PDA

View Full Version : Okuduğumuz kitaplardan.. hoşumuza giden cümle / paragraf/ bölümler



balgi
19-12-2010, 18:56
fast food çağındayız malum..
armut piş ağzıma düş çağıda diyebiliriz..
ilim çinde bile olsa gidiniz.. diyen bir öğretiden....
""googleda varmı bi bak"" diyen çağa atladık!!
.................................................. ......................

fazla siyasi olmamak kaydıyla okuduğumuz kitap / dergi / ve tabiki internet ortamındaki yazılardan hoşunuza giden, paylaşmak gerektiğine inandığınız / sevdiğiniz pasajları buraya ekleyebilirsiniz...

balgi
19-12-2010, 19:01
dostoyevski / yeraltından notlar

Ben hasta bir adamım… Gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben. Sanıyorum, karaciğerimden hastayım. Doğrusunu isterseniz, ne hastalığımdan anladığım var, ne de neremin ağrıdığını tam olarak biliyorum. Tıbba, hekimlere saygı duymakla birlikte, şimdiye dek tedavi olmadığım gibi, bundan sonra da böyle bir şey düşünmüyorum. Üstelik boş inançları olan bir insanım, hem de tıbba saygı duyacak kadar. (Oldukça iyi bir öğrenim gördüm, boş inançlara inanmamam gerekirdi, ama inanıyorum işte.) Hayır, hayır, salt hıncımdan dolayı tedavi olmak istemiyorum. Siz bunu anlayamazsınız. Ama ne ziyanı var, ben anlıyorum ya! Bu huysuzluğumla kime kötülük edeceğimi açıklamak elimde değil, bunu ben de bilmiyorum; bildiğim bir şey varsa, o da tedaviden kaçmakla hekimlere bir “zarar veremeyeceğim”, olsa olsa bütün zararı kendimin çekeceğidir. Yine de hıncımdan tedavi olmuyorum! Karaciğerim ağrıyormuş, varsın daha beter ağrısın! Epeydir böyle yaşıyorum, belki yirmi yıldır. Şimdi kırkımdayım. Eskiden çalışırdım, şimdi görevi bıraktım. Ters bir memurdum. Kabaydım, kabalığımdan zevk alırdım. Rüşvet yemediğime göre, demek oluyor ki kendimde, kaba olma hakkını görüyor, bununla kendimi ödüllendiriyordum. (Kötü bir nükte, ama olsun, karalamayacağım. Yazarken güzel olacağını sanmıştım, şimdi bakıyorum da çirkin bir böbürlenmeden öteye geçememişim. Böyle olduğunu bile bile karalamayacağım işte!) Masama gelenlerin işini, dişlerimi gıcırdata gıcırdata yapar, birinin kırıldığını görsem, bundan büyük bir zevk alırdım. Hemen hemen her zaman da gücenen biri çıkardı. Çoğunlukla korkak kimseler olurlardı. Ricacı milleti değil mi?.. Yalnızca kendini bilmez bir subaydan nefret ederdim. Bir türlü yola gelmek bilmez, kılıcını şakırdatarak, karşımda iğrenç bir gururla dikilirdi. Kılıcı yüzünden bu adamla tam bir, bir buçuk yıl savaştım. Sonunda da yendim onu. Kılıcını şakırdatmaktan vazgeçti. Hoş, bu olay gençliğimde olmuş bir şey. Ama sevgili okuyucularım, asıl hıncımın nereden geldiğini biliyor musunuz? Durumumun püf noktası, bütün rezilliği de burada ya… Benim asıl kızdığım şey, en sinirli anlarımda bile içimde bir öfke ya da hıncın bulunmaması, bütün cartcurtları yalnızca gönlümü hoş tutmak için yapmamdı. Öfkeden ağzım köpürmüşken biri biraz gönlümü alsa ya da önüme bir bardak çay sürse hemen yelkenleri suya indirirdim. Bununla da kalmaz, ona karşı bir yakınlık duyardım; ama sonra kendime kızar, utancımdan birkaç ay uykularımdan olurdum. Yaratılışım böyleydi işte.

hisseci_32
14-03-2011, 20:57
Borsada önden koşanlar
Arzu Güneysu Yıldırım ve Nazlı Elvan Demirbilek, 25 eski borsacının taktikleri, stratejileri, anıları ve sırlarını “Borsada Önden Koşanlar” isimli kitapta toplamış. Kitap, borsacıların ve borsayla ilgilenen herkesin okuması gereken; eski ve yeni tecrübe ve hatıralarla bezenmiş bir yapıt. Eser, aramızdan ayrılan ve hepimizde iyi anıları bulunan Tuncay Artun ve Mustafa Yılmaz’ı da bir kez daha hatırlamamıza olanak sağlıyor.
Bana göre, Borsamız hakkında şimdiye kadar yazılan kitapların en iyisi.

Tahtası kapatılan hisseler
Borsacıların üzerinde ortak görüşe vardıkları en önemli konunun, Borsa’da “tahtası kapatılan hisseler” olduğu anlaşılıyor. TMSF’nin el koyduğu banka veya şirketlerin ya da çeşitli nedenlerle Borsa’da alış verişi durdurulan kuruluşların hisse senetleri küçük yatırımcının elinde kaldı. Bu şirket veya kuruluşlar daha sonra yüksek fiyatlara başkalarına satıldığı halde, küçük yatırımcıya hiç bir şey ödenmedi. Örneğin TMSF, el koyduğu bankaları ve gazeteleri daha sonra çok yüksek fiyatlarla sattı ama banka veya gazete hisse senedini elinde bulunduran küçük yatırımcıya az da olsa bir ödeme yapmadı. Bu konuda, ya yasal tedbir alınması ya da “tahtası kapatılan hisseler” için bir Garanti Fonu oluşturulması gerekiyor.

Anılardan bazıları
Kitapta benimle de ilgili çok anı var. Anıların çoğu doğru, bazıları eksik, bazıları ise yanlış. Örneğin, Mehmet Bayrak, benden randevu istediklerini, aldıklarını ama benim randevuya gelmediğimi söylüyor. Böyle bir şey olmadığını Müslüm Bey’e de ifade etmiştim. Randevu isteği bana hiç ulaşmadı.
Adnan Cezayirli, mevcut Borsa binasının olması gerekenden büyük olduğunu savunuyor. Ahmet Dedehayır, 1994 krizinden sonra, Tezal Menkul Değerler’deki hisselerini hem kendisinin hem de halen Borsa Başkanı olan Hüseyin Erkan’ın devredip, ortaklıktan ayrıldıklarını söylüyor. Müslüm Demirbilek,
Menkul Kıymetler Tanzim Fonu’nun nasıl Borsamızın milyar doların üzerinde gelire kavuşturan fon olduğunu anlatıyor.
A.O.G’yi kurtarmak için yaptığımız toplantıyı, hem Nasrullah Ayan hem de Müslüm Demirbilek anıları arasına almış. Müslüm, Tuncay Artun ile Ali İhsan Karacan’ın anlaşmazlıklarının temel nedenini açıklıyor. Ayrıca, erken kurumsal genişlemenin bazen nasıl gereksiz bir zarara yol açtığı konusunda örnek veriyor.
Berra Kılıç Doğaner, el konulan Esbank’a nasıl Yönetim Kurulu Üyesi olduğu ve Erdal Arslan’ın gece yarısı kendisini nasıl aradığı ve Esbank’a tek başına nasıl el koyduğu konularına da yer vermiş. Ancak, yeni binanın alınması, otomasyona geçilmesi ve Borsa’nın yurtdışına açılmasının, Tuncay Artum döneminde olduğunu söylüyor. Bunları yanlış hatırlıyor.
Erol Göker, Demirbank ile ilgili anılarını ancak 10 sene sonra anlatabileceğini söylüyor. Mark Mobius’un “Hisse senedine ne zaman yatırım yapmak lazım?” sorusunu, “Paran olduğu zaman” diye cevapladığını anlatıyor; Borsa’nın da Takasbank’ın da derhal özelleştirilmesi gerektiğini söylüyor.
Salahsun Hekimoğlu, “Sahte Çukurova Hisse Senetleri” sorununu nasıl çözdüğümüzü anlatıyor. İlhan İzibelli, İMKB’nin ilk genel kurulunda nasıl Başkan Yardımcısı seçildiğini hikâye ediyor. Muharrem Karslı, Kaya Erdem’in Amman’daki tahta sisteminin Borsa’ya getirilmesi konusunda kendisine nasıl yardım ettiğinden bahsediyor; Mustafa Yılmaz’ı Borsa’ya komisyoncu olarak, kendisinin aldığını söylüyor.
Yazarlar dahil bütün arkadaşlarıma teşekkürler. Elinize sağlık.

http://ekonomi.milliyet.com.tr/borsada-onden-kosanlar/ekonomi/ekonomiyazardetay/14.03.2011/1363869/default.htm?ref=fblike

yağmur
15-11-2011, 00:31
OSHO-FARKINDALIK/Geçmişi Yakan Ateş

Herkes kendi varlığından ve davranışlarından sorumludur

Kesinlikle özgür olmayan bir dünyada, tamamen özgür yaşayabilirsin

Sadece tek bir şeyi hatırlaman gerekiyor; Gören Görülen Değildir.

İnsanoğlu sanki şimdiki zamanda yaşıyormuş gibi görünür, ama bu sadece bir görüntüdür. İnsanoğlu geçmişte yaşar. Şimdiki zamandan geçer, ama kökleri geçmişte kalır. Şimdiki zaman sıradan bilinç için gerçek zaman değildir. Sıradan bilinç için, geçmiş gerçek zaman olup, şimdiki zaman sadece geçmişten geleceğe bir geçiştir, sadece anlık bir geçiş. Geçmiş gerçektir ve gelecek de gerçektir, ama şimdiki zaman sıradan bilinç için gerçek değildir. Gelecek, eski geçmişten başka bir şey değildir. Gelecek sürekli olarak planlanan geçmişten başka bir şey değildir.

Şimdiki zaman sanki yokmuş gibi görünür. Şimdiki zamanı düşündüğünde, onu bulamazsın, çünkü bulduğun an geçmiş olacaktır. Bulamadığın andan bir an önce gelecekteydi. Bir Buda bilinci, uyanmış varlık için sadece şimdiki zaman vardır. Farkında olmayan, bir uyurgezer gibi uyuyan sıradan bilinçler için geçmiş ve gelecek gerçektir, şimdiki zaman gerçek değildir. Sadece uyandığın zaman şimdiki zaman gerçek olacaktır. Geçmiş de gelecek de gerçek olmayacaktır.

Bu neden böyledir? Neden geçişte yaşarsın? -Çünkü zihin, geçmişin birikiminden başka bir şey değildir. Zihin hafızadır: Geçmişte yaptığın herşey, düşlerinde gördüğün her şey, istediğin ve yapamadığın her şey, hayal ettiğin her şey senin zihnindir. Zihin, ölü bir kurumdur. Zihin aracılığıyla baktığında, şimdiki zamanı asla bulamayacaksın, çünkü şimdiki zaman hayattır ve hayata ölü bir aracı üzerinden yaklaşamazsın. Hayata ölü araçlarla asla yaklaşamazsın. Hayata, ölüm aracılığıyla dokunamazsın.

Zihin ölüdür. Zihin sadece aynada toplanan toz gibidir. Ne kadar çok toz toplanırsa, ayna o denli az aynaya benzer. Ve toz tabakası çok kalınsa, tıpkı sende olduğu gibi, ayna artık hiçbir şeyi yansıtmaz.

Herkes toz toplar. Hatta sadece toplamakla kalmaz, ona sıkıca tutunursun ve bir hazine olduğunu düşünürsün. Geçmiş geçmiştir; neden hala tutunuyorsun? Onun hakkında artık hiçbir şey yapamazsın. Geri gidemezsin, yaptıklarını geri alamazsın. Neden hala tutunuyorsun? Geçmiş bir hazine değildir. Ama geçmişe tutunup, onun bir hazine olduğunu düşünürsen, zihnin onu gelecekte tabii ki tekrar tekrar yaşamak ister. Geleceğin, değiştirilmiş geçmişinden başka bir şey olamaz- biraz rafine edilmiş, biraz daha süslenmiş. Ama tıpkı geçmiş gibi olacaktır, çünkü zihnin bilinmeyen hakkında düşünemez. Zihnin sadece bilineni yansıtabilir, senin bildiklerini.

Geçmiş nedir? Geçmişte neler yaptın? Her ne yaptıysan iyi, kötü, şunu, bunu – her ne yapıyorsan, kendi tekrarını yaratır. Karma kuramı budur. İki gün önce öfkelendiysen, öfkelenmek için belirli bir potansiyel yaratmış oldun: Dün tekrar öfkelenmek için. Sonra onu tekrarladın ve öfkene, öfkeli ruh haline, daha büyük bir enerji verdin, onu daha da köklendirdin, suladın. Şimdi bugün onu daha da büyük bir güçle, daha çok enerjiyle tekrarlayacaksın. Ve yarın yine bugünün bir kurbanı olacaksın.

yağmur
20-11-2011, 23:19
Birine baktığında sevgi dolu gözlerle bak.İnsanlara bakarken, gözlerinden onlara sevgi akıt. Yürürken etrafına sevgi yayarak yürü.Başlangıçta bu hayal etmekten ibaret olsa da göreceksin bir ay içinde gerçeğe dönüşecek. Diğerleri senin artık daha sıcak bir kişiliğe sahip olduğunu ,senin yanına yaklaşmanın müthiş hissetmeye yettiğini, bunu yapmakla bir esenlik hissinin belirdiğini fark edecekler.
Bunu bilinçli bir çabaya dönüştür.Sevginin daha çok farkında ol ve daha çok sevgi yay.
OSHO

yağmur
24-11-2011, 23:39
‎"Neyin üzerinde sürekli durduğunuza dikkat edin, yaptığınızın, sonu gelmez eleştiriler olduğunu fark edeceksiniz. Bu bir kabahat değil. Ayrılık içindeki ego bilinci, hayatı sürüp giden bir eleştiri olarak duyumsar."
[Bartholomew]

moneycash
24-11-2011, 23:44
dinle küçük adam- Wilhelm Reich

Sana kendi içimdeki küçük adamı anlatmakla işe başlayacağım...

