Sayfa 2/5 İlkİlk 1234 ... SonSon
Arama sonucu : 38 madde; 9 - 16 arası.

Konu: Okuduğumuz kitaplardan.. hoşumuza giden cümle / paragraf/ bölümler

  1. #9
    Duhul
    Sep 2008
    Yaş
    33
    Gönderi
    4,847
    Blog Yazıları
    37

    Esas


    Martı Richard Bach



    Epsilon Yayınları / Roman

    İçinizde yaşayan gerçek Martı Jonathan'lara...

    Durgun denizin minik dalgacıkları üzerinde, güneşin altın gibi ışıldadığı pırıl pırıl bir sabahtı.
    Sahilden bir mil uzaklıkta, denizi kucaklarcasına ilerleyen bir balıkçı teknesi, martılara kahvaltı zamanının geldiğini haber veriyordu. Binlerce martı, bir lokma yiyecek için mücadeleye girişmişti bile. İşte zor bir gün daha başlıyordu.
    Sahilin ve teknenin çok ötesinde, bir martı, Jonathan Livingston, tek başına uçuş çalışmaları yapıyordu. Yüz fite yükseldiğinde perdeli ayaklarını indiriyor, gagasını kaldırıyor ve ona acı veren bir kavisi oluşturabilmek için kanatla*rını iyice geriyordu. Eğer bu kavisi oluşturabilirse daha yavaş uçabilecekti. Şimdi rüzgâr hafifçe yüzünü yalıyordu. Hemen altındaki uçsuz bucaksız deniz neredeyse hareketini yitirmişti ve o sanki havada asılı kalmış gibi yavaşlamıştı. Bütün dikkatini toplayarak gözlerini kıstı, nefesini tuttu ve zorladı; bir... tek... biraz daha... hadi... yüksel... şimdi kavis... yoo hayır... Derken bütün tüyleri birbirine karıştı, hızı kesildi ve düştü.
    Bildiğiniz gibi martılar uçarken sendelemezler, kesinlikle hızları kesilip düşmezler. Gökyüzünde uçarken hızlarının kesilmesi onlar için bir ayıp, bir utanç kaynağıdır.
    Tekrar bir kavis oluşturabilmek için kanatlarını gerdi. Yavaş yavaş uçuyordu ki yine hızı kesildi ve düşecek gibi oldu. Fakat hiç utanmadı bundan, çünkü Martı Jonathan Livingston sıradışı bir kuştu.
    Çoğu martı sırf yiyecek bulmak, sahilden ayrılıp tekrar geri dönebilmek için uçar. Bunun dışında bir şey öğrenmek için uğraşmazlar, öğrenmek istedikleri bir şey yoktur. Onlar için uçmanın tek anlamı, karınlarını doyurabilmektir. Oysa Martı Jonathan Livingston için önemli olan yemek değil uçmaktı. Martı Jonathan, uçmayı büyük bir tutkuyla seviyordu.
    Bu tür bir düşünce, onu diğer martılardan ayırıyordu. Deniz seviyesine çok yakın bir yükseklikte süzülebilmek için sürekli çalışan ve bu yüzden bütün bir günü yalnız geçiren Jonathan için ailesi bile çok kaygılanıyordu.
    Nedeni neydi bilmiyordu ama neredeyse kanatlarının suya değdiği bir yükseklikte, az bir çabayla, havada daha uzun süre kalabiliyordu. Süzülerek uçması, her zamanki gibi ayaklarının denize çarpmasıyla değil, aksine, bedenine iyice yapıştırdığı ayaklarının suya değdikçe ardında bıraktığı uzun, dümdüz çizgilerle hoş bir şekilde son buluyordu. Ancak alçakta süzülmeyi kumsalda da denemeye ve kumsalda bıraktığı izlerle yarışmaya başlayınca ailesinin kaygısı daha da arttı.
    "Neden Jon, söylesene neden?" diye inleyerek sordu annesi. "Diğerleri gibi olmak bu kadar mı zor? Alçaktan uçmak pelikanların ve albatrosların işi, bunu onlara bırakmalısın. Hem niçin avlanmıyorsun oğlum? Artık bir kemik bir tüy kaldın."
    "Bir kemik bir tüy kalmak umurumda bile değil anne. Ben sadece havada ne yapıp ne yapamayacağımı öğrenmek istiyorum, anlıyor musun, hepsi bu. Sadece öğrenmek istiyorum."
    Yumuşak bir ses tonuyla, "Buraya bak Jonathan," dedi babası. "Kış gelmek üzere. Balıkçı tekneleri giderek azalacak, balıklar da artık suyun üzerinde değil, derinlerde yüzecek. Eğer bir şey öğrenmek istiyorsan, nasıl yiyecek bulacağını öğren. Bu uçma çaban gerçekten çok hoş ama uçmanın karın doyurmadığını sen de biliyorsun. Şunu hiç aklından çıkarma; senin uçma nedenin yiyecek bulabilmek!"
    Jonathan, itaatkâr bir şekilde boynunu öne eğdi. Birkaç gün boyunca, diğer martılar gibi davranmaya çalıştı, bunun için gerçekten çabaladı. Çığlıklar atarak iskele ve balıkçı teknelerinin etrafında, bir parça ekmek için dolaştı durdu, ufacık da olsa bir balık yakalayabilmek için suya daldı, mücadele etti. Fakat olmuyordu işte, bunları bir türlü yapmak istemiyordu.
