PDA

View Full Version : Tarihi olaylar ve kişiler



ENGİN03
20-01-2011, 16:08
Bu topikte tarihi olaylara ve kişilere ait bilgiler aktaralım istedik, katkılarınızı beklerim

ENGİN03
20-01-2011, 16:09
ATATÜRK'ÜN HAYAT MÜCADELESİ
57 gibi erken bir yaşta vefat eden Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümüne neden olan hastalık siroz olabilir. Fakat siroza yakalandığında ve bundan önce çeşitli sebeplerden birçok hastalıkla mücadele etti ve onları yendi. Beş kardeşinden Makbule (Atadan) hariç, dördünü erken yaşlarda kaybettiği düşünülürse (Fatma 4, Ahmet 9, Ömer 8, Naciye 12 yaşlarında), Atatürk'ün hayatla kavgası daha iyi anlaşılabilir.

Kaburga kırığı
12 Ağustos 1921'de Polatlı'da cephede attan düştü. Üç kaburga kemiği kırıldı fakat tam iyileşmeden 17 Ağustos'ta cepheye döndü.

Karaciğer hastalığı
22 Ocak 1938'de siroz teşhisi kondu. Ve hastalık ilerledikçe kaşıntı, burun kanaması, bilinç kaybı, geçici hafıza kaybı yaşadı.

Sıtma
1896'da girdiği Manastır Askeri İdadisi'nde etkisini hayat boyu taşıyacağı sıtmaya yakalandı. Çanakkale Savaşı'nda, Samsun'a çıkarken ve Sivas Kongresi sırasında nöbet geçirdi. 20 Eylül 1919'da Sivas'ta görüştüğü Amerikan Heyeti Başkanı General Harbord anılarında "Elinde durmadan tespih çekerdi, sonradan öğrendim ki bunun sebebi yakın zamanda sıtma nöbeti geçirmesi ve yüksek ateşli olmasıymış" diye yazmıştı.

Zatürree
22 Kasım 1936'da ve 7 Şubat 1938'de iki defa zatürree teşhisi kondu. O dönemde özellikle penisilin gibi antibiyotiklerin bulunmadığı düşünülürse bir yandan karaciğer hastalığı ile uğraşırken zatürreeyi yenmesi önemliydi.

Gözde hasar
16 Ocak 1912'de, Libya Derne'de toz bulutu içinde kaldı ve gözüne kireç parçası girdi. Hastaneye yattı fakat tamamen iyileşmeden cepheye döndü. Savaş şartlarından ötürü Mart'ta rahatsızlık tekrarladı. Kasım'da Viyana'da muayene olup başarılı bir müdahale geçirmesine rağmen sol gözünde şaşılık kaldı.

Kulak egzaması
Gençliğinden itibaren kulak egzaması vardı. Kulak ağrısıHaziran 1926'da Bursa'da nüksetti. Bu sebeple zaman zaman kulağında iltihaplanma oluyordu.

Difteri
Kardeşleri Ahmet ve Ömer gibi küçük yaşta difteri-kuş palazı geçirdi. Kardeşlerinin aksine hastalığı atlattı.

Kalp rahatsızlığı
Kasım 1923'te savaş sonrasında ve Mayıs 1927'de Nutuk'u hazırlarken çok çalıştığı günlerde kalp krizi geçirdi. Ankara'ya davet edilen iki Alman doktor kahve ve sigaradan uzak durmasını tavsiye etti.

Böbrek rahatsızlığı
20'li yaşlarının başında hayatının sonuna kadar devam edecek ağrılı, sık idrara çıkmaya yol açan, ateş yapan, bazen titreme ve terlemeye neden olan pyelonefrit'e yakalandı. Sürekli böbrek sancılarından ötürü Haziran 1918'de Viyana Cottage Sanatoryumu'nda, ardından Karlsbad'da kaplıca tedavisi görse de, tamamen atlatamadı.
Kaynak: Dr. Eren Akçiçek, "Atatürk'ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü" (Güven Kitabevi, 2005) newsweek.

ENGİN03
20-01-2011, 16:15
Gök Mavi Bayrak

1920 yılı başlarında Büyük Millet Meclisinin açılması için çalışmalar sürerken Atatürk’ün, bayrak rengini değiştirmeyi düşündüğü ama arkadaşlarının bu teklife meyletmemesi üzerine Türk Bayrağının renginin değişmediği belirtildi.

Meclis görevlisi Yılmaz Koç, inkılap tarihi ve Kurtuluş Savaşının bilinmeyen veya unutulmaya yüz tutmuş detaylarını "Unutulanlar" isimli kitabında derledi.

Koç’un, Meclis tutanaklarından ve arşivinden yararlanarak hazırladığı kitapta, 1920 yılı başlarında Büyük Millet Meclisinin açılması için çalışmalar sürerken Atatürk’ün, bayrak rengi olarak gök mavi rengi düşündüğüne yer veriliyor. Kitapta, Çankaya’da yapılan sohbetlerde Atatürk’ün gök rengini çok sevdiğini, bayrağın renginin de böyle olmasını arzu ettiğini arkadaşlarına söylediği, ancak bu yönde arkadaşlarından bir fikir veya teklif gelmeyince, 2. Mahmud döneminde kabul edilen ay yıldızlı al bayrakla devam edildiği anlatılıyor.

Kitapta, "Atatürk’ün Meclis-i Mebusan üyesi olduğu, fakat bu Meclisin toplantılarına hiç katılmadığı" bilgisi de yer alıyor. 7 Kasım 1919 seçimlerinde Erzurum’dan Meclis-i Mebusan’a milletvekili olarak seçilen Atatürk’ün, "hastalığını" bahane ederek Meclis çalışmalarına katılmadığı kaydedildi.

ÜLKE YOKLUK İÇİNDEYDİ

Kitapta, bazı olaylar da şöyle anlatılıyor: - Kurtuluş Savaşı döneminde, sadece düşmanla değil, yoksullukla da mücadele ediliyordu. Erzurum Kongresinden sonra Sivas Kongresine katılmak için yol hazırlıklarına başlayan Mustafa Kemal Paşa’nın durumunu, heyetin para işleriyle uğraşan Mazhar Müfit Kansu hatıralarında şöyle anlatıyor: Erzurum’dan Sivas’a yola çıkacaktık, fakat yola çıkmak için gerekli yakıtı alacak ve yolda iaşeyi sağlayacak para yoktu. Heyet üyelerinden 60 yaşındaki Binbaşı Süleyman Bey, biriktirmiş olduğu 900 lirayı verdi. Süleyman Bey, bundan Mustafa Kemal Paşa dahil kimsenin haberi olmamasını istedi. - Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1923’te en yaşlı üye sıfatıyla Sinop Mensubu Şükrü Bey’in başkanlığında toplanıyor. Açış konuşmasından sonra söz alan Mustafa Kemal Paşa, kürsüye çıktığında üzerinde Erzurum Valisi Münir Bey’in elbisesi bulunuyordu. - Mustafa Kemal Paşa, temsil heyetiyle Ankara’ya geldiğinde ülkenin her tarafında yokluk hüküm sürüyordu. Ekmekçilere bile verecek paraları kalmadığını yazan Mazhar Müfit Kansu, kendi kürkünü sattırdığını anlatıyor.

HALK "KÜRDİSTAN MESELESİNİ" NASIL REDDETTİ?

Lozan Konferansı'na "Kürdistan" temsilcisinin davet edilmesi üzerine, Mecliste 17 Mart 1921 tarihinde genel görüşme yapıldı. Bu görüşmede, "Kürdistan meselesi diye bir meselenin mevcut olmadığına" dair Doğu illerinden gelen çok sayıda telgraftan biri okundu. Tutanaklara geçen telgraf metni kısaca şöyle: "Türk birliğinden ayrılmak zihniyetinde bulunanları Kürtler, kendi milletlerinden saymazlar. Kürtlerin mukadderatı, Türk’ün mukadderatıyla beraberdir. Biz Kürtler, TBMM Hükümetinden başka kurtarıcı beklemediğimiz gibi, İtilaf devletlerinden merhamet dilenmeye tenezzül etmiyoruz. Misak-ı Milli dahilinde sulh yapılmasını temin için bütün varlığımızla Hükümetimize yardım edeceğimizi, TBMM Hükümeti dahilinde Kürtlüğün ayrı bir unsur olarak bilinmesini hiçbir zaman işitmek istemediğimizi arz ve başarılar temenni ederiz." Aynı konuyla ilgili telgraflar 31 Mart 1921 tarihine kadar gelmeye devam eder. Telgrafların hangi illerden ve kimlerden geldiği tekrar Meclis’te ele alınır. Genel Kurulda okunan diğer telgrafta ise "Altı buçuk asırdır ki Türkiye idaresinde rahat ve refah içinde yaşıyoruz. Hiçbir zaman Türkiye’den ayrılmak, ayrı bir hükümet kurmak Kürtlerin hatırına gelmemiştir. Tarihimiz, dinimiz ayrılık kabul etmeyecek bir manevi ve maddi mahiyeti ile birbiriyle iç içedir. Kürdistan namına konferansta söz söyleme yetkisi, yalnız Büyük Millet Meclisi Hükümetini temsil eden Türkiye heyeti üyelerine aittir" deniliyordu.

(aa)

ENGİN03
20-01-2011, 16:17
Harem Hiyerarşisi İçerisinde Maaş Sistemi

İmparatorluğun hazinesi içerisinde harem sakinlerine ayrılan maaşlar (mevacib) kurumun kendi içerisindeki hiyerarşiyi ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir. Yine de alınan bu maaş kişilerin bütün servetinin göstergesi olmasa bulundu konumun önemini vurgulamaktaydı.

Harc-ı Hassa defterleri incelendiğinde kaşımıza üç kısımdan oluşan bir tablo çıkmaktadır. İlk grup valide sultan, haseki sultan ,padişah kızları ve şehzadelerden oluşan yani sultan lakabını taşıyan elit ve en üst kısımdır. Daha sonra ise kurumun en önemli görevlilerinden biri olan baş kethüda ve padişahın süt annesi olan daye hatun gelmektedir. En alt kısım ise en kalabalık bölümü oluşturan hizmetçi kadrosunu oluşturmaktadır.

Verasette dahil olmak üzere harem kurumu içerisindeki her türlü düzenleme ve idari işlerden sorumlu olan valide sultanın tartışmasız konumunu aldığı maaşla da kendini belli etmektedir. Hürrem Sultan’dan sonra haremi yöneten ilk valide sultan olan Nurbanu’nun günlük 2000 akçelik bir maaşı bulunmaktadır.

Safiye Sultan’nın maaşı ise oğlu III. Mehmet tarafından günlük 3000 akçeye çıkartılmasıysa tahta çıkmasından bir buçuk yıl sonraya yani Eğri seferi için İstanbul’dan yola çıkılmasının hemen öncesine rastlar.Bu yükseltme hiç şüphesiz padişahın yokluğunda kendisine verilen otoritenin işaretidir. Sefer dönüşündeyse maaşın eski haline çevrilmediği görülür.

III.Mehmet’in ölümünden sonra eski saraya çekilen Safiye Sultan yine günlük 3000 akçe maaş almaya devam etmiştir. O sırada tahtta olan 1. Ahmet’in annesi ise 1000 akçe maaş almaktaydı. Bunun nedeni olarak da babasının her konuda annesinin gölgesinde kalmasını eleştiren padişahın makamın gücü ve otoritesini sınırlandırmak için böyle bir harekette bulunmuştur.

Daha sonra tahta çıkan 1.Mustafa’nın annesi ismi tarif kaynaklarında geçmez. Yine günde 3000 akçe maaş almıştır .Bunun nedeninin de oğlunun akli yönden yetersiz olması nedeniyse sahip olduğu sorumluğun bir göstergesi olarak kabul etmek mümkün.

Kösem Sultan iki oğluna yirmi beş yıl boyunca valide sultanlık yapmış ve inanılmaz bir güce kavuşmuştur. 1648 yılında İbrahim’in tahttan indirilmesi ve yerine yedi yaşındaki oğlu IV.Mehmet’in geçirilmiş olsa da Valide-i Muazzama olarak anılmaya ve gücünü korumaya devam etti. Valide Sultan olan Turhan 2000 akçe maaş alırken Kösem 3000 akçe maaş almaya devam eder. Kösem Sultan’ın saray içerisindeki egemenlik savaşın kaybetmesi ve 1651 yılında öldürülmesinden sonra haremin tek hakimi olarak Turhan Sultan’nın maaşı 300 akçeye yükseltilir.

Devletin en yüksek ve stratejik kurumlarında görev alan şeyhülislam için günde 750 akçe, Rumeli Kazaskeri için günde 572 akçe, Anadolu Kazaskeri için 563 akçe, yeniçeri ağası için 500 akçedir. İmparatorluğun sahibi olarak görülen padişahın bile günlük cep harçlığı 1000 akçedir. Padişah ve annesinin maaşları arasındaki bu oran valide sultanlığın önemini iyice gözler önüne sermektedir.



Haseki Sultan: Tahta geçecek olan şehzadenin annesi olarak konumu harem içerisinde valide sultandan hemen sonra gelmektedir. 1575 yılında III.Murat tahta çıktığında hasekisi Safiye Sultan günlük 750 akçe maaş alamaya başlar. O dönem içerisinde Safiye’nin maaşına yaklaşabilen tek kişi Murad’ın halası yani Kanuni ve Hürrem’in kızı olan Mihrimah Sultan’dı. Kanuni’nin Manisa’da ki şehzadelik döneminde annesi Hafsa Sultan günde sadece 200 akçe almaktaydı. Kanuni’nin resmi nikahlı eşi olan Hürrem’in aldığı 2000 akçelik maaş kendisinden sonra hiçbir hasekiye verilmemiş sadece valide sultanlara tahsis edilen bir miktar olmuştur. Bu uygulamadaki iki istisnaya ise Nurbanu(1000 akçe) ve Safiye’de(700 akçe) rastlanır. Padişahın eşleri arasında fark yani hasekilik makamı kalktığında bile eşlerin konumu kız kardeşlerden üstün oldu. İbrahim’in kız kardeşleri Ayşe Fatma ve Hanzade Sultanlar günde 400 akçe maaş alırken iki cariyesi günde 1000 ve 1300 akçe maaş almaktaydı. 17.yy!a baktığımızda ise hasekilerin aldığı günlük yüz akçe maaş makamın önemini iyice yitirdiği anlamına geliyor.



Sultanlar ve Şehzadeler

Sultanların saray içerisinde ki konumu önemli bir role sahip olan devlet adamlarıyla evlenmesiyle artmaktaydı. Saray içerisinde bekar olarak hayatını sürdüren bir sultan kızı günlük 100 akçe maaş alırken evlendikten sonra bu maaş 300 yada 400 akçeye çıkardı. Bu durum sadece sultan kızları için değil şehzadeler içinde aynıdır.Süleyman Manisa sancağında günde sadece 67 akçe sarayda bulunan evlenmemiş kız kardeşi 40 akçe maaş almaktaydı.Saray içinde yaşayan bir şehzadenin maaşı hiçbir zaman 100 akçenin üstüne çıkmamıştır. Toprak ya da herhangi bir dış kaynakla beslenmeyen maaşları harem içindeki diğer kişilere oranla oldukça düşük olmasının nedeni henüz saraya bir hizmette bulunmamalarından kaynaklanmaktaydı.



Daye Hatun

Padişahın süt annesi konumundaki bu kadınlarla padişah arasındaki ilişki bazen tam manasıyla bir anne oğul ilişkisi gibi gelişebiliyor. Fatih dayesi Ümmü Gülsüm’e İstanbul ve Edirne’de cami yaptırabilecek kadar gelir vermiştir. Bunda padişahın annesinin küçük yaşta ölmesinin de etkisi bulunmaktadır. II. Osman’nın dayesiyse valide sultanın ölümünden sonra iki sene ona yol gösterici bir konumda bulunduğu dönemde günde 1000 akçe maaş almıştır. II.Beyazıd ise kızlarından birini dayesinin oğullarından biriyle evlendirir. Şemsi Ahmet Paşa aynı zamanda sultanın yakın bir arkadaşı olmasıyla tanınmaktaydı. III. Mehmet’in dayesinin kızıysa sadece birkaç gün sadrazamlık yapan Mehmet Paşa ile evliydi.



Kethüda Kadın

Haneden ailesiyle doğrudan bir bağı bulunmadığı halde elit kesin arasına girmeyi başarmıştır. Aynı padişahın süt annesi Daye Hatun gibi Kethüda Hatun’da ilk dönemlerden beri önemli bir yere sahip olmuştur.Makamın esas görevi padişah ve valide sultanın hizmetlerini yerine getirecek olan seçkin bir grubun eğitiminden sorumlu olmaktı.

II. Bayezit ve I. Selim saltanatlarından sonra Harc-ı Hassa defterlerinde yerini alır. Makamda bulunan en güçlü kethüda ise III.Murad döneminde sarayda bulunan Canfeda Hatun’dur. Nurbanu Sultan önce oğluna haremin yönetimi ona bırakmasını söylemiş. III.Murat’ta annesinin vasiyetini yerine getirmiştir. Kendisinin emeklilik maaşı günde 100 akçe olmuş daha sonra üstlendiği imar işleri için yetersiz kaldığı anlaşıldığında yükseltilmiştir. Aile üyelerinden sayılmasının bir başka nedeni de hem padişah annesi hem de valide sultan’a vekalet edebilmeleriydi.





Hanehalkı: Sarayın üst kısımlarındaki elit aile hanesinin büyüme göstermesiyle hane haklının da çoğalması kaçınılmaz olmuştur. Burada hane halkı ve hizmetkarlar olarak karşımıza çıkarlar. Hizmetkarlar sarayın günlük işleriyle ilgilenen en alt seviyede ki üyelerinden oluşuyordu. Bunlara da dişi köle anlamına gelen cariyeler olarak bilinirlerdi. Hane halkı terimi ise cariyelerden konum ve maaş olarak bir üst noktada bulunan mevki sahibi olan harem halkı için kullanılıyordu. Bu grup haremdeki kaba işleri yapanlardan oluşmakla beraber saraya yeni alınmış ve henüz eğitim aşamasındaki kızlardan da oluşmuş olabilir. Maaş seviyelerindeki farklar görev bölümünün bir sistem şeklinde olduğunu düşündürmektedir.

ENGİN03
20-01-2011, 16:26
YÖRÜK ALİ EFE

Yörük Ali Efe 1895 yılında, Aydın İli Sultanhisar İlçesi Kavaklı Köyünde dünyaya gelmiştir. Babası Sarıtekeli aşiretinden İbrahim oğlu Apti, annesi yine yörüklerin Atmaca aşiretinden Fatma’dır.


Yörük Ali ondokuz yaşına geldiğinde, Aydın dağlarında dolaşan Alanyalı Molla Ahmet Efe’nin gurubuna katılmak istedi. Ağır bir sınavdan geçirilerek guruba alındı. Kısa zamanda Efe’nin ve tüm zeybeklerin güven ve sevgisini kazanarak gurupta ikinci adam konumuna yükseldi. Alanyalı Molla Ahmet Efe’nin Bozdoğan Kavaklıdere baskınında ölmesi üzerine Yörük Ali Efe olarak gurubun başına geçti. Dört yıldan fazla dağlarda dolaşan Yörük Ali Efe, bu süre içinde daima ezilenin mağdur edilenin, güçsüzün yanında oldu. Haklı olarak halk tarafından sevildi, itibar ve destek gördü.


Yörük Ali Efe 1919 senesinde dağdan indi. O sıralar düşman İzmir’i, ardından Aydın ve Nazilli’yi işgal etmişti. Yörük Ali Efe, Kıllıoğlu Hüseyin Efe ve bazı arkadaşları, Aydın İli’nin Çine İlçesi Yağcılar Köyünde toplanarak, Sultanhisar İlçesine iki kilometre uzaklıkta Malgaç demiryolu köprüsü yanındaki güçlü ve tam teçhizatlı düşman karakoluna baskın yaptılar. Tarih:16 Haziran 1919. karakol tümüyle imha edildi. Oldukça önemli cephane ve erzak ele geçirildi. Bu baskın Batı ve Güney Anadolu’da düzenli, bilinçli, ve milli şuurla düşmana yapılan ilk baskındır. Bu önemli başarı halka ümit ve cesaret vermiş, düşmanın yurttan kovulabileceğine olan inancını arttırmış ve Yörük Ali Efe’nin liderliğini perçinlemiştir. Düşman beklemediği bu baskın karşısında paniğe kapılmış, Nazilli’deki kuvvetlerini Aydın istikametine çakmıştır. Ne yazık ki çevreyi yakarak, yıkarak, masum insanları öldürerek... Daha sonra 7. tümen kumandanı Şefik AKER’in başkanlığında kurulan halk meclisinde oy birliğince alınan karar uyarınca Aydın, Yörük Ali Efe emrindeki kuvvetler tarafından birinci kere kurtarılmıştır. Ancak takviye kuvvetlerle güçlenen düşman ordusu Aydın’ı ikinci kez işgal etmiştir. Artık kanlı savaşlar başlamıştır. Köşk, Umurlu ve Dörtyol cephesi kurularak olağanüstü cesaretle, donanımlı ve sayıca çok fazla olan düşman kuvvetleri büyük kayıplara uğratılmıştır. Böylece düzenli ordu kurulana kadar yirmi aylık bir süre düşman kuvvetlerinin Aydın kanadından Anadolu içlerine ilerlemesi engellenmiştir.


Düzenli ordunun kurulması üzerine Yörük Ali Efe, emrindeki savaş deneyimi çok iyi olan büyük bir gurubu her ferdinin istek ve sevgisiyle orduyla bütünleştirmiştir. Kendisi de Milli Aydın Cephesi Komutanı olarak savaş sona erene kadar vatani görevini sürdürmüştür.


Yörük Ali Efe alçak gönüllü bir insandı. Kurtuluş Savaşındaki rolü ile ilgili olarak yapılan övgülere verdiği şu yanıttı her zaman hatırlanacaktır.


“Bazı kimseler savaş zamanında yapılan işlerin birçoğunu bana ve başkalarına mal ederler. Bu yanlıştır. Bir kişinin, beş kişinin böyle büyük davalarda ne ehemmiyeti olur ki? Gönlünde vatan muhabbeti taşıyan her vatansever o günlerde bizim gibi düşünmüş, bizim gibi duymuş ondan sonra da bizimle beraber olmuştur. Milli mukavemette aslan payını kendine ayırmakta hata vardır. Bir elin şamatası olurmu ki?”


Yörük Ali Efe Kurtuluş Savaşından sonra altı sene İzmir’de yaşadı, 1928 senesinde, Kurtuluş Savaşında bir süre karargahı olan Yenipazar’a taşındı. 1951 senesinde, tedavi için gittiği Bursa’da vefat etti.


Yörük Ali Efe vasiyetinde Yenipazar’da toprağa verilmesini istedi. Ayrıca “Halkı iyidir, toprağı sever, toprağı seven insan sever. Ben orada rahat ederim dedi.

Kuva’yı Milliye’nin bu değerli komutanı TBMM tarafından istiklal madalyası ile ödüllendirilmiştir. Ayrıca değerli Türk halkının ona verdiği, rütbelerden en büyüğüdür. “Hey gidinin Efesi-Efesi-Efelerin Efesi...”

ENGİN03
20-01-2011, 16:28
ERİZO FERRARİ (1898 - 1988)

İtalyan otomobil fabrikatörünün adı hızlı, şık ve sıradışı taşıt araçlarıyla eş anlamlıdır. Otomobil yarışçısı olarak kariyerini başlatan Ferrari, her gün kullanılan bir eşyayı bir sosyal mevki sembolü haline getirdi.

Modena/Emilia-Romagna'da bir dökümhane sahibinin oğlu olarak dünyaya gelen Enzo, ilk kez on yaşındayken Bologna'da götürüldüğü bir yarış sırasında otomobil sporuyla tanıştı. 1916'da Modena'daki teknik okulu bitiren Ferrari, bir yıl sonra askere alındı. Ne var ki, geçirdiği zatülcenp yüzünden kısa bir süre sonra çürüğe çıkarıldı. FIAT'a girme çabaları sonuç vermeyince, Ferrari otomobil sektöründe işçi olarak hayatını kazanmaya başladı.

Savaş sonrasında kurulan Costruzioni Meccaniche Nazionali (CMN) şirketi Ferrari'ye 1919'da otomobil yarışçısı olarak iş verdi. 21 yaşındaki Ferrari aynı yıl içinde ilk yarışına (Parma-Berceto) katıldı. Günümüzde silindir kapasitesine göre araçların formüllere ayrılması, o tarihte henüz söz konusu değildi. Yarışlar "Formula Libre" adı altında düzenlenip yarış, motor ve şasi spesifikasyonlarını içeren yönetmelikler bulunmamaktaydı.

Ferrari 1920'de Milanolu otomobil firması Alfa Romeo'ya geçerek bu şirket için katıldığı ve Sicilya'yı çepeçevre kuşatan Targa Florio yarışında ikinciliği elde etti. Böyle iyi bir sonuç almasına karşın kendisine otomobil yarışçısı olarak bir isim yapamadı. Alfa satıcısı olarak çok daha başarılı oldu. Agresif (saldırgan) satış politikası sayesinde Emilia bölgesinde şirketin tek temsilcisi oldu. Modena'da kiraladığı bir garajda Alfa ve kullanılmış spor otomobil satışını yürütmek için Carrozzeria Emilia, Enzo Ferrari & Cia adlı şirketi kurdu.1923'te yoksulca bir aileden gelen Laura Domenica Garello ile evlenerek bir erkek çocuğu sahibi oldu.

Spor yönünden başarılı bir yıl geçirdikten sonra, Ferrari 1924'te Alfa Romeo'nun Grand-Prix ekibine üye oldu. Ne var ki, Lyon'da yapılacak Avrupa Büyük Ödül yarışına herhangi bir neden ileri sürmeksizin katılmayacağını bildirince, bu, otomobil yarışçılığı kariyerinin sonu oldu.

Ferrari 1925'te Bologna'da bir Alfa şubesi açtı. Bundan dört yıl sonra kendi yarış ekibini kurdu. Scuderia Ferrari'den Tazio Nuvolari ve Alberto Ascaro gibi ünlü yarışçılar çıktı. Ferra- ri'ye başarılarından dolayı 30. doğum gününde İtalya'nın faşist diktatörü Benito Mussolini tarafından onursal "Commendatore" (kumandan) payesi verildi. Bunu izleyen yıllarda Ferrari tamamen yarış arabaları tasırımına yoğunlaştı. Bunun sonucu olarak 1937'de ortaya çıkan Alfa 158, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra iki dünya şampiyonluğu kazandı. 1938'de Alfa yarış bölümü müdürlüğüne getirilen Ferrari, kendi ekibini dağıttı. Aradan bir yıl geçtikten sonra yönetimdeki anlaşmazlıklar nedeniyle Alfa'dan ayrıldı.

Otomobil Yarışçılığının 1 Numarası 1943'te kurduğu Auto-Avio-Costruzioni Ferrari, ilk baştan Roma'daki Havacılık Derneği ve Breda Silah Fabrikasıyla çok yakın ilişkiler içinde olmuştur. Bu fabrikalar İkinci Dünya Savaşı sıralarında Modena yakınlannda Maranello adlı bir dış mahalleye taşındılar. Bu fabrikalar iki kez yandıktan sonra 1946'da yeniden inşa edildiler. Aynı yıl içinde ilk Ferrari yarış arabası fabrikadan çıktı. 1949'da Fransız Le Mans yarışını kazanan Luigi Chinetti, bununla Ferrari'nin Formula 1'de yirmi yıl sürecek olan zaferini başlatmış oldu. Bundan üç yıl sonra Ascari en üstün spor otomobil kategorisinde Ferrari'ye dünya şampiyonluğunu kazandırdı.

Ferrari, şirketini ataerkil bir biçimde yönetti. Kendi imajı konusunda son derece titiz olan Ferrari, halkın arasına çıkışlarını en ince ayrıntısına kadar planlıyordu. Otomobil yarışçılığı konusunda tartışmasız başarılara imza atmakla beraber, şirketi giderek parasal sorunlarla savaşmak zorunda kaldı. "II Commendatore" 1960'da hisselerinin bir bölümünü satmak zorunda kaldı. Firmasının adı bundan böyle SEFAC - Automobili Ferrari SpA oldu. Ferrari üretim hakkını 1965'te FIAT'a devretti. Torinolu FIAT şirketi, Ferrari şirketinden önce % 50, ardından % 60 oranında hisse satın aldı. Artık 79 yaşında olan Ferrari, 1977'de şirket yönetiminden çekilmekle birlikte, söz hakkını korudu ve yarış bölümünü yönetti.

Güney Afrikalı Jody Scheckter 1979'da Ferrari'ye son dünya şampiyonluğunu kazandırdıktan sonra, 80'li yıllarda yarış ekibi büyük başarılar kaydedemedi. Bunun ardından Ferrari kısıtlı sayıda özel spor otomobil üretimine yoğunlaştı. Bu otomobiller bütün dünyadaki otomobil meraklıları için nerdeyse efsanevi bir anlam taşımaktadır. Görme yetisini giderek yitiren Ferrari, ömrünün son yıllarını insanlardan uzakta Modena'da geçirdi ve burada 1988'de 90 yaşında öldü. Ölümünden sonra, kendi elinde tuttuğu şirket sermayesinin geri kalan yüzde kırkı da FIAT'a geçti.

ENGİN03
20-01-2011, 17:19
Tanrıça Hekate'nin Öyküsü

Hekate,Titanlar arasında güneş soylulardan Asteria’dan doğma Persis’in kızıdır. Kişiliği çok gizemli olup göklerde, deniz-lerde, yeryüzünde, yeraltında her zaman her yerde hükmü geçen bir tanrıçadır. Tanrıların tanrısı Zeus onu herkesten üstün tutu ve ona karalarda, denizlerde, göklerde yetki payı verdi. Onu gençliğin baş tacı yaptı. İnsanlara günlük yaşamın mutluluklarını ve zenginliklerini vermekle görevlendirdi.
Hekate’nin Oliympos’un ölümsüz tanrıları arasında yeri büyüktür. Onlarla ilişkiler kurar iyi geçinir saygı ve sevgi görürdü. Halk toplantılarında yargıçlara akıl veren, savaşlarda barışlarda zaferi birlik ve düzeni sağlayan, yer altı ülkesine hortlakları, hayaletleri yollayan odur. Ölülerin ruhları onun yanında yürür, uluyan köpekler Hekat’nin gelmekte olduğunu haber verir, üç yol ağızlarına yiyecekler içecekler koydurur hayalet, hortlak ve ölülere sofralar donattırırdı.
Büyücülerin anası, tanrıçasıydı. Kirke ve Media büyücülüğü ondan öğrendiler . Hekate’ye yoldaşlık ettiler. Usta çırak ilişkilerini birlikte yürüttüler Efesli Artemis’in niteliklerini yansıtan Anadolu’ya özgü bir tanrıçaydı. Adı hiçbir efsaneye karışmadı.
Hekate’nin karmaşık bir kişiliği vardı. Bu günkü bilim onun bu karmaşık durumunu açıklamakta zorluk çekmektedir. Hekate kimi bölgelerde yol ağızlarında her yeri her şeyi görebilmesi için üç bedenli bir heykel olarak canlandırılmıştır. Kimi sanatçılar da onu aynı bedende üç başlı, altı elli olarak, ellerinde meşale, kılıç, hançer, kement, anahtar ve yılan tutarak görüntülemişlerdir. Hekate Anadolu’daki ana tanrıça Kybele ile kıyaslanabilecek evrensel bir nitelik taşımaktadır. Hekate’nin Muğla ili Yatağan ilçesinin kuzey batısındaki Turgut beldesindeki Lagina öreninde çok ünlü bir tapınağı bulunmaktadır. Bu görkemli tapınağın kalıntılarından bazı kabartmalar İstanbul Arkeoloji müzesinde korunmaktadır. Ozan Heseidos,Theogonia adlı eserinde Hekate'yi şöyle dile getirmiştir.

Ölümsüzlerin saygısı büyüktür ona,
Bu gün yer yüzünde kurban kesen her ölümlü
Hekate’nin adını anar yakarışlarında,
Kimin dileğini iyi karşılarsa o tanrıça
Onun elde edemeyeceği şey yoktur,
Ona bütün mutlulukları vermen elindedir,
Ünlü Gaia ile Uranos’un bütün çocukları
Kendi paylarından pay vermişlerdir ona…
Kim hoşuna giderse Hekate’nin
Yardım görür ondan, destek bulur onda.
Meydanlarda, kalabalıklar içinde
Kimi isterse onu parlatır Hekate.
Ölüm-kalım savaşlarında Hekate
Dilediği savaşçıya yardım eder.
Dilediğine verir başarıyı, şanı,şerefi
Kurultaylarda saygın kralların yanındadır.
İnsanlar arasındaki yarışmalarda
Tanrısal gücüyle işe karışır
Zaferi kazanan alır güzel ödülü
Ve şeref kazandırır yakınlarına.
Binicilerden de dilediğine yardım eder.
Belalı engin denize açılanlarda
Başvururlar Hekate’ye ve yeri sarsan tanrıya,
Bereketli av sağlar onlara tanrıça,
Ya da tam başaracakları sırada
Avlarını alır ellerinden canı isterse
Hermes’le sürüleri üretir ağıllarda
Öküzleri, keçileri, ak yünlü koyunları
Azaltır ya da çoğaltır gönlünce.
Ölümsüzler arasında yeri büyüktür Hekate’nin
Zeus gençliğin besleyicisi yapmıştır onu

Halil64
21-01-2011, 12:30
Konun hayırlı, ömürlü olsun dostum.
Tarih, Türk milletinin altın sayfalardan oluşan kültürüdür.
Onun için bu sayfalarda çok güzel bilgiler olacağını düşünüyorum.