"... ben ne kızıl, ne kara, ne de beyazım. ben hristiyan, yahudi, müslüman, mormon, poligam, homoseksüel, anarşist ya da boksör de değilim.
ben bir kadını/erkeği, onunla evli olduğumu kanıtlayan evlilik cüzdanına sahip olduğum ya da cinsel açlığımı doyurabilmek için değil, gerçekten sevip ona değer verdiğim için kucaklarım.
ben çocukları dövmem, balık tutmam, karaca ya da geyik avlamam. ama hedefi onikiden vururum.
ben briç oynamam ve öğretilerimi yaygınlaştırmak için partiler vermem. eğer öğretim doğruysa zaten o kendiliğinden yaygınlaşacaktır.
eğer benden daha iyi hekim değilse, çalışmalarımı bir tıp yöneticisinin eline bırakmam. ve buluşlarıma kimin hükmedeceğine ya da etmeyeceğine ben karar veririm.
ben yasal kurallara anlamlı oldukları sürece tam olarak uyarım ama aşılmışlarsa ya da anlamsızlarsa onlarla mücadele ederim. (hakime koşma hemen küçük adam, çünkü o da dürüst bir insansa aynı şeyi yapar.)
ben çocukların ve gençlerin bedensel aşklarını yaşamalarını ve rahatsız edilmeden tadını çıkarmalarını isterim.
ben insanların doğru dürüst dindar olmak için aşk yaşamlarını yıkacaklarına, bedenlerine ve ruhlarına zarar vereceklerine inanmıyorum.
ben senin 'tanrı' olarak adlandırdığın şeyin gerçekten var olduğunu ama senin düşündüğünden farklı, senin içinde ve dışında, vücudundaki sevgi olarak, dürüstlüğün olarak ve doğayı hissetmen olarak bir kozmik temel enerji olduğunu biliyorum...

... sana şunu söyleyeyim küçük adam; içindeki en iyi şeylerin anlamını yitirdin. onu boğdun başkalarında, çocuklarında, karında, kocanda, babanda, annende, nerede gördüysen orada onu öldürdün. sen küçüksün ve küçük kalmak istiyorsun küçük adam..."

* * *

"...dinle küçük adam!

sana "küçük adam", "sıradan insan" diyorlar; yeni bir çağ, "sıradan insan çağı" başladı diyorlar. bunu söyleyen "sen" değilsin küçük adam. onlar söylüyor bunu, büyük ulusların başbakanları, koltuklanmış işçi liderleri, kentsoylu ailelerin tövbekar evlatları, devlet adamları söylüyor, filozoflar söylüyor sana bunu. geleceğini eline veriyor, geçmişinden hiç sual etmiyorlar.

korkunç bir geçmişin mirasçısısın sen küçük adam. mirasın, avucunun içinde alev alev yanan bir elmastır. bunu sana söyleyen, benim; beni dinle.

her doktor, her ayakkabıcı, teknisyen ya da eğitimci, işini doğru dürüst yapmak ve yaşamını kazanmak için, eksikliklerini bilmek zorundadır. birkaç on yıldır, şu yeryüzünde yönetici rolü oynamaya başlamış bulunuyorsun. insanlığın geleceği, senin düşüncelerine ve senin yapacağın şeylere bağlıdır. ama öğretmenlerin ve efendilerin, aslında nasıl düşündüğünü ve gerçekte ne olduğunu söylemiyorlar sana; seni kendi geleceğine egemen olma yetisi verebilecek yönde eleştiren ve bu eleştiriyi dile getirme yürekliliğini gösteren tek kişi yok. yalnız bir anlamda "özgürlüğüne sahip"sin sen; kendi yaşamını yönetmeyi öğrenmeme ve kendini eleştirmeme özgürlüğüne sahipsin.

şöyle bir yakınmayı hiç duymadım senin ağzından: "gelecekte kendimin ve dünyamın efendisi olmak yolunda yürütüyorsunuz beni, peki ama, insanın nasıl kendi kendisinin efendisi olacağını anlatmıyorsunuz hiç, düşünce ve davranışlarımdaki yanlışları bana söylemiyorsunuz."

yönetimi elinde tutan kişilerin, "küçük adamı" yönetmelerine izin veriyorsun. ama sen, hiç sesini çıkarmıyorsun. yönetimi elinde tutan güçlülere, ya da kötü niyetli güçsüz adamlara seni temsil etme yetkisini veriyorsun. her seferinde aldatıldığını anlıyorsun, ancak bunu anladığında, iş işten geçmiş oluyor."

* * *

"...yaptığın her şey eğreti, küçük adam: evini bir kum tepeciğinin üzerine kurmuşsun, yaşamın, kültürün ve uygarlığın, bilimin ve tekniğin, sevgin ve çocuklarına verdiğin eğitim, hep eğreti. bunu bilmiyorsun, bilmek de istemiyorsun; sana bunu söyleyen büyük adamı da öldürüyorsun.

büyük bir bunalım içinde, gelip gelip aynı soruları soruyorsun:

"çocuğum çok inatçı, her şeyi kırıp döküyor, geceleri karabasanlarla uyanıyor, aklını derslerine veremiyor, kabızlık çekiyor, benzi soluk, yüreği katı. ne yapmalıyım? bana yardım et!"

ya da: "karım bana karşı cinsel istek duymuyor, beni hiç sevmiyor. bana işkence ediyor, sinir nöbetlerine tutuluyor, bir yığın erkekle geziyor. ne yapmalıyım? söyle!"

ya da: "yeni ve çok daha öldürgen, korkunç bir savaş patladı; oysa biz tüm savaşları önlemek için yapmıştık son savaşı. şimdi ne yapacağız?"

ya da: "varlığıyla övündüğüm uygarlık, enflasyon nedeniyle çöküyor. milyonlarca insan yiyecekten yoksun, ölüm açlığı içindeler, birbirlerini öldürüyor, çalıp çırpıyor, insanlıktan çıkıyorlar. umutlarını yitirdiler. ne yapmalıyız?"

"ne yapmalıyım?", "ne yapabilirim?"... sonsuz geçmişten beri, yüzyıllardır aynı soruyu soruyorsun.

"hakikati güvenliğe yeğ tutan bir yaşam biçimi içinde elde edilen büyük başarı ve bulgunun yazgısı şudur: senin tarafından büyük bir açgözlülükle yalanıp yutulmak ve sonra gene senin tarafından dışkı olarak atılmak."

büyük, yürekli ve yalnız olan birçok adam, ne yapman gerektiğini çoktan söyledi sana. onların öğretilerini çarpıttın, kırıp döktün ve ortadan kaldırdın. her seferinde onları ters tarafından yakaladın; büyük hakikati değil de küçücük yanlışı yaşamının yol göstericisi olarak gördün; hristiyanlıkta, toplumbilim öğretisinde, halkın egemenliği konusunda, yani kısacası, elini değdirdiğin her konuda büyük doğruyu değil, küçük yanlışı seçtin. bunu neden yaptığını soruyorsun,ha? bu sorunun ciddi olduğunu sanmıyorum. sorunu yanıtlarsam, hakikati işittiğinde önüne geleni öldürecek denli öfkeleneceksin:

evini derme-çatma kurdun ve bütün bunları böyle yaptın, çünkü "içinde yaşamı duyma" yetisinden yoksunsun; çünkü çocuklarındaki sevgiyi daha doğmadan öldürüyorsun; hiçbir canlı ifadeye, hiçbir özgür, doğal davranışa karşı hoşgörülü davranamazsın, doğallığa dayanamazsın çünkü. dayanamadığın için de, korkuyor ve şunu soruyorsun: "bay jones ne der?", "yargıç smith ne der acaba?"

* * *

"...kes sesini sevgili küçük adam. yaşamın çok sefil, çok perişan, sesini çıkaracak halin yok. seni kurtarmak istiyor değilim, ama sırtında beyaz bir gecelik, suratında maske, acımasız kanlı elinde bir iple beni asmaya bile gelsen, sana söyleyeceklerimi, bu konuşmamı tamamlayacağım. kendi boynunu ipe dolamadan beni asamazsın sen küçük adam. çünkü ben, senin yaşamını, dünyayı içinde duymanı, senin insanlığını, sevgini ve yaşama sevincini temsil ediyorum. yok, hayır, beni öldüremezsin, küçük adam. bir zamanlar sana gereğinden çok inanıyordum ya hani, o vakit senden korkuyordum da. şimdi seni aştım ama; binlerce yılın bakış açısından görebiliyorum seni, binlerce yıl geçmişten ve binlerce yıl gelecekten bakıyorum sana. kendinden-korkma duygundan kurtulmanı istiyorum. daha mutlu ve daha insana yaraşır bir yaşam sürmeni istiyorum..."

yağmur
18-12-2011, 23:02
SÜREKLİ ERTELİYORUZ !!!

Anne-babamıza onları ne kadar çok sevdiğimizi söylemiyoruz, sıkıca sarılmıyoruz. İş, para, kariyer diye gözümüz dönmüş, sevgilimizi haftada bir gün zor görüyoruz.

Eşimizle çıkacağımız tatili 28 nci kere planlıyoruz, 29 uncuda da gitmeyeceğimizi biliyoruz. Bebek istiyoruz ama "kendimize layık" eş bulamıyoruz. Bulduklarımızı kısa süre sonra diğerlerinin yanına "rafa kaldırıyoruz".

Reddedilmekten korkup, "seni seviyorum" diyemiyoruz. Arkadaşlarımızla randevularımızı "öncelikli ertelenebilecekler" listesine koyuyoruz. Aldatıyoruz, aldatılıyoruz ve "başkasını bulamam" diye yalanlarla yaşıyoruz.

İşsiz kalan arkadaşlarımızı arayıp, sormuyoruz. Karanlık kış günlerinin ardından parıldayan güneşi, plaza camlarının arkasından izliyoruz. Yağlı, kızarmış, kanserojen demeden, bilerek ve isteyerek "habire" yiyoruz. Her pazartesi rejime başlayıp, salı sabahı bırakıyoruz.

Sigara dumanını oksijenden daha büyük bir zevk duyarak ama "bırakmalıyım" diyerek içimize çekiyoruz. Kahve, çay, çikolata tüketiminden vazgeçmeyip selülit kremlerine ve mide haplarına servetimizi yatırıyoruz. Spor salonlarının broşürlerini arşivleyip, "işten güçten, bir türlü" gidemiyoruz.

Evimizi kitap doldurup hiçbirini okumuyoruz. Diş ağrısından ölüyoruz, gözlerimiz doğru dürüst görmüyor, doktora gitmiyoruz. Bizden sonrakiler için yalnızca "tıklayıp" bir agaç dikmiyoruz. İhtiyaç duyan bir çocuğu okutmuyoruz. Nefret ettiğimiz işimize "para" için devam edip, seveceğimiz bir iş arayışına girmiyoruz.

Söylesenize bana;biz ne yapıyoruz?

Can Dündar

yağmur
10-01-2012, 12:46
Martı Richard Bach

http://a1201.hizliresim.com/t/b/1q4rt.jpg (http://bit.ly/c25MCx)

Epsilon Yayınları / Roman

İçinizde yaşayan gerçek Martı Jonathan'lara...

