RSS olarak izle

Serenler

Uçak gemisi batıran çılgın türk

Bu yazıya oy ver
Uçak gemisi batıran çılgın bir Türk subayı,
15 ve 17 yaşında top mühimmatlarını dağlardan aşırarak Ağva limanına taşıyan 2 Bucaklı kahraman, mevzilerde görev alan çoğu çocuk yaştaki kahramanlar...
Top mühimmatlarını büyük bir gizlilikle taşıyan 17 yaşındaki kahraman benim büyükbabam. Görevine o kadar sadık, ve o kadar mütevazi ki ki o olayı vefatından çok uzun yıllar sonra başka kaynaklardan öğreniyorum.
Unutulan bu kahramanlık hikayesini 90 yıl sonra denizin dibinden bulup çıkaran çılgın bir araştırmacı:
Herşeyiyle onlarca Holywood filmine konu olabilecek şanlı tarihimizden bir sayfa:
Kategoriler
Kategori edilmemiş

Yorum

  1.  Avatarı
    [B][SIZE=4]PARİS 2 BATIĞI[/SIZE][/B]

    Antalya, Kemer

    Kemer Yat Limanı’ndan 1, 5 km. kadar açıkta kum bir zemin üzerinde, 25 m. derinlikte yatan Paris, I. Dünya Savaşı sırasında batan bir Fransız savaş gemisi.1896 yılında yapıldığı tahmin edilen gemi 3 güverte ve iki ambara sahiptir. Ambarlardaki birbirine kaynamış cephaneler, orta bölümdeki çini kaplı kısım ilginç noktaları oluşturmaktadır. Son yıllarda dalıcıların bir hayli ilgisini çeken bu batığın birçok ziyaretçisi bulunmaktadır.

    [B]GEMİNİN BATIRILIŞI ÖNCESİ (I.DÜNYA SAVAŞINDA) ANTALYA’ DAKİ GENEL MANZARA[/B]