ENGİN03
21-01-2011, 12:31
Topun Türklere Satılması


Tam Bir Şehirli Yaklaşımı
1453, Konstantinopol

Bir savaşta insan sadece kendi teknolojisinin durumunu değil, rakibinin de hangi yeni teknolojileri karşısına çıkarabileceğini hesaplamalıdır.

Konstantinopol şehri yedi yüzyıldan daha uzun bir süre İslam dünyasının saldırısına uğramıştır. Önce 7. ve 9. yüzyıllar arasında Araplar, sonra da 12. yüzyılda bölgeye gelen Türkler. Şehri kurtaran o gün için ileri teknoloji sayılabilecek Rum Ateşiydi. Neft ve ziftten oluşan bir karşımdı bu. O günün napalm bombası diyebileceğimiz formülü saklı olan bu gizli madde gemilere yükleniyor ve bronz bir toptan ateşleniyordu.

Elli metreden daha geniş bir alan içerisinde tahtadan yapılmış hiçbir gemi yaklaşamıyordu. Buna benzer alev atan mancınıklar da kale duvarlarında sabit bir biçimde duruyorlardı. Böylece yedi yüzyıl boyunca şehir saldırılara göğüs gerebilmişti. İmparatorluğun geri kalanı parça parça elden çıktıysa bile şehir Bizans'ın elindeydi.

15. yüzyıl başlarında Roma İmparatorluğu'ndan geriye kalan bu şehir ve birkaç küçük Ege adaşıydı. 1451'de daha sonra "Fatih" unvanını alan II. Mehmet tahta geçti ve yedi yüzyıllık amacı gerçekleştireceğine ant içti. Güçlü Konstantinopol şehri Osmanlı kılıcına boyun eğecekti. Mehmet, kenti alma konusunda parlak fikirlerle gelen herkesin Hıristiyan, Müslüman ya da Musevi olmasını önemsemeksizin ödüllendirileceği haberini her yere saldı.

Top yapımındaki yeniliklerin yaygınlaşması henüz birkaç nesillik bir olaydı. Önceki toplar küçüktü, yararsızdı ve hedefi tutturamıyordu. Ancak kısa bir mesafe içinde isabet sağlayabiliyorlardı. Barut zamansız patlayabilirdi, tehlikeliydi ve içindeki kömür, sülfür gibi maddeler nakliye sırasında ayrılıyordu. Bunları bir arada tutmak için geliştirilen teknikler henüz piyasada değildi.

Dolayısıyla bu yeni silah sistemi çok ses çıkaran bir oyuncaktan daha fazlası gibi gözükmüyordu. Aslında Wright Kardeşlerin yaptığı ilk uçak da tehlikeli bir uçurtmaydı ancak arkasından gelen Messerschmitt ve Spitfire'lar çok şeyi değiştirdi.

Macaristan hükümdarı Urban toplara bayılırdı. Barutun zamansız patlaması ve isabet sorunlarına bir çare bulmayı başardı. Eğer topların boyutu ve güçleri artırılırsa doğru yere isabet etmesinin çok önemi kalmayacaktı. Devasa büyüklükteki top mermisi nereye düşerse düşsün büyük bir alana zarar verecekti. Hayallerindeki silah tam bir canavardı, bir tondan daha ağır ve 120 cm. çapındaki bir top mermisini atabilecek bir top. Bu süper topu destekleyecek 90 cm. çaplı mermi atabilen küçük toplar, küçük taşlarla yüklü mancınıklar kuşatılmış bir şehirden gelebilecek her türlü saldırıya karşı bu büyük topu da koruyabilirdi.

Bu silahların imal edilmesinin büyük bir paraya mal olacağını söylemeye gerek yok. Süper silah beraberinde büyük bir asker gücü ve yüzlerce ton barut gerektirecekti.

Urban bu silahın zafer kazandıracağını biliyordu ve iyi bir silah tüccarı gibi bu fikri satmak için dolaşmaya başladı. Akla ilk gelen müşteri adayı tabii ki Konstantinopol'dü. II. Mehmet'in orduları Çanakkale Boğazının doğu tarafında toplanıyordu ve Osmanlı Türkleri Bizans'a karşı kutsal bir savaş ilan etmişti. Urban'ın teklifini ilk olarak İmparator XI. Konstantin'e götürülmesinde mutlaka az da olsa din ve ırk birliğinin etkisi vardı.

Hazırladığı süper silahların planlarını göstererek buna sahip olacak herhangi bir şehrin tüm saldırıları kolayca püskürtebileceğini anlattı. Bu güçlü silahtan atılacak bir mermi, yüzlerce saldırganı öldürebilir ya da bir gemiyi batırabilirdi. Düşman karşılarına aynı büyüklükteki silahlarla çıksa bile onları daha kullanamadan etkisiz hale getirilebilirdi.

Ancak Urban reddedildi. Danışmanlar denenmemiş silahlara para harcamaktansa o parayla biraz daha kiralık asker tutulabileceğine karar verdi. Herhalde Bizans, Urban'ın bir silah tüccarı olduğunu ve bir dahaki durağının Boğazın öte yakası olacağını düşünememişti. II. Mehmet teklifi hemen kabul etti ve Urban'la bu silahları hazırlaması için anlaştı.

Bir yıl sonra Mehmet'in ordusu şehri kuşattı. Kuşatmanın kaderini Urban'ın dev topları belirledi. Silahlar Bizanslıların Rum Ateşlerinin menzili dışına yerleştirildi. Ayrıca bu silahların yapılması için harcanabilecek parayla tutulan askerlerin oklarından da uzaktı.

Surlar yıkıldı, Türkler içeri girdi ve XI. Konstantin öldürüldü. Urban'ın silahlarını reddeden danışmanların da Konstantin ile birlikte öldüğünü düşünmek isteyebilirsiniz ancak bu tür bir adalet nadiren gerçekleşir.

Urban'ın silahları Türklere satma fikri uzun vadede yanlış bir karar olabilirdi. İstanbul artık Türklerin önünde bir engel değildi, dahası Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti olmuştu. Bu da tüm Güneydoğu Avrupa'nın savaş alanı haline gelmesi demekti. Dahası Türkler Viyana'ya kadar uzanacak ve Urban'ın kendi ülkesi bir savaş alanına dönecekti. Malını satıp para kazanma tutkusu Macaristan'ın bugün bile korkulu rüyası olan, beş yüz yıllık bir çatışmaya neden olmuştu.

ENGİN03
21-01-2011, 12:32
Veba ve Kediler




Kediler İçin Kara Bir Gün
1300'lerde Avrupa

'Kara Ölüm' olarak bilinen veba salgını ilk olarak 1300'lerde Çin'de ortaya çıktı. Kurbanların şikayetleri ağrılar, ateş ve bulantıyla başlıyordu. İnsanların dirseklerinde ve kasıklarında mor kabarıklıklar oluşuyor ve kısa sürede yumurta büyüklüğüne ulaşıp sertleşiyordu. Bu yumurtalar patladığında içinden pis kokulu siyah bir madde fışkırıyordu ancak bu rahatlama kurban için çok geç oluyordu. Çünkü hasta beş gün içinde ölüyordu.

Bunun bilinen bir tedavisi yoktu ve alınan hiçbir önlem işe yaramıyordu. Seksen yıl içinde hastalık Çin nüfusunu üçte bir oranında azaltmıştı. İyi işleyen ticaret yolları aracılığıyla da salgın batıya doğru, Hindistan ve Ortadoğu'ya ilerliyor, her gün binlerce insanın ölümüne neden oluyordu.

Hastalığa neyin sebep olduğu bulunamıyordu. 1347'de bozkır savaşçıları bir Ceneviz şehrini kuşatıp mancınıkla hastalıktan ölmüş cesetleri şehre fırlattılar. Böylece şehrin çoğunluğu hastalığa yakalandı. Bu cesetler toplanıp yakıldı ve ardından da gömüldü ancak hastalığın yayılması engellenemedi. Şehir mahvolduğu için Cenevizliler Sicilya'ya geri döndü ve hastalığı orada da yaydılar. Hastalık, yeni ve kendisiyle ilgili hiç bilgisi olmayan bir nüfusa yayılacaktı. Sicilya üzerinden Avrupa ve Kuzey Amerika da hastalıkla tanıştı ve milyonlarca insan öldü.

Bu salgına hastanın derisinin son aşamalarda koyu mor bir renge dönmesinden dolayı "Kara Ölüm" adı verildi. Derinin bu renge dönüşmesi, soluma sorunları yüzünden kanda oksijenin azalmasından kaynaklanıyordu. Hastalık bir kere bedene girdikten sonra o günün hiçbir tıp tekniği tedavi edemiyordu. Kara ölüm şehirlerin tümünü darmadağın ederken Avrupa uygarlığının da paniğe kapılmasına yol açtı

Doktorlar salgını durdurmanın yollarını aradılar. Hastalar evlerinde karantina altına alındılar ancak hastalık yine de bir orman yangını hızıyla yayıldı. Birçok insan kara ölümün, Tanrının onlara günahkar yaşamları yüzünden gönderdiği bir ceza olduğuna inandı. Tanrının öfkesini yatıştırmak için insanlar günah keçileri aramaya koyuldu.

Bazı dindarlar Tanrının öfkesini kendi üzerlerine çekip insanları kurtarmak için kendilerini kırbaçladı. Özellikle Brüksel ve Strasburg'da bazıları olanları Musevilerin varlığına bağladı.

Bu panik döneminde binlerce insan öldü. Salgının cadılar yüzünden ortaya çıktığı da söylendi. Zararsız erkek ve kadınlar evlerinden alınıp hastalığın yayılmasını önleme amacıyla yakıldı. Kedilerin ise parlayan gözleri ve geceleri dışarıda çok dolaşmaları yüzünden bu "cadıların" büyülü hayvanları olduğu düşünülüyordu. Binlerce kedi katledildi.

Aslında Avrupalılar kedileri öldürerek salgına karşı en birinci savunma hatlarını kaybetmiş oluyorlardı. Çünkü veba salgını, öteki adıyla Yersinia Pesüs yaygın bir fare biti tarafından taşınıyordu. Ortaçağda her yer fare doluydu. Kanalizasyon ilkeldi. Caddeler insan dışkısı, çöp ve ölü hayvan artıklarıyla doluydu. Kara veba, hastalığı taşıyan bitlerin fareler yoluyla yayılması sonucu artmıştı.

Cenevizlileri Avrupa'ya geri getiren gemide insanlarla birlikte karaya çıkan fareler hastalığı taşımışlardı. Limanda yaşayan bir sürü kedi öldürülmemiş olsaydı fareleri yiyeceklerdi ve hastalık yayılmayacaktı. Ancak bu kemirgenler kontrolsüz kaldı ve getirdikleri hastalığı korumasız binlerce eve yaydı.

14. yüzyılda salgın hastalık Avrupa'da beş kez daha baş gösterdi. Salgın sona erdiğinde nüfusun üçte birinden fazlası ölmüştü. Kediler öldürülmemiş olsaydı ölüm oranı çok daha az olurdu.

ENGİN03
24-01-2011, 00:47
Prof.Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
CARİYELER


CARİYELER

Cariyeler ve Kadınefendiler taşlığı: Cümle kapısı holünden Kızlarağası Dairesi ile Kalfalar Koğuşu arasında devam eden yoldan sola dönülerek Cariyeler Hamamı ile Kadınefendi daireleri arasındaki geniş ve uzun hole cariyeler ve Kadınefendiler Taşlığı denilmektedir. 16. yüzyıl ortalarında karaağalar taşlığıyla beraber inşa olunmuş. 1665 harem yangınından sonra yenilenmiştir.

Cariyeler ve Kadınefendiler taşlığı: Cümle kapısı holünden Kızlarağası Dairesi ile Kalfalar Koğuşu arasında devam eden yoldan sola dönülerek Cariyeler Hamamı ile Kadınefendi daireleri arasındaki geniş ve uzun hole cariyeler ve Kadınefendiler Taşlığı denilmektedir. 16. yüzyıl ortalarında karaağalar taşlığıyla beraber inşa olunmuş. 1665 harem yangınından sonra yenilenmiştir. Kadınefendi dairelerinin taşlığa bakan cephelerindeki manzara resimleri, naturalist Türk resminin 18. yüzyıldan kalan ilk örnekleridir. 16. yüzyıl sonlarında kadınefendi daireleri yapılmadan önce taşlık Haliç’e doğru bir terasla açılırdı.

Cariyeler Hamamı: Cariyeler ve Kadınefendiler Taşlığı’nın sonunda Karaağalar Koğuşu’na bitişik olarak yapılmıştır. Sarayın en eski hamamıdır. Kubbeli bir camekân, iki bölümlü ve tonozlu bir ılıklık ve küçük bir halvet bölümünden ibarettir. Hamamın yanındaki bir merdivenden taşlığın sol tarafında bir sıra abdest musluğu, büyük kubbeli hamam girişi, kalfalar dairesine çıkan merdiven kapısı, onun yanında hamam külhanının giriş kapısı bulunurdu.

Tam karşısında çamaşırlık, mutfak, kiler ve aşçıbaşına ait bir oda vardır.
Taşlığın sağ tarafındaki birinci, ikinci ve üçüncü kapı sırasıyla birinci, ikinci ve üçüncü kadınefendi odalarıdır. Dördüncü kapı kırk merdiven diye anılan 52 basamaklı, harem bahçesine inan geniş bir merdivene açılır. Beşinci kapı padişah sarayı dışında hiçbir benzeri olmayan cariyeler kopuşuna aittir. Birçok kalfa odasının bulunduğu üst kat sayesinde cariyeler koğuşunun galeri katına ulaşılır. Bu durum koğuşun sürekli olarak kontrol altında tutulduğunun bir işaretidir.



Harem

Cariyeler I. Koğuşu: Taşlığın haliç kenarında Kadınefendi Dairesi ile meşkhane arasında yer almaktadır. Mermer sütunlarla desteklenmiş asma katı bulunan büyük bir tek hacimdir. Zamanla sütun araları ahşap bölmelerle birleştirilmiş, tek tek mekanlar oluşturulmuştur. Mimari tarihimizde hemen hiç rastlanmayan bu tarz, cariyeler dairesindeki günlük hayat prensiplerine uygun hale getirilmek istenmesi sonucu ortaya çıkmış olabilir.

Yirmi, yirmi beş cariyenin oturduğu, yiyip, içtiği, yatıp kalktığı bu hacim içindeki asma katlara alttan çıkış imkanı yoktur. Asma katların korkulukları alt kattakilerin üst kattakileri görmesine engel olacak kadar yüksektir. Asma kata cariyeler taşlığındaki abdest muslukları yanında bulunan ustalar dairesinden geçilerek ulaşılırdı.

Üst katlarda yaşayan cariyeler ise acemi cariyeleri istedikleri zaman kolaylıkla denetleyebilirlerdi. Böylece acemileri cariyelerin, cariyeleri kalfaların, kalfaları ise ustaların farkettirmeden denetleyebildiği bir sistem ortaya çıkmıştı.

Bu durum koğuşlardaki hayatın kural ve disiplinlere uymasında, düzenli ve intizamlı olarak işleyişinde büyük etken olmuştur.
Koğuş büyük ve tek bir ocakla ısıtılır, ayrıca odalarda mangallar bulunurdu. Odalar sade olup bizzat sakinleri tarafından duvarlarında süslemeler yapılmıştır. Cumbalı ve kafesli pencereleri Marmara Denizi’ne ve Haliç’e bakardı.

Cariyeler yüksek kerevetler üzerinde yatarlardı. Yatakları yünden yapılmış olup sertti. Bütün gece dairelerde lambalar yanardı.

Cariyeler Alt Taşlığı: Topkapı Sarayı’nın Gülhane Parkı ve Arkeoloji Müzesi’ne bakan köşesinde bulunan üstü açık avludur. Cariyeler Üst Taşlığı’na göre 12 metre daha düşük rakımda yapıldığından burası Cariyeler Alt Taşlığı adı ile anılır. Taşlığın saray tarafında harem hastanesi ve mutfağı; sağda harem bahçesine bakan tarafında hekim odası ve Cariyeler İkinci Koğuşu; Gülhane Parkı’na bakan tarafta odun deposu; Arkeoloji Müzesi yönünde ise hamam, ölü yıkama yeri, meyyit kapısı ve çamaşırlık yer almaktadır.

Kırk merdivenle cariyeler dairesinin üst taşlığından (Kadınefendiler Taşlığı) inilen bu alt taşlığın harem bahçesine açılan kapısı cariyeler dairesi ile harem bahçeleri arasındaki bağlantıyı sağlamaktadır.

Cariyeler İkinci Koğuşu: Cariyeler Alt Taşlığı ile harem bahçesi arasında kalan cariyelere ait ikinci koğuştur. Cariyeler Birinci Koğuşu’nun benzeri olarak inşa edilmiştir. Pencereleri Cariyeler Taşlığı’na bakmaktadır. Büyük ocağı alt kattan üst kata kadar uzanır. Bu koğuşun da asma katları ile alt katı arasında merdiveni olmaması burada yaşayanların da acemiler ve cariyeler diye iki sınıftan oluştuğunu gösterir.

Cariyeler Hastanesi: 1665 Harem yangınından sonra Kadınefendi Daireleri cephesi ile büyük biniş önünde haremi bahçeden ayıran duvarlar kullanılmak suretiyle yapılmıştır. 40 merdiven sistemiyle cariye taşlığına, zemin katta harem bahçesi ve karşı yönde meyyit kapısı ile hasbahçeye açılır. Hastane, payeli revaklarla çevrili bir avlunun kenarlarındaki mekanlardan ibaret olup yer yer iki katlıdır. Harem hastanesine girişte sağ tarafta hastalar odası, sol yanda hastane mutfağı ve hastane koğuşu yer alır. Koğuş pencereleri cariyeler dairesinin alt taşlığı olarak anılan taş avluya bakmaktadır. Koğuşla tüm hastane yapıları gibi dekorsuzdur. Hastanenin altındaki revaktan meyyit kapısına kadar uzanan kısımda ölenlerin yıkandığı çok mekanlı ve büyük ocaklı bir gasilhane mevcuttur.

Cenaze Yıkama Yeri ve Meyyit Kapısı: Haremde vefat eden cariyelerin ve saray görevlilerine ait cenazelerin yıkandığı yerdir. Cariyeler alt taşlığının sonunda günümüzde Arkeoloji Müzesi bahçesine bitişik olan köşededir. Yıkanan cenazeler, yanındaki meyyit kapısında dışarı çıkarılırdı. Padişahların cenazeleri ise Mukaddes Emanetler Dairesi’nin kapısı yanındaki revaklı bölümde bulunan çeşmenin önünde yıkanırdı. Üçüncü avluya bakan kapı önündeki sette ise cemaate hal sorma (Tezkiye) yapılırdı.

Ustalar Dairesi: Valide Taşlığı ile cariyeler Taşlığı yolu arasına yer almaktadır. Her iki avlıya da geçişleri bulunmaktadır. Valide Taşlığı’na açılan bölümü daha büyük ve itinalıdır. Bu kısmın Fatih devrinden kalma olduğu tahmin edilmektedir. Bir hela ve çeşmeli merdiven girişiyle değerlendirilen zemin kat üzerinde bir sofa, baş oda ve kiler odasından mürekkep ana daire yer alır. Burası tekne tonozla örtülüdür. Her iki taşlığı kontrol eden konumuyla üst düzey harem ustalarına ait olduğu düşünülmektedir. Girişi cariyeler taşlığından sağlanan diğer kanada ise doğrudan kesmetaş bir merdivenle ulaşılır. Bu dairenin 16. yüzyılın harem yapılaşması sırasında inşa edildiği anlaşılmaktadır. Burada da saray ustaları ve kalfaların barındığı odalar yer alıyordu.

İşte bu mekânların da içerisinde bulunduğu haremin bir adı da Darüssaade yani Saadet Dairesi idi. Cariyeler buraya isteyerek veya istemeden geldiler. Fakat muhakkak ki dışarıda olan hür kadınların da arzusunu çeken bir merkezdi burası.

Sakinlerinin kimi padişah hanımlığına, kimi valide sultanlığa, kimi gözdeliğe, kimi ikballiğe yükseldi. Kiminin bahtı sonuna kadar açıktı. Kiminin talihi ise yaver gitmedi. Kimi güldü, kimi üzüldü. Ama mutlu veya mutsuz ömürlerinden bir kısmını burada sürdüler. Sonra muhakkak ki o bölüm, hayatlarının en hatırlanacak ve hasretle yâd edilecek kısmı olacaktı.
Osmanlı Harem hayatı bir sırdı. Bu sırrın bir parçası olan cariyeler çoğunlukla dışarı çıktılar. Ancak onlar öyle bir sırdaş idiler ki saray ve harem hayatı ile ilgili olarak tek bir kelâm etmediler.

Sırları ile yaşadılar ve sırları ile gömüldüler!

ENGİN03
24-01-2011, 00:48
Filistin’i Kim Sattı?
Yazıyı derleyen: H.Sanem Erkan on Kas 26th, 2010 // Yorum yok

Yahudilerin, Filistin’e yönelik yerleşme, yurt ve bağımsız ülke kurma operasyonları Temmuz 1882’lerde resmen başlamıştır. Önceleri Batılı Yahudi zenginlerin Filistin’den para ile Yahudiler için Osmanlı’dan toprak satın alma girişimleri ile başlayan bu operasyonlar, siyonizmin lideri Theodor Herzl’in 1896-1902 yılları arası tam beş defa İstanbul’u ziyaret ederek amacına ulaşmak için yaptığı girişimlerle yeni bir boyut kazanmıştır.(1) II. Abdülhamid Theodor Herzl’in her teklifini -vaat ettiği para ve medya desteğine rağmen- kesin bir dille reddetmiş, padişah, arkadaşı Newslinski aracılığı ile Theodor Herzl’e şu ültimatomu göndermişti:“Eğer Bay Herzl, senin arkadaşın ise ona söyle, bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsüldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan, tekrar kanlarımızla örteriz. Benim, Suriye ve Filistin alaylarının askerleri birer birer Plevne’de şehit düşmüşlerdir. Bir tanesi bile geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Devlet-i Aliyye bana ait değil, Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım Musevîler milyonlarını saklasınlar, benim imparatorluğum parçalandığı zaman Filistin’i karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz parçalanarak, bu ülke taksim edilebilir. Ben, canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına asla müsaade edemem.(2)

“Filistin’i satmayız”

Fakat buna rağmen bugün olduğu gibi dün de Yahudiler Avrupa’da “Ermeni Meselesi”nde Türkiye’yi destekleyecek, Osmanlı’nın Avrupa’daki borçlarını ödeme girişiminde bulunacak, hatta 30 milyon sterlini bulan tüm Osmanlı borçlarını Filistin’e karşılık tasfiye etme ve ödeme girişiminde bulunacaklardı. Hiç olmazsa Hayfa dahil Akkâ sancağı kendilerine verilmeliydi. Fakat Osmanlı yetkilileri, buna karşılık, Yahudi girişimcilere ekonomik bazı imtiyazlar verebileceklerini, ama asla Filistin’i vermeyeceklerini söylüyorlardı. Washington’daki Osmanlı Büyükelçisi Ali Ferruh Bey, 24 Nisan 1899’da bir Amerikan gazetesine verdiği demeçte “Ceplerimize milyonlarca altın doldursalar, hükümetimiz Arap memleketlerinin hiçbir bölümünü satmak niyetinde değildir” diyordu. Ali Ferruh Bey aynı beyanatında, Filistin meselesinin ekonomik değil, siyasî bir mesele olduğunu, bu nedenle de Maliye Nezareti’ni ilgilendirmediğini söylemişti.(3)

Siyonistlere tedbir

II. Abdülhamid, sadece Siyonistlerin teklifini reddetmekle kalmamış, onlara karşı Filistin’e yerleşmemeleri için etkin önlemler de almıştı. Bu nedenle de büyük güçler nezdinde diplomatik girişimlerde bulunulmuş, Musevîlerin Siyonistleşmesini engellemeye çalışmış. Duhûliye Nizamları hazırlatmış, Siyonistlerin yabancı himaye elde etmelerini önlemek için çaba harcamış ve Filistin’den Yahudîlerin arazi satın almalarını yasaklamıştı. (…) 1867 tarihli Osmanlı Arazi Kanunnamesi Mûsevîlerin Kutsal Topraklar’da arazi almalarını engellemiyordu. 5 Mart 1883’de çıkarılan yeni kanun yabancı Siyonistlerin Osmanlı ülkesinde taşınmaz mal satın almalarını yasakladığı halde, Osmanlı vatandaşı olan Yahudilere herhangi bir yasak getirmiyor, bu nedenle de yerli Yahudilere Siyonist örgütlerce para verilerek, bölgede önemli bir toprak parçasının Siyonistlerce satın alınması sağlanıyordu.

Filistin’i satanlar

15 Ağustos 1893’de üç Filistinli yöneticinin gönderdiği bir rapor, Filistin’de yaşananları, ihanet ve gafletleri bir bir ortaya koyuyordu. Raporu, Akkâ’nın eski Umumî Müdürü Nabluslu Muhammed Tevfik, Bihke’nin eski Reji Müdürü Muhammed Said ve Bihke’ye bağlı Bihar Nahiye Müdürü Beyrutlu Suphi Efendiler hazırlamışlardı. Bu iki sayfalık önemli raporu sadeleştirerek ve kısaltarak Filistin’i kimlerin sattığını merak edenlerin dikkatlerine sunmak istiyoruz.(4)“Romanya ve Rusya göçmeni Yahudilerin Osmanlı ülkesinde, özellikle Filistin’de iskânları, Filistin’e girmeleri ve burada arazi satın almalarının padişahın yüce emri ile yasaklandığı herkesçe bilindiği halde, bazıları özel çıkar ve menfaatleri, bazıları da bozguncu, zararlı fikir ve düşüncelerinin etkisiyle bu emre uymamışlardır. 1890 senesinde Yafa ve Hayfa kasabalarında Baron Hirscb’in adamları Mösyö Henger ve Mayer Zelyan aracılığı ile Yahudiler için toprak satın alınmış, Rus tebaası 140 aile Hayfa havalisine yerleştirilmişti. Bu işte onlara Akkâ Mutasarrıfı Sadık Paşa, eski Hayfa Kaymakamı Mustafa Efendi Kanevetti, yeni Hayfa Kaymakamı Ahmed Şükrü, Akkâ Müftüsü Ali, Hayfa Belediye Reisi Mustafa ve Hayfa İdare Meclisi Azâsından Necip Efendi aracılık yapmışlardı. Bu ekip, düzenledikleri sahte mukavele ve belgelerle eski Adana Mutasarrıfı Şakir Paşa ve Cebel’i Lübnan ahalisinden Selim ve Nasrullahi’l-Havarî’nin vaktiyle 800 liraya aldıkları Hayfa yakınlarındaki mülkleri; Hazire, Dordore ve Nefbâte çiftliklerini 18.000 liraya satmış, ayrıca kendileri de 2.000 lira aracılık parası almışlardı. Bu satış sonrası bir gece içinde Hayfa Polis Memuru Aziz ve Zabıta Memuru Yüzbaşı Ali Ağaların marifetiyle Rus göçmeni 140 aile Hayfa sahillerindeki bu araziye yerleştirilmişlerdi. Padişahın iradesi (emri) nedeniyle arazi satışının yasak olduğunu çok iyi bilen Hayfa Belediye Başkanı Mustafa Efendi, selâhiyetini kullanarak sahte ve kadim (çok eski) tarihli bir ruhsatname ile burada 140 haneli yeni bir Yahudi köyü kurmuş, onlardan bir de vergi alarak yıllardır Osmanlı vatandaşı olduklarını belgelemeye çalışmıştır. Bununla da yetinmeyen Mustafa Efendi güya bunların yıllarca Safed ve Taberiyye kazaları arasında bulunan “Mizrate’l-Hafize” köyünde asırlardır yaşadıklarını, ama nüfuslarının unutularak kaydedilmediklerini ileri sürerek onları Osmanlı nüfusuna kaydetmiş, 140 fakir Yahudi ailesinin altısından, birer mecidiye, toplam altı mecidiye, “nüfusa geç kaydolma” cezası almıştı. Böylece bir gecede 140 Yahudi aile Osmanlı vatandaşı olarak Osmanlı fakirlik ve ilmuhaberi verilerek birçok devlet hizmetinden bedava yararlanmaları sağlanmıştı.”Şikâyetçilere göre Hayfa ve Akkâ’da bu yolla Yahudilerin iskânı sürekli hâle ettirilmiştir. Bundan başka Baron Bilavaroş’un vefatıyla sahipsiz kalan Zemarin köyüne Yahudi koloniciler el koymuş, Baron Roşeyle yönetimindeki 700 hane Yahudi bu köye yerleştirilmişti. Daha sonra da her ne yapılmışsa yapılmış bu arazi Yahudilere Padişahın emrine aykırı olarak satılmıştı. Bu köyün çevresindeki Eşfiya, Emma’l-Altun ve Emma’l-Cemal adlı üç köy de bu arazinin içinde gösterilmiştir. 2-3 bin kuruş kıymetinde harap bir arazi, Akkâ Mutasarrıfı Sadık Paşa tarafından 2.000 liraya Yahudilere satılmıştır. Hayfa ve Yafa arasında bulunan Hazine-i Hassa ile bitişik, dönümü bir kuruştan alınan Haşmezrezzake adlı 30 dönüm arazi, 30 bin liraya Yahudilere satılmıştı. Yine dönümü 3 kuruşa alınan beşbin dönümlük arazi de 15.000 liraya Yahudilere satılmıştı. Bu, şebekenin faaliyetlerini bütün bütün ortaya çıkarmıştı. (…) Yahudîlerin maddî fedâkârlıkları sonucu onlarla iyi geçinen yerel yöneticiler genelde onlara itibar etmiş, Müslümanlara fazla yakınlık göstermemişlerdir. Bunlardan biri olan Maykerî Nahiyesi Müdürü Çerkes Ali Ağa, Yahudilerin kalp akça bastıkları ihbarı üzerine Yahudî köylerine gidip soruşturma yapmak isteyince tahkir ve saldırıya uğramış, daha sonra da onların girişimleriyle azledilmişti. Onun gönderilmesinden cesaret alan Yahudîler bir takım silah ve mühimmat depolamaya, gizli eğitim kurumları açmaya ve kendilerini engelleyebilecek kişileri haps ve işkence ile yıldırmaya başlamışlardı.(5)

ENGİN03
24-01-2011, 00:49
Osmanlı Kılıcı
Zengin ve çeşitli içeriğe sahip olan Osmanlı da kullanılan silahları dört ana bölüme ayrılır.

Bunlar:

Vurucu silahlar (eslah-i darbe),
Delici silahlar (eslah-i nafize),
Kesici silahlar (eslah-i cariha),
Atıcı silahlar (eslah-i ramiye) diye adlandırılır.
Bıçak kılıcın esas kesici görevini yerine getiren en önemli bölümüdür. Uzunluğu ve genişliği üzerinde standart ölçüleri olmayan namlu Osmanlı kılıçlarında form olarak özellik gösterir ve Avrupa kılıçlarından bu özelliği itibari ile ayrılır. Osmanlı kılıçları hafif balçaktan uca doğru hafif eğimli ve tek taraflı keskin olarak yapılmışlardır. Bu eğimin kılıcın kullanılmasında kolaylığı ve etkinliği sağlamak üzere belirli teknik ölçülere göre verildiği muhakkaktır. Hint, İran ve Memlük kılıçlarında da bu eğrilik görülür. Türk kılıçlarının en büyük karakteristik özelliği namlularda kullanılan çeliğin elde edilmesi ve bu namlular üzerinde çağına göre ileri bir teknikle yapılan süsleme, bezeme ve hat sanatını uygulamalarıdır. Ayrıca Cengiz Han zamanında Moğol ülkesine giden Çinli elçiler bunların çelik işlemeyi bilmedikleri Moğol generallerinin ve ordularının kılıçlarını Uygur Türklerine ısmarladıklarını yazmışlardır. Kılıcın gerek yapımında gerekse kullanımında tarihi bir geçmişe ve ustalığa sahip olan Türk toplumu bu özelliğini Osmanlılar zamanında da devam ettirmiştir.



Kılıç namluları arasında en meşhur ve en seçkinlerinin Şam da yapılmış oldukları ve buna Şam’ ın Arapça adı olan” DIMIŞK” ile bağlantı kurularak “DIMIŞKİ” adı verildiği birçok kaynaklarda belirtilir. Hatta o kadar ki Şam tekniğini uygulayan ve Şam çeliği ile çalışanlara “DIMIŞKÇI” ünvanı verilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman ın saltanatının ilk yıllarında kendisine bayramlık hediye (bayramiye) veren sanatkarlar arasında DIMIŞKÇI Hüseyin in bir Dımışki yumurta, DIMIŞKÇI Murat ın on dımışki yumurta hediye ettiklerini görüyoruz. Burada yumurta deyimi ile kılıç yapımında kullanılan ve kılıç yumurtası diye adlandırılan has çelik kastedilmektedir.