Durgun denizin minik dalgacıkları üzerinde, güneşin altın gibi ışıldadığı pırıl pırıl bir sabahtı.
Sahilden bir mil uzaklıkta, denizi kucaklarcasına ilerleyen bir balıkçı teknesi, martılara kahvaltı zamanının geldiğini haber veriyordu. Binlerce martı, bir lokma yiyecek için mücadeleye girişmişti bile. İşte zor bir gün daha başlıyordu.
Sahilin ve teknenin çok ötesinde, bir martı, Jonathan Livingston, tek başına uçuş çalışmaları yapıyordu. Yüz fite yükseldiğinde perdeli ayaklarını indiriyor, gagasını kaldırıyor ve ona acı veren bir kavisi oluşturabilmek için kanatla*rını iyice geriyordu. Eğer bu kavisi oluşturabilirse daha yavaş uçabilecekti. Şimdi rüzgâr hafifçe yüzünü yalıyordu. Hemen altındaki uçsuz bucaksız deniz neredeyse hareketini yitirmişti ve o sanki havada asılı kalmış gibi yavaşlamıştı. Bütün dikkatini toplayarak gözlerini kıstı, nefesini tuttu ve zorladı; bir... tek... biraz daha... hadi... yüksel... şimdi kavis... yoo hayır... Derken bütün tüyleri birbirine karıştı, hızı kesildi ve düştü.
Bildiğiniz gibi martılar uçarken sendelemezler, kesinlikle hızları kesilip düşmezler. Gökyüzünde uçarken hızlarının kesilmesi onlar için bir ayıp, bir utanç kaynağıdır.
Tekrar bir kavis oluşturabilmek için kanatlarını gerdi. Yavaş yavaş uçuyordu ki yine hızı kesildi ve düşecek gibi oldu. Fakat hiç utanmadı bundan, çünkü Martı Jonathan Livingston sıradışı bir kuştu.
Çoğu martı sırf yiyecek bulmak, sahilden ayrılıp tekrar geri dönebilmek için uçar. Bunun dışında bir şey öğrenmek için uğraşmazlar, öğrenmek istedikleri bir şey yoktur. Onlar için uçmanın tek anlamı, karınlarını doyurabilmektir. Oysa Martı Jonathan Livingston için önemli olan yemek değil uçmaktı. Martı Jonathan, uçmayı büyük bir tutkuyla seviyordu.
Bu tür bir düşünce, onu diğer martılardan ayırıyordu. Deniz seviyesine çok yakın bir yükseklikte süzülebilmek için sürekli çalışan ve bu yüzden bütün bir günü yalnız geçiren Jonathan için ailesi bile çok kaygılanıyordu.
Nedeni neydi bilmiyordu ama neredeyse kanatlarının suya değdiği bir yükseklikte, az bir çabayla, havada daha uzun süre kalabiliyordu. Süzülerek uçması, her zamanki gibi ayaklarının denize çarpmasıyla değil, aksine, bedenine iyice yapıştırdığı ayaklarının suya değdikçe ardında bıraktığı uzun, dümdüz çizgilerle hoş bir şekilde son buluyordu. Ancak alçakta süzülmeyi kumsalda da denemeye ve kumsalda bıraktığı izlerle yarışmaya başlayınca ailesinin kaygısı daha da arttı.
"Neden Jon, söylesene neden?" diye inleyerek sordu annesi. "Diğerleri gibi olmak bu kadar mı zor? Alçaktan uçmak pelikanların ve albatrosların işi, bunu onlara bırakmalısın. Hem niçin avlanmıyorsun oğlum? Artık bir kemik bir tüy kaldın."
"Bir kemik bir tüy kalmak umurumda bile değil anne. Ben sadece havada ne yapıp ne yapamayacağımı öğrenmek istiyorum, anlıyor musun, hepsi bu. Sadece öğrenmek istiyorum."
Yumuşak bir ses tonuyla, "Buraya bak Jonathan," dedi babası. "Kış gelmek üzere. Balıkçı tekneleri giderek azalacak, balıklar da artık suyun üzerinde değil, derinlerde yüzecek. Eğer bir şey öğrenmek istiyorsan, nasıl yiyecek bulacağını öğren. Bu uçma çaban gerçekten çok hoş ama uçmanın karın doyurmadığını sen de biliyorsun. Şunu hiç aklından çıkarma; senin uçma nedenin yiyecek bulabilmek!"
Jonathan, itaatkâr bir şekilde boynunu öne eğdi. Birkaç gün boyunca, diğer martılar gibi davranmaya çalıştı, bunun için gerçekten çabaladı. Çığlıklar atarak iskele ve balıkçı teknelerinin etrafında, bir parça ekmek için dolaştı durdu, ufacık da olsa bir balık yakalayabilmek için suya daldı, mücadele etti. Fakat olmuyordu işte, bunları bir türlü yapmak istemiyordu.
Zar zor avladığı hamsiyi yaşlı, aç bir martının önüne bilerek düşürürken, "Bunların tümü çok anlamsız," diye düşündü Jonathan. "Onca zamanı boşu boşuna geçireceğime, uçmayı öğrenebilirdim. Öğrenecek ne çok şey var!"
Tekrar eski Martı Jonathan olması uzun sürmedi. Denizde, çok ötelerde yine öğreniyordu; aç, fakat mutlu.
Hedefi hızlı uçmaktı ve bir hafta süren çalışmadan sonra, hız hakkında, yaşayan en hızlı martıdan bile daha çok şey biliyordu.
Yüz fitte, kanatlarını olabildiğince hızlı çırparak dalgaların arasına dimdik daldı ve martıların niçin gösterişli bir şekilde dimdik denize dalamadığını öğrendi; çünkü kanatlarını bu hızda yeterince kontrol edemiyordu. Sadece altıncı saniyede, saatte yetmiş mil hız yapmıştı ki bu hız, bir martı kanadının dayanabileceği bir hız değildi.
Zaman geçtikçe aşama kaydediyor, yeteneğinin sınırla*rım zorlayarak dikkatlice çalışıyordu. Fakat yüksek bir hızda yine de bütün kontrolünü kaybediyordu.
Yüz fite tırmandı. Önce hızla ilerledi, ardından kanatlarını çırparak dik bir dalışa geçti. Her seferinde sol kanadı biraz yükseğe kalkıyor, dengesini kaybetmesine, sola doğru savrulmasına neden oluyordu. Sağ kanadıyla dengesini korumaya çalıştığında, bu sefer de sağa doğru fırıldak gibi dönüyordu.
Yeterince dikkatli olmayı becerememişti. On kere denedi; saatte yetmiş mili aştığı her on denemede de sadece bir tüy yumağıymış gibi güçsüz kaldığını hissediyor, kontrolünü kaybediyor ve suya, kelimenin tek anlamıyla, çakılıyordu.
Sırılsıklam bir halde, tüm mesele, yüksek bir hızda kanatları dümdüz tutabilmek, diye düşündü. Böylece elli mile çıkana kadar kanatlarını çırpmaya, daha sonra kanatlarını dümdüz sabit tutmaya karar verdi.
İki yüz fitte, gagasını dik bir şekilde aşağı eğip elli milin üstüne çıktığı her anda kanatlarını sabit tutarak dalmayı tekrar denedi. Bu çok büyük bir güç istiyordu fakat yavaş yavaş oluyordu. Onuncu saniyede doksan mil hıza ulaştı. Böylece Jonathan, martılar arasında bir dünya hız rekoru kırmış oluyordu.
Fakat bu başarısı hiç de uzun ömürlü olmadı. Hızını yavaşlatmaya, kanat açısını değiştirmeye kalkıştığı an aynı felaketle karşılaştı; kontrolünü kaybetti. Saatte doksan mil hız yaparken, hava akımı ona bir dinamit gibi çarptı, Martı Jonathan sanki havada patladı ve tıpkı betona çarpar gibi denize çakıldı.
Kendine geldiğinde neredeyse akşam olmuştu ve o, ay ışığında, okyanusun üstünde, dalgalara kapılmış sürükleniyordu.
Perişan bir hale gelen kanatları kurşun gibi ağırdı, fakat ona asıl ağır gelen şey başarısızlığıydı. Keşke bu ağırlık onu yavaşça dibe çekmeye yetseydi ve her şey bir anda sona eriverseydi.
Dibe doğru yavaş yavaş batarken içinde derinlerden gelen, yabancı bir ses işitti: Hiçbir çıkış yolu yok. Ben bir martıyım ve doğamla sınırlıyım. Eğer uçuş hakkında daha çok şey öğrenmem gerekseydi, beyin yerine uçuş haritalarım olurdu. Daha hızlı uçabilmem içinse bir şahininki gibi kısa kanatlarım olmalıydı ve ben balıkla değil fareyle beslenmeliydim. Babam haklı. Tüm bu saçmalıkları unutmalıyım. Sürüme geri dönmeli, neysem o olmalı, sınırları belli zavallı bir martı olarak kalmalıyım.
Ses giderek zayıfladı ve yok oldu, Jonathan sesin dediği her şeyi kabullenmişti. Hava karardıktan sonra bir martının yeri sahildir. Jonathan o andan itibaren normal bir martı olmaya karar verdi. Üstelik bu, herkesi mutlu edecekti.
Yorgun bir şekilde karanlık sulardan uzaklaşıp alçaktan uçuş hakkında öğrendiklerini kullanmanın zevkiyle karaya doğru uçmaya başladı.
Fakat "Hayır," diye düşündü. "Önceden neysem şimdi de oyum. Ben de diğer martılar gibi bir martıyım ve onlardan biri gibi uçmalıyım." Böylece, acı içinde yüz fite yükseldi, kıyıya bir an önce ulaşmak için kanatlarını hızla çırptı.
Sürü içinde sıradan bir martı olmaya karar vermek, kendini daha iyi hissetmesine neden olmuştu. Artık onu öğrenmeye iten gücü umursamayacak, doğasına meydan okumayacak ve dolayısıyla başarısızlığa uğramaktan korkmayacaktı. Hiçbir şey düşünmeden, kumsalda parlayan ışıklara doğru karanlıkta uçmak ne hoştu!
Karanlık! O derinden gelen ses, bir alarm gibi kulaklarında tekrar çınladı. Martılar kesinlikle karanlıkta uçamazlar.
Jonathan'ın dinlemeye hiç niyeti yoktu. Çok hoş, diye düşündü. Işıklar ve ay suya yansımış parlıyor, gecenin içinde küçük fener etrafa hoş bir ışık yayıyordu. Her şey dingin ve huzur vericiydi.
Aşağı in! Martılar karanlıkta uçamaz! Karanlıkta uçabilmen için bir baykuşunki gibi gözlere, bir şahininki gibi kısa kanatlara ve uçuş haritalarına sahip olman gerek!
Gecenin bir vakti, yüz fit yukarıda, Martı Jonathan Livingston, bu gerçeğe gözlerini kapadı. Acıları, dertleri, hepsi yok oldu.
Kısa kanatlar! Bir şahinin kısa kanatları!
"İşte yanıt bu! Of ben ne aptalım. İhtiyacım olan tek şey, ufacık kanatlar. Yapmam gereken, kanatlarımı gövdeme yapıştırmak ve sadece kanat uçlarımla uçmak. Kısa kanatlar!"
Kapkara denizin üstünde, iki yüz fite yükseldi. Bir an bile ölümü ya da başarısızlığı düşünmeden, kanatlarını vücuduna iyice yapıştırdı. Sadece kanatlarının küçük, ince ve sert uçlarını boşta, rüzgâra bırakarak dimdik bir dalışa geçti.
Rüzgâr başının üstünde bir canavar gibi uğulduyordu. Saatte yetmiş mil, doksan, yüz yirmi ve daha hızlı... Şimdi, yüz kırk milde, kanatları yetmiş milde olduğu gibi bir zorlanmayla karşı karşıya değildi. Kanat uçlarını belli belirsiz hafifçe döndürerek dalıştan çıktı, ay ışığında, dalgaların üstünde hızla ilerledi.
Rüzgârı yarabilmek için gözlerini kıstı, mutluydu. Kontrollü bir uçuşla saatte yüz kırk mil hız yapmıştı. "İki yüz fit yerine beş yüz fitten daldığımda hızım ne olur, çok merak ediyorum."
Biraz önce alınan karar unutulmuş, rüzgârla birlikte hızla savrulup gitmişti. Verdiği sözden dönmek onu yine kendisi yapmıştı ve kendisini hiç de suçlu hissetmiyordu. Bu tür sözleri ancak sıradanlığı onaylayan martılar verir. Farklı olmayı öğrenmiş birinin ise böyle sözler vermeye ihtiyacı yoktur.
Gündoğumuyla birlikte Martı Jonathan, çalışmalarına yeniden başladı. Beş yüz fit yükseklikte, balıkçı tekneleri durgun mavi deniz üstünde ufacık bir nokta, yiyecek bulabilmek için dönüp dolaşan martı sürüsü ise belli belirsiz bir toz bulutu gibi görünüyordu.
O, korkuyu yenmenin gururuyla, haz alarak yaşıyordu. Tüm bunları düşünürken kanatlarını sımsıkı gövdesine yapıştırdı, kanat uçlarının açılarını azıcık genişletti ve dimdik suya daldı. Dört yüz fite indiğinde son hızına ulaşmıştı. Artık bu yükseklikte bir ses duvarı haline gelen rüzgâr ona sürekli çarparak daha fazla hızlanmasını engelliyordu. Dimdik aşağı doğru, saatte iki yüz kırk mil hızla uçuyordu. Bu hızda eğer kanatları açılırsa, milyonlarca minik martı parçacığına dönüşeceğini biliyor ve bunu göz ardı ediyordu. Çünkü hız güç demekti, büyük bir zevkti ve kusursuz bir güzellikti.
Yüz fite indiğinde heybetli bir rüzgâr kanat uçlarını tok bir sesle titretiyordu. Yolunun üstündeki balıkçı teknesinin ve martı kalabalığının bir meteor hızıyla büyüyerek kendisine doğru yaklaştığını fark ettiği anda durmak istedi.
Duramıyordu. Çünkü bu hızda nasıl durabileceğini ya da dönebileceğini henüz öğrenmemişti.
Bu çarpışmanın sonu mutlak bir ölümdü.
Ve o, gözlerini kapatmaktan başka bir şey yapamadı.
Martı Jonathan, iki yüz yirmi mil hızla, çok güçlü bir çığlık atarak gözleri kapalı, martı sürüsünün tam ortasına dalıverdi. Neyse ki bu seferlik şansı yaver gitmişti de olay kimsenin ölümüne yol açmamıştı. İşte tüm bunlar, sabah güneş doğduktan çok kısa bir süre sonra olmuştu.
Tabii ki o yine gagasını gökyüzüne dikip saatte yüz altmış mil hızla uçmaya devam etti. Hızını yirmi mile düşürdüğünde, tekne dört yüz fit aşağıda denizdeki bir zerrecik gibi görünüyordu.

