Sayfa 34/34 İlkİlk ... 24323334
Arama sonucu : 271 madde; 265 - 271 arası.

Konu: Öykü-Hikaye-Makale

  1. #265

    Esas

    Hava soğuktu. Kar yağıyor rüzgar şiddetle esiyordu. Arabayla gidiyordum. Yollar buzlu ,karlı ve görüş mesafesi çok düşüktü.Dağlık bir yolda seyahat ediyordum.Zor bir yolculuktu. Tek başıma idim.Adım ,adım ilerliyordum. Birden durdum. İlerlemenin zorluğunu yaşıyordum.Bir müddet öylece durdum. Etrafta kimsecikler yoktu.Camın kenarında bir karartı fark ettim .Ürktüm birden ne olduğunu anlamaya çalışırken arabada bir sallantı hissettim , Dikkatle bakmaya başladım .Korkum artmıştı. Karartının bir canlıya ait olduğunu anladım İri bir Ayı idi. Ön pençelerini arabanın camına tutmuş bana garip garip bakıyordu. Birkaç saniye gözlerimiz birleşti. Önce korktum sonra başka bir çare olmadığını bu durumdan kurtulmanın yolunu düşünmeye başladım . Arabanın müziğini açtım en yüksek sesle müzik çalmaya başladı. Slov bir parça çalıyordu Ayı bir an şaşırdı sonra arabadan çekildi ve yaklaşık bir metre önümde durup dikildi. Olacakları izlemeye başladım . Ayı arabanın önünde olduğu yere çöktü ve bana bakmaya başladı ön pençelerini yukarı kaldırıp aşağı indiriyordu.Sanki bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Korkumu yendim ve müziği kestim ,arabanın ön kapısın açıp hafifçe ayağımı dışarı çıkardım .Ayı bana bakmıyordu artık başını önüne eğmiş uzanmıştı .bir müddet dikkatlice bakmaya başladım ne olduğunu anlamaya çalışırken ayının bana bir şeyler anlatmaya çalıştığını hissettim .Arabanın önünde dikilip durmaya başlamıştım Ayı bir anda heybetle ayağa kalktı kükredi '’ Buranın sahibi benim’’ gibi bir mesaj veriyordu sanki …
    Yavaşça arabaya girdim. Birden aklıma bir şey geldi arabada yiyecek bir şeyler vardı yolda giderken bazen yanıma meyve falan alırım .Birkaç elma vardı iki adette armut vardı kışlık armut çok lezzetli bir armuttu .Elimle ayıya doğru uzattım araba camından ayı bana bakıp duruyordu bana yaklaşmadı. Aramızda bir sempati oluşmuştu sanki yinede korkuyordum Elimle meyveleri ayı ya atmaya başladım yavaşça önce bakıverdi sonra muazzam pençeleri ile çatalla tutar gibi aldı ve ağzına atıp yemeye başladı. Sevinmiştim korkmamaya başladım artık ayı meyveleri yiyip bana doğru bakmaya başladı eyvah artık benide yer düşüncesi başladı bende kükredi ve pençelerini kaldırıp etrafında bir tur attı sonra sanki el sallar gibi bana pençelerini uzatıp kükreyerek uzaklaşmaya başladı .
    Çok sevinmiştim bende yavaşça kollarımı salladım ona .bu korku karşımı sevinç ve ve aç olduğunu anladığım ayı kardeşin mutlu gidişi beni de mutlu etmişti. Hareket etmeye başladım yaklaşık on dakika sonra bir uçurum kenarına yaklaşmıştım bir çığla karşılaştım yol kapanmış bir halde idi.Eyvah dedim bu mesafe, ayı kardeş karşıma çıkmasa idi orda olacağım saate denk geliyordu beklide bu çığın altında kalacaktım.
    Sonra düşünmeye başladım Ayı kardeş bana yardımı etmişti benim arabamın önünde durması beni bu düşüncelere sevketmişti . Telefonla yardım istedim şanslıydım merkeze yakın bir yerde idim yardım ekipleri zamanında ulaşmıştı yol açıldı ve devam ettim
    Varacağım yere geldiğimde uygun bir yere arabamı parkettim .Olduğum yerde gözlerim kapandı . Uyumaya başlamıştım .Bir müddet sonra birden bir korna sesi ile gözlerimi açtım .Ben ne yolda nede dışarda idim evimde yatağımda uyuyormuşum meğerse . Gördüğüm bir rüya imiş .Uzun zaman geçti bu rüyamı ,bu ayı kardeşi her zaman hatırlarım televizyonda ayıları görünce hep o günü düşünürüm .Tabiatı zorlamadıkça,zarar vermedikçe bir zarar gelmeyeceğini düşünürüm. Aç kalan kuş ve tüm canlılara yardım etmenin unutulmamasını hatırlatırım.Doğa ve doğal yaşam alanlarını korumak çok önemli .

