Sayfa 1/6 123 ... SonSon
Arama sonucu : 41 madde; 1 - 8 arası.

Konu: Beğendiğim/beğendiğiniz deneme, köşe yazıları, günlük....

  1. Esas Beğendiğim/beğendiğiniz deneme, köşe yazıları, günlük....

    Nette dolaşırken rastladığım, radyoda veya arkadaşımın günlüğünde okuduğum ilgimi çeken güzel bulduğum yazıları paylaşmak istedim...

    Sizin de varsa beklerim...

  2. Esas

    48 Model Doç, Ford Farleyn



    Hasta annesini evde muayene etmemi istiyordu. Anlattığına göre annesi astımlıydı, bel omurları çökmüştü ve yatalaktı. Evden çıkması mümkün değildi. Telefonda konu ile ilgili mutabakat sağladıktan sonra gelip beni alacağını söyledi. Bir saat tayin edip telefonu kapattık. Alıcıyı yerine koyduktan sonra “adam amma da sigara-içki içmiş ha...” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Zira telefondaki 60 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim kibar erkek sesi, derinden gelen, hışırtılı ve öksürüklerle kesilen bir sesti.

    Mesai bitimine yakın bir zamanda, yani tam anlaştığımız gibi beni almaya geldi. Ayhan Işık filmlerinden fırlamış gibiydi. Briyantinle yatırılmış ve özenle arkaya taranmış yarıdan fazlası beyaz saçlar, üst dudağın üzerinde yarım santim kalınlığında bir çizgi oluşturan siyaha boyalı incecik bıyık, süet ceket ve bordo üzerine bej desenli ipekli fular. Hazırlandım ve birlikte çıktık. Arabasının olmamasına şaşırdım. Bir taksi çevirdi ve arka sağ kapıyı açarak beni oturttu. Hareketleri günümüz insanı için abartılı sayılabilecek türde olmasına rağmen onda sakil durmuyordu. Ön koltuğa oturdu. Taksiciye Feriköy’e gideceğimizi söyledikten sonra hafif yan dönerek kendini anlatmaya başladı. Konuya hemen girmişti ve durmadan anlatıyor, arada boğazını temizleyip sigaradan dertleniyordu. “15 sene 48 model doç kullandım. Her türlü tamiratını ustalarla beraber yapardım. Bizim Feriköy malum amerikancı ustaların yeriydi. Hepsini tanırdım, sokağa girince bir uçtan başlar sırayla muhabbet ederdik. Kiminde kahve, kiminde çay bardağında rakı, kimse duymasın bazısında da çift kağıtlı sarıp içerdik. Tarlabaşı’nda kocaman atölyem vardı o zamanlar, İstanbul’un en baba buzdolabı tamircisiydim. Yanımda iki kalfa çalışırdı, sabahtan akşama eşşek gibi çalışıp akşamları da alemlere akardım. Harcadığım paranın haddi hesabı yoktu. Gittiğim gazinoya bir artistle beraber girsek bana itibar fazlaydı. Garsonlar etrafımda fır döner, bayanların biri gider, diğeri gelirdi. Her akşam benim doç başka bir hatunu misafir ederdi. Aleme çıkmadan önce nikelajlarını parlatır, beyaz yanaklı lastikleri arap sabunu ile silip tertemiz yapardım. Annem evlenmemi istese de parayı bol verdiğimden fazla üstelemezdi. Doç biraz eskiyip havası azalınca satıp ford farleyn aldım, aynı tas aynı hamam bir beş sene daha geçti. Kısacası 45 yaşına kadar o gazino senin bu pavyon benim gezdim. Saçlar beyazlayıp, paralar azalınca biraz aklım başıma gelir gibi olduysa da bu defa Beyoğlu’nun arka sokaklarına dadandık. Aldığım mülkler bir bir elimden gitti. Annemle oturduğum apartmanda 3 dairemiz kaldı. Biz bahçeye girip çıkarız hesabıyla bodrum kata taşındık, iki dairenin de kirasını yiyip kıt kanaat geçiniyoruz.” Burada sustu. Galiba anlatılacaklar da azalmıştı.

    Biraz sessizce gittikten sonra Feriköy meydanına geldik. Tam meydanda indik ve buraya açılan sokaklardan birine saparak ilk kapıdan girdik. Apartmanda ilk burnuma gelen hafif bir küf ve eskimişlik kokusuydu. Rahatsız etmiyordu. Sinmiş yemek buharlarının insanın genzini yakan kokusu yoktu. Bodrum kata indik. Arkası bahçeye açılan bir yarı bodrumdu, loştu ve insana ilk bakışta yaşanılabilir bir yer olduğu izlenimini veriyordu. Evin hanımının yattığı odaya geçtik. Bu sırada yerlerin ve bütün eşyaların üzerinin kesif bir toz tabakası ile kaplı olduğunu fark ettim. Muzaffer Bey’in, adı buydu, ayakkabılarımı çıkarttırmama konusundaki ısrarına sevindim. Yaşlı bayan eski tip bir divanın üzerinde oturuyordu. Bacaklarının üzerinde iki kirli yorgan seriliydi. Sırtına da eski tip atkılardan almış ve bir yastığa dayanmıştı. Tanışma ve rahatsızlıklarını sorgulama faslından sonra, muayene için tavır aldım. Zor soluk alıyordu ve genizden gelen bir hırıltısı vardı. Sırtını açmaya çalışırken odada bir başka hırlamalı soluk sesi daha duyduğumu hissettim. Muzaffer bey odadan çıkmıştı, ondan geliyor olamazdı. Kısa bir süre sonra iyice emin olmuştum. Odada bir başkası vardı ve o da astımlıydı. Üstelik ses de divanın altından bir yerlerden geliyordu. Aklımdan hemen seyrettiğim filmlerdeki sahneler geçti. Sakat ve astımlı bir kardeş yatak altına saklanmış olabilirdi. Eve gelenleri bağlayıp soyan astımlı canavar anne-oğullar ile karşı karşıya olabilirdim. Muzaffer bey her an içeri girip boğazıma ekmek bıçağını dayayabilirdi. Yukarıdan aşağı sırtım ürperiyordu. Yaşlı bayanı bir an için bırakıp hole geçtim ve koridordan mutfağa doğru baktım. Muzaffer bey kirli tabaklarla dolu tezgahın üzerine koyduğu bir tabaktan atıştırıp, uzun bir bardaktan rakı içiyordu. Beni görmedi. Hemen geri döndüm ve teyzeyi muayeneye başladım. Diğer hırıltı devam ediyordu ve bana yaklaşmıştı. Korkuma dayanmaya çalışarak muayeneyi bitirdim. Divanın yanı başındaki ince tahta bacaklı, ayaklarının alt uçları demirli, ellili yıllardan kalma koltuğa oturup çantamı kucağıma çektim. Reçeteyi hazırlarken odaya Muzaffer bey girdi ve eş zamanlı olarak da divanın altından çok renkli bir kedi çıktı. Beyaz, siyah, sarı, gri tonlarında olan tüyleri yer yer dökülmüştü ve yaşı oldukça ileriydi. Dehşetli bir hırıltı çıkarıyor, sahibinin ayaklarına sürünüyordu. Evin emektarı olduğunu öğrendiğim dişi kedinin astımı ve karaciğer yetersizliği olduğunu, tüylerinin yaşlılıkla beraber karaciğer hastalığı sebebiyle döküldüğünü anlattılar. Derin bir soluk aldım. Ardından kolay açılır kapaklı şişede kola ikram edildi, ben ağzımın kuruluğu had safhada iken gelen içeceğe saldırdım. Bardakta gelse içer miydim diye düşünürken, Muzaffer bey: “Bu evde ambalajsız hiçbir şey yenip içilmez, farkındayım” dedi. “Annem 85, ben 65 yaşındayım, babam ben ortaokula başladığım sene öldü. Önce sıkıntılı, sonra şaşaalı, sonra yeniden gariban günler yaşadık. Hayattan da bıktık galiba.” Diyerek devam etti.