    Zar zor avladığı hamsiyi yaşlı, aç bir martının önüne bilerek düşürürken, "Bunların tümü çok anlamsız," diye düşündü Jonathan. "Onca zamanı boşu boşuna geçireceğime, uçmayı öğrenebilirdim. Öğrenecek ne çok şey var!"
    Tekrar eski Martı Jonathan olması uzun sürmedi. Denizde, çok ötelerde yine öğreniyordu; aç, fakat mutlu.
    Hedefi hızlı uçmaktı ve bir hafta süren çalışmadan sonra, hız hakkında, yaşayan en hızlı martıdan bile daha çok şey biliyordu.
    Yüz fitte, kanatlarını olabildiğince hızlı çırparak dalgaların arasına dimdik daldı ve martıların niçin gösterişli bir şekilde dimdik denize dalamadığını öğrendi; çünkü kanatlarını bu hızda yeterince kontrol edemiyordu. Sadece altıncı saniyede, saatte yetmiş mil hız yapmıştı ki bu hız, bir martı kanadının dayanabileceği bir hız değildi.
    Zaman geçtikçe aşama kaydediyor, yeteneğinin sınırla*rım zorlayarak dikkatlice çalışıyordu. Fakat yüksek bir hızda yine de bütün kontrolünü kaybediyordu.
    Yüz fite tırmandı. Önce hızla ilerledi, ardından kanatlarını çırparak dik bir dalışa geçti. Her seferinde sol kanadı biraz yükseğe kalkıyor, dengesini kaybetmesine, sola doğru savrulmasına neden oluyordu. Sağ kanadıyla dengesini korumaya çalıştığında, bu sefer de sağa doğru fırıldak gibi dönüyordu.
    Yeterince dikkatli olmayı becerememişti. On kere denedi; saatte yetmiş mili aştığı her on denemede de sadece bir tüy yumağıymış gibi güçsüz kaldığını hissediyor, kontrolünü kaybediyor ve suya, kelimenin tek anlamıyla, çakılıyordu.
    Sırılsıklam bir halde, tüm mesele, yüksek bir hızda kanatları dümdüz tutabilmek, diye düşündü. Böylece elli mile çıkana kadar kanatlarını çırpmaya, daha sonra kanatlarını dümdüz sabit tutmaya karar verdi.
    İki yüz fitte, gagasını dik bir şekilde aşağı eğip elli milin üstüne çıktığı her anda kanatlarını sabit tutarak dalmayı tekrar denedi. Bu çok büyük bir güç istiyordu fakat yavaş yavaş oluyordu. Onuncu saniyede doksan mil hıza ulaştı. Böylece Jonathan, martılar arasında bir dünya hız rekoru kırmış oluyordu.
    Fakat bu başarısı hiç de uzun ömürlü olmadı. Hızını yavaşlatmaya, kanat açısını değiştirmeye kalkıştığı an aynı felaketle karşılaştı; kontrolünü kaybetti. Saatte doksan mil hız yaparken, hava akımı ona bir dinamit gibi çarptı, Martı Jonathan sanki havada patladı ve tıpkı betona çarpar gibi denize çakıldı.
    Kendine geldiğinde neredeyse akşam olmuştu ve o, ay ışığında, okyanusun üstünde, dalgalara kapılmış sürükleniyordu.
    Perişan bir hale gelen kanatları kurşun gibi ağırdı, fakat ona asıl ağır gelen şey başarısızlığıydı. Keşke bu ağırlık onu yavaşça dibe çekmeye yetseydi ve her şey bir anda sona eriverseydi.
    Dibe doğru yavaş yavaş batarken içinde derinlerden gelen, yabancı bir ses işitti: Hiçbir çıkış yolu yok. Ben bir martıyım ve doğamla sınırlıyım. Eğer uçuş hakkında daha çok şey öğrenmem gerekseydi, beyin yerine uçuş haritalarım olurdu. Daha hızlı uçabilmem içinse bir şahininki gibi kısa kanatlarım olmalıydı ve ben balıkla değil fareyle beslenmeliydim. Babam haklı. Tüm bu saçmalıkları unutmalıyım. Sürüme geri dönmeli, neysem o olmalı, sınırları belli zavallı bir martı olarak kalmalıyım.
    Ses giderek zayıfladı ve yok oldu, Jonathan sesin dediği her şeyi kabullenmişti. Hava karardıktan sonra bir martının yeri sahildir. Jonathan o andan itibaren normal bir martı olmaya karar verdi. Üstelik bu, herkesi mutlu edecekti.
    Yorgun bir şekilde karanlık sulardan uzaklaşıp alçaktan uçuş hakkında öğrendiklerini kullanmanın zevkiyle karaya doğru uçmaya başladı.
    Fakat "Hayır," diye düşündü. "Önceden neysem şimdi de oyum. Ben de diğer martılar gibi bir martıyım ve onlardan biri gibi uçmalıyım." Böylece, acı içinde yüz fite yükseldi, kıyıya bir an önce ulaşmak için kanatlarını hızla çırptı.
