PDA

View Full Version : Merlin'in kazanı



merlin
16-03-2011, 00:19
Burada , forumun bu sessiz, sakin ve pek de okunmayan köşesinde, zaman buldukça , kitaplardan, biraz şiirden, yazarlardan bahsedeceğim. Ama yalnız benim yazarlarımdan . :)


Dağınık, belirgin bir sistem izlemeden sizleri bazı şeyleri okumaya ,bazı şeyleri ise okumamaya ikna edebilirsem ne mutlu bana .


Bahsedeceğim ilk kitap aslında kitap konusundaki temel felsefemi de ortaya koyuyor.

http://static.ideefixe.com/images/292/292494_2.jpg
Yazar ,ilk gençliğinde babasının iş arkadaşı olan Kafka ile tanışma fırsatı bulur.Onunla sıklıkla sohbet eder. Konu genelde edebiyattır. Bu kitabı tavsiye ederim kafa severlere. Kitabın bir yerlerinde yazar ,yeni çıkan 3-5 kitapla Kafka'nın yanına gelir. Kafka kitapları şöyle bir inceler kabataslak. Sonra masanın üstüne bırakır kaygısızca.
Bunları der...
Bunları okuyarak zaman yitirme.Goethe insanın düşünebileceği her şeyi yazmıştır.Ve zamanın süzgecinden geçebilmiştir.Ya da Dostoyevski insana dair her şeyden bahsetmiştir.Önce onları oku.Şimdiler zamanın süzgecine takılmazsa ilerde onları da okursun.



Kitap Kamuran Şipal'in çevirisiyle dilimize kazandırılmış. Kısa, tahmininizden de kısa. Yazarı, o dönemi , yazarın dünyasını tanımak için bir fırsat. Öneririm.

BORA YAŞAR
16-03-2011, 00:33
Kolay gelsin merlin..

Yararlı olacaktır..

Eline sağlık şimdiden..

montania
16-03-2011, 00:41
Hayırlı olsun, çok faydalı bir köşe olacağı açıkça anlaşılıyor...

merlin
16-03-2011, 00:47
Filozof derken.
Bildiğimiz anlamda değil.Bir batılının her şeye karşı o serinkanlı ve mantıklı bakışına nasıl sahip oluruz ?
Yoksa filozof olmak , hem de bu çağda. Pek kolay değil, hani pek de gereği yok :)


Hayatımın ikinci 15 yılı, ilk 15 yılında öğrendiğim saçmalıklardan kurtulmaya çalışmakla geçti.
Beni edebiyattan soğutan edebiyat öğretmenlerimin, aslında hiç bir şeyden anlamayan cahiller olduğunu anladığım gün başladı bu çaba.
Tarih konusunda okumaya başlamam da tarih öğretmenlerimin az gelişmiş ülke milliyetçiliği yaptığını farkettiğim gün oldu. Bir tanesi babamın arkadaşıydı. Babam anlatmıştı, bu kendini denemek için üniversite sınavına girmiş. Sınavda çıkan 28 tarih sorusunun 18 tanesini yanlış yapmış. İş yine başa düşüyordu :)



--------------------------------------
Tarih okumaya , Türk tarihini okuyarak başlayan bir beyin ,ister istemez Türkler'in diğer ırklardan zeki,güçlü olduğuna inanıyor. Buna sahiden de inanıyor beyin.



Oysa ilkokul eğitiminin bakış açısı bu bağlamda çok daha doğru lise tarihinden.Bilirsiniz , ilkokulda bir tarih cetveli asılıdır duvarda.Oldukça da doğrudur. Yalnız orada karanlık çağ denen bir kısım vardır. İşte o karanlık çağ üstünde hiç durmaz eğitim sistemimiz. Öğretmenlerimiz de pek girmez o döneme. Sorduğunuzda ise ''hakkında çok az bilgi var'' diye geçiştirirler.



Bir bilim olarak antropoloji tam da bu karanlık çağı işler.
Kısaca belirteyim ki insanlık tarihini okumamış hiç bir insan ,hemen hiç bir konuya sağlıklı bakamaz.



Robenson Cruzoe okumak sanırım benim için bir şanstı. Sınıfta bir kitap dolabı vardı ve dolabın en popüler kitapları Ömer Seyfettin'in Kaşağısı ile Dede Korkut Hikayeleri idi.
Ben çelimsiz bir bir çocuktum, Cuma günleri o kitapları kapma şansım olmadı hiç :)
Şansıma Robenson düştü....Bana inanılmaz gelmişti. Bir ada, kimse yok. Sıfırdan bir hayat kurma fikri ...
Cuma gelene dek toplum yok, ne zaman Cuma geliyor toplum başlıyor.
Siz çocuğunuza ilk kitap olarak Ömer Seyfettin okutmayın olur mu ? :)



İlin-Segal :
İnsan Nasıl İnsan Oldu ?
Sağlıklı bir eğitimin insanlık tarihi ile başladığını bile Sovyet Bilimler Akademisi iki seçkin üyesine bu konuda bir ders kitabı hazırlama görevi verir.
http://www.idefix.com/kitap/insan-nasil-insan-oldu-m-ilin/tanim.asp?sid=O31E3R7Q8N8SNTI0NGWJ
http://static.ideefixe.com/images/32/32039_2.jpg

Son derece yalın bir dille yazılmış, kısa ve fakat doyurucu bir kitaptır. Ta o karanlık çağlardan alıp sanayi devrimine kadar getirirler.Kesinlikle tavsiye olunur. SOn derece güzel , zevkli bir kitap .


Gordon Childe bu konuda daha detaylı ve bilimsel kitaplar yazan bir yazar. Tabi o bu konuda referans kitaplar yazan bir bilimci. Bunlardan birisi de bu ;
http://static.ideefixe.com/images/231/231197_2.jpg
Bir referans kitabı. İlk bahsettiğim kitap kadar halka hitap ettiğini söyleyemem.Sıkıcı gelebilir.Ama her şeyi derli toplu bir biçimde ve kısa yollu anlatmayı başarabiliyor.


Alaeddin Şenel : Kemirgenlerden Sömürgenlere , İnsanlık Tarihi
http://static.ideefixe.com/images/249/249701_2.jpg
Gurur duyabiliriz ki böyle bir bilimcimiz var. Ve bu bilimci SBF den emekli olduktan sonra bu kitabını dilimize kazandırdı.Bilimsellik ve okunabilirliği bir arada sunuyor. Oldukça kalın bir kitap. Ama insanlığa dair hemen her şeyi de anlatıyor. Karanlık diye nitelenen tarih öncesi çağlardan başlayıp yakın çağa kadar getiriyor o da.


Her üçünü de okuyan ve özümseyen birisi yolun yarısını aşmıştır kanımca :) Sonuçta üç farklı dozda ,üç ayrı kitap. Aynı şeylerden bahseden üç ayrı kitap...Çok da detaya inmeye gerek yok diye düşünen biri için ilki ,yani İlin-Segal 'in kitabı yeterli olur...



Nasıl filozof olunur başlıklı bu konuya sonra devam edeceğim yine...

merlin
16-03-2011, 00:48
Kolay gelsin merlin..

Yararlı olacaktır..

Eline sağlık şimdiden..
Teşekkürler :) Desteğinizi beklerim :))

montania

Hayırlı olsun, çok faydalı bir köşe olacağı açıkça anlaşılıyor...
Size de teşekkür ederim. Katkılarınızı beklerim.Selamlar...:)

futbolcu
16-03-2011, 00:53
Topic hayırlı olsun merlin

BORA YAŞAR
16-03-2011, 00:55
Alaeddin Şenel..

Adam denmesini arzulardı kendisine..

Bizim zamanın çatlak asistanı..

Herşeyi ile ilginç biriydi Adam Şenel hoca..

Kalender.. Çelebi..Hoş..

Dünyanın ve insanlığın sırrına ancak böyle bir rintmeşrep biri erebilirdi..

merlin
16-03-2011, 01:02
Yaşı benden oldukça fazla bir tanıdık var. Evinde bir sürü kitap var. Çocuklara faydalı olsun diye almış.Kendisinin de hayaliymiş büyük bir kütüphane kurmak.
Epeyce de okumuş. Ama ne okumuş ?
Soner Yalçın külliyatı , derin devlet , öncesinde ait olduğu siyasi kanadın (ülkücü) ağırbaşlarını. Ama solu da anlamaya çalışmış. Solun da ağa babalarını okumuş.
Ama ortada bir sıfır var elbette.Yalnızca Türkiye'nin toplumsal sorunları üzerine , kesin ve net fikirleri olanları okumuş.
Soner Yalçın ın çok etkisinde kalmış zıt siyasi fikirlerine rağmen.Her şey bir komplo, hayat bile. Her şeyin altında masonlar, İsrail,ABD ...


Ben eski Avrupa tarihine çok meraklıyım. Elimde görüyor.Önce küçümseyerek bakıyor. Sonra gitmiş, Roma Tarihi almış. Bir de Platon :Devlet.

Dedim, abi anlamazsın. Kızdı. 50 sayfalık kitap . Nesini anlamayacağım. Yeni nesil böyle ukala...


Anlamadı tabi. Bir yapıdır okumak .

Okumak tek başına yeterli bir eylem değil.Hani diyorlar ya , bol bol okuyun. Ben de diyorum ki, az okuyun ama okuyun, yeterki okuduğunuz şey okunmaya değer olsun.
15 yaşındaki iki ayrı gence birer kitap verin. Biri Erdal Öz'ün Gülünün Solduğu Akşam 'ı okusun, diğeri Çatlı'nın hayatını.
İkisi de okumuştur. Ama okumaya başlanacak kitaplar mıdır bunlar ?
Sonuçta birisini devrimci, diğerini ülkücü yaparsınız. Her ikisi de ülkenin her an işgal edilebileceğini hatta edildiğini sanır. Her ikisi de kavga eder.
Bunlar okunmamalıdır demiyorum. Ama zihinde ikisini tartacak bir temel değer var mı ? Değer yargısı var mı ?



Halk arasında değer gören bir insanın (o bir dini lider) 2-3 kitabını okumuştum. Bana göre aşırı yetersizdi , her konuda ahkam kesiyordu , din,tarih,cumhuriyet,marksizm,faşizm,kapitalizm... Ama son derece yetersizdi. Bu gün milyonlarca insan o kitapları sorgulamaksızın doğru kabul ediyor.

Bir arkadaşım vardı. Sürekli Lenin,Stalin okuyordu.Her şeye bakış açısı aynıydı. Felsefe tarihini de Politzer'in felsefeye giriş isimli kitabıyla hallediyordu.

Her şey bu denli kolay mı ?

Demek istediğim okumak eylemi , tek başına çok faydalı olmayabilir.

balaban
16-03-2011, 01:04
Büyü topiği sandım:), değilmiş.

Topik şimdiden hoşuma gitti.:yes::yes:

merlin
16-03-2011, 01:25
Öyle güzel ki...
Yazdığı her şey...


En çok yaşamöykülerini severim. Her biri mükemmeldir...


İlkinden başlayalım ;

Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar :Casanova,Stendal,Tolstoy
http://static.ideefixe.com/images/26/26814_2.jpg
Biri diğerinden çok farklı , hatta bir masada yanyana oturamayacak üç kişi, üç karakter.
Biri Rusya'nın tapılan dev yazarı,çağımız ahlakının teorisyeni , diğeri ahlaksızlığın ,gündelik hayatın ,şehvetin,hazzın en ünlü temsilcisi. Aynı kitapta...


Macellan:
http://static.ideefixe.com/images/324/324121_2.jpg
Dünyayı dolaşan ilk insanın büyük öyküsü.Tatilde,hatta şezlongda bile okunuyor keyifle :)
Tam anlamıyla keyiflik . Bir keyif kitabı. Bir macera kitabı. Kafanızda bir bilinmeze giden yelkenliler canlanıyor.
Bir değil de , iki otoruşta okunuyor...Akıcı bir dille yazılmış ve asla sıkmıyor.


Amerigo:
http://static.ideefixe.com/images/198/198728_2.jpg
Amerika'ya ismini veren adamın hikayesi. Belki de tarihin en büyük yanılgısı.Hatta belki de tarihin en büyük sahtekarlığı .Amerigo gerçekten de bu kıtaya gitmiş miydi ?
Kolomb'un günahı neydi ?
Kısa fakat zengin bir kitap.




İnsanın Yıldızının Parladığı Anlar :
http://static.ideefixe.com/images/30/30400_2.jpg
Aralarında Fatih'in de bulunduğu on iki ayrı kişilik...Tarih bazen bazı insanlara , büyük bir fırsat verir. Ve sen tarihin ölümsüz sahnesinde sahne alma şansını bulursun aniden.Başarı ve başarısızlık seni vezir ya da rezil edebilir. Şansını iyi kullanmalısın.
Fatih ile ilgili denemesi elbette bir batılının taraflı bakış açısını yansıtıyor. İşte bilirsiniz, muhteşem şehri zapteden barbarlar.O denemeyi pek de sevmedim.Ama yine de okunası bir şey. Kitap ise genel anlamda şahane. Yine çok kısa sürede okunabilir.


Bunu okuduğumda öğrenciydim. Belediye otobüsünde her bölümü okurdum. Birbirinden bağımsız kısa bölümlerden oluşan kitapları hep sevmişimdir.Otobüse binersin, ineceğin yere kadar bir bölüm biter. Eve dönerken aynı biçimde bir bölüm daha okursun. Yatmadan önce bir bölüm daha belki de. Ya da önceden ayarlanmış bir buluşmaya 20 dakika geç kalan birini beklerken...




Bu yazara da sonra devam ederim....:)

merlin
16-03-2011, 01:31
futbolcu
Topic hayırlı olsun merlin
Teşekkürler :)

balaban
Büyü topiği sandım, değilmiş.

Topik şimdiden hoşuma gitti.
:) Yoo, büyü yok merak etmeyin :he:
Teşekkürler ilginize.


BORA YAŞAR
Alaeddin Şenel..

Adam denmesini arzulardı kendisine..

Bizim zamanın çatlak asistanı..

Herşeyi ile ilginç biriydi Adam Şenel hoca..

Kalender.. Çelebi..Hoş..

Dünyanın ve insanlığın sırrına ancak böyle bir rintmeşrep biri erebilirdi..

Hakkında efsanevi şeyler anlatırdı mülkiyeli arkadaşlar :) Ne derece doğrudur bilemem.
Onu her gördüğümde Forest Gump gibi hızlı hızlı yürürdü,yetişebilene aşkolsun. :)

merlin
16-03-2011, 01:45
İlk mesajda andığım Kafka ile Söyleşiler'i bulabildim şimdi kitaplıkta.
Orada bir kaç alıntı ile bitireyim ilk günü....



Zenginlik, maddeye dönüşmüş bir güvensizliktir sadece....



Sanatçı bir dev değildir, varlığın kafesine kapatılmış az çok renkli bir kuştur yalnızca.



Sevginin gerisinde zorbalığın çehresi vardır çoklukla...



Gençlik mutludur,çünkü güzelliği görebilme yetisine sahiptir.Bu yenenek elden çıktı mı yaşlılık,çöküntü ve mutsuzluk gelir. Her kim güzelliği görebilme yeteneğini korursa o yaşlanmaz....Biz Yadudilerse yaşlanmış olarak gözlerimizi açarız dünyaya.



Maddenin niteliğini belirleyen şey içindeki atom ve elektronların sayısıdır. Bir toplumun düzeyi, tek tek bireylerin bilinç düzeyine bağlıdır.



Devrim hakkında;
Devrim bir taşkına benzer, taşkın ne kadar geniş bir alana yayılırsa o kadar sığlaşır, o kadar bulanır suyu.Devrim buhar olup uçar, geriye bürokrasinin çamuru kalır.



Bürokrasi hakkında;
Acılar içinde kıvranan insanlığın zincirleri , bürolarda harcanan kağıtlardan yapılır.


Sinema şimdiye dek çıplak olan gözümüze giydirilmiş bir üniformadır...



Ölüm hakkında;
Ölüm korkusu boşa giden bir hayatın kaygısıdır yalnızca.

BORA YAŞAR
16-03-2011, 13:59
İnsan nasıl İnsan Oldu? kitabını tesadüfen satın almıştım.

Meslekte çok yoğun olduğum, o nedenle de ancak hafif ya da iyi anlatılmış kitapları okuyabildiğim yıllardı..

Bugün kitaplığımda aradım bulamadım..

O kitapta idi sanırım anlatacağım bölüm.

Sanatçı nasıl ortaya çıktı? mealinde bir konu başlığı idi anımsayabildiğim kadarı ile..

Mağara devrinde (taş devri) erkekler avcılık, kadınlar ise yemek pişirmekti, çocuk bakmaktı gibi işlerle uğraşıyor gene bugünki gibi.

Erkeklerin arasında daha naif biri var. Avcılık ağır geliyor.Sevmiyor.

Bu adam birgün hastalanıyor (ya da hastayım diye rol yapıyor) ve kadınlarla mağarada kalıyor.

Ateşin karşısında dinlenirken aklına (belki de suçluluk duygusu ile) akşam gelenleri taklitle vs eğlendirmek geliyor.

Çalışıyor. Akşam erkeler gelip de yemek yendikten sonra ortalığa çıkıyor. Taklit vs döktürüyor. Herkes çok beğeniyor.

Ve erkekler karar veriyor. Bizler avlanırken sen de bu işle uğraşacaksın..Akşam avdan döndüğümüzde bizleri eğlendireceksin..

Sanatçının doğumu böyle oluyor..


Hoş bir hikaye..





Hikaye aslına yeterince uygun olmayabilir. Usumda kaldığı kadarı ile yazdım. Hatta o kitapta bile böyle bir konu olmayabilir.

merlin
16-03-2011, 15:31
İnsan nasıl İnsan Oldu? kitabını tesadüfen satın almıştım.

Meslekte çok yoğun olduğum, o nedenle de ancak hafif ya da iyi anlatılmış kitapları okuyabildiğim yıllardı..

.

Ben de okuyalı 10 seneden fazla oluyor. Bahsettiğiniz öykü bu kitapta mı yoksa başka bir kitapta mı ben de çıkaramadım şimdi :) Akşam bir göz atayım kitaba :)





http://www.tubitak.gov.tr/tubitak_content_files/populer/kitaplistesi/kitapistekformu_guncel.pdf
Tübitak , Hasan Ali Yücel'den sonra ikinci dalga bir çeviri seferberliğine başlamıştı 15 sene önce. Çok sayıda hazine değerindeki kitabı dilimize kazandırdılar. Bunları nefis ciltli ve nefis baskı kalitesi ve son derece uygun fiyatlara okuyucuya ulaştırdılar. Hatta okullarda, köylerde bile standlar kurdular.

Ne yazık ki seferberlik artık bitti. -Tehlikeli -bulunan konularda kitapların yeni baskıları bulunmuyor.
Linkte şunlar yazılı ;

Popüler Bilim Kitapları Yayın Kurulu’na önerilen kitaplar ilk aşamada uzman görüşü alınarak değerlendirme sürecinden geçmektedir. Basılması
yönünde karar verilen kitaplar telif hakkı alımı, çeviri, redaksiyon ve bilimsel danışmanlık gibi işlemlere tabii tutulurlar. Son safhada ise, kitabın
sayfa düzeni ve son okuması yapılarak basıma hazırlanır. Hazırlıkları tamamlanan kitabın ihale açılarak basımı yaptırılır.
Kitabın basımı yapılırken sözleşmede yer alan maddelerin göz önünde bulundurulması gerekir. Sözleşmenin süresi, ilk basım tarihi ve varsa
baskı sayısı kitabın yayımlanma sürecini etkileyen önemli faktörlerden bir kaçıdır.
Stokta tükenen veya tükenmek üzere olan kitapların yeniden basımı yapılacak ise sözleşme süresi veya baskı sayısı dikkate alınarak hareket
edilmektedir. Süre ve sayının aşılması durumunda telif hakları sözleşmesinin yenilenmesi gerekmektedir. Telif hakkı sahibiyle yeni sözleşme
yapmak; şartlar konusunda karşılıklı anlaşmakla mümkün olmaktadır.
TÜBİTAK, sözleşme süresi biten veya sözleşmede belirtilen baskı sayısına erişen kitaplar için yeni sözleşme yaparken; ödenecek ücreti, talep
miktarını, sözleşme süresi içinde basılan ve satılan kitap sayısını, yeni sözleşme süresi içinde yapabileceği baskı sayısını ve kitabın
güncelliğini göz önünde bulundurarak hareket etmektedir. Yukarıda belirtilen hususlar nedeniyle bazı telif hakkı sahipleriyle anlaşmaya
varılamaması sonucu ilgili kitabın tekrar basım ve yayımı mümkün olmayabilir.
Tübitak işin maliyetini bahane etse de yayından çekilen kitaplar genelde biyoloji ile ilgili.
Ve yayınevi artık yeni çeviri de yapmıyor.

Kurumun çıkardığı Bilim Ve Teknik dergisi ise artık özgür bir yayın organı değil. Azalan sayfa sayısı, düşürülen baskı kalitesi, konuların madencilik, enerji gibi -tehlikesiz-konulardan seçilmesi gibi faktörlerle artık okunmaya değer bir dergi izlenimi vermiyor.

Oysa bu ülkenin en çok satan dergisiydi. 1970 lerden itibaren çok önemli bir misyonu üstleniyordu. Yazık, hem de çok yazık...


2009 yılına dek abonesi olduğum bu dergiye artık abone değilim.

merlin
17-03-2011, 23:36
İnsan nasıl İnsan Oldu? kitabını tesadüfen satın almıştım.

Meslekte çok yoğun olduğum, o nedenle de ancak hafif ya da iyi anlatılmış kitapları okuyabildiğim yıllardı..





Hikaye aslına yeterince uygun olmayabilir. Usumda kaldığı kadarı ile yazdım. Hatta o kitapta bile böyle bir konu olmayabilir.

Kitabı buldum .Baştan sona taradım. Ancak bu öyküyü bulamadım :(
Yazarlar ressam/büyücü konusunda epeyce durmuşlar.Ama bu büyücülerin nasıl türediğine pek de değişnmemişler.
Gordon Childe çok önemsiyor bu ressamları. Tarihin ilk sanatçılarının ava pek de çıkmadıklarını, bunların büyücü işlevi de gördüğünü söylüyor.
Özellikle buzul çağında bu sanatçıların büyük işlev üstlendiğini söylüyor yazar. Hatta moda ve dinin öncüsü diye de niteliyor bunları. :)

merlin
18-03-2011, 00:49
Fatih zor padişah, çok zor. Hakkında bir şeyler yazmak, yazarken tarafsız kalabilmek son derece zor.

Onun hakkında ,son derece ağır ve eleştirilen bir dille yazanların eserlerinde bile dikkatimi çeken şey şu ; yine etkisinde kalıyorlar.



Bir kaç kitap var ;

Erdoğan Aydın , Fatih ve Fetih
Yalçın Küçük , 21 Yaşında Bir Çocuk:Fatih
Büyük Türk , John Freely



Yorgios Francis ,şehir fethedildiğinde İstanbul'da bulunan , Bizans hükümdarının yanında bulunan birisi . Şehir fethedildiğinde şöyle yazıyor ''Titre Güneş !Yeryüzü ağla !Çünkü şehir düştü!....'' Ve yazdığı mektupta bazı şeyleri abartarak, bazı olmamış şeyleri ise olmuş gibi anlatıyor.
O ve o devirde yaşamış bazı Bizans kaynaklarının yanlışları, bu yanlışları referans almakta uzman olan aşırı milliyetçi Türk tarihçiler ise Fatih ve efsaneyi bir arada yaşıyor.
Bu ciddi bir bilgi kirliliğine yol açıyor ki bu kirlilikten kurtulmak pek olası değil.



Erdoğan Aydın, kitabında Ulubatlı Hasan , gemilerin karadan yürütülmesi ve Haliç'e çekilen zinciri reddediyor örneğin.

Yalçın Küçük ise gemilerin karadan yürütülmüş olabileceğini ama bunun pek de önemli olmadığını söylüyor.

Erdoğan Aydın çok ağır eleştiriler yönelttiği Türk tarih yazıcılığına , bu bahsettiğim kitabıyla bir katkı sağlıyor mu ? Bu bir soru işareti . Bana göre evet.

Hem Küçük, hem Aydın, sonuçta alışık olmadığımız bir bakış açısından yaklaşıyorlar konuya. Her ikisinin ayrıştığı pek çok nokta var, Küçük daha insaflı eleştirilerinde. Ama fikirlerinin kesisştiği konular da var ,bunların en önemlileri şöyle ;

-2.Murat'ın ölümü normal değildir.
-2.Murat'ın tahtı oğluna, oğlunun da babasına terkettiği iddiası komiktir.
-2.Murat'ın Fatih dışındaki 2 oğlunun ölümü şüphelidir.
-Fatih saray çevresinde sevilmemektedir.
-Fatih son seferini İtalya ya da Mısır'a değil Amasya'daki oğlu Bayazıt'a düzenlemektedir. Bunu haber alan oğlu , saraydaki kendi yandaşı olan saray adamları ve casuslarını kullanarak babasını zehirletmiştir.
-Fatih tüm yaşamı boyunca yalnızdır.

Diğer yandan Küçük, Osmanlı Sarayında birden çok siyasi görüş olduğunu , Fatih yandaşlarının günümüzdeki İslamcıların savunduğunun aksine, ilerici olduğunu...
Saraydaki İslamcılar'ın ise ondan nefret ettiğini, onun bir günahkar olduğunu düşündüklerini, hele hele ondan sonra babasından da ilerici ve zeki olan Cem'in tahta geçme olasılığını son derece tehlikeli bulduklarını , bu iki siyasi görüşün sürekli çatışma içinde olduğunu , Fatih'in ömrünün son döneminde iyice yalnızlaştığını ileri sürer.
Orhan Pamuk'un Benim Adım Kırmızı'sı da Küçük'e göre saraydaki bu partilerle ilgilidir. Tabi o roman çok daha sonraki bir dönemle ilgili. Ama Küçük, Pamuk'un sarayda o dönem yeni yeni oluşmaya başlayan Yahudi partisini desteklediğini yazıyor.(Başka bir kitabında :Şebeke, Yalçın Küçük).
-------------------------------------

John Freely'nin Doğan Kitaptan çıkan kitabıysa bir batılı gözüyle Fatih'i işliyor. Sultan hakkında bilmediğimiz ya da eksik bildiğimiz pek çok konudan bahsediyor.Gizli kalmış, ispatı imkansız konulara pek girmiyor. Fatih'in dindarlığı dışında.

Kitapta bir nokta çok trajik geldi bana...Fatih Atina'yı fetheder...Fethe rağmen yüzü gülmez.Kendi kendine şöyle der ''Ey Agamemnon ! Ben de senin gibi ATHEN şehrini fethediyorum, ama ne yazık ki benim kahramanlığımı yazacak bir Homeros'um yok''...

(Bildiğiniz gibi Agamemnon Homeros un Troya'sında sık sık adı geçen Atinalı bir tirandır. Gerçekte o da Fatih'ten 2000 sene evvel ATHEN(Atina) şehrini fethetmiştir.Homeros sayesinde ölümsüz olmuştur).


Aynı kitaptan Fatih'in Türkçe dışında 4 dili daha anadili gibi konuştuğunu , çocukluğunda çok ama çok zeki olduğu, mükemmel bir eğitim aldığı da belirtiliyor.


Sonuçta ben okuduklarımdan şunu anladım. Mutsuz bir adam. Şiirlerindeki derin ,içe işleyen hüzünden bunu anlıyorum.

Hiç kimse yok kimsesiz
Herkesin var bir kimsesi
Ben bugün kimsesiz kaldım
Ey kimsesizler kimsesi

Kimse aradığım yollarda
Kimsesizlik kimsem oldu
Dinsin artık hicranın cana
Kimse aradığım yollar
Kimsesiz kimselerle doldu

----------------------------
-----------------------------
Mutsuz biriydi dedik.Yalnızdı da.Belli ki doğulu bir hükümdar olmak ona yetmiyor, o kendini Sezar,İskender katında görüyor.(pek de eksiği yok hanş)Yaptıkları ona asla yetmiyor.Hep daha büyüğünü yapmak istiyor.Başardıkları ona yetmiyor, daha fazlasını başarmak istiyor.İnsanoğlunun evrensel çaresizliği.
Doğunun büyük sultanı olmak yetmiyordu, dünya tarihine adını yazdırmak istiyordu.Batıyı doğu yapmak değildi derdi, İskender gibi yeni bir karma kültürdü belki amacı.

Ama farkındaydı. İskender'in hocası Aristo değildi Akşemsettin.
Ya da tüm bu saray kadınları , hiç biri Athena değildi ki...



Sevdin ol dilberi söz eslemedin vây gönül
Eyledin kendüzini âleme rüsvây gönül
Sana cevr eylemede kılmaz o pervây gönül
Cevre sabr eyleyemezsin nideyin hây gönül
Gönül eyvây gönül vay gönül eyvây gönül.


--------------

Ancak başardıkları öylesine önemli ki. Fethettiği ülkeler, Anadolu'da alt ettiği Karamanoğulları ve Uzun hasan...Ama bundan çok daha önemli olan şey şu, gerçek kurucusu olduğu Osmanlı bürokrasisi ve devlet adabı kendisinden sonra devletin 500 sene daha yaşamasını sağlıyor.Kazaskerler, nişancılar,defterdarlar...Devşirmeler...Kırım süvarileri...Ağır silahlarla ve özellikle usta topçu bataryalarıyla kurulu bir ordu.Akademi...
Tüm bunlar onu kuşkusuz benzersiz bir hükümdar yapıyor.


Bu yüzden zaten, yazının başında belirttiğim faktor ortaya çıkıyor. Onun hakkında ağır bir eleştiriyle başladığınız kitapta bile övgüler dizmekten geri duramıyor kimse.

merlin
18-03-2011, 01:17
Ali Demirsoy Kitabı Türkiye İş Bankası Yayınlarından çıkan bir kitap. Bu saygın bilim isanıyla yapılan bir nehir söyleşi.



Cumhuriyet'in kimselerin dikkat etmediği bir yanı vardır.
Fakültede sosyoloji hocamız ''Avrupa'da Hukuk,Siyaset Bilmi'' gibi bölümlerde hep burjuva çocukları okur. Bunlar üniversiteye başladıklarında Latince dışında bir iki dili ana dilleri gibi konuşurlar. Çok iyi bir temel eğitim almışlardır.
Bu yüzden bunlarda hukuk mesleği ve yöneticiler hep burjuva sınıfından çıkar demişti.



Gerçekten de durum böyledir. Üniversitelerin kalburüstü bölümleri ve ülkenin gelecekteki yöneticilerinin yetiştirildiği hukuk, siyasal bilgiler gibi bölümler toplumun bir sınıfının tekelindedir desek yeridir.
Bunun meslek kalitesini zirveye taşıdığına şüphe yok.

Yukarıdaki yazımda az çok bahsettiğim Osmanlı bürokrasisi de böyledir. Saray mektebinde mükemmel bir eğitim ve haricen askeri eğitim alırlar. Bunlar her şeyi bilirler. Son derece kültürlü adamlardır.



----------------
Cumhuriyet ise gurur duyacağımız , duymamız gereken bir şeyi başarmıştır. Köylü Mehmet'in oğluna Genelkurmay Başkanı , mahallenin fakir bakkalı İhsan efendinin oğluna Yargıtay Başkanı , memur Ahmet Bey'in oğluna Cumhurbaşkanı olmanın yolunu açmıştır.Ve bunlar olmuştur.Olmaktadır.Olacaktır.
Anadolu'nun her yerinden , koşulsuz bir biçimde okuma şansı verdiği dar gelirli aile çocukları , zengin arkdaşlarıyla aynı koşullarda eğitim alabilmiştir.
Laz,Çerkes,Gürcü,Kürt,zengin,fakir,öksüz diye ayrım yapmaksızın ve hiç gocunmaksızın bu ülkenin çocuklarına bürokrasisini sonuna kadar açmıştır.

Cumhuriyetin bu dehası çok fazla etnik grubun bir arada yaşamasını ve sisteme dahil edilebilmesini sağlamıştır.


Ülkenin ücra bir köyünde ilkokula başlayan fakir fukara bir çocuk ülkenin en seçkin üniversitelerinde okuyabilmekte ve ülkenin en seçkin mesleklerini icra edebilmekte.
Elbette bu uygulamanın bazı sıkıntıları olmuştur. Mesleklerde bazı sıkıntılar gibi.
Çünkü ne dersek diyelim , 2-3 dili liseye başladığında bilen, bir iki müzik aletini çalabilen, 19 yaşıana dek 500 kitap okumuş bir çocuğun yargıçlık yapması, köylü Mehmet Ağanın oğlunun yargıçlık yapmasından hayli farklıdır :)


Ama yine de...Az buz şey değil...

-----------------------

Ali Demirsoy'un hikayesi Erzincan'ın güzel ilçesi Kemaliye'de başlıyor. Orada başlayan eğitim süreci onun ülkenin en ünlü biyoloğu olma yolunu açıyor. Hoca tatlı sohbeti olan, sevecen,hümanist bir insan. Hoca bir bilge. Bir yaşam ustası...

Okumanızı öneririm. 3-5 saatte okursunuz :)
Eğitim sisteminden hocanın özel hayatına, ülkemize ait acı tespitlerden umuda. Her şeyden bahsediyor hoca.

Sesil
19-03-2011, 04:20
düzeyli, yararlı, yorumlarınızla da güçlü bir içerik. hayırlı olsun başlığınız.
hoşgeldiniz.
gecikmeli de olsa süzdüm notlarınızı. izlemede olacağım.

utkuran
19-03-2011, 14:49
Elinize,emeğinize sağlık Sn.merlin
Yararlanacağım.
Kolaylıklar diliyorum...

merlin
19-03-2011, 15:22
düzeyli, yararlı, yorumlarınızla da güçlü bir içerik. hayırlı olsun başlığınız.
hoşgeldiniz.
gecikmeli de olsa süzdüm notlarınızı. izlemede olacağım.

Teşekkürler :)
Ben epeydir ilziyorum sizin konuyu.

merlin
19-03-2011, 15:22
Elinize,emeğinize sağlık Sn.merlin
Yararlanacağım.
Kolaylıklar diliyorum...

Teşekkür ederim :)

merlin
19-03-2011, 16:08
Rousseau'ya aftedilen bir söz vardır ;Bu mektubu kısa yazacaktım ama zamanım azdı.


Aynı konuda, bir sayfalık bir yazıyla yüz sayfalık yazıdan daha doyurucu şeyler yazabilenler var.Bilgi birikimi, deneyim, konuya hakimiyetle ilgili elbette.


Bu güne dek yazılmış en kısa mektup ve ona yazılan yine çok kısa yanıt şöyle ;

Mektup ;
?

Yanıt;
!



Victor Hugo , yayıncısına yazmış...Piyasaya yeni çıkan kitabının, yani Sefiller'in , satışının nasıl gittiğini öğrenmek için...

rogdopsink
19-03-2011, 16:17
Emeğine saglık merlin..
Hayırlı olsun...Farklı bakış açınla faydalı olacak bir topik..
Güzel günlere..

merlin
19-03-2011, 16:45
Emeğine saglık merlin..
Hayırlı olsun...Farklı bakış açınla faydalı olacak bir topik..
Güzel günlere..

Teşekkürler :)
Senin konu gibi olmasına imkan yok ama karalayalım bakalım bir şeyler :)

merlin
19-03-2011, 18:33
Bu güne dek yazılmış en kısa mektup ve ona yazılan yine çok kısa yanıt şöyle ;

Mektup ;
?

Yanıt;
!





Heinrich von Kleist'in mektubu bu kadar kısa değil elbette.
http://www.kleist.org/uebersetz/aufsatz_tuerk.pdf
Adresinde meşhur mektubunun Türkçe çevirisi de bulunmakta;
Mutluluk Üzerine Bir Mektup.

Ne yazık ki pek de mutlu bir hayatı olmamış yazarın.

İçimdeki her şey karmakarışık
Tezgahtaki kıtık iplikleri gibi

diye yazar gençken....

Yalnızca kendi yurdumda mutlu olabilirim
Çünkü yalnızca orada doğal olabilirim

diye yazar başka bir yazısında.

Melankoli...Hep ölümden kaçmak, o düşünceden uzaklaşmaya çalışmak, anlamsız olduğunu hissettiğin bir yaşama katlanmaya gerek var mı?
Varlığın özündeki saçmalığı keşfeden her düşünürün denediği şeyleri düşünür o da.
Mutluluğun formulü gibi.
Hayata bir anlam kazandırmaya çalışır, adalet üstünde durur, erdem üstüne yazar...Ama olmaz...

O tutku onu çağırmaktadır yine , ölüm tutkusu...

İnsan gücünün başarabileceği en yüksek şeyi başardım ben.
İmkansızı denedim.
Her şeyimi şansa bıraktık !
Sonucu belirleyen zar,duruyor,duruyor.
Anlamalıyım bunu-ve kaybettiğimi...

ya da...

Her darbeye katlanmamalı insan.
Tanrı kimi yakalamışsa,derim ki, O batmalı.


Yazar , bir göl kıyısında dostu, kendisi gibi hayata küsmüş Henrietti Vogel ile birlikte ölmeyi kabul eder. Eskiden beri bilinen bir numaraya başvurur, ilk kurşunu Vogel'e sıkar. İkincisini kendisine.
Alman edebiyatının en büyük trajedi şairi öldüğünde henüz 33 yaşındadır.


----------------------------------------------------


Michael Kohlhaas onun en ünlü eserlerinden. Bir uzun öykü.
Gerçek bir olaydan, 16.yüzyılın hemen başında meydana gelen bir olaydan ilham alır.
Michael Kohlhaas bir katır tüccarıdır.Bir gün bir soylu , iki katırına el koyar.Ve üstüne bir de aşağılanır, dayak yer.
Michael Kohlhaas, mahkemeye başvurur. Ancak mahkemede haksız bulunur, hatta neredeyse suçlu ilan edilir.
Michael Kohlhaas, bunun üzerine soylulara ve onların adaletine bireysel bir savaş başlatır.
Savaşın tezi şudur ; insanlar bazı özgürlüklerinden feragat edip toplum sözleşmesini imzaladılar.Toplumun bir arada olabilmesi için gerekliydi bu.Bunun için yani toplumsal hayat için vergi vermeyi de kabul ettiler.Sizse adaleti , soyluları koruyan bir düzen olarak işlettiniz ve toplum sözleşmesini ihlal ettiniz. Bu sözleşme benim için artık geçerli değildir. Bu sözleşme için verdiğim sözlerden cayıyorum ve size savaş ilan ediyorum.

Basit bir intikam duygusu değildir bu. Yani bir anlık öfke. Michael Kohlhaas mahkemenin bu adaletsizliğini öylesine önemli sayar ki, Rousseau2nun teorisyenliğini yaptığı ve devletin kökenini bağladığı toplum sözleşmesinin ihlal edildiğini savunmaktadır.

