PDA

View Full Version : Yazıdan önce hayat var mıydı?..



Asmiltak
05-07-2011, 20:22
Varsa, insanlar nasıl nefes alıyorlardı..

Asmiltak
05-07-2011, 20:25
Yazı yazmak.. Bazı zamanlar kafa karışıklığının işareti, yazarak netleşmeye çalışır dimağlar.. Bazen tam tersi.. yazarak kafasını karıştırmak ister insan.. Sabit bir noktada takılıp kalmayı önler bu, fena mı:)

Her iki amaç için de ara ara yazacağım buraya.. Kurgu, gerçek, hayal hem içiçe, hem bağımsız birbirinden..

Hayırlara vesile olsun:)

Blöf
05-07-2011, 23:01





Soru külliyen yanlış…

Doğru soru: ‘Hayatı yazanın; yazısını kim yazdı…’ olacaktı..




Hayda Bree…

Asmiltak
09-07-2011, 16:16
YOLCULUK NOTLARI

Yeni bir yolculuğun hemen arefesinde eski yolculuk notlarımdan esintiler.. Yeni izlenimler olacaktır, oldukça paylaşmaya çalışacağım..


Birtakım imajlar sıyrılıp gelen bilincin derinliklerinden kopup gelen.. Biraz yorgunsundur o gün muhtemelen biraz uykusuz, sabah erkenden kalkmışsındır ve bir yolculuk yapmışsındır. İnince, hafif bir kaybolma ve yoğun özgürlük duygusu.. Gittiğin yer kendi iklimine uygun bir merhabayla karşılamıştır seni.. Yaşam onların kendi dillerinde hızla akmaktadır ve birden parçasısın onun, ya da değilsin, tercih senin, güzel bir seçim duygusu..

Böyle olageldi 8 yıl boyunca farklı coğrafyalara gidişlerim.. En çok sonuncusunu hatırlıyorum.. 6 yıldan bu yana hayatımın bir parçası ve önemli odak noktalarından birisi olan bir etkinlik ile o etkinliğe ev sahipliği yapan büyülü şehirle vedalaştığım gün; çelik kanatlı devasa kuş tekerleklerini yerden kestiğinde, artık gökyüzündeyken, günah şehri adıyla anılan bir şehirden ayrılırken kentin uçaktan görünen ve gittikçe uzaklaşan silüetine, yanındaki vatandaşın şaşkın bakışları arasında, işaret parmağını dudaklarına götürüp küçük bir buse göndererek veda eden ve ona böyle bir şans verdiği için Allah’a şükreden kaç kişi vardır bilmiyorum ama işte şimdi ben onlardan biri oldum..Gökyüzündeydim demiştim, gökyüzünü, ya da pilotun az önce yaptığı anonsta kullandığı ifadesiyle “sema”yı seviyorum. İnsanın fiziki olarak gökyüzünde olmasıyla ruhi olarak gökyüzünde olmasının farkını biliyorum ve ikincisini de seviyorum.

İlk gidişimi hatırlıyorum, garip bir duygu yerleşmişti içime.. Aradaki uzun saatlik mesafe, saat farkından dolayı uçuş boyunca neredeyse hep gündüz olması gibi ilk kez şahit olunacak fiziksel ilginçliklerin dışında, sabah kalkıp ben bu kadar uzağa gidiyorum demek, sabah kalkıp Ben İzmir’e gidiyorum ya da ben Ankara’ya gidiyorum demekten biraz farklıydı.. Alacakaranlık kuşağı gibi.. İşin hoş tarafı İstanbul’daki masandan dünyanın öbür ucunda bir organizasyonu adım adım sonuca vardırmış olmaktı ki tamamen yabancı bir şehirde emek harcadığın ve kısmen sana ait hissettiğin şeylerin orada seni bekliyor olması (ya da beklemiyor mu yoksa?, birşeyler ters gitti mi ki acaba? gibi kemirici ve kışkırtıcı sorular öte yandan kafanda dönerken) anlatılması zor hislerdi..