Şimdi başarısını düşünüyordu. Ulaşılabilecek son hız! Bir martı saatte iki yüz on dört mil hız yapıyordu. Bu martı sürüsünün tarihinde tek büyük andı, bu bir atılımdı. Bu andan itibaren Martı Jonathan için yepyeni bir dönem başlamıştı. Tek başına çalışmalar yaptığı alana geri dönerek sekiz yüz fit yükseklikten dalış yaparken yüksek hızda nasıl dönebileceğini de öğrenmeye koyuldu.
Kanat ucundaki tek bir tüyü hafifçe hareket ettirdiğinde, yüksek bir hızda bile, kolaylıkla yumuşak bir kavis çizebileceğini fark etti. Bunu fark etmeden önce Jonathan, bu hızda birden fazla tüyü hareket ettirdiğinde, bir fırıldak gibi dönebileceğini de öğrenmişti... Jonathan, yeryüzünün akrobatik uçuş yapabilen tek martısıydı.
Jonathan, günbatımma kadar sürekli uçtu, vaktini diğer martılarla birlikte olmak için harcamadı. Havada daireler çizmeyi, takla atmayı, yavaşça dönmeyi, tersine dönüşü, her şeyi öğrenmişti.
Martı Jonathan, kumsaldaki sürüye katıldığında neredeyse gece yarısı olmuştu. Yorgunluktan perişan bir haldeydi ama yine de bir takla atarak inişe geçti ve bir tüy gibi süzülerek keyifle kumsala indi... "Diğer martılar başardığım şeyleri duyduklarında zevkten çılgına dönecekler," diye düşündü. "Yaşamak için ne çok neden var! Balıkçı teknelerinin etrafında o rutin, sıkıcı dönüp dolaşmadan başka nedenler de var yaşamak için. Cehaletimizi kırabiliriz, becerilerimizi, yeteneklerimizi ve zekâmızı kullanarak kendimizi bulabilir, kendimiz olabiliriz. En önemlisi, özgür olabiliriz! Uçmayı öğrenebiliriz!"
Önünde uzanan gelecekten umutluydu Jonathan.
Karaya indiğinde, Martı Konseyi'nin toplandığını gördü. Anlaşılan bir süredir toplantıdaydılar ve onu bekliyorlardı.
"Martı Jonathan Livingston! Ortaya çık!" Başkan bu sözleri, önemli bir toplantının ciddiyeti içinde söylemişti. Ortaya çıkmak ve herkesin karşısına geçmek büyük bir onur ya da onursuzluk kaynağıydı. Onurlandırılmak için ortaya çağrılmak, martılar arasında en önemli kişi olmaya, lider olmaya işaretti. "Bu sabah martılar 'başarımı' mutlak görmüş olmalılar," diye düşündü. "Fakat onurlandırılmak istemiyorum ben. Lider olmayı arzulamıyorum. Ben sadece öğrenmek istediğim şeyleri onlarla paylaşmak, ufkumuzun hiç de dar olmadığını göstermek istiyorum." Ve birkaç adım attı.
"Martı Jonathan Livingston," dedi Başkan. "Utanmazlığının, onursuzluğunun hesabını vermek için arkadaşlarının gözleri önüne, ortaya çık!"
Sanki kafasına bir balyoz yemişti. Dizlerinin bağı çözüldü, kanatları sarktı ve kulaklarında bir uğultu hissetti. İnanılacak gibi değildi; utanılacak bir şey yapmakla suçlanıyordu. Ya başarısı?.. Bu onun başarısıydı. Anlamıyorlar! Yanılıyorlar! Hatalı olan onlar!
"Bu pervasızlığın ve sorumsuzluğunla Martı Ailesi'nin gelenek ve göreneklerine aykırı hareket ettin, şerefimizi karaladın, beş paralık ettin," dedi aynı ciddi ses.
Bu suçlamanın anlamı, martı toplumundan dışlanmak ve Sarp Kayalıklar'da yalnız başına yaşamaya sürgün edilmekti.
"... bir gün Martı Jonathan Livingston, bu sorumsuzluğunun bedelinin çok ağır olduğunu öğreneceksin. Yaşam bizim için meçhuldür. Bilebildiğimiz tek şey, bu dünyaya yemek ve olabildiğince uzun yaşamak için geldiğimiz..."
Bir martının, Konsey'in önünde kendini savunma hakkı yoktur. Fakat Jonathan'ın sesi birden yükseldi. "Hangi sorumsuzluk kardeşlerim?" diye bağırdı. "Yaşamın gerçek anlamını arayan, bulmaya çalışan bir martıdan daha sorumluluk sahibi biri olabilir mi? Bin yıldır yaptığımız tek şey balık peşinde koşmak. Artık yaşamak için bir nedenimiz olmalı; öğrenmek, keşfetmek, özgür olmak gibi. Bana bir şans verin, öğrendiklerimi size göstereyim."
Konseyi oluşturan tüm martılar, bir taş gibi sert ve ifadesizdiler. Hepsi bir ağızdan, "Kardeşlik bitti!" diye haykırdılar ve onu duymazlıktan geldiler. Ardından arkalarını dönüp çekip gittiler.

Martı Jonathan, bundan sonraki günlerini tek başına Sarp Kayalıklar'ın da ötesinde uçarak geçirdi. Onu üzen şey yalnızlık değildi; diğer martılar uçmanın keyfine varamamış, uçmalarıyla gurur duyamamışlardı. Gözlerini azıcık aralayıp ileriye bakmayı reddetmişlerdi.
Her geçen gün daha çok şey öğreniyordu. Örneğin, yüksek bir hızda kolaylıkla dalış yapabilmeyi öğrenmek ona, deniz yüzeyinin on fit aşağısında sürü halinde yüzen lezzetli ve ender bulunan balıkları avlama kolaylığı sağlamıştı. Artık yaşamını sürdürebilmek için balıkçı teknelerine, onların attıkları bayat ekmeklere ihtiyacı yoktu. Geceleri açıkta esen rüzgârla havada uyumayı, böylece gündoğumundan günbatımına kadar yüz mil kat etmeyi öğrenmişti. Havanın yağmurlu ve sisli olduğu çoğu zaman, diğer martılar her şeyden bihaber kıyıda pusup kalırken o, denizin üstünde oluşan yoğun sis bulutunu delip göz kamaştırıcı berraklıktaki gökyüzüne ulaşabiliyordu. Ayrıca çok sert esen rüzgârla birlikte karaların içlerine kadar sokulup orada keyifli bir akşam yemeğini oluşturacak böceklerin yerini de öğrenmişti.
Tüm sürü için istediği, tüm sürüye mal etmeyi arzuladığı her şeyi ne yazık ki yalnızca kendisi için elde edebilmişti. Uçmayı öğrenmişti ve bunun için ödediği bedel onu hiç üzmüyordu. Martı Jonathan bezginliğin, korkunun ve öfkenin bir martının ömrünü kısalttığını, bunları zihninden uzaklaştırdığında ise hoş ve uzun bir yaşam sürebileceğini de fark etmişti.

i-ked
21-12-2013, 02:14
http://u1312.hizliresim.com/1j/p/vqycd.jpg

i-ked
13-01-2014, 00:00
http://i.hizliresim.com/eQJgXk.png (http://bit.ly/c25MCx)

http://i.hizliresim.com/KZW2yk.jpg (http://bit.ly/c25MCx)

Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”


Sigmund Freud insandaki gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmiş hissini sorgulayan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.


Garip / yabancı / tuhaf bir endişe bu. Yani örümcek korkusu ya da işsizlik endişesi gibi sebebi belli olan bir duygu değil. Korkuyorum ama neden korktuğumu bilmiyorum. Korkumun sebepsiz oluşu bana tuhaf geliyor; alışık olmadığım bir hal; kendi korkumu yadırgıyorum. Aslında bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada.


Nereden geliyor bu huzursuzluk hali? Neden insan istediklerini elde etse bile mutlu olamıyor? Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur?


Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığa yine insan fıtratına dair cevaplar aramak için bulunmaz bir fırsat oldu “Das Unheimliche”. Ancak Freud’un bu eseriyle yetinmedik; diğer bazı kitaplarından, tez ve konferanslarından da alıntılar yaptık ve yorumladık: 1909’da Massachusetts Clark Üniversitesi’nde verdiği konferansların derlendiği Beş Psikanaliz Dersi, 1929’da yayınlanan Mutsuzluk Kültürü (Unbehagen in der Kultur), Uygarlık, Toplum ve Din (Zivilisation Gesellschaft und Religion -1926), Bir Yanılsamanın Geleceği (Die Zukunft einer Illusion – 1927), “Kültürel” Cinsel Ahlâk ve Çağdaş Sinir Hastalığı (Die «kulturelle» Sexualmoral und die moderne Nervosität –, 1908) Totem ve Tabu (Totem und Tabu – 1912), Savaş ve Ölüm Zamanları Üzerine (Zeitgemäßes über Krieg und Tod – 1915) ve nihayet 1921’de yayınlanan Sosyal Psikanaliz ve Ego (Massenpsychologie une Ich-Analyse)

i-ked de 30-35 yıldır korkuyor hem de neden korktuğunu bile bilmeden...
Korku yerine inanç koymaya çalıştı; olmadı.
Korku yerine sevgi koymaya çalıştı; olmadı.
Saygısızlık? Hayır!
Sitemkarlık? Hep var zaten, bahane mi yok!
Sevgisizlik de korku kadar kötü...
İhanete uğramış hissediyorum. İlle de sevgili yada eş olarak değil. Arkadaşlar da ihanet eder. Baktım en iyi arkadaşımı kaybedip yine sadece korkularımla kalacağım, sonrasında yapmam gerekenleri layıkı ile yapmayınca toptan sadakatsizlikle karşılaştık. Sıfıra sıfır, elde yok sıfır :)

yağmur
13-01-2014, 17:14
http://i.hizliresim.com/wMXLj9.jpg (http://bit.ly/c25MCx)

Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez

"Gerçek hayat, tamamıyla buluşmadan ibarettir. Buluşmak, karşılaşmak. İnsan ötekiyle karşılaşarak var olur. Ötekinin bakışıyla, ötekinin yüzünü bana çevirmesi, beni dinlemesiyle. İlişkiyle. Sadece ilişkiler vasıtasıyla kendimizi dünyaya ve başkalarına tamamen açarız. Başka bir insana bağlanabilmek için ona açık olmam gerekir. Olmamızı gerektiğini düşündüğümüz kişi olmak arzusundan sıyrılarak, gerçekten olduğumuz kişi olmaya izin vererek. Gerçekte kimim ben? Gerçekte olduğum kişi olmak, yani olduğum gibi görünmekle sahiciliğe adım atarım. İncinmeyi göze alarak."

Kemal Sayar "Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez"le insanın kendisiyle, ötekiyle, dünyayla kurduğu ilişkilere, varoluşla gerçekleştirdiği buluşmaya dikkat çekiyor. Yaşarken incitici de olsa geriye dönüp baktığımızda bizi olgunlaştırdığını düşündüğümüz her şeyle yani "hayat"la buluşmanın "hayatı askıya almadan" yaşamanın ipuçları Kemal Sayarın usta kalemiyle "Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez"de.

En sevdiğim paragraf da bu...

Dünya macerasında hepimiz yaralı varlıklarız. Yazılarımı, kalbe değen kelimelerle yazmak istiyorum, insana bir şey söyleyen, onu bulunduğu hâlden daha iyisine çağıran, başka bir dünyanın mümkün olduğunu fısıldayan kelimelerle. Çünkü ben marazi bir iyimserim, dünyanın sözlerle de değişebileceğine inanıyorum... Kelimeler ruha dokunur, kelimeler ruhu kanatlandırır..

i-ked
13-01-2014, 17:29
http://i.hizliresim.com/wMXLj9.jpg (http://bit.ly/c25MCx)

Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez

"Gerçek hayat, tamamıyla buluşmadan ibarettir. Buluşmak, karşılaşmak. İnsan ötekiyle karşılaşarak var olur. Ötekinin bakışıyla, ötekinin yüzünü bana çevirmesi, beni dinlemesiyle. İlişkiyle. Sadece ilişkiler vasıtasıyla kendimizi dünyaya ve başkalarına tamamen açarız. Başka bir insana bağlanabilmek için ona açık olmam gerekir. Olmamızı gerektiğini düşündüğümüz kişi olmak arzusundan sıyrılarak, gerçekten olduğumuz kişi olmaya izin vererek. Gerçekte kimim ben? Gerçekte olduğum kişi olmak, yani olduğum gibi görünmekle sahiciliğe adım atarım. İncinmeyi göze alarak."

En sevdiğim paragraf da bu...

Kelimeler ruha dokunur, kelimeler ruhu kanatlandırır.

Sevgili Yağmur,

Bu kitap ve paragraf Conspiracy Theory (Komplo Teorisi) filmini çağrıştırdı. Ben papatyayı Julia Stiles'e benzetirken arkadaşları Julia Roberts'a benzetirlerdi. En çok andırdığı hali de bu filmdeki hali...

Tekrar tekrar açıp izlediğim bir filmdir, özellikle Jerry'nin (Mel Gibson) paranoyak tavırlarınını beğeniyorum.

Filmin genel senaryosu çok farklı değil ama o aradaki küçük nüanslar bu filmi eşsiz yapıyor benim gözümde. Sadece şu replik için izlenebilir:

Jerry: Nereye?
Yolcu: Lüksemburg Binası, 7.Cadde.
Yolcu: (Mutlu bir iç çekiş)
Jerry: Aşkın sesi bu.
Yolcu: Efendim?
Jerry: İçinizi çektiniz ya. Bu aşk.
Yolcu: Aşk seninle düzüşmek istiyorum demenin nazikçesidir.
Jerry: Kız arkadaşınızı nasıl öptüğünüzü gördüm ona aşıksınız.
Yolcu: Aşk, koca bir yalan.
Jerry: Aşk sizi kanatlandırır. Uçmanı sağlar. Ben buna aşk bile demem geronimo derim.
Yolcu: Geronimo mu?
Jerry: Evet. Çünkü aşık olunca Empire State Binası'ndan atlarsın ama umurunda olmaz, aşağı inene kadar da Geronimo diye bağırırsın.
Yolcu: Evet sonra da yere düşer ölür paramparça olursun. Ne anlamı var ki?
Jerry: Sen beni dinlemiyor musun? Söyledim ya aşk adamı kanatlandırır.

16:29 1 629 özel bir "an" daha...