    Hazırlamış olduğum reçeteyi aldı. Özenle katlayıp, cebinden çıkardığı, kendi verdiği isimle ‘akıl defteri’ nin içine koydu. “gidelim doktor, senin yolun uzun” diyerek önüme düştü ve benimle taksiye binerek Karaköy iskelesine kadar geldi. İskeleye yaklaştığımızda hazırlamış olduğu sarı zarfı uzattı. Almayacak oldum. Diretti: “Sen sultanlık zamanlarımıza değil, çulsuzluk zamanlarımıza denk geldin, azsa kusurumuza bakma” dedi. Ağlıyordu ve nefesi alkol kokuyordu. “Yol gösterenimiz de yoktu be annem!” diye içini çekti. Veda edip arabadan indim. Daha sonraki aylar ve yıllarda ne aradı ne de annesinden haber verdi. Duvarlarında sararmış resimlerin olduğu, eşyaları tozlu, çerçeveleri kirden kararmış, kedisi bile hasta olan o evi unutamadım.

    (DOKTOR, iktibas.net)

  3. Esas

    Közlenmiş Taze Pancar



    1971 senesinde babamın vazifesi sebebiyle Adapazarı’na taşındık. Babam her tayin döneminde olduğu gibi bizi anneannemin yanına yani İzmir’e bıraktı ve yazın sonlarına doğru ayrıldığımız İstanbul’a değil de yeni evimize taşındık. Gözümün önüne ilk gelen evimizin olduğu, iki katlı evlerden müteşekkil mahalle. Şeker Evleri denen bu semt zamanının büyük şeker fabrikalarından olan Adapazarı fabrikasının işçileri için yapılmış. Düzenli sokaklardan oluşan bir yer olarak hatırımda. Burada her evin kendi oturma alanı kadar ya da biraz fazla bahçesi vardı. Birkaç çeşit sebze yetiştirmek 3 tavuk, uyarına gelirse bir de köpek beslemek için idealdi.

    Semtin hemen yanında zaman zaman kazanlarından basınçlı buhar boşaltarak ilk günlerimizi korkulu hale getiren şeker fabrikası vardı. Dekompresyon yapılan zamanlarda gemi düdüğü ile siren sesi arasında bir ses çıkar, özellikle gecenin ilerleyen saatlerinde olursa irkilirdik. Çoğunun babası fabrikada çalışan mahalle arkadaşlarım arasında, adeta bir şehir efsanesi gibi, eğer kazanlardan biri dahi patlayacak olsa mahallenin ortadan kalkacağı konuşulurdu. Bu da benim çocuk hislerimi derinden etkiler ve kazan patlaması sonrasında sağ kaldığımı ve yıkıntılar arasından ailemi kurtarmaya çalıştığımı hayal ederdim. Dokuz yaşındaydım ve memleketin durumu karışıktı, Raf marka spor ayakkabı, markasız kumaş pantolon ve annemin ördüğü kazaklar ve süveterleri giyerdim. Tercüman Gazetesi okurduk, radyodan öğrenci olayları, sıkıyönetim, dev-genç, Faik Türün, Memduh Tağmaç, Semih Sancar kelimeleri kulaklarımda kalmış. Belki hatırlamaya çalışsam Ferit Melen ve Sadi Irmak hükümetlerini ve muhtıra günlerini de gözümün önüne getiririm. Bir sonraki seneden aklımda kalan da Faruk Gürler ve Tekin Arıburnu isimlerinin cumhurbaşkanlığı seçiminde çekişmeleriydi. Babam ilk tur sonrasında Faruk Gürler seçilemeyince 'hah!' diye yüksek sesle sevinmişti. Başka hiçbir sevinç sözü söylememesine rağmen gözlerindeki ve yüzündeki sevinme ifadesini hiç unutamam. Fahri Korutürk cumhurbaşkanı yapıldığında da 'teheey!' demişti. Aradan geçen yıllardan ve bir savaş, bir ihtilal, sayısız askeri yazılı-sözlü müdahale ve parti kapatmadan sonra bu nida ne manaya gelir öğrendim.