    Sürü içinde sıradan bir martı olmaya karar vermek, kendini daha iyi hissetmesine neden olmuştu. Artık onu öğrenmeye iten gücü umursamayacak, doğasına meydan okumayacak ve dolayısıyla başarısızlığa uğramaktan korkmayacaktı. Hiçbir şey düşünmeden, kumsalda parlayan ışıklara doğru karanlıkta uçmak ne hoştu!
    Karanlık! O derinden gelen ses, bir alarm gibi kulaklarında tekrar çınladı. Martılar kesinlikle karanlıkta uçamazlar.
    Jonathan'ın dinlemeye hiç niyeti yoktu. Çok hoş, diye düşündü. Işıklar ve ay suya yansımış parlıyor, gecenin içinde küçük fener etrafa hoş bir ışık yayıyordu. Her şey dingin ve huzur vericiydi.
    Aşağı in! Martılar karanlıkta uçamaz! Karanlıkta uçabilmen için bir baykuşunki gibi gözlere, bir şahininki gibi kısa kanatlara ve uçuş haritalarına sahip olman gerek!
    Gecenin bir vakti, yüz fit yukarıda, Martı Jonathan Livingston, bu gerçeğe gözlerini kapadı. Acıları, dertleri, hepsi yok oldu.
    Kısa kanatlar! Bir şahinin kısa kanatları!
    "İşte yanıt bu! Of ben ne aptalım. İhtiyacım olan tek şey, ufacık kanatlar. Yapmam gereken, kanatlarımı gövdeme yapıştırmak ve sadece kanat uçlarımla uçmak. Kısa kanatlar!"
    Kapkara denizin üstünde, iki yüz fite yükseldi. Bir an bile ölümü ya da başarısızlığı düşünmeden, kanatlarını vücuduna iyice yapıştırdı. Sadece kanatlarının küçük, ince ve sert uçlarını boşta, rüzgâra bırakarak dimdik bir dalışa geçti.
    Rüzgâr başının üstünde bir canavar gibi uğulduyordu. Saatte yetmiş mil, doksan, yüz yirmi ve daha hızlı... Şimdi, yüz kırk milde, kanatları yetmiş milde olduğu gibi bir zorlanmayla karşı karşıya değildi. Kanat uçlarını belli belirsiz hafifçe döndürerek dalıştan çıktı, ay ışığında, dalgaların üstünde hızla ilerledi.
    Rüzgârı yarabilmek için gözlerini kıstı, mutluydu. Kontrollü bir uçuşla saatte yüz kırk mil hız yapmıştı. "İki yüz fit yerine beş yüz fitten daldığımda hızım ne olur, çok merak ediyorum."
    Biraz önce alınan karar unutulmuş, rüzgârla birlikte hızla savrulup gitmişti. Verdiği sözden dönmek onu yine kendisi yapmıştı ve kendisini hiç de suçlu hissetmiyordu. Bu tür sözleri ancak sıradanlığı onaylayan martılar verir. Farklı olmayı öğrenmiş birinin ise böyle sözler vermeye ihtiyacı yoktur.
    Gündoğumuyla birlikte Martı Jonathan, çalışmalarına yeniden başladı. Beş yüz fit yükseklikte, balıkçı tekneleri durgun mavi deniz üstünde ufacık bir nokta, yiyecek bulabilmek için dönüp dolaşan martı sürüsü ise belli belirsiz bir toz bulutu gibi görünüyordu.
    O, korkuyu yenmenin gururuyla, haz alarak yaşıyordu. Tüm bunları düşünürken kanatlarını sımsıkı gövdesine yapıştırdı, kanat uçlarının açılarını azıcık genişletti ve dimdik suya daldı. Dört yüz fite indiğinde son hızına ulaşmıştı. Artık bu yükseklikte bir ses duvarı haline gelen rüzgâr ona sürekli çarparak daha fazla hızlanmasını engelliyordu. Dimdik aşağı doğru, saatte iki yüz kırk mil hızla uçuyordu. Bu hızda eğer kanatları açılırsa, milyonlarca minik martı parçacığına dönüşeceğini biliyor ve bunu göz ardı ediyordu. Çünkü hız güç demekti, büyük bir zevkti ve kusursuz bir güzellikti.
    Yüz fite indiğinde heybetli bir rüzgâr kanat uçlarını tok bir sesle titretiyordu. Yolunun üstündeki balıkçı teknesinin ve martı kalabalığının bir meteor hızıyla büyüyerek kendisine doğru yaklaştığını fark ettiği anda durmak istedi.
    Duramıyordu. Çünkü bu hızda nasıl durabileceğini ya da dönebileceğini henüz öğrenmemişti.
    Bu çarpışmanın sonu mutlak bir ölümdü.
    Ve o, gözlerini kapatmaktan başka bir şey yapamadı.
    Martı Jonathan, iki yüz yirmi mil hızla, çok güçlü bir çığlık atarak gözleri kapalı, martı sürüsünün tam ortasına dalıverdi. Neyse ki bu seferlik şansı yaver gitmişti de olay kimsenin ölümüne yol açmamıştı. İşte tüm bunlar, sabah güneş doğduktan çok kısa bir süre sonra olmuştu.
    Tabii ki o yine gagasını gökyüzüne dikip saatte yüz altmış mil hızla uçmaya devam etti. Hızını yirmi mile düşürdüğünde, tekne dört yüz fit aşağıda denizdeki bir zerrecik gibi görünüyordu.