Kılıç Osmanlılar zamanında sayıca en çok kullanılan silahlardan bir olduğu halde imalathaneleri ve buralarda kılıç yapılması esnasındaki işlemler hakkında kesin bilgi veren bir kaynak yoktur. yalnızca Evliya Çelebi seyahatnamesinde; Fatih Sultan Mehmed in Kurşunlumahzen ve Topkapı arasında yaptırmış olduğu Dımışkihane den bahisle: “Hatta Sultan 4.Murad ın kılıççıbaşısı Davud bu kılıçhanede işlerdi kale dışında, deniz kıyısında büyük bir işyeri idi” der.

Sultan Deli İbrahim başa geçince (1640), Dımışkihane nin Gümrük Emiri Ali Ağa tarafından satın alınarak yıktırıldığını böylece ne kılıçhanenin ne de demir madeninin adı ve nişanının kalmadığı belirtilir. Bir çok sefaretname ve seyahatnamelerde Türk kılıçlarına, kılıç talimlerine ve kılıç kullanmada Türk askerinin ustalıklarına dair pasajlar vardır Ahmed Cevdet Bey Tarih-i Askeri-i Osmani de şu gözlemlere yer verir; “

Herhalde Türk kılıçları şekil, görünüş ve hafiflik yönünden bizimkilerden daha mükemmeldir. Avrupa süvarilerindeki en büyük eksiklik kılıçlarının ağır oluşlarından ileri gelmektedir. Herkesin kendi kullanacağı kılıcı kendisinin seçmesi Osmanlılar da adettir. Yüzlerce yıldan beri Osmanlılar bütün dikkatlerini kılıcın mükemmelleştirilmesine vermiştir. Türk kılıçlarını kullanmak bir ustalık işidir. Öyle ki Yatağanın ağzının çok keskin olmasından ve biçiminden dolayı zamanla bir kullanım kültürü gelişmiştir. Örneğin yatağan sahibi, karşısındaki kişi zayıf ise yatağanın keskin ağzı ile değil de kesmeyen sırtı ile müdahale ederdi. Oğuzlar’ ın milli düşüncelerine göre Türkler tarafından icat edilen ve yine eşsiz bir şekilde kullanılan kılıcı bu eski geleneğin devamı olarak kullanılabilen sanatı Osmanlılar tarafından benimsenmiş ve Yeniçeri Ocağındaki talimhanede, talimhaneci tarafından kabza tutmak ve kılıç çalmak talimleri yapılmıştır. Kılıç çalmak; kılıca herhangi bir zarar vermeden hedef üzerine kullanma tekniğine uygun olarak indirip istenilen en yüksek sonucu almaktır.




Bir süs eşyası zarafetinde ince ve narin görünümü ile bugün müze vitrinlerini yerli ve yabancı kolleksiyonları süsleyen Türk kılıçları yaşadıkları çağlarda usta Türk savaşçısı elinde zırhları, miğferleri parçalayan aman vermez bir silah kimliğini taşımaktadır.

Süvari bir ulus olan Türklerde kılıcın her kişinin yanında taşıdığı bir araç olması çok doğaldır.Türkler at ve kılıçla tarih boyunca çağlar açmışlar,çağlar kapamışlardır.Kılıç Türklerde kutsal kabul edilmiştir.Demir ve onu eriten ateşin büyük bir ruhsal yönü olduğu kabul edilirdi. Demire büyük saygı gösteren Türkler bu nedenle kılıca da saygı göstermişler, yeminlerini kılıç üzerinde yapmışlardır.
İyi kılıç yapımı demiri bulan Türkler tarafından gerçekleştirilmiştir. Kamaların namlu denilen madeni bölümü daha da uzunlaştırılan Türk kılıçları dövme demirden ve ağırlıkları uç tarafa toplanacak biçimde yapılırdı.Her bozuluş yada kırılışta yeniden dövülerek kılıç biçimi veriliyordu. Türkler, kılıcın yapımında ve kullanımında de üstün yetenek göstermiş,kılıcın kullanım tekniğinde de büyük aşama yapmışlardır. Özel formüllerle yapılan kılıçlar yetenekli bileklerde büyük işler başarmışlardır. Tek vuruşta bir deve yavrusunu ikiye biçen bilek, yine tek vuruşta bir atlası ikiye bölüyor, kat kat yapılmış keçeyi doğruyordu.


Kılıcı saldırı aracı olarak kullanan Türkler kılı kesecek kadar hünerli idi ve savunma aracı olarak kalkanı da ona eş değer özellikte kullanıyordu. Avrupa kılıçları düz ve iki tarafı da keskin olarak yapılıyordu. Türk kılıçlarının ise bir tarafı keskin ve kıvrıktır. Mezarlarına atları ve kılıçları ile gömülmelerini isteyen Türklerin kazılarla sağlanan bulgularında bu tarihsel yönlerini yansıtan bir çok belge ele geçmiştir.

M.Ö. 23-24. Yüzyıl öncesine varan doğu Hun Türklerinin silahlarına ait Çin kaynaklarında geniş açıklamalar vardır. Bir bölümde şöyle denilmektedir: Onların hepsi zırhlı süvarilerdi. Uzağa mahsus silahları yay ve oktu,Kısa silahları ise keskin kılıçlar ve mızraktı.

Shamsir (şaşmir): Şaşmir Eski Persçe de kılıç anlamına gelmekle birlikte kuşağa takıldığına kıvrık namlusunun yandan bakıldığında aslanın kuyruğuna benzediği için de bu ismin verildiği söylenmektetir. İran, Türk, Rusya ve Hindistan da kullanılmıştır.


Tarihçi Lofyor. ”Kılıç, acemilik ve dikkatsizlikte bir toprak çanak gibi kırılır der. Kılıç onu kullananın bileğin kuvvet ve yeteneği ile üstünlük kazanır. İşte bu bilek Türklerde vardır” demektedir.

Ayrıca tarihi belgelerde Alparslan’ın yönettiği ani saldırılarda her Türk askerinin biri elinde, biri belinde, biride ağzında olmak üzere üç kılıcı olduğu belirtilir. Savaş dışında ise kılıç bir egemenlik sembolü olarak kullanılıyordu.


Kılıç; kabza, korkuluk ve namlu diye adlandırılan üç bölümden oluşmaktadır.
Kabza: Ağaç, boynuz, kemik yada madeni maddelerden yapılırdı. Kabzanın süslü olmasına her dönemde ayrı bir özen gösterilirdi.


Korkuluk: Kılıcı kullanan kişinin elini bir darbeye karşı koruyan bölümdür.


Namlu ise: Kılıcın madeni bölümüdür. Türk kılıçlarının namluları eğridir. Eğri namlular darbede daha büyük yara açtıkları için delici kılıçlardan daha öldürücüdür. Bazı kılıçlarda iki yanları keskin, ucu sivri, düz yada yuvarlak olan namlu türleri de vardır. Namlunun keskin kenarına kılıç ağzı yada kılıç yalmağı denir. Kılıçlar kullanılmadıkları zaman ‘kın’
Eski Türklerde kılıç yapımı ustalığı yanı sıra, kılıç üzerine ve kınına yapılan işlemecilikte büyük bir sanata dönüşmüştür. Kılıçların kınları ilk dönemlerden beri hayvan, bitki türündeki motiflere göre süslenirdi. Kılıçların üzerine de özellikle kabza bölümlerine; kaç yılında, hangi amaçla, kimin tarafından yapıldığı kazınarak işlenirdi. İslam dininin kabulünden sonra kılıçlar üzerine ayet, hadis ya da bazı mısralar işlemekte bir gelenek olarak benimsenmiştir. denilen bir kılıfta korunur ve taşınır. Kın önceden madenden yada tahtadan yapılırdı. Kının üst tarafında bele bağlanmasını sağlayacak olan bölüm vardır.

11.Yüzyılda yazılan Kaşgarlı Mahmud un eserinde; demir maddesinde şu açıklamalar vardır; Kırgızlar Yabanku, Kıpçaklar ve öteki Türk boyları yemin edecekleri zaman demirden yapılmış kılıcı kınından çıkarırlar önlerine enine koyar ‘Bu kök girsin,kızıl çıksın’ diyerek yemin ederlerdi.Bunun anlamı sözümde durmasam bu kılıç temiz girsin vücudumdan kanlı çıksın biçiminde idi. Bu suretle ‘Demir intikamını alsın’
Eski Türklerde daha 5-6 yaşındaki çocuklar ellerine verilen tahtadan yapılmış kılıçlarla bu uğraşa hazırlanırdı. Daha sonra iki çocuk bu tahta kılıçlarla birbirlerinin karşısında beceri edinirlerdi. Eski kaynaklara göre Türkler eğri ve tek yüzlü bir savaş aracı olarak kullandıkları kılıçları ile ilgili düzenlenen oyunlara büyük önem verirlerdi. Kılıçla ilgili becerilerini artırmak, sergileyebilmek için sık,sık gösteri düzenlenirdi. Bu kılıç oyunları yıl dönümlerinde ve büyük törenlerde yakılan ateşin çevresinde, müzik eşliğinde ritmik hareketlerle yapılırdı. Bu oyunlar ve benzeri akrobatik hareketlerin Türk efsanelerinde, destanlarında geçmesi bunların tarihin derinliklerinden indiğini anlatır.


Kılıç – kalkan oyunu bir dini inançtan oluşmuştur. Bu gösteri ilkbaharda yeniden ateş yakmak amacı ile yeni yılın başında yapılırdı. Bundan yeni yılın ürünü için bir sonuç çıkarılırdı.


İki düşman kabile arasındaki iddialı gösterilerde öldürme koşulu vardı. Düğün ve bayram gibi özel günlerdeki gösterilerde ise oyuncular birbirlerini yaralamaktan kaçınırlardı. Ancak oyunun aşırı heyecan ile yinede ölenler olabilirdi.


Türkler çok iyi kullandıkları kılıçlarına kutsal bir değer kazandırmışlardır. Eski Türklerde olduğu gibi Osmanlı Türkleri de yeminlerini kılıç üzerine ederlerdi. Fatih Sultan Mehmet Bosna’daki Latin kilisesine tanıdığı ayrıcalığı doğrulamak için ‘‘Kuşandığım kılıç hakkı için” diyerek güvence vermiştir. Yavuz Sultan Selim de Venediklilere ticaret ile ilgili olarak verdiği izni; ”Kılıcım hakkı için” diyerek garanti etmiştir.


Kılıç yapımı için 3-5 kg ağırlığındaki kılıç yumurtası 5-8 cm çapında ve 8-12 cm yüksekliğinde oval biçimdeki bir çelik külçe dövülerek yapılırdı. Sonradan değişik formüllerle kılıca su verilirdi. Kılıca su verme işlemi başlı başına bir sanattı. Kılıç ustaları kendilerine özgü değişik su verme formülleri bulmuşlar ve bunları birbirlerinden büyük değer olarak gizlemişlerdir. Bu türde yapılan Türk kılıçları havaya atılan yaş pamuktan bir yumağı kolayca ikiye biçerdi. demekti.


Mühr-ü Süleyman
Mühr-ü Süleyman

Mühr-ü Süleyman’ın üzerindeki altı kollu yıldız motifinin daha tunç devrinden itibaren Ortadoğu coğrafyasında sıklıkla kullanıldığı arkeolojik kalıntılardan bilinmektedir. Keza Roma, İbrani, Asur, Bizans gibi eski medeniyetlerden kalan eserler üzerinde de göze çarpmaktadır. Eski Türklerin kullandığı on iki hayvanlı takvimde de bu yıldızı görürüz. Mitolojik zamanlardan itibaren bereket ve güç sembolü sayıldığı, pagan toplumlarda da kutsal kabul edildiği bilinmektedir. Ona her devirde atfedilen anlam da bu yüzden değişip durmuştur. Altı yön, matematikte ilk mükemmel sayı, dünyanın altı günde yaratılışı, bereket ve bolluğun özü vs. bunlardan. Şer güçlerden korunmak için tılsım oluşu ise pek yaygın.

Hıristiyan ve Yahudiler arasında mühr-ü Süleyman’a ”Davud Yıldızı” denilmektedir. Onlar altıgen mührün üzerindeki yıldızın her bir köşesinde sıra ile İbrahim, İshak, Yakup, Musa, Harun ve Davud isimlerinin yazılı olduğuna inanırlar. Bugünkü İsrail devletinin bayrağı üzerinde de hexagram bulunmasının sebebi budur.


Mühr-ü Süleyman’ın önemi Yahudilerce bir amblem olarak kullanılmaya başladıktan sonra artmıştır. Mührün, İlahî himayeyi sembolize ettiğine inanan Yahudiler sonraki dönemlerde bu şekli sancak ve flamalara, muskalara nakşetmişler, büyücülük tılsımı olarak sıklıkla kullanmaya başlamışlar, zamanla ona kudsiyet atfedilmiş ve özellikle dinî ikbal uğrunda kullanmışlardır.

Mühr-ü Süleyman, İslam tezyini sanatlarının metal, ahşap, mimari, dokuma gibi pek çok dalında da nakış amaçlı kullanılmıştır. Birinin tepesi diğerinin tabanına geçirilmiş iki eşkenar üçgenin figüratif birleşimindeki kontrast, özellikle yapı süslemelerinin göbek motifi olarak çok cazip görülmüştür. Mühr-ü Süleyman’ın bulunduğu yere şeytanın giremediğine dair halk inancından dolayı da taş, ağaç, cam, kağıt vb. satıhlarda merkezî motif niyetine kullanılmıştır. Yine bu inanıştan dolayı cami, tekke vb. mekanların kubbe veya tavan nakışlarında yahut medhal sövelerinde mühr-i Süleyman desenleri bulunur.

Anadolu Selçukluları, Artukoğulları ve İlhanlıların eserlerinde bilhassa kubbelerin kilit taşlarında sık rastlanır. Osmanlılarda ise başta hamam kubbe delikleri olmak üzere mezar taşları, cami tezyinatları, anıtlar ve kemer kilit taşlarıyla çini, seramik gibi mimariyi ilgilendiren hususlarda şeytanı uzaklaştırma amacıyla; mutfak eşyalarında, çeşmelerde, sebillerde zehirlenmeye karşı tılsım niyetine; serpuş, tolga vb. başlıklarda güç sembolü olarak; giyim eşyaları ve takılarda hırz ve vefk olsun diye kullanılmıştır. Nitekim Barbaros Hayreddin Paşa’nın, rüzgara hükmedebilmek maksadıyla sancağına mühr-i Süleyman motifi nakşettirmesi bu geleneğin bir neticesidir. Aynı motif Ön Türk devletlerinin sancaklarında da kullanılmıştır.


Ön Türk Tarihinde iç içe geçmiş iki üçgenden oluşan bu altıgen yıldızın ”Yaratan ve yaratılan”ı ifade ettiği belirtilmektedir. Ön Türk boylarında bu yıldız ”Temur Kazık” yani Kuzey yıldızını simgelemektedir. Daha sonra bu yıldızın adı, bazı Türk boylarınca ‘‘Çolpan Yıldızı” olarak adlandırılmıştır. Çolpan Yıldızı, tüm Türk boylarınca, Yaradan Tanrı’nın bir lütfu ve kendilerinin yıl göstericisi olarak kabul edilmiş ve ”Temuk Kazık” yani kırmızı renkli sabit yıldız olarak isimlendirmişlerdir.

ENGİN03
24-01-2011, 00:50
Zerdüşt ve Öğretisi
Yazıyı derleyen: İsmail Akkaya on Nis 20th, 2009 // 2 Yoruma bak

1. Zerdüşt
Zerdüşt’ün (Grekçe: “Zoroaster”) reformunu belli bir zaman içine yerleştirmek zordur. Doğu İran’da bir bölgede yaşamış olan Zerdüşt, esasında bir reformcudur. Zerdüşt’ün esas mesajı, daha önceki dinsel tecrübeye birçok şekilde muhaliftir: Zerdüşt, kanlı kurbanları ve panteonun total bir değişimini öneren “haoma” uygulamasını red*dederek “monoteist” ve “düalist” olmuş, yeni dinin evrimi daha sonra karakter değiştirmek suretiyle genel olarak Zerdüştlük/Zoroastrizm adını almıştır. [2]



Zerdüşt, eski İran’a tek tanrıcılık/tevhîd inancını getirmiştir. Onun getirdiği din, tek tanrı inanışını temel alır. Ondan önce İranlılar bir kısım tanrılara tapınmakta ve rahiplerin hazırladığı bir tür uyuşturucu, bir kutsal içkiyi içmekle uygulanan “haoma” kültürünü devam ettirmekte idiler. “Haoma”, bütün evreni sıvı şekilde doldurduğuna inanılan hayat tanrısı idi. Zerdüşt inanışında daha sonraları “Ormuzd” şekline dönüşmüş ve İslâmî kaynaklarda da “Hürmüz” olarak yer almış Ahuramazda: Egemen Rab, Ahâmeniş hükümdarı Daryûş (hük. MÖ. 522-486) ve takipçileri tarafından Batı Asya’ya getirilen ve birkaç yüzyıl içinde Turfan’dan Habeşistan’a, İndus nehrinden Ege Denizi’ne kadar yayılan bir yüce Tanrı idi. Evrenin gayesi; yalanın, kötülüğün hakikat tarafından yenilmesidir. Evrendeki maddî ve manevî düzeni yaratan, tabiat kanunlarını koyan Ahuramazda’dır. Kötülüklerin kaynağı ise Ehrimen’dir.


1.1. Adı, Ailesi
Tek tanrılı bir inanç sistemi getirdiği için kimilerince peygamber olarak kabul edilen Zerdüşt’ün hayatıyla ilgili bilgiler daha çok efsanelere dayanır. Kişiliği ve hayatı hakkında bilgilere yer veren kaynaklarda; “bilge bir kişilik”, “olgunluğa erişmiş bilgin”, “seçkin bir insan” olarak nitelenen eski İran’ın en büyük peygamberi Zerdüşt’ün adı, Avestâ’da; “Zaraθuštra”; Pehlevî dilinde “Zartuxšt: sarı deve sahibi”; sözlüklerde ise daha çok: “Zerdhuşt”, “Zerdhişt”, “Zerâtuşt”, “Zerthuşt”, “Zartuşt”, “Zârhuşt” şekilleriyle kaydedilmiştir.[3] Bunlar arasında en çok kabul görenler: “Zerduşt” ve “Zertuşt” şekilleridir.[4] Gātālar’da, “Zarathushtra” şeklinde geçen Zerdüşt kelimesinin hangi sözcüklerden türediği konusunda ise dilciler çok eski dönemlerden beri birbirinden farklı görüşler ileri sürerler. Zerdüşt kelimesinin; “parlak yıldız”, “altın renkli aydınlık”, “deve sahibi”, “deveci” gibi anlamlarının olduğu söylenir. Bu isimler o çağlarda hayvancılığın yaygın bir gelenek olduğunu ve Zerdüşt’ün de böyle bir toplumda doğup büyüdüğü ve inanışı yaydığını göstermektedir. Bazılarınca Zerdüşt kelimesinin “yıldızları öven” anlamında olduğu da belirtilir.[5] Birtakım Yunanlı yazarlar da, Zerdüşt kelimesinin “yıldız bilimci”, “yıldıza tapan” anlamlarını ifade ettiği kanısındadırlar. Zerdüşt din adamları ve bizzat Zerdüşt’ün kendisinin de tıp, astroloji gibi bilimlerle de uğraşması bu anlamlarla ilgi kurulmasına neden olmuştur.[6] Ancak birçok görüş içerisinde öne çıkanlar arasında özellikle batılı bazı araştırmacılar tarafından benimsenen, bu ismin iki kelimeden oluştuğu ve bu bileşik şekliyle: “yaşlı deve sahibi” anlamı taşıdığı ifade edilmekte, bunun yanı sıra “sarı deve sahibi” anlamına geldiği de kaydedilmektedir.[7] Bazı Farsça sözlük yazarları da Zerdüşt sözcüğünün; “ilk yaratılan”, “saf nur”, “doğru sözlü”, “Yezdân’ın nuru”, “ateşperestlerin lideri, önderi” anlamlarına geldiğini belirtirler. [8]

“Spitamalar” adıyla bilinen soylu bir aileye mensub olan Zerdüşt, bilge tanrı Ahuramazda’dan vahiy aldığını öne sürerek eski İran dinini yeniden biçimlendirmeye çalıştı. Bu inanç sisteminin temelini tapınılacak tek tanrı, en yüce tanrı Ahuramazda oluşturur. Ahuramazda, göklerin ve yerin, diğer bir deyişle maddî ve manevî dünyaların yaratıcısıdır. Birbirini izleyen karanlıkla aydınlığın kaynağı, evrensel adaletin yaratıcısı, doğanın merkezi, ahlak düzeninin kurucusu ve tüm dünyaların yargıcıdır.

Bundehişn ve Dînkerd gibi klasik eserlerde Spitama’nın Zerdüşt‘ün dokuzuncu atası olduğu belirtilir. Babasının adı Puršasp[9] (Porushasp: iki renkli, siyah beyaz ve yaşlı at sahibi). Annesinin adı (Doğdu: süt veren)[10] dur. Zerdüşt’ün karısı asîl İranlı ailelerden birine bağlı olan, aynı zamanda Zerdüştîliğe ilk inananlardan Ferşa Ûstra’nın kızı Huvûy’dur. Kaynaklarda Zerdüşt’ün üç oğlu ve bir kızı olduğu belirtilir.[11] Bazı kaynaklar onun üç karısı, üç oğlu, üç kızı olduğunu aktarırlar. Oğullarının adları: Isatvastra, Urvatatnar ve Hvarecitra; kızlarının adları: Freni, Teriti ve Pourvacista’dır. Zerdüşt’ün dinini ilk kabul eden kişi, Zerdüşt edebiyatında Medyumâh adıyla bilinen, Avestâ’nın bazı bölümlerinde kendisine selam gönderilen amcasının oğlu Maidyoimangha’dır. Zerdüşt’ün babasıyla annesinin soyları Pîşdâdîler[12] hanedanının altıncı hükümdarı Ferîdûn’a[13] erişmektedir. [14]

Zerdüşt’ün adı ve Zerdüşt kelimesinin anlamı, babasının ya da atalarının isimleriyle ilgileri konusunda şöyle bir açıklama da yapılır: Zerdüşt’ün yaşadığı çağlarda İran toplumunda özellikle hayvancılık çok yaygındır. Hayvan sürüleri yetiştirilerek onlardan büyük sermayeler elde edilmekte, önemli gelirler sağlanmaktadır. Buradan hareketle dönemin insan isimleri genellikle yaygın olarak bu yararlı ve insan hayatına temel katkılarda bulunan hayvan isimlerinden alınmadır. Özellikle de bunlar arasında Zerdüşt’ün yaşadığı bölgelerde insanların en çok deve ve at yetiştirmekte oldukları bilinmekte, Avestâ’da yoğunlukla Yasna’da bu türden isimlerin sık sık geçmeleri de, insanların geçimlerini sağlamada bunlara ne denli bağımlı olduklarını göstermektedir. Doğu İran’da özellikle Hârezm’den Horâsân’a kadar yörelerde yaygın şekilde sığır, deve ve at isimleri diğer kelimelerle bileşik isimler oluşturularak insanlar için kullanılır. Örneğin “Ercâsp/Arjataspa: rahvan yürüyen at sahibi”, “Lohrâsp/Aurvantaspa: hızlı koşan at sahibi”, “Pourušaspa: alaca renkli at sahibi”[15], “Câmâsp/Jamaspa: asîl at sahibi”, “Hvogava: iyi sığır sahibi”, “Feraşa-uştura: hızlı yürüyen deve sahibi”…gibi. [16]

Rivayete göre Zerdüşt, (Yaşt 36,16) “zaotar: kurban rahibi ve ilahi okuyucu”ydu. At yetiştiricisi “Spitāma: parlak saldırılı” kabilesindendi; “Pourusaspa: atı benekli” ile Doğduye: “beyaz koyun sağan”ın evliliklerinden dünyaya gelmiş olan Zerdüşt yoksuldu. Ünlü bir Gatasında Ahuramazda’ya kendisini koruyup yardım etmesi için yakarırken, şöyle haykırır: “Niye güçsüz olduğumu biliyo*rum ey Bilge; çünkü sürüm küçük ve az adamım var” (Yasna 46:2). [17]

Çağrısıyla seslendiği topluluk, “kavi” denen şefleri ve “karapan: mırıldanan” ve “usig: kurban edici” denen rahipleri bulunan yerleşik çobanlardan oluşuyordu. Zerdüşt’ün Ahuramazda adına saldırmaktan çekinmediği bu rahipler, geleneksel Âryâ dininin bekçileridir. Ama çok geçmeden tepkiler gelir ve peygamber kaçmak zorunda kalır. “Hangi ülkeye kaçayım?” diye haykırır; “Nereye kaçmalı, nereye gitmeli? Beni ailemden ve aşiretimden uzaklaştırıyorlar; ne köyüm ne de memle*ketin kötü reisleri benim yanımda….” (Yasna 46:1). Fryâna aşiretinin reisi Goştâsp/Viştaspa’nın yanına sığınır ve onu, getirdiği dine çekmeyi başarır; Goştâsp onun dostu ve koruyucusu olur. Ama direniş zayıflamaz ve Zer*düşt bazı kişisel düşmanlarını Gātālar’ında açıkça kınar. [18]

Zerdüşt’ün doğum yeri konusunda birbirinden farklı görüşler vardır. Bazı araştırmacılar onun Azerbaycan’da dünyaya geldiğini kabul ederlerken bir kısım bilim adamları Doğu İran’da, bazıları ise İrânvîc ve özellikle de Belh/Bâhter/Baktria’da doğduğu görüşünü öne sürerler. Ancak bu görüşler arasında en güçlü olanı, onun hayat tarzı ve hayvancılıkla uğraşmasından da hareketle üçüncü görüşü onaylamaktadır. Yaştlar’da, Zerdüşt’ün İrânvîc’te yaşadığı ve peygamberlik görevinden önce de din işleriyle uğraştığı, din adamları muğlar arasında yer aldığı belirtilir.[19] Gatalar’dan da anlaşıldığı gibi Zerdüşt yüksek düzeyde eğitim almış, yaşadığı çağın değişik bilim dallarında derin bilgi ve birikim elde etmişti. [20]

Zerdüşt adı, Gātālar ve Avestâ’da bazen ailesinin adı olan “Spitâma” sözcüğüyle ile birlikte anılır. Ünlü tarihçilerden Taberî (ö. 310/923), İbn Esîr (ö. 630/1233) ve Hândmîr (ö. 942/1535) gibi bir kısmı onu İsrailoğulları peygamberlerinden birinin öğrencisi olarak tanıtmak istediklerinden olsa gerek Zerdüşt’ün Filistin topraklarında dünyaya geldiğini kabul ederken, Nizâmu’t-tevârîh ve Nefâyisu’l-funûn gibi bazı eserlerde de onun Pers bölgesinde ortaya çıktığı ve insanları Sâbiî dininden vazgeçirerek Mecûsî dinine çağırdığı görüşü öne çıkar. Bunlardan başka onun Azerbaycan’da dünyaya geldiği, Pers bölgesinde yaşadığı; Rey’de dünyaya geldiği, annesinin Rey şehrinden olduğu ya da daha sonra Rey’e geldiği, Demâvend’li olduğu ifade edilir. Yaygın rivayetlerde ise onun Batı İran’da yaşadığı kabul edilir. Bu görüş araştırmacıların çoğu tarafından da benimsenir. İranlı ve Arap tarihçiler Zerdüşt’tün Azerbaycanlı olduğu kanısındadırlar. Daha önce de ifade edildiği gibi Taberî ve bazı tarihçilerin onun Filistinli olduğu konusundaki görüşleri de onun Filistin’den Azerbaycan’a gitmiş olduğu kanılarına dayanır.[21] Doğulu ve batılı birçok tarih araştırmacısı Zerdüşt’ün Batı İran’da doğduğu daha sonra Kuzeybatı bölgesine yerleştiği ve dinini orada yaydığı inancını taşır.

Bir kısım araştırmacılar Zerdüşt’ün doğulu bazıları da batılı olduğu kanısındadır. Bazıları da onun önceleri batıda yaşadığı, ancak sonra dinini yaymak için doğu bölgelerine gittiği, birtakım araştırmacılar da, atalarının Rey şehrinden oldukları, sonradan Azerbaycan’a göç ettikleri, Zerdüşt’ün de Çîçest/Urûmiyye Gölü kıyalarında dünyaya geldiği kanısını taşırlar. Daha önce de belirtildiği gibi günümüzde Zerdüşt’ün doğup büyüdüğü bölgenin Azerbaycan olduğu yaygın olarak kabul edilmektedir. Âzergoşesp, Şîz gibi büyük ateşkedeler ve Eski Bakü Tapınağı’nın, Sebelân Dağı, Sehend Dağı, Aras Nehri ve Çîçest Gölü’nün bu coğrafyada bulunması, bu toprakların Zerdüşt’ün vatanı ve inanç sistemini yaydığı yerler olduğunun açık kanıtları olarak kabul edilir. [22]

2. Yaşadığı Zaman (MÖ. 660-586) [23]
Zerdüşt’ün doğum yeri kesin belli olmadığı gibi doğum tarihi konusunda da birbirinden oldukça farklı görüşler bulunmaktadır: bu konudaki en eski belge Herodot ile aynı çağlarda yaşamış Lidyalı Kisatyus tarafından aktarılmaktadır. Onun kayıtlarına göre Zerdüşt, Med hükümdarı Hışayarşa’nın (hük. MÖ. 633-585) Yunan topraklarına saldırmasından 600 yıl önce yaşamıştır. Ebû Reyhân-i Bîrûnî (ö. 440/1048), İskender’den (hük. MÖ. 336-323) 258 yıl önce Keyânî hükümdarı Goştâsp’ın Zerdüşt’e inanmış olduğunu aktarır. Öte yandan MÖ. IV. yüzyılın ortalarında Eflatun Kültür Merkezi’nin, Zerdüşt’ün peygamberliği ve Batı İran’da yaygın öğretisinden haberdar olduğu bilinmektedir. Günümüzde araştırmacılar Zerdüşt’ün MÖ. VII. yüzyıl ortalarında 600 yılında dünyaya geldiğin kabul ederler. Ancak hem Avestâ’nın yazım tarzı ve dil özellikleri ve hem de Vedalar’ın dil özellikleri Zerdüşt’ün doğum tarihinin MÖ. 1400-1000 yıları arasına yerleştirmeği daha uygun göstermektedir. [24]

Her halükarda Zerdüşt, Peygamber olduktan sonra dinini yaymak amacıyla birbiri ardınca ve süren uzun seyahatlere çıkmış, büyük bir ihtimalle anavatanı İrânvîc’i terk ederek Avestâ’da Daitia adıyla anılan büyük ırmağı geçerek güneye doğru ilerlemiştir. Bu seferinde Zerdüşt Doğu İran’da çok önemli bir üs kurmuştur. [25]

Eski İran peygamberi olarak kabul edilen Zerdüşt, Zerdüşt bağlılarının inanışına göre, Büyük İskender’den 258 yıl önce ortaya çıkmıştır. Büyük İskender, Ahâmeniş hanedanının (MÖ. 559-330) merkezi Parsa’yı (Persepolis) MÖ. 330’da ele geçirdiğine göre Zerdüşt, Goştâsp’a inançlarını MÖ. 588’de kabul ettirmiş olmalıdır. O sırada 40 yaşında olduğu inancı doğru kabul edilirse, doğum tarihinin MÖ. 628 olması gerekir.

