48 Model Doç, Ford Farleyn
Hasta annesini evde muayene etmemi istiyordu. Anlattığına göre annesi astımlıydı, bel omurları çökmüştü ve yatalaktı. Evden çıkması mümkün değildi. Telefonda konu ile ilgili mutabakat sağladıktan sonra gelip beni alacağını söyledi. Bir saat tayin edip telefonu kapattık. Alıcıyı yerine koyduktan sonra “adam amma da sigara-içki içmiş ha...” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Zira telefondaki 60 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim kibar erkek sesi, derinden gelen, hışırtılı ve öksürüklerle kesilen bir sesti.
Mesai bitimine yakın bir zamanda, yani tam anlaştığımız gibi beni almaya geldi. Ayhan Işık filmlerinden fırlamış gibiydi. Briyantinle yatırılmış ve özenle arkaya taranmış yarıdan fazlası beyaz saçlar, üst dudağın üzerinde yarım santim kalınlığında bir çizgi oluşturan siyaha boyalı incecik bıyık, süet ceket ve bordo üzerine bej desenli ipekli fular. Hazırlandım ve birlikte çıktık. Arabasının olmamasına şaşırdım. Bir taksi çevirdi ve arka sağ kapıyı açarak beni oturttu. Hareketleri günümüz insanı için abartılı sayılabilecek türde olmasına rağmen onda sakil durmuyordu. Ön koltuğa oturdu. Taksiciye Feriköy’e gideceğimizi söyledikten sonra hafif yan dönerek kendini anlatmaya başladı. Konuya hemen girmişti ve durmadan anlatıyor, arada boğazını temizleyip sigaradan dertleniyordu. “15 sene 48 model doç kullandım. Her türlü tamiratını ustalarla beraber yapardım. Bizim Feriköy malum amerikancı ustaların yeriydi. Hepsini tanırdım, sokağa girince bir uçtan başlar sırayla muhabbet ederdik. Kiminde kahve, kiminde çay bardağında rakı, kimse duymasın bazısında da çift kağıtlı sarıp içerdik. Tarlabaşı’nda kocaman atölyem vardı o zamanlar, İstanbul’un en baba buzdolabı tamircisiydim. Yanımda iki kalfa çalışırdı, sabahtan akşama eşşek gibi çalışıp akşamları da alemlere akardım. Harcadığım paranın haddi hesabı yoktu. Gittiğim gazinoya bir artistle beraber girsek bana itibar fazlaydı. Garsonlar etrafımda fır döner, bayanların biri gider, diğeri gelirdi. Her akşam benim doç başka bir hatunu misafir ederdi. Aleme çıkmadan önce nikelajlarını parlatır, beyaz yanaklı lastikleri arap sabunu ile silip tertemiz yapardım. Annem evlenmemi istese de parayı bol verdiğimden fazla üstelemezdi. Doç biraz eskiyip havası azalınca satıp ford farleyn aldım, aynı tas aynı hamam bir beş sene daha geçti. Kısacası 45 yaşına kadar o gazino senin bu pavyon benim gezdim. Saçlar beyazlayıp, paralar azalınca biraz aklım başıma gelir gibi olduysa da bu defa Beyoğlu’nun arka sokaklarına dadandık. Aldığım mülkler bir bir elimden gitti. Annemle oturduğum apartmanda 3 dairemiz kaldı. Biz bahçeye girip çıkarız hesabıyla bodrum kata taşındık, iki dairenin de kirasını yiyip kıt kanaat geçiniyoruz.” Burada sustu. Galiba anlatılacaklar da azalmıştı.