Şehrin silüetinin önüme ilk uzandığı anı hatırlıyorum ardından.. Parlaklığın ve ışıltının kelime anlamları yerlerini bulmuş gibiydi.. “Gerçek” değildi, tamamen kurmaca bir şehirdi ama kimin umurunda.. Taksi olarak hizmet veren tamamen Amerikan ebatlarına uygun büyük ve son model Ford o çok geniş ve çok şeritli yollarda adeta akarken ışıltıların tahrik edici cazibesi 16 saatlik yolculuk yapmış yorgun bir adamı bile kışkırtacak cinstendi.. Herseyin sahte ama bir o kadar da güzel oldugu yer olarak tanımlanabilirdi burası.. Bir yere oturduğunda garsonun ilk sorusunun nasıl ödeyeceksiniz, nakit mi kredi kartı mı? olması eğreti durmuyor, kazanmak ve daha cok tüketmek üzerine kurgulanmış bu kültürün temelinde bu var, ozellikle de şehir çölün ortasında yaratılmış bir kumar ve eğlence merkeziyse.. Bu şehir tam anlamıyla bir "proje" hem de başarılı bir proje.. Silindirleri ve itenekleri sürekli çalışan bir motor gibi, kendi sinerjisini kendisi yaratıyor.. İnsanların birbirine merhaba yerine" "good luck" dedikleri bir garip diyar:)..

İyi yolculuklar, bugünün tüm yolcularına..

Asmiltak
05-10-2012, 21:27
Bazen..

Bir şeyler düşünürsün.. Doğru ya da yanlış olmasını sorgulamazsın, güzeldir, düşünüyor olmak hoşuna gider..

Bir yere kadar iyidir bu.. İşte o “bir yer”de, bir an gelir birden anlarsın; düşündüğün şeyle olagelenin birbiriyle ilgisi yoktur, aslında düşündüklerin, gerçek boyutta bambaşka bir meyanda, bambaşka bir yolda akıp gitmektedir..

Varsın olsun, bazen düşünmesi bile güzel:)

Asmiltak
06-10-2012, 20:52
Lev Tolstoy..

Gelmiş gelecek en iyi yazardır bence.. Savaş ve Barış yazılmış ise en iyi roman, Anna Karenina da ikincisi..
Tolstoy, masasından dünü, bugünü ve yarını yazmış.. Edebiyatın ana kaynağı, malzemesi, üreticisi ve tüketicisi olan, “insan”ı iş edinmiş kendine.. Üstadı okumadan önce insan üzerine bildiğiniz ya da bildiğinizi sandığınız ne varsa bir süreliğine askıya alın, bırakın Tolstoy size yeniden anlatsın..

Moskova’da da St. Petersburg’da da bulunmuşluğum var.. Petersburg’da Dostoyevski’nin şu anda müze olarak kullanılan evini ziyaret edip, heykelinin önünde fotoğraf çektirmişliğim bile var.. Ama iyi ki bu şehirlere Tolstoy’u okuyup da gitmemişim, yoksa Moskova’da gözlerim Stepan Arkadyeviç’i , Petersburg’da da Vronski’yi arayacakmış gözlerim.. Bu kadar gerçek bu kadar canlılar karakterler.. Oturup yepyeni karakterlerle bambaşka bir dünya yaratmak ve tüm karakterleri sadece isimleriyle değil, tüm ruh halleriyle, hatta ruh hallerinin arasındaki geçişlerle verebilmek.. Savaş ve Barış’ın sadece ilk yüz sayfasında muhtemelen yüzün üzerinde karakter anlatılır, tek tek tanırsınız hepsini, tanımak istemiyorum derseniz kitaba devam etmeniz de anlamsız olur..