Ve bireysel savaşı Sakson kuvvetlerine ard arda darbe vurur küçük ordusuyla. Ancak sonuçta yakalanır. Yargılanır, mahkemede kendini savunmaz, yalnızca ''hakkımı geri verin''der.
İki katırın parası kendisine verilir ve asılır.

merlin
19-03-2011, 20:05
Belki de her şey bir algı hatası.Duyularımıza güvenebilir miyiz ?

http://www.neave.com/strobe/
Linke tıklayın. Strobe yazan yeri açın. Ekrana 30sn dikkatle bakın.Bu sırada eliniz masanın üstünde olsun ve kımıldatmayın. 30 sn sonra elinize bakın....


http://www.irancartoon.com/2010/daily/dailyfeb2011/Maciej-Wierzbicki-Poland-(1).jpg

BORA YAŞAR
20-03-2011, 23:00
Senin kazana bir kepçe de benden sevgili merlin...

Lisede, çok ağır bir tedrisata rağmen, Fransız, İngiliz, Alman, Rus ve Amerikan yazarların eserlerini bir düzen içinde okumaya çalışırdım..

Kütüphanede Milli Eğitim Bakanlığı'nın Klasik serisi tümüyle bulunmakta idi..Ben de Varlık Yayınlarının bir bölümünü param elverdikçe satın aldım..Atmaya kıyamadığım o kitaplar hala bir tatlı anı olarak kitaplığımın bir köşesinde..

Konuya yaptığım bu girizgahın amacı şu hikayeyi anlatmak aslında..

Geçenlerde durup dururken (bazı konularda hafızam pek iyi değildir) aklıma bir kitap ve onu okuduğum kış döneminde ısındığım radyatör peteği geliverdi..

Kitabın adı Töton Şövalyeleri..Yazarını bile anımsayıverdim çok zor olan fonetiğine karşın.. Henryk Sienkiewicz..Polonyalı bir yazar..

Kitap birkaç cilt diye hatırlıyorum..Dayanamadım..İnternet mucizesine danışıverdim..Gittigidiyorda kitap çıkıvermez mi karşıma.

Nasıl heyecanlandım bilemezsiniz.. Yıllar ötesinden sevdiğiniz birisinin karşınıza ansızın çıkıvermesi gibi..

Kitabın ikinci cildi satılıyordu..Anlayacağınız birinci cildi yoktu..Ama dedim ya hiç dert edecek durumum yoktu bu eksikliği..Hemen satın aldım.2-3 gün sonra kapıya getirdiler..Titreyerek yırttım plastik zarfı..İçinden eski püskü, cildinin sırtı adi bir yapışkan kağıtla tutturulmuş, 60 senenin yıprattığı, Milli Eğitim Bakanlığının dünya klasiklerinin o bildik baskısında kitap düşüverdi avuçlarıma..

"Sana da az tahribat yapmamış yıllar, eski dost" dedim kitabı çocuklarıma da göstermek için içeri girerken..

merlin
21-03-2011, 02:40
Senin kazana bir kepçe de benden sevgili merlin...


Teşekkürler katkı için , kendi kendime konuşuyormuş gibi hissediyordum burada :)
Merlin'in kazanı desem de okuyan herkesten katkı beklerim...

Sizin şovalleyeleri ben de merak ettim şimdi, :) biraz bakındım ama yok.

Ben henüz 30 lu yaşların başındayım, o yüzden kitaplarım pek de eski sayılmaz :) Bu nedenle 30 sene önce okuduğum bir kitabın geçmişin çağrışımlarını zihnime getirmesine imkan yok henüz ama eski ,ikinci belki üçüncü el kitaplarım da var. Bir tanesi ki ,Varlık kitaplarından biriydi ama ödünç verilen gelmeyen kitaplarımdan, çok ilginçti.
Kitabın son sayfalarında kısa bir not yazılmış mürekkepli bir kalemle...Mektubunun muhattabı bayanın ismini çıkaramadım şimdi.
Ama şöyle bir şeyler diyordu ;

x Hanımefendi ;
Salı günü sizi mesai çıkışı bankadan almak isterim.
Belki bir yemek yeme onurunu çok görmezsiniz bana...


Bu tabi benim aklımda kalan özeti.Biraz daha uzundu. Tandağon'daki bir banka şubesinden bahsediyordu.Kitap eskiydi, yanlış anımsamıyorsam 1948 baskı...

O bay, o bayanı ikna edebildi mi , o yemeği yiyebildi mi , sonrasını getirebildi mi hiç fikrim yok . Ama öğrenciydim kitap elime geçtiğinde, Tandoğan'daki İŞ ve Ziraat şubelerinin çevresinde şöyle bir gezinmiştim mektubun kahramanlarının 50 sene önceki halini kafamda canlandırmak için :)))
Neden kitaba yazılmış o da belirsiz. Belki çekingen biriydi bizim çapkın. Ödünç bir kitap vermişti. Fırsat bu fırsat teklifini de yazıvermişti.
İyi de bu kitap sahafa nasıl düşmüştü ? Bay ve bayan belki evlenmişti. Bir yastıkta 50 sene geçirip bu dünyayı terketmişlerdi. Çok okuyan bu beyefendinin kitapları da sahafa kadar düşmüştü ...


Belki de , o bayan , o kitaba yazılmış o notu hiç okumadı.Kitabı şöyle bir karıştırdı, not gözüne ilişmedi. ''Saf çocuk ''dedi, ''Bir yerde yemeğe davet edeceğine kitap veriyor''...

Kim bilir ...Eskiden sanırım, aşklar da kitaplar da daha gerçek şeylerdi.

--------0O0-----------------



http://www.irancartoon.com/2010/daily/dailyjan11/mahmoudazadnia600.jpg

merlin
21-03-2011, 06:28
Stefanos Yerasimos ilginç bir kişi.
Rum kimliği,Türk kimliği,aynı zamanda dünya vatandaşı bakış açısı.

Bu topraklarda doğan, burayı öz yurdu belleyen , ama batılı bakış açısına sahip , hem Bizans'ı , hem Osmanlı'yı çok iyi bilen bir bilim insanı.
Maalesef erken sayılacak bir yaşta aramızdan ayrıldı 6 sene evvel.

Onun Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye,Konstantiniye ve Ayasofya, Milletler ve Sınırlar(Balkanlar-Kafkasya) gibi parlak bir zihnin ve bilginin ürünü kitaplarını tavsiye ederim, eğer bu konulara meraklıysanız.


Ama bahsedeceğim kitabı Sultan Sofraları isimli son derece keyifli çalışma.
15 ve 16. yüzyılda Osmanlı Saray Mutfağı incelenmiş. Kitabın başında 50 sayfalık kısa bir inceleme var, saray ne yerdi, saray mutfağını besleyen yemek kültürleri, saray ne içerdi , halk o dönemde ne yerdi , yöntem sorunu gibi konularla döneme ışık tutuyor yazar. Padişahların yemek zevkleri dışında saraydaki yemek adabı hakkında da bilgiler var.
Sarayda toplu yemek kültürünün olmadığını, buna işlerin yoğunluğunun da fırsat vermediğini öğreniyoruz.
Yalnızca yabancı elçilerle divan üyelerine verilen yemekler toplu imiş. Bir de yeniçerilere verilen ve çanak yağması denen ziyafet.

İmparatorluğun şöleni ise sünnet törenleri ile padişah kızlarının düğün törenleriymiş. Bazen 2 aya kadar uzarmış bunlar. Kitabın ikinci kısmı ise yemek tariflerine ayrılmış. Ara sıcak mıcak yok. Yemek ve tatlı :) Hepsi bu.
Yemeklerin ana maddesi koyun eti...Hemen her yemekte mutlaka var.
Domates, gibi sebzeler henüz bilinmiyor.Patates de öyle.
Dikkatimi çeken şey, eti sek yemiyorlar :D
Yani etin yanına akla hayale gelmeyecek şeyler konuyor.bazen bal, bazen nar ekşisi, bazen üzüm...Yani ekşimsi şeyler ete ekleniyor. Acı ise pek yok. Yağ tereyağı elbette.

Örneğin bir yemek...

Zirva...

500 gr koyun eti
200 gr badem
1 salkım üzüm
1 dl. bal
tuz
safran
5 hurma
10 kuru kayısı
2 incir
1.5 kaşık nişasta
3 kara eril
haşhaş tohumu :)


Bunlardan ortaya çıkan yemek nasıl olur kestirmek zor...

Sonuçta keyifli bir kitap, hem de çok...Yazar Osmanlı şöyleydi, böyleydi, şunu kazandı, şu yüzden böyle oldu muhabbeti yapmıyor hiç bir kitabında. Girmiş arşive, saray mutfağını incelemiş. Hem de son derece titiz bir biçimde. Örneğin atıyorum 30 mayıs 1488 de saray ahçısı alışverişe çıktıysa ki genelde cumaları çıkarmış, bunun dökümü saray maliyesince tutuluyor ve arşivde alışverişin kayıtları halen duruyor. 30 kilo şeker, 40 kilo et gibi...



--------oOoo---------------------
Surname-i Vehbi ,Vehbi'nin ve saray ressamı Levni'nin şaheseri.137 minyatürden oluşuyor. Benim Türkiye'de gördüğüm en pahalı kitaplardan birisi.Vehbi Sultan Ahmet'in 4 oğlunun sünneti sırasında düzenlenen şenliği anlatıyor.Levni ise çiziyor.
Tesadüfen Topkapı'da bulunan bir şaheser.Ama bir sorun var , kitabın aslına uygun ve neredeyse tıpkı basımı 1833 dolar...:cry:

Daha mütevazisi var elbet...
http://www.idefix.com/kitap/surname-vehbi/tanim.asp?sid=QHOCTBO3K8F1RJV4EF89



http://www.idefix.com/kitap/surname-i-vehbi-3-cilt-kolektif/tanim.asp?sid=O780G31V2V4VLF5TJMPT
http://bp1.blogger.com/_o69nAqq0Wlg/Rmnm3L62IQI/AAAAAAAABRc/BGudT9MOHbY/s400/Levni_151.jpg
Boyle büyük bir sanatçının, sanatını kesin kurallarla çizilmiş bir şekilde icra etmesi ne acı ...

merlin
26-03-2011, 05:12
Evliya Çelebi 400 yaşında....
Google bu güne özel bir anasayfayla çıkmasa anımsamayacaktık hani :)

Çelebi'nin hayatını az çok biliriz. Hz.Peygamber'i rüyasında görür, -şefahat ya resulallah- diyecek yerde dili sürçer ve -seyehat ya resulallah- der :) Ve duası kabul olur.

Seyahatname çok uzundur. Sandığınızdan da uzun.
Ve çok acıdır. Seyahatname ilk kez tam olarak 2011 yılında basıldı :(

Kitapçılarda seyahatname diye satılanların tamamı aslında derleme.

Yapı Kredi Yayınları çok büyük bir kültür olayına hizmet etti, hem metnin aslı hem de günümüz Türkçe 'si ile yayınladı. Ve son cildi bu sene tamamlandı. Toplam 7 cilt var ve her cilt 2 ayrı kitaptan oluşuyor.
http://www.idefix.com/kitap/gunumuz-turkcesiyle-evliya-celebi-seyahatnamesi-1-cilt-2-kitap-takim-evliya-celebi/tanim.asp?sid=HM0F3YTXFT7TBD8O11PP

-----------------
Osmanlılar döneminde ise matbaanın iyice yaygınlaştığı Abdülhamit döneminde -sakıncalı- bulunuyor ve sansürleniyor bu anıt kitap !

-----------------
Kitap öylesine önemli ki, 17. yüzyıl Osmanlı coğrafyası hakkında en detaylı bilgiyi veriyor. Dönemin sosyo ekonomik düzeyi,kültürü hakkında eşsiz değerde bilgiler sunuyor.
Neredeyse tüm Osmanlı coğrafyasını gezdiği için son derece detaylı. Bu gün hemen hiç bir fikrimiz olmayan Dağıstan hakkında bile bilgiler sunuyor yazar.

Trabzon'da o zaman da bir liman olduğunu, Trabzonlular'ın o zaman da hamsiyi çok sevdiklerini, Erzurum'un o zaman da çok soğuk olduğunu, Ankara Kalesinin o zaman da görkemli olduğunu aslında her şeyi ondan öğreniyoruz.

Kitabın Osmanlı döneminde sansür yemesinin nedenleri ise değişik. Genelde saltanat ailesinin, geçmişin değişlmesinden kaygılandığını görüyoruz.Bazı devlet adamları ve padişahlardan övgüyle bahsedilmesi çöküş döneminde pek sevimli karşılanmıyor. Bu bir neden.
Bazı cinayetlerle dalga geçiyor Çelebi.Bu da hoş karşılanmıyor .
Örneğin, şimdi ismini unuttum. Bir saray bürokratı. Çorum'du sanırım. Ölür.
Çelebi ''Gece hokkayla yazı yazarken dengesini kaybetmiş ve hokkanın üstüne düşmüş.Kalbine saplanmış ölmüş''...diyor.
Tabi daha açık yazamazdı :)
Cinayeti ben gördüm, kör kayıkçı gördü bir de...Şiirinin yazılmasına çok var çünkü ...


----------------------

merlin
27-03-2011, 01:58
Forumda idam bahsi açılınca aklıma geldi .

http://kitap.antoloji.com/suclar-ve-cezalar-hakkinda-beccaria-nin-insanliga-bildirisi-kitabi/


1738-1794 Yılları arasında yaşamış bir düşünür Beccaria...
Modern ceza kanunlarının 100 sene öncesinden müjdecisidir.
Toplumsal bozukluları, eğitimsizliği, açlığı ve sefaleti düşünmeksizin , bir saltanat ailesinin varlığını ve güvenliğini korumayı amaç sayan insanlık dışı kanunların uygulandığı bir dönemde, çok derin bir hümanizmayı savundu. Görüşleri kitleleri etkiledi. Ve 19.yüzyılda yazılmış tüm ceza kanunlarının mimarı oldu.
Fikirleri öyle güçlüdür ki, idamın kaldırılmasına uzun süre direnen kanun koyucular , düşünürün ölümünden 200 sene sonra idamı kaldırmışlardır.

----------------------------


Adalet mülkün temelidir.

Bu sözün gerçek sahibini uzun süre araştırdım. Ne Hz.Ömer, ne Hz.Ali ne Atatürk'e ait.
Söz Selçuklu vezirazamı Nizamülmük'ün....


Buradaki ''mülk''ne manadadır ?
Klasik anlayış devlet anlamına geldiği yönünde.

Yani,adalet devletin temelidir. gibi.

Ancak ben buradaki mülk teriminin devlet anlamına geldiğinden derin kuşkular duyuyorum.
Nizamülmük çok ama çok zeki bir adam.
Adaletin simyasını çözmüş olabilir mi ?
Ne yazık ki Arapça ya da Farsça bilmiyorum. Bu terimin ne anlama geldiğini de öğrenemeyeceğim, zira bu konularla ilgilenen birini bulmak, bulsan da önyargılarını yıkmak imkansız...''Canım neye soruyorsun, devlet işte ! ''.
Seneler evvel, hakimlerin ve savcıların üye olduğu bir foruma rastlamıştım. Safça üye olup sormuştum. ''buradaki mülk ne manada ? ''

Efendim , sözlerin kime ait olduğunu merak edeceğinize içeriğine bakınız ....dendi bazı yargıçlarca :)
Peki....dedim.


--------------------------
Ben Nizamülmük'ün , burada mülk teriminden gerçekten bildiğimiz mal -mülkü kast ettiğini düşünüyorum.
Adalet malvarlığının temelidir. Koruycusudur. Adalet olmazsa mal mülk de olmaz .Demek istiyor .
Ve çok doğru söylüyor.

Sosyolojide hukuk''zenginin malını fakirden koruyan , burjuvaziyi, egemen sınıfı halkın gazabından koruyan kurallar '' diye tanımlanır.
Tabi bu kadar açık yazanı bulmak zordur. Ama ben rastladım.
Ama halka şöyle anlatılır ''robinson tekken hukuk yoktu, cuma geldi, toplum oluştu hukuk gerekti''...
Ne dedi Robinson ? ''Bak oğlum Cuma, ben sahip, sen köle. Ben geç kalkarım sen erken.Sen ortalığı temizlersin ben yan gelip yatarım''...


O cafcaflı, koca koca kitaplar, görkemli adalet sarayları , heybetli kürsülerde kara cüppeleriyle dolanan hukukçular...


Themis...Eski Yunan'da adalet tanrıçası.Uranus ve Gaia 'dan olma...Themis , yasa tanrıçasıdır. Ama bu yasa tanrısal,ebedi,evrensel,ezeli bir yasadır. Yani ''ide'' anlamında bir yasa fikrini temsil eder Themis.

Peki evrensel bir adalet fikri sahiden var mı ? Yani evrenin özünde , bir yerlerde, bir adalet fikri ?
Ben evrensel adaletin , bu idenin olmadığını düşünüyorum Platon ve Sokrat'ın aksine.

Kral ve çevresindeki soylular ile bunların bekçisi ordu, sonrasında demokrasi adı altında sömüren bir burjuvazinin koyduğu kurallar bütünü....Bu kurallara kendileri de tabi teorik olarak. Ama nadiren onlara bulaşan bir mekanizma. Mülkiyet hakkını, miras hakkını yasal saydığın hatta bunu değişmez, kesin,kati bir hak kabul ettiğin an zaten sömürüyü kabul ediyorsun. Hukukun belli belirsiz tek gayesi ,egemen sınıfın mülkiyet hakkını emniyete almak , bunu çocuklarına ve torunlarına ileten miras hakkını yasalaştırmaktır.

Themis ise can çekişen insanlığın kafasındaki bir imajdır. Bir adalet idesini temsil eder.
Gözleri bağlı, elinde terazi, diğer elinde kılıç....
Ancak çok da haksızlık etmeyelim. Hukuk bu gün egemen sınıfı da yargılayabiliyor. Ama egemen sınıfı daha çok, çok daha çok, korduğu kesin.

Themis güzel bir tanrıçadır. Eski Yunan betimlemelerinde elinde kılıç, gözünde bağ,diğer elinde terazi yoktur. Bu resimdeki haline onu sokan Romalılar'dır.
http://www.sculpturegallery.com/bronze/themis.jpg

Geçenlerde İstanbul'da adliye sarayı açtılar. Bu Themis ise dikkatimi çekti. Bunu yontan heykel traşın elinden diploması alınmalı. Mümkünse park ve kaldırımlar genel müdürlüğünde taş ustası olarak çalışması sağlanmalı. Bu ne zevksizlik !
http://themis.virgullu.com/wp-content/uploads/2009/05/adalet-gozunu-acti-2009-04-24_xl3.jpg
Baldır kapalı , ama gögüsler fora.:)
Saçlar ise yeni yaptırılmış,boyanmış taranmış.Gözdeki bağın çıkarılması ya da unutulması ise ''ide olarak adalete ''uygun değilse bile ülkemiz adaletine çok uygun.
---------------

Yazının başındaki söze dönersem...Nizamülmük çok zeki, ciddi manada kültür sahibi büyük bir devlet adamı. Hukukun ''hükümdar ve ailesiyle diğer soyluların'' egemenliğini emanete almak için var olduğunu , ayrıca ülkedeki herkesin malını emniyete almanın toplamda fayda sağladığını gayet iyi biliyordu. Ben sanmıyorum ki orada mülk derken devleti kast etsin. Onun kast ettiği mal-mülk....


Elbette , bu süreci kabul etmekle birlikte, toplumun başka türlü ilerlemeyeceğini , mülkiyet hakkı ve bunun torunlara devrine imkan sağlayan miras olmaksızın insanların tembel birer yaratık olacağını, paranın insanlığın dinamosu olduğunu savunanlar da var. Nizamülmük de durumun farkında ama süreci onaylayan biriydi muhtemelen. :)

merlin
27-03-2011, 04:26
http://www.irancartoon.com/2010/daily/dailyjan11/anmgel5.jpg
Bir karikatür....Angel Boligan, Meksika.


Bir de röportaj. :) Enis BATUR soruyor, Yalçın KÜÇÜK yanıtlıyor. Çok yakın değil tarihi...
http://www.kalemlervekiliclar.com/forum/Thread-Enis-Batur-un-Yal%C3%A7%C4%B1n-K%C3%BC%C3%A7%C3%BCk-ile-R%C3%B6portaj%C4%B1

Achiles
27-03-2011, 09:06
Bizim Themis'in omzuna (sağ) testiyi koy, tarlaya yolla, uyar..
-----------------

Adalet mülkün temelidir.

1-Mülkler, adalet ile garanti altına alınacak..
2-Garanti altına alınmış mülklerden vergi toplanacak..
3-Kurulan devlet vergi ile yaşayacak..
4-Vergi ile yaşayan devlet, adaleti de sağlayacak...

Ve döngü oluşacak..

Sadece bir devletin, sınırları içindeki düzeni açıklıyor..

Sanki, ''Adalet aynı zamanda mülkün de temelidir.'' şeklinde, daha üst bir adalet kavramını açıkladıktan sonra ilave edilebilecek bir husus gibi..

Zira uluslararası adalet pek ulusların mülklerinin temeli değil gibi..

Evrensel adaletse, bir hayal, bir hayal edilebilir hedef..

merlin
28-03-2011, 05:08
Bu konunun ilk sayfasındaki nasıl filozof olunur diye espirili bir başlığa sahip konumuz vardı. Oradan devam ediyorum.

Hemen heryerde, kahvede, barda, sokakta, sınıfta, işyerinde. Hemen herkes, çiftçi,köylü,evhanımı ,işçi, üniversiteli, beyaz yakalı.
Hemen her konu hakkında, spor, siyaset, tarih, ekonomi....

Hakkında konuşur.

Ancak konuşmalar genelde boş içerikli olur . :)


Benim tek çabam boş konuşmamak oldu hep.Ancak seçkin üniversitelerden mezun olanların bile büyük kısmı anlamsız, içi boş, saçma sapan laflar edebiliyor. Bu da canımı sıkıyor. İnsan bir konu hakkında konuşurken az çok bir şeyler bilmeli. Uygarlık kavramını, insanlığın nasıl bu günlere ulaştığını ve kendimize model olarak batı dünyasını seçtiğimize göre batıyı tanımalı.
Bir gazeteci yazabiliyor ''eski Türkler'de insan hakları''...Efendim, insan hakları ayrı, insana adam gibi muamele başka. İnsan hakkı dediğimiz şey Fransız ihtilali ile litaratüre giren bir kavram.
Ya da bir makale (!) okumuştum. Bir tarih doçenti yazmış. MÖ Önce 4000 yılında Karadeniz'de Türk izi arıyor hazretleri ! Türkler'in Anadolu'da Bizans'tan daha uzun süre yaşadığını ispata çalışıyor aklı sıra.Doçent bu adam. Bu adama ne diyebiliriz ? Doçenti bu kadar cahil bir ülkede ortalama bir bireyden ne bekleyebiliriz ? O yüzden zaten değil mi, pek çok batılı üniversite bizimkilerin diplomasını tanımıyor bile.

İnsanlık tarihi kitapları ki, az önce bahsettiğim ilk sayfada bir kaç kitap ismi vermiştim, genellikle daha çok ilk çağlar ve tarih öncesi çağlarla ilgilidir.
Siyasi tarih kitapları ise Avrupa tarihi ile ilgilidir. Bunlar ilk çağlardan başlayarak Avrupa tarihini anlatırlar. Kısa ve son derece faydalı kitaplardır.Fransız ihtilali öncesinde ve sonrasında çokça dururlar.Birinci dünya savaşı ise bu kitapların sınırıdır. Yani kitaplar burada biter genelde. Bunların bence en güzeli Oral Sander'in ''Siyasi Tarih'' kitabı.Ben yeterli bilgi içerdiğini düşünüyorum. Tabi 300-400 sayfalık bir kitap bu , bizi siyaset uzmanı yapmaz ama siyaset uzmanı değil, ortalama bir vatandaşın bilmesi gereken bilgileri içeriyor. Bu da yeterli zaten.Oral Sander(genç sayılabilecek bir yaşta aramızdan ayrıldı maalesef) bu kitabında yalnızca batı tarihini değil, bununla ilintili olarak ve eşzamanlı bir şeikilde Osmanlı'yı da anlatıyor. Bu siyasi tarih kitaplarında pek rastlanan bir şey değil. Genelde ''Türkler at sırtında fetihteydi''diye geçiştirilir. Oral Sander ise siyasi tarihi Türkler'le paralel anlatıyor.
Kitap bu....
http://www.imge.com.tr/yayinevi/product_info.php?products_id=4559

Aynı yazarın diğer siyasi tarih kitabı ki ilkinin ikinci cildi diye niteleyebiliriz onu 1918-1994 arasındaki dönemi anlatıyor.
http://www.imge.com.tr/yayinevi/product_info.php?products_id=4560&osCsid=6kokco35p17uqlu6k2s4dm9qm2

İlkini kesinlikle öneririm. İkincisi ise sonuçta başka kaynaklardan da taranabilir, öğrenilebilir.
http://www.imge.com.tr/yayinevi/popup_image.php?pID=4559&osCsid=6kokco35p17uqlu6k2s4dm9qm2&side=front
---------------------------------
Maurice Duverger yüzyılın en önemli anayasacısı...Siyaset bilmi konusunda bir uzman...
Onun kısa bir kitabı var, Siyasal Rejimler.
Dünyadaki belli başlı siyasal sistemleri çok büyük bir ustalıkla anlatıyor. Kitap bilimsel bir kitap ama bu konuda eğitim almamış birinin de rahatlıkla anlayabileceği bir kitap.120 sayfada epeyce bilgi sahibi olabilirsiniz :)

merlin
28-03-2011, 05:21
Bizim Themis'in omzuna (sağ) testiyi koy, tarlaya yolla, uyar..
-----------------

Adalet mülkün temelidir.

1-Mülkler, adalet ile garanti altına alınacak..
2-Garanti altına alınmış mülklerden vergi toplanacak..
3-Kurulan devlet vergi ile yaşayacak..
4-Vergi ile yaşayan devlet, adaleti de sağlayacak...

Ve döngü oluşacak..

Sadece bir devletin, sınırları içindeki düzeni açıklıyor..

Sanki, ''Adalet aynı zamanda mülkün de temelidir.'' şeklinde, daha üst bir adalet kavramını açıkladıktan sonra ilave edilebilecek bir husus gibi..

Zira uluslararası adalet pek ulusların mülklerinin temeli değil gibi..

Evrensel adaletse, bir hayal, bir hayal edilebilir hedef..
Uluslararası hukuktan fazlasını bekleyemeyiz bu gün için.
Birleşmiş Milletler Evrensel Bildirgesi var...İçeriğine kimse itiraz etmez....Bu gün en önemli hukuk belgelerinden birisi.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ise ondan daha detaylı elbette.
Ama tanımalısınız, taraf olmalısınız.
Devletlerin bir araya gelip gerçekten sürekli barışı inşa etmesi bir beklenti, ama bunu piyasa zoraki yapıyor sanki. :)


Evrensel adalet ya da felsefedeki karşılığıyla tabii hukuk...Doğal hukuk yani....Sokrat gibi filozoflar bahsediyor kavramdan.Hukuk , doğal hukuka uygun olduğu ölçüde değerlidir diyorlar. Ama burada bir sorun var , sahiden var mı doğal hukuk ? Yani insandan önce, evrenin yapısında, bir yerlerde, belki evrenin simyası belki bir tanrının buyruğu...Bir adalet fikri , bir kriter, bir ölçüt var mı ?
Zor soru. :)

merlin
28-03-2011, 05:59
Muazzez İlmiye ÇIĞ : Bir devrim kadını.
1914 doğumlu.
Hayatını İşKültür yayınlarından çıkan ''Çivi Çiviyi Söker'' isimli nehir söyleşiden okuyabilirsiniz.Oldukça keyifli bir kitap. Ben çok severim bu nehir söyleşileri.Kaba taslak neler olmuş, 1930 larda ülke nasılmış bu gün nasılmış anlıyorsunuz.


Yazar bir arkeolog daha doğrusu Sümerolog.
Sümerler öylesine önemli ki...İnsanlık tarihinde...Parlak kariyerini noktaladıktan yani emekli olduktan sonra da yazmayı sürdürüyor. Halen daha yazıyor, üretiyor. 100 yaşına yaklaşmış ama yazmayı sürdürüyor. İşin aslı , akademik sayılmayan tüm kitaplarını halk için yazıyor ve bunların önemli kısmını 70 yaşından sonra yazmış. 95 yaşında yazdığı bir kitap nedeniyle yargılanması ise bu topluma özgü bir şey elbette.
Sümerler derken...Gılgameş Destanı onların destanı.
Tabi destanın metni bence çok sıkıcı. Pek sevmem 300 sayfalık şiirleri :)
Muazzez İlmiye Çığ bunun farkında olmalı ki, Gılgameş destanını düzyazı halinde sunuyor. Gılgameş ismiyle çıkan kitabı hararetle öneririm . :)

yargılandığı kitabı ise yine kısa bir kitap ; Bereket Kültü ve mabet fahişeliği isminde bir kitap nedeniyle yargılandı.
Strabon'un Coğrafya isimli dev kitabının büyük kısmı kayıp. Bilinmiyor. 2500 sene önce yazıldığı sanılıyor. Ama çok büyük ölçüde kayıp bir kitap. Türkçe'ye çevrilmiş bir kısmın ise ''Geographika''ismiyle yayınlandı. Ancak bulmak zor bu kitabı. Ben eski bir baskısını bir sahafta bulabildim. Yeni baskısı tükenmiş. Orada ,bu keyfine düşkün gezgin, yanlış anımsamıyorsam şimdiki Bodrum ya da o çevredeki şirin beldelerden birinde bir tapınağı ziyaret eder. Eski Yunanlılar'a ait bir tapınak bu tabi. Tapınağa bağış yapıyorsunuz.Karşılığında size 2 fahişe veriyorlar güzel zaman geçirmeniz için...diye yazar. Çok tanrılı dinler anlaşılan zevk safaya düşkün.Bir nev'i ibate onlarda. Tapınaklarda çok sayıda kız var.Gılgameş destanı metninde de, Gılgameş'e bir tapınak fahişesi verilir.
İşte, Muazzez İlmiye Çığ bu kavramı işliyor bu kitabında....


Ortadoğu Uygarlık Mirası ise 2 ciltlik keyifli bir kitap. Tatilde, şezlongda,balkonda,akşam yemeğinden sonra okunabilen cinsinden.Yormayan, sıkmayan bir kitap.
İncelenen bazı konular şöyle ;
Sünnet geleneğinin kökeni.
Piri Reis'in haritasının gizemi.
İlk kadın şair.
Dünya halkları ve yaratılış mitleri.
MÖ 8 asırın ciltcileri :)
Sümer'de cinsel yaşam...
Hititler...

Hititler demişken....Hitit Yöneticilerinin mal beyanında bulunduklarını biliyor muydunuz ? :) Şaka değil...

Tvataparas isimli Hitit vatandaşının devlet arşivinden çıkan mal beyanı şöyle ;
Bir adam Tivataras, bir çocuk, bir kadın, iki kız, hepsi beş kişi. İki öküz,yirmi iki koyun, altı yük öküzü, on sekiz davar, eki dişi kuzulu koyun, iki erkek kuzulu koyun, on sekiz keçi.......Parkalla kasabasında 4.5 dönüm arazi, içinde kırk elma ağacı bulunan on üç dönümlük bağ, kırk iki armut ağacı....
Epeyce varlıklı bir vatandaşmış Tvataparas sanırım :)


Hititler konusunda genç Cumhuriyetin tavrı eleştiri konusudur hep. Hititler'i de Türk yaptı bunlar diyen liboş entelletüeller bir yanda, Ankara2nın göbeğindeki hitit Güneşinden rahatsız olan muhafazakarlar diğer yanda.

Hititler bizim de tarihimiz. Büyük bir medeniyet. belki kökenimiz aynı değil, etnik köken farklı belli ki. Ama ne önemi var ? Romalılar geldiğinde onlar burada yaşıyordu, sonra hepsi Bizans oldu. Bizans gitti biz geldik. Şöyle bir sokağa çıkın ve insanlara bakın. Uzun , kısa, dar alın, geniş alın, esmer, sarışın, iri yapılı, narin yapılı, kısa, uzun...Bu bize özgü. Avrupa ya da uzak doğudaki gibi tek tip değil insanlar. Çok farklı kökenlerden geliyoruz. Yukarıda mal varlığını yazdığım adamla bir akrabalığımız var belki de ? Sonuçta biz geldiğimizde onlar buradaydı, Çorum, Antep ,Samsun,Ankara vardı. Onlar kurdu buraları. Neden bu düşmanlık ?

Üstelik çok da büyük bir medeniyet. Eski bir Hitit tabletinde yazan bir şiir hiç aklımdan çıkmaz. Ölüm, yaşam,gülmek,ağlamak...Her şey bu iki dizede, bu kadar güzel anlatılabilirdi...
Hatırlar mısın ? Sen doğduğunda herkes gülüyordu ama sen ağlıyordun. Öyle bir yaşam sür ki , bir gün sen öldüğünde herkes ağlasın, ama sen gül !



Yazarın başka bir kitabı ise İbrahim Peygamber...Üç kutsal kitapda da adı geçen İbrahim Peygamber'in izini sürüyor bu kitapta...


Kitapların tamamı Kaynak Yayınları'ndan...Kolaylıkla bulabilirsiniz, fiyatlar da makul....
Yazar herkes için yazdığından kolay okunuyorlar.

Arkeoloji kitaplarının genel sıkıntısı şudur ; çok şeyden bahseder. Konu hakkında eğitim almadığınızdan zorlanırsınız okumakta.
Heredot Tarihini anlayabilmek için öncesinde 2-3 ay hazırlık yapmak gerekir :)
Ama Muazzez İlmiye Çığ'ın kitapları öyle değil. Öğretici kitaplar.
Cumhuriyetin ilk kuşağının bu genç kızı, o zaman halkına arkeoloji öğretsin diye okulmuş.O da bunun bilincinde, yaşı 100 e yaklaşsa da halen öğretiyor.


Bir kaç Sümer atasözüyle bitirelim...
O tilkiyi henüz yakalamadı ama tasmayı yapıyor.(dereyi görmeden paçayı sıvama)
Gümüşü olmayan mutlu olabilir, arpası olan mutlu olabilir, malı olmayan rahat uyur.(malın var derdin var)
Bekçi köpeği olmayan yerde tilki müfettiş olur.
Evde huzursuz bir kadın,cinlerden daha fenadır.

Bir kralınız ya da beyiniz olabilir, ama asıl vergi memurundan kork...(Anlaşılan vergi memurlarından çok çekmişler, bugünün Türkiyesi'nde en az korkulan kamu görevlisinin vergi memurları olması ne acı değil mi ? ).



İşte böyle....
2000-3000 sene evvel vergi memurlarından korkan halk ,diğer yanda mal beyanında bulunan idareciler...
Elbette Ankara'nın simgesi 2 minare olur, elbette kaldırılır Hitit Güneşi.....
Eski Sümer atasözünde dediği gibi, bekçi köeğinin olmadığı yerde tilki müfettiş oluyor...

Halil64
28-03-2011, 18:34
Mekanınız hayırlı olsun Merlin dostum. :)
Kültür ve bilginin yoğun olduğu bir konu, tebrikler, kolay gelsin.

Achiles
29-03-2011, 22:41
Henüz çevrilmemiş binlerce Sümer tabletinin olduğu söyleniyor..

Sümerolog olmak isteyen de nerdeyse kalmamış gibi, deniyor..

Kıllanma hikayem gerçi ya, belki çoğu kişiye göre ayan olan bir mevzu, bana çok uzak olduğundan, kıllandığımla kalmış da olabilirim..

Sümer medeniyetini, bu medeniyetle ilgili bilgileri ilahi dinler bir tehdit olarak algılıyorlar..Sadece İslamdan bahsetmiyorum hepsi..

Bütün medeniyetlerin kaynağı...Ya da mistikleşmiş medeniyetlerle, çağımız medeniyeti arasında bir köprü Sümer medeniyeti..

Hakettiği ilgiyi nedense göremiyor..

İnsanlık tarihi, bizim zamanımızda öyleydi, Taş Devri, Toplayıcılık diye başlar, biranda Hun Devletine sıçrar..Hadi Anadoluda yaşayıp da bahsetmemek olmaz kabilinden, Anadolu medeniyetlerinden, ilk yazıyı kim buldu, ilk parayı kim buldu kıvamında geçilir..

Sanki bizim ilk ve orta öğretimdeki genç dimağları zedeleyecekmiş algısıyla, Mısır, Sümer, Hitit, Roma Medeniyetlerine fazlaca değinilmez..

Bu medeniyetlerin İbrahim Peygamber, Musa Peygamber kısmına rast gelen kısımları ve öncesi es geçilir..Musa'nın ve Firavun Ramses' in Hititlere denk gelen tarihleri neredeyse ayan beyan...Gılgamış Destanı ve Nuh peygamber zamanı biraz daha flu kalmakla beraber, su götürmez paralellikte...

Ramsesin Mısır'da 10.000 yıl daha öncesinin olduğu da ayan beyan..

Büyük İskender'e Arapların Zulkarneyn dedikleri ve biraz da ilahi mistik buldukları da ayan beyan...

İskender'in hocasının hocası Atlantis'ten bahsediyor, yerini de tarif ederek..

Mısır hiyerogliflerinde uçak, denizaltı resimleri de ayan beyan ortada..

Hint mitolojisinde gökyüzünde uçan gemileriyle ateş püskürterek savaşan ilahlar ortada..Hindu tanrısının adı Dyaus, Yunan tanrısının Zeus..

Çin' de artık Google Earth' ten bile görülebilen, yıllarca Çin Halk Cumhuriyeti tarafından sansürlenmiş Türk Piramitleri...onlarca..

Japonya açıklarında denizin altında yer alan devasa piramitler...

Şu anki medeniyetimiz, nedense bazı şeyleri görmezden geliyor..Aralarda kurulması gereken bağlar, bağlantılar kurulmuyor..Sanki açıklanması ertelenmiş bir dünya keşif var, gibi geliyor bana..

Antartika' yı modern dünya 1900 lerde keşfetmiş..Aslında iki ayrı kıta olduğunu ise daha yeni farketmiş..

Oysa, yüzlerce yıl önce birileri, daha Amerika kıtası keşfedilmeden önce, Antartika' yı kusursuz, iki kıta halinde çizmiş..

Buache Haritası 1737 de eski Yunan haritalarından derlenerek çizilmiş..:

http://i.sabah.com.tr/sb/fotohaber/dunya/dogaustu_aciklanamayan_olaylar/572817_t.jpg

Achiles
29-03-2011, 22:47
Türki Piramitleri...Google Earth' den Çin' in orta bölgelerine bakınca da kolaylıkla yakalanabiliyor..