    Şimdi başarısını düşünüyordu. Ulaşılabilecek son hız! Bir martı saatte iki yüz on dört mil hız yapıyordu. Bu martı sürüsünün tarihinde tek büyük andı, bu bir atılımdı. Bu andan itibaren Martı Jonathan için yepyeni bir dönem başlamıştı. Tek başına çalışmalar yaptığı alana geri dönerek sekiz yüz fit yükseklikten dalış yaparken yüksek hızda nasıl dönebileceğini de öğrenmeye koyuldu.
    Kanat ucundaki tek bir tüyü hafifçe hareket ettirdiğinde, yüksek bir hızda bile, kolaylıkla yumuşak bir kavis çizebileceğini fark etti. Bunu fark etmeden önce Jonathan, bu hızda birden fazla tüyü hareket ettirdiğinde, bir fırıldak gibi dönebileceğini de öğrenmişti... Jonathan, yeryüzünün akrobatik uçuş yapabilen tek martısıydı.
    Jonathan, günbatımma kadar sürekli uçtu, vaktini diğer martılarla birlikte olmak için harcamadı. Havada daireler çizmeyi, takla atmayı, yavaşça dönmeyi, tersine dönüşü, her şeyi öğrenmişti.
    Martı Jonathan, kumsaldaki sürüye katıldığında neredeyse gece yarısı olmuştu. Yorgunluktan perişan bir haldeydi ama yine de bir takla atarak inişe geçti ve bir tüy gibi süzülerek keyifle kumsala indi... "Diğer martılar başardığım şeyleri duyduklarında zevkten çılgına dönecekler," diye düşündü. "Yaşamak için ne çok neden var! Balıkçı teknelerinin etrafında o rutin, sıkıcı dönüp dolaşmadan başka nedenler de var yaşamak için. Cehaletimizi kırabiliriz, becerilerimizi, yeteneklerimizi ve zekâmızı kullanarak kendimizi bulabilir, kendimiz olabiliriz. En önemlisi, özgür olabiliriz! Uçmayı öğrenebiliriz!"
    Önünde uzanan gelecekten umutluydu Jonathan.
    Karaya indiğinde, Martı Konseyi'nin toplandığını gördü. Anlaşılan bir süredir toplantıdaydılar ve onu bekliyorlardı.
    "Martı Jonathan Livingston! Ortaya çık!" Başkan bu sözleri, önemli bir toplantının ciddiyeti içinde söylemişti. Ortaya çıkmak ve herkesin karşısına geçmek büyük bir onur ya da onursuzluk kaynağıydı. Onurlandırılmak için ortaya çağrılmak, martılar arasında en önemli kişi olmaya, lider olmaya işaretti. "Bu sabah martılar 'başarımı' mutlak görmüş olmalılar," diye düşündü. "Fakat onurlandırılmak istemiyorum ben. Lider olmayı arzulamıyorum. Ben sadece öğrenmek istediğim şeyleri onlarla paylaşmak, ufkumuzun hiç de dar olmadığını göstermek istiyorum." Ve birkaç adım attı.
    "Martı Jonathan Livingston," dedi Başkan. "Utanmazlığının, onursuzluğunun hesabını vermek için arkadaşlarının gözleri önüne, ortaya çık!"
    Sanki kafasına bir balyoz yemişti. Dizlerinin bağı çözüldü, kanatları sarktı ve kulaklarında bir uğultu hissetti. İnanılacak gibi değildi; utanılacak bir şey yapmakla suçlanıyordu. Ya başarısı?.. Bu onun başarısıydı. Anlamıyorlar! Yanılıyorlar! Hatalı olan onlar!
    "Bu pervasızlığın ve sorumsuzluğunla Martı Ailesi'nin gelenek ve göreneklerine aykırı hareket ettin, şerefimizi karaladın, beş paralık ettin," dedi aynı ciddi ses.
    Bu suçlamanın anlamı, martı toplumundan dışlanmak ve Sarp Kayalıklar'da yalnız başına yaşamaya sürgün edilmekti.
    "... bir gün Martı Jonathan Livingston, bu sorumsuzluğunun bedelinin çok ağır olduğunu öğreneceksin. Yaşam bizim için meçhuldür. Bilebildiğimiz tek şey, bu dünyaya yemek ve olabildiğince uzun yaşamak için geldiğimiz..."
    Bir martının, Konsey'in önünde kendini savunma hakkı yoktur. Fakat Jonathan'ın sesi birden yükseldi. "Hangi sorumsuzluk kardeşlerim?" diye bağırdı. "Yaşamın gerçek anlamını arayan, bulmaya çalışan bir martıdan daha sorumluluk sahibi biri olabilir mi? Bin yıldır yaptığımız tek şey balık peşinde koşmak. Artık yaşamak için bir nedenimiz olmalı; öğrenmek, keşfetmek, özgür olmak gibi. Bana bir şans verin, öğrendiklerimi size göstereyim."
    Konseyi oluşturan tüm martılar, bir taş gibi sert ve ifadesizdiler. Hepsi bir ağızdan, "Kardeşlik bitti!" diye haykırdılar ve onu duymazlıktan geldiler. Ardından arkalarını dönüp çekip gittiler.