Dostoyevski daha kavram yazarıdır.. Çok derin analizler yapar ve belli sonuçlara, yargılara ulaşır.. İntikam kavramı üzerine örneğin en özgün yorumu onun kitaplarında görmüştüm, intikam üzerine anlatılan öğretilen belletilen her şeyi bir anda siler ve yepyeni bir bakış açısına kavuşturur sizi.. Yan karakterler de vardır elbet kitaplarında ama Suç ve Ceza dediğinizde o artık Raskolnikov’la özdeştir. Anna Karenina’da, kitaba adını veren, ana karakter olmasını beklediğiniz Anna’dan yeri gelir 100 sayfa bahsedilmez ama fark etmezsiniz bile.. Kaldı ki öyle duygu ve yaklaşım değişiklikleri vardır ki Anna, Levin, Aleksey Andreyeviç, hangi karakterse bahsettiğiniz zaten 100 sayfa önce bıraktığınız Anna değildir. Karakterler sürekli bir devinim halindedir.. Anna’nın hastalığı esnasında Aleksey Andreyeviç’in yaşadığı dönüşüm aslında tek başına ayrı bir roman konusuyken yazar bunu anlatmayı sınırlı sayfalar içinde tereyağından kıl çekme kolaylığındaymışçasına ustalıkla yapar..

Böyle bir girişle başlayalım.. Kısmetse devam ederiz üstadı anlama çabasına..

ayhan53
06-10-2012, 22:07
topik bana ağır geldi okudum kaçarım:)

BORA YAŞAR
06-10-2012, 22:19
Benim en sevdiğim yazarlardan biri olan Ernest Hemingway, 13 Mayıs 1950 tarihinde The New Yorker dergisinde Tolstoy hakkında şöyle demiş;

"I started out very quiet and I beat Mr. Turgenev. Then I trained hard and I beat Mr. de Maupassant. I’ve fought two draws with Mr. Stendhal, and I think I had an edge in the last one. But nobody’s going to get me in any ring with Mr. Tolstoy unless I’m crazy or I keep getting better."

Şöyle çevrilebilir kötü İngilizcemle:

Sessiz ve sakin başladım ve Turgenyev'i yendim. Sonra sıkı bir çalışmayla Maupassant'ı yendim. Stendhal ile iki defa berabere kaldık ama sonuncusunda biraz önde idim. Ama giderek daha iyi olmadıkça ya da kafayı yemedikçe kimse beni Tolstoy'la aynı ringe çıkaramaz.


Bazı yazarları okumakta zorlanıyorum. Kimini üslup sorunları, kimini bana yakın gelmeyen konular, kimilerini de benim hayal gücümü ve hafızamı zorlayan kurguları yüzünden.

Harp Ve Sulh beni çok zorlayan bir roman olmuştur.

Romanda geçen 3-4 isimli şahsiyetleri bir kaç sayfa sonra karıştırdığımdan notlar, çizelgelerle okumayı denedim. Sıkıldım.

Beni bir şarkı mutlu edebiliyor.

Oysa Harp ve Sulh bir senfoni.

Tolstoyda nasıl bir hayalgücü, nasıl bir muhayyele varsa bu insanları kitabında biribirine değidirmeden hayranlık verici bir şekilde dolaştırabiliyor.

Bunda, bu başarıda, onun kendi yaşamsal deneyimlerini yazmasının mutlaka bir kolaylık sağladığını söylemek mümkün.

En iyi yazarlar, en iyi şairler, en iyi besteciler sıralaması kişiseldir.

Ben Faulkner'ı sevmem. Kimi çağın en iyi romancıları arasına onu mutlaka koyar.

Bana kolay okunan, basit yazan (basit yazmak çok zordur), yaşamı anlatan, iyi bir mesajı olan, Hemingway gibi, Hamsun gibi, Steinbeck gibi, Simonov gibi, Çehov gibi , Marques gibi, Ehrenburg gibi (liste uzun) yazarlar hoş geliyor.

Joyce, Zweig, Kafka yoruyor beni.

Büyüklük?

Ölçmek beni aşar...

Asmiltak
07-10-2012, 00:08
Başkanım selamlar,

Her zaman beklerim:)


topik bana ağır geldi okudum kaçarım:)

Asmiltak
07-10-2012, 00:14
Sn. Bora Yaşar,

Katkınız için teşekkürler, yorumunuzu büyük bir beğeni ile okudum. Özellikle, "Beni bir şarkı mutlu edebiliyor. Oysa Harp ve Sulh bir senfoni." betimlemenizi.