  2. #266

    Esas

    huzur dolu bir sayfa..)

  3. #267
    Duhul
    Nov 2013
    İkamet
    ANKARA
    Gönderi
    3,740

    Esas

    Annesi öldüğünde anam 10 yaşındaymış. 5 kız, bir erkek 6 kardeşin en küçüğü.
    Saçları beyaza yakın sarı olduğu için "akkız" derlermiş, yeşil gözlü, akça pakça, dünya güzeli.
    10 haneli bir dağ köyü, okula yollamamışlar, okuması/yazması yok. Ama zehir gibi bir kafa. Kur'anı Kerim ezberinde.
    Büyüdükçe güzelliği yayılmış civara.
    Korkmuş, Kurtuluş Savaşının son gazilerinden ve 104 yaşında vefat eden dedem, kaçırırlar, dağa kaldırırlar kızını diye.

    Babamın sülale, merkez köyde, köyü kuran sülale.
    Ağa soyu...
    Dedemin iki ağabeyinden biri Çanakkale'de, diğeri bilinmeyen bir yerde kalmış.
    Dedem en küçük çocuk soyda, bedel vermişler nasılsa, askerlik yapmamış.
    Mal, mülk kalmamış ama ağırlığı sonsuz; 7 köyün muhtarı. Tam bir Züğürt ağa hikayesi.
    Babaannem, sepet kolda, kız arıyor babama.
    Duymuş anamı.
    Nişanlanmışlar gıyaplarında.
    Anam 14, babam 18 yaşında.
    İlk, gerdekde görmüşler birbirini.
    Babam, kara/kuru; anam ak/pak dünya güzeli.
    İlk çocuğunu (ağabeyim) 17 sinde doğurmuş anam.
    Sonra bir kız (ablam), dokuz aylık bebeyken ölmüş.
    Derki anam, "doğdu, 9 ay yaşadı, dokuz ay bağırdı, ağladı, başım yastık yüzü görmedi dokuz ay, sonra gitti karlı bir kış gününde kuzum"
    (kelebek ablam)
    Kardan kimse gelemediği için anam yıkamış, kefenlemiş kuzusunu.
    Sonra ben doğmuşum.
    Gelinlik bindallısını bozup, benim beşiğime örtü yapmış babaannem sırtını yumruklarken.

    Babam işsiz, rençber köy yerinde. Bir paket sigara parasına muhtaç...
    Derken yine gebelik...
    Anam 9 aylık gebe kardeşime, ben üç yaşındayım.
    Ağabeyim yatılı okulda, iki günlük mesafe.

    Babam zayıf, güçsüz. Kara sabanla çift sürülecek.
    Sabanın demiri saplandığı zaman toprağın bağrına, koparmak kuvvet ister.
    Babam öküzleri çekiyor; anam, 9 aylık gebe anam kara sabanın ardında, çift sürüyor.
    Evde üç elti, babaannem yeni veda etmiş dünyaya.
    Sabah inekleri sağmak anamın görevi.
    İşte, eltiler arasında bir tartışma.
    Erkekler karışmaz kadın tartışmasına...Adet böyle.
    Anam, babam tarafından desteklenmediği için kırgın.
    Diyor ki, "ölsem, gebersem, bu bebeyi doğururken haber etmem kimseye"
    O gün bütün gün çift sürüyor kara sabanla.