BUZ
24-01-2014, 14:53
kitap severlere................insan ilişkilerini insan profillerini çağının çok ötesinde bir vizyonla ele alan ve ince ince işleyen bir eser................... "tutunamayanlar"................

evet 43 yaşında hayata veda eden ve farklı edebi uslubuyla çağında anlaşılamamış ve ancak şimdilerde yurt dışındaki üniversite kürsülerinde dahi büyük bir hayran kitlesi oluşturan ve eserleri incelenen Oğuz Atay'ı rahmetle anıyoruz..............

yaşasaydı eminim gelecek çağlara büyük düşünceler bırakacaktı................

saygıyla................

i-ked
26-01-2014, 13:33
Hiççilik, Nihilizm veya Yokçuluk 19. yüzyıl ortalarında Rusya'da, özellikle genç entelektüel kesim arasında taraftar bularak yükselen ve bu vesileyle kendine büyük felsefi akımlar arasında yer edinen bir felsefî yaklaşımdır. Latince'de 'hiç' anlamına gelen nihil sözcüğünden türetilen Nihilizm, günümüzde birçok spesifik alt dala ayrılmakla beraber, en popüler tanımıyla; her şeyin anlamdan ve değerden yoksun olduğunu savunan felsefi görüştür. Nihilistler genel olarak tanrının varlığını, iradenin özgürlüğünü, bilginin imkânını, ahlâkı ve tarihin mutlu sonunu reddederler.

Nihilist kelimesi ilk kez Rus Edebiyatı'nda Nedejin'in bir makalesinde Puşkin için kullanılmıştır. 19. yüzyılda Nihilizm daha sonradan, en belirgin haliyle Turgenyev'in Türkçe'ye Babalar ve Oğullar adıyla çevrilen romanının kahramânı Bazarov'un kişiliğinde ifâde bulmuştur. Zamanla 1860'ların ve 1870'lerin nihilistleri, geleneklere ve toplumsal düzene başkaldıran, düzensiz, dağınık, bakımsız, inatçı kişiler olarak görülmeye başlandı.

Nihilizm'e en çok yakıştırılan düşünürlerden olan Nietzsche olmasına rağmen J. Grenier'e göre Nietzsche asla bir nihilist olmamıştır. Ve Nihilizm'in aşılması gereken bir şey olduğunu savunur.

Kaynak: wikipedia

http://i.hizliresim.com/KlvvvJ.jpg (http://hizliresim.com/KlvvvJ)

http://i.hizliresim.com/wjVVYG.jpg (http://hizliresim.com/wjVVYG)

http://i.hizliresim.com/xBDD9j.jpg (http://hizliresim.com/xBDD9j)

i-ked
29-01-2014, 21:22
http://i.hizliresim.com/e7vk9Y.jpg (http://hizliresim.com/e7vk9Y)

http://i.hizliresim.com/KPMq85.jpg (http://hizliresim.com/KPMq85)


Kalbim Unutacağız Onu

Kalbim, unutacağız onu,
Bu gece, sen ve ben.
Ben ışığı unutayım,
Onun sıcaklığını sen.

Unuttuğun vakit, söyle bana,
Ola ki düşüncem donar.
Acele et, oyalanırken sen,
Hatırlayabilirim tekrar.

Emily Dickinson

Koray
30-01-2014, 10:38
http://666kb.com/i/cleq92zcdgtz0hz7t.jpg
http://666kb.com/i/cleq9bsgh0kr0zssp.jpg

PKD/Kuru kafa (1951)

Koray
30-01-2014, 10:40
http://666kb.com/i/cleqijvqa25slcqyx.jpg

:)

BARRON
30-01-2014, 10:42
çok güzel bir başlık olmuş, düşünen ve emeği geçen arkadaşıma teşekkür ederim....

i-ked
30-01-2014, 10:57
http://666kb.com/i/cleqijvqa25slcqyx.jpg

:)

Bu rüyasında Kadıköy'de lemur sürüleri görülen kitap hangisidir?

:)


http://www.youtube.com/watch?v=XO1nSVy8q8I#t=57

Bana hissettirdikleri yukarıdaki videoda 40.-50. saniyeler arasındaki biz insanlar ve civcivlerin durumu...

Konu: Baraka (1992) Yaşamın Soluğu - Mekanize Hayatlar (http://www.hisse.net/forum/showthread.php?t=120144)

Koray
30-01-2014, 11:06
Hangi kitap, rüyasında lemur sürüleri gören? :)

Çığrından Çıkmış Zaman,
ancak beddua yayınevi 645'in eseri :)

Koray
30-01-2014, 11:20
Bana hissettirdikleri yukarıdaki videoda 40.-50. saniyeler arasındaki biz insanlar ve civcivlerin durumu...

Konu: Baraka (1992) Yaşamın Soluğu - Mekanize Hayatlar (http://www.hisse.net/forum/showthread.php?t=120144)

92'demiymiş :beurk: neeee çabuk geçiyor zamann yahu daha dün gibi,
anlatımı nefistir :)

Koray
31-01-2014, 08:17
"Bakın sevgili kardeşim, bir kere ortalık sahte peygamberlerden geçilmiyor." diye açıklamaya başladı sakin bir sesle İsa. "Ortaya çıksam kimse farkına varmayabilir. Eğer mucizelerim sayesinde biraz olsun kuşku uyandırabilirsem, bu sefer güçlenmemden korkarak beni tımarhaneye kapatırlar. En kötüsü ise, insanların bana gerçekten inanmaları olur. O zaman çarmıha geriyorlar ...


Evren İmre/Kıyamet Sirki arka kapağından ,
kara komediden hoşlananlara kısa sürede okunabilecek zevkli fantastikk kitapp, tavsiye :)

i-ked
01-02-2014, 19:07
Sadece ve sadece 1 kişi tarafından öpülmek ve yine bir kişi dışında bir başkasını öpmemek... O kişiye de papatya demek... Haliyle bu kitabı görünce ilgimi çekti.



Öpücük Psikolojisi Ergen Psikolojisi Üzerine Psikoterapi Öyküleri




Yazar(lar) : Mehtap Kayaoğlu
Yayıncı : Nesil Yayınları
Açıklama : İnsanın iki ayrı hayatı var: Birincisi dışarıdan görünen, ikincisi kişinin kendisinin bile ne hissettiğini bilmeden yaşadığı, çatışmalarla, bilinçdışı gizemlerle dolu karmaşık olan hayatı. Bu kitabı, ikinci hayatınız için yazdım. Psikoterapist Mehtap Kayaoğlu Çocuklarımızı ne kadar tanıyoruz? Neleri seviyorlar? Neleri sevmiyorlar? Ne yapmak istiyorlar? Neyi istemiyorlar? Neyi biliyorlar? Neyi bilmiyorlar? Öyle çoook şey var ki... Çeşitli büyüme sorunlarıyla gelen 8 ergenin, psikoterapi desteğiyle iyileşme sürecinde yaşadıkları, gerçek yaşam öyküleri ilginizi çekecek! İyi anne-baba olmak için okuduğunuz bu kitapta, kendi çocukluğunuzun satır aralarında kalmış boşluklarında gezineceksiniz. Kimbilir; belki sizin hayatınızda da bir öpücük kutusu vardır.
Sayfa Sayısı : 192

http://i.hizliresim.com/x887EV.jpg (http://hizliresim.com/x887EV)

Koray
11-02-2014, 15:08
http://666kb.com/i/clr32woy1tshp7mcx.jpg

Bay Uzay Gemisi-1951/PKD

i-ked
13-02-2014, 02:30
http://i.hizliresim.com/xEDjYZ.jpg

http://i.hizliresim.com/eaY7Xg.jpg

http://i.hizliresim.com/wLDjQV.jpg

i-ked
21-02-2014, 02:11
01:10 simetrik

http://i.hizliresim.com/xG4GPZ.jpg (http://hizliresim.com/xG4GPZ)



http://i.hizliresim.com/K6vMrv.jpg (http://hizliresim.com/K6vMrv)

http://i.hizliresim.com/eWpog8.jpg (http://hizliresim.com/eWpog8)



http://i.hizliresim.com/xRpG1R.jpg (http://hizliresim.com/xRpG1R)

http://i.hizliresim.com/epN2Xa.jpg (http://hizliresim.com/epN2Xa)

http://i.hizliresim.com/ek80GD.jpg (http://hizliresim.com/ek80GD)

http://i.hizliresim.com/eN2GlX.jpg (http://hizliresim.com/eN2GlX)

http://i.hizliresim.com/eaNgdQ.jpg (http://hizliresim.com/eaNgdQ)

http://i.hizliresim.com/xYEVqZ.jpg (http://hizliresim.com/xYEVqZ)

yağmur
22-02-2014, 21:45
Hiç gereği yokken hayatına giren insanlar, hiç gereği yokken karşına çıkarlar.. Hiç gereği yokken gününü, haftanı, ayını belki de yıllarını alırlar... Hiç gereği yokken gece-gündüz aklından geçen her düşünceye bulaşırlar... Hiç gereği yokken senin istemediğin, beklemediğin kadar mutlu ederler... Hiç gereği yokken hayatını değiştirirler; belki de eski hayatını unutturacak kadar... Sonraaa....Hiç gereği yokken hayatına girenler, yine hiç gereği yokken hayatından çekip giderler.

i-ked
02-04-2014, 23:23
http://i.hizliresim.com/ek2Pbm.jpg (http://hizliresim.com/ek2Pbm)

http://i.hizliresim.com/ep7Q0L.jpg (http://hizliresim.com/ep7Q0L)

http://i.hizliresim.com/xRa50j.jpg (http://hizliresim.com/xRa50j)

http://i.hizliresim.com/x3X474.jpg (http://hizliresim.com/x3X474)

http://i.hizliresim.com/eWlO0L.jpg (http://hizliresim.com/eWlO0L)



http://i.hizliresim.com/eyyOEa.jpg (http://hizliresim.com/eyyOEa)

http://i.hizliresim.com/xGqrB7.jpg (http://hizliresim.com/xGqrB7)



http://i.hizliresim.com/wOWX05.jpg (http://hizliresim.com/wOWX05)

http://i.hizliresim.com/xJ5gaB.jpg (http://hizliresim.com/xJ5gaB)








Senden Önce Ben Jojo Moyes


Aşk romanları ile tanınan ünlü yazar Jojo Moyes Senden Önce Ben romanı ile yine sizi oldukça duygulandıracak ve bazılarını ağlatacak bir kitap ile karşımıza geliyor.

Küçük bir kasabada sade bir hayat yaşayan fakat renkli bir karaktere sahip olan bir kız ile bir zamanlar hayatı doya doya yaşamış olan fakat geçirdiği kaza nedeni ile tekerlekli sandalyeye mahkum olan ve dahası hayata küsmüş olan bir adamın yolları kesişirse ne olur? Hangisi hangisinin hayatını etkisi altına alır?

Jojo Mosey okurlarına bu soruların cevabını duygusal bir aşk romanı ile veriyor. Bir tarafta sıradan bir hayat yaşayan kız ile diğer tarafta hayatı doyasıya yaşamış fakat geçirdiği kaza ile sandalyeye mahkum yaşayan adamın aşkı ve yaşadıkları sizi oldukça etkileyecek.

Eleştirmenlerden tam not alan ve büyük beğeni kazanan Senden Önce Ben romanı bir çok kitap eleştirmeni tarafından okunması gereken romanlar (http://kitap.yazarokur.com/okunmasi-gereken-kitaplar.html) listesine eklendi bile.


************************

İngiltere’nin ufak bir kasabasında yaşayan Lou sıradan birçok insana göre basit bir hayat yaşayan genç bir kadındır. Bir gün çok sevdiği işini kaybeder ve hiçbir özel eğitimi olmadığı için bir süre farklı işlerde tutunmaya çalışır. Hiçbirinde umduğunu bulamayınca karşısına çıkan bakıcılık işini kabul etmek zorunda kalır. Söz konusu bakıcılık olunca yaşlı birini beklerken karşısına 25 yaşında yakışıklı bir adam çıkar.

Will yıllardır hayatı doyasına yaşamış, hayatı kendine göre şekillendirmiş biri iken geçirdiği kaza sonrası tekerlekli sandalyeye mahkum kalmıştır. Sadece el parmakları dışında başından aşağısını hissedemeyen ve hareket ettiremeyen Will için tek kurtuluş kendisini öldürmektir.

Lou ile Will ilk başlarda pek anlaşamazlar ve sürekli birbirleri ile uğraşırlar. Fakat zamanla bu arkadaşlığa dönüşmeye başlar ve birbirlerini daha iyi anlarlar. Fakat Lou acı bir gerçeğe kulak misafiri olur. Will hayatına son vermek istemektedir ve son intihar girişiminden sonra ailesi ile anlaşma yapmıştır. Altı ay kendini öldürmeye teşebbüs etmeyecek fakat sonrasında İsviçre’ye gidip yasal olarak hayatına son verilecektir. Ailesinin önünde Will’in fikrini değiştirmeleri için altı ay vardır.

Lou bunu öğrenince işi bırakmak ister. Fakat Will ilk defa biri ile bu kadar yakınlaşmıştır ve ailesi Lou’dan kalmasını ister. Bunun üzerine Lou Will’in ailesi ile bir anlaşma yapar. Lou Will’e yeniden hayatı sevdirmeye kararlıdır ve ailesi bunun için ona tüm imkanları sağlayacaktır. Ailesi Lou’nun isteğini kabul eder ve Lou çalışmalarına başlar.

Planlar ilk başta pek de istediği gibi gitmez ama zamanla Will’e daha fazla yakınlaşır ve daha güzel vakit geçirirler. Aralarındaki yakınlaşma git gide artar ve sonunda birbirlerine aşık olduklarını anlarlar. Birlikte çıktıkları tatilde Lou daha fazla kendini tutamaz ve aşkını itiraf eder. Dahası herşeyi bildiğini ve Will’in onunla birlikte hayatı paylaşmasını ister. Ve Will son kararını verir...