    Mahallede hiç arabası olan yoktu. Babamı getirip götüren askeri araçlar ilgi çeker, ben de çanta-bidonların ne kadar benzin aldığını ve jiplerin üç vitesli olduğunu anlatarak arkadaşlar arasında hatırlı bir yer elde ederdim. Evlerin hemen bitiminde mısır tarlaları ve fasulye-domates bostanları başlar, bazen buralara gidip taze ürünleri göz kararı hesaplaşarak alırdık. Patates ganimet gibiydi ve kızartması bambaşka güzel olurdu.

    Her yerde boş arsalar ve su birikintileri vardı. Evin hemen dibindeki bir gölcükte binlerce kurbağa yavrusu koca siyah kafaları ve başa direkt bağlı kuyruklarıyla yüzerlerdi. Büyüklerin konuşmalarında siyaset, öğrenci olayları, örfi idare yanında bir başka temel konu vardı: Zelzele.

    Deprem demeyi sonradan öğrendiğimiz bu tabii hadise biz gelmeden 3-4 sene kadar önce bu şehri vurmuştu. Bizim yerleştiğimiz esnada tedirginlik ve yeniden imar çalışmaları sürüyordu. Çocuk aklımda kalan bu şehirde iki, bilemedin üç kattan fazla yapı olamayacağıydı. Hatta bazı teyze ve amcalar daha da ileri gidiyorlar bu şehrin birkaç metre altında yer altı gölü olduğunu ve bunun üzerinde yüzer durumda yaşadığımızı anlatıyorlardı. Önceleri çok korkardım. Aradan bir zaman geçip de etrafımda bir arkadaş gurubu olunca, oynayacak bir de plastik topumuz varsa, korkulara yorgunluk galip gelir akşam yemeği sonrasında sızar kalırdım. Bazen sabaha karşı gördüğüm rüyalarda evlerin altında olduğunu hayal ettiğim göl yüzeye çıkıp evlerimiz birkaç metre aşağıya göçer, bazen de bahçemizden su fışkırırdı. Her evin bahçesindeki emme-basma tulumba yeraltındaki suların ispatıydı ve biz tayin olmadan şu deprem olmasa iyi olurdu.

    Zelzele biz oradayken bir kez yokladı ama her şeyi ile gelmedi. Üçüncü senemizde benim güvenli olduğunu zannettiğim İzmit’e taşındık. Deprem rüyalarım giderek seyrekleşti ve futbol kariyerimde ilerlemeye başladım.

    Yıllar sonra Adapazarı’na gittiğimde beş hatta altı katlı binaları gördüm ve çocukluk düşlerim aklıma geldi. Bu binaların depremde sağa-sola yatmış hallerini düşündüm ve 'artık bu şehirde hiç kalınmaz' kararına vardım. Gidişimden 3 sene kadar sonra yer sarsıntısı o gördüğüm binaları ya yıktı yahut yana yatırdı. Bazı yerlerde beton yığınları jöle kıvamındaki toprağa gömüldüler. Bizim mahalledeki iki katlı evlere bir şey olmadığını, yan sokaklarda evlerinin üzerine kat çıkanların yıkıntı altında kaldıklarını öğrendim.

    O günlerdeki arkadaşlarımdan kimler kaldı, kimler başka şehirlere göçtü bilemem. Ama bir şeyi hiç unutamam: Yaz sonunda artacak şekilde şeker fabrikasına pancar getiren traktörler arka sokağımızdan geçerlerdi. Bir traktöre bağlanmış iki bazen de üç römork pancarla dolu olurdu. Kantar sırasında bekleyen traktörlere yaklaşır ve şoförden bize iri bir pancar vermesini isterdik. Hemen hiç biri bizi kırmaz büyüklerinden bir ya da iki pancar atardı. Önceleri kabuğunu soyup çiğ yerdik. İğrençti. Sonra arsada ateş yakıp közlerin arasına gömerek pişirmeyi öğrendik. Közlenen pancar biraz yumuşak, garip kokulu, genzi yakıcı tadı olan, sulu bir hâl alırdı. Yerken damağımızı haşlardık. Yedikten sonra da hafif bir gaz ve karın ağrısı yapardı. Tatlı da değildi, acı da... Yine de yerdik...

    Bu memlekette yaşamak gibi...

    (DOKTOR, iktibas.net)

  4. Esas

    Kozmik Deprem Senaryosu

    Ahmet Faruk Yağcı - 9 Mart 2010


    1969 sonbaharı olmalı. Babamla birlikte Fatih Caddesi'nin Malta çarşısına yakın kısmında Pirinççi Sinan Camii'nin karşısındaki sakallı berberdeydik. Devamlı berberimiz her zamanki gibi kolçaklar üzerine çocuk tahtasını koyup, koltuk altlarımdan kavrayarak üzerine oturtmuş, beyaz örtüyü boynumda dikkatlice iğnelemiş ve saçlarımı kesmeye başlamıştı.

    Şalvarlı, yakasız gömlekli ve uzun sakallı, yuvarlak gözlüklü, sohbeti bol bir amcaydı. Canımı en çok sıkan "büyüyünce ne olacaksın?" sorusunu sorup cevap beklemeden "doktor ol, doktor!" diyen yetişkinlerdendi.

    Yine de ona gitmeyi severdim, makineleri saçımı çekerek canımı acıtmaz, kafamı eliyle iterek öne eğdirmez, emir kipli sözlerle yönlendirirdi. O gün de alışılageldiği gibi ensemi makine ile almış, tepedeki kıvırcıklarımı ıslatıp makasla kısaltmaya başlamıştı.

    Amerikalıların aya çıktığına inanmıyordu. Babam ısrar edince "çıksalardı zulmet olurdu, bakın kamerin ziyasına nasıl da nurlu parlıyor" diyor, babamı gülümsetiyordu. Babamın elinde patates baskılı bir gazete (muhtemelen Bugün) vardı. Aynadan berberin aslında sağ olan ama sol görünen elinin hareketlerine bakarak eğleniyordum.