Büyük küçük sıralaması yapmak, sanatın, edebiyatın ruhuna ters, farkındayım, dediğiniz gibi özneldir bu çeşit sıralamalar yapmak, bu yüzden, "benim penceremden" diye not düşerek düzelteyim:)

Selamlar, iyi akşamlar..


Benim en sevdiğim yazarlardan biri olan Ernest Hemingway, 13 Mayıs 1950 tarihinde The New Yorker dergisinde Tolstoy hakkında şöyle demiş;

"I started out very quiet and I beat Mr. Turgenev. Then I trained hard and I beat Mr. de Maupassant. I’ve fought two draws with Mr. Stendhal, and I think I had an edge in the last one. But nobody’s going to get me in any ring with Mr. Tolstoy unless I’m crazy or I keep getting better."

Şöyle çevrilebilir kötü İngilizcemle:

Sessiz ve sakin başladım ve Turgenyev'i yendim. Sonra sıkı bir çalışmayla Maupassant'ı yendim. Stendhal ile iki defa berabere kaldık ama sonuncusunda biraz önde idim. Ama giderek daha iyi olmadıkça ya da kafayı yemedikçe kimse beni Tolstoy'la aynı ringe çıkaramaz.


Bazı yazarları okumakta zorlanıyorum. Kimini üslup sorunları, kimini bana yakın gelmeyen konular, kimilerini de benim hayal gücümü ve hafızamı zorlayan kurguları yüzünden.

Harp Ve Sulh beni çok zorlayan bir roman olmuştur.

Romanda geçen 3-4 isimli şahsiyetleri bir kaç sayfa sonra karıştırdığımdan notlar, çizelgelerle okumayı denedim. Sıkıldım.

Beni bir şarkı mutlu edebiliyor.

Oysa Harp ve Sulh bir senfoni.

Tolstoyda nasıl bir hayalgücü, nasıl bir muhayyele varsa bu insanları kitabında biribirine değidirmeden hayranlık verici bir şekilde dolaştırabiliyor.

Bunda, bu başarıda, onun kendi yaşamsal deneyimlerini yazmasının mutlaka bir kolaylık sağladığını söylemek mümkün.

En iyi yazarlar, en iyi şairler, en iyi besteciler sıralaması kişiseldir.

Ben Faulkner'ı sevmem. Kimi çağın en iyi romancıları arasına onu mutlaka koyar.

Bana kolay okunan, basit yazan (basit yazmak çok zordur), yaşamı anlatan, iyi bir mesajı olan, Hemingway gibi, Hamsun gibi, Steinbeck gibi, Simonov gibi, Çehov gibi , Marques gibi, Ehrenburg gibi (liste uzun) yazarlar hoş geliyor.

Joyce, Zweig, Kafka yoruyor beni.

Büyüklük?

Ölçmek beni aşar...

Asmiltak
07-10-2012, 01:09
Olay anlatımı üzerine kurgu mu, yoksa bu ikisini de içeren ama ana örgüsü bu olmayan, daha çok insan halleri, ruh durumları üzerinden derin analizler yapan, bunu, olayları arka planda tutarak yapan anlatımlar mı..

Bence ikincisi.. Özellikle Tolstoy ve Dostoyevski üzerine bu kadar vurgu yapmam bundan biraz da.. Savaş ve Barış mesela, Napolyon'un Rusya seferini en iddialı tarih kitabından daha net olarak anlatır arka planında, bunu o olayı anlatmak ya da o olay üzerinden bir mesaj vermek için yapmaz..Ama almak isteyene Rusya'nın o savaşa sürüklenme ve sürdürme süreci üzerine yazdıkları mesela muhteşem bir mesaj olarak da görülebilir.. O kadar kapsamlı ve anaç bir eser var ki ortada, herkes kendine ne çıkartmak istiyorsa çıkartabiliyor.. Kitabın kahramanı da Napolyon değildir, Tolstoy'un kafasında şekillenen yüzlerce farklı karakterdir.