**********



http://kitap.yazarokur.com/senden-once-ben.html

http://bencesezence.blogspot.com.tr/2013/11/ama-bu-kitap-beni-cok-aglatt-ki.html

i-ked
07-04-2014, 00:13
Son sayfalari felaket etkileyiciydi. Otenazi ve intihar uzerine bir baslik, anket acmaliyim. Papatya da sanirim beni sevmedi. Belki acidi. Belki korktu. Belki sadece kullandi. O da Lou gibi tuhaf. Ya ben? Will? Kismen. Patrick? Hayir, neredeyse hic ortak yonum yok. Nathan? Bilmem, candostu belki. Katrina? Abisi gibi ama sonradan ne oldu bilmem.

00 13

hisse.net android ME172 uygulaması ile gönderilmiştir.

i-ked
08-04-2014, 01:26
İnsanın Ölme Hakkı.. (http://www.hisse.net/forum/showthread.php?t=35579&page=3).
Böyle bir başlık zaten varmış.

yağmur
09-04-2014, 22:28
"kaçış diye bir şey yok bana göre, bu mümkün değil. nerede insan varsa, orada iyilik de var, kötülük de. ormanların içinde bir yerde, bir hayvan gibi yaşamayı göze alabilecek cesaretimiz de yok. hadi diyelim bunu da göze aldık, geride bırakacağımız insanların üstümüze başımıza sinmişliğini, hareketlerimizdeki, düşüncelerimizdeki, alışkanlıklarımızdaki yahut hayallerimizdeki varlıklarını nereye koyacağız? üstelik, biliyorsunuz, içimizdeki kalabalık her daim dışımızdakinden daha büyüktür." (hasan ali toptaş)

i-ked
09-04-2014, 22:56
http://2.bp.blogspot.com/-RiD8XsnAuCs/UeKlb8wI0KI/AAAAAAAAASs/lLxObCqVZUM/s1600/hasan_ali_toptas_heba.jpg

Sevgili abla, kitap Heba (5 Nisan 2013 -Papatyanın doğum günüymüş :() (http://azbilmisozneler.blogspot.com.tr/2013/07/heba-ruyann-delindigi-yerden.html)

Kitabı okumadım. İncelemelerine göz atmaktayım. (http://www.kalemkahveklavye.com/2013/04/hasan-ali-toptas-heba-roman.html)

Yazarın ayrıntılı bir incelemesi (http://www.notosoloji.com/hasan-ali-toptas-bir-yazari-kendi-yazdigi-metinden-daha-iyi-hicbir-sey-egitemez/) daha...

Romanın kahramanı Ziya’nın kaçışı şehirden doğaya. Şehir kötücül olanı, doğa onun karşıtını mı temsil ediyor? Nedir kaçtığımız ya da kaçamadığımız?


Tabiatı, şehrin karşıtı olarak düşünmedim. Ziya şehrin insana ettiklerinden, gürültüsünden patırtısından kaçıyor ama bu kaçış bütün kaçışlar gibi beyhude bir kaçış. Bizi mutlu yahut mutsuz eden şey bazen mekânmış gibi görünür ya hani, Heba’da Ziya’ya da öyle görünüyor. İnsan faktörünü göz ardı ediyor aslında. Kaçış diye bir şey yok bana göre, bu mümkün değil. Nerede insan varsa, orada iyilik de var, kötülük de. Ormanların içinde bir yerde, bir hayvan gibi yaşamayı göze alabilecek cesaretimiz de yok. Hadi diyelim bunu da göze aldık, geride bırakacağımız insanların üstümüze başımıza sinmişliğini, hareketlerimizdeki, düşüncelerimizdeki, alışkanlıklarımızdaki yahut hayallerimizdeki varlıklarını nereye koyacağız? Üstelik, biliyorsunuz, içimizdeki kalabalık her daim dışımızdakinden daha büyüktür.


Peki askerlik? Bizim edebiyatımızda çok az yazılmış bir konu. Heba’nın bir bölümünde epeyce kapsamlı biçimde irdeleniyor askerlik. Onu yazmak zor olmadı mı?


Heba’da en zor yazdığım yer Ziya’nın kuşu vurduğu sayfaydı. Elindeki sapanın lastikleri, 2010 yazından 2011 yazına kadar öylece gerili kaldı ve ben her gün aynı sayfayı yazdım.


Hasan Ali, dil sorunundan söz edelim. Senin âdeta dili yazdığını söylüyorum. Katılır mısın bilmem. Dili yazmak sözcüklerle başlıyor. Anlamı sözcükler taşıyor çünkü. Dolayısıyla sözcüklerin anlamlarından bir romanın büyük anlamına ulaşmak, çetin bir yaratıcılık etkinliği gerektiriyor…


Yeri gelmişken, buna bir örnek vereyim. Heba’daki Sınır bölümünü çalışırken şöyle bir cümle yazdım: “Sadece Suriye topraklarından değil, belki yedi sekiz Kalaşnikofla Türkiye tarafından da ateş ediliyordu mevzideki nöbetçilerin üzerine.” Bu cümleyi yazdım ama bir türlü içime sinmedi. Neden sinmediğini de anlayamadım. Cümlenin lafzına ve ruhuna defalarca baktım, sesli okudum, sessiz okudum, sonra acaba yakınındaki bir cümlenin tatsızlığı onun üzerine mi düşüyor diye önündeki ve arkasındaki cümleleri de kontrol ettim ama olmadı. Bir türlü bulamadım bu cümledeki yanlışı. Birkaç sayfa ilerlemiştim ama aklım hâlâ o cümledeydi. Üç dört gün sonra, birden yanlışı buldum. Yanlış olan şuydu; cümle bize, mevzideki nöbetçilerin üzerine her iki taraftan da ateş edildiğini, başka bir ifadeyle, nöbetçilerin iki ateş arasında kaldığını söylüyordu ama cümlede yer alan nöbetçiler iki ateş arasında değildi, cümlenin sonunda duruyorlardı. Hemen düzelttim tabii ve cümle romanın 240. sayfasında şu şekilde yer aldı: “Sadece Suriye topraklarından değil, mevzideki nöbetçilerin üzerine belki yedi sekiz Kalaşnikofla Türkiye tarafından da ateş ediliyordu.” Şimdi, bu cümledeki durumu okur fark eder mi diye sorulabilir. Bence bunun hiç önemi yok. Her şeyden önce, ben dili bu şekilde kullanmakla mükellefim. Bu cümledeki çalışma kullandığım malzemeye, kendime ve yaptığım işe saygının bir sonucudur. Fark eden okur olursa sevinirim tabii, fakat fark edilmemesine hiç üzülmem. Harf meleklerini görmek bana o cümleden alacağım en büyük sevinci yaşatmıştır çünkü. Biliyorsunuz, bir cümlenin şekliyle söylediği şey bu şekilde çakıştığında, harf melekleri gelir o cümledeki harflerin üstüne konar. Buna benzer çalışmalar, bana göre, zaten olması gereken şeyler. Bu nedenle, mesela dili kötü kullanan bir yazar yerilmeli ama iyi kullanan övülmemeli. Dili iyi kullanmak yeter şarttır çünkü. Küreğin kulpu demeyip küreğin sapı diyorsa, kahramanına kahvaltı yaptırmayıp ettiriyorsa, kurşun atmakla kurşun sıkmak arasındaki farkı biliyorsa, doğru düzgün demeyip doğru dürüst diyorsa yahut cümlelerini hatasız kuruyorsa, bunlar eşyanın tabiatındandır; hanesine puan kazandırmaz. Yani bir yazarın dili övülecekse “yeter şart” olan şeyler geride bırakılıp, dili nasıl kurduğundan, o dilin matematiğinden, rüzgârını nereden aldığından, müziğinden ve dilin taşıdığı şeylerle bu şeyler arasındaki ilişkiyi nasıl inşa ettiğinden söz edilmeli.

yağmur
09-04-2014, 23:03
http://i.hizliresim.com/Vp24Rv.jpg (http://hizliresim.com/Vp24Rv)

“İnceldiğinde, çeşitli sebeplerle delindiği de olur uykunun. Ne bileyim, bazen zihnimizdeki sivri uçlu bir hatıra deler onu; bazen henüz hazmedemediğimiz bir sözün acısı, bazen kolu bacağı aklımızın dışında kalan bir düşünce yahut bir duygu, bazen de etrafımızda olup biten, bizim fark edemediğimiz meçhul bir şey deler. İşte o vakit delinen yerden içerisi görünmez ama dışarısı görünür. Hakikat oradan gerçekte olduğu gibi görünmez tabii; uykunun sisi yüzünden, kendisinin biraz berisinde yahut gerisinde görünür.”

HASAN ALİ TOPTAŞ - HEBA

i-ked
09-04-2014, 23:11
Bir umuttur yaşamak!

http://u1312.hizliresim.com/1j/4/v5qtv.jpg

Korsan
13-07-2014, 15:33
Harp Meclisi

Savaş kararı

Barbaros Hayreddin Paşanın oğlu Hasan Paşa toy bir delikanlı misâli heyecan ve
duygularının gemini tutamıyordu :

— Karos İmparatorunun zinadan olma veledi «Don Juan'-ın» başkumandanı ve gene
Papa'nın başyargıcı Bonifas'ın Zinadan olma oğlu «Marko Antonyo Dikanala» nın
yardımcısı olduğu - sözüm burdan dışarı - böyle bir piçler donanmasından ne deyu
çekinirüz? Kalbimizde Allah sevgisi, kollarımızda Hazreti Ali gücü bulundukça
önümüze katar, süreriz bu zina veletlerini. Zinhar kaçmayız bu uğraştan.

Türk donanmasının Kaptan Paşası Müezzinzade Ali Paşa : -
— Yaşa Paşa karındaş, dedi. Bu frenk donanmasının bir ucundan girer, diğer
ucundan çıkarız.

Adriyatik Denizinin İnebahtı limanı ve kalesi önünde toplanan Türk donanmasının
kaptana gemisinde geçen bu konuşma Uluç Ali Reis'i sinirlendirdi, Hasan Paşa'ya :

— Paşa, dedi. Haydi bu vezirler derya uğraşı görmemiş, denize yatmamış yoksul
kişilerdir..Yaparız, asarız, keseriz, deyu atarlar. Sen deniz, derya halini bilürsün. «Bu
donanma gayri uğraşa giremez» diye kesip atacağına, duygulu, yaldızlı laflarla
kandırmaya çalışırsın.

Müezzinzade Ali Paşa, Yeniçeri ağalığından derya kaptanlığına getirilmişti :
— Çün bir senedir deryada gezeriz. Elbette deniz savaşlarını biz dahi bilirüz, dedi.

Uluç Ali Reis kızdı :
— Özüm altmış yıldır gezerim. «Öğrendim!» demeye utanırım. Çün bir senede
öğrenilen derya bilgisiyle elbette böyle görüşülür.

Müezzinzade Ali Paşa :
— Reis, dedi. Yaşını saymasam bu gûna ağır sözlerin karşılığı başkaca olurdu. Kâfir
donanmasından korkunuza teaccüp olunur? Elbet de sebebini bildirirsiniz.

— Sebebi gûna gün ise de başlıcaları şöylece toplanır :

«Birincisi budur kim. Donanmamız altı aydır deryada yürümüş, düşmanı aramış,
düşman bizden kaçmış iken acep şimdi ne deyu döner de üstümüze gelir, deyu
düşünmek basiret icabı iken Allahü azîmüşşanm yardımını ve din, millet gayretini
yardıma çağırıp uğraşa girmek gaflettir.»

«Zira Cenâbıhak dahi tedbirsiz ve bilgisiz, devesini bağlı-yamamış fellâha yardıma
gelmez. Çün düşman bizi zayıf gördüğünden dönüp üstümüze gelir.»

«Müezzinzade kızdı :

«— Teaccüp? dedi. Birkaç ay önce donanmaya güvenir, kuvvetlidir der iken bugün
güvenmemeniz nedendür?

«— Çün, donanma kış uykusuna yatmaya hazırlanmış canavar gibidir, yorgun, eksik
tayfalı, kalafata muhtaç haldedir. Bu sene Kıbrıs seferini bitirelüm deyu acele ve
erken sefere çıkarılan bu donanmanın tayfa ve kürekçisi eksikti. Bu yetmiyormuş gibi
bir haftadır «Sılaya yakun geldük» diyen sipahi -ve yeniçeri tayfası donıanmayı terk
edip gitmişlerdir...

«— Sılaya giden Rumeli tayfasını acele geri getirtürüz.

«— Böyle toplama, sıladan geri getirme erlerle savaşa girilemez. Donanma eskidir.
Gemiler yorgun, bozgundur. Bize limanda ve İnebahtı kalesinde oturmak yarar. Kâfir
üzerimize varırsa kale toplarının da yardımiyle gaza kazanılır. Gayri bir tertipte zafer
umulamaz.

«İkinci vezir iken, Sokuîlu'nun (Kaptan Paşa) eyleyüp Istanbuldan uzaklaştırdığı
Pertev Pşa, Uluç Ali Reisin bu görüşünü beğendi. Kazara donanma yenilirse
garazkâr, hasut Sad-r Âli'nin kendisini idam ettireceğini biliyordu.

« —Altı aydır, cenkçiden ve kürekçiden noksan var deyu her işin başında
söylemiştinüz. Cezayir Beylerinin sözleri doğrudur. Tayfa ve kürekçi icazetli,
icazetsüz kış ve dönüş halidür deyu gemileri terketmiştir. Uğraşa girilecek ise kale
himayesinde girmek akıl kârıdır.»