Daha geç tarihli metinler, Zerdüşt’ün gökteki ön-varoluşu üzerinde ısrarla dururlar. O, “tarihin ortasında” ve “dünyanın merkezi”nde doğar. Zerdüşt’ün annesi büyük bir nurla sarılır. Üç gece boyunca, evin kenarları ateş içinde gibi görünür. Gökyüzünde yaratılan bedeninin özü ise yağmurla yere düşer ve bitkilerin boy atmasını sağlar. Peygamber’in akrabaları arasında yer alan, hiç doğurmamış iki genç inek bu bitkilerden yer. Öz, onların sütüne geçer ve “haoma” ile karıştırılan bu sütü Zerdüşt’ün annesiyle babası içer ve onlar ilk kez birleşirler. Kadın Zerdüşt’e hamile kalır. Ehrimen ve devler (daevālar) doğmadan önce onu öldürmek için boşuna uğraşırlar. O, dünyaya gelmeden üç gün önce köy bir pırıltıyla öylesine ışıl ışıl aydınlanır ki, yangın çıktı sanan Spitamalar köyü terk ederler. Geri döndüklerinde nur içinde parıldayan bir çocuk bulurlar. Rivayete göre, Zerdüşt gülerek dünyaya gelir gelmez devlerin saldırısına uğrar ama kutsal sözlerini söyleyerek onları etrafından uzaklaştırır ve zararlarından korunmuş olur. [26]

Zerdüşt ile ilgili diğer konular gibi yaşadığı zaman bahsi de çok karanlık ve kesinlik ifade etmeyen rivayetlerle doludur. Bu rivayetler arasındaki görüş farklılıkları da insanı hayrete düşürecek kadar ileri boyutlardadır. Zerdüşt’ün yaşadığı zaman konusunda birtakım bilgiler MÖ. 9.600’lü yılları gösterirken bazı rivayetlerde de MÖ. 600’lü yıllar onun hayatta bulunduğu çağlar olarak ileri sürülmektedir. Ancak bütün bu birbirinden çok farklı rivayetler arasında araştırmacıların çoğu, Zerdüşt’ün hayatta bulunduğu çağ olarak MÖ. 600’ü (600’lü yıllar) gösterirler.[27] Örneğin Muhammed Takî-yi Bahâr (ö. 1330 hş./1951), Zerdüşt’ün 630-583 yılları arasında yaşadığını otuz yaşında da Peygamber olarak gönderildiğini belirtir. [28]

Bu konuda birbirinden farklı rivayetler bulunmakta ise de Zerdüşt dini bağlılarının geleneksel kabullerine göre İskender’den üç yüz yıl önce yaşamış olduğuna inanılan Zerdüşt’ün hayatı şu şekilde kayıt altına alınmıştır: Zerdüşt MÖ. 660 yılında dünyaya gelmiş, 20 yaşında (640) inzivaya çekilmiş, 30 yaşında (630) peygamber olarak gönderilmiş, Urmiyye gölü kıyılarında Sebelân Dağı’nda 618 yılında Keyânî hükümdarı Goştâsp’ı dinine bağlamıştır. 583 yılında, yetmiş yedi yaşında Tûranlı Ercâsp’ın saldırıları esnasında Belh’te bir âteşkede’de öldürülmüştür. Bütün bunlarla birlikte klasik ve çağdaş araştırmacılara göre; Zerdüşt’ün yaşadığı zaman MÖ. 1100’lerden geriye gitmemektedir.[29] Birtakım araştırmacılar, sosyologlar ve dilbilimciler eldeki bilgilerden çıkardıkları verilerle Zerdüşt’ün yaşadığı zaman olarak MÖ. 1500-800 yılları arasını vermektedirler. Bu tarihler Aryaların Orta Asya topraklarından İran platosuna gelip yerleştikleri dönemlere rastlamaktadır. [30]

Zerdüşt, Goştâsp zamanında Mezdiyesnâ dinini tek tanrı olarak inanılan Ahuramazda’dan alarak insanlara tebliğ etmiştir. Goştâsp da, onun bu getirdiği dine girmiş ve aynı zamanda da bu dinin yayılması için önemli destekler sağlamıştır.[31] Zerdüşt’ün dini, Batı İran’da Med kavimleri arasında hızla yaygınlaştı ve diğer bölgelerde henüz Aryaların eski inanışlarının yaygın olmasına rağmen Medler’in başkentleri Ekbatana/Hemedan zamanla bu dinin merkezi haline geldi. [32]

Rivayetlere göre Zerdüşt, Goştâsp hükümdara gelerek: “Ben Allah’ın sana göndermiş olduğu peygamberim.” dedi ve Mecûsilerin ellerinde bulunan kitabı kendisine verdi. O da kendisine iman etti ve Mecusîlik dinine girdi.[33] Goştâsp, hükümdarlığı döneminde Zerdüşt dinini egemen olduğu bölgelerin resmî dini olarak ilan etmiş, bu inanış Ahâmenişler döneminin ortalarından itibaren İran topraklarında baştanbaşa yaygınlaşmıştır. Ancak Zerdüşt dini bir taraftan halk arasında hızla yayılırken, diğer taraftan da eski inançlarına dayanan geleneksel inanışlar Zerdüşt inanç sisteminde birtakım yaralanmalara neden olmuştur. Örneğin tek tanrıcılık temeline dayanan Zerdüşt inanışının tersine eski çok tanrılı inanış sisteminde yer alan eski devir İran tanrıları yeniden İran inanışına sızarak yer almaya başlamış, bu yoğun etkileşim sonucu Ahuramazda, Ehrimen karşısında yer almış, sonuçta Zerdüşt’ün tek tanrı inanışı bir tür düalist inanışa dönüşmüştür. [34]

Eşkanîler (MÖ. 250-MS. 226) dönemiyle ilgili kaynakların azlığı gerekçesiyle o çağlarda hangi inançların daha egemen olduğu konusunda kesin birtakım yargılarda bulunmak oldukça zordur. Ancak genellikle hükümdar, güneş ve ayın kardeşi olarak gösterilmekte, birtakım sikkeler üzerinde de onlarla birlikte resimleri basılmaktadır. Buradan hareketle Îzed Mihr/Tanrı Mihr’in hükümdarın varlığında yer aldığı, onun benliğine girdiği inanışı ön plana çıkar. Belki de ilkel kavimlerin; toplumun ileri gelenlerinin öldükten sonra tanrılaşmaları inanışı gereği hükümdar öldükten sonra tanrılar arasına katılırdı. [35]

Sasanîler (MS. 224-652), Eşkanîler’i Zerdüşt dini takipçileri olarak kabul etmiyorlardı. Görünürde de durum bundan farklı değildi. Eşkanî hükümdarlarından biri Avestâ metinlerine önemli hizmetlerde bulunmuştu. Bu dönemde “muğlar”, toplumun dinî liderleri konumunda bulunuyor, Eşkanîler’in iki danışma meclisinden biri olan “Muğlar meclisi”ne de üye olarak katılıyorlardı. [36]

MÖ. 583-480 yılları arasındaki dönem İran tarihinde yeniden diriliş ve millî kalkınma devresi olarak bilinir. Bu dönemde İran yeni dinin ortaya çıkışıyla birlikte yeni bir hayata kavuşmuş, İran orduları güçlü komşusu Bâbil topraklarını ele geçirmiş (MÖ. 539) büyük bir imparatorluk kurmuş, Büyük Dâryûş başarılı yönetimiyle ün kazanmış ve ordularını Avrupa’ya doğru ilerlemiştir.

MÖ. 480-230 yılları arasındaki yaklaşık yüz elli yıllık dönem İran-Yunan mücadeleleriyle geçti. Doğal olarak Yunanlılar bu Asyalı savaşçıların dinlerinden de etkilendiler. Herodot İran’ı gezdi ve gözlemlerini kaleme aldı. İskender’in zaferiyle sona eren bu savaşlar döneminin kargaşasından dolayı Eflatun planladığı İran seferini Zerdüşt dini konusunda yapacağı araştırmaları gerçekleştiremedi. MÖ. 330-MS. 226 yılları arasındaki 550 yıllık uzun dönem, İran toprakları yabancıların egemenlikleri altına girdi: önceleri İskender’in yerine geçen Yunanlılar ve daha sonra da Partların MS. 226-651 yılları arası dört asırlık bağımsızlık dönemi. Zerdüşt dininin sıkı bağlıları arasında bulunan I. Erdeşîr/Erdeşîr-i Bâbekân (hük. 226-241) İran ülkesinin bağımsızlığını yeniden kazandı. Ermenistan’ı fethetti. Sasanî İmparatorluğunu kurdu. [37]

İran’ın klasik dönemlerde yeniden ihyası ve yenileşmesi yönetim merkezleri Fars olan Sasanîler zamanında gerçekleşmiştir. Sasanîler yönetimi ele geçirdikten sonra bir bakıma millî bir dine ve medeniyete dayanan çok uzun İran tarihinde benzeri olmayan güçlü bir millî devlet kurdular.[38] Bu daldaki araştırmalara göre; Erdeşîr-i Bâbekân devletini kurduktan sonra Fars ülkesinde safiyetini ve benliğini korumuş halde bulunan Zerdüşt inanışını imparatorluğun resmî dili olarak kabul etti. Yazılı belgeler, kitabeler ve tarihî gerçekler yanında arkeolojik bulgular da bu gerçeği vurgulamaktadır. Öte yandan Sasanî devletinin kurulduğu dönemlerde de İran topraklarında Ahuramazda inanışı, ana tapınakları İstahr’da bulunan Anahîtâ inanışı yaygındı. Bu tapınakta hîrbedler[39] âteşkede görevlileri arasında da Sasanîler hanedanının ataları yüce makamlara sahip idiler. Hanedanın kurucusu Sâsân ve babası da söz konusu dinî merkezde çok önemli bir konumda bulunmuştur. [40]

Sasanîler döneminin dört yüz yıllık egemenlikleri boyunca Zerdüşt inanışı devlet gücüne dayanarak gücüne güç katarken bu dayanağını kaybeder etmez birçok şehirde eski gücü ve etkisini de aşamalı olarak yitirdi. Bununla birlikte Zerdüşt dininin güç kaybında, egemen yöneticilerin güçleri ve Zerdüşt dini aleyhinde faaliyetlerinin yanı sıra daha çok Zerdüşt din adamları mûbedler tabakasının ahlakî çöküntüleri de etken rol oynamıştır. Bazı yörelerde Arap fetihleri sonrasında halifeler ve onların atadıkları yöneticiler tarafından Mecûsî dininin yayılmasını engelleyecek faaliyetler de yürütülmüş olduğu tarihî bir gerçektir. Zaman zaman bazı âteşkedeler de Müslüman topluluklar tarafından yıkılmıştır. Buna karşın İstahr, Kâzerûn, Deylem ve Taberistân gibi bölgelerde Zerdüşt dini aristokrat kesimlerde bile İslâm sonrası dönemlerde İran’da uzun süre hayatını sürdürdü. Âteşkedelere ve mûbedlerin faaliyetlerine hilafet yönetimi tarafından fazla zorluk çıkartılmadı.[41] Müslümanlar arasında Zerdüşt ya da Mezdiyesnâ inanışı adıyla bilinen dine inananlar Kur’ân’da da belirtildiği gibi[42] “Mecûs” adıyla anılmaya başladılar. Yine onlar kitap ehlinden kabul edilerek kendilerine karşı bu kural gereği davranıldı. [43]

Rivayete göre, Zerdüşt 77 yaşında iken, Turanlı Bratvarkhş tarafından bir ateş tapınağında öldürüldü. Daha geç tarihli bazı kaynaklar, katillerin kurt kılığına girdiğini belirtir. Efsane, Zerdüşt’ün yazgısının anlamını hayranlık uyandıracak bir biçimde ifade ediyor; çünkü “kurtlar,” peygamberin büyük bir cesaretle eleştirdiği Ari “erkek cemiyetleri”nin üyeleriydi. Ama mitleştirme süreci en az onbeş yüzyıl sürdü. Helenistik dünyada Zerdüşt, örnek din adamı (Magus) olarak yüceltildi ve İtalyan Rönesansı’nın filozofları ondan hep “Magus” diye söz etti. Bu arada Goethe’nin (1742-1832) Faust’unda, Zerdüşt’ün en güzel mitsel yansımaları bulunur. [44]



3. Öğretileri
Zerdüşt’ün yaşadığı dönem İran dinî inanışlarından etkilenmiş olsa da yeni getirmiş olduğu inanç sistemi, halkın inançlarında köklü yenilikler ortaya koymuştur:

1. En büyük tanrı Ahuramazda’dır. Görünen ve görünmeyen evrenlerin yaratıcısı odur. O kutsal ve arıdır. Kötülükler ona erişemez ve asla yol bulamaz. Spend Mînû’yu o yaratmıştır. Onun ilk ve en büyük tecellisi Spend Mînû’dur. Diğer tecellileri ise Behmen, Ordîbehişt, Şehrîver, Sipendârmuz, Hordâd ve Mordâd’tır. “İmşâspendân” adı verilen bu grup, “kutsal ölümsüzler” olarak bilinirler. İmşâspendler asılları ve özleri itibariyle Ahuramazda ile aynıdırlar. Gerçekte Ahuramazda onların yaratıcısı ve babalarıdır.

2. Varlık iki güç arasında paylaşılmaktadır. Birisi “Asha: takva/doğruluk”; diğeri de “Durûğ: yalan”dır. Asha, Ahuramazda tarafından yaratılmıştır. Ancak Zerdüşt, yalan’ın kaynağı hakkında söz etmez.

3. Ahuramazda’nın yaratıkları özgür yaratılmışlardır. Doğru ya da yalandan birini seçebilirler. İnsanlar da alınyazılarını kendileri belirler, yaptıkları iyilik ya da kötülükler karşılığında cennet ya da cehenneme giderler.

4. Asha’nın yeryüzündeki simgesi ateştir. Ateşkedeler Ahuramazda’ya tapınma ve övgü ocaklarıdır.

5. Ehrimen ve şeytanların saldırısıyla yeryüzünde kötülük ve şer yayılmaya başlamıştır. Ancak sonuçta Ahuramazda galip gelecek, temizlik, ilk dönemlerdeki saflık yeniden dünyaya dönecektir. [45]


Ayrıca Zerdüşt’ün, tanrısını sorgularken göster*diği telaş ve varoluşçu gerilim de çarpıcıdır: Ondan kozmogoni: evrenin doğumu sırları hakkında kendisine bilgi vermesini, hem kendi geleceğini, hem kendisine baskı yapan bazı kişilerin ve bütün kötülerin kaderini göstermesini ister. Ünlü Yasna 44’ün her dörtlüğü aynı ifadeyle başlar: “İşte sana sorduğum Tanrım- bana iyi cevap ver!” Zerdüşt, “güneşin ve yıldızların yollarını kimin çizdiğini” (3), “aşağıdaki yeri ve bulutlu gökyüzünü düşmeyecek biçimde kimin sabitledigini” (4) öğrenmek ister ve yaratılış’a ilişkin sorulan giderek hızlanan bir ritimle birbirini izler, “iyiye kavuşan ruhunun nasıl kaybolacağını” (8) ve “kötülükten nasıl kurtulacağımızı” (13), “kötülüğü adaletin eline nasıl teslim edeceğini” (14) de bilmek ister. Kendi*sine “görünür işaretler” verilmesini (16) ve özellikle de Ahuramazda ile birleşebilmeyi ve “sözünün etkili olmasını” talep eder (17). Ama ekler: “Ücret olarak adalet gereği bana vaat edilen on kısrakla bir aygır ve bir deveyi alabilecek miyim ey Bilge?” (18). “Hak edene ücretini ödemeyenin” hemen çarptırılacağı ceza hakkında da Tanrı’ya soru yöneltmeyi unutmaz, çünkü “en sonunda onu bekleyen ceza” hakkında zaten önceden bilgi almıştır (19). [46]

Zerdüşt’ün zihni sürekli, kötülerin uğrayacağı ceza ve erdemlilerin alacağı ödülle meşguldür. Başka bir ilahide, “kötülük eden kötüye imparatorluk veren için ne ceza öngörüldüğünü” sorar (Yasna/Hât 31/1). Başka bir yerde haykırır: “Ey Bilge (Mazda), beni yok etmekle tehdit edenlerin üzerinde Adaletle birlikte gücünüz olup olmadığını ne zaman ögreneceğim?” (Yasna Hât: 48/9). Sığır kurban etmeyi ve haoma içmeyi sürdüren “erkek cemiyetleri”nin üyelerinin cezasız kalması karşısında sabırsızlanır: “Bu pis içkiyi ne zaman çarpacaksın?” (48/10). “Bu hayatı yenileyebilmeyi umar” (Yasna Hât: 30/9) ve Ahuramazda’ya, “Doğrunun kötüyü şimdiden başlayarak yenip yenemeyeceğini” so*rar (Yasna 48/2). Kimi zaman tereddütlü, kafası karışık, alçakgönüllü, Tanrı’nın isteğini daha somutça öğrenmek isteyen biri olarak çıkar karşımıza: “Ne buyuruyorsun? Övgü olarak, tapım olarak ne istiyorsun?” (Yasna Hât: 34/12). [47]

Avesta’nın en saygıdeğer bölümünde bu kadar çok somut ayrıntının varlığını, eğer bunlar tarihsel bir kişiliğin anılarını temsil etmeselerdi, gerekçelendirmek ko*lay olmazdı. Gerçi peygamberin daha geç tarihli efsanevi yaşam öyküleri mitolo*jik unsurlarla doludur, ama yukarıda hatırlattığımız gibi, iyi bilinen bir süreç söz konusudur: önemli tarihsel bir kişiliğin mükemmel örneğe dönüşmesi. Bir ilahide de Peygamber’in doğumu Mesihçi terimlerle yüceltilir (Yaşt 13): “O doğdu*ğunda ve büyürken su ve bitkiler çok sevindi, o doğduğunda ve büyürken su ve bitkiler de büyüdü” (13:93 vd). Ve “artık iyi Mazdeizm dini yedi kıtaya yayıla*caktır” diye duyurulur (13:95). [48]

Zerdüşt inananlarından istenen “amentü” şöyledir: “Daevalara tapınmaktan vazgeçiyor ve Zerdüşt’ün müridi ol*duğumu, Ahuramazda’ya tapındığımı, Daevaların düşmanı olduğumu beyan ediyorum.” [49]

Zerdüşt öğretileri temelde düalist bir yaklaşıma sahiptir. Buna göre; iyilik, aydınlık ve hayat tanrısı Ahuramazda, kötülük, karanlık ve ölüm temsilcisi Ehrimen ile sürekli savaş halindedir. Bu iki güç egemen oldukları bölgelerde birbirlerine saldırmakta, doğaüstü güçler ve insanlardan da yardım almaktadırlar. Bu mücadele dünyanın sonuna kadar aralıksız sürer. Gerçek tanrı, gerçek aklın da sahibi olan Ahuramazda’dır. Takipçilerine göre sonuçta başarıyı yakalayanlar da Ahuramazda taraftarları olacaktır. Yine Zerdüşt inanışına göre insanların en önemli görevleri, Ahuramazda’yı desteklemeleri ve onun karanlıklarla mücadelesinde manevî görevleri yalandan uzak durmaları, bütün zararlı varlıkları yok etmeleridir. Onlara göre en değerli meslek çiftçiliktir. Yapılan işler, verimli olmaları için mutlaka dualar ile desteklenmelidir. Çünkü dua ve yakarış kötüler ve kötülüklerle mücadelede en güçlü silahlardır. [50]

Eski İran’da görülen düalizm ise, bütün doğayı kapsamaktadır. Maddenin iyi kısımları mevcut olduğu gibi ruhanî dünyada kötülük de vardır. Vücut, kendiliğinden kötü ve pis değildir; tam tersine o da, Ahuramazda’nın emrettiklerini icra etmek suretiyle insanın kurtuluşuna hizmet edebilir. Maddenin esas itibarıyla kötü, ruhun muhakkak iyi olması nevinden bir tasavvur, Zoroastrism’de değil, ancak gnostik ve mistik düşünce sistemlerinde ortaya çıkmaktadır. [51]

ENGİN03
24-01-2011, 00:51
Cumhuriyet’in ilanı
Yazıyı derleyen: İsmail Akkaya on Eki 29th, 2008 // Yorum yok

Lozan’n kabulü ve barışın sağlanması ile geride Türk Devleti’nin siyasal yapısını belirleyecek devlet şeklinin ve adının ne olacağı sorunu kaldı. T.B.M.M.’nin varlığı ile egemenliğin kayıtsız – şartsız ulusa ait olan, insan haklarına dayanan bir devlet sistemi kurulmuştu. Fakat gerek halkın, gerekse Meclis içinde bulunanların büyük kısmı Padişah’a dinsel ve geleneksel bağlarla bağlıydılar. Padişah’ın işgal ettiği Saltanat – Hilafet makamı yüzyıllardır kökleşmiş bir teokratik sistemdi. 1300 yılından beri de Osmanoğullarından başka hiçbir aile iktidar olmamıştı. Egemenlik biri dinden, diğeri gelenekten gelen iki kaynaktan çıkıyor ve Padişah’ta toplanıyordu. Gerçi İttihat Terakki bu gücü kırmıştı, fakat sistemin özünü, yani egemenliğin kaynağını ve kullanılış biçimini değiştirememişti. Egemenliğin, tanrı hakları sisteminden, insan hakları sistemine geçişin bir sonucu olarak Padişah’tan ulusa geçişi, bir ilke ve ülkü olarak Amasya Genelgesi’nde ortaya konmuş ve 23 Nisan 1920′de B.M.M.’nde somutlaşmıştı. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu da bu temel üzerine oturmuştu.





Kurtuluş Savaşı ulusal bağımsızlık yanında ulus egemenliğini de açık bir biçimde ortaya koyduğu için Padişah daha başından beri milliyetçilerin amansız düşmanı kesilmişti. M. Kemal Paşa Padişah’ın ihanetini bildiği halde, henüz zamanı olmadığı için Padişah’ı hedef almadı. Genç subaylık yıllarından beri inandığı ve Erzurum’da Mazhar Müfit’e not ettirdiği “Cumhuriyet” inancını “Ulusal bir sır” olarak sakladı. Kurtuluş Savaşı içinde “Cumhuriyetçi” bir düşünceyi ortaya atmak, iç parçalanmaya yol açacağı için bu yola gitmedi. Hatta Sivas Kongresi sırasında “Cumhuriyet” ilan edelim önerilerini red etmişti. Fakat Kurtuluş Savaşı’nın Başkomutanı, Türk Ulusu’nun kurtarıcısı M. Kemal, Türkiye’nin siyasal yapısını değiştirmenin ilk adımını Saltanat’ın kaldırılmasını sağlamakla attı. Saltanat’ın kaldırılışına en yakın arkadaşları bile karşı çıkmışlardı. Meclis’te tutucu kanat direndiyse de, M. Kemal Paşa’nın kararlı ve sert tutumu sonucu Saltanat’ın kaldırılışı sağlandı. Fakat onun bu sert tutumu endişe doğurdu. Bunun bir başlangıç olduğunu görenler çeşitli yöntemlerle M. Kemal Paşa’yı engellemeye çalıştılar.



2 Aralık 1922′de Meclis’e muhalif grup tarafından bir öneri verildi. “İntihab-ı Mebusan Kanunu”nda değişiklik yapılmasını isteyen önergede “Büyük Millet Meclisi’ne üye seçilmek için Türkiye’nin bugünkü sınırları içindeki yerler halkından olmak ve seçim çevresine yeni gelenlerin ise en az beş yıl oturmuş olmaları” gerektiği kanun hükmü haline getirilmek isteniyordu. M. Kemal Paşa’yı milletvekili seçilmekten yoksun bırakmak isteyen bu önerge üzerine söz alan M. Kemal Paşa, doğum yerinin Türkiye’nin sınırları dışında kaldığını ve bir yerde beş yıl oturmadığını belirttikten sonra, düşmanlara karşı savaştığını, vatanı kurtarmak için hiç bir yerde beş yıl oturamadığını hatırlatıp, ulusun sevgisisi kazanmış bir insan olmasına rağmen kendisini yurttaşlık haklarından yoksun bırakmak isteyen bu kimselerin bu yetkiyi kimden aldıklarını sordu. Önerge red edildi.



29 Ekim 1933- Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Onuncu Yıl Nutku’nu okurken


Mustafa Kemal’in kamuoyu yoklaması yapmak üzere 14 Ocak 1923′de Batı Anadolu’da bir geziye çıkmasını fırsat bilen muhalif grup, O’nun Ankara’dan ayrıldığının ertesi günü “Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi” başlıklı bir broşür yayınladılar. Broşürün önceden hazırlanmış olduğu ve M. Kemal’in Ankara’dan ayrılmasını fırsat bilerek dağıtıldığı anlaşılıyordu. Broşürün ana fikri, islam kamuoyunun son gelişmelerden (Saltanatın Kaldırılışı) büyük ızdırap içinde bulunduğu, Hilafet’in hükümet demek olduğu ve Hilafet’in hukuk ve görevlerini yok etmenin hiç kimsenin, hiç bir meclisin elinde olmadığı esaslarına dayanıyor, “Halife Meclisin, Meclis Halife’nindir.” sözleriyle bitiriyordu. Yürütme yetkisinin Halife’ye verilmesini ve Meclis’in aldığı kararların ve kanunların Halife’yi bağlamayacağı, dolayısıyla Meclis’in çıkardığı Saltanat ve Hilafet ile ilgili yasaların meşru olmadığı görüşü savunuluyordu. Bu bildiri, M. Kemal’e ve O’nun gerçekleştirmek istediği devrime bir tepki idi.

İzmit’e gelen M. Kemal, din ve hilafet konusunda yaptığı açıklamada “Türkiye Büyük Millet Meclisi Halife’nin değildir ve olamaz, Türkiye Büyük Millet Meclisi yalnız ve yalnız Ulusundur.” dedi. T.B.M.M.nin büyük programının tam bağımsızlık, kayıtsız şartsız ulusal egemenlik esaslarına dayandığını, teokratik devlet biçiminin ve buna bağlı bütün toplumsal düzenin ve çıkarların yıkılacağını belirtti. 16 Ocak’ta yaptığı toplantıda, Hilafet’in dinle ilgisi olmadığını, siyasi bir mevki olduğunu, idare-i maslahatçılıkla devrim yapılamayacağını belirttikten sonra “Devrimin kanunu mevcut kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafamızdaki cereyanı boğmadıkça başladığımız devrim ve ilerleme bir an bile durmayacaktır” diyerek gericilere gerekli yanıtı verdi. Basınla iyi ilişki kurmak istediği için İzmit’te yaptığı basın toplantısında, “Devrim” yapılacağını açıklarken, Meclis’te birliğin sağlanması için “Müdafaa-ı Hukuk Gurubu”nun gerekli olduğunu bunun dışındaki grupların yararlı olmadığını belirtti ve İttihatçılardan ülke yararı için politikaya karışmamalarını istedi. Bu sırada Annesi Zübeyde Hanım’ın ölüm haberi geldi. İzmir’de annesinin mezarı başında devrimci inancını “Ulusal hakimiyet uğrunda canımı vermek benim için bir vicdan ve namus borcu olsun” sözleriyle bir kez daha yineledi. Bu sırada Lozan’ın ilk görüşmeleri kesildiği için İsmet Paşa ile Ankara’ya döndü. Meclis’te gizli oturumlar çok sert geçti. Trabzon mebusu Şükrü Bey’in Topal Osman tarafından öldürülüşü, M. Kemal’e saldırılara yol açtı. M. Kemal’i kendilerine buyük engel gören, tutucu, gerici, ittihatçılar, çıkarcı gruplar, O’na karşı muhalefette birleşiyorlardı. Yakın arkadaşlarından Rauf Bey, Kazım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Paşa’lar da yavaş, yavaş yanından ayrılıp, Hilâfetçilere kuvvet veriyorlardı. Saltanatı geri getirmek isteyen gericilerin çalışmaları karşısında arkadaşlarının kendisini yalnız bıraktığını gören M. Kemal, 20 Mart 1923′te Konya’da yaptığı bir konuşmada Türkiye’yi Ortaçağ karanlığına çekmek isteyen gericilere karşı tutumunu açıkça şu sözleriyle belirtti: “Eğer onlara karşı benim şahsımda bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim şahsi imanıma değil, yalnız benim amacıma değil, o adım benim ulusumun hayatıyla ilgili, o adım benim ulusumun hayatına karşı bir kasıt, o adım ulusumun kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı fikirde olan arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka o adımları atanları tepelemektir… Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim. Örneğin eğer bunu sağlıyacak kanunlar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam; yine tepeler ve yine öldürürüm.”

Cumhuriyet’e doğru gidiş bu kararlı sözlerle açıkça görülüyordu. M. Kemal Paşa, 8 Nisan 1923′de dokuz ilkede görüşlerini toplatarak, programını belirlerken, siyasi biçimlenmeyi de hazırladı.Savaş zamanının T.B.M.M.’nin görevi son bulmuştu. Bu sebeple Meclis kendini dağıtıp, seçime gitme kararı aldı. M. Kemal, dağılmadan önce Meclisten 15 Nisan’da, Saltanatı geri getirmeye çalışanları vatan haini kabul eden bir kanun değişikliği ile “Hıyanet-i Vataniye Kanunu”na, ileride gerekirse yine İstiklal Mahkemeleri kurma fırsatını veren bir ek getirdi.

Yeni kurulacak Meclis’te kuvvetli bir kadro oluşturmayı ve böylece Cumhuriyet’i ilan etmeyi düşünen M. Kemal’in bu çalışmaları yakın arkadaşlarının kendisinden uzaklaşmasını hızlandırdı. Rauf Bey ve arkadaşları, M. Kemal’in partiler üstü kalmasını, politikaya karışmamasını, önererek, O’nu pasif duruma getirmek istiyorlardı. Rauf Bey’in İsmet Paşa ile aralarının açılması da bu ayrılığın başka bir yönü idi. Lozan’dan dönen İsmet Paşa’yı karşılamak istemeyen Rauf Bey Başbakanlık’tan bile istifa etti.


İkinci Meclis, toplandıktan sonra Lozan’ı onayladı. Artık sorun Türkiye’nin rejiminin belirlenmesiydi. M. Kemal 22 Eylül 1923′de “Neue Treie Presse” adlı bir Viyana gazetesi muhabiriyle yaptığı görüşmede, 23 Nisan 1920′de kurulan sistemin Cumhuriyet olduğunu fakat adının açıklanamadığını belirtip, yapılacak işin yalnızca isim koymak olduğunu söyledi.

Yeni devletin başkentinin neresi olacağı da bir sorundu. Ankara 1920′den beri bu işi yapıyordu. Merkezi ve güvenli durumu ortada idi. Meclis’te uzun tartışmalardan sonra 13 Ekim’de Ankara başkent olarak oy çokluğu ile kabul edildi. Cumhuriyet’in ilanına bir adım daha yaklaşılmıştı.



29 Ekim 1937 – Cumhurbaşkanı Atatürk, Başbakan Celâl Bayar ile Cumhuriyet Bayramı törenine giderken


M. Kemal’e Cumhuriyet’in ilanına fırsat veren bir hükümet buhranı oldu. Başbakan Fethi Okyar Bey’e karşı Meclis’te muhalefet oluşması üzerine M. Kemal, “Erkan-ı Harbiye Umumiye Riyaseti Vekili Fevzi Paşa”nın dışında kabinenin istifasına karar verdi ve 27 Ekim’de uygulandı. Mevcut sisteme göre her bakan Meclis tarafından tek tek seçiliyordu. İstifa eden bakanlar yeniden seçilirlerse, görev kabul etmeyeceklerdi. Bu sırada Rauf Bey, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Refet Paşalar İstanbul’da bulunuyorlar ve temasları, Halife’ye yakınlık gösterileri oluyordu. Ankara’da’ ise kabine kurulamıyordu. Bu gelişmeler üzerine “Cumhuriyet İlanı” ile işi kökünden çözmeye karar veren M. Kemal 28 Ekim gecesi Çankaya’da İsmet Paşa ve bazı kimseleri toplantıya çağırdı ve “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz.” diyerek kararını açıkladı. Misafirlerin ayrılmasından sonra İsmet Paşa’yı alıkoydu ve birlikte, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda gerekli değişikliği sağlayacak önergeyi hazırladılar. Ertesi gün saat 10′da Parti grubunda yapılan toplantıda, M. Kemal Paşa Genel Başkan olarak Hükümet buhranının mevcut sistemden kaynaklandığını, bunun çözumünün istikrarlı bir sistemde olduğunu belirtttkten sonra değişiklik önergesini okuttu:


Türkiye Devleti’nin Hukümet şekli Cumhuriyettir
Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur
Türkiye Devleti, Hükümetin inkisam ettiği idare şubelerini İcra Vekilleri (Bakanlar Kurulu)

vasıtasıyla idare eder.


Bu önerge Parti toplantısında tartışıldı Büyük Millet Meclisi’nin aynı akşam (29 Ekim 1923) saat 18:45′de yaptığı toplantıdan sonra 20.30′da “YAŞASIN CUMHURİYET” sesleri arasında Cumhuriyet ilan olundu ve yeni Türk Devleti’nin adı kondu. “TÜRKİYE CUMHURİYETİ”. Hemen arkasından da Türk Ulusu’nun kurtarıcısı Gazi M.Kemal oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçildi. Kürsüye gelen Cumhurbaşkanı M. Kemal, kendisini Cumhurbaşkanı seçen Meclis’e teşekkür ettikten sonra “Son yıllarda Ulusumuzun fiili olarak gösterdiği kabiliyet ve istidat, kendi hakkında kötü düşüncede bulunanlarınn ne kadar tedkikten uzak görünüşe önem veren insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Ulusumuz kendisinde bulunan nitelikleri ve değeri, hükümetin yeni adıyla uygarlık dünyasına çok daha kolay gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünyada işgal ettiği yere layık olduğunu eserleriyle ispat edecektir… Türkiye Cumhuriyeti mutlu, başarılı ve muzaffer olacaktır.” sözleriyle konuşmasını tamamladı. M. Kemal Cumhurbaşkanı seçildiğinde henüz 42 yaşındaydı. Cumhuriyetin ilk Başbakanı İsmet Paşa oldu.

19 Mayıs 1919′da Samsun’da başlayan yeni ve bağımsız, bir Türk Devleti kurmak savaşı dış ve iç düşmanlara karşı başarıyla sonuçlanarak Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Kurtuluş Savaşı’nın inanç ve başarısı nasıl Atatürk’ün eseri idiyse, Cumhuriyet de yine O’nun eseri idi. İleriki yıllarda bunu şu sözleriyle belirtti. “Benim en büyük eserim Türkiye Cumhuriyeti’dir.”