    Antalya ‘da sahil bölgesinde ziraata elverişli arazi çok kıttı. Ve bu arazilerde halkın ve köylünün değil ağaların elindeydi. Köylü sanki yarı aç ve yarı çıplak ağaların hazinelerini doldurmak için yaratılmış gibiydi. İzmir ve İskenderun limanları karşısında Antalya limanı gittikçe önemini yitirmiş , Antalya ücra bir sürgün yeri haline gelmişti. Hatta çok fakirleşen halk öyle duruma gelmiştir ki , Beşkonak Nahiyesi’ndeki Zeren Köyü’nde tıpkı ilk çağlardaki gibi bazı insanların mağaralarda yaşadıkları , başlarının altına oyulmuş bir odun parçası , yatak diye altlarına kuru ot, yorgan diye de üstlerine dökülmüş gazeller örtündükleri ve yine ekmek diye ahlat veya palamut kozalarını yedikleri bir gerçektir. En önemli ve en korkuncu sıtma idi. Burada sahil halkından sıtmaya tutulmamış insan yok gibiydi. Sıtma yalnız sahil halkını değil , yayla halkını da kıvrandırmaktaydı.Buralarda İskender bile sıtmaya tutulmuştu.Nüfus azlığı , Antalya’nın en büyük derdi idi. Sıtmanın erittikleri yetişmiyormuş gibi sağlam kalanları da Yemen Çölleri ile Balkan Dağları yiyordu. Orduya katılıp da dönebilenler çok değildi. Eli silah tutan erkekleri askere gitmiş , cephelerde telef olmuş , köyde kalan ihtiyarlar da ya hastalıklardan ya açlıktan kırılmış bir vaziyetteydi. Halk otları kaynatıp yemekten ve açlıktan yüzleri gözleri şişmiş bir halde açlık ödemi geçirmekteydi. Ne sütünü sağacak bir davarı , ne de yüzünü yıkayacak bir sabunu vardı. Vücutları bitten görünmez hallere girmiş bitkin halk , ağaların gizli ambarlarından bir miktar zahire çekebilirlerse mutlu oluyorlardı.Ve Antalya’nın nüfusu hergün biraz daha eksiliyordu. O menhus 1.Dünya Savaşı da en acı darbeyi ona vurmuştu. Şehir ve kasabalarda , kahve ve çay bir tarafa şeker , gazyağı , sabun bulmak imkansız hale geldi. Yağların her türlüsüne hükümet el koyuyordu. İnsanlar sabun yerine vücutlarını ve çamaşırlarını kil ile yıkıyor, evlerde yine bulabildikleri zeytinyağı veya iç yağı kandilleri ile aydınlanıyorlardı. Ama köylüler ? Onlar askerlik çağına gelmiş ne kadar erkeği varsa askere yollandı. Kendisine bile yetişmeyen buğdayını , arpasını , darısını devlete verdi. Sina Çölü’nde topları çeken öküzler , develer , katırlar , merkepler artık zor yürüyordu. Davarlar cılızlaşmıştı. Kadınlar sandığın köşesinde saklayabildiği birkaç kuruşu varsa onu da askerdeki kocasına , oğluna yollardı. Kadın kendisi çam kabuğu ya da palamut kozasını öğütüp yabani ahlatla onu yerdi. Doydu mu? Tokluk nedir zaten bilmiyordu ki …. Bunlar yetişmiyormuş gibi düşman donanması da Fethiye ‘den Kaladran’a kadar bütün Antalya sahillerini abluka altına almıştı. İki kruvazör durmadan sahilleri tarıyor ve rastladığı en ufak tekneyi bile zaptedip , içinde bulduğu yiyecekleri aldıktan sonra kayığı batırıyordu. Türklerin ne Fransızların , ne de İngilizlerin donanmasına karşı çıkacak donanmaları vardı.Körfezde saklanıp ansızın saldıracak hücumbotlardan bile mahrumduk. Bundan hiç kuşkusu olmayan düşman o kadar küstahça , o kadar salına cesaretle yaklaşabiliyordu ki , bazen gemidekilerin sesleri bile duyuluyordu. Bununla da kalmadılar , Antalya ‘nın Fener Mevkii’nde su ile işleyen bir un fabrikası vardı. Şehir ve orduyu unsuz bırakmak için un fabrikasını bombardıman ederek yıktılar. Şehirde birkaç merminin de patladığı görüldü.Kaş’ın karşısındaki Meis Adası İngilizlerin işgalindeydi. Geceleri köpeklerin havlamaları , sabahları horozların ötüşünün duyulduğu sahilimize bu kadar yakın bu adacığın limanı müttefik donanmasının deniz üslerinden biriydi. Liman küçük olduğu için sayıları pek fazla olmamakla beraber uçak gemileri , kruvazörler gelip istedikleri gibi bu limanda dinlenir , ikmallerini yapar , sonra yine denize açılırlardı. Hiçbir şeyden korkuları yoktu. Keçilerin bile geçemeyeceği dağlardan Türkler top getirip onlara ateş edecek değillerdi ya ? Kendilerini o kadar emniyette sayıyorlardı. Bir Alman denizaltısının gece gelip torpillenmesini engellemek için limanın ağzına çelik bir ağ germekten başka bir emniyet tedbiri almak lüzumunu bile hissetmiyorlardı. Görünürde bunlara karşı koyacak hiçbir vasıtamız yoktu ama her zaman olduğu gibi Türk’ün azmini , imanını , zekasını yine hiç hesaba katmadılar. Ve ” İsterse Türk , tavşanı araba ile avlar ” atasözünü bilmemezlikten geldiler.

    [B]İŞTE TAM BU SIRADA MUSTAFA ERTUĞRUL SAHNEYE ÇIKIYOR. VE MEİS ADA’SINI İNGİLİZ DONANMASINA DAR EDİYOR[/B]