    Martı Jonathan, bundan sonraki günlerini tek başına Sarp Kayalıklar'ın da ötesinde uçarak geçirdi. Onu üzen şey yalnızlık değildi; diğer martılar uçmanın keyfine varamamış, uçmalarıyla gurur duyamamışlardı. Gözlerini azıcık aralayıp ileriye bakmayı reddetmişlerdi.
    Her geçen gün daha çok şey öğreniyordu. Örneğin, yüksek bir hızda kolaylıkla dalış yapabilmeyi öğrenmek ona, deniz yüzeyinin on fit aşağısında sürü halinde yüzen lezzetli ve ender bulunan balıkları avlama kolaylığı sağlamıştı. Artık yaşamını sürdürebilmek için balıkçı teknelerine, onların attıkları bayat ekmeklere ihtiyacı yoktu. Geceleri açıkta esen rüzgârla havada uyumayı, böylece gündoğumundan günbatımına kadar yüz mil kat etmeyi öğrenmişti. Havanın yağmurlu ve sisli olduğu çoğu zaman, diğer martılar her şeyden bihaber kıyıda pusup kalırken o, denizin üstünde oluşan yoğun sis bulutunu delip göz kamaştırıcı berraklıktaki gökyüzüne ulaşabiliyordu. Ayrıca çok sert esen rüzgârla birlikte karaların içlerine kadar sokulup orada keyifli bir akşam yemeğini oluşturacak böceklerin yerini de öğrenmişti.
    Tüm sürü için istediği, tüm sürüye mal etmeyi arzuladığı her şeyi ne yazık ki yalnızca kendisi için elde edebilmişti. Uçmayı öğrenmişti ve bunun için ödediği bedel onu hiç üzmüyordu. Martı Jonathan bezginliğin, korkunun ve öfkenin bir martının ömrünü kısalttığını, bunları zihninden uzaklaştırdığında ise hoş ve uzun bir yaşam sürebileceğini de fark etmişti.