SONUÇ

Bir zamanların muhteşem Osmanlı İmparatorluğu, gerek iç gerekse dış etkenlerin sonucunda 18. y.y.’dan itibaren hızlı bir çökuntüye girdi. Kapitülasyonlar sebebiyle Avrupa devletlerinin açık pazarı durumuna geldi. Rusya ve Avusturya’nın devamlı saldırıları sonunda savaşları kaybederken, önemli topraklarını elden çıkardı. İmparatorluğun bu çöküntüsünü gören Padişahlar, İmparatorluğu kurtarmak için ıslahat önlemlerine başladılar. Fakat yalnızca askeri olan bu önlemler etkili olamadı. III. Selim’in başlattığı Nizam-ı Cedit ise 1807′de gerici bir ayaklanma ile son buldu.

19. y.y.’da çöküntü büyük hızla sürerken, Fransız Devrimi’nin ortaya koyduğu ulusal bağımsızlık ve egemenlik akımları, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’da yaşayan Hristiyan azınlıklarını etkiledi ve bagımsızlık isteklerini kamçıladı. Sırp, Yunan ve hatta Mısır ayaklanmaları İmparatorluğun iç bünyesini sarstı ve bunlar giderek bağımsızlık veya özerklik kazandılar. Bu yüz yılda Rus tehlikesi karşısında İngiltere ve Fransa Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü koruma potikası izlediler. Kırım Savaşı’nda bu politika sonucu Rusya’ya savaş bile açtılar. 1838 ticaret anlaşması ile imparatorluk ekonomik bakımdan batının eline geçerken, 1854′den sonra başlayan dış borçlanma ile, 1881′de mali iflasa ve batının mali denetimine girdi. II. Mahmut Islahatı ve Tanzimat da İmparatorluğun kurtuluşu için çözüm olmadı. Genç Osmanlılar’ın çalışmaları 1876′da Kanun-u Esasi’nin ilanını hazırladı. Birinci Meşrutiyet yaşama fırsatı bulamadan 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı bu dönemin sonunu hazırlarken, Abdülhamid’in “İstibdatı” başladı. Bu tarihten sonra İngiltere de koruyucu politikasını terk etti. Ermeni konusu da ilk kez gündeme geldi. Osmanlı İmparatorluğu bundan sonra Almanya’ya yanaştı. Alman siyasi, askeri ilişkisi, Alman ekonomik ihtiraslarını da getirdi. Bağdat Demiryolu projesi bunu simgeledi.

20. y.y.’a girilirken Abdülhamid’e karşı başlayan Genç Türk hareketi gittikçe kuvvetlendi ve 1908′de II. Meşrutiyeti getirdi. Fakat 31 Mart gerici ayaklanması ile 1909′da iç buhran yaşandı. II. Meşrutiyet de İmparatorluğu kurtaramadı. Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük akımlarının çatıştığı bu dönem, içte buhranlar, anarşi yaratırken, dışta da Trablus ve Balkan Savaşları’nda büyük yenilgi ve tüm Makedonya’nın kaybı ile sonuçlandı. 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı’na Almanya yanında giren İmparatorluğun kaderi de çizilmiş oldu. Bu savaştan çok ağır kayıplarla yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu Mondros Ateşkesi ile kayıtsız şartsız teslim oldu.

Yüz yıldan beri süren Doğu Sorununun çözümü, Avrupa’nın Hasta Adamının mirasının paylaşılması ile Türk Ulusu’nun dünya siyasi tarihindeki varlığı ortadan kaldırılmak isteniyordu. Savaş içinde gizli anlaşmalarla, İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılmasını kararlaştırmışlardı. Fakat Rusya’da devrim çıkınca anlaşmalar önemini yitirdi. Türk Ulusu’nun hakkında karar verecek en büyük kuvvet İngiltere idi. İngiltere Batı Anadolu’yu Yunanistan’a veriyor, Doğuda bir Ermenistan ve Kürdistan kurmak istiyor, Türk yurdunun geri kalan yerlerini de Fransa ve İtalya ile paylaşıyordu. Ülkenin yağmalanmasına boyun eğen Padişah ve Hükümet, kurtuluşu İngiliz himayesinde görüyorlardı. Halk ve aydınlar çaresizlik içinde, çoğunluk kadere boyun eğmiş görünüyordu. Kurtuluş çareleri arayanlar Padişah – Halifesiz bir çare düşünemiyordu. Kurtuluşu Amerikan mandasında görenler veya yörelerinin kurtuluşunu sağlamak için çalışanlar vardı.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonundaki perişan ve çaresiz durumda, bir tek insan, M. Kemal topyekün kurtuluş ve tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak düşüncesiyle Samsun’a geldi. O’nun yola çıktığı sırada ise Yunanlılar İzmir’i işgal ediyorlardı. Padişah ve Hukümet ise İzmir’i Yunanlılara veren İngilizlerin hala körü körüne her isteğine boyun eğiyorlardı. Düşmanla işbirliği yapan Padişah ve İstanbul Hükümeti’nin bu tutumları karşısında M. Kemal, ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik savaşının esaslarını Amasya’da ulusu ve orduyu Padişah – Halifeye karşı ayaklandırmak şeklinde belirledi. Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde de bu esaslar içinde yeni bir Türk Devleti’nin kuruluşunun ulusal bilinçlenme, idari, siyasi örgütlenmesini de gerçekleştirdi. Misak-ı Milli ile bu esaslar İstanbul’da bir kez daha ortaya konunca İngilizler, İstanbul’u işgal ettiler. Bundan yılmayan M. Kemal, Ankara’da ulusun meşru iradesinin eseri olan ulusal egemenlik prensibini B.M.M. ile ortaya koydu. Fakat bütün bunların gerçekleşmesi çok büyük güçlükler ve olanaksızlıklar içinde yapılıyordı. Bir yandan İtilaf Devletleri ve Yunan saldırısı ve baskıları bir yandan Padişah ve İstanbul Hükümeti’nin M. Kemal ve B.M.M.’ni gayri meşru ilan etmesi, Türk Ulusu’nu olumsuz yönde etkiledi. Türk Ulusu, yüzlerce yıldan beri dini ve geleneksel iktidar kabul edilen Padişah – Halife ile bu değerleri yıkan ve yerine ulusal, egemenlik değerleriyle ulusu bir araya toplamak isteyen M. Kemal hareketi arasında bir süre bocaladı. Yer yer B.M.M.’nin otoritesine karşı ayaklanmalar çıktı.

Doğu Anadolu’da Ermenilere, Güneyde Fransızlara karşı savaşıldı. Batıda Yunan Taarruzu ve iç ayaklanmalara karşı Kuva-yı Milliye ile çözüm bulan B.M.M. daha sonra düzenli ordu kurar. I. ve II. İnönü Savaşları ile ilk askeri başarılarını sağladı. Diğer yandan dış ilişkilerde Sovyetler Birliği ile Moskova Antlaşması’nı imzaladı. Sakarya Meydan Savaşı’nda Yunan Ordusu’nu yendi. Fransa ile de anlaşan Türkiye İtilaf blokunu da parçaladı. 26 Ağustos 1922′de başlayan ve 9 Eylül’de İzmir’de Yunan Ordusu’nun denize dökülmesi ile son bulan Büyük Taarruz, Türkiye gerçeğini ve Türk Ulusu’nun yenilmez azmini bütün dünyaya kanıtladı. Askeri başarısını Mudanya Ateşkesi ve Lozan Antlaşması ile de onaylattı. Emperyalizme karşı yapılan bağımsızlık savaşını kazanan, “Türk Mucizesi”ni yaratan Türkiye’nin bu başarısı bütün Mazlum Uluslara örnek oldu.

M. Kemal Kurtuluş Savaşı’nın bittiği yerde; Türkiye’nin çağdaşlaşma savaşını başlattı. 1 Kasım 1922′de Saltanat’ın kaldırılışı ve 29 Ekim 1923′de Cumhuriyet’in İlanı ile Türkiye yeni devlet sistemini Fransız Devrimi ile ortaya konan insan haklarına dayanan “Ulusal ve Laik Devlet”i gerçekleştirmiş oldu. Ancak, çağdaş devlet ve ülke olma mücadelesi için Türk Devrimi’nin başarılması için Cumhuriyet döneminde Atatürk ‘ün yeni mücadele vermesi gerekiyordu.

ENGİN03
24-01-2011, 15:20
tarih göründüğü gibi değil

ENGİN03
24-01-2011, 15:22
image den resim atamıyorum

ENGİN03
24-01-2011, 15:26
KURBANIN TARİHÇESİ
İnsanoğlu, sıkıntılarından kurtulmak isteği olduğu kadar, şükür etmek için, bereket getirilmesi, fırtınalardan, sel vb afetlerden kurtulmak için, kendinden güçlü olan varlıklara, tanrılara, Allah’a kurban kesmişlerdir. Hazreti İbrahim’in oğlu İsmail’i Tanrı adına kesme girişimi öyküsünü hepimiz biliriz. Hazreti İbrahim

20 BİN KİŞİ BOĞAZLARI KESİLEREK KURBAN EDİLDİ.

Bugünkü Meksika topraklarında, M.S. 400 – 1500 yılları arasında büyük bir uygarlık yaratan Aztekler, yaptıkları kanlı törenler ile de tanınıyordu. Huitzilopochtli adlı Güneş Tanrısı’nın şefkatini kazanmak için insan kalplerini yiyen ve kanlarının içilmesine inanan halk, dini törenlerde de tüyler ve kâğıttan yapılan yılanlar ile süslenen çoğu mahkûm olan kişileri kurban seçiyordu. Rahipler, flüt eşliğinde yapılan törende, taş bıçak ile kurbanların kalbini çıkarıyor ve vücudu, piramidin basamaklarına atıyor, kalbin üzerine biber koyarak yiyordu. Yağmur Tanrısı Tlaloc’a, 4 –7 yaşları arasındaki çocukları getiren ve boğazlarını keserek kurban eden toplumda, en büyük kitlesel kurban, 1487′de Mayor Tapınağı’nın açılışında 20 bin kişinin sunaklarda kurban edilmesiyle olmuş ve bu iş 4 gün 4 gece sürmüştü.

ENGİN03
24-01-2011, 15:28
Resmi raporlarda Dersim katliamı: 13 bin kişi öldürüldü’


CHP’li Onur Öymen konuştu arşivlerde kalan tarihi belgeler yeniden gündeme gelmeye başladı, Dersim’le ilgili Dördüncü Umum Müfettişlik raporuna göre olaylarda 13 bin 160 kişi öldü, 11 bin 818 kişi sürgün edildi.

Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık’ın, Dersim araştırmasında ulaştığı yüzlerce belge ve fotoğraf kitap oluyor. Belgelerde ölenlerin ve sürgüne gönderilenlerin gerçek sayısının yer aldığı bir raporla, olaylar sırasındaki fotoğraflar da bulunuyor.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in TBMM’deki konuşmasıyla gündeme gelen ‘Dersim İsyanı’ ve devletin düzenlediği harekâtla ilgili 71 yıldır gizli kalmış belge ve fotoğraflar gün ışığına çıktı. 1937-1938 yıllarında harekâta katılan asker ve subayların, dönemin emniyet müdürlerinin, vali ve kaymakamların kişisel arşivlerinden isyanla ilgili hiç bilinmeyen yüzlerce fotoğraf ve yazılı belgeye ulaşıldı. Belgeler arasında, ölenlerin ve sürgüne gönderilenlerin gerçek sayısının bulunduğu bir raporla, isyanın liderlerinden olduğu öne sürülen Seyit Rıza’nın idam kararının alındığı mahkeme çıkışında oğluyla kol kola görüldüğü fotoğraf da bulunuyor. Bölgenin önemli aşiret reislerinden Şahin Ağa ve amcasının cansız bedenini, askerlerin mağaralara düzenlediği baskınları ve halkın çaresizliğini gösteren fotoğraflar da dikkat çekiyor. Bir başka karede ise askerlerin gözetimindeki kadın aynı anda iki çocuğunu birden emziriyor. Fotoğrafların birinde ise harekât emrini veren dönemin Başbakanı İsmet İnönü, Hozat ziyaretinde görülüyor.

4. UMUM MÜFETTİŞLİK RAPORU
Dersim olaylarıyla ilgili 9 yıl boyunca araştırma yapan Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık, arşivindeki bu önemli belgeleri ilk kez SABAH’la paylaştı. Harekâta katılmış, hayatta kalan asker ve bürokratlara, ölenlerin akrabalarına ulaşan Saltık; sahaflar, müzayedeler, özel koleksiyoncular ve İngiliz Ulusal Arşivleri’nden de yararlanarak, kendi tabiriyle ‘çuvallar dolusu belge ve yüzlerce fotoğrafa’ ulaştı. ‘Katliam’ olarak nitelendirdiği Dersim olaylarında ölen ve sürgüne gönderilenlerin sayısının yanlış bilindiğini söyleyen Saltık, “Harekâtın başında olan bir subayın Dördüncü Umum Müfettişlik raporuna ulaştım. Bu rapora göre, 13 bin 160 sivil ölü var. Sürgüne gönderilen hane sayısı 2 bin 258. Kişi sayısı ise 11 bin 818″ diye konuştu.

“KAN İÇER İNSAN ETİ YERLER”
Dönemin Ovacık Kaymakamı’nın Ankara’ya yazdığı bir rapora da ise Tunceliler’in kan içip, insan eti yediği, güneşe taptığının yazıldığını anlatan Saltık, “Harekât için daha ne bekliyorsunuz demeye getirmiş. Bir müzayedede o dönemin Tunceli Emniyet Müdürü’nün fotoğraf albümünü de ulaştık. Harekat sırasında çekilmiş fotoğraflardı. Bir vali muavinin arşivini de bulduk, ölenlerin tek tek fotoğrafları var” dedi. Belge toplarken zorlandığını da ifade eden Saltık, nedenini şöyle anlatıyor; “Bazıları hiç konuşmazken bazıları anlattıklarının kayıt altına alınmasını tercih etmedi. Konuştuklarının öldükten sonra yayımlanmasını isteyenler oldu. Kimi ’12 Eylül’de solcular bizi öldürür’ korkusuyla elindeki tüm fotoğrafları imha etmiş. Araştırmalarım sonucu şunu gördüm ki, Dersim hareketine katılan askerlerin, subayların çoğu bir daha eski haline dönememiş. Çoğunun söylediği aynı: ‘Çok kötü şeyler yaptık’.”

BU DA JANDARMANIN DERSİM ANDICI
Jandarmanın 1931′de tuttuğu Dersim raporunda, “Kızılbaş, Sünni’yi sevmez, kin besler ona ezelden beri düşmandır” deniyor. Türklüğü telkin için 2 okul açılması öneriliyor
Jandarma Umum Kumandanlığı’nın (Jandarma) 1931 yılında Dersim’le ilgili tuttuğu raporu ortaya çıkardı. Tutulan raporlar, bir kitap haline getirildi ve sadece 100 adet basıldı. Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi’nin raflarında bulunan “Dersim” kitabında; aşiret, aşiretlerin yapısı, hükümete yakın olanlar olmayanlar, devlet karşıtı aşiretlerin içlerine sızma yöntemleri ile Batı’ya göç ettirilen aşiretlerin listesine yer veriliyor.

KILIÇDAROĞLU’NUN AŞİRETİNE
Cumhuriyet döneminde, Dersim’de devlete karşı ayaklanan, kendi içlerinde işbirliği yapan aşiretlerin tümü sürgün ediliyor. Sürgünde Trakya ilk adres oluyor. CHP’li Onur Öymen için ‘gereğini yapsın” diyen partisinden Kemal Kılıçdaroğlu’nun isyancı dedesinin Kureyşanlı Aşireti, Tekirdağ’ın Saray kazasına gönderiliyor. Trakya’ya sürgüne gönderilen 347 aileden 3 bin 470 kişinin ulaşım masrafları devletin kasasından çıkıyor. Botanlı Aşireti Edirne (Uzunköprü), Koç Uşağı Aşireti ve Hozat Reisleri Balıkesir (Balya), Şadilli Aşireti Balıkesir ( Bandırma), İksor Aşiret Reisleri (Kırklareli), Balabanlı Aşiret Reisleri Çorlu’ya gönderiliyor.

KİM BU DERSİMLİLER
Rapordaki en dikkat çekici bölüm ise devletin bakış açısını ortaya koyması açısından Dersimliler’le ilgili tespitler:
Konuştukları dil Zazacadır.
Dersim kalabalık ve çok silahlıdır. Dersim’de silah toplamak gün ve ay işi değildir. İki sene işidir.
Türk ve Türklüğü telkin etmek için iki mektep açılmalı.
Hükümete karşı tamamıyla anarşiktir.
Dersim hükümeti cumhuriyet için bir çıbandır.
Dersimliler askerlik yapmazlar.
Zaza kadını, Türkmen ve Yörük kadınları gibi cinsi temasa pek düşkündür.
Türkmen kadını gibi evinin işlerini çevirir.
Yavuz Sultan Selim’in gazabı olmasaydı bugün güzel Türkiyemiz’de tek bir Sünni’ye tesadüf etmek imkanı belki de mümkün olmayacaktı.
Aleviliğin en kötü ve tefrika değer cephesi Türklük’le aralarındaki derin uçurumdur. Bu uçurum Kızılbaşlık itikadıdır.
Kızılbaş, Sünni Müslümanı sevmez. Kin besler, onun ezelden düşmanıdır.
Kızılbaşları, yuvarlak kafası, geniş alnı basık yüzü ile gözlerinin daima akın yollarını, uzakları araştıran cevvaliyeti ile Türk neslinden ayrı bir nesle bağlamak güç bir iş olur.
Dersim; Türk, Faris, Asur, Ermeni, Arap gibi milletlerin tortularını almış bir mıntıkadır.
Ermenilik Dersim içinde şimale gittikçe kesafetini kaybetmiş ve ancak kasabalar ve onların yakınında barınıp taşamamış ve hiçbir zaman Dersim umum nüfusunun yüzde 20′sini aşamamıştır. Harbi umumiden sonra izlerini bırakarak ölmüştür.

ENGİN03
24-01-2011, 15:29
DP Dönemi Siyasi Gelişmeleri ve 1954 – 1957 Seçimleri
Yazıyı derleyen: İsmail Akkaya on May 27th, 2009 // Yorum yok

C) DP’nin Atatürk İlke ve İnkılaplarından Uzaklaşıldığı İddiası:
Demokrat Parti yukarıda bahsedildiği üzere iktidara gelir gelmez dini açılımlı bazı icraatlarda bulunmuştu. 18 yıldır Türkçe okunmakta olan ezan tekrar Arapça aslıyla okunmaya başlanmış, okullarda din dersi konulmuş, imam hatip okulları ve ilahiyat fakülteleri açılmış, yurt genelinde cami sayısı giderek artmıştı. Bazı tarikatlar Kur’an kursları açmaya başlamış ve daha serbest hareket etme olanağı bulmuş, Ankara Radyosundan her hafta Cuma sabahları Kur’an-ı Kerim okunmuş, daha sonraları Mevlid yayınları yapılmıştır. Tek parti döneminde kapatılmış olan bazı türbeler ziyarete açılmıştır.

Tüm bu gelişmeler özellikle CHP’yi kaygılandırmış ve DP iktidarı döneminde Atatürk Devrimlerinden ödün verildiği propagandası sıklıkla yapılmıştır. Özellikle iktidarın kendisine yakın bulduğu İslamcı basını desteklediği yolunda çeşitli söylentiler git gide yayılmaktaydı. Bu uygulamalar DP’nin bazı sıkı önlemler alması sonucunu doğurmuş ve basın üzerinde sansürü ağırlaştırmış, hatta İslami görüşte yayınlar yapan bazı basın-yayın organlarını kapatma yoluna gitmiştir.

Yeni iktidarın; muhalefete ve memleketin sağduyulu insanlarında yarattığı ilk hayal kırıklığı, daha doğrusu bunun davet ettiği endişe, yeni Başvekil Adnan Menderes’in 20 Mayıs 1950’de okuduğu hükümet programı nutku ile başladı. Bu nutukta Atatürk’ün bir defa olsun adı geçmiyordu. Demek ki, karşılaşılan yalnız bir parti iktidarının değişmesi değildi. Yeni bir parti iktidarının değişmesi değildi. Yeni bir parti iktidarının gelişi şeklinde bir siyasi değişiklik veya çok partili rejime geçiş şeklinde bir rejim değişikliği karşısında değildik. Sanki geçmişin, milli gururu besleyen hatıralarına karşı bir kopuş vardı. Menderes bu ruh halini, 14 Mayıs inkılabının, gelmiş geçmiş bütün inkılapların en önemlisi olduğunu ilan ederek açığa vuruyordu. Bu ruh hali, Menderes’in Demokrat parti iktidarının sonuna kadar, bütün davranışlarına hakim olacaktır.[1]


Bu dönemde Ticaniler denilen bir tarikatın, Demokrat Parti’nin Atatürkçülükten uzak bir siyaset sergilemesinden aldıkları cesaretle Atatürk büstlerine saldırmaya başladığı şayiaları da dillerden düşmüyordu. Bu söylentiler Demokrat Parti’yi zor duruma düşürüyordu. Bu durum karşısında iktidar, 1951 Temmuz’unda 5816 sayılı “Atatürk’ü Koruma Kanunu” çıkarmış ve bu tür fiillerle, Atatürk’e tahkir, küfür, aşağılama vb. nitelikli yazı ve sözlere 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezaları getirmiştir. Bu kanun günümüzde de geçerliliğini korumaktadır.


D) Soğuk Savaş Yılları ve Türkiye’nin NATO’ya Üye Olması:
II. Dünya Savaşı sonunda Sovyet gücü karşısında paniğe kapılan Avrupalı devletlerin, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’un 17 Mart 1948’de imzaladıkları “Brüksel Anlaşması” ile ortaya çıkan ortak savunma programının iki kutuplu dünya düzeninin şartlarına uymaması Kuzey Atlantik Anlaşması teşkilatını doğurmuştur. Savaş sonunda Batı dünyasının tartışmasız lideri konumuna yükselen Amerika Birleşik Devletleri’ni dışlayacak bir Batı savunma sistemi ne mümkün ne de anlamlıdır. Nitekim Brüksel Anlaşmasını imzalayan beş ülke ile Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada arasında başlayan görüşmelere İtalya, İzlanda, Danimarka, Norveç ve Portekiz de katılmıştır. 4 Nisan 1949’da NATO kurulmuştur.[2]

II. Dünya Savaşı sonunda dünya iki kutuplu bir sisteme geçmiş, komünist yayılmadan çekinen Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa devletleri ABD’nin liderliğinde 1949’da Washington Antlaşması’yla kurulmuştur. Temel amaç üye ülkelerin güvenliğini sağlamak, komünist bloğun yayılmasını engellemek, askeri ve stratejik konularda ortak hareket etmek vb. hedeflerden ibarettir. ABD bu dönemde Batı Avrupa ülkelerinde birçok askeri üsler oluşturmuştur. Üye ülkeler birbirlerinin askeri güvenliğini ve toprak bütünlüğünü, bağımsızlıklarını korumayı güvenceye almışlar ve Nato üyesi bir ülkeye yapılmış olan bir saldırıyı tüm Nato üyesi ülkelere yapılmış kabul edeceklerini anlaşma ile garanti altına almışlardır.

Doğu bloku adı verilen Doğu Avrupa’daki bazı sosyalist rejimle yönetilen ülkeler ise bu girişim karşısında Sovyetler Birliği liderliğinde 1955 yılında Varşova Paktı’nı kurmuş ve dünya “Özgür Batı Bloku” ile “Sosyalist Doğu Bloku” olarak ikiye bölünmüş ve bu bölünüş de soğuk savaşın temellerini atmıştır. Varşova Paktı ülkeleri de kendi aralarında askeri ilişkilerini ve işbirliğini güçlendirmek için bir takım ikili anlaşmalar yapmışlardır. Bu pakta üye 8 ülke vardı. Bunlar, Sovyetler Birliği, Polonya, Romanya, Macaristan, Arnavutluk, Doğu Almanya, Bulgaristan ve Çekoslovakya’dan oluşan ülkelerdir. Bu ülkeler, o dönemde dışa son derece kapalı oldukları için “demir perde” ülkeleri olarak da anılmaktaydı.

Pro-Sovyet Balkan ülkelerinin hızla silahlanması ve Yugoslavya üzerinde artan Sovyet baskısı NATO Başkumandanı Eisenhower’ın kuvvetlerinin güney-doğu kanadını güçlendirmek istemesi ve Batı Avrupa’ya yönelik bir Sovyet saldırısı durumunda Sovyetler Birliği’nin Kafkasya ve Urallar bölgesine düzenlenecek hava akınları için Türkiye’de kurulacak hava üstlerine duyduğu ihtiyaç ve Ortadoğu bölgesinin artan önemi Türkiye’nin NATO’ya alınışını sağlamıştır. Türkiye’nin Kore Savaşı’na katılması ve Kore Türk Tugayı’nın gösterdiği başarıların NATO’ya girişi ne ölçüde etkilediği ayrı bir tartışma konusudur. Türkiye, Yunanistan’la birlikte 16-20 Eylül 1951 tarihleri arasında toplanan NATO Bakanlar Konseyinin verdiği olurla ittifaka katılmış, katılma ile ilgili ek protokol Ekim 1951’de imzalanmıştır.[3]

Türkiye’nin NATO’ya üyeliğine Batı Avrupa devletleri uzun süre karşı çıkmışlar; Ortadoğu’nun bir parçası sayılan Türkiye ile kendi bölgelerinin ortak yönlerinin olmayışı, Türkiye’nin ittifaka dahil edilişinin kendileri açısından bir yararının olmayacağı ve sorunlu bölge olan Ortadoğu’nun meselelerinden uzak durmak istemeleri bu görüşte olmalarına yol açmıştır. ABD açısından ise Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik konumu, Sovyetler Birliği’nin tehdidi altında olması, Ortadoğu’nun kendisi açısından önemi Türkiye’nin üyeliği önem arz etmekteydi. Türkiye açısından bakıldığında ise, Sovyetler Birliği’nin Doğu Anadolu’da toprak ve Boğazlarda ayrıcalık elde etme idealinde olması ve değişen dünya şartlarında kendisini Batı’ya yakınlaştırmak istemesi böyle bir birlikteliği gerekli kılmıştır.

Türkiye, ittifaka üyeliği hızlandırmak için ve sol görüşlü Türk aydınlarının karşı çıkmalarına rağmen 1950 yılında Kore’ye 5090 kişilik bir Tugay göndermiştir. İskenderun’dan hareket eden Türk tugayı yaklaşık bir ay süren deniz yoluyla Kore’ye varmış ve Kore’de, eşine nadir rastlanır dillere destan bir kahramanlık örneği sergilemiştir. Özellikle Kunure Savaşı’nda gösterdiği kahramanlık ve üstün cesaretiyle Amerikan bir Amerikan birliğini Komünistler karşısında yok olmaktan kurtarmıştır. Bu savaşta Türk askerleri zaman zaman yaralı Amerikan askerlerini kilometrelerce omuzlarında taşımışlardır. Türkiye 18 Şubat 1952 tarihinde Yunanistan’la birlikte NATO’ya resmen üye olmuşlardır.

Türkiye’nin NATO’ya girmesini yalnızca Sovyet tehdidine karşı güvenlik sağlamak açısından değerlendirmek eksiktir. Üzerinde en çok durulan Sovyet tehdidi, Türkiye’de zaten var olan isteği güçlendirip hızlandırmıştır. Türkiye, savaş sonu dünyasına çok partili demokratik rejimi kurma çabaları ve çok önemli ekonomik kalkınma sorunlarıyla girmişti. Ekonomik kalkınma olmadan demokrasinin kurulamayacağı, kurulsa bile gelişemeyeceği evrensel olgusundan hareket eden Türk yöneticileri NATO üyeliğini modern Türkiye için gerekli görüyordu. Üstelik savaş sonrası siyasal istikrarsızlık döneminde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de yeni silahlarla ateş gücünün yükseltilmesi gerekiyordu. Türk yöneticileri tüm bu amaçların gerçekleşmesinde dışarıdan gelecek ekonomik ve askeri yardımı bir önkoşul olarak değerlendirme eğilimindeydiler. Dolayısıyla Türk Hükümetinin bakış açısına göre, Türkiye’nin NATO üyeliği ekonomik, siyasal ve askeri gelişme amaçlarına yardım edecekti.[4]

Ancak NATO’ya girildikten sonra Türk ordusu, Amerikan çıkarlarının belirlediği Amerikan global stratejisinin bir unsuru durumuna gelmiştir. Yani artık genel stratejinin sadece bir parçasıdır. Bu çerçevede Türk Genelkurmayı talimnameleri dahi hazırlanmaktan vazgeçip İngilizce’den tercümeye yönelecektir. Amerikalılar yaptıkları baskılar neticesinde Harp Akademilerinde eğitim kısalmıştır. 1949-1950’ye kadar 3 yıl olan öğretim süresi Amerikan usulüne göre aralarında en az 2 yıl aralık bulunacak şekilde 2 eğitim yılına indirilmiştir.[5]


E) Balkan Paktı:
Türkiye, NATO’ya 1952 yılında üye olup güvenliğini sağlama yolunda olumlu bir adım atmış ve özellikle Sovyet tehdidini bir ölçüde nötürize etmiştir. Ancak Trakya sınırını da güvence altına almanın yolunu araması ve özellikle ABD’nin bu konudaki ısrarlı teşvikiyle Türkiye’yi bazı Balkan ülkeleriyle yapmış olduğu işbirliği ve savunma anlaşması yapma yoluna gitmiştir.

Menderes’i Balkan Paktı fikrine iten bu jeopolitik anlayış olduğu gibi, aynı zamanda ABD’nin Yunanistan’ı olduğu gibi, Türkiye’yi de Yugoslavya ile askeri işbirliğine zorlaması/itmesidir. Balkan Paktı’na giden yolu 1948’de Stalin-Tito çekişmesi sonucunda, Yugoslavya’nın Kominform’dan ayrılması açmıştır. Bu durum ABD’nin Yugoslavya’ya mali yardım yapmasını beraberinde getirmiş, Yugoslavya ile Yunanistan arasındaki ilişkiler düzelme sürecine girmiştir. ABD Balkanlar bölgesinde Sovyet etki sahası olmaktan çıkan Yugoslavya’yı dolaylı da olsa Batı güvenlik kuşağına dahil ederek, Balkanlarda doğan güç boşluğunu giderme politikasına yönelmiştir. Böylelikle Türkiye-Yunanistan-Yugoslavya arasında 1952 yılında hükümet temsilcileri düzeyinde görüşmeler sürmüş, bir savunma birliği konusunda görüşler berraklaşmaya başlamıştır. Nitekim Tito, 7 Ağustos 1952’de Belgrad’da bulunan bir Türk heyetine şöyle demiştir: İlişkiler öyle bir noktaya gelmiştir ki, yalnız siyasi ve ekonomik değil, aynı zamanda askeri işbirliği de düşünülebilir.[6]

Menderes, Yugoslavya’nın NATO’ya alınması gerektiği inancı ile NATO konseyine resmi öneride bulunmuştur. Ancak Tito, Yugoslavya ile İtalya arasındaki Trieste Sorununu ileri sürerek NATO’ya girmeye yanaşmamıştır. Bu değişik yaklaşımları bağdaştırmak için bulunan çözüm, Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında 28 Şubat 1953’te Ankara’da bir Dostluk ve İşbirliği Anlaşmasının imzalanması olmuştur. Anlaşmaya göre üç devlet ortak çıkarlarıyla ilgili konularda birbirlerinin görüşlerini alacaklar, Türk Yugoslav ve Yunan dışişleri bakanları yılda en az bir kez toplanacaktır. Üç ülke 6 Ağustos 1954’te Yugoslavya’nın Beld kentinde imzaladıkları anlaşma ile Pakta yeni bir karakter vermişlerdir. Anlaşmaya göre üç devlet, içlerinden birine veya birkaçına ülkelerin herhangi bir yerinde vuku bulacak silahlı tecavüzü bütün akit taraflara tevcih edilmiş kabul etmektedir.[7]

Stalin’in Mart 1953’teki ölümü ile tekrar iyileşme sürecine giren Sovyetler Birliği – Yugoslavya ilişkileri sonucunda Yugoslavya pakta gereken ilgiyi ve önemi göstermemiş ve bu durumda paktın amacını ve işlevini etkisiz hale getirmiştir. Öte yandan Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs sorunundan kaynaklanan bunalım ve gerginlik paktın uzun ömürlü olmayacağının açık işaretiydi. Pakt ancak 1960 yılına kadar varlığını devam ettirebilmiş, bu tarihte tarafların ortak kararlarıyla sona ermiştir.