    Gece sancılanıyor.
    Bizim köyde her odanın içinde ocağı, tuvaleti ve dolap gibi yapılmış banyosu vardır.
    Sancılar başlayınca anam ocağı yakıp kara tencereyi sacayağının üzerine oturtuyor.
    Beşik zaten hazır, bezleri, göbek kesmek için makası, bağlamak için ipi hazırlıyor.
    Yanında yer yatağında babam, az ötede ben uyuyorum.
    Gaz lambasının fitilini iyice kısıyor anam ve canından can kopartıp, doğuruyor kardeşimi bir başına.

    "Göbeğini bağladım uşağın, ama tepinirken makası bezlerin arasına karıştırmışım.
    Babanı dürttüm, bana makası bul dedim.
    baban bir baktı, uşak bir yanda ben bir yanda.
    Bir banyo dolabına, bir tuvalet kapısına gidiyor, sersemledi.
    Göbeğini kestim uşağın, yıkadım, beşiğe beledim.
    Kendim yıkandım, ocağı külledim. Yattım
    ."

    Sabah, ahırdan sağılmamış ineklerin böğürtüsüne uyanıyor eltileri (amcalarımın eşleri)
    Açıp bakıyorlar kapıyı.
    Anam bebeği beşiğe belemiş.

    Hala anlatır köyün yaşlıları; "Pakize oğlanı beşiğe belemiş de yanında yatan Ünal'ın haberi olmamış"
    ****

    Hayatımdandır

  4. #268
    Duhul
    Jul 2010
    İkamet
    İstanbul
    Gönderi
    9,784
    Blog Yazıları
    11

    Esas

    Meserret bizim için de önemliydi. Kuşağımızın ne kadar ünlü – ünsüz edebiyatçısı varsa, burada toplanırdı. Burası adeta bir ucuz buluşma yeriydi. Bir kahve parası verdik mi, birkaç saat bekleyebilirdik.

    İstanbul yağmurundan ince pardösüsü ile tiril tiril kaçan Orhan Veli buraya sığınırdı. Cahit Sıtkı’nın “Cümle eş dost, ressam, şair, serseri” dedikleri buraya gelirdi.

    Sait’le tavla oynardık, bir kadeh içkisine… Her seferinde de mızıklardı. Mızıkladıkça da, boyuna, zarları düşürür söverdi.

    “Buna düşeş derler…”
    “Onu ben atamıyorum.”
    “Ulan, sen kimsin ki atacaksın?”
    “Öyle mi, al bakalım.”
    Eğer düşeş gelirse, çat tavlayı kapatırdı.
    “Zar tutuyorsun…”

    Güngörmüş garsonlar, bu şamataya güler geçerlerdi. Bizden önce nicelerini tanımışlardı.

    Sait: “Hadi Filip’e…” derdi.

    Filip, Rum meyhanecinin adıydı. Tümü Filipos Vavakos. Dördüncü Vakıf Han’ın karşısında bir dükkan. Hem meze, hem ayakta içki satardı. Bir kadeh içki verir, yanında kürdana batırılmış beyaz peynir, haşlanmış patates, hatta biraz sucuk… Hepimizi tanırdı. Sait’le senli benliydi.

    “Bu ne biçim sucuk ulan?”
    “Ağzın alışık değil vire Sait…”
    “Hergele…”
    Çevresini aranırdı.:
    “Ben hergeleyi görmüşümdür.”

    Takılmanın ardı gelirdi.


    Sait’i iyi tanıyanlar, ona edebiyatçı gözü ile bakmazlardı. Halktan bir adam. Hoş; keyifli, babacan… Arada, hikâye de yazıyormuş gibi görünürdü. Nitekim yıllarca ahbaplık ettiği Burgazlı motorcunun:

    “Bu kadar büyük adam olduğunu, hikâye yazdığını bilmiyordum” demesi bundandır.




    Mehmet Kemal, Acılı Kuşak/1985 İstanbul.