Var mı var...Ama yokmuşcasına muamele görüyor..sanki böyle birşey yok gibi..

http://www.gizlimi.com/images/pyramid1.jpg

http://www.gizlimi.com/images/ancient_pyramids_in_china.jpg

http://www.gizlimi.com/images/pyramid2a.jpg

http://www.gizlimi.com/images/piramit2fd6.jpg

merlin
29-03-2011, 23:13
Henüz çevrilmemiş binlerce Sümer tabletinin olduğu söyleniyor..

Sümerolog olmak isteyen de nerdeyse kalmamış gibi, deniyor..



http://i.sabah.com.tr/sb/fotohaber/dunya/dogaustu_aciklanamayan_olaylar/572817_t.jpg

Ben isterdim doğrusu sümerolog olmak :)
Ama biraz geç kaldık sanki .

Üniversite sınavına girerken dalga geçerdik, sümeroloji,arkeoloji bölümleriyle.
Tabi kabahat son 50 senelik hükümetlerin.Türkiye'nin altında onlarca medeniyet gizli. Hepsi toprağın altında. Ama genç bir arkeoloğun iş bulma şansı yok.Sümerlog zaten alay konusu.

Genç Cumhuriyet ise Sümerbank'a Sümer ismini verecek kadar ilgili :)
-----------------

Muazzez İlmiye Çığ kitabında Piri Reis haritasından bahsederken bazı şeylerin altını çiziyor ;
-Harita şaşılacak detaya sahip.
-Harita şaşılası doğruluğa sahip.
-Harita o dönemki keşiflerin çok ötesinde.

Amerika'nın tesadüfen keşfinden bile kısa süre sonra çizilen bir harita.

Ve denir ki , bu harita yani Piri Reis'in haritası pek çok haritada üzerinde çalışılarak çizilmiş bir sentez. Bu kesin. Peki üzerinde çalıştığı haritalar nasıl oluyor da bu denli detaylı olabiliyor?
Üstelik Bering boğazını Amerika ile birleşik gösteren daha eski bazı haritalar da varmış.


Tabi tüm bunlar akla şunu getiriyor , daha önce bir uygarlık mı vardı ? Yıkılan kaybolan bir uygarlık. Sandığımızdan çok daha gelişmiş, belki tank top yapamamış ama bir şekilde yaşamış var olmuş bir uygarlık ?
Çok eski bir uygarlık. Muhtemelen Amerika kıtasında var olmuş, bizim uygarlığımızın orta çağdaki seviyesine ulaşmış bir uygarlık ?

Belki de pek çok uygarlık gördü dünyamız ...Belki de bizimle kan bağı olmayan bir uygarlık kuruldu, belki 30 belki 50 000 sene önce...Muhtemelen bir doğal afetle yok oldular. Belki de kendi kendini imha ettiler. Muhtemelen nükleer bir savaşla bizim uygarlığımızın da kendini yok edeceği gibi :)



Eski uygarlık fikrine dair pek bir verimiz yok....Yer yarılmış içine girmiş olmalılar.Çünkü tek kemik, tek kültür kalıtı yok...Atlantis ? Umhtemelen bir Yunan efsanesi ...
Bir geveze ozanın uydurduğu bir şey , ah o ozanlar yok mu ? :) Sümerdeki meslektaşlarıyla neler açtılar başımıza :)))

Belki de vardı Atlantis....
http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/0/0e/Townsend_Lloyd_K_-_Atlantis.jpg/487px-Townsend_Lloyd_K_-_Atlantis.jpg



31 15'15.53N 24 15'30.53W
koordinatlarını gogle eartha girdiğimizde, aşırı yaklaşmaz biraz uzaktan bakarsanız garip bir yeryüzü şekli var denizin altında.:) Orası olabilir mi ?


Atlantis bir masal belki.
Yunan filozofları MÖ 9000 sene önceydi derler.
Mısır'ın karanlık çağı, yani hakkında hiç bir şey bilmediğimiz devri de yaklaşık olarak MÖ 5000-6000 lere kadar iniyor.
Çökmüş bir uygarlık ? Olabilir mi ?

Kim bilir....



SÜmerler....İnsanoğlunun bilinen Atlantis'i aslında. Yazıyı, pek çok inancı, edebiyatı, şiiri onlara borçluyuz.
Merak etiğim şey şu ; Sümerler ılımlı insanlar. Örneğin insanlık dışı cezaları yok. Hapis cezası olduğuna dair veriler var. Suçluyu ıslah etmeye çalışıyorlar. Gardiyanlar kadın.
Sex her yerde sıradan bir şeymiş gibi konuşuluyor.

İşte, ortadoğu nasıl oldu da çok koyu bir muhafazakarlığa dönüştü ? Bunu çok merak ediyorum.
Kadınla erkek neredeyse eşitken bu günkü kadının hayvanla eşdeğer konumu nasıl olur ?

merlin
29-03-2011, 23:28
Dedelere, ninelere, annelere , babalara...Dört adet masal kitabı önereceğim :)

Kış Masalları
Yaz Masalları
Bakar Masalları
Güz Masalları

Bir derleme, nefis bakı, çok güzel resimlenmiş. Dünya edebiyatından seçme masallardan oluşuyor.
Yapı Kredi Yayınlarından...
http://www.kitapciniz.net/u/kitapokur/img/c/k/i/kis-masallari-ciltli20101211054448.jpg

merlin
02-04-2011, 18:27
Bu günkü pek çok davranışımız aslında tarih öncesi atalarımızın davranışlarının sürmesinden ibaret. Ancak bu davranışları doğuran ihtiyaçlar sonradan ortadan kalksa da , davranışlar sürebiliyor. Ne var ki eski ihtiyaçlar artık yok ama davranışlar bir kural haline geliyor.



Selam.Yani tokalaşma bunlardan birisi. İlkel toplum sonrası oluşmuş bir davramış biçimi muhtemelen. İlkel toplumun ilk aşaması ''toplayıcı ve avcılıkla uğraşan'' takımlar.
Bunlara klan denmiyor, kabile de değil bunlar. Çünkü bir yöneticileri yok. Belki 20 , belki 100 ama daha fazla değil, gruplar halinde yaşıyorlar. Diğer takımlar bunlar için hayvandan, avlanacak bir canlıdan farksız.

Ancak toplayıcı -avcı toplumun ileri aşamasında belli belirsiz ticaret başlıyor.Takımlar klan-kabile haline geliyor. Kabileler arasında ise düşmanlık var. Yamyamlık var. Rekabet var.
Ancak kadın alışverişi, mal takası için de ticaret var.
İlkel savaşçının silahı mızraktır. Mızrak , sol ele göre daha fazla gelişen sağ elle tutulur. İlkel savaşçı kendi takımındaki yüzler dışında hiç bir şeye aşina değil, derhal öldürmeye hazır ve nazır.
Ancak ilkel ticaret başlarken bu kaos ortamında ticaret imkansız.

Sağ el düşman kabile üyesine uzatılıyor, o da elini uzatıyor. Böylece ikisi de silahını kullanamıyor. Bir çeşit iyiniyet göstergesi. Ve tokalaşma daha sonra bu halini alıyor.
Elini uzatıyorsun, merhaba diyorsun.

Ancak kökeninde ilkelin fazladan avladığı tavşanı ,düşmanın lezzetli elmasıyla takası gerçekleştirmekten başka amacı yok.



-----------------------------
Etek :
Kadınlar etek giyer. Erkekler pantolon.Peki neden ?

İlkel toplayıcı-avcı toplum , takımlar halinde yaşar dedik. Bunların yeri meskeni ise yok. Sürekli konar göçer vaziyette , kamplar kurarak dolaşıyorlar.
Kadınlar avlanamıyor. Çünkü fiziksel olarak zayıflar. Erkekler tüm gün av peşindeler.
kadınlar ise tüm gün, yabani meyveleri, yenebilir kökleri, mantarları ,lezzetli bitkileri toplayarak geziniyorlar. Ancak kadının bir sorunu var ; genelde bakması gereken bir çocuk !

Muhtemelen ilk etapta hayvan postundan, ilerki dönemlerde ise dokumanın keşfiyle birlikte bezden yapılma bir önlük kullanıyorlar. Bu önlük ile gerektiğinde çocuğu beline bağlayarak çalışmaya devam ediyor. Gerektiğinde önlüğü bu sefer önüne bağlayarak mantar, yemiş, bitki topluyor. Çünkü onca bitkiyi akşam kamp yerine taşımak zorunda.

Akşam ise kamp kuruluyor. Ateş yakılıyor. Takım, hep beraber ateşin ışığı altında günün hasılatını yiyor.


Bu ilkel önlük zamanla kadının simgesine dönüşüyor. Çünkü , ilkel toplayıcılık sonrası da bağ bahçe işleri kadından sorululmaya devam ediyor. Ve sürekli ayakbağı olan bir bebek sırtında :)



Pantolon ise çok çok sonra. Atın evcilleştirilmesi ve sonrasında ilk atlı süvari birliklerin ortaya çıkışıyla oluyor. MÖ 1500-2000 gibi bir dönem. Aylarca at sırtında giden süvarilerin bacakları atın kılları, atın üstündeki böcekler, keneler, sinekler tarafından zarar görüyor. Bacakları örtecek bir giysiye ihtiyaç var. Aynı zamanda rahat olmalı.
Atlı süvari simgesi elbette her erkeğin kahramanlık simgesi. Erkekliğin simgesi oluveriyor pantolon.
Ancak ne etek, ne pantolon, ne de selam. İlkel çağdaki gereksinimler nedeniyle giyiliyor bu gün. İlk çıkış amacından bağımsızlaşmış , bir kültürel öğe olmuş.

merlin
07-04-2011, 02:10
Ernst Hirsch'in Anılar'ı ''Geldiğin Yeri Unutma Sakın!'' diye başlar.
Almanya'da bir Yahudi olarak başladığı hayattan kesitler sunar.
Sonra malum, savaş tamtamları, ırkçılık, Yahudi düşmanlığı. Ülkemize gelen ilk Alman hocalardan birisi.

İstanbul ve Ankara Hukuk Fakültelerinin kurucusu demesek de temelini atan insan. Dolayısıyla Türk hukukunu kuran insan da desek abartmış olmalıyız.
Seneler sonra ünlü bir hukukçunun dediği gibi ''Onu terazinin bir kefesine, bizleri diğer kefesine koysanız o yine de ağır basar''.


Kitap bize değerli bazı bilgiler sunuyor.
Ortalama bir Avrupalı nasıl bir eğitim görür ?
Nasıl düşünür?
Neler okur ?
Yöntem, çalışmak,düşünmek,yazmak...



Diğer yanda kitap Cumhuriyetin ilk yıllarına da ışık tutuyor. Atatürk ülkesinde bir hukuk hocası bir sonraki bölüm kitapta. Yürürlükteki ticaret kanunu, eski üniversiteler kanunu gibi önemli eserleri var.

Kitap bir belge aslında .Mutlaka okunmalı derim. Ancak epeyce kalın bir kitap olduğunu sanımsatayım. Tübitak yayınları hazırlamış kitabı.


------------------------------------

Üniversite : Bir Dekan Anlatıyor
Yine Tübitak'ın bastığı bir kitap. Harward'da dekanlık yapan bir hocanın fikirleri. Amerikan eğitim sistemine bir kuşbakışı bakış sunuyor bize. Bazı önyargıları yıkıyor, Amerikalılar'ı biraz olsun anlamaya çalışıyorsunuz.


İlk kitap bir Avrupalı eğitimci, ikinci kitap Amerikalı bir eğitimci. Biri gelenekçi, yöntemi çok önemsiyor. Dİğerinin zaten geleneği yok ve yöntem aşırı esnek bir yöntem.

merlin
07-04-2011, 02:45
Avrupa kentleri için yüzyılların aşılması bir yükselmedir, oysa Amerikan kentleri için yılların geçişi bir çöküştür.Çünkü onlar yalnızca yeni inşa edilmiş değillerdir, kurulurken kısa sürede yenilenmek için de kötü inşa edilmişlerdir.Yeni mahalleler kurulurken henüz tam anlamıyla bir kent öğesi sayılmazlar, çünkü öyle olmak için fazla parlak, fazla yeni, fazla neşelidirler.Daha çok bir kaç aylığına kurulmuş panayır,uluslararası sergi,fuar sanılabilirler.Bu süre geçince eğlence biter ve kocaman süs eşyaları ölür:cepheler pul pul olur,üüslup eskir, başlangıçtaki düzenlilik ,hemen yanda ,yeni sabırsızlığın zorunlu kıldığı yıkmalarla kaybolur.


Diyor Claude Levi -Strauss.(Hüzünlü Dönenceler, Yapı Kredi Yayınları).

Yapısalcılığın en önemli temsilcisi belki de. Felsefenin zekayı geliştirdiğini fakat aklı kuruttuğunu söyleyerek felsefeyi, başkalarının koyduğu kurallarla uğraşmak nafile diyerek hukuku bir yana bırakır ve kendini dil bilim ve antropolojiye adar. 2.Dünya savaşı bir fırsat olur. Çünkü Güney Amerika üniversitelerinde çalışma bahanesi olur bu durum. Orada halen ilkel kalabilmiş az sayıdaki kabile üzerinde benzersiz bir inceleme yapar. Onların dillerini, gramerini, kültürlerini,insani ilişkilerini inceler.

Yine Yapı Kredinin yayınladığı -Yaban Düşünce -ile birlikte okunduğunda yapısalcılığa sağlam bir giriş yapmış oluyoruz.
Elbette burada bu kadar geniş kapsamlı bir düşünürden bir kaç satırda bahsetmek olanaksız.

Ancak bakış açısı derinlerde, çok derinlerde.
Örneğin akrabalılığın temelini çözümlemesi dahiyane.

4.dereceye kadar kan hısımlarında evlenme yasağı çok sonradır diyor. (elbette karanlık çağlarda )
Klan,kabile aşamasında yaşayan ve rakip kabilelerin birbirini hayvandan farksız (deyimsel değil, gerçekten de hayvandan farksız görüyor ve avlıyorlar=yamyamlık ) gördüğü bir yapı diyor elbetteki gelişemez. Kız alışverişi muhtemelen tarihin ilk alışverişiydi ve bir zorunluluktu.Bu sorunluluk ensest yasağını bilinçaltına dek işleyen bir yasağa çevirdi diyor. Yakın akraban olan kızlar başkasınındır,aksi durumda sen de onların kızlarını alamazsın.



Yazarı ki yazar demek zor, Avrupa'nın bu yüzyıldaki en önemli bir kaç düşünüründen birisi, ortak AB anayasasının mimarı ,100 yaşına merdiven dayadıktan sonra kısa süre önce yitirdik , bu önemli düşünürün fikirlerini değerlendirmek haddime değil pek .

Ama bana ilkel kabilelere ve ilkel insana gereğinden fazla anlam yüklüyor gibi gelir. Örneğin onlara ilkel denmesine karşıdır, dünyayı ve evreni modern insandan daha iyi algılarlar diyor.
Bense katılmıyorum bu fikre. İlkel insanın doğayla uyumu değil de, doğadan faydalanma konusunda modern insandan yetenekli olması bir zorunluluk hayatta kalması için.
Diğer yandan ilkel insanın doğaya saygısı , doğayı sömürmediği de bana göre onları yüceltmiyor. Çünkü doğayı sömürmeleri pek olası değil henüz. Fütürsuzca avlanmaları bile hayvan neslini tüketmeye yetecek gibi değil.Basit bir yaşamları var, ama daha karmaşık yaşama zaten kültürleri ve çok eski zamanda zihinsel evrim zaten müsait değil.

Biraz açmak istiyorum. Örneğin biz Kızılderiler'i nasıl biliriz ?
Kızılderililer gerçekten doğasever miydi ?
http://www.rehberim.net/forum/tarih-cograyfa-418/76974-sef-seattlein-mektubu.html
Adresinde Şef Seatle'nin bir mektubu var. ABD başkanına yazmış.Çevrecilerin manifestosu.

Ve bu mektup dışında ''avladığı bizondan özür dileyen kızılderili'', doğaya saygılı kızılderili, ihtiyacı kadar avlayan kızılderili gibi imgelerle dolu kafamız.


İşin aslı , Şef Seatle bu mektubu hiç yazmamış. Mektup bir Amerikalı gazetecinin uydurması.

Kızılderililer çevreci mi ?
15. yüzyılda yalnızca dilleri için avladıkları bizon avı meşhur.Bizonları sürü halinde uçuruma sürüklüyorlar. Yüzlercesini oraya yönlendiriyorlar. Sonra hayvanlar korkuyor ve kendilerini kayalardan atıyor. Kızılderililer yalnızca aşırı lezzetli ve kan deposu dilleri kesip gidiyor.

Geyik avlama metodları da ilginç. bazen ormanı yakıyorlar sürüyü çıkarmak için.

Rakun neslinin ise kıta keşfedildiğinde bile tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalındığı biliniyor.



Elbette Kızılderililer kötüydü demek mümkün değil. Ama onlar dahil ilkel kabilelere gerçeküstü ve mistik anlamlar yüklüyor günümüz insanı. İnsanın özü bunlar diyoruz.

Doğayla iç içe yaşayan her toplum mutlaka doğanın dilinden anlıyor. Doğaya saygılı olan kabileler olduğu kadar onu aşırı sömüren kabileler de var.

Yani kısaca belirtirsek ''ilkel insan istese de doğayı yok edecek kadar sömüremezdi''.
Çünkü nüfusu,endüstrisi, üretimi,ekonomisi buna müsait değildi.


Straus'a dönersek.Durkheim sosyolojisi artık yetmiyordu.O sosyolojiye yapısalcılığı soktu. Foucault onun tahtını sarssa da Foucault ait olduğu yere, biraz geri plana geçecek ve yapıcalcılık tekrar tek hakim olacak modern sosyal bilimde bence.

ayfer
11-04-2011, 22:23
Sevgili merlin köşeniz güzel olmuş.Anlatım dilinizde akıcı.
Kolay gelsin.
---

BORA YAŞAR
17-04-2011, 12:07
HAYATIMDA çok az kitabı bitirir bitirmez yeniden okumaya başladım.

Louisa Gilder’ın “The Age of Entanglement: When Quantum Physics Was Reborn”u bunların sonuncusu oldu. Daha geçen sabah ikinci okumamı da bitirdim, şimdi ciddi ciddi bir kez daha okusam mı acaba diye düşünüyorum.

Adını Türkçeye kabaca “Dolanıklık Çağı: Kuvantum Fiziği Yeniden Doğduğunda” diye çevirebileceğim kitap, 20. yüzyılın en büyük beyinlerinin aktif katılımcısı olduğu ve belki de insanlık tarihinin en ilginç, en önemli entelektüel serüvenini anlatıyor. Kitap, bana göre sahiden bir macera romanı tadında anlatıyor bu son derece derin tartışmayı.

20. yüzyılın en büyük entelektüel tartışmasının bir tarafında Albert Einstein var. Karşısında ise bir başka büyük fizikçi, Niels Bohr.
Einstein, doğa kanunlarının insan aklıyla kavranabileceğini ve bir tutarlığa sahip olduğunu düşünüyor. Bohr ise son kertede bizim kavrayışımızın ötesinde olan, çelişkili gibi sonuçlar üreten doğa kanunları olabileceğini, bizim sonuçlarla ilgilenmemiz gerektiğini söylüyor.
Eminim konuyu bilenler benim bu özetlememi okuyunca saçlarını başlarını yoldular ama gazete okuyucusuna başka nasıl anlatabilirim, bilemedim.



Kuvantum mekaniği, taa en başından itibaren ‘klasik’ fizikle çelişen sonuçlar üretti. Örneğin ışığın davranışı. Işık dalga mı, yoksa parçacık mı? Sonra meşhur ‘belirsizlik’ ilkesi, yani bir atomaltı parçacığın hem hızını hem de yerini aynı anda belirleyemememiz. Ve bilimkurgu filmlerinden çıkıp gelmiş gibi duran ‘kuvantum dolanıklığı’ yani birbiriyle ‘dolanık’ olan iki atomaltı parçacığın aralarındaki mesafe ne olursa olsun birbirlerinden etkilenmeye devam etmeleri.

Bu büyük kavga boyunca, Einstein, ortaya çıkan bulguları eleştiren, ortaya atılan tezleri yıkmaya çalışan bir görüntüde oldu. Defalarca Niels Bohr ile toplantılarda birbirlerine zor sorular sordular, konuyu tartıştılar.
Mesela Heisenberg’in meşhur belirsizlik ilkesi konusunda Einstein, “Tanrı evreni yaratırken zar atmadı” demişti. Belirsizlik ilkesi, bir elektronun atomun etrafındaki yönünü biliyorsak hızını, hızını biliyorsak yönünü bilemeyeceğimizi emreder.
Einstein’ı esas kızdıran, kuvantum mekaniğinin giderek daha fazla ve daha fazla olasılık teorisine dayanan bir bilim olmasınaydı. Kuvantum evreninde belirsizlik ilkesi sebebiyle giderek daha fazla ve daha fazla ‘tahmin’ler yapılıyordu, bu durum da Einstein’a “Tanrı evreni yaratırken zar atmadı” dedirtmişti işte.

Bir başka şey, Einstein’ın “Uzaktan tuhaf eylem” (Spooky action at a distance) dediği dolanıklık meselesinde çıkan sonuçlardı.
Bohr’un ortaya atılan çelişkileri görmezden gelmesi veya keskin zekasıyla bunların alt etmesi, arkadan gelen başka büyük fizikçilerin teoriye katkıları, öte yandan kuvantumun bütün tartışmalı haline rağmen Bohr’un söylediği gibi işlemesi, hepimizin hayatının bir parçası haline gelmesi...

Bütün bunlar bu muhteşem entelektüel serüvenin parçaları.

Entelektüel mahalle baskısı

ESASEN Louisa Gilder’ın “The Age of Entanglement: When Quantum Physics Was Reborn”undan öğrendiğim en ilginç şeylerden biri, fizikçiler, hem de hepsi Nobel ödüllü, çok büyük bilim insanı olan fizikçiler arasındaki mahalle baskısının yeri ve büyüklüğü oldu.
Niels Bohr ve onun etrafında kümelenen bir grup bir dönem o kadar baskın çıkıyorlar ki, rakip görüşler konuşulamıyor bile. Konuşmaya kalkanları kimse ciddiye almıyor, yazdıkları makaleler yayınlanmıyor vs.
Neyse ki karşı tarafta Albert Einstein gibi biri var, bir süre için bu baskıyı biraz olsun dengeliyor. Ama o da bir yere kadar. Örneğin Einstein 1935’de Podolsky ve Rosen’le birlikte bir makale yayınlıyor, kuvantum mekaniğinin ‘tamamlanmamış’ olduğunu söylüyor. EPR diye bilinen bu makale rakip kamp tarafından alaya alınıyor, Einstein bile bundan kurtulamıyor. Uzun süre Einstein, biraz alaycı şekilde ‘Huysuz ihtiyar’ olarak görülüyor.
Ama zaman Einstein’in görüşlerini haklı çıkardı. Bugün EPR’deki görüşler daha fazla kabul görür oldu. Oysa zamanında mahalle baskısı o kadar fazlaydı ki, yakın dönemlerde bile pek çok fizikçinin 1935’deki bu EPR makalesinden haberi bile yoktu.

Biz bakmıyorken ay orada yok mu?

KUVANTUM mekaniğini anlaşılması zor yapan şeylerden biri, gözlemcinin gözlediği şeyi bozması ilkesi.
Gerçekten de, atomaltı parçacıkları izlemeye çalışıyoruz. Klasik anlamda onları görmemiz imkansız; çünkü görmek için ışığa ihtiyacımız var, oysa gözlediğimiz şeyler zaten ışık parçacıkları kadar. Yani onları görmek için üstlerine ışık tuttuğumuzda ışık parçacıkları onlara çarpıyor, gözlemi bozuyor.
Gözlemcinin gözleneni bozması meselesinde, Einstein tarafındaki fizikçilerden Erwin Schrödinger’in meşhur bir düşünce deneyi var. Bu deney bize kuvantum dünyasında aynı anda iki gerçeklik olabileceğini gösteriyor. Yani Schrödinger’in kedisi aynı anda hem canlı hem ölü kabul edilmek zorunda.
Bu tartışmaların bir noktasında işler öyle saçma bir noktaya varıyor ki, Einstein şöyle sormak zorunda kalıyor: “Siz ona doğru bakmazken Ay’ın aslında orada olmadığına mı inanıyorsunuz?”
Çok derin anlamları olan çok güzel bir soru bence. Ya siz ne düşüyorsunuz görmediğiniz şeyler hakkında?

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/17567575.asp?yazarid=386

merlin
27-04-2011, 02:10
HAYATIMDA çok az kitabı bitirir bitirmez yeniden okumaya başladım.

Louisa Gilder’ın “The Age of Entanglement: When Quantum Physics Was Reborn”u bunların sonuncusu oldu. Daha geçen sabah ikinci okumamı da bitirdim, şimdi ciddi ciddi bir kez daha okusam mı acaba diye düşünüyorum.


http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/17567575.asp?yazarid=386

Epeydir, çok satan bir gazetede okumaya değer bir köşe yazısına rastlamamıştım. Yazı sahiden de iyiymiş.
Doğrusu bana anlaşılmaz geliyor kuantum fiziği.
Sanki yeni bir tanrı peşinde bazıları ya da ben öyle hissediyorum.
Bohr ve Einstein arasındaki tartışmayı duymuştum ama pek de derinlemesine bir bilgim yok konu hakkında.

Enteellektüel ve/veya bilimsel mahalle baskısının sosyal bilimlerdeki etkisi yakıcı olabiliyor.Aklıma şimdi ismini anımsayamadığım Alman Hukukçu ve onun yandaşları geliyor.Bunlar 1920 lerde bir hukuk okulu oluştururlar. Ve demokrasinin,seçimin çürüdüğünü savunurlar. Onlara göre demokrasi artık anlamsızdır. Toplumda büsbütün bir devrime ihtiyaç vardır. Ve savaştan yenik çıkan, iktisadi açıdan yıkım yaşayan Almanlar onun fikirlerini benimser. Sistem kötüdür ve değişmelidir. Ve entellektüeller arasında bir mahalle baskısı oluşur sahiden de. ''Tamam sistem kötüdür ama tıkanıklar aşılabilir, kendi içindeki mekanizmalar işletilebilir'' diyenler küçümsenir. Kimse de sesini çıkaramaz. Ancak bu okul , farkında olmadan Hitler'in önünü açar. Hatalarını anladıklarında çok geçtir artık. Gerçekten de savaş yıllarında Alman Hukukçuların tavrı utanç vericidir.



Ama mahalle baskısının işe yaradığı durumlar da oluyor. Özellikle bizimkiler gibi , bilim yerine boşinan, mantık yerine safsataya meyilli akademik çevrelerde...
Atıyorum, Sümerler'in Kürt ya da Türk olduğu, Türkler'in alfabeyi 5000 senedir bildikleri , Türkler 'in Bizanstan önce Anadolu'da olduğu gibi şeyleri savunanlar derhal aşağılanıyor. Belki de haklılar. Ama ''Sümerler Türktü, kızılderiler Türktü, herkes Türk'' gibi faşizme meyilli söylemler bir şekilde bertaraf ediliyor.



Mahalle baskısının bir örneği bu ayki bilim teknik dergisinde. Nükleer enerji konusunda. Birbiriyle bağıntılı 3 ayrı yazıda Nükleerin aslında melek olduğu, Rusya'da bile kimsenin kanserden ölmediği, Çernobil'in bir yanlışlıklar dizgesi, Japonya'nın ise ''talishsizlik olduğu'' savunuluyor. Bunu öylesine güzel ve bilimsel anlatıyorlar ki hemen kalkıp 200 nükleer santral enşa edesiniz geliyor. (:

BORA YAŞAR
12-06-2011, 11:35
Sıradan'ın/alelade'nin/vasat'ın (mediocre) Dayanılmaz Hafifliği...
http://www.hisse.net/forum/showthread.php?t=24682&p=6031140#post6031140

Emek mahsulü yazılarınızı özledik..

Vasat'la mücadele çok zor..Ama şart..Güzeli, iyiyi, anlamlıyı unutmamak, unutturmamak için..

merlin
21-06-2011, 00:56
Sıradan'ın/alelade'nin/vasat'ın (mediocre) Dayanılmaz Hafifliği...
http://www.hisse.net/forum/showthread.php?t=24682&p=6031140#post6031140

Emek mahsulü yazılarınızı özledik..

Vasat'la mücadele çok zor..Ama şart..Güzeli, iyiyi, anlamlıyı unutmamak, unutturmamak için..
Tesekkür ederim, ziyaretiniz beni mutlu etti :)


Vasatla mücadele şansımız var mı diye çok düşündüm...
Tüm TV programları, boyalı basın...Müzikte,sinemada ,sokakta,caddede kısacası her yerde. 7.caddede ya da İstiklal'de. Anadolu'nun 20000 nüfuslu kentlerinin mecburiyet caddelerinde.
Heyecanını yitirmiş bir insanoğlu.Tüm dünyada.
Bu günün batı dünyasından bir PinkFloyd umabilir miyiz ? Sanmam. Poltikaya bulaşmayan bir Beatles de umamıyoruz. Cilalı oğlanlar, çıtır kızlar ekranlarda zıp zıp zıplıyor.Bu ortamda bizde de İlhan İrem,Fikret Kızılok 'tan Tarkan,Kenan Doğulu'ya iniş normal.
Merak ediyorum, 100 sene önce Max Brod, dostu Kafka'nın kitaplarını vasiyetini çiğnemek pahasına yayınlamıştı. Bu gün aynı şey olabilir mi ?
İnsanlığın yeni bir Kafka'ya tahammülü kaldı mı ? Dahası ''ne diyor bu adam ? '' denmeyeceğinin garantisi ?
Kafka anlaşılamamanın trajedisi üzerine onca yazmışken, o dönemin kültür kıtasında bile anlaşılamamışken bu gün anlaşılabilir mi ?


Şekip Ayhan Özışık bayağı bulunurmuş çok eskiden. Şimdi Bülent'i büyük sanatçı sayıyoruz.
Halkın sıradanlığıyla pek ilgili olmadım şimdiye dek.Beni asıl rahatsız eden az çok seçkin sayabileceğimiz kesimin sıradanlığı oldu.
Vadi gibi şeyleri izlemediğimizden, futbol dışında ortak bir noktamız da olmadığından zaten koca toplumda bir yalnızlığa itilmiştik.
Bir avuç kalan insan da savrulmuş dört yana...Tamam onun gibi düşünebilirsin ama lütfen Ahmet Altan'ın romanlarını bari savunma bana. Kötüler çünkü, hem de çok kötü.
Ya da -Nazım'ın büyük şair olduğunu sana kabul ettirmek için , senin Necip Fazıl'ını da aynı kerteye neden koymak zorundayım ki?''
Nazım edebiyat kitaplarında...Bu muydu 50 senelik mücadelenin amacı ? Suya sabuna dokunmaz bir şiiri, kitabın geri kalanı antitez.
Hem sentez ne ki ? Nasıl bir sentez bu ?
Nazım'ı sevenler derneğinde de durum farklı değil ki...
Antisemitizmi ulusalcılık sanan geniş bir kesim var ülkemizde.
Bu kabız ortamda İhsan Oktay Anar diye bir yazar yetişiyor, şaşırıyoruz.Doğmalarla alay ediyor ,pozivitizmi yüceltiyor.Aklı öneriyor.Ama onun hakkında yazan bir doktor ünvanlı akademisyen ''postmodernizmin son temsilcisi''diyor. Bu ne cahilliktir ? Edebiyat doktoru bu...Modern ne zamandan beri postmodern oldu ? Her sakallıyı babası sanıyor ya...
Ulusalcıları eleştiren geniş bir kesimse Güney Amerika'yı peşpeşe umudun kırmızısına boyayan seçim zaferlerinin , eleştirdikleri ulusalcıların küresel sermayeye resti olduğunu algılamıyor, algılamak istemiyor. Kanada'da, Yunanistan'da,Avrupa Bölgesindeki gösterileri anlamıyorlar. Maalesef her şeyimizi refah toplumu safsatasına emanet etmişiz.
Forumda bir haftada 1000 kez rastladım''tembel yunanlılar, 300 euro yerine 2000 euro maaş alırsan böyle olur''. Ne diyebilirim ki ben insanlara, ne anlatabilirim ? Biz 300 euro alıyoruz ya. Onlar da öyle almalı. Utanmadan bir de''200 senede kazandıkları haklarını savunuyorlar ! ''

Tabi bir de şu var, haklıdır haksızdır bilemem...Ben bazı kavramlarla düşünürüm.O kavramlar ise bu forumda yasak. Pek fazla yazamıyorum o yüzden. :)




Bir bilge kişiyle karşılaştım
Kafamda birçok soru vardı
Birçoğuna yanıt bulamadım
Henüz bulan da çıkmadı sanırım....

Orson Welles

merlin
22-06-2011, 01:28
Bütün mimarlar yüksek, mühendisler de
Bir sen kaldın alçak mimar, ey Sinan Usta!

Cemal Süreya....


Acı içinde kıvranıp susmaya mahkum olduğumda
Tanrı bana çektiğim acıları dile getirme gücü verdi

Goethe...





---------------
Seneler önce İstanbul'da bir değil iki Mihrimah Sultan Camii olduğunu öğrendiğimde şaşırmıştım. Öyle ya , bir padişah kızı sonuçta , ne derece büyük de olsa babası , bir saray kızına iki cami çok değil mi ?
Sonra bunlardan ikincisinin çift değil tek minareli olduğunu farkettiğimde şaşkınlığım daha da arttı. Osmanlı toplumunda öyle her yoldan geçenin minareli cami yaptırma yetkisi yoktur. Minare hoş da karşılanmaz. O bir görkemdir. Yalnızca geniş meydanlarda minareli olabilir.Padişah kızı çift minare yaptırma hakkı olanlardan sayılır ve ilki gerçekten de öyledir. Ama ikincisi ?
Hem biraz garip değil midir bu camiler ? Özellikle ikincisi ? Sinan'ın klasik çizgisinden radikal bir sapma değildir de nedir ?

Goethe'nin yaşlılığında yazdığı Marienbad Dönemi diye bilinen şiirlerindeki hayal kırıklığı,bazen şehvet ve fütursuzca aşk . Bu coşkunun kaynağı nedir ,Alman şiirinin klasik şairinin ?



Öyle ya , her ikisi de , bir sanat dalında klasiğe ulaşmış , kuralları belirlemiş, en olgun meyveleri üretmiş ama ömürlerinin bir döneminde bu klasikten haşince sapmışlar, peki ama neden ?




-----------------
1526 yılının entirikalarla örülü Osmanlı sarayında güzeller güzeli Hürrem'in ,güzellikte kendisini aratmayacak kızı doğar. Babası ona Mihrimah ismini verir. Sultanın ona özel bir düşkünlüğü olduğu bilinir. İsmi Farsça'da güneş ve ay anlamına gelir. Bu güzel kız büyür,serpilir. Annesinden de güzel bir saray kızı olur. Çok da zekidir. Büyük de mal varlığı vardır.
Sinan onu ne zaman gördü bilinmez.Nerede gördüğü de bilinmez. Şöyle olabilir mi ?
Hürrem kızı adına bir cami yaptırmak için sarayın baş mimarını huzurlarına çağırır. Talimat verilir. Caminin yapımı sırasında Sinan Mihri Mah Sultan ile karşılaşır. Ve insanoğlunun var olduğundan beri yaşanan aşk doğar. Ama bu karşılıksız bir aşktır elbette. Sinan 50 , MihriMah ise 17 dir yalnızca. Gerçi Sinan ,Goethe kadar bahtsız değil. Zira o dönemde orta yaşlı erkeklerin genç kızlarla evliliği pek de yadırganmazmış hani. Üstelik Sinan da hiç de yavana atılacak birisi değil ki, o bir deha, saraydan bile sayılır !




Artık 80 yaşa yaklaşmış Alman edebiyatının dev şairi Goethe hastadır. Ateşler içinde yanmaktadır. havası temiz, oksijeni bol bir bölgede dinlenmesi önerilir. Öyle yapar. Dönüşte ise bambaşka bir Goethe vardır. Dev şair kadınlara aşırı bir düşkünlük sergilemektedir. Aşırı coşkulu ve neşelidir. Tanrıyı bir kenara koyup genç kızlarla cilveleşmektedir. Seneler önce aşk yaşadığı bir kadının 19 yaşındaki kızına ,Ulrike von Levetzow'a aşık olmuştur. Gözü hiçbir şey görmemektedir. Arsızca kızı annesinden ister. Annesinin verdiği yanıt bilinmiyor. Ama bir kaç hafta önce ateşler için kıvranan, ölümü bekleyen şairi yirmilik delikanlılar gibi yapan bu duygu aşk değil de nedir ki ?



Sinan ,Goethe kadar şanslı değildir ne yazık ki, aşkıyla cilveleşmek, onunla zaman geçirmek gibi bir şansa sahip değil. Çünkü Mihri Mah herhangi bir kız değil, o Muhteşem Süleyman'ın kızı !
Yine de adabına uygun biçimde kızı ister. Sanki olacak gibidir de...
Ama Topal Rüstem, Diyarbakır valisi, meymenetsiz herifin teki işte.

Olucak bir kişinin bahtı kavi talii yar.
Biti dahi mahallinde anın işine yarar.

Şanslı kişinin biti bile işine yarar mealinden bu dizeler Rüstem için yazılmıştır. Anlatılana göre Osmanlı sarayında da veba korkusu vardır ve veba hastları saraya kabul edilmez. Ancak bit denen asalak vebalılarda yaşamayacağından ,bit veba olmadığının delili sayılmış. Sarayda Rüstem'i görmek istemeyenlerin ''bu adam vebalı'' savını, üstündeki biti göstererek bertaraf etmiş Rüstem.
Ne dersek diyelim, topal da olsa, bitli de olsa kızı Rüstem almış.....(Hürrem bu adamı kullanarak kendi soyunu tahtın varisi yapmayı garantilemiştir)





Ne zarif , ne büyüleyici, ne berrak ve masum yüzü var,
Gerçek bir bulut korosundaki melek gibi süzülüyor,


Ancak kaderin cilvesi mi desek , hayatın gerçeği mi ? Elbette bu imkansız aşkın imkansızlığını sezmesi ve ne yazık ki kabullenmesi çok da geç sürmüyor Goethe'nin. Ve muhteşem diye nitelenen şiirler üretiyor.

Artık uzaklardayım ! Şu ihtiyarlık anıma
Uygun düşen şey ne olabilir ? Bunun yanıtını
bilemiyorum.
Bu an bana gerçi bazı güzel şeyleri de veriyor
Ancak bana sadece yük oluyor, bundan kurtulmalıyım.
İçimdeki dayanılmaz özlem beni oradan oraya
sürüklüyor
İşte o zaman sonsuz gözyaşlarımla avutuyorum
kendimi

Goethe , bu olmayacak sevdadan , bu hüzünlü şiirler sayesinde kurtuluyor. Geriye bu aşkın acı meyvesi kalıyor. Meyvesi de kendi gibi acı.