F) 1954 Seçimleri:
DP, 1953‘te CHP’nin bütün mal varlığını haksız iktisap diye nitelendirerek hazineye geçiren bir yasa çıkarttı. (14 Aralık 1953) Bu, ana muhalefet partisinin etkinlik olanaklarını kısmak için bir hareketti. Fakat DP’nin alerjisi CHP ile sınırlı değildi. Her türlü muhalefete karşı olmalıydılar ki, Atatürk ve devrimlerinin aleyhindeler diye Millet Partisi de kapattırıldı. (8 Temmuz 1953)[8]

1954 seçimlerinde DP oyların % 57’sini, CHP % 36’sını aldı. CHP’nin sandalye sayısı 21’e indi.[9] 2 Mayıs 1954’te yapılan seçimin sonuçları şöyledir:

Kayıtlı Seçmen Sayısı: 10.262.063

Oy Kullanan Seçmen Sayısı: 9.095.617

Seçime Katılma Oranı: % 88

Cumhuriyet Halk Partisi: 3.161.696

Cumhuriyetçi Millet Partisi: 434.085

Demokrat Parti: 5.151.350

Köylü Partisi: 57.011

Bağımsızlar: 137.318


CHP çökmüş, İsmet İnönü-Nihat Erim ikilisi eleştirilerin hedefine oturmuştur. Bu çöküntü; CHP muhalefetinin kendisini bütün kayıtlardan sıyırmasına, her türlü insaf ölçüsünden ayrılmasına sebep olacak, bu da DP’nin akıl almaz hatalarına yol açacaktır. Şimdi Menderes, seçim sonuçları karşısında duygulanmış “Böyle bir millete hizmet yolunda canım feda olsun” demektedir.[10]


G) Bağdat Paktı:
Balkanlardan sonra Ortadoğu bölgesinde de askeri güvenliğini artırma ve işbirliğini sağlamak için Menderes hükümeti döneminde oluşturulmuş bir örgüttür. ABD dışişleri Bakanı John Foster Dulles’in girişimleri ve çabaları sonucu askeri işbirliğine dayalı bir örgüt olarak 1955 yılında kurulmuştur.. Üyeleri Irak, Türkiye, İngiltere, Pakistan ve İran’dan oluşmaktaydı. Bağdat Paktı bazı Arap ülkelerinin tepkisini çekmiştir. Örneğin Mısır ile Suriye bu pakta tepki olarak 1958 yılında “Birleşik Arap Cumhuriyeti” adı altında birleşmişlerdir. Fakat Suriye 1961’de bu birlikten ayrılmıştır. Mısır’ın resmi adı 1971 yılına kadar “Birleşik Arap Cumhuriyeti” olarak kalmıştır.

Bu birliktelik hakkında Oral Sander şu bilgiyi vermektedir: 1958 Şubat’ında Mısır ile Suriye arasında Birleşik Arap Cumhuriyeti kuruldu. Suriye önderleri önderleri, Sovyet taraftarı Genelkurmay Başkanı ve yerel komünistlerin eylemlerinden korkarak Nasır’a başvurmuşlar ve Nasır da bunu olumlu karşılayınca BAC kurulmuştu. Suriye önderlerinin düşüncesine göre, Nasır’ın Mısır’da komünistlere karşı uyguladığı sert politika ve tedbirler, bu birleşmenin sonucu olarak, Suriye’de de etkili olabilirdi.[11]

Bağdat Paktı’nın kuruluşu temelde Menderes Kabinesinin Arap ülkeleri ile ilişkilerinde aldığı tavırdan değil Amerikan askeri stratejisinin dayatmasından doğmuştur. Sander, Amerika açısından Bağdat Paktı’nın kurulmasının nedenlerini şöyle sıralar:

Doğrudan bir Sovyet-Amerikan çatışmasına varacak sürtüşmelerden kaçınmak,
Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’de egemen bir duruma gelmesini engellemek,
Bölgedeki kaynaklar ve özellikle petrolün Batı’ya akış yollarını korumak ve sürdürmek,
İsrail devletinin varlığını sürdürmesini sağlamak[12].

Arap ülkelerinin, özellikle Mısır’ın şiddetli muhalefetine rağmen 24 Şubat 1955’te Bağdat’ta Türkiye ile Irak arasında karşılıklı işbirliği anlaşması imzalanmıştır. İngiltere 4 Nisan 1955’te, Pakistan 23 Eylül 1955’te, İran ise 3 Kasım 1955’te pakta katılmışlardır. Bağdat Paktı 14 Temmuz 1958’de Irak’ta gerçekleşen ihtilalden sonra Irak’ın pakttan ayrılması ile niteliğini yitirmiş, paktı ikame etmek için CENTO kurulmuş ise de istenilen amaca ulaşılamamıştır.[13]

1958 askeri darbesinin ardından 1959 yılında pakttan ayrılan Irak’tan sonra paktın genel merkezi Ankara’ya taşınmıştır; 20 yıl sonra 1979’da İran ve Pakistan’ın da pakttan ayrılmasından sonra CENTO da Balkan Paktı’nın akıbetine uğrayıp dağılmıştır.


H) 6 -7 Eylül Olayları:
Demokrat Parti’nin 10 yıllık tarihinde 6 -7 Eylül olayları oldukça mühim bir öneme haizdir. Olaylar, sadece Türkiye’de değil Batı’da da geniş yankılar bulmuştur. Olayların meydana gelişinin temelinde Kıbrıs sorunu yatmaktaydı. Bilindiği üzere Kıbrıs 1960 yılına kadar İngiltere’nin denetiminde iki uluslu bir toprak parçasıydı. 1955 tarihinde adadaki Rumlar, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak için EOKA terör örgütünü kurarak adadaki Türklere karşı kıyıma başladılar. Lozan’dan o tarihe kadar Türk kamuoyunda pek konuşulmayan bir konu olan Kıbrıs, İngiltere’nin de kışkırtması ile Türkler ve Rumlar açısından milliyetçi duyguların ön plana çıktığı bir kaynar kazana dönmüştür. Olaylar Londra’da İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın Kıbrıs’ın geleceğini ilgilendiren konuların görüşüldüğü konferansın henüz bitmeden başlamıştır.

Türk Dışişleri Heyeti Londra’da mücadelesini sürdürürken 6 Eylül 1955’te İstanbul’da inanılması güç olaylar oluyordu. Radyo öğle yayınında Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığını bildirmiş, bazı gazeteler de haberi manşetlerine çekmişlerdir. Kıbrıs dolayısı ile gergin olan halkta bu haber barut fıçısına düşen kıvılcım etkisi yapmış, binlerce insan sokağa dökülmüştü. Olayın görüntüsü böyle idi.[14]

Fakat Beyoğlu’ndaki dükkanlar yakılıp yıkılıyor, malları yağma ediliyordu. Gösteri Rum ve Ermeni vatandaşlarla bunların ev ve işyerlerini hedef almış, tam bir yağma – çapul hareketine dönüşmüştü. Beyoğlu’nu enkaa çeviren binlerce kişiye müdahale edilemiyor, devlet ve hükümet an be an büyük bir sorumluluğa sürükleniyordu.[15]

O akşam bütün İstanbul’da Rumların binlerce ev ve işyerlerine, kilise ve mezarlıklarına saldırıldı ve yağma ya da tahrip edildi. Bütün İstanbul’da aynı sıralarda aynı hareketin olabilmesi bir düzen olduğu izlenimi veriyordu. Polis önceleri seyirci, sonra da çaresiz kalmıştı. Olay gece yarısı ordu birlikleri tarafından bastırılabildi. Sıkıyönetim ilan edildi ve işi komünistler yaptı diye birçok solcu tutuklanıp aylarca hapis yattıktan sonra aklandılar. Daha sonra Yassıada’daki Adalet Divanı 6/7 Eylül olaylarını Bayar, Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve İçişleri Bakanı Namık Gedik tarafından düzenlendiğine karar verdi. Yunan makamları ise Atatürk’ün evine bomba atmaktan sorumlu birkaç Türk yakaladılar, bunlar mahkum oldular. Bunlardan biri daha sonra Türkiye’de valilik yapacaktı. Öyle görünüyor ki, 6/7 Eylül olayı, Tan olayı gibi ama çok daha geniş çapta, ülkemizde devletin hukuk dışına çıkmasının üzücü bir başka örneğidir. DP, meclis soruşturması önerisini de reddettirdi. Bir tek Namık Gedik istifa etti.[16]

Olayların bilançosu çok ağır oldu. 7 Eylül’de İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildiğinde, ardında pek çok yaralı bırakmıştı ve maddi hasar çok ağırdı. Mahkeme kayıtlarına dayandırılarak verilen sayılara göre, 4214 ev, aralarında 21 fabrikanın bulunduğu 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 azınlık okulu, 5 spor kulübü, 2 mezarlık tahrip edilmişti. Saldırılar sırasında tecavüz olayları da yaşanmıştı. İzmir’de ise 14 ev, 6 dükkân, 1 pansiyon, Yunan Konsolosluğu, Katolik Kilisesi, Fuar’daki Yunan pavyonu ve İngiliz Kültürevi tahrip edildi. Dönemin İzmir gazeteleri 7 kişinin ağır, 50 kişinin hafif yaralı olduğunu yazıyordu. İzmit ve Adapazarı’ndan gelen yağmacılar geri dönmek üzere Haydarpaşa istasyonuna geldiklerinde, üzerlerinde yağmaladıkları mallarla yakalandılar. Bunların büyük bir bölümünün başka şehirlerden getirildiği ortaya çıktı. (Örneğin Sivas’tan 145, Trabzon’dan 117, Kastamonu’dan 116, Erzincan’dan 111kişi) Kaynaklara göre, olaylardan sonra İstanbul’da 5104, İzmir’de 424, Ankara’da ise 171 kişi tutuklanmıştı. Ne var ki bunların çok büyük bir kısmı bir süre sonra serbest bırakıldı ve ceza alanlar küçük bir azınlığı oluşturdu[17]


I ) 1957 Seçimleri:
1957 seçimleri CHP’nin yükselişi ile sonuçlandı. Ekonomik sıkıntılar, siyasi kavga ve çekişmeler, DP’deki bölünme ve 7 yıllık bir iktidarın doğal sonucu olan yıpranma, seçim sonuçlarını DP aleyhine etkiledi. Ama DP yine birinci partiydi ve yine iktidara getirilmişti. 27 Ekim 1957 seçimlerinin sonuçları şöyledir:

Kayıtlı seçmen Sayısı: 12.078.623

Oy Kullanan Seçmen Sayısı: 9.250.949

Seçime Katılma Oranı: % 76.6

Cumhuriyet Halk Partisi: 3.753.136 (% 40.5)

Cumhuriyetçi Millet Partisi: 652.064 (% 7.05)

Demokrat Parti: 4.372.621 (% 47.26)

Hürriyet Partisi: 350.597 (% 3.78)

Bağımsızlar: 4994 (% 0.05)


DP’nin oy oranı bu seçimlerde % 50’nin altına indi. Muhalefetin toplam oy oranı % 50’nin üstüne çıktı. Çoğunluk sisteminin garipliği bu seçimde de kendini gösterdi. DP’ye oy verenlerin sayısı CHP’ye oy verenlerin sayısından sadece 619.000 kişi fazla idi. Ama DP 419 milletvekili ile yine iktidardı. Bütün muhalefet oyları ise DP’nin aldığı oydan 388.000 oy fazla idi. Sonuçlara bir seçim sonucu olarak değil, bir referandum sonucu olarak bakarsak DP’nin başarısını sürdürdüğü anlaşılır. Halk DP’nin iktidarının devam etmesini istediğini, başarılı olmadığı takdirde iktidardan uzaklaştırmak için bir dönem daha beklemeyeceğini söylemişti. DP’nin Ankara’da kaybetmesinden, CHP ayrı bir moral kazandı.[18]

Gerek CHP yöneticileri, gerekse CHP’li yurttaşlar seçimlerde hile yapıldığı kanaatindeydiler. İnönü’nün ve CHP yöneticilerinin, DP’nin seçimi seçmen sandık kütüklerinde yapılan tahribatlar ve DP’li militanların birçok sandıkta oy kullanarak kazandığına olan inançları CHP yönetimini sert bir tutuma sevk etmişti. İnönü, 29 Ekim’de TBMM’de Bayar, Koraltan ve Menderes’in kutlama törenlerine ve Anıtkabir’de yapılan resmi tören ile hipodromdaki resmi geçide katılmama kararı almıştı ve böylece DP’ye karşı 27 Mayıs 1960’a kadar sürecek olan şiddetli mücadelesini başlatmıştır.[19]

ENGİN03
25-01-2011, 00:45
Osmanlı Devleti’ndeki Ermeniler Hakkında
Yazıyı derleyen: H.Sanem Erkan on Mar 23rd, 2009 // Yorum yok

Türk toplum hayatını son yirmi beş seneyi aşan bir süredir Ermeni sorunu işgal etmektedir. 23 Ocak 1973′te Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet Baydar ve yardımcısı Bahadır Demir ile Santa Barbara’da Baltimor Oteli’nde görüşmeye gittikleri 77 yaşlarındaki Mıgırdıç Yanıkyan tarafından tabanca ile vurularak öldürülmüşlerdi. Ardından da yıllarca Ermeni Terörü sürüp gitti. Özellikle 1980′li yıllarda ülkemizde Osmanlı-Ermeni ilişkileri ile ilgili yayınlar yapıldı, toplantılar düzenlendi. Dünyanın başka ülkelerinde de aynı sorun, aynı konu hep gündemde tutuldu. A.B.D.’de Ermeniler Senato’dan 24 Nisan’ın Ermeni Soykırımı Günü ilan edilmesine çaba gösterdiler. Netice alamamakla birlikte, isteklerinden de pek vazgeçmiş görünmüyorlar. Bu sorun ısıtılıp ısıtılıp zaman zaman yine gündeme gelecek gibi görünmektedir. Nedir, ne anlama gelmektedir 24 Nisan? Birinci Dünya Harbi içerisinde 24/25 Nisan 1915 gecesi İstanbul’da 500 kadar Ermeni tutuklanır, aralarında doktorlar, avukatlar, gazeteciler, din adamları da vardır.




Bunlar Ermeni İhtilal Örgütü üyesi olduklarından Anadolu’ya sevk olunurlar. Anadolu’nun özellikle Doğu ve Güney-Doğu kesimlerinde oturan Ermeniler de aynı muameleye tabi tutulurlar. Gönderildikleri bölge Deyr-i Zor ve civarıdır, yani bugün Suriye’de Fırat boyunda bulunan bir kesimdir. Burada hiç Ermeni de yok değildir. 1893′te Deyr’e gelen Max Freiherr von Oppenheim burada bir Ermeni Kilisesi’nin varlığından bahseder. Ebü’l-Fida’ya göre, 1331′de inşa olunmuş, sonradan tahrip edilmiştir.1 Aynı sene Ağustos ayında Deyr’de kendisinin aşçısı da Mardin’li bir Ermeni’dir.2 İsveç’li Sven Hedin Deyr’de 1917 Nisanı’nda bulunur. Arapların siyah çadırları yanında Fırat kenarında yüzden fazla beyaz çadır görür, bunlar İstanbul’dan Halep-Meskene-Rakka yolu ile Deyr’e gelen, gelmeye zorlanan Ermenilerdir. Aralarında Kafkas cephesi hudutlarından gönderilenler de vardır. Sven Hedin bunların sayılarını 5.000 kadar tahmin eder .3

Ermeni örgütleri ve yandaşları bu sürgün sırasında bir Ermeni soykırımı vukuu bulduğunu iddia ederler, sayısı da açık arttırmadadır. Bu olaylar sırasında bir buçuk-iki milyon Ermeni’nin hayatlarını kaybettiği öne sürülür, halbuki her iki rakam da o tarihlerde bütün Osmanlı hudutları içerisinde bulunan Ermenilerin sayısından fazladır.

Türkiye’ de bu konu üzerinde çalışanlar ve yayın yapanların ana kaynağı Esat Uras’ın Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi (İstanbul 1976) adlı eseridir. Bazen Türk arşiv kaynakları bazen, Birinci Dünya Harbi esnasında basılan, Ermenilerin Türkleri nasıl boğazladıklarına ait resimli kitaplar kullanılmaktadır.4 Ermeni yandaşları da bunu tersini yapar, ne dereceye kadar objektif olduğu belli olmayan Ermenilerle ilgili hatıralardan yararlanırlar,5 onlar için de resimli, maktul Ermenileri gösteren kitaplar bulunmaktadır. Tahriklerle, kinle birbiriyle amansız bir mücadele veren, yıllarca bir arada dostane yaşamış iki topluluk bahis konusudur. Ringe çıkan ve döğüşen iki boksörden yenen de yenilen de yara bere alacağı gibi, bu olaylar sırasında iki tarafın da elbette kayıpları vardır. Bunlar üzerinde mütemadiyen durmak neye hizmet eder, belli de değildir. Amma büyük bir ihtimalle iki topluluğu kıyamete kadar birbirine düşman etmeye götürür. Bu da çağımızda pek onaylanabilecek bir tutum değildir.

Türk meslektaşların Osmanlı-Ermeni ilişkilerinde üzerinde durdukları başlıca iki konu vardır: 1. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan bir süre sonra Bursa’dan bir Ermeni din adamını getirterek Ermeni Patriki tayin etmiş, bütün Ermenilerin işlerini ona devretmiştir, tıpkı Rum ve Yahudi cemaatleri için de yaptığı gibi. 2. Ermeni sorunu 1878 Berlin Antlaşması’ndan sonra ortaya çıkmıştır. Şimdi bunlar üzerinde biraz duralım:

Ermeni Patrikliği Meselesi
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra, bu şehirdeki Ermeni cemaatini 1461′de Bursa’dan bir kısım Ermeni aileleri ile birlikte getirttiği Piskopos Ovakim (Ermenice Yovakim)’in emrine vermiş, onların nizamını kendisinden istemiştir. Bu maksatla da Samatya’daki Sulu Manastır Kilisesi’ni Ermenilere tahsis etmiştir, denilir. Bu bilginin kaynağı 1786′da Venedik’te basılan Çamiçyan’ın Ermeni Tarihi adlı eseridir. İstanbul Üniversitesi’nde Edebiyat Fakültesi’nde rektörlük yapan, çok kıymetli bir araştırıcı ve öğretici olan Hrand D. Andreasyan vasıtası ile Türk okuyuculara da intikal etmiştir.6 Bu satırların yazarı da vaktiyle bu malumatı kullanmıştır.7 Lakin 1982′de Princeton Üniversitesi’ndeki bir toplantının bildirileri yayınlanınca, bu bilginin pek de doğru olmadığı anlaşılıyor. Kevork B. Bardakjian ”The Rise of the Armenian Patriarchate of Constantinople” başlıklı makalesinde Çamiçyan’ın yazdıklarını irdeliyor. Hayk Berberian’m bu konuda çalışmalarından bahsederek, İstanbul’ daki Ermeni ruhani liderinin ancak Kanuni Süleyman zamanında marhasa Grigor (1526-1537) ve onun halefi Astuacatur (1538-1543) devrinde güçlendiğini ve 1543′ten sonra da bu ikinciye İstanbul Patrik’i denildiğini, Berberian’dan naklen kaydediyor.8 Stanford J. Shaw da Fatih devrinde Roma ile birleşme düşüncesine karşı olan Gennadios Skolarios’u bütün Ortodoksların dini reisi tayin edildiğini, Ermenilere millet statüsü verilmesinin ise, Memluk Sultanlığı’na karşı Osmanlıları desteklemek şartı ile, Yavuz Sultan Selim zamanında olduğu kanaatini belirtiyor.9



Bardakjian yüzyılımızın başlarında İstanbul’ da yaşayan Arşak Alpoyaçean’ın görüşlerine de makalesinde yer veriyor. Ermenilerin İstanbul’un fethinden önce de bu şehrin dini denetiminde olduğu, Osmanlı idaresinde ise İstanbul Ermeni Ruhani liderliğinin alanının genişlediğini kaydediyor.

Bununla beraber, Bardakjian 1462-1487 tarihleri arasında Ankara, Amasya, Sivas, Trabzon ve Kefe’de yazılan Ermeni kolofonlarına dayanarak İstanbul Ermeni Patrikliği’nin o tarihlerde hiçbir yerde en yüksek Ermeni ruhani makamı olarak tanımadığına işaret eder. Kolofon Ermeni papazlarının tuttukları günlüklerdir. Kısa kısa zamanının olaylarını bizlere sunarlar.

Çamiçyan’ın kaydettiği ve Hrand D. Andreasyan’ın da Eremya Çelebi Kömürçüyan’ın İstanbul Tarihi’ne yazdığı geniş notlarda naklettiği ”altı cemaat” deyiminin de ancak 1764′te Ermeni Patrikhanesi’ne verilen berat’ta zikr edildiğini ilave ediyor. Netice olarak da, eğer Fatih Sultan Mehmet Yovakim’i Bursa ve Ankara’dan getirdiği Ermenilere Patrik tayin etmişse, bu ancak İstanbul ve Galata’da, belki de Üsküdar’da tanınmıştır, hükmüne varıyor.10

Ermeni Sorununun Siyaset Sahnesine Çıkması
Bunun 1878′den sonra olduğu doğrudur. Bununla beraber, bazı Ermeniler çok daha önceleri Osmanlı idaresinden kurtulmanın yollarını aramışlar, kendilerine destek bulmak için çabalamışlardır. Mesela 1562′de aslen Tokatlı olan Abgar adlı bir Ermeni, aralarında oğlunun da bulunduğu üç kişilik bir heyet halinde Roma’ya Papa’yı ziyarete gider. Roma’nın teklifi, dönüşünde Abgar’ın Ermeni Kralı ilan edilmesi, fakat Ermeni Kilisesi’nin Roma’nın hakimiyetini tanıması karşılığı kendisine yardım edilebileceğidir. Bu girişim sonuçsuz kalır.11

1566′da Van’da bin kadar Hıristiyan toplanırlar, üç gün bir arada kalır, fesat çıkartırlar. Olay Van Beylerbeyi tarafından Divan-ı Humayun’a bildirilir.12 Bunlar da Ermenilerdir.

Zeytun isyanları 1780′de başlar, uzun süre aralıklı olarak devam eder.13 Bu itibarle, bir ülke bütünlüğünü bozmaya çalışanların memleket içinde birilerini bulacaklarını, her zaman kendilerine yardakçılar temin edeceklerini unutmamak lazımdır. Fırsatı düştüğünde de siyasi mahiyet alır.

Ermeni tehcirini diline dolayanlar, 1828-1829 Osmanlı-Rus Harbi’nde Doğu Anadolu’dan ve İran’dan da 1828′de Rusya’ya türlü vaadlerle göçürülen, sonra da orada perişan edilen Ermenilerden neden bahsetmezler? Bunların sayısı tahmini yüzbini bulmaktadır.14

17 Mayıs 1915′te de Ruslar Van’ı işgal ederler, şehirdeki Ermeniler onların tarafına geçmişlerdir. Müslümanları katletmeye başlarlar. 80.000 Müslüman Bitlis istikametine kaçmaya başlar. İşgalden önce de Van Ermenilerinin ayaklandıkları, kaledeki zayıf Türk garnizonuna ağır kayıplar verdirdikleri, şehrin de asilerin eline geçtiği Alman Dışişleri Arşivleri’ndeki belgelerle sabittir. Belgeler de İstanbul’daki Alman Büyükelçisi Wangenheim’in raporlarıdır ve yayınlanmışlardır.15 Bu tür belgeler, yayınlar nedense gözardı edilmektedir.

Ermeniler Osmanlı idaresinde geniş imkanlara sahip olmuşlardır. XVI. yüzyılda Vezir Mehmet Paşa,16 XVII. yüzyılda Kaptan-ı derya ve Sadrazam olan Halil Paşa17 Ermeni asıllıdırlar, Müslüman olmuşlardır. 1523′te Toroslarda Gülek kalesinde oturan 165 hane, 50 bekar yaklaşık 875 kişi Ermenidir, kale hizmetlerinde çalıştıklarından olağanüstü vergilerden (avarız) muaftırlar.18 Karaisalı’da En-Nahşa kalesinde oturan Ermeniler de öşür, cizye ve bad-i hava gibi vergileri vermemektedirler, muaf tutulmuşlardır. Belli ki bazı hizmetleri karşılığında bu bağışıklığı kazanmışlardır.19 XVIII. yüzyılda Divrikli Düzyan ailesinden saray kuyumcuları, Darphane nazırları, Şaşyan ailesinden saray hekimleri, XIX. yüzyılda Bezciyan ailesinden Darphane müdürleri, Dadyan ailesinden Baruthane nazırları,20 Balyan ailesinden mimarbaşılar, II. Abdülhamid devrinde Ermeni hariciyeciler, Balkan harbi sırasında Hariciye Nazırı (Gabriel Noradonghian Efendi) vardır. Midhat Paşa’nın kahyası, yani en önemli yardımcısı Kirkor Odyan Efendi’dir. Kasım 1879′da Osmanlı Dahiliye Nezareti Genel Sekreteri Artin Dadyan Efendi”dir.

Doğu Anadolu’da oturan Ermeni nüfusun Osmanlı yönetimi buralarda güçlenince kırsal alanlardan büyük ticari şehirlere göçtükleri belgelerle sabittir.21 Osmanlı Tahrir defterleri verilerine göre, şehirlerde toplandıklarından kaza ölçeğinde Hıristiyan nüfus %5 ile 20 arasında değişmektedir. Bunların da ne kadarı Ermenidir, belli değildir, çünkü aralarında Süryaniler de vardır.22

XIX. Yüzyılda Rusların ve Anadolu’daki misyoner okulları mensuplarının tahriki ile bir kısım Ermeniler ülkelerini terk ederek başka yerlere giderler.23 Rusya’ya göçürülenler dışında, Amerika’ya da 1890-1900 arasında 12.000 Ermeninin göç ettiği, XX. yüzyılın başlangıcında daha da hızlandığı anlaşılmaktadır .24

1885′ten sonra üç Ermeni İhtilal Örgütü kurulur. Bunlardan birisi Armenakan Partisi’dir. Kurucularından elebaşı Mıgırdıç Portakalyan’ın babası Mikael Portakalyan, gençliğinde Paris’e tahsile gönderilmiş, dönüşte 1858′de Bab-ı Ali Tercüme Odası’nda çalışmış, 1886′da Maliye Nezareti danışmanı, sonra da Ziraat Bankası müdürü olmuştur. Mıgırdıç İstanbul’da Ermeni okullarından biriside öğrenim görmüş, genç yaşta siyasi faaliyetlere girişmiş, zaman zaman yurt içinde, bazen de yurt dışında Ermeni ayrılıkçı çabalarına katılmıştır. 1885′te Marsilya’da Armenia gazetesini çıkartmış, öğrencilerinden dokuzu da Armenaka Partisi’ni kurmuşlardır.25 Mıgırdıç Portakalyan’ın yayınlandığı Armenia gazetesi ve kendi matbaasında bastırdığı beyannameler Maraş’a gönderilerek dağıtılır. Çukurova’ dan ve başka yerlerden Ermeni delikanlılarından ıayık olanlarının seçilerek Avrupa’ya gönderilmeleri, orada eğitildikten sonra tekrar memleketlerine geriye yollanmaları istenmektedir. Gaye Ermenilerin kendilerini idare etmeleri, diğer bir deyimle bir Ermeni Devleti kurulmasıdır.26

İkinci bir örgüt de Hınçak (Çan) Partisi’dir. 1887′de Cenevre’de Rusya’dan Avrupa üniversitelerine giderek tahsillerine başlayan iyi aile çocuğu yedi genç Ermenidir. Hepsi Marksisttir. Mıgırdıç Portakalyan ile yakın ilişkileri vardır. Anadolu’da Bafra, Merzifon, Arnasya, Tokat, Yozgat, Eğin (Kemaliye), Arapkir ve Trabzon’da örgütlenirler. İstanbul’da da teşkilatları vardır. 15 Temmuz 1890′da Kumkapı nümayişini, Ağustos 1894′te Sasun isyanının, 30 Eylül 1895′te Bab-ı Ali yürüyüşünü, 24 Ekim 1895 Zeytun isyanını bunlar başlatır, yönetirler.27

Bahis konusu olayların mahiyeti nedir, bunlara da değinmek gerekir.

Kumkapı Olayı

Hınçak Cemiyeti üyelerinden bir grup 15 Temmuz 1890 Pazar günü Kumkapı Ermeni kilisesi’ne giderek ayine müdahele ederler, içlerinden birisi Ermeni ıslahatı hakkında bir beyanname okur. Bu olay tarihe Kumkapı Nümayişi olarak geçer. Birkaç gün sonra da olayın elebaşısı Ermeni Patrikhanesi’ne giderek oradaki Türk armasını parçalar, Patrik’i zorla yanlarına alarak Yıldız Sarayı’na yürüyüşe geçerler. Askerler önlerini keser, çatışmada iki taraftan ölenler olur.28

Sasun İsyanı

Ağustos 1894′te Diyarbakır Vilayeti’nin Sasun kazasında Hınçak Cerniyeti üyelerinden ve kumkapı olayının faillerinden Haçin (Saimbeyli)’li Hamparsum Boyacıyan’ın tahrikleri sonucu Ermeniler ile Müslüman halk arasında çatışmalar çıkar. Boyacıyan önce Atina’ya kaçıp sonradan tekrar Türkiye’ye gelmiş, birçok şehirlerde halkı tahrikte bulunmuştur. Onun yaptıklarının çoğu zamanının Ermeni gazetelerinden tercüme edilerek Osmanlı İstihbaratına intikal etmiştir.29 23 Ağustos 1894′te Osmanlı kuvvetleri olayı bastırır. Bu olaya 1. Sasun isyanı denilir .30

Bab-ı Ali Yürüyüşü

30 Eylül 1895′te Hınçak gurubuna mensup kalabalık bir Ermeni topluluğu Kumkapı’daki Ermeni Kilisesi’nde toplanarak Bab-ı Ali’ye yürüyüşe geçerler, kendilerine sadrazama isteklerini yazılı olarak vermeleri haberi gönderilir, yürüyüşten vazgeçmeleri de emrolunur. Lakin yürüyüşçüler kendilerine hükümet emrini getiren subayı şehid ederler. Büyük devletlerin müdahalesi ile II. Abdülhamit olayı yatıştırmak için askeri birlik kullanmaktan vazgeçer, bunun üzerine halk galeyana gelir. İstanbul’da birkaç gün müslümanlar ile Ermeniler arasında kanlı olaylar cereyan eder.31

Zeytun İsyanı

10 Ekim 1895′te Zeytun’un Alabaş köyüne bir tahkikat için giden iki jandarma Ermeniler tarafından bir ağaca bağlanarak yakılır. 24 Ekim’de bir grup ermeni Zeytun’a gelir, plan yaparlar, Türkleri esir alarak öldürürler. Bu olaya ermeni kadınlar bile katılır. Olayın günlüğünü tutan Aghasi adlı Ermeni 20.000 Türkü öldürdüklerini, bunların 13.000′inin asker olduğunu kaydetmiştir.32 İsyanı çıkartanlardan elebaşları yakalanır, lakin yabancı devletlerin (Rus, İtalyan, Fransız ve İngiliz) konsoloslarının (Halep’teki) girişimi ile serbest bırakılır ve Marsilya’ya giderler.

Üçüncü örgüt Daşnaksutyun (Federasyon demek) 1890′da Tiflis’te bazı Ermeni milliyetçiler, Çarlık rejimini devirmeye niyetli sosyalistler, Rus ve Gürcü ihtilalcilerin işbirliği ile kurulmuştur. Yayın organları Droşak (Bayrak)’tır.

Bununla beraber, bu teşekkül İstanbul’da ve Doğu Anadolu’da bazı kesimlerde yayılır, yani niyet ile amel başka başkadır. 26 Ağustos 1896′da İstanbul’da Osmanlı Bankası’nı işgal ederler. Bomba kullanılır, memurlardan ölenler, yaralananlar olur. Baskını yapanlardan üçü olay sırasında ölmüş, altısı yaralanmıştır. Geriye kalanlar Osmanlı Bankası Müdürünün ve Rus Sefaretinin aracılığı ile bir Fransız gemisi ile Marsilya’ya giderler. Lakin halk galeyana gelir, İstanbul’da Ermeniler ve Müslüman halk arasında kanlı olaylar olur.33

Osmanlı’dan Günümüze Ermeni Sorunu
1904′te de Sasun’da ikinci bir isyan vukuu bulur. Düzenleyenler yine Daşnaksutyun mensuplarıdır. Bastırılır, fakat Nisan ve Temmuz arasındaki çatışmalarda bin civarında Türk, 19 Ermeni ölmüştür.34

21 Temmuz 1905 Cuma günü Yıldız Sarayı önünde II. Abdülhamit’e yapılan suikast, hükümdarın gelişinden önce patladığından sonuçsuz kalır. Bu olayı da aynı tedhiş örgütü yapmıştır.