  5. #269
    Duhul
    Jul 2010
    İkamet
    İstanbul
    Gönderi
    9,784
    Blog Yazıları
    11

    Esas


  6. #270
    Duhul
    Jul 2010
    İkamet
    İstanbul
    Gönderi
    9,784
    Blog Yazıları
    11

    Esas


    1945’lere doğru Sait Faik’le birbirimize yardım ediyorduk. Arkadaşlığımız ilerledikçe iyi yanlarıyla kötü yanlarının nedenlerini de biraz olsun çözümlemeye başlamıştım. Sait öyle kolay anlaşılır kişilerden, kolay kırılır cevizlerden değildi. Birine sigara bile vermekten kaçındığı ne kadar doğruysa, birinin sigarasını, rakısını içmek istemediği de o kadar gerçekti. Bir arkadaşı şakaya getirip de çay, kahve ısmarlamasını istedi mi:

    “Hastir ulan!” derdi. “Başka enayi bulamadın mı bu memlekette!”

    Çabuk alınır, çabuk kızardı. Kızınca da dudakları titremeye başlardı. Karaciğerinin pürüzlüğü kızartı halinde hemen yüzüne vurur, ya da tersi olurdu Ak pak kağıt kesilirdi benzi, birazcık öfkelendi mi.

    Neden sonra anlamıştım, annesinden çok, hem de çok çekindiğini, çekinip utandığı için de para isteyemediğini… Bu duruma düşmemek için de elini sıkı tutmak zorunda olduğunu.

    En rahat paralanması kira yoluyla olurdu Sait’in. Ne utanması vardı işin, ne sıkılması… Boğazkesen kesiminde bir evden kira istemeye giderdik, ay başlarında… Üç kez gidip kirayı koparabildik mi, parayı yolda bulmuş gibi olurdu Sait. Bu paranın ilk liralarından mutlaka birkaç kadeh ısmarlar, başarımızı kutlardık.

    İçince de sevgilileri gelirdi aklına. Benimle kızlarından konuşmak çok hoşuna giderdi. Üniversiteye giden uzun saçlı, topaç gibi bir sevgilisi vardı. Arnavutköy dolaylarında otururdu. Arada bir tramvaya atlar, belli bir sokağın başında inerdik. Böyle saatlerinde ne suratsızlığı kalırdı, ne pintiliği, ne de öfkesi… Ortaokul öğrencisinden ayrıcalığı kalmazdı. Sonra birden içlenir, daha da çocuklaşırdı. Fransa’da gördüğü bir tiyatronun konusuna atlar, mutlulukların üleşilmesi üzerinde beni de düşünmeye zorlardı.

    Severdi annesini. Onun kendisi üzerindeki yargılarına çok önem verirdi. İşsiz adam, para kazanmayan adam durumuna düşmesi, annesince böyle nitelenmesi üzerdi onu, çoğu zaman.

    “Yahu, şu kadar kitabım var, her gün okuyup yazarım. İşsiz adam sayılır mıyım ben!” diye yakınır, annesine yapamadığı savunmayı bana karşı yaparak rahatlardı.

    Suçluydu annesinin gözünde. Balık pazarında babasından kalan zahireci mağazasını kısa zamanda dağıtmış, kapısına kilidi vurmuştu.

    Sait’le hemen her gün buluştuğumuz günlerden birindeydi. Babiali’nin ünlü dergicisi Mahmut Zeki, merdiven başındaki düzeltme odasında kıstırdı beni:

    “Abi!”dedi. -Zambak adlı bir magazin çıkarıyorum, yazı isterim senden! Çıkardığı dergiler için ne yazacağımı, yazımın ne boyda olacağını ancak o bilirdi. Orhan Kemal’in dediği gibi yazmak zorunda bırakanlar utansın! İmzasızdır diye katlanırdık bu angaryaya. Herkes Yeni Cami arkasında dilekçe yazamazdı ki… Sağlık sorunu vardı işin içinde. En azdan soğuk sıcak akımına dayanıklı olmak gerekirdi.