-----------------

Sinan mı ?


İşte burada ben de şaşırdım. Ne olmuş oalbilir ?
Bildiğimiz şu . Sinan Mihri Mah Sultan'ın dul kalmasından sonra(bitli Rüstem idam edilmiştir 1561 'de ve artık Hürrem de hayatta değildir.) sarayın rızasını almaksızın bir cami inşaatına girişir. Mihri Mah'ın evlenmesinden 15 sene sonra bile aşkı sürüyormuş demek ki diye düşünüyorum. Sinan , o muhteşem dehasının her gramını konuşturur bu eserinde. Minaresi tektir, çünkü Sİnan Üsküdar'da 20 sene inşa ettiğinin aksine tek minareli yapar yeni Mihri Mah Sultan camiini. Kendi yalnızlığını simgeler bu sayede. Camiyi bu gün bile inceleyen batılı uzmanların bilmediği detaydır bu. Evet gariptir, çevresi, o eşsiz cam işlemeler, süslemeler, zerafet , sanki bir gül bahçesidir bu cami ! Bu kellesine mal olacak cesareti nereden alıyordu bilmiyorum. Sarayın onayını almaksızın bir inşaata girişmek ve giderleri de kendi gelirinden gerçekleştirmek !

Ve anlatılana göre , Mihri Mah 'ın doğum tarihinde yani 21 martta, bu iki camiyi aynı anda gören bir yere çıkarsanız İstanbul'da, göreceğiniz manzara şudur....Güneş Edirnekapı'daki tek minarede sönerken ay Üsküdardaki Mihrimah Sultan camiinin iki minaresinin arasından doğmaktadır ! Mihri Mah yani ay ve güneş Türkçe'si ile...Güneş batarken ay doğmaktadır. Sen benim güneşimdin ve seneler önce soldun benim için. Ama lütfen özlemini yani AYI esirgeme benden ! mi demek istemektedir Koca Sinan !




Yaşadığı bu aşkın Goethe'nin ömrüne bir kaç yıl daha kattığı bilinir. Aşkın coşkusuyla üç günde yazdığı şşirleri onun diğer eserlerinden sapma gösterir. Ama o aşkın verdiği güçle sonuçta dev Faust'unu tamamlamak için bir kaç sene daha ömür kazanmış.
Sinan ise onun kadar şanslı olamamış , o sevdiğine hiç kavuşamamış. Muhtemelen ölene dek de sevmiş. Ve dokunamamış bile sevdiğine.




Dünyadan gerye ne kaldı ki? Yalçın kayalar,
Kutsal gölgelerle artık taçlanmıyor mu ?
Ürün olgunlaşmıyor mu ? Yeşil bir çit ,
Dere boyunca ,çalı ve çimler arasında uzayıp gitmiyor mu ?
Bazen çok zengin, bazen de çok sade,
Dünya üstü bir gökyüzü kubbesi üzerine
yükselmiyor mu ?

-------------------
Dünyevi yaşamda isediğini elde edemeyen iki büyük sanatçı...Biri şiirle ,biri soğuk taşlardan vücuda getirdiği muhteşem eseriyle sonuçta tanrıya sesleniyor;


Acı içinde kıvranıp susmaya mahkum olduğumda
Tanrı bana çektiğim acıları dile getirme gücü verdi....

Bu Goethe'nin aşkı
http://images.ookaboo.com/photo/s/Ulrike_von_Levetzow_s.jpg
Bu da Mihri Mah Sultan....
http://www.meleklermekani.com/imagehosting/9404d8aef2bc4911.jpg

i-ked
22-06-2011, 01:44
Gece gece bir solukta okudum, ellerinize sağlık
Sanki bir açık oturum, söyleşi gibi olmuş
Kamera kah Mimar Sinan'da kah Geothe'de!

P.S. İnsana kendi Mihri Mah Sultan'ını ne kadar özlediğini ve aslında onun için yaptıklarının o kadar da büyük, eşşiz olmadığını hissettiriyor.

merlin
22-06-2011, 04:08
Gece gece bir solukta okudum, ellerinize sağlık
Sanki bir açık oturum, söyleşi gibi olmuş
Kamera kah Mimar Sinan'da kah Geothe'de!

P.S. İnsana kendi Mihri Mah Sultan'ını ne kadar özlediğini ve aslında onun için yaptıklarının o kadar da büyük, eşşiz olmadığını hissettiriyor.
Her erkek, kendi Mihri Mah Sultanı'nı arar ömür boyu. Bulana aşkolsun ! :)
Tüm bu Sultanlar, güzeller, aşklar hak eder mi bu sevdayı ?
Sanmam.
Ama peşinden koşmak da güzel sanki.

Sinan ne ilk ne de son...Bu güne dek olduğu gibi bundan sonra da aşıklar , sevdikleri için ellerinden geldiğince çaba sarfedecek, binlerce insanın aktığı caddedeki her kızı -o-sanacak, belki şiirler yazacak, belki ''belki bu sokaktan geçer yine diye saatlerce bekleyecek ama geçmeyecek''...Yani umutsuz aşklar sürecek. Hep vardı hep olacak.
Elbette burada Sinan'ı şanslı sayabiliriz. Acısını yüceltebileceği devasa bir bütçe emrindeydi.Saray onun bir deha olduğunu biliyordu. Padişah kızına sunulan hediyeyi -hoş görebiliyordu-.
Ya da Goethe...Dehasıyla acısını 200 sene sonrasına taşıyabiliyor, 2000 sene sonra da bilinecek.

Bu şansa sahip olmayanlar için biraz sigara , epeyce içki, biraz melankoli. Sanırım kaçınılmaz :)



Teşekkürler bu arada. (:

julia.luthor
22-06-2011, 06:03
Dedelere, ninelere, annelere , babalara...Dört adet masal kitabı önereceğim :)

Kış Masalları
Yaz Masalları
Bakar Masalları
Güz Masalları

Bir derleme, nefis bakı, çok güzel resimlenmiş. Dünya edebiyatından seçme masallardan oluşuyor.
Yapı Kredi Yayınlarından...
http://www.kitapciniz.net/u/kitapokur/img/c/k/i/kis-masallari-ciltli20101211054448.jpg

bu kitabı alsam iyi olur kendime masal okuyabilirim uyku tutmadığında.

bir de eski yöntemi deniyelim bakalım:he::he::he::he:

i-ked
22-06-2011, 18:20
Yarı şaka (JL uykusuzluk problemi çağrıştırdı)


Soru: Kızlarda bu yaşlar arasındaki fark nedir ?
8, 18, 28, 38, 48, 58, 68

8 yaşında: yatağa götürüp, bir hikaye anlatırsın.
18 yasinda: bir hikaye anlatırsın ve yatağa götürürsün.
28 yaşında: yatağa götürmek için bir hikaye anlatmana gerek yoktur
38 yaşında: o sana bir hikaye anlatır ve yatağa götürür
48 yaşında: yatağa gitmemek için bir hikaye anlatman gerekir.
58 yaşında: hikayesinden kurtulmak için yatakta kalman gerekir.
68 yaşında: yatağa götürebilirsen, işte bu olağanüstü bir hikaye olur...

Yarı ciddi:

http://upload.wikimedia.org/wikipedia/tr/2/2d/Frannyvezooey.jpg

Franny ve Zooey, Jerome David Salinger'ın yazdığı 1961 tarihli roman. Franny ve Zooey 20li yaşlarında iki kardeştir ve Salinger'ın yazılarında sıklıkla yer bulan Glass ailesinin en genç üyeleridir. Roman 1955 Kasım'ındaki uzun bir haftasonu sırasında geçer. Türkçe'ye Ömer Madra tarafından çevrilmiştir.

İlk bölüm "Franny" ikinci bölümden oldukça kısadır. "Yale maçı"nın olduğu haftasonu sırasında adı verilmeyen bir üniversite şehrinde geçer ve çevresinde gördüğü bencillikten ve yapaylıktan bıkan bir ünversiteli kızın hikâyesini anlatır.

İkinci bölüm "Zooey"e adını veren karakter, Franny'nin beş yaş büyük ağabeyidir. Zooey hisleri bir şekilde törpülenmiş bir dâhidir ve yazarın deyişiyle 12 yaşında Mary Baker Eddy'ninkiyle boy ölçüşecek kelime haznesine sahiptir. Franny ailesinin Manhattan'daki evinde ruhani ve varoluşsal bir sinir krizi geçirmekte ve annesi Bessie'yi fena halde endişelendirmedir ancak ağabeyi Zooey sevgisi, anlayışlı ve bilgili sözleri ile kardeşinin yardımına koşar.

Konu
Birinci bölüm: "Franny" Birinci bölüm Franny Glass'in üniversiteli sevgilisi Lane Coutell'le hafta sonundaki randevusunu anlatır. Franny'nin nerede geçtiği belirsizdir, ancak John Updike 1961'de yaptığı eleştiride "Birinci hikâyede Franny, Smith benzeri bir üniversiteden Yale maçının yapılacağı herhalde Princeton olan okula gelir," yazar. Franny'nin yanında taşıdığı kitap, devamlı dua ve ruhani aydınlanmayı anlatan "Bir Rus Gezgincinin Anıları"dır.

Çift birlikte öğle yemeğine gider. Lane hırslı ve kendini beğenmiştir. Franny'i şık bir yere götürür ve onu Flaubert üzerine yazdığı makaleyi basmak istediklerini söyleyerek etkilemeye çalışır. Franny sıkkın görünmekte, üniversite eğitiminin önemini sorgulamakta ve Lane'in arkadaşlarının değerini tartmaktadır. Hiçbir şey yemez, pasatura sigara içer. Kendini kötü hissettiği için tuvalete gider ve orada ağladıktan sonra kendisine gelir. Lane, Franny masaya döndükten sonra yanındaki kitap hakkında sorular sorar. Franny umursamaz bir şekilde kitabın adının "Bir Rus Gezgincinin Anıları" olduğunu ve bir gezginin "sürekli dua etmenin gücünü" nasıl keşfettiğini söyler. İsa Duası olarak da bilinen bu ibadet şeklinde aynı Zen koan'da olduğu gibi dua öyle içselleştirilir ki aynı kalp atışı gibi bilinçdışı yapılan bir faaliyet halini alır ve nihayetinde aydınlanmayı sağlar. Lane bu hikâyeden çok partiye ve maça yetişmeyi düşünmektedir, ama Franny bayılınca başından ayrılmaz ve haftasonu etkinliklerini erteler. Kız arkadaşı kendine geldikten taksiye biner ve Franny'i yalnız bırakır; Franny'se devamlı dua etmeyi denemektedir.

İkinci bölüm: "Zooey" İkinci bölüm Franny'nin sinir krizi geçirmesi hikâyesine devam eder ve Franny'nin New Haven yolculuğundan iki gün sonra, Pazartesi gününde geçer. Bu öykü aynı zamanda Glass ailesi geçmişi hakkında da önemli bilgiler verir. Glass ailesinin çocuklarının sıradışı yetişme şekli, radyoda çocuk dâhiler olarak yer almaları ve yemek masasında yapılan felsefe sohbetleri aralarında tuhaf bir bağ kurmuş ve birbirlerini başka herkesin anlayabileceğinden daha iyi anlar hale gelmişlerdir.

Bölümün başında Zooey küvetin içinde yıkanıp sigara içmekte, bir yandan da ağabeyi Buddy Glass'tan gelen dört senelik bir mektubu okumaktadır. Annesi Bessie banyoya girer ve oğluyla uzun bir konuşma yapar. Bessie kızı Franny'nin varoluşsal bunalımının duygusal bir çöküntü haline geldiğini düşünerek endişelenmektedir. Sohbetleri sırasında Zooey sürekli olarak annesine takılır ve onunla ağız dalaşı yapar ve tekrar tekrar banyodan çıkmasını ister. Bessie'yse Zooey'nin bu davranışlarına anlayışla yaklaşır ve Zooey'nin giderek ağabeyi Buddy'e benzemeye başladığını söyler.

Bessie gittikten sonra Zooey giyinir ve oturma odasına gider. Franny'i koltukta kedileri Bloomberg ile oynarken bulur ve onunla konuşmaya başlar. İsa Duası'nı ezberlemesinin nedenlerini sorgulayarak Franny'i üzdükten sonra ağabeyleri Seymour ve Buddy'nin yatak odasına gider ve kapının arkasındaki felsefe sözlerini okumaya başlar. Biraz düşündükten sonra Zooey Franny'i telefonla arar ve kendisinin ağabeyi Buddy olduğunu söyler. Franny işletildiğini sonradan fark etse de Zooey'le konuşmaya devam eder. Franny'nin yıllar önce intihar eden ağabeyleri Seymour'a (Salinger'ın diğer bir öyküsü olan "Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün"de bu hikâye anlatılmaktadır) saygı gösterdiğini bildiğinden, Zooey onun kendisine söylediği bazı bilge sözleri Franny'le paylaşır. Telefon konuşmaları bittikten sonra Seymour'un öğütünün esas "gizemi" ortaya çıktığı için Franny bir anlığına Zooey'nin söyledikleriyle sanki anlık bir ruhani aydınlanma geçirmiş gibi olur.

Öykünün Motifleri : Salinger'ın Zen Budizm'i ve Hinduizm gibi uzakdoğu dini felsefelerine olan ilgisi kitap boyunca ve özellikle ikinci bölümde dini yapıtlardan alınan sözler kısmında kendini gösterir. İkinci bölümün başında kitabın "yazar"ı Buddy Glass kitabın mistik bir hikâye mi yoksa bir aşk hikâyesi mi olduğunu sorgular ve aşk hikâyesi olduğunda karar kılar. Gerald Rosen 1977 tarihli J. D. Salinger Eserleri'nde Zen isimli kitabında Franny ve Zooeynin modern bir Zen öyküsü olarak ele alınabileceğini, ana karakter Franny'nin roman boyunca cehalet halinden aydınlanmanın bilgeliğine ulaştığını yazar.

Basımı : Franny ve Zooey, New Yorker dergisinde iki kısa hikâye olarak yer almıştır. "Franny" dergide Ocak 1955'te, "Zooey"se Mayıs 1957'de yayınlanmıştır. Roman olaraksa Eylül 1961'de toplanmıştır. Türkiye'de Ömer Madra tarafından yapılan çevirisi YKY tarafından ilk olarak 1993'te basılmıştır (ISBN 978-975-363-120-4).

merlin
24-06-2011, 02:59
Güzel katkı için teşekkür ederim Sayın i-ked :) Fırsat bulup da okuyamadığım bir kitaptı, almak şart oldu artık. Katkılarınızın devamını dilerim.

merlin
24-06-2011, 03:00
bu kitabı alsam iyi olur kendime masal okuyabilirim uyku tutmadığında.

bir de eski yöntemi deniyelim bakalım:he::he::he::he:
Ben halen okurum masal...:) Avrupalılar'ın mükemmel derlemeleri var. Arapların nefis derlemesini Yapı Kredi yapmıştı. Bizimki maalesef yine Allah'a emanet.

merlin
02-07-2011, 03:04
Jose Saramago'nun ''Bütün İsimleri''ni nihayet bitirebildim. Olabilecek en kötü çeviriden hem de. Çeviri için söylenecek fazla bir şey yok. Lise öğrencisiyken anlaşılmaz bir dille yazılan Milli Güvenlik Ders kitaplarınınki kadar kuru bir dil maalesef.



Nüfus idaresinde sıradan bir memur olarak çalışan kahramanımız(!) , görev yaptığı idarenin kurallarının,talimatnamelerinin ve amirlerinin kölesi konumundadır. Onun için gün, sabah erken saatlerde başlayan binlerce sayfalık evrak işi demektir. Mesai bitimi ki oldukça geç biter bu mesai, nüfus idaresinin hemen bitişiğindeki daracık lojmanına(daha doğrusu inine) dönmektedir. Ta ki bir gün milyonlarca sayfanın arasındaki bir kaydın yani bir kişinin peşine düşene dek. Bir kadındır bu kaydın sahibi ve o kadına ulaşmak bir tutkuya dönüşür. Bu sırada günlük yaşamın tüm bu ssıradanlığından kurtulmuştur bu örnek nüfus memuru.


Çeviriye rağmen okumaya değer bir roman.


-------------------------------
Zavallı rütbesiz memur karakterine pek çok eserde rastlarız aslında.Gogol , romanın yalnızca asilleri ve sefilleri anlattığı bir dönemde bu zavallı insanları kitaplarında anakarakter sınıfına yükselltiğinden beri de edebiyatın temel karakteri olmayı sürdürüyorlar. Rus edebiyatının başarısı bununla sınırlı değil elbette. Sıradan bir terzi, memur, asker,subay,kasap,hatta deli...Bir romanın ana karakteri olabiliyor...Edebiyatın yalnızca olağanüstü kişilerin ya da daha doğru bir anlatımla asillerle sefillerin sanatı olmadığını anımsıyoruz bu sayede.
Halkın büyük kısmını oluşturan orta direk bu sayede edebiyatta da gündemi kaplıyor. Ve ortaya büyük bir Rus edebiyatı çıkıyor. Zenginlerin fakir bıraktığı sömürülen gururlu fakirler kolaycılığına kaçmaksızın Rus halkını ilmik ilmik dokuyor dev yazarlar.
Türk edebiyatı ise uzun süre yalnızca ezilen gururlu fakirlerin, bir dönem de yabancılaşan entellektüellerinin dışa vurumu olabildi ancak. Şu an bir bütünsellik arzeden Türk edebiyatı var mıdır bilmiyorum.DOğrusu güncel Türk edebiyatını(varsa böyle bir şey) izlediğimi söyleyemem.
Su bulanık ve çamurlu. Suyun durulması lazım. Muhtemelen çok şey yazıldı. Pırlanta değerinde hem de. Ama su bulanık , göremiyoruz bu bulanık suda pırlantayı....Gelecekte bir zamanda belki de, bizim de bir Kafkamız,Çehovumuz varmış denir...Kim bilir ?


Yine de pırlanta avcılığı yapmaya hiç niyetim yok şu kısacık ömürde. Bulanık sudaki pırlantayı bulmak yerine zaten var olan pırlantaları okumak bana daha mantıklı bir yol geliyor. Kötü kitaplardan nefret ederim çünkü.


-------------------
Okuduğum onca roman içinde beni sarsan 8-10 tanesidir yalnızca.
Balzac sanırım tüm zamanların en büyük melankoliği.
Vadideki Zambak'ını okuduğumda yaşım 18 idi. Ve o kitabı bir kez daha okuma cesaretini halen kendimde bulamam. Yazar kendi girdabına sizi de çekebiliyor. Kitabı okurken ''hayır, sanırım yapamayacağım, bu sayfayı çeviremeyeceğim ! '' diyebiliyorsunuz. Ya da okuduktan 10 gün sonra bile o muhteşem kadın aklınızda canlanabiliyor. Roman okuyup intihar edenlere, roman okuyup devrim yapmaya kalkanlara, roman okuyup o kadını bulmak için dünyayı gezenlere gülerdim. Sahiden var mı böyle bir şey diye düşünürdüm. Varmış. Kitabı bitirdiğimde sayfaları bile çeviremiyordum tekrar.
Vadideki Zambaktaki o muhteşem kadına aşık olabilirsiniz. Hem de onu görmeden, onun var olmadığını bilmenize rağmen. O kadının trajedisine kapılabilirsiniz.
Sanırım asla unutulmayacak ve dünya var oldukça duracak ender kitaplardan.
Her erkek kendi zihnindeki kadını arar. Bulan çıkmamış derler. Kavuşulamayan yar kadar sevdiğine kavuşan için de farklı değildir durum. Erkek , karşı cinsin içindeki erkeği arar belki de.
Balzac o kadını bulabilmiş mi bilmiyorum ama bu romanında yaratabilmiş onu. Bu kesin.


Kitabın gücünü küçümsememek gerek.Sözün gücünü küçümsememek gerek...

merlin
02-07-2011, 03:22
Bertrand Russell'de hep ''sisteme muhalifmiş gibi duran ama aslında sistemin tam kalbindeki bir adam'' izlenimi aldım.
Muhafazakar İngiltere'de ahlaksız bir adam ; savaşlarla çalkalanan dünyada savaş karşıtı bir eylemci olsa da sonuçta bir Lord, sonuçta bir İngiliz...Sanırım onun 100 sene önce hayal ettiği cennette yaşıyoruz.
1920 lerde yazdığı bir denemesinde der ki ''herkesin mutluluğunu değil, kendi mutluluğunu düşün. Herkes kendi mutluluğunun peşinden koşsa dünya cennet olur''
Aynı dönemde yazdığı başka bir denemede ; ''Gelecekte tek bir süper güç olmasını dilerim.Bu süper güç daha büyük çatışmaları yok etmek için sınırlara müdahale edebilir bunu da normal sayarım''...

İki dünya savaşı ve iki atom bombası görmesi onu belli ki üçüncü dünya savaşı konusunda karamsarlığa itmiş. Savaş olmasın da ne olursa olsun der gibi.
Bu yüzden Marxistleri küçümser, masal peşindeki adamlar olarak görür.

Anlayışla karşılıyorum. Ama yine de , sermayenin tek tipleştirdiği insanı ; tüm dünyanın küresel bir pazar yerine dönüşünü gözden kaçırmasını anlayamıyorum. Marxsist olmasını beklemiyorum elbette ama tahlillere bu denli alaycı yaklaşması , ekonomi politik üzerinde hiç durmaması ve savaşların nedeninin dev şirketler ve sermaye gruplarının oluşunu anlamaması anlaşılır şey değil. Sanırım anlıyordu ama anlamazlığa vuruyordu.


Şu ya da bu şekilde. Dünya kısır artık. Kafka'dan beri romancı, Marxtan beri filozof üretemiyor insanlık.

Sokrat-Platon-Aristo ...2000 seneden de önce insanlık 50 senede üç filozofu birden yetiştirebiliyormuş. Bu gün halen Aristo'yu konuşuyorsak, onla eşdeğer yaşayan tek filozof göremiyorsak ortada bir sorun yok mu sizce de?

merlin
02-07-2011, 04:16
Türk Milleti ile ilgili ne zaman bir analiz okusam ''azizim biz sonuçta göçebe milletiz, göçebenin sanatı bağlamadır.Mimarisi olmaz, kültürü sınırlıdır'' gibi abuk subuk şeyleri de okumuş olurum.


Tarihin sıradizini kabaca ve zaman çizgisine göre ;

-Toplayıcı
-Toplayıcı avcı
-Buzul devri
-Avcı
-Çiftçi ve eşzamanlı olarak çoban
-Uygar diyedir.


Uygarlık kavramı ise 4-5 bin sene önce Sümerlerle doğan bir kavram. İlk uygarlık aşamasına geçen toplum diye biliyoruz onları.

Uygarlıa geçişin formülü karşık.


Çobanlarla çiftçiler eşzamanlı dedik.
Bunlar birer seçenek değil, zorunluluk. Çiftçi yerleşik hayata geçmiştir. Tarımla uğraşır. Buğdayı bilir. Asya'da buğdayın yerine pirinci, Amerika'da ise mısırı bilir. Tarımın yanında ufak çaplı hayvancılığı da bilir. Bunlar sulama imkanı olan nehirlerin kenarında yerleşiktir.

Çoban ise hayvan sürülerine sahiptir. Devasa sürülere hükmeder. O hayvanlarla birlikte sürekli göçer. Çoban tabiatı gereği daha güçlüdür. Çüftçi ise savunmayı bilmez. Şehrin etrafına ördüğü setler onu korumaz. Çobanın yağmasından kaçamaz.

Zamanla çobanlar , tarımla uğraşan yerleşikleri haraca bağlar. Sonra sonra onların arasına yerleşir. Daha güçlü olduğundan çiftçi ona boyun eğer. Ve çiftçi artık yalnızca kendini değil, efendisi çobanı da beslemelidir. Artı değer üretmelidir. Artı değer iktisadın temeli. İnsanın sömürülen değeri. Ama uygarlığa geçişin de olmazsa olmazı. Kendisine yetenden fazlasını üretmeye zorlanmak...Kendisine yetenden fazlasını üretmek hayvanın doğasında yoktur.İnsan için de durum budur. Bu onun için bir zorunluluk olduğunda ise üretim artar. Artık kendisi için 1, efendisi için 2 birim üretmelidir.


Bu yetmez. Uygarlık için başka dış etmenlere ihtiyaç var. Taşkın nehir gibi. Nehrin taşması tarım alanlarına ciddi zarar verir. Yerleşik , nehrin taşma zamanlarını hesaplamak zorundadır. Matematiğe ihtiyaç duyar. Hesap kitap işidir. Ve uygarlığın Mezopotamya da, sonra da Mısır'da doğması elbette Fırat ve Nil nehirlerindeki taşkınlarla doğrudan ilintilidir.
Basit hesaplamalar zamanla alfabeye dönüşür. Alfabe ise yazı demektir nihayet.

Çobanın matematiğe ihtiyacı yoktur. Ama çoban eğer ki madeni biliyorsa (Sümerler bilir, Türkler de bilir, madencilikte uzman çobanlardır bunlar) çiftçiye hükmetmesi çok kolaydır.


Çiftçiye hükmeden çoban kültürel açıdan ondan elbette geridir. Ama zamanla kaynaşırlar. Efendi ise çobanın kanından birisidir. Alın size ''ilkel devlet''....


Çiftçinin en az sömürülen kesimi ise zanaatkarlardır. Demirci olabilir, taş ustası olabilir, mimar olabilir, fırıncı olabilir...Çoban bunları üzemez. Bunları daha az sömürebilir. Çünkü atın nalını yalnızca bu işi bilen zanaatkar yapabilir.


SÜmeler'in Hindistan'ın kuzeyinden göç eden çobanların, mezopotamyada yaşayan çiftçi halkların üstüne çöreklenmesiyle doğduğu biliniyor. Fırat ve Diclenin sık sık taşması hesabı gerektiriyor. Bölgenin bataklığını kurutmak için açılan dranej kanalları ise sonuçta mühendisliğin ilk hali demek.


Sonuçta ;
fetih
çöreklenme
toplumsal katmanlaşma(sınıflar)
bütünleşme
iklim zorlaması
nehir taşkınları
artı değer
artı değerin aktarımı

uygarlık dediğimiz toplumsal düzeni ve nihayet devleti doğuruyor.


Fırat ve Dicle nehirlerinin arası av hayvanarı, yemişler açısından çok zengindir. Burada yerleşik çiftçi deyim yerindeyse yan gelip yatarak yaşayıp gider. Ama durağandır. Ne zaman ki Hindistan'dan dalga dalga çok büyük kitleler kendilerini istila ediyor. O zaman daha fazla çalışmak zorunda kalıyorlar. Taşan Fırat'ın taşkın zamanlarını çözmek gibi karmaşık sorunlar çıkıyor.
Uygarlığa giden yol böyle açılıyor.

Tüm bilinen uygarlıkların (Çin,Hindistan,Mısır) nehirlerin çevresinde doğması elbette tesadüf değil.


Durağan bir kıta olan Amerika'da ise onca gelişmeye, hatta karmaışık matematiksel hesaplara rağmen uygarlık seviyesine ulaşılamaması, kitleleri peşinden sürükleyecek devletlerin oluşamaması büyük ölçüde artı değere ihtiyaç duymamalarıyla ilgili. Artı değere gerek yok,zira beslemeleri gereken bir çoban göçmen istilacı yok.


----------------------------
Bu dizge asırlarca sürüyor. Sümerler tüm ortadoğuya örnek oluyor. Yunan medeniyeti elbette Sümer kaynaklı. Hiti de öyle. Mısır ? Değil. O bağımsız, dışarıdan soyut. Kendiliğinden gelişen bir medeniyet. Çünkü onların bolca av hayvanı yok. Çöldeler. Nil can damarları ve sürekli taşıyor.



----------------------
Türkler göçebe miydi?

Şu bu değillerdi. Hayatta kalmak için beslemeleri gereken devasa sürüleri vardı. Bu sürüler iklimin değişmesi yüzünden sürekli yeni otlak bulmayı gerektiriyordu. Ayrıca salgın bir hastalık sürünün yol olması anlamına gelir. Çoban kavimler için bu yok olmaktır. Tek kurtuluş başka bir çobanın hayvanlarına el koymaktır ! ...Bu yüzden çok iyi savaşmalısın. Yoksa yok olursun. Ya başka bir çoban kavin senin hayvanına el koyacak, ya da sen onun hayvanına !

Ve elbette yerleşik kavimlere de saldırmalısın. İstila etmelisin. Çöreklenmelisin. Her şey toplumsal bir süreç...



Peki ama çiftçi neden besliyor ? Silah zoru mu ?
Değil. Çoban onu koruyor. Kimden ? Dİğer ve daha zalim çoban kavimlerden...Türkün kılıcı , Moğolun zulmünden daha adil sonuçta.




Ne zaman direnmişsek bu anadan üryan barbarlara yenik düştük.Umarsız durumdayız.Önerilerini kabul etmek zorundayız. Tevrat ;Tekvin/34-2

Yerleşik çiftçinin derdini kısaca özetliyor aslında.

merlin
02-07-2011, 19:09
"Boşuna mı Okuduk?"
http://www.dunyakitap.com/u/dunyakitap/img/c/b/o/bosuna-mi-okuduk-turkiyede-beyaz-yakali-issizligi20110331010642.jpg
Tanıl Bora ve arkadaşları Türkiye'de beyaz yakalı işsizliği üzerine bir kitap hazırlamışlar. Korkut Boratav da bu kitabı köşesinde incelemiş.
http://gazetevatanemek.com/index.php/korkut-boratav-diger-yazilar/607-bosuna-mi-okuduk.html
Ne denir ki? Nayıs ayı ihraccat rakamı 10,5 milyar, ithalaat 21 milyar dolar. Hormonlu ekonominin gariban kurbanları...
Alıntı....

Devlet kapısını aralayamayan genç mezunların uğraşı, özel sektörde “iş arama işi” olacaktır. İnternete başvurular yanıtsız kalır. “CV bırakmak, okyanusa şişe içinde mesaj atmaktan” farklı değildir. Torpil, aile ilişkileri, siyaset bağlantıları hayatîdir. “Kendini pazarlama teknikleri” öğrenilecek; mülâkatlara umut bağlanacaktır. Saygın işyerlerinde aşırı sömürü mekanizmaları; örneğin, “hiç para vermeden iki sene boyunca, üstelik sonunda iş garantisi de olmayan staj” gündemdedir. Yüksek lisansa yönelip, öğrenciliği uzatmak… Umutlar tükendikçe baba evine kapananlar ve intihar eğilimleri…

İşlerini yitiren beyaz yakalılara gelince… İşsiz kocalar farklı tür bunalımların, uyumsuzlukların içindedir. İşsiz kalan evli kadınlar, kendilerini “ev kadını” olarak nitelendirmeye karşı direniyorlar. Karı-koca birlikte işsiz kaldığında ve eski birikimler tükenince son çare tekrar bir önceki kuşağa sığınmaktır. Evli olmayan orta-yaş eşiğindeki işsizlerin yıllar sonra anne-baba harçlığına mahkûm kalması trajiktir…

merlin
03-07-2011, 05:08
Yazının keşfinden önce bile insanoğlu bir şeyler iletmek ,aktarmak için mağara duvarlarına , taşlara, kayalara, ağaçlara çiziktirmiş.

Mağara duvarındaki resmin , diğer kabile üyelerine mesaj olduğu savunulsa da bunların daha çok büyü amaçlı olduğu sanılıyor.Çünkü bunlar genellikle mağaranın hiç ışık almayan, oldukça derinlere çizilirmiş.Yani kabile halkının hep birlikte barındığı mağaranın yatakhanesine değil de, insanların tek başına inmeye çekindikleri en diplerinde bulunur bu resimler. Av bereketini artırmak için büyü işlevi gördükleri kesin.
Bunların en ilginçlerinden ikisine değişnemk gerek.
Perc-merle mağarasındaki enteresan.Ressam binlerce sene öncesinden el izlerini yollamış bize :
http://www.catherinestock.com/house/PerchMerle.jpg
İspanya'nın derinliklerindeki Almira mağarasındaki resmin keşfi de çok yeni. Picasso ile bir akrabalığı var mı bilinmez ressamın, ancak bilinçli bir soyut tavır içerdiği kesin.
http://3.bp.blogspot.com/_xwPjf-dXyVs/TJt2ojQzCBI/AAAAAAAAAB0/hcGjTNOgDsc/s1600/rup_altamira.jpg

Mağara resimlerini kitap diye nitelemeye elbette imkan yok. Bunlar bilgi aktarımı amacı taşımaz çünkü.
Ressam ki ressamlar muhtemelen büyücülerdi, bu sayede avın bereketli geçmesini sağlamaya çalışıyordu. Ve av tesadüfen bereketli de geçse kendisi ava katılmaksızın pay alabiliyordu. Alın size ruhban sınıfının doğuşu !




Alfabenin icadıyla birlikte ilk kitaplar da doğuyor aslında. Sümerler'in kil tabletleri kitap değildir denir. Katılmıyorum. Gılgameş kitap değil midir ? Bu öyle bir kitap ki, onlarca tablete de yazılmış olsa etkileri 5000 senedir sürüyor !

http://www.cumhuriyet.com.tr/medya.php?mn=491
Bir Hitit tableti...Harf hatasına karşın bir daksil var mıydı acaba ? :)


Yine de bir elinde çivi, bir elinde kil tablet yazı çiziktirmekten insanlığın kurtuluşu papirüs bitkisinden yapılan ve batı dillerinde kağıdın kökünü oluşturan papirüs kağıdının keşfiyle oluyor. Mısırlılar bu kutsal bitkiden kağıt, bez ve yelken üretebiliyorlar. Kendine has alfabeleriyle bu kağıtlara yazıyorlar.Papirüsler üzerine yazılan yazılar tomarlar halinde saklanıyordu. Bu tomarlar Mısır tarihi hakkında bildiğimiz pek çok şeyi bize sunuyor halen. Aynı bitkiden yapılan yelken de Mısır yelkenlilerini Antik Yunan şehirlerine ulaştırıyordu. Papirüs kağıdını da beraberinde götürdüğünü anlatmama bilmem gerek var mı ?
http://www.gezi-yorum.net/wp-content/uploads/2009/10/m%C4%B1s%C4%B1r.kahire.al%C4%B1%C5%9Fveri%C5%9F.pa pir%C3%BCs.1.jpg
Mısırlılar bu kağıda yine kendi icatları olan bir tür mürekkeple yazıyorlardı. (fakat Çinliler'in de eşzamanlı olarak kendi icatları olan mürekkebi kullandığını not düşelim)
İskenderiye Kütüphanesinin en parlak dönemindeki tomar sayısının 750 000 e ulaştığı biliniyor. Ne yazık ki bu kütühane Sezar döneminde yanar. Kurtarılan tomarların büyük kısmı yeni inşa edilen kütüphanede korunur. Ancak artık Hristiyanlık vardır ve Romalı rahipler hiç de olumlu bakmamaktadır bu kütüphaneye ! Kütüphane büyük ölçüde dağıtılır. Aynı dönemde Roma ikiye ayrıldığından tomarların ve kitapların önemli kısmı Konstantinepolis'e getirilir. Kütüphaneye en büyük darbeyi maalesef Hristiyanlık vurmuş. Yani bağnazlık. Bu konuda İslam Fatihleri ve Moğollar da suçlansa da gerçeklik payı olmadığını yazan çokça yazar var. Kütüphanenin etkileri ise halen sürüyor aslında. Batı kültürünün temeltaşlarından olduğu kesin.

http://static2.dmcdn.net/static/video/787/727/17727787:jpeg_preview_large.jpg?20100802011506
Aynı yelken tasarımı binlerce senedir kullanılıyor Mısır'da. Hafif yapılarıyla Nil nehrinin içlerine dek inebiliyorlardı. Yelkenleriyle de denizde süzülebiliyorlardı. Ve yelkenlerinin malzemesi kağıtla aynıydı.Papirüs.


Bildiğimiz anlamda kağıdı icat eden kişi ise bir Çinli...Ts’ai Lun isimli bir Çinli. MS 100lü yıllarda kağıdı bulur. Kağıdın yapım tekniği ise asırlarca sır gibi saklanır. 751 yılında Talas savaşında Çinli esirler Serkant'a getirilir. Artık yöntemi nasıl itiraf ettiler bilinmez, belki işkence, belki tehdit, belki gönüllü, ama Araplar'ın bu şehirde büyük bir kağıt imalathanesi kurduklarını belirtmeye gerek yok. Kağıdın Araplarca tanınmasının etkisi ise elbette Antik Yunan klasiklerinin Arapça'ya kolaylıkla dökülmesi. Ve nihayet dağınık tomarların kitap kıvamına gelebilmesi. Kutsal kitapların kağıda dökülmesi de aynı dönemde elbette. Kuran-ı Kerim'in ilk kez ceylan derilerine ,yapraklara yazıldığı biliniyor.



Kağıdın batıya götürülmesi ise ancak Haçlılarla oluyor. Yobaz kilisenin batı kültürüne vurduğu darbeyi anlatmaya gerek yok sanırım. Kağıt Araplarca kullanıldıktan 450 sene sonra Batıya ulaşıyordu !


Burada biraz geriye dönmek gerekir. Romalılar papirüs kağıdından tomarları kitap haline getirmişti bile . Adına codex deniyordu. Codex terimi pek çok batı dilinde kanunların kökeni olan kodlarla aynı kökten gelir.
Bologna ,Milano gibi kentlerdeki hukuk ve tıp fakültelerinde(hristiyanlık öncesi Romada üniversite eğitimi tıp ve hukuktan ibarettir) öğrencilerin kendilerine verilen tomarların kenarlarına notlar alıyorlardı. Yani dersi anlatan öğretmenin ağzından çıkan kelimeler bu kitapların kenarlarına not düşülüyordu. Romanın antik döneminin muhteşem hukuk düzeni ve tüm bilgileri kilise tarafından yok edilse de bu notlar Bizans hükümdarı Justinyanus tarafından bir kanun derlemesi haline getiriliyordu yine de. Justiynaus derlemesi doğrudan dığruya bir hukuk kaynağıdır bu gün. Denebilir ki tüm sözleşmeler hukuku, gayrimenkul hukuku , usul hukukunun hemen hemen tüm ispat kuralları bu derleme sayesinde batı hukukuna kaynak oalabilmiş. (Justinyanus MS 500 lü yıllarda Bizans hükümdarıdır. Batı Roma kalıntısı yıkılırken Bizans tüm parıltısıyla orta doğu ve dünyayı ısıtmaktadır.Bağnazlığın etkisini çok çok az hissetmiştir Bizans Batı Avrupaya kıyasla).Bu sayede Mısır ve Roma kaynaklı kurumlar(devşirme sistemi gibi, tımar sistemi gibi) Bizans'a, onlardan Abbasiler'e ve nihayet Osmanlılar'a aktarılabilmiş.
İbn-i Sina'nın ,Hipokrattan haberdar olmadığını savunmak safdillik olurdu herhalde.