Biraz sessizce gittikten sonra Feriköy meydanına geldik. Tam meydanda indik ve buraya açılan sokaklardan birine saparak ilk kapıdan girdik. Apartmanda ilk burnuma gelen hafif bir küf ve eskimişlik kokusuydu. Rahatsız etmiyordu. Sinmiş yemek buharlarının insanın genzini yakan kokusu yoktu. Bodrum kata indik. Arkası bahçeye açılan bir yarı bodrumdu, loştu ve insana ilk bakışta yaşanılabilir bir yer olduğu izlenimini veriyordu. Evin hanımının yattığı odaya geçtik. Bu sırada yerlerin ve bütün eşyaların üzerinin kesif bir toz tabakası ile kaplı olduğunu fark ettim. Muzaffer Bey’in, adı buydu, ayakkabılarımı çıkarttırmama konusundaki ısrarına sevindim. Yaşlı bayan eski tip bir divanın üzerinde oturuyordu. Bacaklarının üzerinde iki kirli yorgan seriliydi. Sırtına da eski tip atkılardan almış ve bir yastığa dayanmıştı. Tanışma ve rahatsızlıklarını sorgulama faslından sonra, muayene için tavır aldım. Zor soluk alıyordu ve genizden gelen bir hırıltısı vardı. Sırtını açmaya çalışırken odada bir başka hırlamalı soluk sesi daha duyduğumu hissettim. Muzaffer bey odadan çıkmıştı, ondan geliyor olamazdı. Kısa bir süre sonra iyice emin olmuştum. Odada bir başkası vardı ve o da astımlıydı. Üstelik ses de divanın altından bir yerlerden geliyordu. Aklımdan hemen seyrettiğim filmlerdeki sahneler geçti. Sakat ve astımlı bir kardeş yatak altına saklanmış olabilirdi. Eve gelenleri bağlayıp soyan astımlı canavar anne-oğullar ile karşı karşıya olabilirdim. Muzaffer bey her an içeri girip boğazıma ekmek bıçağını dayayabilirdi. Yukarıdan aşağı sırtım ürperiyordu. Yaşlı bayanı bir an için bırakıp hole geçtim ve koridordan mutfağa doğru baktım. Muzaffer bey kirli tabaklarla dolu tezgahın üzerine koyduğu bir tabaktan atıştırıp, uzun bir bardaktan rakı içiyordu. Beni görmedi. Hemen geri döndüm ve teyzeyi muayeneye başladım. Diğer hırıltı devam ediyordu ve bana yaklaşmıştı. Korkuma dayanmaya çalışarak muayeneyi bitirdim. Divanın yanı başındaki ince tahta bacaklı, ayaklarının alt uçları demirli, ellili yıllardan kalma koltuğa oturup çantamı kucağıma çektim. Reçeteyi hazırlarken odaya Muzaffer bey girdi ve eş zamanlı olarak da divanın altından çok renkli bir kedi çıktı. Beyaz, siyah, sarı, gri tonlarında olan tüyleri yer yer dökülmüştü ve yaşı oldukça ileriydi. Dehşetli bir hırıltı çıkarıyor, sahibinin ayaklarına sürünüyordu. Evin emektarı olduğunu öğrendiğim dişi kedinin astımı ve karaciğer yetersizliği olduğunu, tüylerinin yaşlılıkla beraber karaciğer hastalığı sebebiyle döküldüğünü anlattılar. Derin bir soluk aldım. Ardından kolay açılır kapaklı şişede kola ikram edildi, ben ağzımın kuruluğu had safhada iken gelen içeceğe saldırdım. Bardakta gelse içer miydim diye düşünürken, Muzaffer bey: “Bu evde ambalajsız hiçbir şey yenip içilmez, farkındayım” dedi. “Annem 85, ben 65 yaşındayım, babam ben ortaokula başladığım sene öldü. Önce sıkıntılı, sonra şaşaalı, sonra yeniden gariban günler yaşadık. Hayattan da bıktık galiba.” Diyerek devam etti.
Hazırlamış olduğum reçeteyi aldı. Özenle katlayıp, cebinden çıkardığı, kendi verdiği isimle ‘akıl defteri’ nin içine koydu. “gidelim doktor, senin yolun uzun” diyerek önüme düştü ve benimle taksiye binerek Karaköy iskelesine kadar geldi. İskeleye yaklaştığımızda hazırlamış olduğu sarı zarfı uzattı. Almayacak oldum. Diretti: “Sen sultanlık zamanlarımıza değil, çulsuzluk zamanlarımıza denk geldin, azsa kusurumuza bakma” dedi. Ağlıyordu ve nefesi alkol kokuyordu. “Yol gösterenimiz de yoktu be annem!” diye içini çekti. Veda edip arabadan indim. Daha sonraki aylar ve yıllarda ne aradı ne de annesinden haber verdi. Duvarlarında sararmış resimlerin olduğu, eşyaları tozlu, çerçeveleri kirden kararmış, kedisi bile hasta olan o evi unutamadım.
(DOKTOR, iktibas.net)