    Anlatmakta zorluk çekeceğim, ancak içimden buz gibi bir sıvının aktığını hissettiren bir uğultu duydum. O anda aynada berberin dehşet içindekini yüzünü gördüm. Tezgâha makası atışını, hızla dışarı çıkışını, kulağımda patlayan "Allahuekber!" sadasını, koltukta dalgalı denizde gibi sallanışımı, ayağa kalkan babamın koltuk altlarımdan tutup göğsüne bastırarak beni dışarı alışını, evlerden fırlayan insanların o zaman henüz restore edilmemiş olan yıkık camii önünde diz çöküp yüksek sesle dua edişlerini bugün gibi hatırlıyorum.

    Ortalık bir anda mahşer yerine dönmüştü. Kadınlar ağlıyorlar, çocuklar çığlıklar atıyorlardı. Babamın eline sımsıkı sarılmış bacaklarının dibinde bu sahneyi seyrediyordum. Beyaz berber örtüsü halen boynumda iğneliydi ve ıslak başım üşüyordu.

    Ne kadar vakit geçti bilmiyorum, dükkâna geri döndük. Koltuğa tekrar oturtuldum. Babama doğru dönen berber amca "çok büyük zelzeleydi" dedi. Babamın halen dudakları kıpırdıyordu. Ses çıkartmadı.

    Traşım bitti. Eve doğru yola çıktık. Evimiz hepi topu altıyüz metre mesafede, Çarşamba'daydı. Yürüdüğümüz sokaklar insan seliydi. Hava kararıyordu. Evlerde radyolar son sesinde açılmıştı. Açık camların önünde küçük gruplar halinde insanlar haberleri bekliyordu.

    Annem başında beyaz mermerşahiden namaz örtüsü ile kapıda karşıladı. Rengi kireç gibiydi. Bana sarılıp ağlamaya başladı. Babam evin odalarını gezerek duvarlara, köşelere, pencere kenarlarına baktı. Bir kaç kere "maşallah!" dedi. Sofranın hazır olup olmadığını sordu. Annem kafasını olumlu şekilde salladı.
    * * *

    Aradan ilköğrenim, ortaöğrenim geçti. Berber ve cümle ahalinin isteği gerçekleşme yoluna girdi ve Tıp Fakültesi'ne gitmeye hak kazandım. İlk üç sene güzel geçti. Çalışkan sayılırım. Okulumdan memnunum. Üçüncü sınıfın final döneminde Mikrobiyoloji sınavındayız. 1983 yılı Haziranı. Nasıl lokum bir sınav. Soruların tamamına yakınını yapmışım. Köşegenimde oturan, şimdilerde aynı fakültede profesör olan arkadaşım Fehmi Tabak'a elimle "mis... mis!" manasına gelen işareti çakmışım. O da göz kırparak karşılık vermiş. Keyifler gıcır.

    Birden anfinin blok halindeki sıraları sallanmaya başladı. Binanın birinci bodrum katındaki küçük anfideyiz. Bir nevi yerin dibi. Derken duvarlar çatırdayarak hareket etmeye başladı. Kısık sesle besmelemi çektim. Kendimi sallantıya bıraktım. Yumuşak salınım hareketleri sert bir vurma ile doruğa ulaştı ve yavaşlayarak durdu. Ellerim titreyerek son soruları da yaptım. Gözetmenimiz de çıkmamıştı. Hemen kâğıdımı verip fırladım. Merdivenleri koşarak çıktım. Önce zemin seviyesine, sonra da cümle kapısından dışarıya.

    Dışarıda o tanıdık kalabalık karşıladı beni. Gülümsemeye çalışan insanlar. Gözlerde bulutlu bakışlar. İlle de depremden konuşarak korkuyu atma isteği. Eve gidiş. Yatarken duvarlarda göz gezdirme ve içe yerleşen, günlerce sürecek olan o korku...
    * * *

    Ortak hafızamızda yer eden son büyük felâket 17 Ağustos depremi. Gece yarısı dipten gelen o uğultu ve itme hissi ile uyanmak. Bir ömür uzunluğunda süren o sarsıntı. Sekizinci katta olmanın teslimiyetçi hisleri. Sonra yaşadığına sevinmek. Şehrimizdeki kabul edilebilir hasar. Çevreden alınan korkunç haberler. Günlerce uyku uyuyamama. Her seste irkilme. Aylarca süren tedirginlik.
    * * *

    Son aylarda dünyanın birçok yerinde şiddetli depremler oluyor. Haiti, Şili, Sumatra derken bu günlerde Elazığ-Karakoçan'da deprem yaşandı. Kerpiç evler yıkıldı. İnsanlar öldü. Tatbikat gibi hızla müdahale edildi. Enkaz kaldırmasından sağlık yardımlarına kadar olabildiğince hızlı bir çalışma gözlendi.

    Buraya kadar güzel. Ya daha büyük şehirlerde çok şiddetli depremler olursa ne olacak? Konuyla ilgili sayısız gazete haberi okuduk. Neymiş? Japonların 7.5 Richter büyüklüğündeki İstanbul depremi senaryolarına göre şu kadar bin insan ölecekmiş, şu kadar insan evsiz kalacakmış, şu kadar yangın olacakmış. Su borularının yüzde bilmem kaçı çalışmaz hale gelirken, doğal gaz hatlarında yüzde filân kopma yaşanacakmış. 7.0 Richter şiddetindeki depremde ise...

    Her sabah penceremden şehre bakarken yıkık olmadığına şükrediyorum ve olası bir depremde ölenler, hastanelik olanlar dışında sağlam kalanlar için ne tedbirler planlandığını merak ediyorum.
    * * *

    Büyük yıkımlarda en önemli problemlerden birisi de sonrasındaki asayiş zaafı. 19 Ağustos depremi sonrasında devletin müdahalesi gecikmişti hatırlarsanız. Bu dönemde bölgedeki yıkıntıların kötü niyetli insanlar tarafından dolaşıldığını ve -kendilerince- ölenlerin işine yaramayacağını düşündükleri malzemelere el koyduklarını hepimiz biliyoruz. Şansımız, iyi niyetli insanımızın çokluğunda. Ölümcül olabilecek yağma ve el koyma hadiseleri fazla yaşanmadı. İnsanlar yakınlarını korudular. Bir şekilde güvenlik sağlandı. Sosyal bir felâketin kıyısından dönüldü. Yine de anlatılan korkunç tanıklıklar var. Yukarıda ismi geçen sınıf arkadaşım Fehmi Tabak'ın yıkılmış, elektriksiz Adapazarı'nda bir gece vakti enkazları sessizce dolaşan gölgeleri anlatması ve yaşadığı korkuyu betimlemesi, dinlediğim anda benim de kanımı dondurmuştu.