    “Yazarım Zekiciğim!” dedim. “Hele işin avansı da varsa bir aylığını birden yazarım! Yeter ki dergi çıksın!”
    “Sen yazarsın yazmasına da… Şeye yazdırabilir misin?”
    “Orhan Kemal’e mi?”
    “Canım, o da kolay… İş Sait Faik’ten hikâye koparmakta… Bir denersen belki verir. Ben istersem, vermez!”
    “Yani ben mi isteyeceğim.”
    “Bir zahmet gideceksin Burgaz’a…”
    “Gider, bir söylerim.”
    “On kağıt yeter mi, yolluk.”
    “Sen on beş yap da bir iki bardak şarapla çıkaracağın dergiyi ıslatayım!”Canım, Sait seni boş çevirmez!”Peki Sait’e ne vereceksin, onu söyle önce!..”
    “Yaşar Nabi’den on kağıt alıyor, değil mi?”
    “Evet, ama senin dergin yarı çıplak… Üstelik de imzasıyla yazacak.”
    “Yirmi nasıl?”
    “Çok az, razı olmaz!”
    “Otuz?”
    “Sen otuz beş yap da, bir ellilik ver bana, on beşi de bana kalsın!”
    “Ama alıp geleceksin hikâyeyi!”
    “Alır gelirim!”

    Pazara rastlattım Burgaz yolculuğunu. Zeki, parayı tam gideceğim gün verecek kadar zekiydi. Üç lirasıyla İstasyon Meyhanesi’nde bir torik plakisiyle Mutuk şarabına yatırıp çıktım yola.

    Hava tam güvertelikti. Burgaz’a kadar ne torik plakisi kaldı, ne Mutuk şarabının sarhoşluğu… Sait’i yakası yamalı balıkçı gömleğiyle olta bağlarken yakaladım, köşkün bahçesinde. Çevremizde hırlayıp duran köpeğini susturduktan sonra:

    “Yemekten sonra balığa çıkacağım da..” dedi. “Ne var, ne yok, Babıali’de…”
    “İyilik sağlık!”
    “Patronun düğüm çözdürüyor mu?”

    “İşler kesat da büsbütün huysuzlaştı. Verdiği yüz lira aylığı hak edeyim diye pösteki saydırıyor. Bir iki dergi çıksa da beş on kuruş çıkarsak.. Bak Saitçiğim, Zeki varya, Mahmut Zeki, yazı istiyor senden, bir dergi çıkarıyor da.”

    “Hastirsin ordan, ne yazısı!”
    “Canım, hikâye istiyor!”
    “Hem de imzalı, öyle mi? Kepaze olayım, dergisine yazayım da…”
    “Canım bu sefer yaldız kapaklı, şık bir dergi olacak. Biraz da sanata yer verecek”
    “Ne dergisi, adı ne?”
    “Zambak!”
    “Gördün mü ya! İyi ki Kaymak Tabağı değil! Yazmam o dergiye ben!..”
    “Ama hikâyene Yaşar Nabi gibi on liradan paha biçmiyor. Sana tam otuz beş lira yolladı benimle!”
    “Hem de peşin öyle mi?”

    Çıkardım otuz beş lirayı cebimden. Elli lirayı bozdurmuş, onunkini içiçe koyup hazırlamıştım. “Al!” dedim,

    “Güle güle harca! Hikâyeyi de hemen ver! Al da gel dedi bana!”

    Elini uzatıp parayı alamıyordu.

    “Al yahu, şunu!” dedim.

    Tatlı bir gülüşle: “Koy onu cebine!” dedi.

    Hikâye vermeyecek diye korkmuştum.

    “Şimdi yemeğe çağıracaklar,” dedi. “Bir de annemin misafiri var. Aldırma sen!.. Otururuz masaya.. İçki yok haaa!..”

    “Yok, peki ama… Sen şu parayı alsan da…”

    “Dur, patlama!.. Bu hikâye işini sen yemekte yeniden aç! Parayı çıkar, masanın üstüne koy!.. Yeni çıkacak bir dergi için hikâye istiyoruz, diye başla!”

    “Anladım Saitçiğim! Hiç merak etme!.”

    “Dur, sana hikâyeyi getireyim önce… Yeni yazdım”

    Gitti getirdi. Adı “Kırlangıç Yuvasındaki Kız” .

    “Yahu bu eski harflerle!” dedim.

    “Canım, yeni harflere çevirir, öyle verirsin sen de!”