Yine de kağıdın 1200 lü yıllarda Batıya ulaşmasının kiliseyi etkilemeye başladı savunulabilir. Eski Mısır kitapları, Yunan klasikleri ,Roma başyapıtları neredeydi derseniz, Kilise'nin büyük bir sırmış gibi gizlediği kütüphanelerdeydi. Bu kütüphaneler sıkı biçimde korunurdu. Pek çok kitap yakılmıştır.Yok edilmiştir. İçlerinde Aristo'nun bazı kitapları, Strabonun büyük gezi kitabının büyük kısmı , Platonun bazı kitapları da vardır.Bu konuda bir roman için Umberto Eco'nun Gülün Adını okuyabilirsiniz. Çok kalın derseniz eğer :) oldukça başarılı bir filmi de var(Name of the rose )Romanda Aristoteles'in gülmekle ilgili kayıp kitabı kör bir kütüphaneci tarafından büyük bir sır olarak gizlenmektedir !

Nihayet matbaanın kurulması, propaganda amaçlı kitapçıkların doğrudan kiliseyi hedef alması ama kilisenin de bu benzersiz propaganda aracını kullanmasına rağmen sonuçta mağlup olması bilinen bir süreç zaten.


İslam coğrafyasında ise kitap değerlidir. Matbaa yoktur ama pek çok kitap çoğaltılmıştır.Elyazıcılığı bir meslektir zaten. Sarayda istihdam edilirler.



----------------------
Günümüzde ise , savaşların, dinlerin, bağnazlığın, sefaletin,yangınların bile yok edemediği kitap yok olmak üzere mi ?
Nesne olarak kitabın sonuna mı geliyoruz ?
Artık e-book denen dijital veriler kütüphanelerimizi boşaltacak mı ?
Kitap okumak için bir tablet, çok ucuza @ kitaplar mı alacağız ?
Ne yani evimizdeki o üstüne titrediğimiz kitaplığımız müzelik mi olacak ?
Dijital bu kadar mı içimize girmek zorunda ?


İstesek de istemesek de nesne olarak kitabın sonu yaklaşıyor sanırım. Kitapçıdan büyük hevesle alınan, ilk sayfasına tarih atılan o sevimli nesneler artık son demlerini yaşıyor olabilirler. En parlak dönemlerinde bir yok oluş....


Yine de kitabın yok olduğunu savunmak imkansız bence.
http://www.psihoyos.com/pages/Concepts/images/05%20gates%20bill%20paper.jpg
Sonuçta İskenderiye kütüphanesinin 750 000 tomarlık arşivini tek CD de olsa yazdırmak aklına gelseydi kütüpha müdürünün ? :)
Ya da Aristo tembellik etmeyip kitaplarını kendi blog sayfasında da yayınlasaydı ya da winziple sıkıştırıp bir yerlere -upload-etseydi :)

------------------

Dijital kitabın bazı sıkıntıları da var aslında.

NASA 30-40 sene önce ,Ruslar erişemesin diye şifrelediği bazı verilere bu gün erişemiyormuş. Sık sık değişen işletim sistemleri, bilişim mimarisindeki değişim gelecekte hafıza kaybı yaratabilir. Yazı durağan sonuçta. Ama bilgisayar hiç de öyle değil. Daha şimdiden 5 sene önce oynadığımız PC oyunlarını oynamakta zorlanıyoruz. Bazı formattaki filmleri ancak bazı özel programlarla izleyebiliyoruz.

Aşılamayacak bir sorun değil asla. Yine de kaygılar var.


http://www.e-book.com.au/HP%20prototype%20e-reader%20closeup.JPG
Sayfa çevirme hisse bile var :) Sayfa uçları yapışık olduğundan bıçakla kesilmiş sayfa hissi de verebilirlerse ne mutlu !
Bunların sağı solu belli olmaz, bakarsınız kitap kokusu hissi de verirler.
Her şeye rağmen alışmak zor olacak ....

Şu an e kitap satış rakamlarının 3 milyar doları bulduğu söyleniyor. Geçiş sandığımızdan da hızlı olabilir.

Entellektüel mülkiyetin sona ereceğine inancım tam. Gelecekte film,kitap ,müzik tümüyle parasız olacak diye düşünüyorum. Apple firması biraz sekteye uğrattı bu süreci. Ama kaçınılmaz son bence tümüyle ücretsiz bir bilişim....

Blöf
05-07-2011, 00:06
...


'Öfkelenin'

Stephane Hessel

Cumhuriyet Kitapları



Oku oku oku... bir ağacın en incecik budağı aşkına oku!


Hayda Bree...

merlin
06-07-2011, 03:21
İskenderiyeli Hypatia'nın Acıklı Öyküsü....


Önce vahşice öldürüp sonra ya da çok sonra , öldürdüğünü yüceltmek insanoğlunun yaman bir çelişkisidir.
Hypation , İskenderiyeli Thenon'un kızıdır. Dönemin geleneğinin aksine babası tarafından yetiştirilir, iyi bir eğitim aldığı kesindir zira Hypation büyük bir astronom, büyük bir matematikçi ve büyük bir hekimdir.
Matematikte o kadar ustadır ki, 13 ciltlik bir eser yazabilmiştir. Astronomi bilgisi çağın onca ilerisindedir ki, asırlar sonrasının Kepler teorisini çok önceden kavrayabilmiştir.

Yetmezmiş gibi bir de dillere destan güzelliği yok mu ?
http://www.thisiswomen.com/wp-content/uploads/2011/02/Hypatia_portrait.png



Felsefeyi yeni Platonculuğun yani Plotinusculuğun ve elbette her türlü gizem ve metafiziğin etkisinden kurtarmaya çalıştığında tarihler İsa'dan sonra 400 lü yılları gösteriyordu...

Ne yazık ki, İskenderiye eski antik görkeminden uzaktı. Sefil köylüler arasında hızla yayılan Hristiyanlığın etkisine girmişti Mısır. Daha sonra Kutsal Roma kilisesince aziz ilan edilen bir papazın kışkırtmalarıyla galeyana gelen kalabalık faytonunun önünü kestiğinde tarih tam da 415 yılının mart ayını gösteriyordu. Faytonundan indirilir öfkeli kalabalık tarafından. Hunharca dövülür....Canlı canlı parçalanır...Midyelerle eti kemiklerinden ayrılır...Kalan et ve kemik parçaları ise yakılır...

http://4.bp.blogspot.com/_4OPmNjgS2zQ/TUnwHiahUgI/AAAAAAAABUU/zWdfJe58iZw/s400/hildebrand-hypatia-philosopher-of-alexandria.jpg

Kilise , artık mağdurların asillere başkıldırısı olan masumane din değildi. Koca Roma'yı yıkabilen, mazlumun hakkı bahanesiyle bilme,akla düşmen olan ve korkunç bir güce sahip olup Avrupa'yı 1000 sene sürecek bir bağnazlığa ve karanlığa sürükleyen bir güçtü...Kendilerine felsefi bir zemin aradıklarında Roma'nın tozlu kütüphanelerinde Platon'u buldular... Öyle ki, ezilen ahlkın bir başkaldırısı olan Hristiyanlık ,fakirliği,sefaleti,açlığı dolayısıyla çileyi ,hayatın biricik gayesi ilan ediyordu...(Gaza gelmiş sefil kitlelerin ne ilk ne son eylemiydi)




Hakkında pek çok kitap yazıldı...
http://www.idefix.com/kitap/iskenderiyeli-hypatia-maria-dzielska/tanim.asp?sid=O46WZCX8L33OULGE440F

Pek çok film çekildi hakkında...
Bunlardan en yenisi Agora...
http://www.imdb.com/title/tt1186830/



En güzel hediye ise....
Hypatia'nın ismi ayda büyük bir kratere verdi. Krater sıradan bir krater değildi.İnsanoğlunun uzaydaki ilk adımı simgeleyen Apollo 11 kapsamındaki gezinin ilk adımının atıldığı yerdeki kraterdir.Hypatio, asırlar öncesinden bizleri selamlıyor, tarihin ilk kadın matematikçi ,filozof,astronom kadını olarak....
http://1.bp.blogspot.com/_eFNJMp4y82A/TNr91X4bh9I/AAAAAAAAAFA/kbjMDwX4eFA/s400/normal_Moltke+and+Rima+Hypatia+AS10-29-4324HR.jpg

merlin
06-07-2011, 03:40
Hypati'nın linci ister istemez Sokrates'i getiriyor akla...
Sokrat insanların eğtimle düzelecebileceğini, eğitimle iyi birer yurttaş olabileceklerini düşünüyordu.Kendi dönemindeki filozofları ''gökyüzünü izlemekten önlerindenki çukuru göremiyorlar'' diye aşağılıyordu. Ona göre insanların eğitimi önemliydi...
Sokrates, şehrin tanrılarına inanmamak ve onların yerine başka tanrılar koymak ve böylece gençliği zehirlemekle suçlanır. Görkemli bir mahkeme kurulur...
İdama mahkum edilir...Kendisine kaçmak şansı tanınır...Şehri terkederse gençleri zehirleyemez çünkü...Sanırım idamını da arzulamıyordu mahkeme...Kaçmaz...Baldıran otunu soğukkanlılıkla içer. Ve ölür...


Yaygın kanının aksine Sokrat 'ın kaçmamak tercihi bir kahramanlık değildir. Ya da ''tezini tarih önünde savunmak'' da değildir gayesi...
Sokrat kaçmamıştır, çünkü tezinin yanıldığı noktayı görmüştür. Tezi çökmüştür. Kendisiyle çelişkiye düşemezdi , ölmeyi seçmiştir !
Sokrat, insanların doğruyu bilirlerse, doğruyu öğrenirlerse, iyi birer yurttaş olacaklarını düşünür. Ancak kendisini yargılayan mahkemenin yargıçları arasında, kendi öğrencileri de vardır. Onlara da öğretmiştir doğruları, hem de iyi öğrenciler değil midir bunlar ?
Demek ki demiş '' insan doğru bildiği şeyleri öğrense de, ona uymayabiliyor; doğru bildiklerinin tam tersine hareket edebiliyor''...
Tüm ömrü boyunca savunduğu tezinin çöküşünü kabullenip ölümü seçmesi ise onu yaşamış insanların en yücelerinden birisi haline getiriyor.



''Sokrates'i yargılayan 500 hakimli mahkemein hiç bir üyesi bu gün yaşamıyor.Sanık Sokrat 2000 senedir kendini savunuyor! ''
Faruk Erem, Bir ceza avukatının anıları...

merlin
06-07-2011, 04:29
Hazır Yunan demişken devam edelim...
Bu sefer farklı birinden...Ne felsefe tarihinde yeri var, ne matematik kitaplarında. Onun işi aşk...Hem de yasak aşk...
Nasıl anlatsam....
Lesbos adasında doğmuş ve orada yaşamıştır.Sokrat'tan da, Aristo'dan da çok önce, ATHEN in gerçekten özgür olduğu bir dönemde yaşamış. Lesbos yani bu günkü ismi Midilli...
Ege, mavi,meltem,kumsal,çiçekli bahçeler,şarap,aşk....Bir eşcinseldir Antik Yunan'ın bu güzel şairi....Öyle ünlüdür ki lezbiyen kelimesi Midilli adasının mitolojideki isminden kalmadır sırf o orada yaşamış diye !

SAPPHO

İsmi Afrodit mitosuyla anılır...Şiirlerini ona yazdığına inanırmış Atinalılar...
Oysa bir tanrıçaya yazılamayacak kadar içtendir şiirleri...
Şehvet şairi olarak bilinir Antik Yunan'ın en büyük lirik şairi...Oysa hüzünlü şiirlerin de şairidir o....Yalnızlık rahatsız eder sizi şiirlerinde...





Büyük ölçüde şehvettir konusu ;

iki genç kız
bir yatakta
çırılçıplak yatarsa
elma gıcırtıları çoğalır


---
ey hymen! düğün tanrısı!
lesbos'un ozanları
nasıl aşıyorsa
öbür ozanları,
güvey de aşıyor
bütün boyluları!
çağırın
düğün türküsünü!
--------------------


kasırga nasıl sökerse
meşeleri kökünden
öyle sarsıyor yüreğimi aşk

Ama aniden hüzünlenir Sappho;

sappho, yeter! dedim
boşuna ne uğraşıyorsun
yumuşatmaya
o taş yüreği?

İncinir sonra....

ne garip!
en iyi davrandıklarım
bugün en çok incitenler beni

Bir de ders verir üstüne ;
yalınayak dolaşma
kıyıdaki çakıllarda
o kadar nazlıysan


Yine üzülür...
işliyor içime acı
damla
damla
--------------------------
gerçekten ölmek istedim
ağlayarak bırakıp gitti diye.

ah safo, dedi giderken,
nedir başımıza gelen?
istemeden bırakıyorum seni.

dedim ki, git güle güle,
git ama unutma beni,
biliyorsun sana bağlılığımı.

istersen anımsatayım
sana unuttuysan eğer
ne hoş ve ne güzel şeyler yaşadık;

menekşelerden güllerden
safrandan anasonlardan
taçlar takardın başına yanımda,

ve bir sürü örgüler
örüp güzel çiçeklerden
geçirirdin o incecik boynuna,

misk kokularını bol bol
beylere özgü iksiri
sürerdin o güzelim saçlarına

yatıp yumuşak döşeğe
yanı başında genç kızlar
yatıştırırdın hemen özlemini,

ne bir düğün ne bir şölen
ne de kıyıda bir oyun
yoktu ki bizim bulunmadığımız.


Sappho aslında güzel olan her şeye aşıktır....

kimi der, en güzel şey kara toprağın üstünde
bir süvari birliği, kimi piyadelerden bir ordu
kimi gemilerden bir filo; ben derim ki
"gönül verdiğidir insanın en güzel şey

--------
söyleyin herkese
en güzel türküleri
çağıracağım bugün
dostlarım için





belki de unutursun sen
ama bil ki
gelecekte birgün
bir takım insanlar
anacaklar bizi


http://americangallery.files.wordpress.com/2010/03/small_sappho.jpg



Not:Sappho hakkında pek çok kitap var dilimizde.Bir de filmi var aynı isimle...IMDB puanı aldatmasın, hiç de fena film değil...






Mihri Hanım da bizim ilk kadın şairlerimizdendir :)
Hiç evlenmemiştir.Şiirleri oldukça iyi olsa da ciddiye alınmayışına içerlemiştir, bu konuda bir nazire bile yazmıştır...
Amasya'da doğmuş ve orada yaşamıştır...Bir saray görevlisinin kızıdır...
Devrin büyük şairi Necati Bey'e gizli bir aşk beslediği söylenir.;


ben umardım ki seni yar-ı vefa-dar olasın
ne bileydim ki seni böyle cefa-kar olasın

reh-i aşkında neler çektüğüm ey dost benüm
bilesin bir gün ola aşka giriftar olasın

beni azade iken aşka giriftar itdün
göreyim sen de benim gibi giriftar olasun

beddua etmezem amma huda’dan dilerim
bir senin gibi cefa-kara heva-dar olasun

şimdi bir haldeyüz kim, ilenen düşmanına
der ki, mihri gibi sen dahi siyeh-kar olasun



Fakat Necati Bey pek sevmemiş şiiri :)

ey benüm şi’rime nazire diyen
çıkma rah-ı edepten eyle hazer

dime kim işte vezn ü kafiyede
şiirüm oldu necati’ye hem-sar

harfi üç olmağ ile ikisünün
bir midür filhakika ayb u hüner




Mihri Hatun bir kent şairidir...Amasyalı dediysek, o zaman Amasya sancağına bağlı Ladik'tendir.

Biter deryâsı içre nîlûferler
Rûh-ı zerdi virür ‘aşkdan haberler
Gülistânlar teferrücgâh yerler
Ne hoş yaylak imiş bu şehr-i Lâdik

Çevirisi;
Deryası içinde nilüferler yetişir,
sarı yüzü aşktan haberler verir,
gül bahçeleri gezinti ve eğlence
yerleridir.
Ne hoş yaylak imiş bu Lâdik şehri


Yapılmış anda bir şâhâne hammâm
Yeñi hammâm dirlermiş ana nâm
Hem olmış ay u güneş sakfına câm
Ne hoş yaylak imiş bu şehr-i Lâdik
Çevirisi;
Onda, ismi Yeni Hamam olan, şahane bir hamam yapılmış. Hem ay hem de güneş (onun)
tavanına cam olmuş. Ne hoş yaylak imiş bu Lâdik şehri




Mihri Hatun bir divan sahibi ender şairlerdendir. Konu sıkıntısı çektiği besbelli :) Kadının adının dahi olmadığı bir toplumda şiir yazan bir Osmanlı kadını ! Hem de 3-5 bin nüfuslu bir Anadolu şehrinde !

Ladik'e yeni yapılan hamamdan bahsetmiş o da, Ladik'in ağaç zenginliğinden, Ladik'in kırlarından, çiçeklerinden bahsetmiş durmuş...Devrin erkeklerinin katıldığı toplantılara(meclislere) da katılmaktan geri kalmamış...


Ne diyordu Sappho ;

dalin, en tepedeki dalin ucundan
sarkar
elmanin en tatlisi;
biraktilar orada onu, koparmadilar
sanma ki unuttular,
uzanamadi ki kimse
ta oralara."


Kimsecikler de uzanamamış bu nadide elmaya...Ömrünün sonuna dek bekar yaşamış Mihri Hatun.....




Her iki şair için en güzel dizeyi de buldum :) Filozof bahstsız kadın için de elbette....

Sen ki ey gül, çayırda kızarıp
Kurumlanıyorsun
Kıpkırmızı, bürünmüş allara
Kır şen ve hoş
Ama mutsuz olacaksın
Nice güzel olsan da


Tüm zamanların bence en karamsar/hüzünlü şiirini İspanyol mistik şair Juana Ines de la Cruz yazmış 14.asırda....Sappho'dan neredeyse 2000 sene, Hypatia'dan 1000 sene sonra ama Mihri Hatun'dan yalnızca 100 sene önce.....

Yaşadıkları çağın çok ilerisinde üç kadından bahsettim bu gece....Üç kadın, üç yalnız kadın...Dalın en üstündeki koparılmayan ,koparılamayan üç elmadan...
http://static.ideefixe.com/images/181/181184_2.jpg

merlin
07-07-2011, 01:52
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1055302&Date=07.07.2011&CategoryID=77#

Blöf
09-07-2011, 22:02
Aforizmalar-1



Çağdaşlığın hangi evresindeyiz…?

Şamanizmden Müslümanlığa geçtik denen şey 1. viteste hep tekleyen bir arabanın çamurda hareket edememesi gibidir…

Toplum % 60 Şaman, % 40 Müslüman bünyededir…

Gelişim merhalesinin bunlardan öte yolu Çağdaşizimdir…

Ammeee daha vakit erken!





Hayda Bree…

Blöf
15-07-2011, 22:08
Hayat…



Ülen hayat denen dümbük, yaşatmadın bana hiçbir şeyi:

Seni Nazım’dan öğrenmedim… Ne Che’den ne Batistuta gerillalarından…

Seni ben! bir Anadolu çocugu gibi yaşadım…

Ayrık otları vardı hep başucumda…

Su katılmamış çorba tatdım… acı bir corba… tortusu damağıma yapıştı hep…

Hardalı kitaplardan öğrendim… envay çeşit mezeyi… cacıktan öte meze yok ki bana…

İçtim hep… gündüz ayık, akşam bayık gezdim…

Küfretmedim hiç yaradana…

En büyük sitemim düzen denen zamazingo idi…

En içli sevdalara yelken açtım, benim olmayacağını bile bile…

Özenmedim hiç İngilizin kraliyet ailesine .. dükasına… prensine…şanzelizesine… bilmem nesine…

Suskun bir maraba gibi kaldım apansız yarin karşısında…

İlkokul çocuğu iken hep elimde uçsuz bucaksız bir merdiven … aya tırmanacağım dedim kendime…

Hep kandırdım kendimi ben… ama hep!

Yalan bir kandırış.. olmayacağa özlem…

Hep düş ülkesiydi kurduğum .. yıktığım!



*



Ama şu unutma:

Senin ne olduğunu senden daha iyi biliyorum!

Haberin olsun….






Hayda Bree…

gundwane
22-07-2011, 18:06
http://i51.tinypic.com/oi9ojt.jpg

Buralarda yorum yapmadan evvel okunması gereken bir kitap diye düşünüyorum..

http://i53.tinypic.com/287nrlc.jpg

1900 lerin başındaki hızlı bir borsacının anıları..
100 senelikmiş aaa demeyin..Borsalar ile ilgili çok çok temel bilgileri içeriyor..


http://i51.tinypic.com/v6ui69.jpg

Harika bir kitap..Peter Lynch in uslubuda harika..Mutlaka okunması lazım olan borsa kitaplarından birisi..

http://i52.tinypic.com/29qmhhz.jpg

Peter Lynch Yine döktürüyor..

merlin
04-08-2011, 06:06
Küreselleşen dünyada yerel kalabilmek, kalmak istersersen elbet,
''Normalleşen'' dünyada ''anormal'' olabilmek, olmak istersen elbet....

Mümkün mü ?


Uygarlık denen zımbırtı varolduğundan beri ki 4-5 bin senedir bazı topluluklar uygar diye nitelenir, yönetimin öncelikle kitleiletişim araçlarına sahip olmayı hedeflediğini görüyoruz. Tarihsel süreçte şiir yani söz asırlarca kitleiletişim aracı olarak işlev görmüş. Farsça'yı , İran şahı İsmail'den iyi konuşan ve yazan Yavuz'un Farsça şiir yazmasına şaşmamak gerek. Tıpkı İran şahı olmasına rağmen Türkçe hem de Anadolu Türkçesi ile yazan Şan İsmail'inki gibi bir tezat bu.Tezat desek de birbirlerinin halklarına karşı yegane propaganda aracıydı şiir. Ve bu aracı her ikisi de kullandılar. Ancak sonuçlara bakında Şah İsmail'in daha başarılı bir propagandacı olduğunu görüyoruz. Zira yazdığı şiirler Anadolu'da koca bir isyan çıkarmaya yetmiş .
Tüm hükümdarların ,saraylarında şair beslemesi ,saraylarda komutandan çok şair barınmasının nedeni bu olsa gerek. Kitle iletişimi kontrol altında tutmak.
Öyle ya, 15.yüzyılda bir şair, ne kadar usta olsa da kitabını bastırıp para kazanma şansından yoksun.Fuzuli sefalet içinde yaşayan büyük bir şairdi.Saraya davet edilmek için bir methiye bile yazmıştı.Ancak düzgün karakteri yalaka olmasını önlüyordu.Saraya çağrılmamıştı ve sefalet içinde ölmüştü.Bu gün sarayda şair beslenmiyor. Daha kolayı var, gazeteci besliyorsunuz. Gazete patronu besliyorsunuz tüm dünyada.
Küresel bir güçseniz nobel ödülü filan da verebilirsiniz yerel devletleri eleştiren muhabbet kuşlarına.

Matbaa ile birlikte gazeteler ise benzersiz propaganda araçlarıydılar.
İlk TV ve radyoların tüm dünyada devlet tekelinde olması tesadüf değildir. Ya da ülkemizde özel radyoların 1990 larda kurulabilmesi de öyle.

Dağınık halk kitlelerinden bir ulus oluşturma gayesindeki devletin televizyonuna ve aynı amaçtaki güdümlü medyaya bir yere kadar katlanabiliyorduk.
Fakat artık buna imkan var mı ?
Kitle iletişim araçları hiç bir zaman bu kadar elinde olmamıştı iktidarın.
Kötü bir şair ve korkak bir eylemci olan birini büyük Kürt düşünür diye tanıtabiliyorlar insanlara.
Can Dündar gibi Atatürk 'ün aslında iyi olmadığını ima eden bir film çekmek bile diyet borcunu ödemeye yetmeyebiliyor. Zira Dündar NTV'deki işinden oldu.
Ya da Banu Güven gibi bir gazeteci bile batabiliyor.




İşte bu zincirde ayrı kalabilir miyiz ?

Elbette diyorum ben...Bu mümkün...
İnternet çağında ve internette olası sansüre rağmen mümkün bu.
Milyonlarca blog var. Milyonlarca site var. Kendi haberinizi kendiniz yaratabilirsiniz.
Deneyin derim. Her gün yaptığınız şeyi yapmayın , bu akşam ulusal kanalları izlemeyin ! Haberleri izlemeyi bırakın. Gazete okumayın. En çok satan kitaplar listesine bakmayı bırakın. Kitap reklamlarından etkilenmemek dolayısıyla reklamla satılan kitaplardan uzak kalmak için kitapçıya da gitmeyin. İnternette satıyorlar daha ucuza. Özellikle gazetelerin pazar eklerinden uzak durun. TV dizilerini izlemeyin, sizin için değil onlar. Ve benzersiz birer propaganda aracı hepsi. Köşe yazarı denen insanları ayrım yapmaksızın okumayın. Ben örneğin ulusalcıların hayran olduğu şu hürriyet yazarını bile okumuyorum. O da sonuçta belli bir kesimin bülbülü. Kalemi güçlü bülbülü.

Bu iktidarı övüyor onu okumayayım , bu eleştiriyor onu okuyayım demeyin. Eleştiren de propaganda yapıyor olabilir. Kitle iletişimi küçümsemeyin. Büyük dinlerin, büyük felsefi akımların başarısı bu aracı iyi kullanmalarında yatar.
Twitter kullanın, facebook kullanın, blogları kullanın. Siz de yazın çizin.

Bakın ilerlemiş yaşına rağmen Bahçeli bile aktif kullanıyor twitteri :)
Yılgınlığa teslim olmuş ve gelecek umudunu kaybetmiş fert ya da milletler adı konmamış bir esaret yaşarlar. demiş mesela bu gün...Umudunuzu kaybetmeyin....

Kocaman bir köye dönüşen dünya....İnsanı dışlayıp ürünü yücelten, ürünün insan için olduğunu unutup hem de, aptal piyasa ekonomisi...Avrupa'da 75 000 beyaz yakalı işten çıkarılmayı beklerken...Türkiye'de yüzbinlercesi daha işine dönememişken hem de....

Fransız devriminden sonra doğan modern devlet pozivitist felsefe ile birlikte yeni bir devrim yapıyordu. Modern devlet halkın yol göstericisiydi.Günümüzde ise tüm dünyada devletin en büyük aracı olan ekonomi küresel sermayenin kontrolüne geçti. Artık devletlerin, yerel hükümetlerin önemi hiç olmadığı kadar az. Kit iletişim araçlarıyla yayılan MODA kavramı artık hayatın döngüsünü belirliyor. Geleneksel aile dağılıyor derken artık çekirdek aile de dağılıyor. İnsanlar en fazla tüketen canavarlara dönüşüyor. Kendine, insanına, halkına, ürettiğine yabancı insanlar var artık.
En acısı dünyayı değiştirecek insanlar, devlet adamları, yazarlar yok.

Yine de....


Yine de...

Hapis yatacak olana bazı öğütler....
Dünyadan memleketinden insandan
umudun kesik değil diye ipe çekilmeyip de
atılırsan içeriye yatarsan on yıl on beş yıl
...daha da yatacağından başka
sallansaydım ipin ucunda bir bayrak gibi keşke
demeyeceksin yaşamakta ayak direyeceksin.

Belki bahtiyarlık değildir artık
boynunun borcudur fakat
DÜŞMANA İNAT 1 GÜN FAZLA YAŞAMAK!

İçerde bir tarafınla yapayalnız kalabilirsin
kuyunun dibindeki taş gibi fakat öbür tarafın
dünyanın kalabalığına öylesine karışmalı ki
sen ürpermelisin içerde
dışarda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa.

İçerde mektup beklemek
yanık türküler söylemek bir de
bir de gözünü tavana dikip sabahlamak
tatlıdır ama tehlikelidir.

Tıraştan tıraşa yüzüne bak
unut yaşını koru kendini bitten
bir de bahar akşamlarından.
Bir de ekmeği son lokmasına dek yemeyi
bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman.

Bir de bakarsın sevdiğin kadın sevmez olur
ufak bir iş deme yemyeşil bir dal kırılmış
gibi gelir içerdeki adama.

İçerde gülü bahçeyi düşünmek iyi,
dağları deryaları düşünmek fena
durup dinlenmeden yazmayı
bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana
bir de ayna dökmeyi.

Yani içerde on yıl on beş yıl
daha da fazlası hattâ
geçirilmez değil geçirilir
kararmasın yeter ki
sol memenin altındaki cevahir.

N.H.RAN

Blöf
07-08-2011, 09:55
Elif Çafak




200 bin sattı çıkar çıkmaz kitabı…

Kolay mı..!

Türkiye’nin yeni Halide Edibi…

Hocanın üflemesi ile yolu açıldı…

Kocası amiral gemisinde…

Genç kızlarımızın yeni idolu: Elif Şafak!




*



İngiliz yazar Zadie Smith’in İnci Gibi Dişler romanını bir güzel araklamış Elif kızımız…

Öyle böyle değil…

Kitapta anlatılan aileyi Türk yapıp bastırmış kitabı…kelimesi kelimesine…

Yakışır biricik kızımıza…

Öyle gördü.. öyle bildi…tatlı sularda öyle kulaç attı…

Türkiye, dediğin harala gürele… arada kaynar kaybolur…kimsede çakmaz durumu dedi kendine, kocasıda teşfik etmiştir yayınla yayınla diye…pensilvanyadaki keza öyle…

Bizde yedik hani!



Hayda Breee…

jojo
07-08-2011, 10:42
Tebrikler sayın Merlin.
Güzel bir topik yapmışsınız.
Katılımcılar şimdilik az ama, kalite çok iyi.

merlin
10-08-2011, 17:07
Tebrikler sayın Merlin.
Güzel bir topik yapmışsınız.
Katılımcılar şimdilik az ama, kalite çok iyi.
Tesekkürler :) Katılımcı az evet, ama maalesef yapacak bir sey yok. Burası Türkiye.

merlin
11-08-2011, 04:06
Elif Çafak




200 bin sattı çıkar çıkmaz kitabı…

Kolay mı..!

Türkiye’nin yeni Halide Edibi…

H

Hayda Breee…
http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1312884933&year=2011&month=08&day=09



Müzükte popstarlara, sinemada da sinema yıldızlarına alışmıştık. İzlemiyorduk dinlemiyorduk oluyordu.
Ama edebiyatta da zorlama ''starlar'' sahiden mide bulandırıyor. Bu edebiyatın entellektüel bir uğraş olmasından kaynaklanıyor.
Sonuçta Elif Şafak 'ın yazdıklarının edebi bir değeri olmadığını düşünüyorum.
Ama bu tip yazarların çok satması aslında dünya halklarının içinde kavrulduğu cahilliği yüzümüze vuruyor.


Bu yeni bir moda. Kitaba Kuran'dan bir ayet, peşinden İncilden bir alıntı, peşinden bir de musevilere gönderme...Hepimiz kardeşiz ayakları....


Üzüldüğüm tek nokta var, gerçekten okumak isteyenler, okumaya meraklı insanlar okuyorlar bunları. Çünkü piyasa ve sahtekarlar çetesi medya insanların önüne bunları koyuyor.Türk edebiyatında ne denli güzelliklerin olduğunu bilmiyorlar, anlatan olmadı onlara.


İlkokulda,ortaokulda, lisede...Ve hatta akademide edebiyat fakültelerinde...
Nazım komünist diye incelenmedi ve okutulmadı.
Garip akımı cahiller diye okutulmadı.
Cemal Süreya erotik diye okutulmadı.
Yaşar Kemal tehlikeli bulundu okutulmadı.
Bir tek Sait Faik'i inkar edemediler. Onun da suya sabuna dokunmayan hikayeleri özenle seçildi.
Namık Kemal 'i büyük yazar, Ziya Paşa'yı büyük şair diye okutmaya çalıştılar. Yurttaş değil militan yetişitrmeyi amaçlayan eğitim sistemimize insanların tepkisidir aslında cehalet. Siz hiç elinde Namık Kemal kitabı olan birini gördünüz mü ?
Tarihi kişiliktir, vatanseverdir ,önemlidir. Tamam ama edebiyat ?


Kafka'yı bilmeyen edebiyat öğretmeni arkadaşım var.
Edebiyat öğretmenlerinin bu denli vasat olduğu 80 neslinin Elif Şafak okumasında aslında yadırganacak bir şey de yok.


Ürkünç olansa tüm dünyada edebiyatın da piyasanın kontrolüne girmesi. Vasat bir yazarı hatta bir hırsızı büyük yazar diye allayıp pullayıp bir de nobel payesi verebiliyorlar.


Klasiklere devam...Mobydick halen eğlenceli, DonKişot halen duygusal hatta Odsseia halen aşılamamış, Şekspir halen en büyük...

merlin
12-08-2011, 04:12
Kant tüm ömrü boyunca, hiç aksatmadan her gün akşam üstü bir saat yürüyüş yapmış.
Bunu tek bir gün aksatmış , Fransız İhtilalinin olduğu gün yürüyüşünü yapmamış.
Lüzumsuz bir bilgi işte (:

merlin
12-08-2011, 04:35
Yaşı 30 un üstündeki herkes ansiklopedi dönemine yetişmiştir sanırım. Gazeteler 30 kupona 2 cilt ansiklopedi verirdi. Bir senenin sonunda 24 cildi tamamlardınız. Bu ansiklopediler evlerin baş köşesine dizilirdi. Ama hiç okunmazdı. Üç beş sene orada durduktan sonra evin hanımı ya ölen kocasının ardından bunları bit pazarında satardı. Ya da kocası sağsa bile yeni alınan mobilyaları bahane edip bunları çöpe atardı.
Doğrusunu söylemek gerekirse ansiklopediler ülkemizde bir moda olmaktan öteye gidemedi. Dönemsel bir modaydı işte(o da ne demekse, moda zaten dönemsel olur değil mi ? ). Evin bir köşesinde ciltler dolusu kitap dizilmesi de bir modaydı işte.
Bu ciltlerin ortak kaderi ise hiç okunmamasıydı.

Bizim evde Büyük Larousse vardı. Peşinden Memo Larousse'yi de almıştık. Memo 4 ciltlik ,görseli bol nefis bir ansiklopediydi. Evrenin kökeninden başlar, canlının evrimini inceler, hayvanlar alemine göz atar, bitkileri inceler, tek tek çiçek türlerini bile sayardı. Peşinden insana döner, ilk medeniyetler, tarih öncesi devirleri, medeniyetin doğuşunu , devleti,filozofları incelerdi. Son cildinde dünya ekonomisiyle Türk ekonomisine de değinirdi. Çok şey öğrendiğimi ifade etmeliyim o ansiklopediden.

Büyük Larousse ise bir hastalıktı bende. Baştan sona değil elbette ama pek çok maddesini okumuştum.


Üniversiteli olup Ankara'ya gittiğimde ve her öğrenci gibi yolum bit pazarına düştüğünde :) ciltler dolusu ansiklopedi gördüm. Bunun yanında binlerce cilt kitap gördüm. Sahipleri ölmüş belki, çocukları babalarının,annelerinin hatırılarını satmaktan geri durmamış diye düşünmüştüm. Bana çok hüzünlü gelmiştir hep bit pazarlarındaki kitaplar.


Ansiklopedilerin kişilerle ilgili maddeleri ise apayrı bir hüzün içerir. İşte birisidir o da, doğmuş,yaşamış ve ölmüştür. Bir parantez açarlar ,araya doğum tarihi, ölüm tarihi yazılır, parantez kapanır. Kısaca eserlerinden bahsedilir. O artık ölüdür. Ne kadar kötüdür, acımasızdır ...
Ne bileyim işte...

Hasan xxx
(1912-1977)
Türk kozmonot.Niğde'de doğdu.İTÜ de okudu.
Uzaya çıkan ilk Türk olamadı.
Kozmonotların yaşamı isimli kitabı yazdı. İstanbul'da öldü.



Bu mudur yani? Bu kadar mı ?
Ne biliyorsunuz ki siz! Adam aşık olmuştur, kız onu sevmemiştir, kızı başkası almıştır...Adamın anası ölmüştür ,babası ölmüştür, bağrı yanmıştır. Belki emekli olduktan sonra canı sıkılmıştır. Hem belki mutsuz bir evliliği vardı . Belki yağmuru çok severdi...Benim gibi gastiri vardı belki onun da. Ve yalnızca 65 yaşında ölmüş adam. Belki torununu bile sevemedi. Hem belki hiç evlenmedi o.Yapayalnız öldü gitti.
Ama anlatamazsın ki...


Kitaplarda Ölmek
Adı, soyadı
Açılır parantez
Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti
Kapanır, parantez.

O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı
Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları.

Ya sayfa altında, ya da az ilerde
Eserleri, ne zaman basıldıkları
Kısa, uzun bir liste.
Kitap adları
Can çekişen kuşlar gibi elinizde.

Parantezin içindeki çizgi
Ne varsa orda
Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci
Ne varsa orda.

O şimdi kitaplarda
Bir çizgilik yerde hapis,
Hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki,
Öldürebilirsiniz.
Behçet NECATİGİL

merlin
12-08-2011, 05:09
Türkiye'de yazılmış en iyi akademik kitap nedir dense hiç düşünmeden vereceğim yanıt Sıddık Sami ONAR'ın İdare Hukukunun Umumi Esasları olurdu.
Onar sıradan bir hoca değil(günümüzde hocalara akademisyen deniyor, labaratuvarda fare besleyen, bunlar üzerinde deneyler yapan ....wikipediadan doktora tezi yazan....kampüs sınırlarına çıkması hoş karşılanmayan teknik kişilere ilndirgendi hocalık. ONAR a akademisyen demeye dilim var mıyor, o bunun çok ötesinde , bu devletin en yetkin teorisyenidir belki de ! )



Türkiye Cumhuriyetinin kurucuları hangi çağda yaşadıklarının bilincinde olan yetkin insanlardı. Fransız kültürüyle yoğruldukları için Rousseau'nun ulus ve ulusal egemenlik kavramlarının etkisindeydiler.
Çağ boylesini gerektiriyordu. Ve tercihleri doğruydu.

Ancak elbette devletin kurulması her şeyin rayına girmesine yetmiyordu. Devlet teşkilatı da kurulmalıydı. Peki ama nasıl ?

ONAR bu ortamda , Asyalı bir millet olmaktan hiç gocunmadan ve Avrupalı meslektaşlarından hiç de geri kalmadan ,devlet kurumlarının genel teorisini formülize etti. Fransız idare doktrinini Türkiye'ye yerleştirdi. Son derece titiz olunması gereken yasama-yürütme-yargı ayrılığı denen erkler ayrılığını kusursuz biçimde işledi. Üniversiteleri genel devlet idaresinden ayrı bir şekilde düzenledi.
Ve tüm birikini Umumi Esaslar isimli şaheserinde topladı.