«Müezzinzade kızdı :

«— Teaccüp asıl bizde Paşa karındaş, dedi. Kaptan Paşalığı ve derya çengini
nerede ve ne kadar çabuk öğrenmişsiniz?»

«Pertev Paşa yılmadı :

«— Biz bilmediğünü dahi bilmez cahillerden değiliz. Gemiciliği ve derya ilmini sizin
yanınızda ve sizinle birlikte bir senede öğrendük. Gemilerimiz savaş ganimetleri,
esirlerle dolu, yarar tayfadan halidir. Kaleden taşra çıkmamız bir vechi münasip
değildir.»

İstanbul'dan gelen savaş emri

«Ali Paşa baktı ki vezirler de Uluç Ali Reis'in aklına uyuyor, koynundan birtakım
fermanlar çıkardı.

«— Bu fermanlar ki bendedür okuyorum: (Elbette donanma cengi olmalıdır. Göreyim
seni, kaptan Paşalığından Asi-tânede şüphe edilegelmektedir. imdi her nice bilürsün,
nice yolu tutarsın, tedbir senündür. Kâfir donanmasını bulup yok ide-sün. Fermanıma
itibar idesün. Gaflet içre bulunursan ve donanma cenginün üstesinden gelemezsen
başın alunur. Hakkından gelünür vesselam.»

«Uluç Ali Reis, Kaptan Paşanın fermanları okumasını kesti :

«— Bu fermanlar ve ahkâmlar ki okursunuz. Bunlar çengin üstesinden gelmenizi
emreyler. Hiç bir veçhile zafer müyesser değildür. Ferman ile cenge girecekseniz,
buyurun fermanları sancak deyu gemi direklerine astıktan sonra girin. Siz Kaptan
Paşalık yerinize lâyık olduğunuzu belirtmek için yıllar boyu bin bir emekle yetişmiş,
yarar korsanları ve gemileri ateşe sürersiz. Amma bilesüz ki kaybedilen uğraş ile
Kaptan Paşalığınız da, başunuz da gidecektür.

«— Kâfir ve dahi donanması ne köpek makulesidir, ikide bir ileri sürersin Reis?
Sende din gayreti, padişah namusu yok mudur? Her gemiden beşer onar adam eksik
olmakla ne çıkar?»

«Uluç Ali Reis :

«— Bu sözler ki söylersüz, bunlar bir Kaptan Paşa değil, bir cahil sözleridür. Din
gayreti, padişah namusu, erkeklik şerefi... Bu gibi ... sözler deniz çenginin inceliğini
bilmiyenlerin ağzına yakışır. Elbette bu sözlerle savaş olmaz ve alınmaz.

«— Biz Yeniçeri ağalığı etmiş. Beç kalesi kapılarında gücümüzü göstermiş kimseyiz.
Ben yerimden değil, başımdan korkarım. Ve huzurumda ki böyle edep ve nizamdışı
konuşursun senin de başın alurum.»

«— Korktuğun başını, bu kafa ile girersen kâfir kaptanı uğraşta alur. Sokullu'ya sıra
kalmaz. Benim başıma gelince, onu Allahü azîmüşşandan başkasına veremeyüz.
Sen alabilsen ben de versem bile çıkası bir can için bunca emekle yetişmiş-Türk
leventlerini ve gemilerini ateşe atamam. Sen kara serdarısın, var karada savaş, deniz
işine girme.»

«— Bu sözleri deniz üstünde, altında öz malım gemi, arkanda Anadolu tayfası
Larendeli leventlerle konuşmak kolaydır. Turgut Paşa gibi başın almak istediler mi
gemine biner tayfanı alır, çeker gidersün. Biz devletlû padişahın sarayına cıbıl cı-
bıldık devşirilip girdik. Kafa ve bilek gücümüzle bu mansıba yükseldik. Amma ne
binecek gemimiz, ne de arkamızdan gelecek tayfamız vardır. Elbette gelen fermanları
Sadrıazam Sokullu yazdı, ama altına Tuğray-ı-hümayunu koydu. Baş eğmek şarttır.»

Fermanları karıştırdı. Yüzü kızarmış, kanı oynamış, ağzından çıkan sözleri kulakları
duymaz olmuştu:

— işte, dedi. Devletlû padişahın emri (Elbette küffarın donanması her kande ise
üzerine varasuz. Mukabil olasuz ve illâ başunuz alunur.) Ben kâfirden korkmazum.
Kim bu fermama uymazsa katli vaciptir.

Toplantıda olanlar, Pertev Paşa dahil, bu açık emir karşıcında susup önlerine
baktılar.

Yakıştırma deryalar kaptanına uyduklarını belli ettiler.

Uluç Ali Reis:
— Çünkim düşman üzerine yürümeğü aklınıza koydunuz, biz sizi yanluz komayuz.

Din gayretimiz, kardeşlik namusumuzu anca bunda kullanuruz.
Turgut Reis ki, hocam ve her şeyimdir. O dahi böyle ederdi. Önce doğru yolu
göstermek boynumuza borçtur, kabul etmezseniz gene sizinleyüz. Amma Allah
imkân, düşman aman verir de bu uğraştan sağ çıkarsam ben bilürüm o Sokullu
olacak cahil ve hain vezire ne ideceğümü. Bu bir siyasi tuzak ve ürkütme fermanıdır.
Sizi ve bizi yorgun ve eksik, düşmanın ağ-zuna sürüp yok etmek, Istanbulda tek
başına hüküm sürmek ister. Asıl kendisinde din gayreti ve millet namusu yoktur ki bir
kötü sadaret mesnedi uğruna koca bir donanmayu ateşe sürer.

Bu ağır sözler, Müezzinzadeyle Pertev Paşanın da bilip söylemediğü sözlerdi.
İki canavarın birbirini yemesi onların da işine gelirdi. Reisi konuşmaya bıraktılar.

Savaş düzeni kararı

Fakat sıra deniz stratejisine gelince Reis
— Bari deniz tarafın biz tutalum, böyle olagelmişdür, dedi.

Müezzinzade:
— Kıyılar bizümdür. Kıyıyı tutaruz. Padişah donanması ürktü ve derya yönünü tuttu,
kaçak güreşti dedürtmeyüz.

Uydurma ve devşirme bir senelik Kaptan Paşanın deniz cengindeki bilgisizliği
sinirlerini germiş, terbiyesini, soğukkanlılığını kaybettirmişti.

Aziz okuyucularım, tekrar bildirmek zorundayım. Bu konuşmalar o gün orada hazır
bulunan Türk tarihçilerinin eserlerinden aynen alınmıştır. Bir siyaset ve nefsini
düşünerek rakibini yok etmek gayretiyle koca bir donanma ve Osmanlı
İmparatorluğunun her şeyini gözü kapalı harcamışlardır.

Uluç Ali bu durumu da sezince:

— Bana bakın, dedi. Ben bir baş ve bir mesnet için böyle sizin gibi kopasıca başımı
önüme eğip susamam. Kande kaldı "Barbaros'la, Turgutça ile uğraşlara giren, deniz
savaşını bilenler? Niçin susarsınız? Bu yoksul vezirler ki siyaset kurbanı, can
kaygusu amanudurlar. Bunların gücünü açamazsunuz. Konuşsanıza. Siz bildiklerinizi
söylemezsünüz, canınız ve mesnediiniz size kalur mu sanursunuz? Tuh, yazıklar
olsun cümlenize. Bir gemiye top dokanduğu gibi batmak ve yanmak korkusiyle
leventler gemiyi, kaptanı zorlayup karaya sürseler gerektir. Bu hal diğer gemilerin de
yıkılmasına, kıyıya kaçmasına yol açar. Bu korsanlık elifbasının başıdır. Okusanuza.

Politika ihtirası, can ve mal kaygusu doğru yolu bilenleri susturuyor, Uluç Ali Reisin
dedikleri kabul edilmiyordu.

Cahil ve inatçı Kaptan Paşa da emrinde bulunan Uluç Ali Reisin «ah» dediğine
«kara» diye ayak direrse, paşalığın isbat etmiş olacağını sanıyordu.

Fakat Uluç Ali Reis, bıkmıyor, usanmıyor, deniz stratejisi adına ne bilirse sayıp
döküyordu:

— Bari gemilerin kaptanlarını belürten fenerlerin bozun, bayrak ve flandraların
giderün.

Müezzinzade:

— Bu da mı deniz ilmi icabı? dedi. Ben bayrağım, ki şerefi eİlerime verülmüştür,
düşmandan korkup saklıyamam. Yıllar boyu savaş meydanlarında kazandığım
fenerimi kendi elimle söndüremem.

— Düşman sancağımızdan sizi, fenerlerimizle flandralarımızdan bizi tanır, üzerimize
varur. Önce bizi yok eder. Başsız kalan donanma dağılır. Deniz savaşında bu da
kanundur.

— Korsan savaşlarında kurnazlık aynı kanun olabilir. Padişahlar savaşırken tekmil
şan ve şatafatlariyle bayraklarını açıp yürürler.

Uluç Ali Reis, baktı ki sözleri bu kendini beğenmiş devşirme, uydurma deryalar
kaptanına kâr etmiyor, konuşmaktan vazgeçti.

Korsan
13-07-2014, 16:03
Savaş

Peşrev

Sabaha karşı kendisini koruyabilecek koydan çıkarak açıktaki düşmana doğru
yürüyen Türk donanması kıyılara yakın gittiğinden yıldız «Kuzey» istikametinden ve
Oksiya adası batısından dolaşarak ilerlemekte olan Hıristiyan donanmasının 44
kadırga gibi önemli bir ünite tutan Marki Santakroza kumandasındaki yedek filosunu
göremedi.

Düşman filoları arasında dolaşan Kara Çalı ile Kara Kadı gün doğarken kendi
hatlarma sığınmak isterken, düşmanın Riyyale gemisi tarafından görüldüler, düşman
bu casus gemileri ana filomuzun öncüleri sandı, ateş açarak peşlerine takıldı.. Bu
kovalamacadan sonra saat 10 a doğru iki donanma da yürüyüş savaş nizamına
girdiler.

Türk donanmasının ortasında Kaptan Müezzinzade Ali Paşa, sağ kanadında Mehmet
Solak Beyin kadırgaları vardı. Bu.: önemli savaşın her anı orada bulunan Türk ve
yabancı tarihçiler eliyle yazılmış olduğundan biz de sözü tarihe bırakıyoruz... Tarihten
alman satırlar «....» içinde olanlardır.

Sol kanadda Uluç Ali Reis bulunuyordu.

«Düşmanın sağ kanadı önünde Kıbrıs'ta idam olunan Bra-gadino'nun iki oğlu
Ambroçyo ve Antoniyo Bragadino Kardeşler siyaha boyanmış iki kadırga ile (Öc
almak hırsı içinde) Müezzinzadenin arkasını sarmak kaygısiyle ileri atıldılar.

«Bu anda düşman kumandanı, Türk amiralinin kaptana, gemisinde Amirallik
bayrağını görünce, o da gençlik ve toyluk gururuna yediremedi; Papanın kendisine
armağan ettiği ve üzerine: İncil'den alınmış: «ALLAHIN GÖNDERDİĞİ YAHYA
ADINDA BİR ADAM VARDIR» yazılı bayrağı prova direğine çekti. Kendi adı de Jean
(YAHYA) idi. Ve Allahm kâfirleri,. (İslâmları, Yahudileri) öldürmek üzere yeryüzüne
gönderdiği takdis edilmiş bir varlık olduğuna inanıyordu.

«Her iki taraf sancaklarım çekince, Uluç Ali Reisin de sancağını çekmesi gerekti.
Maltalılardan alıp kaptana gemisi yaptığı SEN NİKOLA Uluç Ali Reisin Cezayir
sancağını çekti. Böylece Uluç Reisin sol kanadın en dış gemisinde bulunduğu
anlaşılmış oldu:

«Civanni Dorya, Uluç Ali Reisin sancağını sol kanadın başında görünce, kendisi de
Dorya sancağını çekip Reis'in karşısında yer almak üzere sağ kanadın sonuna kaydı.
«Kutsal birlik donanması, top atışından başka sayı bakımından da üstünlüğe
güvenerek rampaya girmek istemedi.


Merkez

«Her iki yönde de birbirinden öc almak istiyenler vardı.

«Kıbrıs valisi iken derisi yüzülen Bragadino'nun çocukları hislerini yenemiyerek
düşüncesiz bir hırsa kapılıp ileri fırlı-yarak Türk donanmasının sağ ve ortasına
saldırdılar.

«En önce saldıran acemi çaylak Bragadino'luları, Mehmet Solak Bey gemilerini kıyı
kayaları üzerinden geçirerek arkadan sarsdı. Sayı üstünlüğüne rağmen gemisine
sancak indirtti. Avgustino Barbariko'yu gözünden okla vurdu, Antonyo'nun da başmı
eliyle kesti. Yoksul Kıbrıs kumandanının oğulları babalarının öcünü alamadan,
ahrette yanına gittiler.

Sağ Kanat

«Bu arada bizim sağ kanadın başkumandanı TÜRK KORSANLARININ en
ünlülerinden Salih Reis'in ve Kontes Julyana "Difondi'nin oğlu Mehmet Paşa idi.
«Paşa da Mısır Beyi Mehmet Solak Bey gibi karşısındaki zorlu kaptanları ile rampada
yendi. Marko Kirini, Antonyo Kabala gibi kumandanlara sancak indirtti.

Fransız amirali ve deniz strateji tarihi yazarı Joriyan dola Graviyer der ki: «Eğer kutsal
donanmanın orta ve sağ ka-nadları da bu kadar gemi kaybına uğramış olsa savaşın
Türklerin lehine bittiğini yazmak lâzım gelecekti.»