    O zaman düşmanın herhangi bir çıkarma hareketine karşı Antalya ‘da ihtiyat olarak bulundurulan dağ topu ve o zamanın deyimi ile cebel bataryasını Kaş ‘a kadar dağdan geçirerek Meis’i bombardıman etme emrini verdiler. Bu batarya gıcır gıcır yeni 8.8 ‘lik bir Erhard cebel bataryası idi. Kumandanı o zaman aslan gibi heybetli , fakat bir çocuk kadar da mahcup ve terbiyeli mülazim Mustafa Ertuğrul Bey idi. Efradı ile toplara gözü gibi bakıyordu. Üzerlerine toz kondurmuyordu. Her gün talim , terbiye… Fakat kendisi de , efrad da sıkılmaya başladığı için , bu emir heyeti çocuk gibi sevinirdi. Hazırlıklarını yaptıktan sonra 1916 sonlarında şafakla Aydın’dan yola çıktılar. Vahşi dağları aşarak keçilerin bile zor geçtiği yerlerden topları , tüfekleri geçirerek Kaş’a vardılar. Kaş’ dakilere hiç sezdirmeden topları tabya ettiler. Kaş’dakiler top getirildiğini gözleriyle görseler dahi kolay kolay inanmayacakları için belki bu ihtiyata bile lüzum yoktu ama yine tedbirli davranmak iyi oldu. Birazdan adanın başına yağacak yıldırımlardan habersiz horozlar ötüşüp dururken , onlar mesafeyi iyice ölçtüler ; ilk hedef uçak gemisiydi. Mesafe o kadar yakın , efrad o kadar iyi yetişmiş ve toplar o kadar yenidir ki , ilk salvoda 4 topun mermisi de kıç güverte pistinin üstüne patlar. Benzin varillerinin infilakı ile kıç pist cehenneme döner. Bu esnada en öndeki destroyer limanın ağzını kapatarak çelik ağı koparıp dışarıya fırlayacağı anda güvertesinden iki isabet alır ve olduğu yerde kalır. İkincisi dışarıya uğrarken aldığı üç isabetle bir anda batar. Beşincisi son süratle kıpırdar. Birini yedeğe alarak kaçar , fakat onlar da bir iki isabetle batarlar. O kadar şaşkına dönmüş olacaklar ki , can havli ile savurdukları birkaç mermi bizim bataryanın ancak uzaklarına düşer. Ama hiçbir hasar yapmaz.Dost düşman bütün harp tebliğleri bu olaydan bahseder. İngilizler Meis Adası’nın bir ateş baskınına uğrayarak bir uçak gemisi ile iki destroyerin hasara uğradığını yazarlar.

    [B]MUSTAFA ERTUĞRUL BU KEZ KEMER’E GELİYOR. PARİS II VE ALEXANDREA SAVAŞ GEMİLERİNİ SULARA GÖMÜYOR[/B]