3 ciltlik bu dev eserde bir kurum , örneğin üniversiteler ,incelenirken önce Osmanlılar'a hatta zaman zaman Selçuklular'a kadar indi hoca. Kurumlara bir zemin buldu. Bunu yaparken hiç gocunmadı. Kitabının üniversitelerle ilgili kısmında ''bizde her şeyin batıda daha üstün olduğuna dair bir inanç vardır. bu inanç 300 senedir süren aşağılık kompleksinden başka bir şey değildir.16. yüzyıl Avrupası'nın meşhur üniversitesi Soron'da bu çağda eğitim kilisenin bahçesine atılmış 3 sandalyede papazlık eğitiminden ibaretti.aynı dönemde Osmanlı medresesinde astronomi,cebir,fizik ve tıp başta olmak üzere mükemmel bir eğitim verilirdi'' der.
Ancak hoca bu kurumların eskidiğini, reformun artık yetmeyeceğini de biliyordu. Hoca aynı zamanda güncel dünya siyasetini de yakınen izliyordu. 1961 anayasaının baş teorisyenidir. Anayasayı yazan heyetin başkanıdır. 1961 anayasası bir devrim anayasasıdır.Bir hukuk şaheseri diye bilinir. Çok az anayasa millet üzerinde bu anayasa kadar etki yapmıştır. Anayasa yürürlüğe girdikten hemen sonra , Avrupa'daki öğrenci hareketlerinin de etkisiyle ülkemizde büyük bir fikir hürriyeti başlar.


Biraz düşünelim...
Türkiye'de yazılmış en iyi romanlar, en iyi hikayeler, bestelenmiş en iyi şarkılar ve çekilmiş en iyi filmler bu dönemden kalmadır. Bu anayasanın çocukları yapmıştır bunları.
Bireyi devlete ,devleti küresel güçlere, hukuku egemenlere karşı koruyan tek kelimeyle şah eser niteliğinde bir kanundur bu anayasa.
Hakimler kurulu, Anayasa mahkemesi , DPT ,TRT gibi yeni kurumlar bu anayasa ile mükemmel biçimde kurgulanmıştır. Daha sonra 1970 li yıllarda çıkarılan sosyal güvenlik yasalarıyla çalışma hayatı da düzenlenmiştir. Anayasa sosyal bir piyasa öngörmekteydi. Ancak küresel güçler önceden sezinlendiği ve dönemin Avrupa anayasaları da aynı doğrultuda olduğu için serbest piyasa ekonomisine sert geçişe hiç de uygun değildi.


Anayasa askeri, sanayiciyi, işadamlarını ve Amerika'yı rahatsız etti. Maalesf bu özgürlükçü anayasa bir darbeyle yürürlükten kaldırıldı.
Yerine konan aMayasa ise defalarca değiştirilerek YAMAYASA ya döndü. Yine de günümüz insanını tatmin etmiyor. Doğrusu Türkiye'nin 30 senedir, 30 sene önce yürürlükten kaldılarılan bir anayasayı aradığını söyleyebiliriz !


Bilge hoca en büyük eserinin faşizanca yürürlükten kaldırılışını görmeden vefat etti. Yaşasaydı 1982 anayasanın yapılamayacağı da söylenir. Öylesine de otoriter,saygındır hoca.

Onar , Anadolu ihtilalinin bir çocuğuydu. Gözlerinin önünde kurulan devleti bir mucizeyi görmüştü. O coşkuyla bu ülkenin de devlet düzenini gelişmiş Avrupalı devletler zeviyesinde düzenlemeyi kendine amaç edindi.
Ancak tahkim, özelleştirme gibi neoliberal kavramlara mesafeli olan, yalnızca temel hak ve özgürlükleri düzenlemekle yetinmeyen, ekonomiyi de kişi özgürlüklerinin ayrılmaz bir parçası sayan bu anayasa maalesef değişen dünyada kendisine biçilen yeni rolü kapan Türkiye'de yürülükten kaldırıldı. Anayasa Mahkemesi 1982 anayasasında bile bu yeni kavramlara uzun süre direndiyse de 1990 ların ikinci yarısında çözülmeye başladı, önce özelleştirmelerin önünü açan meşhur kararını verdi, sonra özel eğitim kurumlarının mümkün olduğunu belirten kararını verdi. Daha sonra tahkim ve büyük özelleştirmelerle ilgili kararlarını da vererek yeni anayasanın özüne sadık kaldı !

Yine de Türkiye'deki halen var olan pek çok kurumun gizli kurucusudur Onar. Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti olamamıştır belki ama bir kanun devleti olabilmek bile bir Asyalı devlet için büyük başarıysa eğer bu başarıyı Onar'a borçluyuz desek abartmış olmayız.

merlin
18-08-2011, 14:38
Her kitap bir zenginliktir.
Kitap tehlikeli değildir. Kitap yazmak suç olamaz. Kitaplar yasaklanamaz.


Gibi değerlendirmelerin doğruluk payı nedir ?
Bir kitapta yalan yanlış şeyler yazabilir ama okuyucu sonuçta doğruyu yanlıştan ayırd edebilir diyebiliriz ama bu da doğru olmayabilir ki bana göre doğru değil.

Bir kitap son derece tehlikeli olabilir insan ve insanlar için.

İnsanlık tam 1500 sene Aristo ve Platon'un yazdığı saçmalıkları kesin doğru saydı örneğin.
Aristo dünyanın, evrenin merkezi olduğunu savunuyordu. Ve dünya değil diğer gökcisimleri dönebilirdi en fazla !
Yine bu filozof kadınların erkekler gibi 32 dişinin olmadığını savunuyordu.
Her yazdıkları elbette yanlış değildi ama yeterince yanlış şey yazmıştı bu filozoflar.
Yazdıkları Sümer eksenli dinlerin evren, tanrı ve insan kurgusunu teyid ediyordu.
Orta çağda kilise tam da bunları savunuyordu. Dünya evrenin merkezidir, efendim yuvarlak filan da değildir. Öyle ki dünyanın döndüğünü yazan Kopernik , dünyanın yuvarlak olduğunu üstelik döndüğünü, dünyanın evrenin merkezi filan olmadığını, dünyanın ve aslında tüm evreni döndüğü yazan Galileo yargılanıyordu.Çünkü hakim gücün (din) kitabı daha güçlüydü ve bunların tam aksini iddia ediyordu. Giardono Bruno ise bunlar kadar şanslı değildi. Benzer bir tezi savunduğundan ve sözlerini de geri almadığından diri diri yakıldı.



Ya da düşündüğümüz ama açıkça ifade edemediğimiz , SÜmer ve Asur ülkelerinde yazılan üç beş yüz tabletin tam 5000 senedir mutlak doğru sayılabildiğini düşünelim.


Filozof(!) Gazali'nin tüm felsefeyi ,sosyolojiyi, bilmi çöpe yolladığı Fİlozofların Tutarsızlığı isimli kitabının tüm İslam coğrafyasını 1000 senedir süren bir karanlığa sürüklediğini düşünelim ya da....Bir kitap bu denli etkili olabilir mi ? Eğer ortam müsatse ve koşullar uygunsa bu mümkün. DÖnemin bilim kültürü medreseler ve saraylarda beslenen bilim adamlarınca belirleniyordu. Ve Gazali son derece güçlü ve etkiliydi. Yazdığı kitap dönemin bilim çevrelerince tutarlı bulundu. İslam coğrafyası kendisine 300 sene altın çağ yaşatan kitapları çöpe yolladı. Etkisini halen hissediyoruz.


Bu kadar ünlü olmasa da, insanlık üzerinde bunca etkili olmasa da kitap daha küçük etkiler yaratarak da tehlikeli olabiliyor. Örneğin nerede ve kim tarafından yazıldığı belli olmayan bir kitapta bir devlet adamının özel hayatı hakkında gerçekdışı iddialar ortaya atılabiliyor. Çamur atılıyor izi kalıyor yani...
Ya da ülkemizde gazetecilerin yazdığı kitapların çok büyük kısmı(bence tamamına yakını) taraflı ve son derece aldatıcı...Geçenlerde bir tanesini okudum, malum bir terör örgütünün aslında iyi olduğunu savunuyor bu gazeteci. İnanlar, etkisinde kalanlar oluyordur mutlaka.


Sonuçta ''yalan'' insan var olduğundan beri var. Ve yazının icadıyla birlikte yalan kitlesel hale geliyor. Yalan kadar ve belki de daha etkili olan palavra, uydurma, hayal ise ete kemiğe bürünebiliyor yazı sayesinde.




Bu nedenlerle kitap elbette tehlikeli olabilir.
Peki yasaklama ? Tehlikeli kitabı yasaklamak ?

Bu kültür birikimi, değer yargıları gelişmiş toplumlarda olabilir . Ama bu toplumlarda zaten buna gerek yoktur. Bilim çevreleri, akademiler, bilimsel dergiler zaten yalan, palavra kavramlarıyla gerçei ayırd edebiliyor. Ancak bu toplumlar bile mantık ilkelerine uymayan, duygusal zekanın ürünü edebi eserlerin etkisinde kalabiliyor yine de. Örneğin bir romancı kitleleri sürükleyebiliyor. Tolstoy un son döneminde yazdığı hemen her şey edebi açıdan ÇÖP niteliği taşır. Ama yaşadığı dönemde çevresinde çok etkili olmuş. Şaheseri Savaş ve Barış , Anna Karanina gibi başyapıtlarını ise kendisi bile inkar etmiş. Sonuçta Yeni İsacılık denen bir akım başlatabilmiş Dev Yazar...
Yine de gelişmiş toplumlarda kitap yasaklama artık tercih edilen bir uygulama değil. Yasaklama sonuçta toplumsal muhalefetin önündeki bir engel olarak görülüyor. Ve aynı zamanda yasaklanan tehlikeli kitapların arasında belki de çağımızın Brunolar'ı var.
İşin aslın günümüzde bu toplumlarda sermaye-siyaset-medya ayağı son derece güçlü. Yasağa da gerek yok. Yüzbinlerce kitap basılıyor her sene. Ve medya , gazete ediitörleri çok satacak kitabı belirleyebiliyor.
Genç bir bilim adamının tezi gündeme dahi gelmeyebiliyor.
Ve insanlık sanki, Aristo'nunki gibi yeni saçmalıklara daha sakin ve kuşkulu yaklaşıyor.
5000 sene öncenin Yunan ozanlarının çok tanrı masallarına kanacak çok insan vardı. Bu gün bu oldukça zor.


Bizim gibi toplumlarda ise durum karışık. SOl ve sağ terör halen var. Devlet halen sorgulanıyor. Devletin temelleriyle sorunlu olan çok geniş bir kesim var. Ancak bu durumda bile yasağı savunmak zor. Çünkü yasağın uygulayıcılarının sicili geçmiş 80 senede pek de parlak olmadı. Şiir kitapları , batıda üzerine tez yazılan felsefi kitaplar başta olmak üzere pek çok kitap uzun süre yasaklandı. Son 20 senede bir durulma gözlemlesek de halen bu yasağın sürdüğünü görüyoruz.


Tüm sakıncalarına rağmen kitabı yasaklamamak gerekir diye düşünüyorum. Bu yasağa inanmamadan değil , yasaklayan mekanizmalara inanmamamdan kaynaklanıyor.


Ya da şöyle diyelim, insanlık halen sakıncalı kitap - faydalı kitap ayrımı yapacak kapasiteye erişememiştir. Şu halde bırakınız yazsınlar, bırakınız konussunlar....



(Yazım güncelle ilgili değil, ülkemizin sicili malum. Faydalı kitapların bile yasaklandığı, okuyucunun yerine devlet dairelerinde karar verildiği bir ülkeyiz)

merlin
18-08-2011, 15:30
Klasiktir işte, savaş yıllarında doğmuştur, genç Cumhuriyeti görmüştür. Bazı faaliyetlerde bulunmuş ve sonra ölmüştür.

Binlercesi yok mu böyle?


Prof.Dr.Nusret Fişek onca şey yapmasa bu gün kimse anımsamazdı sanırım.
1940 lara dek sağlık hizmetlerine yön veren Refik Saydam'dan aldığı toplum için sağlık bayrağını en yukarılara dek taşıyan gerçek bir Cumhuriyet devrimcisi ve en önemlisi gerçek bir hekimdi.

Hekimlere henüz doktor denmediği belki yeni yeni ''doktur'' diyenlerin olduğu bir dönemde sağlığı bir sektör olarak algılamanın saçmalığını sezmiş ve toplumsal sağlığın yerleşmesi için çalışmıştı.


Uzatmaya gerek yok, Nusret Fişek'in Türkiye'ye ve Türk insanın katkısı saymakla bitmez.

Sağlık Ocaklarının gerçek kurucusu, fikir ve isim babasıdır. O sağlık ocakları ülkenin her köşesine kuruldu. Fakir devletin fakir insanları , en ücra köyde bile ilk kez doktorla tanıştı. Hemşire ile tanıştı. Çocukları doğruan cahil köy ebelerinin yerini hemşireler, çocukları tedavi eden(!) muskacıların yerini doktorlar aldı.
Proje mükemmeldi. Halkın tamamının kısa sürede ulaşabileceği sıklıkta sağlık ocakları kuruluyor, bu ocaklara en az 1 doktor ve yeteri sayıda sağlık memuru, hemşire ve ebe atanıyor, ilk tedavi burada sağlanıyor, tedavi mükün değilse hasta derhal en yakın devlet hastanesine yollanıyordu. Ancak ocakların asıl görevi koruyucu hekimlikti. Yani insanların hasta olmasını engellemek. Sağlık ocakları köylere helayı öğretmekten(sahiden de bunu bilmeyen köyler vardı) , ishal salgınlarına ,sıtmadan trahoma kadar onlarca misyonu yerine getirdi. Veremle,sıtmayla ve pek çok salgın hastalıkla mücadele ettiler. Ama asıl başarıları ana-çocuk sağlığı konusundaydı. Milyonlarca çocuğu bedelsiz şekilde aşıladılar. Ocağa gelemeyenleri kapılarına kadar gidip aşıladılar. Her doğan çocuk için bir karne aştılar. Bu karnede aşısı eksik çocuğu buldular. Sonuçta çiçek, sıtma, verem, çocuk felci tarihe karıştı.
Ve ilk kez olmak üzere nüfus kayıtlarını tuttular. Öyle ki bir şehrin nüfusunu tam olarak tespit edeceğii tek devlet kurumu sağlık ocaklarıdır. Her insanın bir kaydı vardır orada. Doğunca açılır, ölünce kapatılır o kayıt.


Nusret Fişek tüm bunların fikir babasıydı.


Daha sonra toplum hekimliği kavramını başlatıyor, 224 sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesine Dair Kanun'u hazırlıyor ve kanunun yürürlüğe girmesi için çaba sarfediyor. Bunda başarılı da oluyor. Tıp Fakültelerinin bu yasa doğrultusunda hekimlik yapması için didiniyor. Bunda da başarılı oluyor. Tıp müfredatını değiştiriyor. Ve yasaya uyulmadığını gördüğünde yasanın uygulanması için yoğun uğraş veriyor.

Ömrünün sonuna dek yasayı savunuyor. Türkiye 'de sağlığı bir hizmet olarak gören anlayışı savunuyor. Bu anlayışın antitezi olan ''sağlık bir sektördür'' ile mücadele ediyor.

NE yazık ki onun eseri artık yok. Sağlık ocakları ne işe yaradığı bilinmeyen Aile hekimliğine dönüştürüldü. Ama atı alan Üsküdar'ı geçti, milyonlarca bebe sağ salim doğdu, aşısını oldu bu insanlar sayesinde.

Hoca 70 yaşını epey geçmişken Ankara'da 1988 yılında 2500 hekimi sokağa dökebildi. Hasta ve hekim hakları için düzenlenen bu yürüyüşe tabibler birliği , kurucusunun izinden giderek tam destek vermişti.
Bunları rahatsız etmezsek(siyasetçileri) bunların bir şey yapacağı yok demişti hoca....
Eseri bazı ülkelerce model olarak alındı. Dünya Sağlık Örgütü Afrika ülkelerine bu modeli önerdi.
Nur içinde yatsın...
http://www.istabip.org.tr/icerik/nf1_.gif

aminoasit
24-08-2011, 01:21
Klasiktir işte, savaş yıllarında doğmuştur, genç Cumhuriyeti görmüştür. Bazı faaliyetlerde bulunmuş ve sonra ölmüştür.

Binlercesi yok mu böyle?


Prof.Dr.Nusret Fişek onca şey yapmasa bu gün kimse anımsamazdı sanırım.
1940 lara dek sağlık hizmetlerine yön veren Refik Saydam'dan aldığı toplum için sağlık bayrağını en yukarılara dek taşıyan gerçek bir Cumhuriyet devrimcisi ve en önemlisi gerçek bir hekimdi.

Hekimlere henüz doktor denmediği belki yeni yeni ''doktur'' diyenlerin olduğu bir dönemde sağlığı bir sektör olarak algılamanın saçmalığını sezmiş ve toplumsal sağlığın yerleşmesi için çalışmıştı.


Uzatmaya gerek yok, Nusret Fişek'in Türkiye'ye ve Türk insanın katkısı saymakla bitmez.

......



yer işgal etmemek için alıntıyı kısa tuttum...

tıp fakültelerinde hep anlatılır... ama "ders" ya, bir de vatandaş "tıp fakültesi"ne girmiş ya,

kaale bile almaz....

AMA bilmez....

bugünlere nasıl gelindi?
toplum sağlığı ne demektir?
koruyucu hekimliğin önemi?

....

bilmez...

O sadece tus'a 'konsantredir'...

Bir hocam birşey anlatmıştı vaktinde...
'bu çocuklara iyi eğitim vermek, kesinlikle gerekli!'
biraz şaşırıp Hoca'ya baktım... doğru idi doğru olmasına da bizler diğer görevlerle uğraşıyorduk...
"zamanı gelecek, bizi bunlar entübe* edecek !" demişti...

*entübe, entübasyon: kalp-solunum durması durumunda sağlık personeli tarafından uygulanan 'şey'...


ne diyeyim bilmiyorum...


.

merlin
06-09-2011, 19:29
Devletin kuruluşu yıllarının sorgulandığı şu son yıllarda o dönemi anımsamak adına okunası bir kitap Kurtuluş ve Kuruluş . Yazar Bülent Tanör erken sayılabilecek yaşta hayatını göze yuman çok değerli bir anayasa hukukçusu idi.
Kitap iki kısımdan oluşuyor ;önce kurtuşuş inceleniyor, sonra kuruluş....
Bu konuda yazılan çok fazla kitap var ve diğer yanda resmi bir tarih yazını var. Ancak bunların çok azı değer taşıyor. Bir kısmı salt efsane, bir kısmı neredeyse destan, bir kısmı palavra...Bir kısmı ise tarihi çarpıtmak üzere kurgulanmış saçmalıklar(içlerinde ünlü akademisyenler de var bu çarpıtanların)


Tanör kitabın her satırında akademik kalmayı başarıyor ancak kitap akademik kitabın sıkıcı diline de sahip değil. Tanör özellikle yerel kongreler üzerinde duruyor kurtuluş babında. Devrim Tarihi derslerinde şöyle bir geçiştirilen kongrelerin önemi üzerinde duruyor. Kuruluş ise yapılan devrimlere dair çok farklı bir bakış açısı sunuyor.

Yazar , bu konularda kalem oynatanların aksine devrimleri başarısız ya da çok başarılı saymayıp gerçekçi bir tavır takınıyor. Kemalizmin bitmediğini, olsa olsa bir postkemalist süreç yaşanacağını savunuyor.
Şunu da söyleyebilirim , yazar alışılmış anlamda bir kemalist değil esasen. Daha çok batılı bir düşünür gibidir hoca. Ancak kemalist ordu tarafından görevine son da verilse, baskı da görse pek çoklarının aksine bir intikam güdüsüyle de yazmadığı açık. Sonuçta sosyal bilim taraftarlığı affetmez...



Son 10-15 senelik süreçte ilginç bir süreç yaşıyoruz sosyal bilim anlamında. Bu yeni bir şey. İnsanlar saf tutuyorlar resmen. En basit konuda bile , atıyorum Erzurum kongresinde bile, bu kongrenin aslında yapılmadığını iddia edebilen akademisyenler de var , kongreyi devletin miladi sayanlar da. Orta da bir gariplik var açıkçası.
Bir kısmı küreselleşmeye direnmek için Kemalizme aslında sahip olmadığı anlamlar yükleyerek bu ideolojiyi son derece dar kalıplara hapsediyor. Diğer cephedekileri ise ben hiç bir zaman anlayamadım zaten.Eskiden yoktu bunlar. Bilim adamı bilim adamıydı. Taraftar bayrağı sallamak yerine gerçeği arıyordu insanlar...
http://static.ideefixe.com/images/96/96733_2.jpg

merlin
11-09-2011, 01:00
http://static.ideefixe.com/images/184/184369_2.jpg
Osmanlı'da Seks , Osmanlı'da seksin nasıl bir şey olduğuyla ilgili bir akademik yapıt değil, bir araştırma hiç değil.
Dönemin kitaplarından , fıkralarından, şiirlerinden alıntılarla dolu bir kitap. Kitap sanırım ''Osmanlı'nın aşırı muhafazakar , savaşmaktan sevişmeye vakit ayıramayan ''şeklindeki tarih doktrinini yıkmak diyemesem de sarsmak için yazılmış...
Dünya güzelleri hakkında aydınlatıcı bilgilerle dolu kitap yazanlar mı dersiniz, bu gün yazılsa kıyamet kopacak ''İstanbul hamamlarının oğlanları hakkında kitap mı ''?
Nasrettin Hoca'nın hiç duymadığımız fıkralarına ne dersiniz ?

Eğlenceli bir kitap...Hem de çok...

aminoasit
11-09-2011, 01:06
...
Eğlenceli bir kitap...Hem de çok...

Ali Rıza Demircan geldi aklıma...


nasıl sansonyeldi bir aralar...


.

merlin
11-09-2011, 01:51
Günümüzde yazarlık yerine göre çok kolay...Orhan Pamuk gibi az bilinen bir yazarken ciddi bir kampanya ile küresel yazar olabilirsiniz. Ya da Elif Şafak'ın romanını ön siparişle alabilirsiniz. Bir kaç yüz bin satabilir romanınız.
Ama çok da zor yerine göre. Kimsenin sizden haberdar olmaması mümkün. Hiç bir yayınevinin sizin kitabınızı basmaması da.
Vasatın da altında bir yazarı 10 dile bile çevirtebilecek bir lobi var Türkiye'de.

İsveç'te yaşayan bir arkadaşım anlatmıştı...Aslında demişti, ''Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk ve Ahmet Altan da dahil olmak üzere burada insanların bu yazarları çok okuduğu, çok sevdiği doğru deği''...''İnsanlar bunları çok okumuyor, insanlar çok okuyor.Ve yabancı dilden çevrilmiş yazarları çok merak ediyorlar. Türk edebiyatını da bu arada merak ediyorlar. Ve çevrilen çok az yazar var. Ne bulsalar okuyorlar. Yaşar Kemal'in eşi kitaplarını çevirdiği için tanındı.'' Ama diye ekliyor ''örneğin Sait Faik çok önemli bir yazar olmasına rağmen tanınmıyor , çünkü çevrilmedi''
Tabi Yaşar Kemal ile Altan'ı bir kefeye koymak doğru değil. Çok büyük bir yazar o....Ama şanslı olduğu da kesin...


-------------------------------------------------------
Fakültede öğrenciydim. 1990 ların son yılları...Bir kitap gördüm arkadaşımda, çok ilginç bir kapağı vardı. Osmanlı'nın 16 ya da 17. yüzyılı olmalıydı, desenlerle doluydu kitabın kapağı...Aynı kitabı başka birinde de gördüm. Sonra başka birinde...Ve çevremde pek çok insanın onu okuduğunu gördüm. Ben o yıllarda klasiklerden başka hiç bir roman okumazdım. Halen de öyleyim gerçi ya !
Ve son dönem Türk edebiyatında okumaya değer bir şey görmezdim. Bunda Ahmet Altan ın 3 romanını okumamın etkisi büyüktü. En çok satan bu olduğuna göre en iysi bu yenilerin herhalde diye okumuştum. Ama son 30 senede yazılmış hiç bir şey okumamaya karar vermemi sağladı bu yazar. O derece kötüydü...Ama kitabının bilmem kaç dilde de basılması ve çok satması beni şaşırtmıştı. Demek ki dedim dünya halkları da sandığım kadar zevkli değil....

Neyse, işte bu önyargıyla kitabı aldım arkadaşımdan ''bunu neden okuyorsun ki, böyle saçmalıklarla zaman öldüreceğine Kafka oku ! ''
''Neler anlatıyor bilsen ''dedi....


Okumadım tabi...
Ama kitabı görme sıklığım artıyordu...Otobüste, plajda, bir cafede...
Aldım sonunda...İlk cümleyi okudum bıraktım...
Günün birinde can sıkıntısından bunalmış bir halde kitabı elime aldım...2 saat sonra yarısına gelmiştim...İyi ki seneler önce arkadaşıma kanıp okumamışım dedim. Okusaydım şimdi bu zevkten mahrum kalacaktım !
Öyle iyiydi ki....Olağanüstüydü...Bir Türk hem de 20.yüzyılın son çeyreğine ait bir Türk, nasıl olur da bu kadar iyi yazabilir ?
2 saat daha sonra kitap bitmişti artık...Nadiren olur, kitap etkilemişti...Ama konular çok içiçeydi...Bir kez daha okudum...
Sonra yazarın tüm kitaplarını satın aldım....Hepsini okudum...İki kitabına daha hayran oldum...



İhsan Oktay Anar , tuzun koktuğu bir dünyada tırnaklarıyla kazıyarak ve sahiden okunarak geniş bir okur kitlesine ulaştı. Onu siyasi söylemleriyle , yabancılara şirin gözükerek ödüller almasıyla , çeviri lobisiyle içli dışlı olmasıyla tanımıyoruz. O yazdığı şeylerle bu noktaya geldi...Ve elden ele, dilden dile...Okuduk, kapağını ilginç bulan arkadaşımıza verdik,o başkasına o daha başkasına....

Puslu Kıtalar Atlası 40 baskıya ulaştı neredeyse.Bendeki 2006 baskısı 26.basım...
Amat kısa sürede oldukça iyi bir satış baskısına ulaştı. Suskunlar da öyle...
Ve pek çok popüler yazarın aksine yalnızca satmıyor, okunuyor da...Alan herkes okuyor...Ve yazarın yeni romanını bekliyor!



PUSLU KITALAR ATLASI :
http://3.bp.blogspot.com/-uTf5r9AA3YQ/TbhpOsQuHtI/AAAAAAAAADs/Gcl_OJHdowI/s1600/puslu-kitalar-atlasi.gif
Kitabı ödünç verdiğim arkadaşımdan almıştım. Bankaya gittim kitap elimde. Müşteri temsilcisi kız işimi yaparken kitabı gördü, bakabilir miyim dedi. Kapağı inceledi bbir dakika...Kitabın kapaığının bu denli etkili olduğu bir eser nadiren bulunur. Hemen herkesin ilgisini bu sayede çekiyor sanırım. Gerçi yeni basımlarda kapak değiştirilmiş nedense...
Kitap tanındıktan sonraysa çok şey yazıldı hakkında...Büyük kısmına katılmıyorum.Postomern diyenler çoğunlukta. Postmodern değil modern bir kitap. Geçtiği dönem eski diye postmodern nasıl diyorlar bilmiyorum. Hatta bir edebiyat doçenti kitap bile yazdı kitap hakkında. Yeni bir postmodern kitap diye. İnsanlar nasıl doçent oluyor bu ülkede bilmiyorum. Postmodern modernin aşılması ister. Ve moderni eleştirir. Modern ise akıl ,aydınlanma. İhsan Oktay Anar ise tüm kitaplarında akılsızlığın eleştirisini yapar, bir türlü aydınlanamamış doğunun eleştirisidir. Bir de her okuduğunda yeni anlamlar çıkaranlar var. Ben 3-4 kez okudum ama yeni anlamlar bulamadım. Zaten bir kitapta yeni anlam nasıl olur ? İlk başta edindiğiniz ilenimi hatalı bulursunuz ya da o izlenim pekişir. Yazarın dehası bana göre hiç biri değil. Onun ustalığı ince işçiliği...Bir kuyumcu bir saatçi gibi , ince ince ,nakış nakış işlemiş kitabı. Kitap klasik bir romandan hayli farklı. Bir olay var evet ama iç içe geçmiş onlar şey var. Dilenciler mafyası, derim devlet, yeniçeriler ve İstanbul'da dolaşan bir kitap,gizemli bir kitap...Ve yazar , ''İsa Mesihten 1681 yıl sonra ''dediğine göre kitap 17.yüzyıl Osmanlısı'nın Konstantinini öyle bir anlatıyor ki, zaman makinesine biniyorsunuz ve 300 sene geçmişe gidiyorsunuz. Orada her şey 300 sene önce olması gerektiği gibi. Sokaklar, evler, insanlar ve insanların zihni. Bu güne ait hiç bir şey yok.
Orhan Pamuk'un Beyaz Kalesi' de Osmanlı İstanbulu'nda geçer. Ama berbat ötesi bir tasvir vardır. Yazar kıçından olmayan semtler yaratır, İstanbul'da asla olmayan mekanlar uydurur, dili yenidir, insanlar ise o dönemin insanı değildir , hani o dönemde geçtiğini yazmasa sanırız ki 2000 yılında geçen bir roman bu. Puslu Kıtalar Atlası ise böyle değil. O şehir , o şekilde nasıl anlatılıyor ? Nasıl yani ? Orada mı yaşadın? Zaman makinesine mi bindin ?
Ve şehri tanıyorsunuz. O zamanı anlıyorsunuz. İnsanlar tanışıyorsunuz. Kitabın güzellikleri bunlar, yoksa ana konu çok da zor bir konu filan değil...

Sonuçta halen okumayanlara ısrarla öneririm. Kendi hesabıma yazılmış en iyi Türkçe romanlardan birisi olduğunu düşünüyorum.



AMAT :
Amat bir denizcilik romanı. Ama o da ilk kitap gibi, olaylarla dolu. Bir olay anlatılırken başkasına sonra başkasına son derece ustaca geçişler...
Nereye , ne için gittiği bilinmeyen Osmanlı bayraklı bir gemi...Gizemli bir yolculuk...İlkine göre fantastik edebiyata daha yakın bir roman.
Nefis nefis nefis...Şeytanın hikayesi !
http://static.ideefixe.com/images/206/206203_2.jpg
Okurken bunun filmi de yapılsa keşke diyorsunuz...Yazarın diğer romanlarından biraz farklı. Bir film senaryosu sanki...
Geminin tuhaf kaptanı...
Usta bir denizci olan ama aynı zamanda vicdansız bir adam olan ikinci kaptanı....Gemide görevli askerler...
Geminin aşçısı....
Veba....
Sonuna kadar sürükleyen bir konu...Hepsinin bir hikayesi var...

merlin
11-09-2011, 01:55
Ali Rıza Demircan geldi aklıma...


nasıl sansonyeldi bir aralar...


.
Murat Bardakçı daha da sansosyonel şeyler yazmış aslında :)
İstanbulun ilk jigolaları, Haremde şok, İstanbul hamamları gibi...Yani İslam'da cinsel hayatın prensipleri değil de , İslam ülkesi olsa da, şeriatle yonetilse de Osmanlı başkentinde de kuralsız bir cinsellik olduğunu, en azından şehrin seçkinlerinin bir kısmının oldukça renkli ve kurlsız cinsel hayatları olduğunu anlatıyor.

aminoasit
11-09-2011, 02:00
İhsan Oktay Anar...


fantastik...


ben çok beğenirim...


antiparantez:
birgün bir arkadaşa
Marquez'in "yüzyıllık yalnızlık"ını vermişim...

okumuş;
bana geri döndü...

"nasıl birşey bu yahu, kan merdiverlerden yukarı çıkıyor" diye...

:he:


saygılar...

aminoasit
11-09-2011, 02:01
Murat Bardakçı daha da sansosyonel şeyler yazmış aslında :)
İstanbulun ilk jigolaları, Haremde şok, İstanbul hamamları gibi...Yani İslam'da cinsel hayatın prensipleri değil de , İslam ülkesi olsa da, şeriatle yonetilse de Osmanlı başkentinde de kuralsız bir cinsellik olduğunu, en azından şehrin seçkinlerinin bir kısmının oldukça renkli ve kurlsız cinsel hayatları olduğunu anlatıyor.

'tarihten hiç anlamam';
ama Bardakçı'yı hiç anlamam...
:)

.

merlin
11-09-2011, 02:07
İhsan Oktay Anar...


fantastik...


ben çok beğenirim...


antiparantez:
birgün bir arkadaşa
Marquez'in "yüzyıllık yalnızlık"ını vermişim...

okumuş;
bana geri döndü...

"nasıl birşey bu yahu, kan merdiverlerden yukarı çıkıyor" diye...

:he:


saygılar...
çok çok güzeldi yüz yıllık yalnızlık :)

merlin
11-09-2011, 02:10
'tarihten hiç anlamam';
ama Bardakçı'yı hiç anlamam...
:)

.
Seveni kadar sevmeyeni de çok. :)
Ben sevenlerdenim, tarihi sivilleştirir bu tip adamlar. Ve aslında tarihi anlamışlardır. Ben bizdeki tarihçilerin çoğunu anlamam aslında. Böyle bir tarih anlatımı yok, Allah, peygamber sonra sultan.Hatasız kul olmaz ama sultanlar hatasız. Koca bir imparatorluğu yalnızca padişahın kudretiyle anlatmaya çalışıyorlar. Bunun medresesi var, devlet örgütü var, başka beylikleri var, Selçuk'u var, Bizans'ı var, Roması var.

merlin
11-09-2011, 04:26
Aslında kim kimdir?

20 sene kadar önce. Yer İzmir...
O dönem İzmir'de rüzgar merkez sağdan esiyor. Burhan Özfaturalı yıllar.Sol ise pek tasvip edilmiyor dönemin SHP 'sinin dönemin DEP ile dirsek teması yüzünden.
Üniversiteliler Kordon'da...Ama harç protestosu ama yemek zammı.Belki de bir anma töreni.Anımsamıyorum.
Polisin tepkisi o dönem sıklıkla yaşandığı gibi sert. Hem de çok sert. bazı çocuklar denize atlayarak joplardan kurtuluyor.

Ertesi gün bir gazete.YeniAsır. Manşet ''Teröristleri denize döktük !''...

İzmir'in ,İzmirli olmakla her fırsatta yakınan genç editörü bu başlığı atabilmişti sekiz sütüna manşetten....
Sonra İstanbul'a geldi...
Cem Uzan'ın Star gazetesinin kurucularından oldu...
Oradan Turgay Ciner'in Sabah'ına...
Soluğu Hürriyet'te alması pek uzun süremedi.Çünkü hükümet el koymuştu Sabah'a.
O gün bu gündür Hürriyette. ve şöhreti gün geçtikçe arttı. Laiklik konusunda katı derecede hassas ,ulusalcı laik kesimin bayrağını sallıyor bu gün.Yazdığı her yazı sosyal paylaşım sitelerinde paylaşılıyor.Kitapları yüzbinler satıyor. İnsanlar onun köşe yazılarını birbirine yolluyor maille. Seneler öncesinin sınırlı demokratı katı laik oluveriyor aniden...


Helal olsun ! Bir tek o korkmuyor !!!
İktidara meydan okuyor !!!
Adama helal olsun, içimden geçenleri ne güzel yazmış !!!

Bu gün çok geniş bir kesim onun yazılarıyla yatıp onun yazılarıyla kalkıyor...

Kusura bakmayın ama korkmamasından değil o cesareti. İktidar bunlardan korkmaz. İktidar sahiden gazeteci olanlardan korkar.
Bu adam bana Çetin Altan'ı anımsatıyor.Çetin Altan da öyleymiş, yazdıkları büyük coşku yaratırmış.Bir sürü genç ondan etkilenip sokağa çıkarmış...
Ama ne ilginçtir , onca gazeteci hapse tıkılırken, ömrünü cezaevinde geçirirken, vvurulurken, katledilirken Çetin Altan hep yazabilmiş.

Tekrar ediyorum bu tip adamlar ,saldırdıkları iktidarca harcanmaz, iktidarı rahatsız da etmezler.Çünkü böyle adamlar ''o.ruktan teyyare selam söyle o yare ''tarzı yazarlar. Yazılarında isim,şehir,eşya, nesne yoktur.
''Canım İzmir'de çok Kürt var''derler. Çocukluğumun İzmir'i bitti derler...PKK kötüdür derler..Hükümet PKK ile neden diyalogda derler . Laiklik elden gidiyor derler.

Ama ''X isimli şahıs, Y şehrinde, Z tarihinde , M plakalı araçla , Z isimli maddeyi taşıdı'' diyemezler. Demzler de. Dedikleri gün tasfiye edileceklerini bilirler.




Of Merlin, kanalizasyona dönmüş medyada bula bula onu mu buldun eleştirecek diyebilirsiniz belki. Haklısınız derim. Hatta yazdıkları genel anlamda yanlış da değil.Kalemi de güçlü.
Ama sonuçta bu ülkenin kurtuluşu olan sınıfı yönlendirenlerden birisi. Diğerlerini zaten ciddiye almıyoruz ki...Ve diyorum ki , bu ülkeye hükmeden gücün istediği sınırlar dahilinde o bahsettiğim sınıfı kontrol etmek bunların görevi...Tüm Doğan medyanın görevi bu değil mi zaten ?

merlin
11-09-2011, 06:27
Yatılı okulda okuyan 2 çocuk 50 şer lira harçlık alıyor. Evdeki kız bilmem ne parası alıyor 120 lira. Senede 3000 lira doğrudan gelir desteklemesi. Köylük yer zaten yetiyor.
Çocuklardan birisi polislik sınavına girdi.Diğeri geçen hafta güvenlik görevlisi oldu. Diğeri torpille bir temizlik firmasına girdi, işi garanti değil kadrosu yok ama olsun devlette .
Şuydu buydu derken %50...Suçlamaya gerek yok. Siyasi tercih. Sorun bu %50 de mi kan %50 de mi ?

Kalan %50 nin %15 i de sağ zaten.
%5 de bağımsız dı Kürtçüydü derken %30 kalıyor. Azınlıksın.

Ama tuhaftır , %70 buna rağmen nefret ettiği %30 gibi yaşamayı seçmiş. çekirdek aileye bir evrilme var. Kızlar okumak istiyor. Laiklerin kalesi üniversiteler en çok seçilenler. Eğitim kadrosu onlarda çok daha seçkin.Onların hayatını anlatan dizi filmler izlenme rekoru kırıyor.Onların giydikleri giyiliyor.

Ama %30 ülke siyasetine alternatif olmak bir yana ''sanal darbe olsa, karmaşa olsa, kapatma davası olsa,kriz çıksa ya da '' sonra sıra mecburen bana gelse...Diye bekleşiyor...