Sadece kurgu üzerine olan kitaplara başlarım belki ama bitiremem.. Yazarın biraz yapay kaçan o çabası beni müthiş sıkar.. En somut örneği Dan Brown'dur benim için. Da Vinci Şifresini bir şekilde bitirebilmiştim ama diğer kitaplarına başlamadım bile..

Kendi topraklarında yaşananları öyküleştirip romanlaştırarak evrenselliği yakalayan yazarlar vardır mesela.. Gabriel Garcia Marquez, Yaşar Kemal gibi.. Topraklarının gerçekliklerini öyle bir dille anlatırlar ki nefesiniz kesilir bazen..

Marquez'e bakın, arkasında babaannesini görürsünüz:) yazdıklarının çoğu babaannesinin ona küçükken anlattığı öykülerden esinlenmiştir.. Bize hiç olmayacakmış gibi görünen şeyleri günlük hayatın sıradan rutini gibi anlatmasıyla sarsılır sarsılır durursunuz okurken.. Birden kolu koptu, kafasına bir taş düştü ve öldü, bebeği karıncalar yedi.. Akla zarar bir anlatımdır ama bir çeşit efsun gibidir, okurken alırsınız bu efsunu ve bir süre sonra o sihirli dünyada kaybolur gider siz de normal görürsünüz anlatılanları, yetenek biraz da bunun gibi birşeydir..

Oradan bambaşka bir coğrafyaya, New York'a geçin.. Paul Auster'in fantazi yüklü hayalgücüne bırakın kendinizi.. Bir latin kasabasında ne kadar güçlü bir hayal gücü varsa, en büyük metropol New York'ta da farklı boyutlarda ama aynı şiddette bir hayalgücü olduğunu görün, mutlu olun:)

Yetmedi biraz daha dolaşacağım derseniz, İrlanda'ya geçin.. Modern çağın filozof-yazarlarından Iris Murdoch!a konuk olun.. Bir filozoftur, ağır yazar diye korkmayın, çinkü anlatacaklarını, arka planında at yarışı, içki, muhabbet olan bir fon olan bir platformda anlatır, eğlenerek okursunuz ve okuduktan sonra bakış açınızın daha bir derinleştiğini hissedersiniz.. At yarışı, entrika, içki peşinde koşan karakterlerle yapmıştır bunu size yazar.. Bu da yeteneğin bambaşka bir boyutu.. Yalnız uyarırım, çağımızın en büyük beyinlerinden biri olan Murdoch'un hayatının son döneminde Alzheimer'e yakalanmış olduğunu ve son yıllarını bir çocuk gibi geçirdiğini bilmek biraz daha sarsıcı olacaktır yazdıklarını okuduktan sonra..

Bu yolculuk bitmez:) bitmesin de.. Ara ara Tolstoy'u anlamak amaçlı açtığımız bu yola böylesi geziler de ekleyelim..

denizci
07-10-2012, 12:04
http://666kb.com/i/c7w5y18zvfdlcnluu.jpg

Asmiltak
07-10-2012, 22:06
Ben Faulkner'ı sevmem. Kimi çağın en iyi romancıları arasına onu mutlaka koyar.



Açıkçası Faulkner hakkında hiçbir fikrim yoktu.. Çağın en büyük romancıları arasında gösteren kişiler olduğunu duyunca ilgimi çekti..

Kadıköy'deki küçük ve sevimli YKY şubesine bir ziyaret vesilesi doğdu böylece.. Özellikle, aslında var olmayab Yoknapatawpha kasabası dikkatimi çekti, çıkış eseri olduğu söylenen Tapınak ve Yoknapatawpha kasabasını anlatan Absalom, Absalom! kitaplarını aldım.. İzlenimlerimi paylaşmaya çalışırım okuduktan sonra..