Ermeni ihtilal örgütleri mensuplarının İstanbul’da ve Anadolu’nun bazı şehirlerindeki faaliyetleri hakkında Avusturya Arşivlerinde İstanbul’daki temsilcilerinin yolladıkları belgelere rastlanır. Mesela 19 Eylül 1896′da Üsküdar’da bir evde bir Ermeni bomba imalathanesi bulunur.35 24 Eylül1896′da da Galata Ermeni Kilisesi’nde, Beyoğlu’ndaki bir evde bombalar ve bunların yapımına yarayacak malzeme bulunur.36 1 Eylül 1905′te Manisa’da bir evde 34 kilo dinamit bulunur .37

II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, Nisan 1909′daki Adana ve çevresindeki olaylar da bunların eseridir. Anayasaya göre, herkesin silah taşıyabileceğinin kabulü, Ermenilerin örgüt mensuplarının teşvik ve çeşitli hile ve yalanları ile silahlanmalarına yol açmış, ardından da Ermeni murahhası Muşeg’in tahrikleri ile Müslüman ve Ermeni halk arasında üç gün süren kanlı olaylar cereyan etmiştir (Nisan 1909). Muşeg olaylar sırasında Mısır’da bulunmaktadır.38

Ermeni ihtilal örgütlerinin aralarındaki yazışmaların Türkçe çevirileri (asılları Ermenice), bu örgütlerin giriştikleri kanlı olaylar Hüseyin Nazım Paşa’nın derlediği Osmanlı istihbarat raporlarından okunabilir.39

Yukarıda kısaca özetlenen olaylar ister istemez günümüzde Türkiye’de bazı benzeri durumları hatırlatıyor. İhtilalci örgüt mensuplarının liderleri ve elebaşıları Batı devletleri tarafından korunmakta, silahlandırılmakta, asıl elebaşları ortada görünmemekte, Adana’da olduğu gibi, olaylar sırasında uzaklarda bulunmaktadırlar. Hepsi Anadolu kökenlidirler, fakat batı şehirlerinde veya Atina’da eğitim görmüşlerdir.

Ermeni İhtilal Örgütlerinin en ziyade faaliyet gösterdiği yıllarda Ermeni nüfus da hep azınlıktadır. Bunlara da birkaç örnek verelim:40
Ermeniler ile Türkler arasındaki kültür ilişkileri çok derindir. Sanat, basın, ticaret alanlarında iki millet içiçedir. Ermeniler o kadar Türk adetlerini tesirinde kalmışlardır ki, 1835′te Osmanlı Devleti’ne gelen ve İstanbul’da, Anadolu’da pek çok incelemelerde de bulunmak fırsatını yakalayan Moltke ”Bu Ermeniler hakikatte Hıristiyan Türklerdir denilebilir” kanısına varmıştır.41

Yakın tarihi bilmek, bir kısım olayların sebeplerini ve sonuçlarını iyi öğrenmek Türk eğitim sisteminin temel taşı olmalıdır. Yalnız iyi ekonomi bilen, her şeye ekonomi açısından bakan bazı devlet adamları, Amerika’da da öyledir diye, silah edinilmesini serbest bırakmış, bu da yakın zamanların en kanlı olaylarının en önde gelen etkeni olmuştur.

Geçmişte çatışan milletler, çeşitli tahriklerin kurbanı olmuşlardır .Onları bu olaylara itenler de zevk ü safa içerisinde keyif çatmışlardır. Bunun adı milliyetçilik, halka hizmet olarak tanıtılmaya çalışılsa da, hiçbir zaman bu sıfatlara layık değil, tam aksine memleketine ve halkına ihanettir .

Milletler arasındaki bu tür olayları zaman zaman deşmenin faydası emperyalist güçlerin ekmeğine tereyağı sürer. Milletleri kaynaştırmanın yolu aralarındaki kültür ilişkilerini geliştirmek, bunların ön plana çıkmasına hizmet etmektir.

Prof. Dr. Nejat GÖYÜNÇ

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi.

BORA YAŞAR
25-01-2011, 00:52
Engin bey kolay gelsin..

Bunca metni bu sitede okuyacak insan bulamazsınız..

Tarihe ve okumaya meraklı bendeniz bile oturup kuru kuruya bu metinlere zaman vermem.

Bir kere son derece genel bir bakış açısı.

Özel bir konu olsa belki..Osmanlı'da Ermeni bürokratlar gibi. Ya da Türk sadrazamlar mesela..

Devam etmek size kalmış ama bence emeğinize yazık..

Meraklısı gider internetten bulur okur..

Dostça ifade ettim..

Beni mazur göreceğinize eminim..

İyi geceler..:)

ENGİN03
25-01-2011, 17:48
engin bey kolay gelsin..

Bunca metni bu sitede okuyacak insan bulamazsınız..

Tarihe ve okumaya meraklı bendeniz bile oturup kuru kuruya bu metinlere zaman vermem.

Bir kere son derece genel bir bakış açısı.

özel bir konu olsa belki..osmanlı'da ermeni bürokratlar gibi. Ya da türk sadrazamlar mesela..

Devam etmek size kalmış ama bence emeğinize yazık..

Meraklısı gider internetten bulur okur..

Dostça ifade ettim..

Beni mazur göreceğinize eminim..

Iyi geceler..:)

teşekkürler abi yorumun için sağol

wo1
03-05-2012, 03:29
http://ww2history.com/

gece gece kendimi burada buldum

ilginizi çekebilir :wave:

ENGİN03
15-09-2012, 23:05
III.Dünya Savaşı’na Doğru – Komplo Teorisi Değil Artık Görünen Köy…

Yazıyı derleyen: H.Sanem Erkan


“Durumun farkında olmayanlar için yazmalıydım bunu sanırım…
Gidişat çok da iç açıcı değil maalesef.Türkiye patlamaya hazır bir bombanın dibinde duruyor sanılsa da bomba elinde patlayacak..Kısaca olaylar bizim için çok daha tehlikeli bir hal alacak.
Büyük abilerin (ABD,İngiltere…vs)planları tarih bilgisine sahip olan ve haber takip eden herkes için aslında aşikar.”

O zaman hali kısaca özetleyelim;
Öncelikle amaç belli ; Ortadoğu Hakimiyeti.Bunun için adım adım basamaklar tamamlanıyor.

ABD 11 Eylül bahanesiyle Afganistan ve ardından “özgürlük” getirme amacı(!) ile Irak’a gelmeyi başardı.Zaten sıkıntılı olan halk başlarda buna sevinse de gelişen hal, sanılan özgürlük ve demokrasi ortamını temin etmenin asıl amaç olmadığını onlara acılarla gösterdi.
Bölgeye sızmak,orada zorla da olsa hakim güç olmak bu ilk adım gibi görünse de bunun daha öncesi vardı.Özenle teşvik ve finanse edilen PKK…İşte politik olarak maşa varken elimi niye ateşe sokayım felsefesini güden ABD ve diğerleri tarafından beslenen bu grup,bölgeyi karıştırmakla görevli idi.Kürtleri temsil ettiğini öne süren PKK daha da aktifleştirilip bölge kışkırtılmaya başlandı.(ki özellikle 90′lı yıllar bu terörün zirve dönemidir.Yani bu plan yeni değildir.)Bu oyun sadece Türkiye’de değil,Irak,Suriye ve İran’da da oynanmaktaydı.Bölgeye giriş,olayların kontrolünü sağlamayı,Kuzey Irak’ta Kürtleri egemen kılmayı(dolayısıyla büyük abileri hakim kılmayı) başarmak demekti.

Şu anki hale baktığımızda Irak’ta istenen parçalanma epey zahmetli de olsa,gerçeekleşti,Suriye karışık,biz ve kısmen İran da terörle pençeleşiyor.(Arap Baharı furyası ayrı bir boyutu BOP’un,o nedenle o konuya değinmiyorum.)
O zaman alenileşen plan şu; İran’ın bir kısmı,Kuzey Irak,Suriye(ki o da muhtemelen kuzey kısmı),Türkiye’de de Doğu Anadolu’nun bir kısmı-Güney Doğu Anadolu ve Çukurova bölgelerinde Kürt devleti kurulmasını temin etmek.Yalnız sanılmasın ki bu devleti de tek parçada bırakırlar.Kontrol ve paylaşım kolaylığı bakımından bunu da bölgelerine göre eyaletlere ayıracaklardır.Böylece hem herr devletin kendi hak alanı belli olur hem de bu kukla devlet rahat kontrol edilir.

Sadece işaretleri takip ederseniz planı görmeniz çok da zor değil.Çeşitli soruların işaretlerini okuduğunuz,izlediğiniz haberlerdeki ipuçlarıyla birleştirin.
1.Suriye’deki muhaliflere PKK neden destek veriyor?

2.Bu destek karşılığında varsayalım para alıyor.Peki bu parayı muhalifler nereden buluyor?

3.Hangi devlet çıkarı olmadan bir başka devletteki böyle bir çatışmayı finanse eder?



4.Rusya,İran,Çin neden Esad tarafını tutuyor?(Bunlar bu kez alenen destekliyorlar,Arap Baharı furyasında da karşılardı ancak tavırları bu kadar net değildi.)

5.Türkiye durumun farkında mı?ABD (Hillary Clintion) özellikle,bizi niye Suriye Hükümeti’ne karşı kışkırtıp duruyor?

6.Eğer Suriye dış destekli muhalifler tarafından yönetilmeye başlanırsa,Türkiye ile ilişkiler cidden sanıldıği gibi iyi gidebilir mi?Gerçekten bir fayda sağlayabilir miyiz?(Şahsen ben hiç sanmam.)

7.Ülkeler arası kutuplaşmalar yeniden barizleşirken Türkiye hangi tarafta yer almalı?Daha doğrusu yer almalı mı?Ne acıdır ki,eğer I. ve

8.Özellikle Rusya şu son dönemde bizimle ilişkileri bozmama gayretinde gibi görünse de bu kamuflajı üstünde daha ne kadar taşıyabilir?
II. Dünya Savaşlarında gördüğümüz keskin bloklaşmalar,ittifaklar gerçekleşir,Türkiye de taraf olmak zorunda kalırsa en çok ,insan bakımından da ekonomik ve toprak bakımından da, kaybı Türkiye görecektir.Savaşa ramak kala aslında ilk hedefimizin bölgedeki savaşı körüklemek değil,yatıştırmaya çalışmak olduğunu farketmeliyiz.Çünkü II.Dünya Savaşı’nda tarafsızlığı seçerek korumayı başardığımız sınırlarımız eğer şu koşullarda taraf olursak (hem de hangi taraftan olursak) ciddi zarar görecektir.

Daha pek çok soru ortada cirit atıyor.Durumlar ve getirdikleri şaşırtıcı.Ama büyük abilerin planlarının ana teması BOP’u her koşulda gerçekleştirmek.Bu olayların bu noktaya geleceği daha 11 Eylül saldırısının ardından belliydi.Ancak dilerim planları başarısız olur.Yoksa doğuda bir Ermeni yayılmasına,Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Çukurova’da birer Kürt eyaletine,Suriye-İran’ın güneyi-Kuzey Irak Ve Adı geçen Türk bölgelerinden müteşekkil “kukla” bir Kürt devletine,hatta daha da beteri III.Dünya Savaşı’na ve yerle bir edilmiş bir Anadolu tablosuna kendimizi hazırlamalıyız.

“Sanmasın ki kimse o denilen bölgeler özgür,demokratik ve bağımsız olacak.Modern zaman sömürgesi olmanın bedeli eskisinden de ağır ödenecek.Terörü çıkarlarına alet edenlerse er geç terörle ezilecek.”


H.Sanem ERKAN

ENGİN03
15-09-2012, 23:09
27 Mayıs Darbesinin Genel Bir Değerlendirmesi



Demokrat Parti dönemi siyasi olayları ve 27 Mayıs darbesi, Cumhuriyet Dönemi yakın tarihimizin en önemli olaylarından biri olduğu kadar ayrıca her iki konu da Cumhuriyet tarihimizin bir ilkini oluşturması açısından son derece mühim bir yere sahiptir. Zira Demokrat Parti 1923 -1950 arası süren 27 yıllık CHP iktidarına bir son vermiş, halk kendi oyları ile seçtikleri iktidar tarafından idare olunmuştur. Bu süre 10 yıl ya da 3 dönem sürmüştür. 27 Mayıs 1960 darbesi ise Cumhuriyet tarihimizin ilk darbesidir ama maalesef son darbesi olmamıştır.

DP iktidarı 27 yıl süren tek parti döneminin devletçi politikalarını terk edip demokratikleşme ve liberalleşme yolunda bir siyaset izlemiştir. İktidar olduğu ilk yıl ABD ve Özgür Batı saflarında Komünist Kuzey Kore ve Çin’e karşı savaşmak için Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasında 5090 askerden oluşan bir tugay gönderilmiş ve bu olaydan sonra Batı’yla yakınlaşma çabaları hız kazanmıştır. Nihayet 1952 ‘de Nato üyesi olan Türkiye, Batı’dan aldığı kredilerle önemli atılımlar gerçekleştirmiş, köyde ve kentte hızlı bir kalkınma gerçekleştirmiştir. 1950‘de 4–5 bin olan traktör sayısını 5 yıl içerisinde yaklaşık 10 kat artırarak 45 bine çıkarmıştır. Köylünün desteklenmesi sayesinde tarım ürünlerinde ve ekili alanda önemli artışlar olmuştur.

Şehirlerde ise özellikle şeker, çimento ve dokuma fabrikaları açılmış, yeni iş kapıları oluşturulmuş ve ihracatın artması, sağlanmıştır. Demiryolları artırılarak yolculuklar kolay hale gelmiştir. Yeni asfalt yollar yapılmış, motorlu taşıt sayısında önemli artışlar olmuştur. Köyden kente göçler artmış, milyonlarca insan büyükşehirlere göç etmişlerdir.

Bu olumlu hava 1955’ten sonra bozulmaya başlamış, dışarıdan gelen kredi muslukları kapanmış, yatırımlar zayıflamış, ekonomik hamleler durma noktasına gelmiş, enflasyon ve hayat pahalılığı zamanla artarak halkı bıktırmıştır. Ayrıca basın yasağı, siyasi partilere uyguladığı anti demokratik uygulamalar, üniversitelere olan baskısı DP’yi 1950’lerin son yıllarında iyice köşeye sıkıştırmıştır.

Oylarını 1955’ten sonra önemli miktarda düşüren DP, muhalefet karşısında erimeye başlamış ve zaman geçtikçe iyiden iyiye hırçınlaşmıştı. Menderes dostlarının ve yakın çevresinin tüm uyarılarına rağmen darbe söylentilerine kulak asmıyor, dahası ordunun kendi hükümetinden memnun olduğunu düşünüp böyle bir şeye teşebbüs edeceğini hiç aklına getirmiyordu.

İstanbul ve Ankara’da üniversite öğrencileri ve Harbiyelilerin protestosu sonucu kanlı olaylar vuku bulmuş, bu iki ilde sıkıyönetim ilan edilmişti.



Ordunun içinde darbe taraftarı ve karşıtları olduğu için cuntacı subaylar darbe karşıtı subayların da bir kısmını tutuklayıp Yassıada’ya tıkmışlardır. İnsanlık dışı bir çok uygulama ve muamelenin yapıldığı bugün artık kesinlik kazanan Yassıada böyle bir mahkemeye ev sahipliği yapmamış olsaydı normalde çoğu Anadolu insanı tarafından adı bile hiç duyulmayacak kadar küçük bir ada olmasına rağmen tarihimizde kötü bir ün kazanmıştır.

Menderes 14 ay tutuklu kaldığı bu adadaki işkencelere dayanamaz ve idamından önce her gün bir tane verilen uyku haplarını biriktirip bu hapları içerek intihar teşebbüsünde bulunur ancak hayatı sonradan kurtarılır.

Eski CHP‘li olmasına rağmen daha sonra DP milletvekili olan Lütfi Kırdar ise mahkeme heyeti başkanı Salim Başol tarafından sorgulanırken ayakta duracak kadar takatinin kalmaması üzerine oturmak için izin ister ama Başol’un verdiği cevabı bile duyamadan olduğu yere yığılıp kalır. Lütfi Kırdar yığıldığı yerde ölmüştür.

Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun idam edildiği mahkeme önce Bayar’a da idam cezası vermişse daha sonra yaşı 65 ten fazla olması nedeniyle cezasını ömür boyu hapise çevirmiştir. Daha sonra 1961 genel seçimlerinde CHP ve Adalet Partisi ortak hükümet kurmuşlar ve başbakanlığa İsmet İnönü, Cumhurbaşkanlığına ise Cemal Gürsel seçilmişlerdir. Yeni bir anayasa yazılmış (1961 Anayasası) ve bu anayasa günümüz birçok hukukçusuna göre 1924 Anayasası’ndan hatta günümüzdeki 1982 Anayasasından çok daha liberal ve özgürlükçü bir anayasa olarak kabul edilmiştir.

Mustafa KÖSE

Afyon Kocatepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Bölümü

ENGİN03
15-09-2012, 23:11
Resmi raporlarda Dersim katliamı: 13 bin kişi öldürüldü’


CHP’li Onur Öymen konuştu arşivlerde kalan tarihi belgeler yeniden gündeme gelmeye başladı, Dersim’le ilgili Dördüncü Umum Müfettişlik raporuna göre olaylarda 13 bin 160 kişi öldü, 11 bin 818 kişi sürgün edildi.

Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık’ın, Dersim araştırmasında ulaştığı yüzlerce belge ve fotoğraf kitap oluyor. Belgelerde ölenlerin ve sürgüne gönderilenlerin gerçek sayısının yer aldığı bir raporla, olaylar sırasındaki fotoğraflar da bulunuyor.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in TBMM’deki konuşmasıyla gündeme gelen ‘Dersim İsyanı’ ve devletin düzenlediği harekâtla ilgili 71 yıldır gizli kalmış belge ve fotoğraflar gün ışığına çıktı. 1937-1938 yıllarında harekâta katılan asker ve subayların, dönemin emniyet müdürlerinin, vali ve kaymakamların kişisel arşivlerinden isyanla ilgili hiç bilinmeyen yüzlerce fotoğraf ve yazılı belgeye ulaşıldı. Belgeler arasında, ölenlerin ve sürgüne gönderilenlerin gerçek sayısının bulunduğu bir raporla, isyanın liderlerinden olduğu öne sürülen Seyit Rıza’nın idam kararının alındığı mahkeme çıkışında oğluyla kol kola görüldüğü fotoğraf da bulunuyor. Bölgenin önemli aşiret reislerinden Şahin Ağa ve amcasının cansız bedenini, askerlerin mağaralara düzenlediği baskınları ve halkın çaresizliğini gösteren fotoğraflar da dikkat çekiyor. Bir başka karede ise askerlerin gözetimindeki kadın aynı anda iki çocuğunu birden emziriyor. Fotoğrafların birinde ise harekât emrini veren dönemin Başbakanı İsmet İnönü, Hozat ziyaretinde görülüyor.

4. UMUM MÜFETTİŞLİK RAPORU

Dersim olaylarıyla ilgili 9 yıl boyunca araştırma yapan Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık, arşivindeki bu önemli belgeleri ilk kez SABAH’la paylaştı. Harekâta katılmış, hayatta kalan asker ve bürokratlara, ölenlerin akrabalarına ulaşan Saltık; sahaflar, müzayedeler, özel koleksiyoncular ve İngiliz Ulusal Arşivleri’nden de yararlanarak, kendi tabiriyle ‘çuvallar dolusu belge ve yüzlerce fotoğrafa’ ulaştı. ‘Katliam’ olarak nitelendirdiği Dersim olaylarında ölen ve sürgüne gönderilenlerin sayısının yanlış bilindiğini söyleyen Saltık, “Harekâtın başında olan bir subayın Dördüncü Umum Müfettişlik raporuna ulaştım. Bu rapora göre, 13 bin 160 sivil ölü var. Sürgüne gönderilen hane sayısı 2 bin 258. Kişi sayısı ise 11 bin 818″ diye konuştu.

“KAN İÇER İNSAN ETİ YERLER”

Dönemin Ovacık Kaymakamı’nın Ankara’ya yazdığı bir rapora da ise Tunceliler’in kan içip, insan eti yediği, güneşe taptığının yazıldığını anlatan Saltık, “Harekât için daha ne bekliyorsunuz demeye getirmiş. Bir müzayedede o dönemin Tunceli Emniyet Müdürü’nün fotoğraf albümünü de ulaştık. Harekat sırasında çekilmiş fotoğraflardı. Bir vali muavinin arşivini de bulduk, ölenlerin tek tek fotoğrafları var” dedi. Belge toplarken zorlandığını da ifade eden Saltık, nedenini şöyle anlatıyor; “Bazıları hiç konuşmazken bazıları anlattıklarının kayıt altına alınmasını tercih etmedi. Konuştuklarının öldükten sonra yayımlanmasını isteyenler oldu. Kimi ’12 Eylül’de solcular bizi öldürür’ korkusuyla elindeki tüm fotoğrafları imha etmiş. Araştırmalarım sonucu şunu gördüm ki, Dersim hareketine katılan askerlerin, subayların çoğu bir daha eski haline dönememiş. Çoğunun söylediği aynı: ‘Çok kötü şeyler yaptık’.”

BU DA JANDARMANIN DERSİM ANDICI

Jandarmanın 1931′de tuttuğu Dersim raporunda, “Kızılbaş, Sünni’yi sevmez, kin besler ona ezelden beri düşmandır” deniyor. Türklüğü telkin için 2 okul açılması öneriliyor
Jandarma Umum Kumandanlığı’nın (Jandarma) 1931 yılında Dersim’le ilgili tuttuğu raporu ortaya çıkardı. Tutulan raporlar, bir kitap haline getirildi ve sadece 100 adet basıldı. Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi’nin raflarında bulunan “Dersim” kitabında; aşiret, aşiretlerin yapısı, hükümete yakın olanlar olmayanlar, devlet karşıtı aşiretlerin içlerine sızma yöntemleri ile Batı’ya göç ettirilen aşiretlerin listesine yer veriliyor.

KILIÇDAROĞLU’NUN AŞİRETİNE

Cumhuriyet döneminde, Dersim’de devlete karşı ayaklanan, kendi içlerinde işbirliği yapan aşiretlerin tümü sürgün ediliyor. Sürgünde Trakya ilk adres oluyor. CHP’li Onur Öymen için ‘gereğini yapsın” diyen partisinden Kemal Kılıçdaroğlu’nun isyancı dedesinin Kureyşanlı Aşireti, Tekirdağ’ın Saray kazasına gönderiliyor. Trakya’ya sürgüne gönderilen 347 aileden 3 bin 470 kişinin ulaşım masrafları devletin kasasından çıkıyor. Botanlı Aşireti Edirne (Uzunköprü), Koç Uşağı Aşireti ve Hozat Reisleri Balıkesir (Balya), Şadilli Aşireti Balıkesir ( Bandırma), İksor Aşiret Reisleri (Kırklareli), Balabanlı Aşiret Reisleri Çorlu’ya gönderiliyor.

KİM BU DERSİMLİLER

Rapordaki en dikkat çekici bölüm ise devletin bakış açısını ortaya koyması açısından Dersimliler’le ilgili tespitler:
Konuştukları dil Zazacadır.
Dersim kalabalık ve çok silahlıdır. Dersim’de silah toplamak gün ve ay işi değildir. İki sene işidir.
Türk ve Türklüğü telkin etmek için iki mektep açılmalı.
Hükümete karşı tamamıyla anarşiktir.
Dersim hükümeti cumhuriyet için bir çıbandır.
Dersimliler askerlik yapmazlar.
Zaza kadını, Türkmen ve Yörük kadınları gibi cinsi temasa pek düşkündür.
Türkmen kadını gibi evinin işlerini çevirir.
Yavuz Sultan Selim’in gazabı olmasaydı bugün güzel Türkiyemiz’de tek bir Sünni’ye tesadüf etmek imkanı belki de mümkün olmayacaktı.
Aleviliğin en kötü ve tefrika değer cephesi Türklük’le aralarındaki derin uçurumdur. Bu uçurum Kızılbaşlık itikadıdır.
Kızılbaş, Sünni Müslümanı sevmez. Kin besler, onun ezelden düşmanıdır.
Kızılbaşları, yuvarlak kafası, geniş alnı basık yüzü ile gözlerinin daima akın yollarını, uzakları araştıran cevvaliyeti ile Türk neslinden ayrı bir nesle bağlamak güç bir iş olur.
Dersim; Türk, Faris, Asur, Ermeni, Arap gibi milletlerin tortularını almış bir mıntıkadır.
Ermenilik Dersim içinde şimale gittikçe kesafetini kaybetmiş ve ancak kasabalar ve onların yakınında barınıp taşamamış ve hiçbir zaman Dersim umum nüfusunun yüzde 20′sini aşamamıştır. Harbi umumiden sonra izlerini bırakarak ölmüştür.

Sabah

ENGİN03
16-09-2012, 00:08
Arkeologlar tarafından İsviçre'de bulunan en eski ayak izi 5.200 yaşındadır.

Tuvalet sifonları milat önce 2000 yılından beri kullanılmaktadır.

Eski Mısırlıların kullandıkları yastıklar taştandı.

Dünyanın en uzun savaşı Hollanda ile İngilterenin kuzeyindeki Scilly adası arasında gerçekleşmiş ve tam 335 yıl sürmüştür. 1650 yılında adadaki kraliyet yanlılarına karşı Hollandalılar tarafından açılan savaş, tek bir kişi bile yaralanmadan, dalgınlığın farkedildiği 1985 yılında karşılıklı olarak sona erdirilmiştir.

Hristiyanların yılda en az bir kez günah çıkartması XIII. yüzyılın başlarında Latran konsilinde alınan bir kararla zorunlu kılınmıştır.

Kanuni Sultan Süleyman'ın sayısı bilinemeyecek kadar çok eşinden toplam 880 tane çocuğu vardı.

İlk ilkel prezervatif 1500’lü yılların başlarında kullanılmıştır.

1923'te Adolf Hitler'i Nazi Partisi'nin liderliğine getiren seçimde, Hitler rakibinden sadece 1 oy fazla almıştı.

100 Yıl savaşları 116 yıl sürmüştür.
Birinci Dünya Savaşı'nda Fransa, ülkedeki tüm taksileri devraldı ve askerler cepheye bu taksilerle taşındı.

Mısırlılar'da, tırnağı koyu kırmızı başta olmak üzere kırmızının tonlarına boyamak aseletin simgesiydi. Toplumun alt kademelerine dahil olan insanlar ise ancak soluk renkler kullanbiliyorlardı.

Havadan çekilen ilk fotoğraf, Amerikan İç Savaşı sırasında bir balondan çekilmiştir.

Türkiye'de ilk uluslararası internet bağlantısı 12 Nisan 1993 tarihinde gerçekleşmiştir.

İncil’de kedilerin hiç bahsi geçmemektedir.

7. yüzyıl Meksika yerlileri Toltecler, düşmanlarını öldürmemek için savaşa tahta kılıçlarla gitmişlerdir

1.Dünya Savaşı sırasında askerlere sigara karne ile dağıtılmaktaydı.

Günümüz ordularına benzer ilk ordu M.Ö. 289 da Atilla tarafından kuruldu.

Kraliçe Victoria zamanında, kadınlar göğüslerini büyütmek icin çilek banyosu yaparlardı.

Geçtiğimiz son 3500 yılın, sadece 230 yılı savaşsız, barış içinde yaşanmıştır.

Tarihteki en kısa savaş 1989 yılında Zanzibar ile İngiltere arasında meydana gelmiş ve sadece 45 dakika sürmüştür.

1883 yılında, Endonezya’daki Krakatoa yanardağı patladığında, ortaya çıkan ses Amerika’nın eyaleti Texas’tan duyulmuştu.

1. Dünya Savaşı’nın ünlü pilotu Kızıl Baron’un gerçek adı Manfred Von Richtofen’dir.


1.Dünya Savaşı sırasında 13.700.000 kişi yaşamını yitirmiştir.

Fransa Kralı 14. Louis sudan nefret ederdi ve hayatında sadece 3 kez banyo yaptı.

Eski Roma’da erkeklerin ifade vermeden önce yemin ederken sağ ellerini testislerine koymaları adet olmuştu. İngilizcede tanıklık anlamına gelen “testimony” sözcüğüde buradan gelmektedir.

İskambil Kağıtlarındaki herbir K, gerçek bir kralı simgeler. Sinek K - Kral David; Kupa K - Şarlman; Maça K - Büyük İskender; Karo K - Julius Sezar''i sembolize eder.

ENGİN03
16-09-2012, 00:09
Çok ilginç tarihi bilgiler



Victoria İngiltere'sinde kütüphane kurallarına göre:Kadınlarla erkeklerin yazdığı kitaplar, kişiler evli olmadığı sürece aynı rafta yan yana bulunamazdı.

12. yüzyılda Avrupalılar kuşları ağaçların doğurduğuna inanıyordu.

Arizonalı bir adam kelepçelerle oynarken kendini kelepçeledi ve anahtarı bulamadı. Kendisini kurtarmak için çilingir çagırmak yerine polisi arayınca başı belaya girdi. Onu kelepçeden kurtaran polisler, ödenmemiş bir kefalet borcu bulunduğunu belirleyince onu yeniden kelepçelediler

16. yüzyil Paris’inde popüler aktivitelerden biri, yazın ortasına denk gelen günde torbalar dolusu kedi yakmaDIR

1983te magazada hırsızlık yaparken yakalanan San Diegolu bir kadın polislere eger onu bırakmazlarsa morarana kadar nefesini tutacağını söyledi. Polisler kadını bırakmadılar, o da gerçekten ölünceye kadar nefesini tuttu
George Orwell’in ünlü romanı “Hayvan Çiftliği”ni geri çeviren kitap editörü, “Amerika’da hayvan hikayeleri satmak imkansızdır” dedi

17.yüzyıl Avrupası’nda hapşırmak, iyi bir aileden gelmenin ve iyi yetiştirilmiş olmanın bir işareti olarak kabul edilirdi. Bu yüzden üst sınıflar enfiye çekmeye başladı

Chevrolet, yeni model arabası için “Nova” ismini buldu ama sonra arabayı Latin Amerika’da satamayacakları anlaşıldı. Çünkü “Nova”, Ispanyolca’da “gitmez” anlamına geliyordu

Sinema yıldızı Brooke Shields, sigara hakkında görüşlerini açıklarken, ”Sigara içmek öldürür. Öldügünüzde hayatınızın önemli bir bölümünü kaybedersiniz” dedi

1897′de bir matador, bogayla bir bisiklete binerek güreşmek istedi. Bundan hiç etkilenmeyen boga, adamı bisikletiyle birlikte duvara fırlattı.
Ünlü Ingiliz avukat F.E. Smith, bir otobüs kazasında kolu yaralandığı için dava açan ve kolunu sadece omuz mesafesine kadar kaldırabildiğini belirten bir dolandırıcıya, “Kazadan önce kolunu ne kadar yükseğe kaldırabildiğini” sordu. Adam kolunu başının üzerine doğru kaldırarak gösterince, davayı Smith kazandı

Kamboçya’da 2 asker , patlamamış mayınla futbol oynamaya kalkınca hayatlarını kaybetti.Olayı ilginç kılan bir başka nokta , parçalanarak can veren 2 askerin , Kamboçya ordusunun “en iyi mayın uzmanları” arasında yer almasıydı

Florida’da bir soyguncu parmak izlerinden yakalanınca şaşırdı.Çünkü her soygunda eldiven giymeye özen göstermişti , fakat yarım parmaklı golf eldiveni kullanıyordu

1840′da ABD başkanlığına seçilen William Henry Harrison , çok soğuk bir günde Washington’da açık havada düzenlenen göreve başlama töreninda şapka ve palto giymeyi reddederek yaptığı uzun konuşma sonucu zatürre oldu.Yeni başkan sadece bir ay görev yaptıktan sonra zatürreden öldü
Fransız ordusu , askerlerin mayın tarlalarında yürüyebilmelerini sağlayan patlamaya dayanıklı botlar icat etti.Fakat botlar o kadar ağır ve içinde yürünmesi o kadar zordu ki , askerler mayınlarla havaya uçmadan önce pusuya yatan düşman askerleri tarafından vuruluyorlardı

ABD’nin Alabama eyaletinde 25 yaşındaki bir asker tükürme alışkanlığının kurbanı oldu.Pencerenin kenarına oturarak tükürüğünü , büyük bir tencere şeklindeki sokak lambasına isabet ettirmeye çalışan asker , dengesini kaybedip 11.kattan düştü
Pennslvania Radnor'da bir şüpheliyi sorguya çeken polis,şüphelinin kafasına metal bir süzgeç yerleştirmiş ve tellerle fotokopi makinasına bağlamıştı.Polisin fotokopi makinasında şüphelinin yalanlarının yazdığını söylemesine inanan şüpheli suçunu itiraf etti.

1975′te İngiliz bir çift televizyonda en sevdikleri programı izlerken erkek yarım saat süren bir gülme krizi sonucu kalp krizi geçirerek öldü.Eşi , cenazeden sonra programın yapımcılarına bir mektup yazarak , kocasını hayatının son dakikalarında bu kadar mutlu ettikleri için teşekür etti.
x şirketi 1902 yılında güvenli jilet satmaya başladığında yüzlerce erkek onlardan aldı.Sonra da bu jiletlerin sakallarını kesmediğini söyleyerek onları çöpe attılar.x yetkilileri , mutsuz müşterilerin tıraş olmadan önce jiletin sarıldığı kağıdı çıkarmadıklarını fark ettiler.

1932 yılında Los Angeles olimpiyatlarında Fransız atlet Jules Noel’in disk atmada kırdığı olimpiyat rekoru sayılmadı.Çünkü atışı izlemesi gereken bütün hakemler , sırıkla yüksek atlama yarışmasını izlemek için arkalarını dönmüşlerdi.