Tekrar Merkez

«Bu arada Müezzinzade de karşısındaki filonun Amirali Don Juan'm kaptana
gemisine yaklaştı. Topların yarım gemi boyu gibi kısa bir mesafeden ateşledi.»
«Arkasından, en önden Kaptan Paşa olmak üzere Türkler amiral gemisine
pruvasından dirise edip atladılar.»

«îki amiral de hayatlarında ilk defa deniz çengine giriyorlardı.»
«Bu kara savaşına benziyen rampa kavgası alışageldikleri bir şeydi. İkisi de bu
durumdan hoşlandılar.»

«Müezzinzade Ali Paşa çok yaşlı -elli beş yaşında- Don Juan çok genç -yirmi iki
yaşında- olmasına rağmen, Ali Paşa birçok namlı, şövalyeleri eliyle boğazlıyarak
genç ve toy Don Juan'la karşı karşıya geldi. Kısa süren bir düello sonunda bilgisine
dayanarak alnından ve karnından yaraladı, öldürecekti. Görgülü, yaşlı Amiral
Pekezen atıldı, genç ve tecrübesiz Don Juan'ı zorla geminin kıçına, kutsal bayrağın
çekildiği yere sü-rükliyerek ölümden kurtardı. Ali Paşa ile Don Juan'm arasına çelik
zırhlı ve miğferli 400 şövalye girdi Ayrıca Hıristiyan gemilerinde arkasına gizlenecek
metrisler de vardı. Tayfa bu metrislerin arkasına çekildi.»

Müezzinzade kara savaşlarında denenmiş, bildiği şekilde uğraşa girmiş ve kazanmak
için de çabuk ve bilgili, elinden geleni yapmıştı. Fakat sayıca üstün olan düşman
gemileri de durumu görünce Müezzinzade'nin borda, prova ve pupasına bindirdiler.
Barbaros'un Preveze zaferinde bulunmuş yaşlı korsanlar, gençlere örnek oldular.
Türk korsanları etleri çelikleşmiş bir ordu haline geldi.

Düşman Yedekleri

Fakat Kara Kadı'mn daha önce görüp bildiremediği yedek 44 kadırga Oksiya adası
arkasından çıkıp uğraş yerine yetişti.

Müezzinzade dokuz yerinden aldığı dokuz derin yara ile
düşman kadırgaları üstünde şehit oldu. Denize düşen, gemisi batan Serdar Pertev
Paşayı bir kanca takıp yaralı, bitkin kurtardılar. Bunların vurulacağı, şehit olacakları
düşünülerek yerlerine yedek bir kumandan seçilmemişti. Başsız kalan sağ ve orta
kanadımız çöktü.

Sol Kanat

İşte bu anda şimdiye kadar uğraş alanından kaçtı sanılan Uluç Ali Reis uğraş
sahnesine bir kartal hışım ve azametiyle daldı. Saat 16 idi.

Bu uğraşta İspanyol gemileri içinde bulunan tarihçi Servantes - her İspanyol gibi
Venediklilerden nefret ettiğinden -sanki Hazreti İsa savaş yerine inmiş gibi:

...« Nihayet saat on altıda Uluç Ali, uğraş alanına yetişti..» »diye sevincini belirtir.
«İnebahtı deniz uğraşı saat 11 de Don Juan'm Sfenks nam gemisine «Allahın Yahya
adında bir adamı vardır» sancağını çektiği ve 277 geminin de, bir top yaylım ateşiyle
bu bayrakla bildirilen savaşa başlama işaretini selâmladıklarına göre Uluç Ali Reis
tam beş saattir neredeydi?»

Büyük bir zekâ, bilgi ve cesarete dayanan; sonuncunun sağladığı başarı bakımından
deniz savaşlarında eşi bulunmayan Uluç Ali Reis'in üstün manevralarını, uğraş
yerinde bulunan Venedikli tarihçi «Theu» den alarak anlatıyoruz:

«... Her iki yön top düellosuna başladıktan sonra... Uluç Ali Reis'in karşısında -
Reis'in korsanlık alanındaki korkunç zekâ, bilgi ününü bildiğinden - tetikte, acaba ne
yapacak, diye bekliyen Civanni Dorya, Uluç Ali Reis'in forsunu taşıyan eski adiyle
Sen Nikola kaptana gemisinden sol kanad gemilerine {Benim manevralarıma uyun!)
işaretinin verildiğini gördü.

«Bu emri veren Sen Nikola pruvasını kıbleye çevirdi ve büyük bir hızla savaş
alanından uzaklaşarak açık denizlere doğru yol aldı. Reis'in 38 kadırga ve 23 kalitası
da peşine takıldılar. Bu emir ve hareket, basit ve alışılagelmiş klâsik bir manevra idi.

Civanni Dorya bu hale güldü: Hocası Dragut'un -Turgut Reisin - Preveze'de başardığı
manevrayı yapacak bunak!» diye alay etti.

«Fakat karşısında bu sefer genç bir Dorya bulunduğunu bilemiyor.»

Ve Uluç Ali Reis'in Don Juan'm gemilerinin arkasını
sarmasını önlemek için o da filosunun başına geçti,
yarış edercesine bir hızla Uluç Ali Reis'in rotasına paralel, güneye doğru savaş
alanından uzaklaştı.

Hile

«... İki saat iki filo baş döndürücü bir hızla yollarına devam ettiler. Saat 13.30 da Uluç
Ali Reis filosunun hızını kaybettiğini Dorya sezdi: «Yarışı kazandık, Oşyalinin
kürekçilert şişti. Koca korsan bizden sıyrılmadı!» diye sevindi.

«... Uluç Ali'ye uyup hızını kesmedi. Bu hatası hayatına mal oldu. Saat 14 te Uluç
Ali'nin forsunu taşıyan Sen Nikola'-dan bir top atıldı. Sen Nikola'daki kaptana sancağı
indi. Pruva nizamında giden filonun en sondaki ve savaş alanına en yakın yerde olanı
gene Maltalıardan devşirilmiş Sent An, Reisin forsunu çekti.

«... Genç ve toy Dorya bu bayrak indirip çekmelerin varacağı sonucu daha
kavrayamadan Türk filosu tiremolaya geçti. 61 gemi bu tarihe kadar görülmemiş bir
çabukluk ve nizam içinde, oldukları yerde ve eksenleri üstünde 90 derece döndüler..
Kaçışlarmdaki hızı aratmıyacak yeni ve baş döndürücü bir hızla bizim - yani
Venediklilerin - orta kanadın arkasına yan gerisine doğru suları yararak ok gibi
fırladılar.

«Bu manevralar başladıktan 15 dakika sonra Türk Sol ka-nad filosu Yıldıza (Kuzeye)
doğru dönmüş, yeni kaptana gemisi de bu yönün pruvasına geçmişti.

Hız

«... Dorya daha hızla giderek iskeleye kırıp Türk filosunu kuşatmak niyetindeydi.
Hiçbir mâna veremediği, beklemediği,, kitapta yeri olmıyan bu yeni ve şaşırtıcı
manevra karşısında, bocaladı. Şaşkın ve kararsız kaldı. Bu şaşkınlık anında Uluç Ali
Reis de 3 saatte uzaklaştığı alana bir buçuk saatte tekrar yetişti.

«Uluç Ali Reis, bütün manevrasiyle Dorya'nm elli gemilik gücünü - birkaç saat için de
olsa - savaş alanından uzaklaştır-mış ve çok korktukları şekilde düşmanın orta
kanadını arkadan vurmuş bulunuyordu.»

Tekrar Merkez

Buradan aşağıda sözü Amiral Joriyen De la Graviyer'e veriyoruz:

«— Uluç Ali bizim - Hiristiyan birliğinin - orta ana filosunun sağ kanadına varmıştı.
Karşısında can düşmanı Maltalı-larm Grand Metri Jüstinyani'nin kaptana gemisi
Lafiyoranza, onun yanında da Savvalılara bağlı Lamargarita, daha ötede Nikola
Dorya'nın 10 Venedik ve İspanyol gemisi vardı. Bu gemiler sayıca kendilerinden
üstün ve amansız kuvvetler tarafından bir anda kuşatıldıklarını gördüler. Yalnız Malta
kaptanasına dirise, rampa ve aborda yoliyle yedi Türk gemisi bindirmişti.

«Türkler Lafiyoranza içindeki özel düşmanlarını biliyor, teker teker arıyorlardı. Yavuz
Sultan Selim'in son günlerini karartan, büyük Kanunî Süleyman'a yenilemiyeceklerini
anlatan, Turgutu, kalelerin dibinde öldüren bu cehennem ifritlerine aman vermemek,
son kalıntılarını da bu alanda yok ederek yeryüzünden kaldırmakta kararlı idiler.

«En önde 65 lik genç korsan Uluç Ali Reis savaşıyor; bir ölüm tanrısı gibi karşısına
çıkanların bir palada başını uçuruyordu.

«Rampaj savaşlarında eşi bulunmıyan ve bu türlü uğraşın tekmil inceliklerini bilen
Cezayirliler sevgili ağaları Turgut'un öcünü almak için kana susamışcasma
saldırıyorlardı.

«Uluç Ali Reis cesaretinden, bilek gücünden başka serveti olmayan Müezzinzade'den
daha çok korsan savaşlarına yatkındı. Düşmanına üstün kuvvetlerini bir araya
toplayıp saldırıyordu. Kaptana gemisindeki Malta sancağını indirdi. Gemiye kendi
sancağını astı. Kaptanının gene kendi eliyle kestiği başını da mizana direğine çekti.
Don Juan Di Korduna başına bir ok, göğsüne bir kurşun yarası alarak kumandayı
bıraktı. Gemisi de ele geçti. Hıristiyan birliğinin sağ kanadı, içinde bir tek canlı
kalmamak üzere yok edildi. Kaptansız ve tayfasız kalan gemiler sulara kapılmış
geliyordu.

«Eğer Don Juan'ı yaraladığı ve Don Juan da gemisinin kıç kasarasına sakladığı
zaman Müezzinzade inadına döğüşe devam edeceğine, akıllı, ileriyi gören bir
kumandan gibi o da geri çekilip bir saat daha yaşayabilmiş olsa uğraşı kazanmış
olacaktık.

«Fakat sekiz yerinden yaralandığı anda bir akıllı kumandan gibi geri çekileceğine
uğraş alanında bir levent parçası gibi , döğüşe döğüşe şehit olmuştu. Onun da başını
kesip Türk kaptana gemisine astılar. Türk bayrağı inince başsız ve kumandasız kalan
gemiler çöktü.

Bu anda karadan denizlere doğru bir yıldız rüzgârı esmeye başladı.
«Margi Sante Kroze'nin yedek filosu, Uluç Ali'nin savaş alanına koştu. Biten, sönmek
üzere olan savaş tekrar tutuştu. Uluç Ali Reis, yedek filo amirali Margi'yi de eliyle
öldürdü. Kesik başını yedek filo kaptanasına astı.

«Karsısına ara ile ve az kuvvetle gelenleri teker teker yok ediyordu.

«... Don Juan, Uluç Ali'nin ölüm tanrısı gibi yanma varan her gemiyi ve kaptanını yok
ettiğini duyunca tekmil gemilere - artık kaptan paşasız kalan - orta ve sağ kanad Türk
gemilerini bırakıp Uluç Ali'yi üstün kuvvetle sarmalarını emretti. En önde de kendisi
yürüdü.

«Üç saat önce tiremola edebilen Uluç Ali'nin gafil avladığı, saf dışı bıraktığı Dorya da
bu anda savaş alanına yetişebildi.

«Akşam olmuş, karanlığın kaim perdesi denizlere doğru iniyordu. Uluç Ali Reis, Don
Juan'ın tekmil donanma ile üstüne gelişinden orta ve sağ kanadda uğraşın
kaybedildiğini anladı. Dört bir yandan üstün kuvvetlerle sarılmıştı.

«Küreğine sarılan, yelkenini açan her gemi Uluç Ali Reis'in Sen An kaptanasma
doğru öbek öbek koşuyordu.

Mağlubiyet ve Kaçış

«Reis:

«— Timerola! işaretini ve arkasından da orsa alabanda tiremola emrini verdi. Yedeğe
aldıkları tekmil düşman gemilerini bıraktılar.

«... Hıristiyan birliği gemilerini dört bir yana ateş açarak yardılar. Ve donanma
törenine katılan gemilerin azamet ve rahatlığı içinde yıldız (kuzey) istikametinde
yelken açtılar.

«Uluç Ali'nin savaş alanından düzme kaçışı ve tekrar geri dönüp saldırışmdaki
stratejisi denizcilik bakımından ne kadar parlaksa, savaş anından - tereyağından kıl
çeker gibi - sıyrılışı da o kadar olağanüstü bir başarı oldu.

«12 kadırgayı tam manasiyle batırmış, bir kadırgayı da tayfasız, kaptansız ölü
leşleriyle baş başa bırakmıştı. Kendi gemilerinde hiç bir kayıp, hattâ önemli bir
zedelenme yoktu. Kara yönünden esen rüzgâr yürük olan Türk gemilerinin
kurtulmasını sağladı.

«Don Juan ve diğer kumandanlar Uluç Ali'yi yakalayacaklardı. Fakat kıbleden gelen
Jagala'ların gemileri Uluç Ali'nin uzaklaşan gemilerine ateş açınca bu yanlış atıştan
(?!) meydana gelen barut dumanlariyle bir kat daha koyulaşan karanlık Uluç Ali'nin
kıbleye mi, yıldıza mı gittiğini gizledi.»

Koray
23-03-2016, 08:51
http://i.hizliresim.com/RknpNn.jpg (http://hizliresim.com/RknpNn)

Yılmaz Aslantürk'ün Otisindennn :)