    Yukarıdaki deprem senaryolarının en kötüsünde tertip ve düzenin nasıl sağlanacağını çok merak ediyorum. Sağ kalırsam günlerce ailemden uzakta kalıp, gece gündüz insanlara yardım etmeye çalışmam gerekecek. Bu esnada belki görece güvenli bir ortamda olacağım ama ailem, yakınlarım, mahallem, evim nasıl bir tehdit altında olacak düşüncesinden kendimi alamıyorum.

    Kozmik bürolarda mutlaka büyük İstanbul depremi müdahale senaryosu da olmalı. Hangi birlik hangi yolları tutacak, hangi bölük hangi mahallenin güvenliğini sağlayacak? Seyyar hastane ve fırınlar nerelere kurulacak? Oluşabilecek "suç mangaları" nasıl engellenecek?

    Afet koordinasyon merkezleri ile askeri merkezler nasıl eşgüdüm halinde olacaklar? Halka yapılacak duyurular hangi elden ve hangi yollarla yapılacak? Kısacası akla gelebilecek onlarca soru ve bunların cevaplarını bilme isteği.

    Bir afet planı mutlaka var. İşte bunun ana hatlarını bilmek, afet esnasında vazife alacaklar, koruyacaklar ve korunacaklar ile korunulacakların bilinmesi demek. Elbette kamuoyuna detayları açıklanmasın ama bu esnada uygulanacak detaylı bir planın varlığı da ilan edilsin.

    Örnek verecek olursak, bir tıp mensubu olarak bana "olası bir afet halinde şu kadar saat içinde hastanenizin acilinde olacaksınız" şeklinde bir tebligat ulaşsa gönlüm daha bir rahat olacak. Bu tebligatın benzerlerinin memurinin cebinde, garnizon komutanında, emniyet müdüründe, mülkî erkânda, diğer doktorların ceplerinde olduğunu bilmek de beni ferahlatacak.

    Afet anında ilk şoktan sonra hayatta kalan kritik personelin hemen kozmik plandaki yerini alacağını bilmek istiyorum. Hadımköy'den kalkan ZPT'lerin köşe başlarını tutacağını bilmek, mahallemde muhtarın polis ve site güvenlikleri ile eşgüdüm halinde çalışacağını düşünmek benim için çok önemli. Yararı tartışmasız bir kriz planı yapılırsa ancak bu konuda yapılır.

    Muhtemel ciddi afet halinde karadüzen davranılmayacağını büyüklerimiz ilan etsinler istiyorum. Ve gecelerini bu senaryolarla uykusuz geçiren büyüklerimiz olduğunu umuyorum.

    (derkenar.com)

  5. Esas

    A. TURAN ALKAN
    [email protected]

    Sfenks'in sorusu, Heron'un gözleri...

    Heron'un gözlerine bak komutan; kerâmet sahipleri gibi cübbenin yenleri içinden garip sûretler gösteriyor bize. İçimize kezzap damlıyor, çocuklarımız ikiye bölünmüş, ölümüne askercilik oynuyorlar, sen bakıyorsun, sadece bakıyorsun, hep bakıyorsun!

    Seyrediyor musun sahi, kaçırma bakışlarını; Heron'un gözlerine bak!

    Boşver önündeki terfi dosyalarını; Heron'un gözlerine bakamıyorsan kapat gözlerini, kendi içine dön; rûhunun içine bak, kendi derinliğine gömül, vicdanını fiskele... Say ki tâ be kıyâmet terfî ettin, terfî ettirdin, asker kişi dosyalarını masana yığıp "Bunların kaderi ve hayatı benim elimde" diye gururlandırdın. En zengin, en güçlü, en cabbar sen ol. Hükümetler titresin beş yıldızlı apoletlerinin önünde. Karargâhına iliştirilmiş yarı muvazzaf gazeteciler, alnının her kırışığından farklı tehdit mesajları okusunlar; keyiflen şöyle, rahatla ama dalıp gitme sakın...

    Uzun yol şoförlerinin ara sıra başına geldiği gibi bakar görmezlerden olma; çimdikle kendini. Bak, yaşta kuruları ıslatmayım derken neler olmuş neler?..

    Askerlerini, çocuklarını öldürüyorlar komutan; bana bakma, Heron'un gözlerine bak, göreceksin! Heron alımının ihâleye çıktığı güne lânet okumak neye yarar? Heron'un vicdanı, aklı, kibri, inisiyatifi yok komutan; görmüyor, gösteriyor; hissetmiyor hissettiriyor bu kalpsiz müşir iğnesi!

    Biri bizi gözetliyor evi gibi seyrediyoruz demişti vaktiyle birisi -kimdi o sahi!- Meğer doğruymuş be, BBG evi gibi seyretmişsiniz olup biteni yahu. Biz de seyrediyoruz şimdi internet sitelerinde. Sizin gibi derin bir vukuf fakat buzdan bir vicdanla değil ama, tâbir caizse kurbanın bıçağa baktığı gibi bakıyoruz; canımız acıyor, boğazımız düğümleniyor, yutkunamıyoruz bile.

    Mutlaka sahte görüntülerdir bunlar değil mi komutan? CIA'nın, MOSSAD'ın, Alman ve İngiliz gizli istihbarat servislerinin belki de Yüzüklerin Efendisi filmindeki alçak büyücü Sauron'un işidir; sizi karalamak, itibarınızı kırıp, o güzelim tabirle asimetrik psikolojik harekât yürütmek için uydurmuşlardır o hokus-pokus video kayıtlarını.