1964′de y nin reklam ajansının “Canlanın , siz y kuşağındasınız”sloganı , tercümanların beceriksizliği yüzünden Almanca’ya , “Mezarınızdan diri olarak çıkın”a , Çince’ye ise “y atalarınızı mezarlarından çıkarır” olarak çevrillmişti
1971′de toprak kaymalarını incelemek isteyen Japon bilim adamları ,büyük bir yağmur fırtınası efekti yaratmak için bir tepeyi yangın hortumlarıyla adam akıllı suladılar.Bu yüzden tepenin çökmesi sonucu meydana gelen heyelanda , dört bilim adamıyla 11 izleyici hayatını kaybetti.

New York’ta 5.caddede bir adama araç hafifçe çarptı.Adama bişey olmamıştı.Şoförle konuştu ve kalkacakken olayı gören biri yanına gelerek , kalkmazsa sigortadan para alabileceğini söyleyince yeniden aracın önüne yattı.Araç sürücüsü ise adamın gittiğini düşünerek gaza bastı ve adam öldü
Jake Fen isimli Macar adam , eşini korkutmak için kendisini asmış pozu verdi…Eve gelen eş kocasını o halde görünce bayıldı.Kapıyı açık gören komşu kadın içeri girince iki cesetle karşılaştığını sanıp evi soydu.Topladıklarıyla çıkarken Jake kadına bir tekme attı.Cesedin canlandığını sanan kadın öldü. Jake beraat etti…

ENGİN03
16-09-2012, 00:09
Dünya'nın En İyi Saklanan Üç Sırrı
1-) COCA COLA'NIN FORMÜLÜ!

Dünyanın en çok kâr eden şirketlerinden Coca Cola'nın formülünü ölesiye saklamasından daha doğal birşey yoktur. Birçok kola markasına rağmen hala dünyanın lideri konumundadır. İçindekileri herkes merak ediyor ama sadece bilinenlerden kabarcıklı su, yüksek oranda fruktoz mısır şurubu, kafein ve kahverengi boya maddesinin olabileceği.

KİM BİLİYOR?

Sadece dünyada 2 kişi... Söylentilere göre 2 kişide formülün yarısını biliyor ve ancak birlikteyken gerçek formül ortaya çıkıyor.

NASIL SIR OLARAK SAKLANABİLİYOR?

Formülün orjinali ve kopyaları Atlanta'daki SunTrust Bankasında tutuluyor. Bu sırrın iyi saklanması için şirket SunTrust Bankasına 48.3 milyon dolar bir pay ayırmış. Coca Cola şirketinin politikaları arasında sırrı bilen 2 kişinin aynı uçaklarda seyahat etmesi yasak. Bütün bu sırra rağmen kolanın içinde coca bitkisinden bir katkı olduğu biliniyor.

2-) KFC'NİN 11 ŞİFALI OTU VE SOSU

KFC firmasının menü sırları 1930'lu yıllarında benzin istasyonu işleten Harland Sanders'ın müşterilerine sattığı tavuklardan geliyor. Kentucky Corbin'den çıkan bir başarı hikayesi. 1936'da savaş sırasında askere katılmamasına rağmen başarılarından dolayı eyaletinden madalya bile almış. Bu alandaki başarılarını devam ettiren Sanders bir restoran zinciri kurmaya başlar ama asıl şirketin en büyük kozlarından biri 11 şifalı ot ve özel sosları olur.

Kim biliyor?

Coca Cola firmasında olduğu gibi sadece 2 yönetici bu sırrı biliyor.

Nasıl sır olarak saklanabiliyor?

KFC'nin ana şirket binasında sır saklanıyor. Görevimiz Tehlike'den Tom Cruise gelse bu formülü alamayabilir çünkü çok iyi bir şekilde korunuyor. Ana üssteki güvenlik şefinin açıklamarına göre, sırrın korunduğu yerin tanımı şöyle: "2 metre kalınlığında duvarları olan bir oda, heryeri kameralarla dolu, 7/24 silahlı görevliler hazırda tutuluyor, 2 farklı anahtarı, 2 farklı PİN şifresi" Evet bunlar bir tavuk için yapılıyor ama dünyanın en çok tavuk satan firması olduğu düşünülünce garip kaçmıyor.

3-) OLIVER CROMWELL'İN KAFASININ OLDUĞU YER

Oliver Cromwell 1600'lü yıllarda İngiltere'de monarşik yapıyı tek başına sona erdiren önemli isimlerden biri. Cromwell'in doğal nedenlerden dolayı ölümünden sonra monarşik yapı tekrar kurulmuştur. Kral II. Charles'ın emriyle mezarı kazılarak ölü olan Cromwell'in tekrar öldürülmesi emri gelmiştir.

Cesedini 12 saat ipte asılı tutan Kral Charles Cromwell'in başını kestirtmişti. Daha sonra Cromwell'in kellesi müze tarafından devralındı daha sonra ise bir koleksiyoncuya satıldı. Kellenin son sahibi 1957 yılında ölünce oğlu kelleyi saklamak istemedi ve gömmek için uygun bir yer aradı. Başı gömmek için 3 yıl yer arayan aile sonunda bunu gerçekleştirebildi. Şuan ise 2 kişi kellenin yerini biliyor.
Kim biliyor?

Cambridge Üniversitesi'nden 2 profesör.

Nasıl sır olarak saklanabiliyor?

Mezarın üstünde bir işaret yok ama yakınlarında mezarın yönünü gösteren bir işaret var. Bu sır sadece profesörlerden profesörlere aktarılabiliyor.

ENGİN03
16-09-2012, 00:13
Osmanlı Padişahları İle İlgili İlginç Bilgiler


Osmanlı İmparatorluğu’nun 36 padişahı olmuştur Bazı padişahlar ikişer defa tahta çıktığı için saltanat değişikliği 39'u bulmuştur İkişer defa saltanatta bulunanlar 2Murat, 2Mehmet ve 1Mustafa'dır

Osmanlı Padişahları İle İlgili İlginç Bilgiler
Padişahların ilk 8'i "halife" sıfatını taşımazdı Ondan sonraki 28'i hem halife, hem padişah sıfatını taşımışlardır
Osmanlı padişahlarının çoğu şairdir Bazılarının divanı vardır Şiirlerinde ve divanlarında isimlerinden ayrı lakaplar kullanmışlardır Bunlar:


• 2 Murad – ‘’Muradi’’


• Fatih – ‘’Avni’’


• 2 Bayezid – ‘’Adni’’


• 1 Ahmed – ‘’Bahti’’


• Genç Osman – ‘’Farisi’’


• 4 Murad – ‘’ Muradi’’


• 2 Mustafa – ‘’İkbali’’


• 3 Ahmed – ‘’Necip’’


• 1 Mahmut – ‘’Sebkati’’


• 3 Mustafa – ‘’Cihangir’’


• 3 Selim – ‘’İlhami’’


2 Mahmud – ‘’Adli’’


En çok yaşayan hükümdar 78 yaşında ölmüş olan Orhan Gazi'dir En genç ölen padişah ise 18 yaşında şehit edilmiş 2Osman'dır(Genç Osman)


Tahta çıkış bakımından en yaşlı padişah 65 yaşında padişah olan 5 Mehmet, en genci de 7 yaşında tahta çıkan 4 Mehmet'tir


Tahtta en uzun kalan padişah Kanuni'dir Saltanatı 45 yıl, 11 ay, 7 gün sürmüştür En kısa saltanat da 5Murat'ın 93 günden ibaret saltanatıdır


Osman Gazi'den Kanuni'ye kadar ilk 10 padişah ordunun başında, başkumandan olarak bütün seferlere katılmışlardır Bu askeri geleneği ilk bozan 2Selim'dir(Sarı Selim) Ondan sonra yalnız 3 Mehmet, 2 Osman, 4 Murat, 4 Mehmet, 2 Mustafa savaşa gitmiştir; ötekilerinden bazıları orduyla hareket etmişlerse de savaş meydanlarına gitmemişlerdir bu duruma göre fiilen savaşmış olan Osmanlı padişahları 15'ten ibarettir Geri kalan 21'i savaş görmemiştir


Gerileme Devri'nde bazı padişahlara,savaşa girmedikleri halde ordunun kazandığı zaferlerden dolayı fetva ile "gazi"lik ünvanı verilmiştir Bu padişahlar sırasıyla şunlardır: 1 Mahmut, 3 Mustafa, 1 Abdülhamit, 3 Selim, 2 Mahmut, Abdülmecit, 2 Abdülhamit, 5 Mehmet


7 padişahın ölümü bir süre gizli tutulmuştur Bunlardan 1Mehmet'in 41 gün, 2Murat'ın 15 gün, Fatih'in 1 gün, Yavuz'un 9 gün, Kanuni'nin 48 gün, 2Selim'in 7 gün, 3Murat'ın 11 gün ölümü gizli tutulmuştur


Padişahlar içinde en çok çocuğu olan 3 Murat'tır Kız ve erkek çocuklarının 100-130'u bulduğundan bahsedilir


Fatih devrinden itibaren kanunlaşan "şehzade idamı" geleneği 1 Ahmet devrinde kaldırılmıştır Ondan önce yalnız Kanuni ile 2 Selim tahta çıkışlarında kardeş kanı dökmemişlerdir Çünkü bunların öldürecek kardeşleri yoktu


1Ahmet'in hayatında 14 rakamının birleştiği noktalar vardır: hicri takvim hesabıyla 14 yaşında 14 padişah olarak tahta çıkıp, 14 yıl saltanat sürdükten 28(yani 2 kere 14)yıl yaşadıktan sonra ölmüştür


1 İbrahim tarihte "deli ibrahim" diye anılır Çünkü süse pek düşkündü; bu arada samur kürke büyük merak sarmıştı Sakalına inci dizdirdiği de söylenir "deli" İbrahim bu zevk düşkünlüğü dolayısıyla devlet hazinesini çılgınca harcamıştır Birtakım üfürükçüler, bu arada cinci hoca da bu padişahın devrinde türemiştir


4 Murat; ünlü tarihçi Hammer'in yazdığına göre,7 yıl içinde 20000 kişiyi idam ettirmiştir


Osmanlı tarihinde gelip geçmiş 203 sadrazamdan 44'ü padişahların emriyle öldürülmüştür Padişah emriyle ilk öldürülen sadrazam Fatih'in veziri Çandarlı Halil Paşa'dır

ENGİN03
16-09-2012, 00:16
Hürrem Sultan 1506 yılında doğup 1558 yılında 52 yaşındayken vefat etti. Osmanlıca yazılışı خرم سلطان

Kanuni Sultan Süleyman Han'ın eşi ve sonraki padişah II. Selim'in annesidir.

Lehistan Krallığı'nın sınırları içerisinde bulunan Rohatyn'da[3] doğdu. 14 yaşındayken Tatar akıncılar tarafından 1520 tarihinde Rohatyn'den kaçırılmış[1], Kırım Hanı'nın himayesine girmiş ve daha sonra Osmanlı sarayına sunulmuştur.

16. yüzyıl kaynaklarına göre kızlık ismi bilinmiyordu. Ama daha sonraki kayıtlara geçen iddialara göre mesela 19. yüzyılın Ukrayna'daki ilk kayıtlarına göre (!) Anastasia (Kısaca Nastia) Polonyalıların geleneğinde, Aleksandra Lisowska olarak bilinir. Genelde Hürrem Sultan ya da Hürrem balsaq sultan olarak bilinirdi; Avrupa dillerinde Roxolena, Roxolana,Roxelane, Rossa, Ruziac, Türkçe'de Hürrem (Farsça kökenliخرم Khurram), neşeli olan kişi ve (Arapçada Karima -كريمة) Soylu olan kişianlamına gelir. Roxelana, onun gerçek ismi olmayabilir ama takma adı onun Ukraynalı soyuna ait olan (Günümüze ait yaygın isim Ruslana) ve doğu slav ismi olan, Roxolany ya da Roxelany, şimdiki Ukrayna halkında 15. yüzyıldan sonra kullanılıyordu.

Hürrem Sultan, sarayda özel bir eğitim gördü. Güzelliği, zekası ve becerisi ile padişahın dikkatini çekmeyi bildi. Harem kadınları ve saray ileri gelenleri arasında da kendine yer edindi.

Hürrem Sultan, Kanuni Sultan Süleyman'a bir kız, dört oğlan çocuğu doğurdu. En büyük oğlu Mehmet Şehzade tahta çıkamadan öldürüldü. İkinci oğlu Selim tahta çıktı. Diğer çocukları da Beyazıt ve Cihangir Şehzadelerdir. Kızı Mihrimah Sultan'ı Rüstem Paşa ile evlendi.

Hürrem Sultan 18 Nisan 1558 tarihinde eşi Kanuni Sultan Süleyman'dan 8 sene önce 52 yaşındayken öldü. Oğlu II. Selim'in tahta çıkışını göremedi. Süleymaniye Camisi Külliyesi içinde kendisi için yaptırılan türbeye gömüldü. Türbenin iç duvarları bir cennet bahçesini tasvir eden İznik çinileriyle kaplıdır.

Hürrem Sultan İstanbul'da günümüzde onun adıyla anılan Haseki semtinde, Mimar Sinan'a Haseki Külliyesini yaptırmıştır. 1538-1550 yılları arasında inşaatı tamamlanan külliyenin içinde bir hamam, medrese ve hastane bulunmaktadır. Günümüzde T.C. Sağlık Bakanlığı Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi olarak tanınan bu hastane Türkiye'de kesintisiz hizmet vermekte olan en eski hastane olma özelliğini taşır.
Hürrem Sultan ayrıca Ayasofya Camii civarında yardıma muhtaç ve fakirlerin karnını doyurmak için bir mutfak yaptırtmıştır.

Hürrem Sultan Avrupa'da, modern Türkiye'de ve batıda birçok resim, müzik ve bale gibi tarihi çalışmalara konu olmuştur. Mesela Joseph Haydn'in 63. senfonisini örnek verebiliriz. Eserler Ukraynalılar tarafından yazılmıştır ama genelde İngilizce, Almanca ve Fransızcadır.

Hürrem Sultan'ın doğduğu yer olduğuna inanılan Ukrayna'nın Rohatyn kentinde bir Hürrem Sultan anıtı bulunmaktadır. 2007 yılında, Ukrayna'daki bir liman kenti olan Mariupol'daki Tatarlar Hürrem Sultan'ın onuruna bir müze açmıştır.

ENGİN03
16-09-2012, 12:45
Bill Gates ( 1955)



--------------------------------------------------------------------------------
1955 yılında doğdu. Amerikalı girişimci Gates iki kişilik şirketini (Microsoft) başta gelen bir Bilgisayar Software (Yazılım) şirketine dönüştürdü. Gates 20. yüzyılın son döneminde en başarılı şirket patronlarından biri oldu. Seattle/Washington'da avukat bir babayla öğretmen bir annenin oğlu olarak dünyaya gelen Gates, henüz oniki yaşındayken özel bir okulda ilk informatik (bilişim) kurslarına gitti. Okul arkadaşı Paul Allen ile birlikte boş zamanlarını çoğunlukla bilgisayar programları üzerinde çalışarak geçiriyordu.

Yakınlarındaki bir şirketin büyük bilgisayarını para ödemeden kullanabilmek için, iki arkadaş kullanıcılar için yazılım hatalarını arayıp buluyorlardı. Bu şekilde bilgisayar konusunda uzmanlaşan öğrenciler, 1972'de ilk şirketlerini (Traf-O-Data) kurdular. Bu şirket bir trafik sayım ve kontrol sistemi için programlar üreterek hemen 20.000 dolarlık satış yaptı. Gates bundan bir yıl sonra TRW adlı silah işletmesinde staj gördü, ardından da babasının önerisi üzerine Harvard Üniversitesi'nde hukuk eğitimi almaya başladı.
Kişisel bilgisayarlar 70'li yılların ortasında henüz gelişimlerinin ilk aşamasında bulunuyorlardı. MITS şirketinin Altair adını verdikleri en önemli modeli henüz standart bir kullanma programına sahip olmayıp ancak tamamlanmamış bir işletme sistemine sahipti. Gates ve Allen'ın, Altair için 1964'te geliştirdikleri program dili BASIC sayesinde bilgisayar kullanıcıları aletlerini kendileri programlayabiliyorlardı. MITS firması genç araştırmacılardan pazarlama lisansını satın alarak kendilerine sistemi daha da geliştirmeleri için sipariş verdi. Gates bunun üzerine tahsilini bırakarak Allen ile birlikte Albuquerque/New Mexico'da Microsoft adlı şirketi kurdu.

Microsoft, kendini sebatla mikro bilgisayarlar için yazılımı geliştirmeye adayan ilk işletmelerden biridir. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra General Electric gibi şirketler, devamlı müşterileri arasında bulunmaktaydı. Gates 1977'de, aletlerini BASIC ile donatabilmek amacıyla, Apple, Tandy ve Commodore gibi PC (Personal Computer - Kişisel Bilgisayar) üreticileriyle lisans sözleşmeleri imzaladı. Ayrıca FORTRAN, COBOL ve Pascal gibi program dillerini geliştirmekle, Microsoft'a bir üstünlük ve uluslararası pazar yolunun kendilerine açılmasını (1978'den sonra ilkin Japonya olmak üzere) sağladı. Gates 1979'da yalnızca 13 çalışanıyla yaklaşık 3 milyon dolarlık bir satış gerçekleştirebildi.

1980'den sonra PC pazarına girip Gates'i bir PC işletme sistemi geliştirmekle görevlendirince, hızlı yükselişleri sürüp gidegeldi. Microsoft'un kısa zamanda tasarladığı MS-DOS (Microsoft Disc Operating System - Diskli İşletme Sistemi) 80'li yıllarda dünya çapında satış rekorları kırdı (120 milyon nüsha). Gates akıllıca bir öngörüyle haklarını mahfuz tutarak diğer donanım üreticilerine de satış yapabildi. Bunu izleyen zamanda giderek daha çok firma IBM ile bağdaşan aygıtları piyasaya sürünce, geliştirdikleri işletme sistemi bütün bilgisayarlar için standart hale geldi. Bu arada 1.000 çalışanı olan şirket, 80'li yılların ortasından sonra Avrupa'da şubeler kurdu. Şirketin başkanlığını yürüten Gates, tutarlı ekip çalışmasına ve katı bir performans ilkesine önem veriyordu. Bütün çalışanların performansları altı ayda bir değerlendirilmekteydi.

Gates işletme sistemine paralel olarak uygulama programları alanında da son derece başarılı çalışmalar ortaya koyuyordu. Multiplan Çizelge Hesap Programından (1982) sonra, 1983'te ilk kez fareyi (mouse) kullanan MS-WORD adlı metin işleme sistemini başlattı. Özellikle WORD Avrupa'da çok satılırken, ABD'de Lotus 1-2-3 ve WordPerfect adlı rakipleri karşısında, ancak yavaş yavaş başarıya ulaşabildi.

Microsoft'un yazılım alanındaki kesin başarısı, Apple şirketinin kendilerine verdikleri siparişle gerçekleşti. Macintosh adını verdikleri örnek oluşturacak nitelikteki bilgisayar için çeşitli uygulama sistemleri (örneğin WORD ve Excel) geliştirildi. Gates şirketini 1986'da anonim şirkete çevirdi. Aradan çok geçmeden yalnız kendi payının (% 45) borsa değeri 1 milyar doların üzerindeydi.
MS-DOS işletme sisteminin grafik bir iyileştirmesi olan WINDOWS'un geliştirilmesi çalışmalarına Gates 1985 yılında başlamıştı. WINDOWS'u piyasaya sürdükten (1987) üç yıl sonra bir pazarlama kampanyasıyla başarılı oldular. Microsoft bu sistemi sürekli olarak daha ileri program elemanlarıyla genişletiyordu. Gates özellikle WINDOWSu daha basit ve daha kullanışlı bir biçime sokmaya önem veriyordu. Microsoft 1993'te tartışmasız piyasanın lideriydi (yıllık ciro: 3.75 milyar dolar; borsa değeri: 20 milyar doların üstünde). Gates'in kişisel serveti yaklaşık olarak 7 milyar dolar olarak tahmin edilmektedir.

ENGİN03
16-09-2012, 12:48
Nicolas Copernicus(1473-1543)


Copernik modern astronominin kurucusu olarak bilinir. Polonya'da doğdu. Cracow üniversitesine gönderildi. Burada matemetik ve optik üzerine çalıştı. Italya' da amcasının zorlamasıyla akademik yaşamının geri kalan günlerini geçireceği Frauenburg katedraline rahip olarak atandı. Bu pozisyonundan dolayı gücünün doruğuna erişti. Fakat sürekli öğrenci olarak kaldı.

Boş zamanlarında resim yaptı ve yunan şiirlerini latinceye çevirdi.
Onun astronomiye zaten var olan merakı giderek bir numaralı ilgi alanı oldu. O araştırmalarını kendi başına ve yardım almadan yaptı. Gökyüzünü kathedralin duvarları içindeki bir kuleden gözlemledi ve bu gözlemleri teleskop'un icadına yüzlerce yıl kala çıplak gözle gerçekleştirdi. 1530'da dünyanın kendi ekseni etrafında günde bir kere , güneşin etrafında yılda bir kere döndüğünü iddia ettiği büyük çalışması De Revolutionibus'u bitirdi. Bu o zamanlar inanılmaz birşeydi. Copernik'e kadar, batı dünyası evrenin gerisinde hiçbirşey olmayan kapalı ve küresel bir yapıda olduğunu iddia ettiği Ptolemiac teorisine inanıyordu.
O zamana kadar düşünürlerin hemfikir olduğu Claudius Ptolemy Alexandra'da yaşayan bir Mısırlı'ydı. Potelmy'e göre dünya; sabit, hareketsiz ve evrenin merkezine konumlandırılmış güneş dahil herşey onun etrafında dönmekte idi. Bu insan doğasına çekici gelen bir teoriydi. İnsanın günlük gözlemlerine ve egosuna uygun düşen birşeydi. Copernik teorisini yayımlamakta acele etmedi. Teorinin birkaç astronom arasında incelenerek, kendisine fikir verebileceğini düşündü. Copernik' in çalışmaları, eğer genç bir adam bu çalışmaları 1939'da incelememiş olsaydı hiçbir zaman basılacak duruma gelemeyebilirdi. 66 yaşındaki bir rahibin yazısını okuyup ilgilenen 25 yaşındaki Alman Profesör George Rheticus 'du. Copernik'in çalışmalarıyle birkaç hafta ilgilenmeyi tasarladı ama,iki yıl boyunca teori üzerine çalıştı ve teoriden çok fazla etkilendi. O zamana kadar Copernik teoriyi yayımlamakta isteksizdi. Kilisenin teorisi hakkında ne söyleyeceği ile çok ilgilenmesede o herşeyin mükemmel olmasını isteyen ve 30 yıl teori hakkında çalışmasına rağmen hiçbir zaman tamamlanmadığını düşünen biriydi. Copernik için gözlemler sürekli tekrar edilmeliydi(Ilginç olan dünyanın 300 yılının kaybına yolaçan elyazmaları 19. yüzyıl ortalarında Prag'da bulundu. Bu yazmalar gösterdi ki Copernik teorisini sürekli gözden geçiriyordu. Bu yazmaların hepsi o zamanlar için bilgili kişilerin kullandığı latince ile yazılmıştı.)
Copernik 1543'de öldü ve hiçbir zaman çalışmalarının nasıl bir sansasyon yarattığını göremedi. Ortaçağdan kalma filozofik ve dinsel inanışlara karşı geldi. Copernik teorisi insanın, evrenin kendisi için yaratılmadığını, yalnızca onun bir parçası olduğunu düşünmeye zorladı. Onun çalışmalarının en önemli yanı insanın Cosmos' a bakışını değiştirmiş olmasıdır.

ENGİN03
16-09-2012, 12:49
Albert Eınstein (1879-1955)


Albert Einstein Almanya'nın Ulm kasabasında 14 mart 1879' da doğdu. Altı hafta sonra ailesi Münih'e yerleşti ve Luitpold'da okula başladı.Albert daha sonra Italya'ya gitti ,eğitimine Isviçre Aarau'da devam etti. 1896 da Zürih Federal Politeknik okuluna fizik ve matematik öğretmeni olmak için girdi. 1901 de diplomasını aldı ve Isviçre vatandaşı oldu.

Öğretmen olarak iş bulamadığı için Isviçre Patent Ofisinde teknik asistan olarak göreve başladı 1905 de doktorasını aldı. Patent ofisinde çalıştığı sürede önemli çalışmalar yaptı.1908'de Privatdozent(Bern)'e atandı. 1909' da Zürih'te profesör oldu. 1911'de teorik fizik profesörü olarak Prag'a gitti.Bir yıl sonra aynı görevle Zürih'e geri döndü.Berlin Universitesinin Kaise Wilhelm fizik enstütüsünde 1914'de yönetici olarak görev yaptı.Aynı yıl Alman vatandaşı oldu. 1933'de politik nedenlerden Alman vatandaşlığından çıktı. Amerika Princeton Universite 'sinde teorik fizik profesörü oluncaya kadar Berlin'de yaşadı. 1940'da Amerikan vatandaşı oldu.1945 yılında Princeton'daki görevinden emekli oldu.
II. dünya savaşından sonra Einstein dünya siyasetinde önemli bir kişilik olarak ortaya çıktı. Israil'den başkanlık teklifi aldı ve redetti. Sonra Dr Chaim Weizmann'la Jarusalem'de Hebrew Universite 'sinin kurulmasına yardımcı oldu.
Einstein bilimsel çalışmalarının daha başında Newton mekaniğinin yetersizliğini anladı. Onun özel görecelik kuramı mekaniğin kuralları ile elektromanyetiğin kurallarını bağdaştırmaya çalışmasından doğmuştur. Statik mekaniğin klasik problemlerine, quantum mekaniği ile açıklamalar getirmeye çalıştı.Bu yaklaşım moleküllerin Brownian hareketine açıklık getirdi.Düşük radyasyonlu ışığın ısısal özelliklerini inceledi.Ve onun bu gözlemleri photon teorisini yarattı.
Berlin'deki ilk günlerinde özel görecelik teorisinin doğru olarak izah edilebilmesi için yerçekimi teorisinide kapsaması gerektiğini fark etti. 1916'da ilk defa genel görecelik kuramını yayınladı.Bu sırada radyasyon teorisi ve statik mekanik ile de ilgileniyordu.
1920'lerde Einstein, quantum teorisinin olasılık teorisi ile açıklanması üzerinde çalışırken asıl yoğunluğunu birleşik alanlar teorisi üzerine verdi.Tek atomlu gazların quantum mekaniği ile statik mekaniğe katkıda bulundu. Ayrıca atomic geçiş olasılığı ve göreceli evrenbilim alanında değerli çalışmaları oldu.
Emekli olduktan sonra fiziğin belli başlı alanlarını birleştirmeye çalıştı.Onun önemli bazı bilimsel çalışmaları Special Theory of Relativity (1905), Relativity (ingilizce çevrimi, 1920 ve 1950), General Theory of Relativity (1916), Investigations on Theory of Brownian Movement (1926), ve The Evolution of Physics (1938). Bilimsel olmayan çalışmaları, About Zionism (1930), Why War? (1933), My Philosophy (1934), and Out of My Later Years (1950) olarak sayılabilir.
Albert Einstein bir çok Amerikan ve Avrupa üniversitesinden onursal doktora ödülü aldı.1920' lerde Amerika, Avrupa ve uzak doğuda dersler verdi. Dünyanın belli başlı bütün akademilerinin üyelik ve fahri üyeliklerine kabul edildi. Çalışmalarından dolayı birçok ödül aldı. Bunlardan bazıları 1925'de Londra'daki Royal Society' nin Copley Madalyası ve 1935'de Franklin Institute 'deki Franklin Madalya'sıdır.
Einstein'in yetileri onu entellektüel bir yalnızlıkta ikamete zorlamıştır. Müzik dinlemek hayatında önemli rol oynamıştır. Mileva Maritsch ile 1901'de evlendi ve iki oğlu oldu. Bir süre sonra da ayrıldılar, sonra kuzeni Elsa ile evlendi. Elsa 1936'da öldü.
Einstein 1955 'de 18 Nisan da Princeton New Jersey' de öldü.

Cezeri
18-10-2012, 16:57
1136 yılında Cizre’nin Tor mahallesinde doğmuştur. Sibernetik alanın en büyük dahisi kabul edilen, fizikçi, robot ve matriks ustası bilim insanı İsmail Ebul İz Bin Rezzaz El Cizirî 1233′te Cizre’de öldü. İsmini de yaşadığı şehirden alan El-Cezerî öğrenimini Türk Medresesi Camia’da tamamlayan İsmail, burada fizik ve sibernetik alanlarında yoğunlaştı ve halen kullanılmakta olan ve aşılmamış onlarca buluşa imza attı. Batı literatüründe M.Ö. 300 yıllarında Yunan matematikçi Archytas tarafından buharla çalışan bir güvercin yapılmış olduğu belirtilse de robotikle ilgili bilinen en eski kayıt, da Ciziri'ye âittir.

Dünya bilim tarihi açısından bugünkü sibernetik ve robot biliminde çalışmalar yapan ilk bilim adamı olan El Cizirî, "Mekanik Hareketlerden Mühendislikte Faydalanmayı İçeren Kitap" (El Câmi-u’l Beyn’el İlmî ve El-Amelî’en Nâfi fî Sınâ'ati’l Hiyel, Arapça: بَيْنْ اَلْعِلْمِ وَالْعَمَلِ اَلنَّافِعْ فِي صِناعَةُ الْحِيَلْ) adlı eserinde ortaya koydu. 50’den fazla cihazın kullanım esaslarını, yararlanma olanaklarını çizimlerle gösterdiği bu olağanüstü kitapta Cizirî, “Tatbikata çevrilmeyen her teknik ilmin, doğru ile yanlış arasında kalacağını” söyler. Bu kitabın orijinali günümüze kadar ulaşamadıysa da, bilinen 15 kopyasından 10’u Avrupa’nın farklı müzelerinde, 5 tanesi Topkapı ve Süleymaniye kütüphanelerinde yer almaktadır.

Kısaca Kitab-ül Hiyel adıyla bilinen eseri altı bölümden oluşur. Birinci bölümde binkam (su saati) ile finkanların (kandilli su saati) saat-ı müsteviye ve saat-ı zamaniye olarak nasıl yapılacağı hakkında on şekil; ikinci bölümde çeşitli kap kacakların yapılışı hakkında on şekil, üçüncü bölümde hacamat ve abdestle ilgili ibrik ve tasların yapılması hakkında on şekil; dördüncü bölümde havuzlar ve fıskiyeler ile müzik otomatları hakkında on şekil; beşinci bölümde çok derin olmayan bir kuyudan veya akan bir nehirden suyu yükselten âletler hakkında 5 şekil; 6. bölümde birbirine benzemeyen muhtelif şekillerin yapılışı hakkında 5 şekil yer alır.

Teorik çalışmalardan çok pratik ve el yordamıyla ampirik çalışmalar yapan Cizirî’nin kullandığı bir başka yöntem de yapacağı cihazların önceden kâğıttan maketlerini inşa edip geometri kurallarından yararlanmaktı. İlk hesap makinesinden asırlar önce aynı sistemle çalışan benzer bir mekanizmayı, geliştirdiği saatte kullanan Cizirî, sadece otomatik sistemler kurmakla kalmamış, otomatik olarak çalışan sistemler arasında denge kurmayı da başarmıştı. Cizirî, otomatik kontrollü makinelerin ilki sayılan Jacquard’ın otomatik dokuma tezgahından 600 yıl önce değişik haznelerdeki suyun seviyesine göre ne zaman su dökeceğine, ne zaman meyve ve içecek sunacağına karar veren otomatik hizmetçiyi geliştirdi. Bâzı makinelerinde hidro mekanik etkilerle denge kurma ve harekette bulunma sistemine yönelen Cezerî, bâzılarında ise şamandıra ve palangalar arasında dişli çarklar kullanarak karşılıklı etkileme sistemini kurmaya çalıştı. Kendiliğinden çalışan otomatik sistemlerden sonra su gücü ve basınç etkisinden yararlanarak kendi kendine denge kuran ve ayarlama yapan dengeyi oluşturması, Cizirî’nin otomasyon konusundaki en önemli katkısıdır. Fizikçi ve Mekanikçi Bediuzzaman El-Cizirî'nin diğer bir eseri de Diyarbakır Ulu Camii’nin ünlü Güneş Saati’dir. Bugün sibernetiğin ve bilgisayarın ilk adımlarını attığı ve ilk robotu yapıp çalıştırdığı kabul edilen Ebû’l İz El Cizirî, Cizre’de yaşadı.

Kitab-ül Hiyel 6 bölümden oluşmaktadır:

Kitāb fi ma-'rifat al-Hiyal al-handasiyya (Arapça: الجامع بين العلم والعمل النافع في صناعة الحيل , Kitāb fi ma-'rifat al-Hiyal al-handasiyya) 1206 yılında bu eserini tamamlamıştır.
Kitâb-ül-Câmi Beyn-el-İlmi vel-Amel-in-Nâfî fî Sınâat-il-Hiyel, (Arapça: بَيْنْ اَلْعِلْمِ وَالْعَمَلِ اَلنَّافِعْ فِي صِناعَةُ الْحِيَلْ , El Câmi-u’l Beyn’el İlmî El-Amelî’en Nâfi fî Sınâ'ati’l Hiyel) "Makine Yapımında Yararlı Bilgiler ve Uygulamalar"

Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/El-Cezeri