Asmiltak
10-10-2012, 01:00
Sıkça, durgun bir gölde küçücük bir kayığın düzgün, mutlu gidişini seyreden bir insanın, bu kayığa kendi bindiği anda hissedeceklerini hissediyordu. Bu kayıkta yolculuğun yalnızca sakin sakin, sallanmadan oturmak demek olmadığını, kayığın nereye gideceğini akıldan bir an çıkarmamasının, durmadan düşünmenin, kafa yormanın; altında suyun olduğunu, kürek çekmek zorunda olduğunu unutmamasının, alışık olmadığı için avuç içleri acısa bile kürek çekmesinin gerektiğini, bunu seyretmenin hoş bir şey olduğunu, ama yapmanın, hoş olsa bile, çok güç olduğunu görüyordu.

Anna Karenina, sayfa 476, bölüm 14'ten bir kesit..

Asmiltak
22-10-2012, 03:15
Ne söylesen ne beklesen
Yaradan’dan ya da kaderinden
Ele geçmez istediğin
Uğruna savaş vermediysen

Sanki seni boğar gibi
Sanki yeniden doğar gibi
Sanki zaman zaman ölür gibi
Acısını, çilesini çekmediysen

Asmiltak
22-10-2012, 03:31
Yaşantım sanki bir savaş ve hoş da bazen, ateş kesildiğinde ve de sular durulduğunda, yoksa hep gülerdi insan, hep kalırdı masum, saygıda bir kusur ettiğinde minnetin de değeri yok, kafalarda hesaplar yapılır ve mesafeler konur, fakat bu kalp unutmaz, unutamaz ki zaten, her kalp yıkılır ancak yenisi bulunamaz bir mesken, her anım birini özler, rüyada yolunu gözlediğim, düşünceler ve benliğimle canlanır tüm hatıralarım, bitince yalnızım, gözümü açtığımda kalmışım yanımda ailem ve bir de arkadaşlarım....

Şimdi boşuna bakma saate zaman geç oldu, dün annem elimi tutarken bugün 29'da doldu, vakit can almaz ancak can yakar,
fakat bir bekle bak, nakavt olursan çok sakat, mücadeleyle geçen hayatta son round, kazanmak herkes ister,
ne istediğini bilmektir önemlisi var mı listen, hayallerin, hırsın, cesaretin, sabır selametimse intikam felaketimdir,
ne mektebimde vardı huzurum, ne vardı evde, çıkıp bir başıma ağlamaktı belki caddelerde, hayallerin kurulduğu ve düşlerin yok olmadığı, bu gözlerinse dolduğu, zamanın donduğu bir yerdeyim, düşünceler dumanlı dağlar aynı, gözse puslu, bir bakmışım mesafeler uzun ve tozlu, benimse yol yürür gider bir seyyah olurum, ne paranın bir değeri vardır aslında, ne de şerefle onurun...

Ameleydim eskiden şafak sökerdi her gün işe giderken, cebimde yoktu bir kuruş ve Üsküdarımın her bir yeri yokuş,
her gün yeni bir suç, ittiler fakat ben olmadım tuş, kanatlı doğmamış kuş, vakit hiç geçmemişti, ben hep aynı yerde saydım,
ekmekle vardı kavgam daha bir sertti günler, ve geçmişeydi saygım, gelecekti kaygım, kelebekti kalbim,
akar giderdim olsa bile bir derdim hep gülerdim, ve ağladığımı görebilen bir annem bir de ben, inceden bir perde vardı gözlerimde,
göz görür fakat dilim susardı, ayaklarım, elim, kolum da bağlı, hayat bu dile kolay velakin her bir yerine ağrı,
ve kimi zaman düşündüm, aslında hiç üşenmedim ben hep düşündüm, hayata karşı dört silahşör hep güler sanmıştım,
bu öyle lanet olası tos bir pembe ki bir baktım her şey ciddi ve hemen uyandım...

Gelsin, hayat bildiği gibi gelsin, işimiz bu yaşamak,
unuttum bildiğimi doğarken, umudum ölmeden hatırlamak...


http://www.youtube.com/watch?v=2lulKjOgwos&feature=BFa&list=AL94UKMTqg-9BBzuSJKjUob5XF3uGBSK_Z

Asmiltak
23-10-2012, 02:55
Saba makamı.. Mucize gibidir.. Çok severim.. En çok da bu eseri..