  2. #10
    Duhul
    Jun 2008
    İkamet
    Papatyanın hışırdamadığı, hapşurmadığı, kokmadığı
    Gönderi
    9,983
    Blog Yazıları
    7

    Esas Tanrı daima tebdil-i kıyafet gezer - Laurent Gounelle

    ~ O.K.U. ~
    Forum Kuralları

    Hayat bazen çok cimridir.
    İnsanın yeni bir duygu tatmaksızın günler, haftalar, aylar hatta yıllar geçirdiği olur.



  3. #11
    Duhul
    Jun 2008
    İkamet
    Papatyanın hışırdamadığı, hapşurmadığı, kokmadığı
    Gönderi
    9,983
    Blog Yazıları
    7

    Esas Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”





    Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”


    Sigmund Freud insandaki gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmiş hissini sorgulayan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.


    Garip / yabancı / tuhaf bir endişe bu. Yani örümcek korkusu ya da işsizlik endişesi gibi sebebi belli olan bir duygu değil. Korkuyorum ama neden korktuğumu bilmiyorum. Korkumun sebepsiz oluşu bana tuhaf geliyor; alışık olmadığım bir hal; kendi korkumu yadırgıyorum. Aslında bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada.


    Nereden geliyor bu huzursuzluk hali? Neden insan istediklerini elde etse bile mutlu olamıyor? Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur?


    Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığa yine insan fıtratına dair cevaplar aramak için bulunmaz bir fırsat oldu “Das Unheimliche”. Ancak Freud’un bu eseriyle yetinmedik; diğer bazı kitaplarından, tez ve konferanslarından da alıntılar yaptık ve yorumladık: 1909’da Massachusetts Clark Üniversitesi’nde verdiği konferansların derlendiği Beş Psikanaliz Dersi, 1929’da yayınlanan Mutsuzluk Kültürü (Unbehagen in der Kultur), Uygarlık, Toplum ve Din (Zivilisation Gesellschaft und Religion -1926), Bir Yanılsamanın Geleceği (Die Zukunft einer Illusion – 1927), “Kültürel” Cinsel Ahlâk ve Çağdaş Sinir Hastalığı (Die «kulturelle» Sexualmoral und die moderne Nervosität –, 1908) Totem ve Tabu (Totem und Tabu – 1912), Savaş ve Ölüm Zamanları Üzerine (Zeitgemäßes über Krieg und Tod – 1915) ve nihayet 1921’de yayınlanan Sosyal Psikanaliz ve Ego (Massenpsychologie une Ich-Analyse)

    i-ked de 30-35 yıldır korkuyor hem de neden korktuğunu bile bilmeden...
    Korku yerine inanç koymaya çalıştı; olmadı.
    Korku yerine sevgi koymaya çalıştı; olmadı.
    Saygısızlık? Hayır!
    Sitemkarlık? Hep var zaten, bahane mi yok!
    Sevgisizlik de korku kadar kötü...
    İhanete uğramış hissediyorum. İlle de sevgili yada eş olarak değil. Arkadaşlar da ihanet eder. Baktım en iyi arkadaşımı kaybedip yine sadece korkularımla kalacağım, sonrasında yapmam gerekenleri layıkı ile yapmayınca toptan sadakatsizlikle karşılaştık. Sıfıra sıfır, elde yok sıfır
    ~ O.K.U. ~
    Forum Kuralları

    Hayat bazen çok cimridir.
    İnsanın yeni bir duygu tatmaksızın günler, haftalar, aylar hatta yıllar geçirdiği olur.