    Bakınız, ne güzel izah ettim netekim; bu görüntüler gerçek olamaz; gerçek olsa bizim erkân-ı harbiyemiz bir lâhza yerinde durmaz ki zaten. Cehennemler kudursa, gökler çatlasa, sarsılmayan azmiyle çelik kal'aları eritir, yıldırımlar yaratır, kartallardan kanat ödünç alıp hışım gibi inmez mi pusudaki kuzularımıza yaklaşan alıcı kuşların tepelerine?

    Lâfa gelince nasıl gürlüyoruz değil mi komutan; edebiyatın bini bir para bizde...

    Evet evet, sahtedir o görüntüler, tarikatçi, cemaatçi, Sorosçu takımı doları basıp yaptırmışlardır o görüntüleri sanal laboratuvarlarda. Zaten Hantepe'de bir karakolumuz hiç olmamıştır, o gece Heron'un gözleri tepelerindeyken aşağıda üçer beşer avlanan çocuklarımız da hiç doğmamışlardır analarından; anaları taş mı doğurmuştur acaba o kuzuların yerine?

    Lânetle şunları komutan; yalandır de, psikolojik harekâttır de, dağ başlarındaki dandik karakollara yolladığın çocukların hukukuna da, darbe zanlısı devrelerini koruduğun kadar olsun sahip çık biraz. Gürle be; bunlar iftiradır, kâğıt parçasıdır, borudur de...

    Bize yeni bir şey söyle komutan. Bize bu işin içinde başka işler olduğunu söyle; bizi inandır, istersen kandır, hatta, "Siz anlamazsınız, bu işler bildiğiniz gibi değil, her gördüğünüze inanmayın" de, inanmayalım...

    Geldin gidiyorsun fakat eyvah, üzerinde ağır kul hakkıyla gidiyorsun. Olmadı, hiç olmadı. İnsan başlı, arslan gövdeli Ebülhevl'in (Sfenks) sualine sen de cevap veremedin. Çekeceğin ceza, Heron'un gözlerine bakmaktır bundan sonra; tâ be kıyâmet!

  6. Esas

    Tıp Öyküleri


    Ünzile ya da Leyla


    Ünzile ya da Leyla Çok yerde rastladım bu kıza. İsimsiz bir kızdı aslında. Bakışlarından anlıyordum o olduğunu. İlkokul üçüncü sınıfta iki ay okuduğum kasaba ilkokulundaki ismi Saniye idi. Yanaklarında güneş lekeleri, uçları kırık ve dağınık sarı saçları, kirli yakalığı ve parlak tiftiklenmiş kumaştan önlüğü vardı.
    1972 senesiydi. Muhtıra sonrası aylarıydı. Saniyenin dersleri de defterleri de berbattı. Daima camdan dışarıya uzaklara bakardı... Sesi güzeldi. Bazı derslerde öğretmen bize kazık sorular sorar, ona da şarkılar söyletirdi. En güzel söylediği şarkılar o zamanlar meşhur olan “elveda meyhaneci” ve “uykuda mısın sevgili yarim, uyan” isimli parçalardı. Konuşurken kısık olan sesi şarkı söylerken açılıyor ve içime işliyordu. Bir çiftçi ailesinin kızıydı. Ayaklarında kara lastiklerle ve sapı kopmuş bir çantayı koltukaltında taşıyarak okula geliyordu. Beslenme saatinde çantasından yufka ekmekle peynir çıkartıp yiyordu. Saniye sık sık hayallere dalıyordu ve bazen de yüksek sesle “abam bana ayakkabı getirecek, abam bana çorap alacak” diye bizimle paylaşıyordu. Yeni ayakkabısını görmedim ama daha sonraki senelerde her memlekete gidişimde büyüyen serpilen, ortadan az uzun boylu, sarıya yakın kumral uzun saçlı , hep hayalde gibi yürüyen Saniye ile karşılaştım. Üniversiteyi kazandığım sene babaanneme onu sorduğumda “yavrum Keskin’e gelin gitti” dedi. Kocasının güzel çoraplar alabilen bir adam olmasını diledim. Hayallerinin de ayakkabı çoraptan ileri gidebilmesini.

    Ortaokulda sınıf arkadaşım olan Türkan vardı bir de... Tombuldu, kısaydı, köşeli bir yüzü, kumral ve omuzlarına dökülen saçları vardı. Hülyalıydı. Dalıp giderdi çoğu ders boyunca. Babası Almanya’da idi ve Türkan annesiyle yaşıyordu. Etrafın söylediği, babasının bir Alman kadınla evlendiği ve maddi destek dışında buradaki ailesi ile ilişkisini kestiğiydi. Türkan sentetik beyaz gömlekler, bizim ülkemizde olmayan renk göz alıcı hırkalar, okul dışındaki zamanlarda da ayak tabanında köprüsü olan lasteks pantolonlar giyerdi. Bir de üzerinde rengarenk horoz olan boya kalemi takımlarını ve kabartmalı plastikten defter kaplarını hatırlıyorum. Türkan’ın bütün hayali babasının gelip kendini Almanya’ya götüreceğiydi. Öğretmenler dersi dinlemiyor diye onu ön sıraya oturturlardı. Hemen arkasındaki sırada ben ve Güler otururduk. İkimiz acar öğrencilerdik ve Türkan sık sık arkaya döner ve yetiştiremediği notları bizim defterlerimize bakarak yazardı. Boş derslerde de bize dönerek babasının yanına gidip bu hayattan kurtulacağı hayallerini bıkmadan anlatırdı. Oradaki istasyonları, evlerin güzelliğini, babasının ona ayrı oda açacağını dinlerdik çoklukla.Hepsi birbirine benzer hayallerdi. Kendine ait bir oda ve sevildiğini bilmek.Ötesi de yoktu..

    Şima Demir McGregor’ ın yolladığı Leyla’nın hayallerini dinleyince, Saniye ve Türkan ile birlikte Sezen Aksu’nun meşhur Ünzile şarkısını hatırladım. Hani şarkıdaki kız yağmuru kimin döktüğünü merak ediyordu. Ve dünyanın köyün en son çitinde sona erdiğini zannediyordu.. Erkenden kocaya verildiğini anlıyorduk şarkıyı dinlediğimizde ve birkaç koyun karşılığında olduğunu anlıyorduk bu işin. Zincirleme olarak aklımdan Saniye ve Türkan görüntüleri geçti. Hüzünlendim. Hayal kurmayı seven birisi olarak içlendim. Aşağıda Şima Demir McGregor’ dan Leyla’nın hikayesi...