Semt-i dildare bu demler güzerin var mı Saba
Dil-i hasretzedeye nev haberin var mı Saba
Ben giriftar-ı elem bülbül-i efganzedeyim
Verd-i bağ-ı emelimden haberin var mı Saba
Çin-i gisunda o şuhun eserin var mı Saba"

Beste: Suphi Ziya Özbekkan
Güfte: Sami Paşa
Makam: Saba

Asmiltak
24-11-2012, 06:53
Attila İlhan.. Özledik seni, büyük usta..

MUHAYYER

Önemli gizli boyutlarıyla yeryüzündeki yaşantımız
ne kadar azdır yaşadığımızdan yaşadığımızı sandığımız
söylediklerimizle değil söylemediklerimizle varız
o gün ki ölümün perdesine yapayalnız yansırız
ne kadar azdır yaşadığımızdan yaşadığımızı sandığımız

bir incesaz ki süreklidir yaprak döken korularda
çılgınlıkları oluşturur en çapraşık duygularda
büyük çıkmaz akla gelip de sorulmayan sorularda
bazı insan içten içe düşünür hesaplar da
ne kadar azdır yaşadığımızdan yaşadığımızı sandığımız

üflediği sustuğumuz tutkuların düşlerimizi çokçadır
çocukluktan çıktığımızı sanmak aslında çocukçadır
gerçi gençlik bir uçta yaşlılık bir uçtadır
birleştikleri gerçek o müthiş sonuçtadır
ne kadar azdır yaşadığımızdan yaşadığımızı sandığımız

ATTİLA İLHAN

Asmiltak
24-11-2012, 07:04
Belki biter bir gün bu da..


http://www.youtube.com/watch?v=xEcQHaVxPXc

Asmiltak
30-11-2012, 04:55
Bazen.. Söz de biter, yazı da..

Asmiltak
01-12-2012, 04:03
Bazen.. Söz de biter, yazı da..

Ya da biz öyle der, kandırdığımızı sanarız kendimizi..

Hiç bitmeyecek şeyler, var hayatta..


http://www.youtube.com/watch?v=e2qWTtnZTNQ

Asmiltak
31-05-2013, 05:54
Son yazı, alıntı olsun.. Yengeçler üzerine olsun..

Bir yengeç isterse unutur ama neyi unuttuğunu asla unutmaz.. Hafıza-i beşer unutmakla malülse, yengeç unutmamakla malüldür... Unutmaz... Bellek bir yengecin alamet-i farikasıdır... Belleğinde iyiliği ve kötülüğü, mutlu ve karanlık anıları, kokuları, renkleri, sesleri, görüntüleri, yansımaları, ışık oyunlarını, işaretleri sonsuza kadar saklayabilme kapasitesiyle doğmuştur... O aslında geçmişte yaşar, zaman onun için geçmez, bir anı bütün boyutlarıyla her daim, yaşandığı günkü kadar belleğindedir... Unutmamak, sonsuza değin bırakamamak, bağlılık yengece özgüdür.

Her yengecin en az dört yüzü vardır... Çünkü yengeç burcu karanlık, sisli, dişil, büyüleyici, gizemli enerji ay tarafından yönetilir... Ayın yeniay, ilk dördün, dolunay ve son dördün olmak üzere fazları vardır... Yengeçlerin de öyle... Ay suları yönetir, med-cezirler yapar... Yengeç de gelgitlidir, bir an kahkahalar atarken bir an her şeyin dibinde olabilir... Yengeç bir su grubudur, içinde daima med-cezirleri taşır. Sabah kalktığında dolunay fazında bir yengece rastlarsanız onun ne kadar muhteşem, büyüleyici ve vazgeçilmez biri olduğunu düşünebilirsiniz ama öğleden sonra sizin muhtemelen yaptığınızın farkında bile olmadığınız minicik bir jestten hatta mimikten bile alınıp birdenbire son dördün fazına geçip, somurtmaya başlamış ve kabuğuna çekilmiş olabilir... Öldür Allah o kabuğu açamazsınız. İnanın kabuğuna çekilmiş bir yengeçle başa çıkmak Higgs Bozonu'nu bulmak kadar meşakkatli olabilir... Unutmaz demiştik, ama o element kardeşi akrep gibi hain intikam planları yapmaz incindiğinde, önce kabuğuna çekilir, sonra bekler... Gerekirse sonsuza kadar bekleyebilir.. Arapça'da Kamer, Roma mitolojisinde Diana adlarıyla sembolleşen yengeç, bir su elementidir ve bir yengeç en büyüleyici halini su kenarlarında gösterir... Deniz ve bütün sular onun aşkıdır, yengeçlere bakın, onlar daha çok denizde, su kenarlarda çok az zamanda da karada yaşarlar... Biraz tombulca cömert bir yüz ifadesi yani ay yüz onu hemen tanımanıza yol açar... Ay çehresi yengece aittir...