Muhalefetin temel yanılgısı ise hakim bir fikre sahip olamaması. Kendi içindeki pek çok aykırılığa sahip. Öyle ki Dersim olaylarını gerçekleştiren parti ,bu olaylar nedeniyle genel başkanınca eleştiriliyor. Cemaate sıcak bakanlar, ulusalcılar, laikler, sağcılar, solcular.sosyal demokratlar.Açılımı destekleyenler, açılımcıları vatan haini sayanlar. Aynı çatı altında. Ekonomi konusunda ise görüş ''biz sizin uyguladığınız IMF güdümlü paketi sizden iyi uygularız''dan ibaret. Temel bir ideoloji temel bir değer yargısı ise yok.Partinin taşıyıcı, hakim bir fikri ise yok...


Ancak burada sorun yalnızca bizdekilerde değil...
Şöyle ki...


Klasik sol tartışmalar Sovyetlerin çökmesi, Çinin komünist ekonomiyi terketmesi gibi etmenlerin solu buhrana soktuğu savunur.
Ancak Blair politikaları görmezden gelinir. İngiliz İşçi partisi sol öğretinin kabesidir.
19.yüzyılda Owen'in açtığı yoldan koca bir sosyal demokrasi gelişti. Bu ülkede kurulan İşçi Partisi tüm dünyada sol hareketlere esin ve fikir kaynağı oldu.Blair seçildiğinde cesur biçimde klasik sol ekonomiyi çöpe yollanmanın zamanı geldiğini, küresel ekonominin insanları zenginleştirebileceğini, piyasa ekonomisinin iyi olduğunu , devletin piyasayı kendi haline bırakmasında fayda olduğunu ,solun insan hakları üzerinde durmasının doğru olduğunu savundu. Bu fikirlerle tam 3 dönem üst üste seçildi. Konu İngiliz İşçi Partisi olunca önemsemek durumudayız. Ana fikir artık sınıf savaşının bittiğiydi. Öyle ya , ücretliler gayet iyi gelire ve sosyal imkanlara sahipti.
Bu fikir hem sağı ,hem solu vurdu. Sol ve sağ aynı türküleri söylemeye başladı. Ekonomi tamamen ve bütünüyle piyasa denen yapıya terkedildi. İyi eğitimli ,yüksek gelirli beyaz yakalılar devrimcilerin yerini alıp toplumda en fazla özenilen kesim oldu.Solun söyleyecek yeni bir şey bulamaması bizimkileri de derinden etkiledi. 1946 da İnönü dünyanın değiştiğini algılamıştı. Çok partili hayata geçiş kararının önemli olduğunu bu gün görüyoruz. Ve ülkenin artık ilkel anayasa ile idare edilemeyecğini de görüyordu. Esin kaynağı Mustafa Kemal gibi batıydı.batıda o yıllarda hakim olan fikirlerdi.
Ecevit de batıda hakim olan fikirleri gördü. İş kanunu çıkarttı.
Ve birdizi reform gerçekleştiri.
Ancak sonrası kötü. Bu gün sol ya da sağ ne vaad ediyor ? Sağ ve sol ne derece farklı ? IMF nin başında çapkın bir sosyalist var mesela.(vardı desem daha doğru olur)
Küreselleşmeci Kemal Derviş bir Osmanlı Paşasının torunu ve kendisini solcu olarak tanımlıyor. Ancak piyasa ekonomisinin ateşli bir savunucusu...
Bu ortamda piyasayı , küresel ekonominin ağababalarının istediği gibi oldukça başarılı ylneten iktidara alternatif olabilmesi bile çok zor solun ülkemizde. Yani demek istediğim yalnızca ülkemizdeki sol partileri ve liderleri suçlamak doğru değil. Dünyada durum bu....

Diyeceğim.Ama durum bu da değil aslında.

2000 lere geldiğimizde hakim fikir ''sınıf savaşının bittiğiydi'' dedik.
Öyle olmadığını gelişmekte olan bir kaç ülke gösterdi.
Arjantin, Brezilya gibi Güney Amerika ülkeleri ve......


Türkiye.

Luiz Inacio Lula bu gün Brezilya'yı yönetiyor. Halefi gibi İşçi Partisinden. Piyasa ekonomisi ve küresel sermaye bolluğunu fakir kitlelerin de bundan pay almasını sağlayarak kullandı. Tıpkı kendinden önceki lider gibi.Ve Brezilya ekonomisi ciddi bir ivme yakaladı. Açıkçası yaslandığı sınıf fakir halk kitleleri. Bize ne kadar benziyor değil mi?
Ama tuhaftır ABD ile de eskiye göre daha ılımlı...ABD'nin artık kendi emrinde yaşayan diktatorlerden hoşlanmadığını, yeni trendin ''kendisi ile aşırı zıtlaşmayan , piyasayı iyi yoneten'' liderler olduğunu biliyor.
Kolombiya,Venezualla gibi ülkelerde ise daha katı sol liderler var. Yine fakir halk kitlelerine yaslandılar. Onları mutlu ettiler. Yani diyemeyiz ki sınıf savaşı bitti. En azından gelişmekte olan ülkeler için bitmedi.

Güney Amerika'yı sosyalistlerin ülkemizi ise milli görüşçülerin yönetmesi ise sonuçta bizim sol hareketlerin sorumluluğunda diye düşünüyorum aslında. Gerçi Güney Amerika'da olmayan laiklik kaygısı bizde var ve bu kaygı kitlelerin soldan uzaklaşmasına da yol açtı. Yani bizim kendimize özgü sorunlarımız da var....



Sonuçta yapacaklarımız belli....
*Ülkeye egemen sermaye güçlerini dizginlemek durumundasınız
*Geleneksel olarak Amerikancı olan orduyu da.
*Fakir kitlelere bol keseden olmasa da destek olmalısınız
*Endüstriye ivme kazandırmalısınız
*Altın madeni, bakır madeni , hayvancılık gibi sektorlerde iyi olmalısınız
*Fakir kitleleri yani alt gelir tabakasını orta direk seviyesine çıkarmalısınız.
*Hukuksal reformlar başta olmak üzere yapısal önlemler almalısınız
*Mafya ile mücadele etmelisiniz(bu ülkelerin tamamında mafya son derece güçlüdür)


Amerika artık Saddam istemiyor. Para güvenli ,dingin limanlar arıyor.
Sonuçta her şeyin ekonomi olduğunu , Blair'in söylediği ''sınıf savaşı bitti''sözünün doğru olmadığını, İngiliz İşçi Partisi ya da London Ekonomi Okulu denen yerin artık gerçekliğini yitirdiğini , politikanızı aşırı gelişmiş Avrupa'nın soluna göre değil, kendinizle aynı sınıftan olan gelişmekte olan ülkelerle paralel olması gerektiğini görmelisiniz.
Ve insanların klasik insan hakları, azınlık hakları söylemlerinden çok parayla ilgilendiğini görmelisiniz.
--------------



Diğer yandan işler Blaircililer'in umduğu gibi gitmedi. Batı Avrupa , çok güvendiği beyaz yakalılar tarafından çok sert bir krize sürüklendi. Beyaz yakalıların dünyayı yönetmesi için henüz çok erken. 3 grafik 2 analizle dünya yönetilmiyor. Bu gün gelişmekte olan fakir ülkeler Avrupa'ya sol dersi veriyor aslında. Toplum nasıl evrilir dersi veriyor. Brezilya insani kalkınmışlık açısından Türkiye'den de kötü. Aileler genelde 8-10 kişi, kentler gecekondu çöplüğü, eğitim kötü, mafya güçlü...Ama iktidar gayet başarılı şekilde kitleleri dönüştürüyor.
Türkiye'yi de bu süreçten ayrıksı düşünemeyiz. Aynı. Yalnızca iktidarın rengi kırmızı değil yeşil....

Avrupa ise aslında Batı Avrupalı olmayan Doğu Avrupalıları dönüştüremedi. Brezilya ve Türkiye gecekondu sorununu çözmeye çalışıyor, çarpık kentleşmeyi çözmeye çalışıyor. Avrupa ise eski Sovyet blokunu bir türlü dönüştüremiyor.Almanya 50 senedir 3 milyon Türk'ü dönüştüremedi. Bir başka ülke, dünyanın belki de en sefil ülkesi Hindistan uzun süredir Kongre Partisi denen bir partice yönetiliyor.Parti çok büyük bir kitle partisi. Her öğrenciye PC kavramını ortaya atan onlar. Bu fikir bize de yansıdı.
Bu gelişmekte olan ülkelerle dirsek temasını sıklaştırmakta fayda var.




Ancak günün sonunda bu ülkelerin seçtiği ekonomik model ne denli doğru ? Onu bilemiyoruz. Ben tehlikeli buluyorum modeli. Ama gerçekçi olmak gerek , Amerika ile %100 göbek bağı olan klasik faşist soslu partilerin, zenginleri ihya etmekten ibaret siyasetindense bu model daha iyi. Yani ölümü görüp sıtma iyidir demek gerek.

merlin
12-09-2011, 23:47
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1178740&title=yalann-soyluyorsun-yalann
Kim aslında kimdir dedik...Devam edelim...Bu sefer başka bir cepheye.

Hah, tamam şimdi oldu, çıkarın dilinizin altındaki baklayı.
Tam da 12 eylül bu gün.
12 Eylül iyidir , 27 mayıs kötüdür, Ergenekon da kötüdür. Aynı kefeye konulmamalıdır. Evet evet...Ama bir dakika , Ergenekon diyordunuz 12 Eylülü de yapan Ergenondu değil mi?

Efendim kendileri 12 eylül öncesi milliyetçi dergilerde yazar. Devletin bürokrat okulu mülkiyede okur. Darbe yıllarında askerdedir, kışlanın huzurlu ortamında...30 yaşından sonra akademik kariyer akla gelir. Yrd.Doçent ve doçent olur peşpeşe...YÖK döneminde....12 eylül döneminde.
Her şeyini tıpkı o siyasal hareketinizin olduğu gibi 12 eylüle borçlusunuz zaten.
Şimdi onları savunma zamanı...12 eylül iyidir...
400 kişiyi asanlar iyidir...100 000 kişiyi işinden gücünden edip hapse tıkanlar iyidir...Ama 28 şubatta bir kişinin bile burnunu kanatmayanlar kötüdür...Burun kanatmayanlar bir yana, darbeyi yapmayanlar daha da kötüdür...
Öte tarafta günahı sevabı tartıp yanına bir de samimiyeti de tartarlarsa var ya...

merlin
25-09-2011, 02:32
Mahşerin atlıları.....


Luiz Inácio Lula da Silva , 8 senelik görev süresini doldurarak görevini Brezilya'nın ilk kadın devlet başkanına bıraktı. Brezilya anayasası en fazla iki dönem devlet başkanlığı yapmanıza müsait ,tıpkı Rus Anayasası gibi.


Lula diye bilinen Luiz Inácio Lula da Silva, bir yetim, bir işçi...İlk gençliği acılarla ve zorluklarla geçiyor.
Sonra sendikal faaliyetlere katılıyor. Sendika liderliğine dek yükseliyor. Sonra sosyalist partiyi kuruyor.Defalarca seçimlere katılıyor. Söylemleri çok katı ''Küba,Venezualla ,Arjantin, gelin bir birlik kuralım ! ''
''ABD bir küresel eşika''
''Borçlarımızı reddedeceğiz seçilirsek''
''Emperyalizme boyun eğmeyeceğiz''

Ve sürekli işçi tulumuyla geziyor Lula.


Hareketi o kadar güçlü halk desteğine sahip ki ABD yandaşı hükümetler onu güçlükle iktidardan uzaklaştırıyor. Medya , onun hakkında hep karalama kampanyaları yürütüyor. Ancak Lula 2003 seçimlerinden önce işçi tulumunu çıkarıyor ve takım elbise giyiyor. Eski söylemlerini ise terkediyor. Seçimi kazanıyor .

Spekülator Soros ''Roma'da senatorler kralı seçerdi, artık kralı yalnızca ABD seçiyor'' diye değerlendiriyor seçim zaferini.
Aynı yol IMF ile fakirlere destek ,sosyal harcamaların artırılması gibi hususlarda anlaşma sağlıyor Lula.

Rolünü mükemmel oynuyor LUla.
Brezilya hükümeti onun döneminde önemli bir büyüme rakamına ulaşıyor. Fonlar fakirlere ulaştırılıyor.Yoksullukla mücadele ediliyor. Yoksullar kendilerine yapılan karşılıksız ödemeden mennun. Lula'ya daha bir bağlanıyorlar.
Ancak bu bir sınıf savaşı da değil, sonuçta sadakayla yürüyen bir politika.
Lula , küresel enerji şirketleriyle olan yakınlaşması nedeniyle de eleştiriliyor. McDonalds'a amazon ormanlarını sığır için açması da eleştiriliyor.

Kimine göreyse Lula kuralına göre oynuyor. Sonuçta sınıf savaşının önemi yok. Ve başarı şansı da yok.Bunun yerine mafya, mafyayla işbirliği içindeki polisler ve darbeci generallerle mücadele etmesi iyi.

Brezilya milyonerlerle her an suç işlemeye hazır milyonların iç içe yaşadığı bir ülke. Suç oranı çok yüksek. Milyonerler lüks konutlarınının güvenliği için milyarlar harcıyor her sene.

Lula bir rol modeldir. ABD nin yeni rol modellerinden yalnızca birisi. Amerika'nın 100 senedir iliklerine dek sömürdüğü Güney Amerika'nın gittikçe kızıla boyanan haritasına karşı Amerika'nın geliştirdiği bir çözümdür. Amerikan karşıtı bir adamı iş başına getiriyorsun, Amerika'dan nefret eden kitlelere sosyal fonlarla para akıtıyorsun, eğitime önem veriyorsun. Sonuçta refah artıyor. Sorun yok.



Brezilya bu gün küresel ekonominin önemli aktorlerinden. Borsa eğrileri bizimkinin bir fotokopisi. Montaj sanayiinde çok iyiler. Sıcak parayı çekebiliyorlar. Artık sefalet içindeki gecekondu semtlerinde yaşayanlar bile sistemle uyum içinde yaşamaya başladı.

Kimine göre ise Lula büyük bir devrimci.

Bana göre bir Amerikan projesi...

Bu arada bize ne kadar benziyorlar değil mi ?

merlin
25-09-2011, 02:53
Mahşerin atlıları 2

Bu yeni hükemetler üzerinde çok kafa yoruyorum bu günlerde.
Arjantin'de de benzer bir hükümet var. Güney Asya'da da tümüyle benzer hükümetler. Meksika'da da...Rusya zaten malum...
Hepsi aslında amerikan karşıtı geçmişe sahipler. Halen de sıklıkla batı dünyasını eleitiriyorlar. Ama hepsi de IMF politikarlarının sadık uygulayıcısı.


Diğer tabloda , kim gelirse gelsin, bu politikaların uygulanacağı dolayısıyla sanal büyümenin yine de yaşanacağını söylüyorlar.

Bu bağlamda tüm bu hükümetlerin ve bu arada Türkiye'nin uygulamak durumunda olduğu ortak politikalara bakarsak ;
-Mali dengeler
-Bankacılık reformları
-Sermayenin özgür dolaşımı
-Yoksullukla mücadele(yosuzlukla mücadele ise istenen bir şey değil, bankaların sağlam olması yeterli)
-Özelleştirme


Tüm bu ülkelerde (Rusya hariç) ABD yanlısı albaylar uzun süre iktidarı elde tutmuştu geçmişte. Şimdi ABD karşıtı (!) kimlikleriyle tanınanlar büyük ölçüde iktidarda.


Ancak bunları ABD uydusu diye nitelemek de çok kolay değil.

Güney Amerika'da Venezualla gibi örnekler ABD yi ürkütüyor.Orada seçimle gelmiş ,dürüstlüğü kuşkusuz bir eski asker iktidarda. Ve gerçekten sert. Bir sınıf savaşı veriyor.Ülkesinde ABD ye dair her şeyi millileştiriyor. Kamu işletmelerinin sayısı sürekli artıyor. Ve çevre ülkelere bu bakımdan olumsuz örnek oluyor.


ABD de reçete sonsuz. Sovyetler'i cola, malboro ve levis gibi imgelerle çökerttikleri söylenir. Bu çok sıkı bir reçetedir. Bilirsiniz işte, karı koca, 3 oda bir salon ev, kapıda bir otomobil. Ne evin ne de otomobilin borcu bitmiş değildir aslında ama toplum için tam bir rol modeldir.

Bir kısmında milliyetçilerin bir kısmında liberallerin, bir kısmında sosyalistlerin hükümette olması ise Amerikanın aslında bu ülkeleri ne denli derinlemesine analiz ettiğinin kanıtı.
Ve tüm bu rol modeller çok önemli ABD için. Küresselleşmenin kaderi buna bağlı.

Kapital ne denli geniş bir sahaya yayılırsa o kadar büyür. Felsefe de bu...

Güney Amerika'da Venezualla ciddi bir diken sistem için. Orta doğu ise dikenlerle dolu. Mısır, Tunus,fas hükümetlerini çok kolay devirmeleri muhtemelen cesaretlerini artırdı.


En önemli diken İran. Sonra Pakistan. Bitirdiklerinde Cebelitarık'tan Hindistan sınırına dek cocacola satabilecekleri bir pazar oluşacak.

merlin
25-09-2011, 03:16
Mahşerin Atlıları 3

Fukuyama , tarihin sonunun geldiğini, büyük savaşların bittiğini, artık piyasanın tüm dünyayı düzenleyebileceğini yazalı çok oluyor.Sovyetler çökmüş, Çin Kominist partisi serbest piyasa ekonomisine ılımlı ve yumuşak geçişi sağlamış, eski doğu bloku AB üyesi olmak için başvurmuştu yazdığında. Peşinden yazdığı ikinci bir kitap ile tarihin sonu tezinin bir yanılgı olduğunu, fakirlikle mücadele edilmesi gerektiğini de belirtmişti.
Fukuyama Japon asıllı bir Amiraalı. Japonya ve ABD arasındaki serbest ticaret anlaşmasının iyimserliğiyle yazdığını düşünürüm hep.
ABD japon elektroniğine, japon otomotivine kapılarını gönüllü açmıştı. Adilane bir anlaşma yapmıştı Japonlarla.
Ama dünyanın geri kalanıyla durum pek böyle değil.

Sıcak para evet kabul etmek gerekir ki dünyaya iyi geliyor bir noktada. Ancak ne Türkiye'nin ne de diğerlerinin bir Toyotası, bir sonysi yok.
Ömür boyu tüketim ve bu tüketim için ömür boyu borç. Bu yeni bir kültür. Kapıdaki otomobil de oturulan ev de borç . Borç ulusal bankalara ama ulusal bankalar da daha büyük yabancı bankalara borçlu.
Ve o borcu ödemek için ömrünüz boyu çalışmalısınız.

Brezilya örneğinde , evet bu gün şehrin gettolarında yaşayanlar yavaş yavaş daha sağlıklı konutlara taşnıyorlar ,artık kadınlar daha bakımlı ve erkekler de futbol dışında şeylerle de ilgili ama sonuç değişmiyor. Artık Levis pantolonunuzla belediye otobüsüne biniyorsunuz eskiden farklı olarak. Eskiyle aynı olansa otobüsün gittiği yer aynı: Lüks bir evi temizlemeye, lüks bir konutu korumaya ya da bir ofiste küçük memurluk yapmaya gidiyorsunuz.



Öte yandan Apple , enronun piyasa değerini geçiyor. Madencilik gelişmekte olan ülkeler için çok da iyi değil. Kirli sanayiyi ülkenize çekiyorsunuz. Gelişmiş ülkeler nispeten rahat meslekleri layık görüyor insanına.
Ve sonuçta gerçek bir demokrasi değil sahip olduğunu. Rusya'da demokrasi ? Yoksa bu piyasa mı yalnızca ?
Yolsuzluk ise bir hak sayılıyor.Hukuk olması gerektiği gibi değil.
Zenginin daha zengin fakirin daha fakir olduğu bir sistem değil. Zenginin çok daha fazla zengin, fakirin ise biraz daha iyi olduğu bir sistem bu.


Bu gün Türk ekonomisinin istihdam cephesine baktığımızda 3 milyon kamu çalışanı , kamuya iş yapan 2 milyon taşeron elemanı ,bir kaç milyon özel sektorde çalışan insan , milyonlarca da tezgahtar, kasiyer, garson var. Sıkıntı büyük, o yüzden 3000 senelik ordu düzeni değiştiriliyor, 400 ooo ücretli asker alınarak istihdam sorunu çözülmek isteniyor. Bu aslında diğer ülkelerde de farklı değil. hemen hemen aynı. Rusya 'da ek olarak bir de devasa bir fuhuş sektorü var ! Avrupa'nın,Katar'ın ve Türkiye'nin otellerinde fuhuşla yaşayan yüzbinler ! Küresel düzene intibak için mükemmel bir endüstri !

merlin
25-09-2011, 03:34
Mahşerin Atlıları 4

Sorun biraz da küresel ekonominin bu sistemi ne kadar ayakta tutabileceği...
Malum bir küresel kriz, etkileri sürüyor ve yeni başladığını savunanlar da var aslında....
Emtia hiç olmadığı kadar pahalı. Petrol sudan daha pahalı.1 litre benzin 2 kutu bira fiyatına satılıyor neredeyse.
Ve görünen o ki ABD ve AB piyasaya binen bu ağır sıcak para yükünü kaldırmakta zorlanıyor. Tamam Apple İphone3 ü rekor sayıda satabiliyor. Hem de krizin ortasında.
Ama yine de sistem tıkanmış gibi gözüküyor ve açmak pek de kolay değil.
Var olan sorunların ertelenmesi ise olası.



AB 'nin yeni dünya düzeninde karşılamak zorunda olduğu yük ağır. Harap bitap durumundaki Sovyet bloku ülkelerini hazmedebilmek. Bir yanda İspanya ,Yunanistan gibi zayıf ekonomiler. Diğer yanda Bulgaristan, Romanya gibi sefiller orduları...Ayrıca nispeten daha iyi gözüken ama yine işsizler ordusu olan Macaristan,Çek Cumhuriyeti gibi ülkeler.
Tüm bunları hazmetmek zorunda AB. Ve hazmettiğinde ortaya devasa bir piyasa çıkacaktır.

ABD ise daha da çetrefil sorunlarla boğuşmak zorunda. Hem ortadoğu, hem Rusya,hem Çin. Hem de Güney Amerika. Müslümanlarla barışmak zorunda ve bunun için İsrail'i bile bir süreliğine görmezden gelebilirler.


Klasik Marksçı teorinin küreselleşme teorisi son derece zayıf. O dönem bu denli bir genişleme öngörülmüş de değil. Asya tipi üretim gibi teoriler ise geçerliliğini yitirdi artık. Yani bir kütüphane oturduğunuz yerden Çinlilerin pirinç tarımı üzerine kafa yormanıza gerek yok. Pirinç o kadar önemli değil artık.Sınıf savaşı ise apayrı bir mesele. Sınıflar eskisi kadar belirgin değil. İşçi sınıfı deyip işin içinden çıkamıyorsunuz dünyada işçi olmaya hazır milyarlar varken.



Şu ya da bu şekilde ABD nin sosyal mühendisliği iyi becerdiğini , tekil ülkeler hakkında bile son derece geniş bir bilgiye sahip olduğunu , bu ülkelerde kamuoyunu etkileyebildiğini görmek gerekiyor.

Peki Amerika bunu nasıl yapıyor ? Nasıl oluyor da 1 haftada Mısır'da hükümeti devirebiliyor ?
Çok kolay aslında. Bunun için Mısırlı yazar, akademisyen tayfasını kullanıyorlar. Batı ülkelerinde yaşayan bu adamlar ülkelerinin diktatorlerce yonetilmesinden pek de hoşnut değiller. Bu yüzden bir batılı devletle yeni iktidarı tasarlamaktan kaçınmıyorlar. Paris'te binlerce Mısırlı yaşıyor. İngiltere'de yüzbinlerce Pakistanlı ve Hintli. ABD de hatırı sayılır bir Türk nüfus ve akademisyen var. Bir de cemaat var elbette.
İşte bir şekilde bu ülkeler üzerinde etkili olabileceği araçlara sahip Amerika.


Şanslıysanız Brezilya gibi modeliniz başarılı olabiliyor.Şansınız yoksa Rusya gibi , ülkeniz kemirilebiliyor. Kadınlarınız sokaklarda hayat kadınlığı yaparken insanınızın parası İngiltere'de futbol takımına harcanabiliyor. Yeni dünya düzeni. Yapacak şey yok.

Yapacak şey yok mu sahiden ?
Bu da apayrı konu.

merlin
25-09-2011, 03:49
Mahşerin Atlıları 5

Model ,mahşerin atlılarının hüküm sürdüğü tüm topraklarda aynı.
İnsanlar ekonomik durumlarına göre konutlara taşınıyor. En üst kesim özel güvenliği olan, dış dünyada soyut sitelerde yaşıyor.
Özel üniversitelerde çocuklarına istedikleri mesleği seçebiliyorlar. Çocuğunuzun mimar ya da doktor olması için çalışmasına gerek yok. Seçim yapması yeterli.
Sağlık da hastanelerde çeşitlenmiş. Pahalı olan da var ucuz da. Ucuzun eti pek de yavan doğrusu.
O halde bu ülkelerde zenginlerin özerk bir yaşam sürdüklerini savunmak zor değil. Kendi sitelerini kendileri yönetiyorlar. Hani ülkede kıyamet kopsa pek umurda değil.
Bu özerkliğin bedeli ise iktidara yandaş olmanızda gizli.Yandaş olmazsanız elinizdekileri alabilirler.
Sonra toplumsal statü farklılığı yalnızca seviyesi farklı semtler ve siteler arasında geçiş anlamına geliyor. Örneğin yaşamdaki hedefiniz X isimli siteye yerleşebilmek. Y marka otomobillerden alabilmek.
Sistemin vahim sonuçları içinse beklemek durumundayız.30 sene sonra dünya daha zor bir yer olacak.



Bu arada Afrika için bir kurtuluş reçetesi ufukta gözükmüyor. 30 sene sonra ömrümüz yeterse yine Somali'ye yardım kampanyaları görebiliriz.

merlin
25-09-2011, 13:44
Peki kimdir bu mahşerin atlıları ?



Vladimir Putin

Putin’in adaylığının ilan edilmesinden sonra sıra oylamaya geldi. 600 delegeden bir kişi oylamaya katılamazken 582’si kabul oyu verdi. Ancak gizemli bir delegeden red oyu geldi. Zaferini kutlamak için kürsüye çıkan Putin salona ‘Ee, nerede bu red oyu veren? Kim bu muhalif’ diye seslendi. Salondan çıt çıkmayınca da “Çok kötü. Suratını göstermesi gerekirdi” dedi.


Gazetelerden birinde bir alıntı. Yani 1 oy hayıra bile tepkili. Kim o ! Çıksın ortaya !
İşçi bir anne ve donanma askeri bir babanın oğlu. KGB üyesi. Sovyetler çökünce derhal anti komünist cepheye katılıyor.Hızlı biçimde yükseliyor.
1998 Rus ekonomik krizinden sonra işbaşına geliyor. Seçimde Boris Yeltsin'in açık desteğini alıyor haliyle. Seçildiğinde sene 1999 ve Rus ekonomisi 1 sene +%1.5luk büyüme dışında sürekli küçülen bir ekonomi.
Şaibe kokan bir seçimle komünist partinin %40 lara varan oy aldığı bir seçimde seçimden galip ayrılıyor.
Sonrası malum. Rusya'nın enerji kozunu kullanıyor. Sıcak fonları başarıyla kullanıyor.
http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/0/06/Russian_economy_since_fall_of_Soviet_Union.PNG
1992 1,170.925 N / A
1993 1,092.674 -8,7
1994 974,005 -12,7
1995 953,528 -4,1
1996 936,706 -3,6
1997 966,589 1,4
1998 925,701 -5,3
1999 999,437 6,4
2000 1,123.181 10
2001 1,207.134 5,1
2002 1,284.333 4,7
2003 1,407.759 7,3
2004 1,548.717 7,2
2005 1,697.957 6,4
2006 1,888.266 7,7
2007 2,099.663 8,1
2008 2,264.608 5,6
2009 2,126.390 -7,5
2010 2,211.450 4
Sovyet sonrası vurguna çok daha mesafeli ama onaylıyor süreci. Rus Anayasası gereği görev süresi 2008 de sonra erse de yerine kuklası Medmedev'i bırakıyor.Bu sırada 2008 yılında anayasa değiştiriliyor. Ve devlet başkanının görev süresi 6 seneye çıkarılıyor.Ve Putin şimdiden kesin bir seçim zaferiyle 12 sene daha başkanlık koltuğuna oturmaya hazırlanıyor. 20 sene önce çöken Sovyetler ve bu günün Rusya'sı. Gelirin dağılımındaki uçurum, tamamen rüşvet ile yürüyen emniyet teşkilatı , rüşvete teslim mahkemeler. Ve eski KGB li oluşu nedeniyle gizli servise tam bir hakimiyet. Tüketime dayalı bir ekonomi kurgusu. Moskova'da Paris'te satılan her şeyi bulmak mümkün. Hatta çok daha fazlasını...Şehir oldukça pahalı bir şehir eskiye göre. Tek bir şehir bazlı bir kalkınma modeli. Mümkün olduğunca kalabalık ,finansal kuruluşlarla örülü bir başkent, sokaklar geniş , eğlence mekanları, lüks oteller ve her yerde alışveriş merkezleri.
Burada garip bir tezatla karşı karşıyayız. Sovyetler döneminde anlamsız seçimler vardı. İnsanlar politbüronun seçtiklerini seçiyorlardı. Bu gün için de durum farklı değil. Komünistler var ve hepsi o kadar. Gerisi her telden çalan Putin ve saz arkadaşları. Ülkede seçim kazanma şansı olmayan muhalefete destek vermek dahi tehlikeli bir şey. Tüm dünyanın hayran olduğu ünlü satranç şampiyonu G.Kasparov olsanız bile !
kasparov batı tarzı bir demokrasi sözü vererek başkan adaylığını koydu 2007 de. Ancak adaylığını geri çekmek zorunda kaldı !
Daha sonra bir bahaneyle tutuklandı ve 5 gün tutuklu kaldı. Bu gün Rusya'da yaşamıyor. Ve dehasını tıpkı komünist Rusya da olduğu gibi satranca yeniden dönerek değerlendiriyor.Artık poltikayla ilgili değil.
Aslında Rusya ,Putin gibi ılımlı bir diktatore muhtaç değil. Çünkü devasa bir enerji gücüne sahipler. Petrol yatakları , gür ormanlar, doğalgaz yatakları ve sömürdükleri onca ülke...Sovyetlerden devraldıkları bilimsel birikim. Sovyetler'in hemen her konuda ABD ile derin bir rekabet halinde olduğunu,sağlık sistemlerinin onlardan iyi olduğunu , daha iyi savaş gereçleri yapabildiklerini anımsamak gerek. Ve ABD den 30 sene önce gezegenlerin bir kısmına gidebildiklerini ! Ama Rus halkı ve sosyal düzeni de aslında asla Avrupa gibi olmayacak. Suç ve Ceza'yı bir Rus yazabilirdi ancak ve öyle oldu diye yazar Bertrant Russell...Sahiden de var olmak için iğrenç bir suç işleyen Raskanlnikov ya da sarsıcı Karamazof.Hani bana göre çatlak birer birey her ikisi de ve kesinlikle tedavi olmaları gerek. Ama Rsular da böyle sanırım.


Luiz Inacio Lula da Silva
Ondan çokça bahsettik. Kısaca anımsarsak iktidar için papaz elbisesi bile giymiyor elbette ama o güne dek sergilediği batı karşıtı söylemleri terkediyor, IMF nin güvenini kazanmak için seri taklalar atıyor. Zaten var olan %25-30 oy potansiyelini de buna ekleyince iktidara kavuşuyor 2002 yılında. Yine çok geniş halk desteği var. 8 senelik görev süresi doldu. Ve o yerini kukla bir başkana bıraktı. Ancak 2015 te geri dönmesine ve seçimi kazanmasına , 8 sene daha işbaşında kalmasına kesin gözüyle bakılıyor. Lula'nın bir sosyalist olarak ekonomi karnesi pekiyilerle dolu. Ancak her şey de piyasa mı bilemiyorum.
Unutmadan Lula'nın karnesini de koyalım.Ve anımsayalım, Brezilya'da tıpkı Rusya gibi bir petrol ve enerji devi. Endüstri ise kapitalist üretim sürecine çok daha uygun. Piyasa deneyimi de öyle.
http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/9/94/Lula_approval_rating.PNG/800px-Lula_approval_rating.PNG



Nestor Kirchner Çok ilginç ve ayrıksı bir durum. Arjantin devlet başkanlığı koltuğunu devraldığında kelimenin tam anlamıyla bir enkaz dervalmıştı. Ulusalcı bir sosyalistti o da. IMF ile asla iyi geçinmedi. ''Latin amerika’nın entegrasyonunu ve neo-liberalizmin sonunu ilan ediyoruz, dış borcumuzu ödemek için halkımızı kurban etmeyeceğiz.'' diyerek moratoryum ilan etti. Sonrasında ekonomi şahlandı. Arjantin bu gün dünyanın yükselen ekonomilerinden. Yerini 2007 de muhtemelen sağlık sorunları nedeniyle eşine bıraktı. 2010 da öldü. Arjantin sokakları halen onun posterleriyle dolu.




Sonuçta çok fazla uzatmaya da gerek yok konuyu. 3 örnek sanırım yeterli. Benzer dönemlerde, benzer krizler sonrası benzer biçimde işbaşına gelen 3 siyasi aktor. Bunları suçlamak kolay aslında. Arjantin dediğim gibi ayrıksı bir örnek. Parti halen çok büyük bir parti sayılmaz. Ve orada demokrasinin işlemesi oldukça sağlıklı diğer örneklere göre.

Ekonomik büyüme ve ömürlük başkanlar. Yeni krallar. Alternatifsizlik. Bu gün AB ekonomilerinin önemli kısmı koasliyonlarca yönetiliyor. Hatta bir kısmı azınlık hükümeti.Piyasa bunu bir sorun olarak algılamıyor. Ya da Japonyo'da demokrasi işliyor. Başbakanın istifası dahi piyasayı sarsmıyor. Etkisi de hissedilmiyor. Ancak Putin giderse Rusya çöker gibi bir izlenim var , bu Lula ekolü için de geçerli. Özelde bizim için de söylenir bu sözler.
Bu liderlerin önemli başarısı , kendilerinden önceki dönem krizlerden ve istikrarsızlıktan beslenenleri tasfiye etmelerinde de gizli.
Ve sıkıntı şu bu adamlar sçeilmiş krallar.Onları devirmek bile olası değil. Alternatif ufukta gözükmüyor. Alternatif olabilecek kişiler ise derhal bir şekilde bertaraf ediliyor. Ve ekonomi cephesindeki başarıları onları sarsılmaz yapıyor iyiden iyiye. Ancak yine de arjantin örneğinde görüldüğü gibi piyasa ve demokrasi bir arada da olabiliyor. Bunu da görmek gerek.



Türkiye özeline dönersek...Türkiye'nin bu ülkelerin bir kısmına göre avantajlı olduğu konu demokrasi geçmişi. Türk demokrasisi esasında hepsinden de köklü. Şu ya da bu şekilde 60 senedir çok partili siyasi hayat var. Öncesinde de seçim var. Belediyeler ve köylerde seçimler var. Yerel idarelerin bir geçmişi var. 2 darbe süreci aksatsa da darbeciler diğer ülkelerin aksine iktidarı ele geçirme peşinde değil. Darbeyi yapıp meclisi açıyorlar tekrar. Bir nevi balans ayarı. Ve kurtuluş savaşını bile meclisten idare eden bir demokrasi kültürü var. Eksiklikler olabilir, beğenmeyebilirsiniz ama sonuçta tüm bu ülkelerin faşist idareler yaşadıklarını, diktatorlerce idare edildiklerini görmek gerek.
Tablonun diğer noktasında ise Türk ekonomisinin 2000 sonrası büyümesinin önceki dönemlere göre bir istisna oluşturmadığını da görmek gerekiyor. Sonuçta dalgalanma daha az, döviz daha dengeli ama bu gün dolar hiç olmadığı kadar değerli. Ve sıcak para bahanesiyle tasfiye edilen sektorler ,IMF ile hiç bir ülkenin olmadığı kadar yakın ilişkiler var.
Ve bizde anayasa 8 senelik bir şart da koymuyor ortaya.
Ünlü anayasacı Duverger , başkanlık sistemlerinin az gelişmiş ekonomilerinde başkancı sistemlere döndüğünü yazdığından beri seneler geçti.Durum halen aynı. Ancak parlementer sistemlerin de başkancı sistemlere dönmesi bize has bir olgu.
Belki de Ruslar içi bir Putin sahiden de gerekliydi. Ama Türkiye için ? İstikrar mı demokrasi mi ? Her ikisi diyelim ama o yönde en ufak bir gün ışığı da görmediğimi belirteyim.
Ve evet, 2002 seçimleri olmasa da en az şimdiki kadar büyüyecektik diyorum. Bu ülkeyi Tansu Çiller gibi cahil bir kadın bile büyütebildiğine göre, gölge etme başka ihsan istemez diyebiliriz siyaset için.

---------------------

merlin
28-09-2011, 03:45
Tüsiaddan masallar....
40 senedir ne de güzel masal okuyor bu sivil toplum örgütü...

Ama hiç bu kadar açık yalan söylememişlerdi.

Mesela ;

Türkiye'nin artık küresel düzeyde söz sahibi olan ülkeler arasında olduğunu, 1990'ların çalkantılı dönemini geride bırakan ülkenin ekonomik büyüme hedefini adım adım uygulayarak dünyanın 17. büyük ekonomisi olmayı başardığını söyledi.
Türkiye zaten dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasında hem de yaklaşık 40 senedir. Anadolu çok az toprak parçasının sahip olduğu nimetlere sahip. İsteseniz de çok ilkel kalamıyorsunuz. Dünyanın en büyük 17. ekonomisi olduk 2000 sonrası yalanı yerine 2010 yılında Endenozya'ya geçilerek 17.sıraya indik demiyorsunuz ? Ve 5 sene içinde 18. sıraya ineceğimizi söylemiyorsunuz ?

2023 yılında dünyanın ilk 10 ekonomisi arasında olma hedefi, ancak kalkınmamızı sürdürülebilir kılmamız, bir başka deyişle yaşamın gereksinimleri ve doğal kaynakların sürdürülebilirliği arasında bir denge kurmamız ile mümkün olacaktır. Bu, sıralamada yer almak isteyen tüm ülkeler için herhalde ki geçerlidir.