    Yemeğe oturduk. İlk yemeği bitirip de, hizmet eden evlatlık ikinci tabağı önüme koyunca:

    “Saitçiğim,” diye başladım, “beni yeni çıkacak olan bir derginin patronu gönderdi, selamları var. Bu ilk’ sayı için bir hikâye rica ediyoruz. Eğer kırmayıp da verirsen…”

    Utana sıkıla cebimden parayı çıkarıp masanın üstüne korken:

    “Otuz beş lira gönderdi, buyur!”

    Tam bu sırada öyle bir öksürük gırtlağıma yapıştı ki… Sanatoryumdan yeni çıktığım halde. öksürük kesilmemişti. Mendil aradım, cebimde yok… Kalkmak istedim, ikinci yemek yeni konmuştu önüme, kalkamazdım. Zor tutum kendimi. Bir daha da ağzımı açmadım. konuşmak için.

    Yemekten sonra bahçede kahvelerimizi içerken:

    “Aferin!” dedi. “On numara! Doğrusu iyi kıvırdın! Çok güzel! Anlasın oğlunun bir baltaya sap olduğunu artık! Yazılarının para getirdiğini! Annem çok beğenmiş seni! Çok mahcup çocuk diyor, mahcupluktan yemeğini bile yiyemedi…”

    Şişinerek cebinden çıkardığı paranın beş lirasını Kulağından tutup uzattı bana:

    “Al şunu!” dedi. “Yol parası yaparsın!”

    “Hadi ordan!” dedim. “Eloğlu bizim yolluğumuzu on beş liradan hesaplıyor, hem de peşin olarak…”

    Ne kadar zorladıysa da almadım. O da şaştı bu işe.

    Eee… Biraz da şairlik ‘var sende.

    Ne demiş pirimiz Fuzuli:

    “Fakir padişah-asa, geda-yı muhteşemem”

    Yani: Padişah kadar fakir, görkemli bir dilenciyim!

    Gününe göre, hiç belli olmaz!




    Rıfat Ilgaz, Yokuş Yukarı/1987 İstanbul.

  7. #271
    Duhul
    Jul 2010
    İkamet
    İstanbul
    Gönderi
    9,784
    Blog Yazıları
    11

    Esas

    Çok soğuk bir kış günü, padişah, tebdili kıyafet gezmeye karar vermiş. Yanına baş vezirini alıp yola çıkmış.
    Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş.
    Padişah, ihtiyarı selâmlamış:

    * Selamünaleyküm ey pir'i fani
    - Aleykümselam ey serdar'i cihan...

    Padişah sormuş.
    * Altılarda ne yaptın?
    - Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor...

    Padişah gene sormuş.
    * Geceleri kalkmadın mı?
    - Kalktık. Lâkin, ellere yaradı...

    Padişah gülmüş.
    * Bir kaz göndersem yolar mısın?
    - Hem de ciyaklatmadan...

    Padişahla başvezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar.
    Padişah başvezire dönmüş, " Ne konuştuğumuzu anladın mı ?" diye sormuş.
    / Hayır padişahım...

    Padişah sinirlenmiş.
    * Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.

    Korkuya kapılan başvezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telâşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hâlâ orada çalışıyor.
    / Ne konuştunuz siz padişahla.

    Adam, başveziri şöyle bir süzmüş.
    - Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.

    Başvezir, yüz altın vermiş.
    / Sen padişahı, serdar'i cihan, diye selâmladın. Nasıl anladın padişah olduğunu?
    - Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.

    Vezir kafasını kaşımış.
    / Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek?

    Adam, bu soruya cevap vermek için de yüz altın almış.
    - Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, otuz iki dişimize yemek bulamıyoruz dedim.

    Vezir bir soru daha sormuş...
    / Geceleri kalkmadın mı ne demek?

    Adam yüz altın daha alarak cevaplamış:
    - Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim.

    Vezir gene kafasını sallamış.
    / Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek.

    Adam gülmüş.
    - Onu da sen bul...

Sayfa 34/34 İlkİlk ... 24323334

Gönderi Kuralları

  • Yeni konu açamazsınız
  • Konulara cevap yazamazsınız
  • Yazılara ek gönderemezsiniz
  • Yazılarınızı değiştiremezsiniz
  •