Biraz provoke edeyim, iyi bayramlar:
Elveda ya şehr-i ramazan
Elveda ey ramazan, elveda! Asır bizi aldattı, sen bize küstün. Halimiz ne olacak? Nerede şifa, nerede gufran bulacağız? Bu yıl milyonlarca Müslümanın gözlerinden çeşmelerden akan sular gibi yaşlar boşanıyor. Senelerden beri çeşmelerden akan sular gibi milyonlarca Müslümanın damarlarından oluk oluk kanlar aktı. Bu yaşlar, bu kanlar günahlarımızı silmeye hala kâfi gelmiyor mu?
VEDA GECELERİ: Ramazan gidiyor. Eski padişahlarımızdan birinin dediği gibi "Senenin on bir ayı hasreti çekilen" bu kısa gufran devresi, bu sefer kimse farkına varmadan nihayete eriyor. Dün gece minarelerden "Elveda" sesleri duyuldu. O zaman anladım ki mübarek ayın sonundayız. Çocukluğumda ramazanın yirmisinden itibaren beni garip bir hüzün kaplardı. Oyunlarıma bir neşesizlik, çalışmalarıma bir isteksizlik gelirdi. Her sabah yatağımın içinden kalbimde bir derin acıyla uyanırdım ve kendi kendime "Bir gün daha gitti, bir gece daha gitti. Bugün yirmi beşi, yarın yirmi altısı, öbür gün..." daha ziyade sayamazdım. Bu bana yakınımdan birinin öleceği günü hesap etmek gibi muzlim ve acayip görünürdü. Vakıa bir zamanlar salih, abit Müslüman evlerinde ramazanın son günleri bir hastanın sekerat demleri kadar müellimdi. Herkeste sanki aile rüesasından biri ölüm döşeğine yatmış gibi bir his hâsıl olurdu. Teneffüs edilen havada mukaddem bir yas kokusu sezilirdi. Ve camilere gidilip ağlanırdı. Oraları hüzün ile taşan gönüllerin alabildiğine boşandığı yerlerdi. Hiç unutmam bir gün -ramazanın sonlarına doğru idi- evimizin yakınında bir küçük camiye gitmiştik. Beyaz sakallı küçücük bir ihtiyar hoca vaaz ediyordu. Cemaat çok değildi. Fakat kürsünün etrafı pek samimi bir halka ile çevrilmişti. Vaizle samiler adeta tatlı bir hasbihale dalmış gibiydiler. Beyaz sakallı hoca diyordu ki: -Ey din kardeşlerim! İşte ramazan-ı şerifin sonuna eriyoruz. Mübarek ay bizi terk edip gidiyor. Fakat bana öyle geliyor ki, o bu yıl bizden küskün ve muğber olarak ayrılıyor. Zira bu yıl geçen yıllardan daha çok günah işledik. Gelecek yıl günahlarımız daha ziyade artacak. Zira devirler değişiyor. Devirlerle beraber gönüller de değişiyor. Gitgide hepimizden Allah korkusu kalkıyor. Peygamberin emrine itaat azalıyor. Birtakım bidatler eski adetlerin yerini tutuyor. Ahkâm-ı Kuraniye yerine birtakım batıl kitaplara itikat ediliyor. Gençlerimizde ulül-emre itaat kalmadı. Büyüklerimizin kalbinde sıdk ve hulüsdan, şefkat ve merhametten eser yoktur. Ey din kardeşlerim, günahlarımız başımızdan aştı. Mübarek ayın huzur-ı Rabde bizim için şefaate yüzü kalmadı. Vay halimize, vay halimize! Ve cemaatin arasında diğer bir ihtiyar başını iki elleri arasına almış hıçkırarak ağlıyordu. Diğerleri "Allah, Allah! Allah, Allah!" diyordu. Beni de uhrevî bir korku ile karışık derin bir hüzün istila etti ve içimden kendi kendime ahdettim ki ömrümün sonuna kadar Allah'ın emirlerine münkad kalacağım. Fakat çocukluğumdaki ahidlerin birçoğu gibi bittabi bunu da tutmadım. Sıtmalı bir gençlik rüzgârı, devrin girdaplarıyla karışarak bende iyi, saf ve masum ne varsa aldı götürdü. "Ben" derken biliniz ki mensup olduğum nesil namına söz söylüyorum. Bu neslin hiçbir şeye itikadı yoktu ve ihtirasatı layetenahî idi. Mihver-i hareketi ya bir kin, ya bir arzu idi. Kalbi tevessü etmiş bir mideye benzerdi. Ne verseniz doymayacak gibi görünürdü. Fakat ilk lokmada tıkanır kalırdı. Kendinden evvelki nesle karşı kaba insafsız ve müstahkardı. Babamız lakırdı söylerken kahkahalarla gülmeyi zekâmızın bir hakkı zannederdik. Ve henüz on sekiz yaşımızda iken validemize bir çocuk muamelesi ederdik. Dinî hayata karşı mübalâtsızlığı ise şerefli bir şey sanırdık. Namaz kılmayı bilmiyoruz demeyi âlimane bir söz, alenen oruç yemeyi kahramanane bir hareket ve büyük babaca Voltaire'den bahsetmeyi bir ulüvv-i cenab telakki eylerdik. Validemizin bir kese içinde başucumuza astığı Kuran-ı Kerim'i yerinden indirip ve kılıfından çıkarıp alelade kitapların arasına sokmayı en asrî ve en asil ve en zarif hareketlerden sayardık. Yegâne inandığımız, yegâne hürmet ettiğimiz şey "asır" idi, asrın ilmi terakkiyatı idi. Birbirimize ikide bir "Yirminci asırdayız! Düşününüz efendim yirminci asır!" derdik. Yirminci asır bizi aldattı ve ramazan ayları bize küstü. Şimdi ne yapmalı? Nereye gitmeli? Dün gece odamın penceresinden minarelerdeki "Elveda" seslerini dinlerken birdenbire çocukluğumun ramazan sonlarına doğru gönlümü kaplayan o eski hüznüne düştüm ve o küçük camideki beyaz sakallı hocanın sözlerim ve ondan sonra gençliğimin, gençliğimizin ilk devresini teşkil eden o kıymetsiz, o adi ve kaba yılları hatırladım. Çocukluğumdaki son vaazı dinlediğim günden bu son ramazana kadar geçen zaman zarfında dünyaya ve ahirete layık ne yaptık, ne işledik? diye kendi kendime sordum. Arkamızda bıraktığımız bu uzun yolda şüpheden, tereddütten, yeis ve elemden, tatmin edilmemiş iştihalardan ve bir sürü küfür ve maasîden başka ne var? Yüksek, asil ve ulvî sıfatlarına müstahak nasıl bir eser bıraktık? Bugüne kadar bütün ömrümüzün hulasa-i manası hep sur ve şüriş hep fitne ve nifak değil midir? Elveda ey ramazan, elveda! Asır bizi aldattı, sen bize küstün. Halimiz ne olacak? Nerede şifa, nerede gufran bulacağız? Bu yıl milyonlarca Müslümanın gözlerinden çeşmelerden akan sular gibi yaşlar boşanıyor. Senelerden beri çeşmelerden akan sular gibi milyonlarca Müslümanın damarlarından oluk oluk kanlar aktı. Bu yaşlar, bu kanlar günahlarımızı silmeye hala kâfi gelmiyor mu?
Yakup Kadri Karaosmanoğlu (İkdam, 26 Ramazan 1338/14 Haziran 1920)