İkinci yalan ve palavra. Türkiye'nin 2023 ylında dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girmesi teknik ve teorik açıdan olanaksız. Bu adamlar ya sayı saymayı bilmiyor ya da sallıyorlar.
Şunun şurası 12 sene var 2023 yılına. Senelik ortalama %10 büyüseniz de yetişebilmeniz olanaksız.

Ekonomik büyümenin bugün olduğu gibi yine gelişen piyasa ekonomilerinin öncülüğünde gerçekleşmesi halinde E7 ekonomileri (Türkiye, Çin, Hindistan, Rusya, Meksika, Brezilya, Endonezya) en geç 2032'de G7 ekonomilerini (ABD, Almanya, İtalya, Fransa, Kanada, Japonya, İngiltere) geride bırakacaklar.''
İyi ama AB bunun neresinde ? 2032 'de yani 21 sene sonra AB ekonomisi neredeyse tümüyle tek vücut haline gelecek. Ve nüfus avantajıyla da ABD yi geçecekler. En azından onlar öyle planlıyorlar. Ve öyle de olacaktır. Yani tekil bir Alman ekonomisi ya da tekil bir Fransız ekonomisi çok fazla bir şey ifade etmeyebilir.

Ve raporun tamamına baktığımızda genel manada ''çakma vizyonu''görebiliyoruz. 10 sene önce hazırladığı her raporda AB üyesi olmazsak ölürüz diyen TÜSİAD vizyon 2050 de AB den bahsetmiyor.

Ve raporun ismi vizyon da olsa herhangi bir vizyon göremiyorum. 2050 de önemli olan örgütünüz olacak. g20 önemsiz. Aralarında diyalog dahi yok. Bir yanda dünyanın öbür ucundaki Brezilya,diğer yanda Hindistan gel beri Türkiye. Nasıl bir ilişkidir bu ?

2050 'de AB önemli olacak. Rusya Federasyonu önemli olacak. Çin apayrı bir bölge olacak. Doğu Asya ayrı bir bölge. Güney Amerikalılar arasında din,dil gibi bağlar var. Ve ABD ile de aynı kıtadalar.
Peki ya Türkiye ?
Efendim İranla kavga,İsrail ile kavga, Suriye ile kavga , Yunanistan ile kavga...
Herhangi bir birlik kuracağımız bir birlik yok ortada. Ortak hareket edeceğimiz dost ülke yok.

Doğu Akdeniz ?
Ortadoğu ?
Arap baharı ?
Rusya ?
Kürt sorunu ?
Kuzey Irak ?
Genç işsizler?
Beyaz yaka işsizler?
Azalan hayvansal ve tarımsal üretim ?

Yoksa sonsuza dek ABD güdümlü dış politika devam mı ?
Enerji vizyonunuz ?

Koca ülke.Elbette bir rota çizecektir kendine. Ama vizyon 2050 diye bir rapor atıver ortaya, bir takım laflar et. Tamam oldu bitti.
Sivil toplum örgütleri, sendikalar,medya....Sus pus etmiş duruyor...Saçma sapan hedefler, vizyonlar....

Ve hiç bir tehlike tartışılmıyor. 2023 te ilk 10 ülke. Peki ama nasıl ? Kalmış 10 sene, seneye büyüme hızında yavaşlama bekliyorsunuz. Kaldı 9 sene. 9 senede ortalama 5.5 büyürüz diyor hükümet. Bu hız da yetmiyor zaten. %10 büyüsen yine yok, ilk 15 e de sokmuyor seni.

En güçlü sivil örgütün yumurtladığı laflara bakın...

merlin
30-09-2011, 06:03
Halit Çelenk bir süre önce aramızdan ayrılan anıt bir hukukçuydu.
Onu tarihe mal olmuş ünlü siyasal davalardan tanısak da bir de siyasetçi geçmişi var malum.
İşçi partisinin kuruluşunda ve örgütlenmesinde rol almış, Türkiye genelinde %3 oy alabilen partinin 15 senator çıkarmasında da pay sahibi olmuş, kendisi seçilemese de.


Erdal Öz'ün Gülünün Solduğu Akamı'nda dikkatimi çekmişti. Erdal Öz, aklı sıra ve çaktırmadan ,D.Gezmiş'in azğından''Ece Ayhan şiirini sevmiyorum'' diyordu. Kitabın 1980 sonrası yazıldığını düşünürsek ve gerçekten böyle bir şey denmişse bile , ne gereği var şimdi bunu yumurtlamanın diye düşünmüştüm. Belki de doğruydu ve masumaneydi, hem sevmemek de bir tercih değil miydi ?

Ancak kitabın ilerleyen sayfalarında Gezmiş'in avukatlığını üstlenen isimlerden Halit Çelenk'in çok nadir olarak zikredildiğini farkettim. Ve o an anladım ki Erdal Öz pek de samimi ve tarafsız yazmıyor.


http://static.ideefixe.com/images/196/196813_2.jpg
Mehmet Ali Aybar ve Behcie Boran partinin yönetimindeki en üstte yer alan iki isim. 1970 sonrası farklı yöntemlere yöneliyorlar ve sonuçta Aybar istifa ediyor.
Ancak ilginç olan partide daha önce bir parçalanma ve tasfiye yaşanması. Sadun Aren gibi ünlü isimlerin partiden tasfiyesi.

Halit Çelenk'in kitabı büyük ölçüde bununla ilgili. Kitabın hemen başında o da Aybar'a giydiriyor aslında çaktırmadan. Bana ve eşime Demokrat Parti Samsun milletvekilliği önermişti ama sosyalisttim ve kabul edemezdim diyor.
Ve biliyoruz ki M.Ali Aybar Demokrat Parti'den milletvekili adayı olmuş ve seçilememiş.


Açıkçası Aybar bana asla samimi gelmez. 1970 den sonra emek söylemini terkeder. Özgürlükçü bir sosyalizm üzerinde durur. halen hakkında Etyen Mahçupyan ve Yıldırım Türker gibi isimlerin övgüyle bahsetmeleri boşa değil. Bertrant Russel'in kurduğu mahkemede Vietnam suçlularını yargılayan yargıçlardan birisi olarak uluslararası arenada da boy göstermişti. Sonrasında ise Amerikan karşıtlığı ve özgürlük üzerine oturtmaya çalıştığı zayıf bir sosyalizm söylemi.


http://www.idefix.com/kitap/turkiye-isci-partisinde-ic-demokrasi-halit-celenk/tanim.asp?sid=N26XNXOHV104ITRT7YS0
Kitap tarihi bir hesaplaşmayla ilgili ve gündeme pek getirilmeyen bir kitap. Sanırım bazıları işlerine gelmeyen şeyler gördüler kitapta.
Ancak benim çıkardığım sonuç Aybar hiç de masum değil ve onun çizgisinden liberal ÖDP ye giden keskin bir yol var.


Behice Boran özellikle köy ve bilimsel sosyalizm üzerinde dururken , Aybar özellikle özgürlük ve insan hakları üzerinde duruyor. Boran Rusyanın Çekoslovakyayı işgalini onaylarken, Aybar onaylamıyor.
Açıkçası ekonomiden soyut bir insan hakkı ve de özgürlük kavramı son derece yavandır. Ve bu işin sonu sol ve sağın aynılaşmasıdır uzun vadede, öyle olduğunu da tüm dünyada görüyoruz.

Sonuçta kaybedilmiş bir siyasal mücadele, sistem için çok sağlıklı olabilecek bir İP 'nin çözülmesi ve sonra anlamsızlaşması...
Bakınca yazık olmuş diye düşünüyorum.


Kitap kolay okunan cinsten , kısa bir kitap. 1 , 1.5 saatinizi belki alır. .

merlin
11-10-2011, 00:20
Yılların nasıl geçtiğini o da pek anlayamamıştı. Adliyedeki hizmeti kırk
yılı aşmıştı. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığından emekliliği gelmişti. Sabah
erken Adliyedeki odasında özel eşyalarını toplarken, masasının gözünde
sakladığı, üstüne küçük çakısıyla; bir, iki, üç, dört, beş diye çentikler
açtığı, beş kırık uçlu kalemi eline almış, uzun uzun düşünmüştü.Bu, beş kırık
uçlu kalem, verdiği ve katıldığı beş idam hükmünün anısıydı. Diğerleri için
diyeceği yoktu. Ama tek çentikli kalem (!).O olayda iki sanık vardı. Suçu
birbirlerine atıyorlardı. Suç ağırdı, suçlu olan asılacaktı. Deliller pek
karışıktı. Kıdemli üye sanığın, Başkan diğer sanığın, suçlu olduğuna inanmıştı.
O tarihte kıdemsiz üyeydi. Kimin oyuna katılırsa sanıklardan biri veya diğeri
asılacaktı. Bir türlü karar veremiyordu. Şöyle düşündü: Başkan daha
tecrübeliydi, daha doğru düşünürdü. Başkana katıldı. Sanığın biri beraat etti,
öbürü asıldı.Sonra kıdemi artmış, kendisi Ağır ceza Mahkemesi Başkanı olmuştu. O
zaman, şimdiki tecrübesi olsaydı böyle bir karara katılmayacağını çok iyi
biliyordu.O akşam arkadaşlarının verdikleri veda yemeğinde, arada bir dalıyor,
tek çentikli kalemin öyküsünü düşünüyordu. Ben de yemeğe davetli idim. Kendisi
yakın arkadaşımdı, ta liseden. Yemekten sonra beraber çıktık. Yolda hiç
konuşmadı. Üzüntüsünü emeklilikten sandım. Birkaç söz ettim. Hizmetlerini övdüm.
Cevap vermiyordu.Dostumu ikinci kez, hasta yatağında ziyaret ettim. Eski dosyayı
bulmuş, okumuş, uzun yolculuklar yapmış ve yıllar önce beraatını sağladığı
kişiyi bulmuş, doğruyu öğrenmek istemiş. Adam hakimi hemen tanımış. Söz arasında
‘’siz o işi benim yaptığımı biliyordunuz, değil mi?’’ diye gülümsemiş.Dostuma
ilk kriz hemen, oracıkta gelmiş, ikinci kriz onu hastaneye ziyaretimden üç gün
öncesiydi. Tek çentikli kalem olayını hastanede kısık sesle bana o zaman
anlattı. Anlatırken arada susuyordu. Takatsizdi.Birkaç gün sonra oğlu telefon
etti, beni istemiş. Hemen gittim. Yetişemedim, öleli pek az olmuştu. Son defa
görmek için odasına gittim. Tek çentikli kalem parmaklarının arasında idi.
Yavaşça aldım. Saklıyorum…


Alıntıdır....

Faruk EREM ....
Bir Ceza Avukatının Anıları....


Başka bir tanesi....

Bilirsiniz, hukuk her şeyin süresinde yapılmasını ister. Fakat bir süre vardır ki, kanunda yerini bulamazsınız. Ölüm cezasına hükmedilmesinden, bu cezanın yerine getirilmesine kadar uzunca bir süre geçer. Buna “korkunç süre” adını verebiliriz. Anayasalar işkenceyi yasaklaya dursun. Bu süre işken*cedir.
Bir dergide okumuştum. Amerika’nın bir ken*tinde, hükümlü, geceleyin, gizlice elektrik, sandalye*sine oturtulur, ceza böylece yerine getirilirmiş. Fakat sandalye çok akım çektiğinden, lambalar zayıflayın*ca hükümlüler olayı öğrenir, bağırmaya, eşyaları parçalamaya, ağlamaya başlarlarmış. Düşünmüş*ler, özel bir jeneratörle sakıncayı gidermişler. Şimdi kimse fark etmiyormuş.

Elektrik sandalyesine konulan kişiyi cam böl*menin arkasından seyre çağrılan hükümlünün babası şöyle demişti: “Elektrik dalgası vurduğu zaman başından dumanların çıktığını gördüm. Haykırdı*ğımı hatırlıyorum.”

Bizim cezaevlerimizde daha ilkel çareler uygulanır. Ölüme mahkûm olan, bir bahane ile koğuştan alınıp, hücreye konur. Zamanı geldiğinde seh*paya götürülür, gizlice.

Sivas cezaevi müdürünü çok severdim. Anılarını çok dinlemişimdir: Ko*ğuşta tek idamlık, Aziz’di. Müdür “infaz emri”nin gelmek üzere olduğunu hesaplamıştı. “Çare”ye başvurulacaktı. Mahkûmların yatma saati idi. Yatak açıyor, soyunuyor, tiryakiler son sigaralarını içerken, tek tük konuşuyorlardı. Birden içeriye gardiyanlar girdi.

Başgardiyan “eller başa, herkes yatağının başına” dedi. Arama – tarama sessizce, olaysız geçiyordu. Aziz’in yatağının yanında bir gardiyan sağı solu saçıp çekiştiriyordu. Birden bir sustalı çakı yere kayıverdi.

Başgardiyan “Aziz, biz de seni uslandılar arasına koymuştuk. Yazıklar olsun, yürü hücreye” diye çıkıştı. Aziz şaşkın, üzgün “Vallahi, benim değil” diyebildi.

Sonra hırsla dudaklarını ısırdı. Koğuştakilere “Kim etti bunu” diye sordu. Başgardiyan kolundan çekti Aziz’i. Koğuşun kapısından çıkmadan önce, kağıt oynarlarken birkaç kez aralarında tatsızlık geçen Veysel’in önün*de durdu. “Vicdanı kırık, sen ettin. Anam, avradım olsun” diye başlayarak Veysel’in yakasına sarıldı.

Gardiyanlar omuzlarına yapışıp Aziz’i ayırdılar. Vey*sel “Ulan amma da acemisin be. Anlamadın mı? İdamlıkları hücreye böyle alırlar!”

Aziz durakladı. Bir şey diyemedi. Yürüdü.

Gardiyanlar gidince, Veysel’i koğuştakiler bir hayli hırpaladılar. Neye yarar. Veysel oyunu bozmuştu.

Hücrenin önünden geçenler Aziz’in içerde bazen ağladığını, bazen bil*diği duaları yüksek sesle okuduğunu, yalvardığını, bazen da işi kendisinin yapmadığını, haykırdığını duyarlardı.

Neden sonra beklenmedik bir olay oldu. Tel gelmişti. Müdür, nöbetçi gardiyana hemen Aziz’i getirmesini emretti. Aziz asılacağını anlamıştı. Onu sürüklercesine iki gardiyan, güçlükle getirebildiler müdürün odasına.

Yüzü sararmıştı. Müdür, “Aziz, oğlum, tel geldi, okuyayım” dedi, fakat okuyamadı. Aziz durduğu yerde garip bir titremeye tutulmuştu. Konuşamıyordu. Yüzü değişti. Ağzı çarpıldı. Sağ tarafı çöktü: Felç.

Halbuki Aziz’in mahkûmiyeti bozulmuştu, suçsuz olduğu anlaşılmıştı. Yargıtay’dan gelen “tahliye teli” idi.

Köye haber salındı. Yakınları geldiler, cipe bindirip götürdüler Aziz’i.

Birkaç ay sonra haber geldi; felç ilerlemiş ve Aziz ölmüştü.

Müdürün bu anısını dinledikten sonra uzun uzun düşündüm. Ne diyelim, adalet, öldürmeye karar verirse, mutlaka öldürür.

--------------------------------



http://www.savaskitap.com/images_buyuk/f40/Bir-Ceza-Avukatinin-Anila_1540_1.jpg



http://www.farukeremvakfi.org.tr/13/h72.jpg

Prof.Dr.Faruk Erem...
(1913-1998)



http://www.farukeremvakfi.org.tr/20/files/sayfa7b.jpg
http://www.farukeremvakfi.org.tr/20/sayfa3.html
İzleyeceği usül önceden özel bir kanunla saptanan kuruluş mahkeme değildir.

Şunu kesinlikle söyleyebiliriz ; öyle hocalar vardı ki , bunlar yaşasaydı bu hukuksuzluk devri bu denli sert yaşanmazdı. Hocalar buna izin vermezdi.
ONAR yaşasaydı idare bu denli politize edilemez, EREM yaşasaydı ceza adaleti bu denli adaletsiz olamazdı.
Hukuksuzluğa hukukçu gibi karşı duruşun efsanevi simgeledir bu hocalar.

merlin
11-10-2011, 22:23
Erem dedik , Cebeci'deki Ankara Üniversitesi kampüsünde geçirdiği bir ömrü ve bu gün Attila İlhan'ın ölüm yıldönümü olduğunu düşündüğümde sanırım şairin nefis şiirini buraka eklemek fark oldu. :)


Cebeci İstasyonunda bir aksam üstü
Incecikten bir yagmur yagiyordu yollara
Yeni bastan yasiyorduk kaderimizi
Sicak bir kara sevda
Yüregimizin basinda bagdas kurup oturmustu;
Acimsi, buruk.
mühürlenmisti agzimiz bir sessizlik içinde
Sessizligi üstümüzden atamiyorduk
Bir saçak altinda kararsiz, yorgun
Saatlerce duruyorduk
Kimse görmüyordu bizi


Cebeci İstasyonunda bir aksam üstü
Yeni bastan yasiyorduk kaderimizi
Cebeci Istasyonunda bir aksam üstü
Bir baska türlüydü bu insanlar
Sen bir baska türlüydün
Gözlerin yine öyle bir bilinmez renkteydi
Gözlerin gözlerimde erimekteydi
Bir mermer heykel gibi yanimda duruyordun
Beni birakma diyordun

Meyhane sarhoslari gibi sirilsiklam
Bir yalnizlik duyuyorduk
Agliyordun, agliyordun…

Cebeci İstasyonunda bir tren
Nefes nefese soluyordu
Gerilmis bir keman teli gibiydik

Ankara Kalesi’nde bir eski çalar saat
Bilmem kaça vuruyordu
Bir yagmur yagiyor inceden ince
Içimizdeki binbir düsünce
Harmanlar misali savruluyordu
Islanmis bir ceylan yavrusu gibi
Tiril tiril titriyordun
Gitsek gitsek diyordun.

Yüregimin atisindan deli gönlümce
Siril siklam, paramparça, permeperisan
Türküler söylüyordum
Agliyordun, agliyordun…

Simdi, simdi seni düsünüyorum
Cebeci yollarinda rüzgarlar esiyor, serin
Paramparça düsmüs gönül ufkuma
Iki yildiz gibi gözlerin
Gel Ey cigerime saplanan hançer
Gel ey yüregime oturmus kursun
Göçmen kuslar gibi çok uzaklardan
Gel artik
Ne olursun

merlin
11-05-2012, 01:15
Son yazıdan bu yana 7 ay geçmiş...
Zaman ne hızlı akıyor...



Fakirleşen Türkiye üzerine bir deneme....


Başkentin ilk yerleşkesi aslında Ulus'tur.
Ulus'un fakirleşmesi, taşra tarafından istilası ise 1950 lerden sonrasına rastlar.
Bu gün için Ulus cazibe merkezi olma vasfını yitireli çok oluyor. Kamu binaları orayı terkedeli de öyle.
Ciddi bir şirket, firma da orayı merkez yapmıyor.
Dönercileri, 3.sınıf çorbacıları, 5.sınıf otelleriyle gitmek istemeyeceğiniz bir yer Ulus. Oysa ilk meclis oradadır.
Ne garip.



Ulus'tan merkezi devralan Kızılay ise 1970 lerde zirveye ulaştıktan sonra 1990 larda hızla çökmeye başladı.

Seviyesizliğin, alt kültürün, bozulmuş kültürün ürünü olan duvarda Ahmey Kaya, Nazım posteri bulunan, yerdeki tabure üzerinde bayat çayınızı içeceğiniz çayhaneler kapladı her yeri.
Sakarya'daki barlarda iyi müzik yapanlar kısa sürede daha nitelikli yerlere kaçıştı.
Az çok politik söylem barındıran bu çayhanelerin yerlerini niteliksiz simit saraylarına(!) bırakması da çok sürmedi.
Nihayet 1 sene aradan sonra gidip 1 hafta kaldığım Ankara'da Kızılay da ciddi ciddi işyerlerinde Ankaralı Turgut da dinlemiş oldum. Ya da eskiden büyük keyifle gittiğim kebabpçının 2 sınıf birden düşüşünü hayretle karşıladım. Ya da gençliğimin güzide mekanı 7.caddenin ''güzelim cafelerinin yerini pizzacıların, vasat pastanelerin almasına şaşırdım''.


Bir şehirdeki olumlu olumsuz değişimi o şehirde yaşayan değil, şehri belirli belirsiz periyodlarla ziyaret edenler daha iyi algılayabiliyor.

Aslında konu çok çetrefil.
Toparlamak zor.


Ankara'nın daha doğrusu eski Ankara'nın son kalesi Tunalı'nın çöküşü ise nispeten daha yeni.
Oraya asıl darbeyi vuran AVM kültürü oldu.

1990 larda altın çağını yaşayan meşhur (güzelim) 7..cadde ise yeni merkezlerle rekabette zorlanıyor.


Aslında her çok çok basit.

Ulus merkezdi ve niteliktiydi. NTV tarih Ankara'nın gelmiş geçmiş en nitelikli lokantasının 1958 e dek burada faaliyet gösterdiğini yazar. Büyük tiyatronun, operanın, DTCF nin orada olması gibi bir şeydir bu.
Ne var ki yeni şekillenen Kızılay oradaki cazibeyi kendisine dahil etti.
Ulus kitleler halinde gelen gecekonducuların merkezi oldu.
Kızılay 'dan ise kalite çekildi, Tunalı'ya aktı. Bahçeli'ye aktı.
Ama çok geçmedi. Gecekonducular oraya da aktı.
1990 larda Kızılay'da birbirinden şık ,alımlı bayanlar, şık beyefendiler , çok kaliteli mekanlar varken artık Kızılay'da uyumsuz ,biçimsiz vasat giyimli insanlar, her taraftan bangır bangır yükselen melodiler(!) ,berbat kebapçılar, tabildotçular, simit sarayları(!) fırlıyor.

Burjuva ve özellikle küçük burjuva artık Bahçeli'yi terkedip daha sakin ve lüks Çukurambar'a akarken dramatik ölçüde düşen konut fiyatları nedeniyle bir alt gelir dilimine semt teslim oluyor.
Şehrin eski merkezlerinde şık gezinen bayanlar, kibar beyefendiler aramak artık nafile.


-----------------------------------------------------
Fakirleşme....
BİM Türkiye'nin en büyük market zinciri.
BİM tarzı satış ağları fakir market diye bilinir.
Daha kötü ambalaj, daha kötü mekan, daha az kaliteli ürün.
Ve elbette daha ucuz.
Sayılarının artması firma için iyiyse de ülke için fakirleşmenin daha doğrusu alt gelir grubu oranının arttığı anlamına gelir.

Eşzamanlı olarak peşpeşe açılan AVM ler ise yanılgı.
En üst ve üst gelir grubunun oranı gittikçe azalıyor.
Ora gelir oranı gittikçe büyüse de bunların üst ve en üst gelir grubuyla arasındaki uçurum artıyor.
En üst gelir belki sayısal olarak artıyor. Ama oran olarak azalıyor.



Sonuç....
Burjuva işini yapamıyor.
Yapmak da istemiyor.
Her şeyi oluruna terketmiş.
Halkı peşinden sürükleyen, halka sanat, müzik gibi alışkanlıklarını aşılayan burjuva yok.
Aksine ülkede taşra ve onun şehirdeki uzantısı egemen.
Burjuva kendi lüks sitelerinde, kendi özel üniversitelerinde ''steril '' bir yaşam sürmeyi yeğledi.
Deyim yerindeyse fildişi kulelerinde.

merlin
11-05-2012, 01:31
Büyücek ,köklü! bir üniversitemiz ''Bilim Türler Arası Evrimi Neden Kabul Etmiyor?’' konulu bir panelin duyurusunu yapmış.
15 ve 16 mayıs tarihleri arasında.
Burada bu konuyu tartışacak değilim zaten forumun yasaklı konularından.

Ancak koca bir üniversitenin hem de içinde tıp fakültesi barındıran bir üniversitenin , orta çağ akademilerine özenmesi vahim.
Türkiye sus-pus olmuş sivil faşizmi yaşıyor.
Sürecin en önünde ise ne yazık ki akademisyeni gazetecisi, hukukçusu koşuyor.

Marmara 12 eylül ürünü bir kırma üniversite.
Bir türlü ''sağcı''olmayan Ankara ve yeterince sağcı olamayan İstanbul'a alternatif bir akademi.
Kürsüler kurulum aşamasında genelde milliyetçi muhafazakarlara teslim edilmiş.
Fakat akademi öyle bir yer ki istediğin kadar muhafazakar ol, amacın orta çağ olsun, doğma olsun.
Yine de bazı şeyleri engelleyemiyorsun.
Ama Marmara'da bunu başardılar. Engellediler.

Şimdi bir üniversitemiz ''Bilim Türler Arası Evrimi Neden Kabul Etmiyor?’' diye abes bir toplantı düzenliyor.
Bilim türler arası evrimi neden kabul etmiyor yerine ''evrim var mı ''deseler belki anlarım.
Ama hayır onlar bir safsataya kıt akıllarının elverdiği ölçüde bilimsellik katmaya çalışıyorlar.
Hayır, bilim türler arası evrim elbette kabul ediliyor. Bu konuda 100 sene yazılan makale sayısı yüzbinlere ulaştı.
Marmara türler arası evrimi neden kabul etmiyor desek belki daha doğru olur.

İTÜ olaya biraz espriyle yaklaşsa da darbenin, yobazlığın gizli maskesi , kendisine sistemin istediği beyinleri yetiştirmeyi amaç edinen, en büyük gururu da başbakanı mezun etmek olan Marmara isimli ünüversitenin(!) durumu
hiç de iyi durmuyor.Ve ne yazık ki ülkemizin 10 sene sonraki halini yansıtıyor. Benden geçti. Ama yaşınız 25 altıysa durmayın kaçın gidin derim. Geç kalmış olmazsınız. Bu ülkenin geleceği abdestli kapital !

http://1.bp.blogspot.com/-azUE1j6ojhI/T6eckf_mRlI/AAAAAAAAABk/jmHMvR45k7s/s250/it%25C3%25BC-1.jpg

merlin
16-05-2012, 13:34
Başkanlık, Yarı Başkanlık, Parlementer Sistemler Üzerine...

Son günlerde iyice popüler olan bir konu başkanlık sistemi.
Esasen son 10 senede hakim tek partili parlementer sistem yaşayan ülkemizde önerinin muhalefetten değil iktidardan gelmesi çeşitli bakımlardan ilginç.
Bir kere muhalefet bu sisteme karşı, bu karşı çıkış sol muhalefetin parlementer sistemde iktidar olma olasılığından değil sanırım ebedi muhalefetten hoşnut olmalarından kaynaklanıyor. 1980 lere dek anayasal düzlemde ülkenin önünü açan ana muhalefet partisi artık bu kavramlara hayli yabancı.
Öte yandan önerinin zaten ezici çoklukla iktidarda olan partiden gelmesinin nedenini de ''hakim tek partinin '' --tek bir hakiminin -- olmasında aramak gerekir. Bir dönem ya da iki dönem daha başbakanlık yapmak yerine iktidarı tümüyle elinde tutabileceği devlet başkanlığını arzuluyor muhtemelen. Ve ayrıca mevcut yetkisiz cumhurbaşkanlığı makamının da belediye başkanlığını da dahil edersek icracı olarak 20 sene yaklaşan politik hayata alışan bu tek adamı tatmin etmesi hayli zor.



****
Başkanlık sistemini diğer sistemlerden ayıran hususlara geçmeden önce esasen parlementer sistemi de tartışmak gerekir.
Kısaca bakarsak ;

Yasama-Yürütme-Yargı modern devletin üç erki sayılır.
Yasamanın seçilmiş meclis, yargının da bağımsız mahkemeler eliyle yürütülmesi tartışmasız bir husus.
Ancak çeşitli nedenlerle yürütme , yargı ve yasamanın aksine tek değil genelde dualisttir.
Genellikle yetki, meclisten çıkan hükümet ve devlet başkanı (kral, cumhurbaşkanı , devlet başkanı olabilir) arasında bölüşülür. İşte bu bölünmüşlük sert olabilir, yumuşak olabilir. Devlet başkanı sembolik, yetkili, aşırı yetkili olabilir. Devlet başkanının sembolik olduğu sisteme en güzel örnek İngiliz parlementerizmidir. Yetkisiz kral ve tam yetkili hükümet. Yetkisizlik elbette sorumsuzluğu da beraberinde getirir. Devlet başkanı sorumsuzdur, daha doğrusu sorumluluk hükümete aittir. Nitekim ''kral birini öldürürse başbakan sorumlu olur, başbakan birini öldürürse kimse sorumlu olmaz'' şeklindeki özdeyiş abartılı bir örnek olmakla birlikte doğruluk payı da içerir mutlaka.
Yarı Başkanlık sistemi ise esasen rasyonelleştirilmiş parlementerizmden başka bir şey değildir. Mucit ülke Fransa'dır. 2.dünya savaşı sonrası ekonomik darboğazı ve ülkedeki kargaşayı aşamayan ülke , siyasal istikrarsızlıktan çıkışı 2.dünya savaşında kahraman olmuş bir generale sistemi teslim etmekte bulur. Devlet başkanı seçimle gelmektedir ve yetkileri alışılmamış derecede çoktur. Devlet başkanı ekonomi, siyaset, savunma gibi genellikle devlet başkanının ilgi ve görev alanına girmeyen konularda yetki sahibidir. Ancak devlet başkanının kanun teklifi vermek yetkisi ise bulunmamaktadır.


Yasama ve yürütme ise sanılanın aksine günümüzde yasama-yargı, yürütme-yargı ayrımı kadar sert ve keskin değildir. Öyle ya, yürütme zaten yasamanın içinden çıkmaktadır. Ve genellikle yasama ve yürütme iç içe geçmiş bir yapıdır.

Bunun istisnası ise başkanlık sistemidir.
Başkanlık sistemi dolaylı bir seçimle ama sonuçta seçimle belirlenen bir devlet başkanı ve onun seçtiği 7-8 bakandan oluşan bir yürütme organına sahiptir. Bakanlar ve devlet başkanı yalnızca genel siyasetle ilgilidirler.

Sisteme kabaca bakarsak ;
Amerika için...
*Genel seçim.
*Eyalet seçimleri.
*Her eyalet = 1 senator. Ve ayrıca bir de genel oydan gelen bir meclisi.
Yani senato + meclis + devlet başkanı + 7 bakan
Başkan ise sanılanın aksine genel oydan gelmez, temsilciler meclisinde seçilir.
Başka bir nokta iki meclisin seçim tarihleri farklıdır. Bunun nedeni ise ülkede dönemsel olarak güçlenebilen siyasi akımların her iki mecliste de ezici çoğunluğa sahip olmasının engellenmesidir. Türkiye örneğiyle bakarsak ; 1986 yılında seçim olsa Özal her iki seçimi de kazanırdı. Ama yalnızca 2 sene sonra mutlak çoğunluğu kaybetme sınırına gelebilmişti. Sonuçta sistem bir fikrin ezici hakimiyetini engellemeyi amaçlıyor.
Sistemin parlementer sistemden en önemli farklarından birisi ise devlet başkanının kanun teklifi verebilmesi.


Kabaca bakarsak sistemin özelliklerine ;
*Başkanlık sistemi çift meclis gerektirir. Genel oyla başkan değil kral seçilir. Denebilir ki şu an kral mı seçiyoruz ? Hayır , seçmiyoruz çünkü parlementer sistemde kral seçmenin önüne geçilmeyi amaçlayan pek çok emniyet sübabı vardır. Parlementer sistem prensip olarak istikrar değil temsilde adaleti amaçlar. Yani meclisteki 2, 3 hatta 20 parti demokrasinin gereği sayılır.
*Çift meclis ise eyalet sistemini gerektirir. Bu durum en azından Amerika için böyledir. Meclisin birisi genel oyla ülke genelinde yapılan seçimle, diğeri ise her bir eyaletin(yani devletin) temsilcisinden oluşur.
*Başkanlık sistemi saıldığı kadar güçlü idare anlamına gelmeyebilir. Zira yalnızca bir başkan ve iki elin parmağı kadar bakandan oluşan yürütme kanadı vardır. Amerikan örneğinde ülke zaten içerde bağımsız 49 devletten oluşur. Yani kabine memur zammı, ormanlaştırma, yol yapımı gibi görevlere sahip değildir. Grev ve yetkisi geneldir.
Sonuçta başkan ve bürokrasi vardır ve başkanı bürokrasiyi engellemesi pek de olası değildir.
*Sistemde özellikle ordu ve gizli istihbarat teşkilatı ve elbette polis karanlık işler çevirebilir amiyane tabirle. Çünkü yürütme organı tüm devlet mekanizmasına asla hakim değildir.



Bir an eyalet sistemine geçmeden başkanın nasıl seçilebileceğini düşünüyorum ülkemizde.
Sanırım cumhurbaşkanlığı makamı tasfiye edilecek.
Genel oyla bir başkan seçilecek.
Çift meclis olmadığından başkan ve meclis aynı seçimle gelecek.
Başkan frensiz bir araç gibi olacak, onu sınırlayan yargı dışında bir makanizma olmayacak. Dokunulmaz olduğu düşünüldüğünde yargının da onu sınırlaması pek olası olmayacak.

Elbette bu bir felaket tablosudur. Ve başkanlık sisteminin çok kolay biçimde ''başkancı'' sisteme dönüşmesi olasıdır. Güney Amerika tarihi bu tip başkanlarla doludur.


Başka bir olasılık her ilin bir temsilciye sahip olması. Bu temsilcilerin bir meclis olması.
Genel oydan farklı tarihteki bir seçimle ikinci bir meclisin çıkması.
İki meclisten birinin başkanı seçmesi.
Bu durumda da devlet başkanının (Tayyip Erdoğan) istediği erke sahip olması zor. Zira bürokrasi koca bir kaledir. Yandaş da olsa öyledir zira bürokrat siyasetçiden hoşlanmaz, hoşlanıyormuş gibi yapar. Bürokratk kendisini devletin sahibi olarak görür.


Bana başkanlık sistemi tartışması hayli güç bir iş gibi geliyor açıkçası.
Altyapımız buna müsait değil. Yargı erkinimiz Amerika kadar yetkin değil. Eyalet sistemi ise yok. Yani Türkiye'yi 7 bakan ve bir başkanın idare etmesi imkansız.
Eh ne yapalım yani 1 başkan ve 32 bakan olsun denirse onun ismi başkanlık sistemi olmaz bu sefer. O başka bir şey olur.

***
Ben iktidar partisi için başkanlık sistemi için başbakanın kişisel hırsından başkaca neden görmüyorum.
Muhalefet içinse ''bizden başkan çıkmaz'' bahanesi var sanki.



Ancak ne yazık ki şahsen ülkemizin parlementer demokrasi karnesinin pek de güçlü olduğunu söyleyemem. Hatta parlementer sistemin 1960, 1971, 1980 darbeleriyle 28 şubat gibi muhtıraların nedenlerinden olduğunu söylemek mümkün.
Ve bu sistemin , bu haliyle er geç bir ''tek adam'' yaratacağı 50 sene önce de söylenmiş . Öyle de oldu.

Peki ne yapmalı ?
O da başka bir yazının konusu.

Halil64
01-10-2012, 16:33
Başkanlık, Yarı Başkanlık, Parlementer Sistemler Üzerine...

Son günlerde iyice popüler olan bir konu başkanlık sistemi.
........

Merlin üstadım, başkanlık sistemi önümüzdeki günlerde daha sık gündeme gelecek gibi.

merlin
05-10-2012, 17:50
Merlin üstadım, başkanlık sistemi önümüzdeki günlerde daha sık gündeme gelecek gibi.
Sistem ihtiyacı değil de sanki birisine yeni bir koltuk için yeni bir sistem icadı yapılmakta...:)

Halil64
08-10-2012, 15:30
Sistem ihtiyacı değil de sanki birisine yeni bir koltuk için yeni bir sistem icadı yapılmakta...:)

:) :)

BORA YAŞAR
06-04-2013, 15:13
Yazar, yazmak fiilinden geliyor.

İyi de her yazan, yazar mıdır?

Yazmak bir tavırdır, bir ilandır.

Roman gibi uzun anlatılarda yazar kendisini gizlese de, her yazar aslında kendisini anlatır. Bildiğini, gördüğünü, düşündüğünü, düşlediğini, başından geçeni.

Okuyucu, sadece yazılana değil, yazana da bakar. Onu kendi gözünde değerlendirir bildiği kadarı ile.

Demem o ki, yazar sadece yazdıkları ile değil, kendi karakteri, duruşu, dünyaya bakışı ve davranışları ile de sevilir ya da sevilmez.

Eğer yazarı tanıyor ve biliyorsak, artık kişiliği de yazıları kadar etmendir bizim değerlendirmelerimizde.

Orhan Pamuk'u iyi bir yazar olarak görmeyenlerin onun kişiliğinden etkilenmediklerini söylemek mümkün müdür?

Edebi eserlerde durum böyle olmakla beraber köşe yazarlarının beğenilmesindeki faktörler tümüyle yazarın fikirlerinin bize yakınlığıdır.



Merlin'i okurken, onun forumdan ayrılmasının, yazmamasının ne kadar büyük bir kayıp olduğunu bir kez daha anlıyorum.

Moderasyon görevi yapılırken, şekli eşitlikten daha çok, yıldızların korunmasının daha fazla hayrımıza olduğunu düşünüyorum.

bikmisbroker
06-04-2013, 22:16
Sayin Merlinin artik yazmamasina uzuldum.
Kacirdigim 1-2 yazisi olmus, onlari da bu vesile ile simdi okudum.

Merlin, ustad burayi okursan hisse net'e gir, sana puan vererek kisa bir mesaj attim.
Okursan ve bana donersen sevinirim.

Selam & sevgiler.

BORA YAŞAR
23-06-2016, 23:08
Her nerede isen mutlu olmanı dilerim Merlin...:)

Kulakların çınlasın.

Başlığı edebi sohbet ya da okuduğumuz kitaplardan bilgi vermek için kullanabiliriz.

Eminim sevgili merlin'in de çok hoşuna giderdi bu.

https://pbs.twimg.com/media/CklahxFWEAEJBet.jpg


Bendeniz son bir kaç aydır kitap okuma hakkımı Paul Auster'e tahsis etmiş durumdayım...

Okuduğum kitapları şöyle:

- Ay Sarayı

-Newyork Üçlemesi (3 ayrı kitap)

-Laviathan

-Timbuktu (pek sevmeyerek yarıda bıraktım)

- Son Şeyler Ülkesinde (Pek hazzetmedim bitiremedim)

-Şans Müziği

-Cebi Delik


Şu anda elimde otobiyografik kitabı (aslında hemen her kitabı kendi hayatından bir kesit) İç Dünyamdan Notlar kitabı var.

Bu kitabındaki anlatım metodundan da hoşlanmadım. :) Kendisinden ve hayatından bir başkası bahsediyor. Sen o gün böyle yaptın gibi.

Bana pek sevimli gelmedi.

Ama Auster'i bitireceğim. Ne olursa olsun.

Daha elimde 12 kitabı daha var...