  4. #12
    Duhul
    Sep 2008
    Yaş
    33
    Gönderi
    4,847
    Blog Yazıları
    37

    Esas



    Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez

    "Gerçek hayat, tamamıyla buluşmadan ibarettir. Buluşmak, karşılaşmak. İnsan ötekiyle karşılaşarak var olur. Ötekinin bakışıyla, ötekinin yüzünü bana çevirmesi, beni dinlemesiyle. İlişkiyle. Sadece ilişkiler vasıtasıyla kendimizi dünyaya ve başkalarına tamamen açarız. Başka bir insana bağlanabilmek için ona açık olmam gerekir. Olmamızı gerektiğini düşündüğümüz kişi olmak arzusundan sıyrılarak, gerçekten olduğumuz kişi olmaya izin vererek. Gerçekte kimim ben? Gerçekte olduğum kişi olmak, yani olduğum gibi görünmekle sahiciliğe adım atarım. İncinmeyi göze alarak."

    Kemal Sayar "Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez"le insanın kendisiyle, ötekiyle, dünyayla kurduğu ilişkilere, varoluşla gerçekleştirdiği buluşmaya dikkat çekiyor. Yaşarken incitici de olsa geriye dönüp baktığımızda bizi olgunlaştırdığını düşündüğümüz her şeyle yani "hayat"la buluşmanın "hayatı askıya almadan" yaşamanın ipuçları Kemal Sayarın usta kalemiyle "Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez"de.

    En sevdiğim paragraf da bu...

    Dünya macerasında hepimiz yaralı varlıklarız. Yazılarımı, kalbe değen kelimelerle yazmak istiyorum, insana bir şey söyleyen, onu bulunduğu hâlden daha iyisine çağıran, başka bir dünyanın mümkün olduğunu fısıldayan kelimelerle. Çünkü ben marazi bir iyimserim, dünyanın sözlerle de değişebileceğine inanıyorum... Kelimeler ruha dokunur, kelimeler ruhu kanatlandırır..

  5. #13
    Duhul
    Jun 2008
    İkamet
    Papatyanın hışırdamadığı, hapşurmadığı, kokmadığı
    Gönderi
    9,983
    Blog Yazıları
    7

    Thumbs up Conspiracy Theory - Komplo Teorisi

     Alıntı Originally Posted by yağmur Yazıyı Oku


    Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez

    "Gerçek hayat, tamamıyla buluşmadan ibarettir. Buluşmak, karşılaşmak. İnsan ötekiyle karşılaşarak var olur. Ötekinin bakışıyla, ötekinin yüzünü bana çevirmesi, beni dinlemesiyle. İlişkiyle. Sadece ilişkiler vasıtasıyla kendimizi dünyaya ve başkalarına tamamen açarız. Başka bir insana bağlanabilmek için ona açık olmam gerekir. Olmamızı gerektiğini düşündüğümüz kişi olmak arzusundan sıyrılarak, gerçekten olduğumuz kişi olmaya izin vererek. Gerçekte kimim ben? Gerçekte olduğum kişi olmak, yani olduğum gibi görünmekle sahiciliğe adım atarım. İncinmeyi göze alarak."

    En sevdiğim paragraf da bu...

    Kelimeler ruha dokunur, kelimeler ruhu kanatlandırır.
    Sevgili Yağmur,

    Bu kitap ve paragraf Conspiracy Theory (Komplo Teorisi) filmini çağrıştırdı. Ben papatyayı Julia Stiles'e benzetirken arkadaşları Julia Roberts'a benzetirlerdi. En çok andırdığı hali de bu filmdeki hali...

    Tekrar tekrar açıp izlediğim bir filmdir, özellikle Jerry'nin (Mel Gibson) paranoyak tavırlarınını beğeniyorum.

    Filmin genel senaryosu çok farklı değil ama o aradaki küçük nüanslar bu filmi eşsiz yapıyor benim gözümde. Sadece şu replik için izlenebilir:

    Jerry: Nereye?
    Yolcu: Lüksemburg Binası, 7.Cadde.
    Yolcu: (Mutlu bir iç çekiş)
    Jerry: Aşkın sesi bu.
    Yolcu: Efendim?
    Jerry: İçinizi çektiniz ya. Bu aşk.
    Yolcu: Aşk seninle düzüşmek istiyorum demenin nazikçesidir.
    Jerry: Kız arkadaşınızı nasıl öptüğünüzü gördüm ona aşıksınız.
    Yolcu: Aşk, koca bir yalan.
    Jerry: Aşk sizi kanatlandırır. Uçmanı sağlar. Ben buna aşk bile demem geronimo derim.
    Yolcu: Geronimo mu?
    Jerry: Evet. Çünkü aşık olunca Empire State Binası'ndan atlarsın ama umurunda olmaz, aşağı inene kadar da Geronimo diye bağırırsın.
    Yolcu: Evet sonra da yere düşer ölür paramparça olursun. Ne anlamı var ki?
    Jerry: Sen beni dinlemiyor musun? Söyledim ya aşk adamı kanatlandırır.