    Leyla

    Aile sözlüğümüzden sıkı kelimelerdendir. Şöyle ki: Bizim eski apartmanın kapıcısının bir sürü çocuğu vardı. Çoğu aklı başında ama bir tanesi hepten safça bir kız. Onun adı Leyla idi. Kapıcının en güzel yanı, kendisinin zayıf, karısının tombul mu tombul olması ve bu kilo ile öyle hoş cilveli gezmesi idi.. Kari koca dünya umurlarında değil, itişip kakışır ve cilveleşirlerdi her yerde.. Buradan bize kalan da : “ne o kapıcılar gibi” deriz..Aile içinde birbirimizi çimdikleyerek ittirerek sevmeye kalktığımızda..

    Her neyse bu Leyla her daim hayal kurardı. Kızıl saçlı bir kızcağız. Tam bir köylü sağlıklısı.. Hayallerini bize anlatır dururdu..Hayallerinde adamlar ona tavuk alırdı. Evet doğru okudunuz; hayalinde hep adamların ona tavuk aldığını söylerdi. Beni çok seviyor, bana tavuk alıyor diye. İşte bize böyle övünür dururdu.

    Şimdi ne zaman kendimizi saf bulsak, ya da birileri bizi kullanıyor desek , veya hayalperest takılsak hemen söyleriz.. “bana tavuk alıyor.. Beni çok seviyor” diye..Benim kullandığım “tavuk alıyor” kısmı, annemin bana kullandığı ise “Kızıııım, Leylaaa” dır.. Ki takılır gideriz işte..

    Uysa da uymasa da devam edeyim.. Leyla’ya dair: Bunu bir evlendirdiler..Başlık almadık, “indirdik-bindirdik” dediler.. Ne olduğunu sonra öğrendik. Leyla’yı evlendirdikleri adamın kız kardeşini de oğullarına almışlar. Böylece indir-bindir, başlıksız geç git hali.. Leyla kocada durmadı.. Geri geldi.. Ama ne oldu bilinmez. Ve içime dert olan, anama geçen gün sorduğum: “Anne, Leyla bu kadar tavuk seviyordu da neden biz alıp ona tavuk vermedik?”.. Annemle ikimiz de “hakikaten ya!” deyip orada bıraktık..

    Şimdilerde ne zaman biraz pasaklı, biraz hülyalı bir kız çocuğu görsem, hele de hali vakti yerinde olmayan bir ailenin çocuğu ise, Saniye’yi, Türkan’ı ve ille de Leyla’yı hatırlıyorum. İçimden “aman kızım, az oku, bir şeyler öğren, hayallerindeki adamın sana tavuktan başka şey almasını iste!” diyorum..

    Dr. Ahmet Faruk Yağcı

    *Aba: Anne

    http://www.erecete.com/TipOykuleri.asp

  7. Esas

    Tıp Öyküleri


    İlk İstanbul hatıralarım - Göçebelik




    İlk İstanbul hatıralarım Fatih semtinde, Malta çarşısına yakın dar bir sokaktaki evimizin penceresinden gördüğüm görüntüler. Yaşım üç olmalı. Demirli pencereli evin penceresinde oturup ayaklarımı aşağı sarkıtıyor ve gelip geçene laf atıyor olmalıyım. Yoğurtçu geçiyor, ip atlayan devasa kızlar var, uzun saçlarını sallıyorlar. Sokağın ilerilerinde bir kocaman kırmızı kamyonet. Bu sokakla alakalı daha ileri bir hatıram yok. Gençlik senelerinden itibaren aynı sokağa defalarca gittim ve her defasında bebeklik günlerimde oturmuş olduğum pencereye baktım. Sokakta ip atlayan kızlar gözümde gitgide küçüldüler. Yoğurtçular kaybolalı yıllar olmuştu...

    En renkli anılar yine aynı semtin başka bir mahallesindeki evimizden. Evimiz diyorsam hepsi de kira evi işte. Birkaç seneliğine evimiz oluyorlar ve sonra da başkalarının...Bu evin çocuk boyutlarına göre dev sayılabilecek bir arka bahçesi ve bahçenin bitiminde dizi dizi kömürlükler vardı. Beş daireye beş kömürlük, tahta kapılı, beton damlı. Ortadaki toprak alanda oyun oynamak çok zevkliydi. Paslı beton çivileri, eski borular, tahta parçaları, kulpu kopmuş alüminyum tencere kapakları, ortak kullanılan bir plastik oyun kovası, bir tane ucu körelmiş keser. Hayal dünyasının sınırları bunlarla zorlanarak bin bir çeşit oyun oynanabiliyordu. Bir de duvarın alçak yerinden üzerine çıkıp, kömürlüklerin damına tırmanmak ve oradan toprağa atlamak. Bu daha büyük erkek çocukların işiydi ve bu evden taşınmadan o büyüklüğe gelirsem ben de atlamalıydım. Fazla beklemedim ilkokula başladığım sene bunu yaptım. Bir yerim kırılmadı ama ayağıma paslı bir teneke parçası girerek bolca kanamasına sebep oldu. Çok bilen komşu teyzeler tentürdiyotlu pamuk basıp sardılar ve bir hafta gece gündüz çoraplarımı çıkartmayarak hadiseyi babamdan sakladık.