Görür görmez sinesine yaslanmak istersiniz çünkü orada sonsuz bir anne şefkatini (kadın erkek fark etmez) bulabilirsiniz. Sadece çocuklarının değil bütün sevdiklerinin annesidir, koruyucu kollayıcıdır, besleyicidir, büyütücüdür.. Annelik yengeçlerin kutsal kavramıdır.. Bir yengecin annesine, ailesine, çocuğuna en küçük bir olumsuz imada bulunmayın, asla affedilmezsiniz... Üstelik yengeç dayanıklı ve sabırlıdır, kabuğunu kapattığında yıllarca zorluklara dayanabilir, kabuğunu açacağı günü bekler..

Yengecin kutsalları arasında sıralamada birinci gelen bir şey daha vardır: Evi... Yengeç evi yuvadır, onun çelik kozasıdır, dışarıdaki bütün kötülüklerden kaçıp saklandığı kutsal sığınağıdır... Bir yengecin evine gittiğinizde içinizi huzur kaplar, mutfağı asla boş olmaz, tersine yemek onları güvencede hissettirir, aynı şekilde sevgilerini göstermenin bir yolu da budur: yedirirler içirirler... Yerler ve içerler de... Bu konuda da durmaları kolay değildir, zayıf kalmak için bir yengecin uğraşması gerekir, duyguların med-cezirinde yemekle ilişkisi bir sarkaç gibi gider gelir.

Bir yengeç asla doğrudan harekete geçmez, o bir hedefe, bir duruma bir yengeç edasıyla yan yan giderek yaklaşır, yavaşça sıkıştırır, etrafını çevirir sonra kıskaçlarının arasına alır ve bırakmaz... Onun tarzı budur... Zaten o derece güvenli bir koza örer ki yengecin eline düşenin pek kurtuluşu yoktur, ayrılsa bile ayrılmamıştır... Ayrılsa bile bırakmamıştır. Bıraksa bile unutmamıştır... O derece derin hisseder evrene bu hissi o derece yoğun gönderir, su enerjisiyle bunu bütün alemlere iletir ki gelir sizi o his bulur... Yengeçten ayrılmak zordur, isterse o sizi bırakır, ki bu da imkansızdır.. Yengeç duyguların dilini bilir.. Yengeç şehirleri vardır, mesela New York, mesela Venedik... Yengeç, içinden su geçmeyen bir şehirde mutlu olamaz.

Yengeç ülkeleri vardır mesela Arjantin, mesela Amerika Birleşik Devletleri... Neredeyse tüm Hollywood filmlerinde o yengeç temasını daima görürsünüz, kutsal aile, derin aşk, büyük vatanseverlik... Bağlılık ve ödül. Yemek bir de... Bir Akrep burcu olan Türkiye'nin yükselen burcu, yani dünyaya gösterdiği yüzü yengeçtir... Biz dünyada, sıcak, misafirperver, vatansever, geleneklerine bağlı, güzel yemekleri olan, harika deniz kıyıları olan, büyüleyici bir ülke olarak biliniriz, işte tam yengeç temaları... Yengeç ay ışığı gibidir ne kadar çözülse de ona her baktığınızda daima gizemini korur...