    16:29 1 629 özel bir "an" daha...
    ~ O.K.U. ~
    Forum Kuralları

    Hayat bazen çok cimridir.
    İnsanın yeni bir duygu tatmaksızın günler, haftalar, aylar hatta yıllar geçirdiği olur.



  6. #14

    Esas

    kitap severlere................insan ilişkilerini insan profillerini çağının çok ötesinde bir vizyonla ele alan ve ince ince işleyen bir eser................... "tutunamayanlar"................

    evet 43 yaşında hayata veda eden ve farklı edebi uslubuyla çağında anlaşılamamış ve ancak şimdilerde yurt dışındaki üniversite kürsülerinde dahi büyük bir hayran kitlesi oluşturan ve eserleri incelenen Oğuz Atay'ı rahmetle anıyoruz..............

    yaşasaydı eminim gelecek çağlara büyük düşünceler bırakacaktı................

    saygıyla................

  7. #15
    Duhul
    Jun 2008
    İkamet
    Papatyanın hışırdamadığı, hapşurmadığı, kokmadığı
    Gönderi
    9,983
    Blog Yazıları
    7

    Arrow Turgenyev - Babalar ve Oğullar (1862)

    Hiççilik, Nihilizm veya Yokçuluk 19. yüzyıl ortalarında Rusya'da, özellikle genç entelektüel kesim arasında taraftar bularak yükselen ve bu vesileyle kendine büyük felsefi akımlar arasında yer edinen bir felsefî yaklaşımdır. Latince'de 'hiç' anlamına gelen nihil sözcüğünden türetilen Nihilizm, günümüzde birçok spesifik alt dala ayrılmakla beraber, en popüler tanımıyla; her şeyin anlamdan ve değerden yoksun olduğunu savunan felsefi görüştür. Nihilistler genel olarak tanrının varlığını, iradenin özgürlüğünü, bilginin imkânını, ahlâkı ve tarihin mutlu sonunu reddederler.

    Nihilist kelimesi ilk kez Rus Edebiyatı'nda Nedejin'in bir makalesinde Puşkin için kullanılmıştır. 19. yüzyılda Nihilizm daha sonradan, en belirgin haliyle Turgenyev'in Türkçe'ye Babalar ve Oğullar adıyla çevrilen romanının kahramânı Bazarov'un kişiliğinde ifâde bulmuştur. Zamanla 1860'ların ve 1870'lerin nihilistleri, geleneklere ve toplumsal düzene başkaldıran, düzensiz, dağınık, bakımsız, inatçı kişiler olarak görülmeye başlandı.

    Nihilizm'e en çok yakıştırılan düşünürlerden olan Nietzsche olmasına rağmen J. Grenier'e göre Nietzsche asla bir nihilist olmamıştır. Ve Nihilizm'in aşılması gereken bir şey olduğunu savunur.

    Kaynak: wikipedia







  8. #16
    Duhul
    Jun 2008
    İkamet
    Papatyanın hışırdamadığı, hapşurmadığı, kokmadığı
    Gönderi
    9,983
    Blog Yazıları
    7

    Exclamation Poems (Şiirler) - Emily Dickinson (1886)






    Kalbim Unutacağız Onu

    Kalbim, unutacağız onu,
    Bu gece, sen ve ben.
    Ben ışığı unutayım,
    Onun sıcaklığını sen.

    Unuttuğun vakit, söyle bana,
    Ola ki düşüncem donar.
    Acele et, oyalanırken sen,
    Hatırlayabilirim tekrar.

    Emily Dickinson
    Son düzenleme : i-ked; 30-01-2014 saat: 00:45.
    ~ O.K.U. ~
    Forum Kuralları

    Hayat bazen çok cimridir.
    İnsanın yeni bir duygu tatmaksızın günler, haftalar, aylar hatta yıllar geçirdiği olur.



Sayfa 2/5 İlkİlk 1234 ... SonSon

Gönderi Kuralları

  • Yeni konu açamazsınız
  • Konulara cevap yazamazsınız
  • Yazılara ek gönderemezsiniz
  • Yazılarınızı değiştiremezsiniz
  •