    O senelerde erkekler evin tek hakimiydi ve yolunda gitmeyen şeylere en azından surat asarak negatif tepkiler verirlerdi. Ve o yıllarda kadınlar kocalarını uğurlarken sefertaslarını hazırlar, omuzlarına elleriyle ördükleri atkıları yerleştirdikten sonra paltolarını tutarak giydirirler ve yakalarından kaşkolun ne kadarının taşacağını ayarlayıp uğurlarlardı. Bıyık olmazsa olmazdı ve sakal tıraşı olmadan çıkmak çok ayıptı. Yine aynı mahallede bir başka eve taşındığımızda ilkokul ikinci sınıfa gidiyordum. Taşındığımız apartman arka cepheden kocaman bir boşluğa bakardı. Burası gündüzleri çocukların akşamüzerleri de gençlerin oyun alanıydı. Gündüzleri irice taşlarla kaleler kurup futbol oynadığımız alan akşamüzerleri 20 li yaşlarına yeni varmakta olan erkek ve kızların yakantop ve istop oyun sahası olurdu. Karışık oynanan bu oyunların cinsel anlamlar içerdiğini elbette bilemezdim ama balkondan seyrederken yine de heyecanlanırdım. Kızların en güzeli Sula adlı rum kızıydı ki kendisini yakından görmek üzere yoluna çıkmışlığım, sekiz yaşımın utangaçlığında başımı öne eğip kıvırcık saçlarımı okşatmışlığım vardır. Sula ve yıllar sonraki karşılaşmamız bir başka yazının konusu olacak. Daha sonraki senelerde sırasıyla Adapazarı ve İzmit’de, yeniden İstanbul’da, sonra Erzurum’da evlerimiz oldu. Ev sahipleri ve sahibeleri ile aramız hep iyiydi. Babam kirayı ayın ilk günü götürür, asla sektirmezdi. Hürmette kusur etmezdi.

    Ev değiştirmek ise hayatımızın bir parçasıydı ve o günlerden aklımda kalan evimizde dört tane kocaman tahtadan eşya sandığının olduğuydu. Her yeni şehirde iklim ve çevre ile beraber arkadaşlar, okul ve öğretmenler de değişirdi. Yıllar sonra bunun aslında o kadar kötü bir şey olmadığını, insana ortama uyma yeteneği kazandırdığını anladım. Tabii ki her gidilen şehirden, her değişik okuldan ayrı hatıralar biriktirdim. Komik ve çocukça aşk hikayeleri, ayrılıklar, yeniden başlangıçlar birikti. Soğuk havalarda oynanan futbol maçlarından, ağaca asıp ta çaldırdığım deve tüyü paltoma kadar sürüyle kırık dökük hatıra..

    Yöneticilerin vatandaşa sağlık hizmeti götürmeye niyetlenip de yollanacak en ucuz malzeme olarak hekimleri gördüğü dönemde tıp fakültesini bitirip mecburi hizmete gittim. Bir yıl dolmadan da askerlik kapıyı çaldı. Ardından ihtisas yılları için İstanbul a döndüm ve son 15 yılım burada geçti. Mesleğe başladığım 1986 yılından bu yana toplam beş ayrı evde oturdum. Ebeveynin yaptıklarını taklit ederek taşınmalarımda hiç zorluk çekmedim. Ev dediğin taşınırdı, dağınıklık onbeş günde toplanırdı.. Vakti gelince yeniden taşınmak da mukadderdi.

    Geçenlerde elime doğduğu köşkte 86 yaşına gelen Dr. Müfit Ekdal in Kadıköy konakları ile ilgili kitabı geçti. Yüzyılın başındaki hayat ve insanlarla ilgili çok güzel ipuçları olan bu kitabı okurken bu göçebelik yazısını planladım. Doğduğu evde yaşlanmanın nasıl bir his olduğunu da merak ettim. Aynı evde iki, hatta üç nesil bir arada yaşamanın insana katacaklarını düşündüm. Biz göçebeler belki uyum yeteneğimizle hayatta kalma sanatını iyi biliyorduk ama hep eksik bir yanımız kalıyordu. Telaşlıydık. Kavgacıydık. Çabuk hayata küsüyorduk. Üç nesil birlikte yaşanan evlerde örnek alınacak insan sayısının fazlalığı zamanında önce olgunlaşmayı, tedbirli olmayı öğretiyordu belki de. Ortak bir akıl bütün aileyi kontrol ediyor, akıl dışı şeylerin yapılması engellenmiş oluyordu. Güçlü büyükbabalar, perde arkasında dirayetli büyükanneler ve güç yarışında geri durmayan anneler, halalar, ortak aklın bileşenleriydi. Kocaman masalarda yenen aile yemekleri yerleşik ailelerin simgesi olmalıydı.Bayram günlerinin kimseyi gücendirmeden geçirilmesi telaşı, komşulardan uzak akrabalara kadar insanları mutlu etmeye çalışan aile büyükleri bu tip evlerin olmazsa olmazıydı.

    Bugün geriye dönüp baktığımda öylesi bir köşkte yetişmiş, doğduğu andan itibaren odası değişmemiş, dışarıdaki hayata hep uyarılarla salınmış, ölesiye kibar, bembeyaz teninin altından mavimsi damarları görünen bir iyi aile çocuğu olmayı istemezdim. Beni daha bir kaba ve küfürlü konuşmalar, daha bir sert ortam keserdi. Çamur, mahalle savaşları, patlayan ayakkabılar olmalıydı. Su birikintilerinde oynamaktan ellerde siğiller çıkmalıydı. Komşu Hafize teyzeye siğil okutmaya gitmeliydik. Birkaç yıl arayla ev değiştirmezsem de rahat edemezdim. En azından yılda bir odalardaki eşyaların yeri değişmeliydi. Çocuklarım da bu ortam ve okul değiştirme hadisesinden nasiplerini aldılar. Şikayetçi olmadılar. Genlerinde göçebelik vardı. Alışırlardı. Belki birkaç nesil daha geçip göçebelik özellikleri azalınca torunların ayakları suya erecektir.. Kim bilir.

    Dr. Ahmet F. Yağcı

    erecete.com, tıp öyküleri,

  8. #8
    Duhul
    Jan 2009
    İkamet
    İzmir
    Yaş
    51
    Gönderi
    19,321
    Blog Yazıları
    45

    Esas

    Başlığınız hayırlı ömürlü olsun

Sayfa 1/6 123 ... SonSon

Gönderi Kuralları

  • Yeni konu açamazsınız
  • Konulara cevap yazamazsınız
  • Yazılara ek gönderemezsiniz
  • Yazılarınızı değiştiremezsiniz
  •