    Antalya ‘dan bakılacak olursa güneye uzanan sahilin ilerisinde yüksek bir yer görülür. Burası Antalya’ya 18 mil uzaklıktaki * Ağva Burnu ‘dur. Kuzey tarafında üstü çamlarla süslü küçük bir yarımada ile Ağva Burnu altında , fok balıklarının yuvalandığı küçük deniz mağaralarının üstünde yükselen kalemsi diklik , kademe kademe yükselir. Üstü ve gerisi sık ormanlıktır. O zaman Antalya’dan Kemer’e yani Ağva ‘ya fener yolu bile yoktu. Ancak karadan katırlarla veya denizden kayıklarla gidilip gelinebilirdi. Antalya’yı abluka eden Paris II ve Alexandrea adında iki Fransız kruvazörü nedense bu limanı pek severdi. Antalya denizlerinde ring seferini yaparken Ağva Burnu altına kadar sokulur ve limanın ağzında durarak içeride batırılacak kayık , yağma edilecek meyve v.s. ararlardı. İşte onların bu aç gözlülük ve pervasızlıkları kendilerine pahalıya mal oldu. Günlerce sarp kayalardan aşıp Kaş ‘a kadar giden ve uçak gemisi ile iki destroyerin hakkından gelen Ertuğrul , bu sefer bataryasını yine o kimsenin geçilmez sandığı patikalardan aşırarak 13 Aralık 1917 ‘de Ağva Burnu üstündeki bir yere yerleşti. Çok geçmeden iki kruvazör de sökün etti. İşte bu anda Ertuğrul ‘un bataryası birdenbire gürledi ve gemiyi batırdı. Kurtulup sahile doğru yüzenlerde bir korku , bir tereddüt seziliyordu. Sahilde mevzi alan küçük bir müfrezemizle bir kısım köylüler denizden çıkanları karşılıyorlardı. Deniz erlerinin arasında gemi subayları da vardı ve bunlardan bir tanesi bizim büyük dostumuz Fransız şair Pierre Loti ‘nin yeğeni idi. Bundan sonrası Pierre Loti’nin bir Fransız gazetesinde yazdığı makalesinde yeğeninin ifadesinden dinleyelim.” Her zamanki abluka seyrini yapıyorduk. Ağva Limanı’nın önüne geldik. Elimizdeki mükemmel haritalara göre oralara top getirmenin imkansızlığını bildiğimiz için böyle bir baskına uğrayacağımızı aklımızın kenarından bile geçirmiyorduk. Birden geminin üstünde şimşekler çaktı ve müthiş bir gürültü ile denize üç mermi düştü. Fakat bu esnada gemimiz de sarsıldı. Dördüncü mermi lumbozların birinden girerek makine dairesine isabet etmiş ve oradakileri paramparça etmişti. Manevra kabiliyetimizi kaybedince bütün toplarımızı bataryanın bulunduğu tarafa yönelterek ateşe başladık. Batarya çok iyi kamufle edilmişti , yağdırdığımız mermilerin hiçbir tesiri olmuyordu. Mesafe çok yakın ve Türkler çok iyi nişancı oldukları için gemimiz az zamanda delik deşik oldu.Kurtuluş ümidi kalmamıştı. Onun için gemiyi terk etme emrini verdik. Maksadımız, feci halimizi uzaktan seyretmekte olan kruvazöre sığınmaktı. Türkler önümüze şarapnel yağdırarak bizi geriye sahile dönmeye mecbur ettiler. Fakat bizi sahilde nasıl bir kader beklediğini bilmiyorduk.Sahil boyunca kazılmış siperlerden orasının boş olduğu seziliyordu. Bir kısmımız denizde delik deşik olmuştu. Sahile çıkarsak feci şekilde öldürülme ihtimalimiz de vardı. Denizde çok yorulmuş olduğumuz için kaderimize boyun eğip sahile çıkmaktan başka yapacak bir şeyimiz kalmamıştı. Sahile 40-50 metre kala siperlerden insanların fırladıklarını ve bir kısmının denize atlayarak bize doğru geldiklerini gördük.Denizde bir boğuşma mı olacaktı? Buna mecalimiz yoktu. Fakat korkumuz uzun sürmedi. Denizden bize gelenler ve sahilde bekleşenler bizi şefkatle kucaklayıp dışarı çıkardılar.Hepimiz kumların üzerine serilmiştik. Önce yaralılarımızı ayırdılar. Türk erleri kaputlarının eteğinde , kendileri için hazırladıkları harp paketlerini sökerek yaralarımızı sardılar. Bu savaşta Fransızlar kruvazörden başka , çok insan da kayıp vermişlerdi. ( Bizim ise gerideki kayada patlayan bir Fransız mermisinin kopardığı bir taş parçası , bir Mehmetçiğimizin başına değerek ölümüne sebep olmuş , oracığa gömülmüştü.) Yaralılara gelince , bir erimizin kolunda büyüyecek yara vardı. Türk erlerinden biri gömleğinden koparıp ayırdığı bir parça ile benim yaramı sardı. Yalnız ben değil , bu ulvi manzarayı gören bütün Fransızlar gözyaşlarını tutamadılar. Bize su getirdiler , kendi yiyeceklerinden verdiler. Çay gibi haşlanmış , güzel kokulu fakat şeker yerine kuru üzümle tatlandırılmış sıcak bir şey ikram ettiler. Biz ise küçücük kayıklarında yakaladığımız bu insanlara ne eziyetler , ne hakaretlerde bulunmuştuk.” Pierre Loti yazısının sonunda , ” Yeğenim Yüzbaşı Rolen şimdi Paris’te ve filanca adrestedir. Gidip sorabilirsiniz. Gelibolu ‘da bir kolunu kaybeden General Goro ‘nun anlattıkları da bunlardan başka mı? İşte ey Fransızlar bunları işittinizse tarih boyunca kahramanlıklarla anılmış olan bu insanlara zulmetmeyiniz , hakaret etmeyiniz. Onlara barbar demeyiniz ” diyor. Muhabereden sonra batarya Antalya’ya geldi şenlikler yapıldı , nişanlar , hediyeler dağıtıldı. Fakat şunu ilave etmek isterim ki , bu şenliklere esirler de dahildi.

    Bir Antalya sevdalısının kaleminden Bir zamanlar ANTALYA
    DR. BURHANETTİN ONAT ( 1894 – 1976 )
  2.  Avatarı
    Konuyla ilgili olarak Facebook'taki profilimde bir sayfa oluşturdum. Yayınladığım fotoğrafların altında kısa yorum ve açıklamalara yer verdim. İlgiyle takip edeceğinize inanıyorum:

    [url]https://www.facebook.com/Serenler/media_set?set=a.10153065810369743.1073741853.699999742&type=3&uploaded=5[/url]