2006, 15:00
BAMBU AĞACI

Çinliler bambu ağacını şöyle yetiştirir : Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir. Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz. Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez. Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir. Fakat tohum bu yılda da filiz vermez. Çinliler büyük bir sabırla beşinci yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler. Ve nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır. Akla gelen ilk soru şudur: Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı haftada mı yoksa beş yılda mı ulaşmıştır? Bu sorunun cevabı hiç şüphesiz ki beş yıldır. Büyük bir sabırla ve ısrarla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi ağacın büyümesinden, hatta var olmasından söz edebilir miydik? Bir başarının şartları her zaman çok basittir; Çalışın, sabredin... Her zaman inanın ve hiçbir zaman geri dönmeyin. Asla vazgeçmeyin...

kantar
13-05-2006, 18:05
Affet Babacığım

Evlendiğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında; eşi, bütün bağları kopardı ve "Ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak" diyerek rest çekti... Eşini kaybetmeyi göze alamazdı.

Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası, sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hâlâ onu ölürcesine seviyordu.

Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak,böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı.

Babasına lâzım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can, "Baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular.

Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik Can, sürekli babasına "Baba nereye gidiyoruz ?" diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan; nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu.

Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi.Sonra diğer malzemeleri taşıdı en son da babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi.

Tipi, adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı.Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü.

Öyle üzgündü ki, dünya başına göçüyor gibiydi. O, bu duygular içindeyken babası, yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti, içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu.

Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi, yanaklarını ve ellerini defalarca öptü.Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terketti. Arabaya bindiler.

Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı, neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu.

Can: "Baba, sen yaşlandığında ben de seni buraya mı getireceğim?" diye sorunca dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında "Beni affet baba." diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı.

Oğlu: "Baba beni affet! Sana bu muameleyi yaptığım için beni affet!" diye hatasını belli ediyordu...Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu..."Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın... Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum.

indian
18-05-2006, 08:47
acil bebek için bilgi zincirine ihtiyaç var. özellikle doktor arkadaşların dikkatine!!!!!!!!
Bebeğin rahatsızlığı ''Spinal Musculer Atrophy Type1''
>>
>>
>> > BEBEGIN ZAMANI GITTIKÇE AZALIYOR
>> > LUTFEN OKUYUN VE YARDIMCI OLUN
>> > (MADDI ISTEK DEGILDIR)
>> > (BERRAK ADLI BEBEGIN HAYATI ICIN) ****
>>
>> > LÜTFEN BU SITEYI ZIYARET EDIN VE BU ADRESI GÖNDEREBILDIGINIZ KADAR
>>ÇOK ADRESE GÖNDERIN (ÖZELIKLE TANIDIGINIZ DOKTORLARA VE BU KONUDA BILGI
>>SAHIBI OLABILECEK KISILERE.....LUTFEN ACELE EDIN....)
>>
>> > www.berrakcanakli.org