Sayfa 2/5 İlkİlk 1234 ... SonSon
Arama sonucu : 36 madde; 9 - 16 arası.

Konu: Tarihi olaylar ve kişiler

  1. #9

    Esas

    Topun Türklere Satılması


    Tam Bir Şehirli Yaklaşımı
    1453, Konstantinopol

    Bir savaşta insan sadece kendi teknolojisinin durumunu değil, rakibinin de hangi yeni teknolojileri karşısına çıkarabileceğini hesaplamalıdır.

    Konstantinopol şehri yedi yüzyıldan daha uzun bir süre İslam dünyasının saldırısına uğramıştır. Önce 7. ve 9. yüzyıllar arasında Araplar, sonra da 12. yüzyılda bölgeye gelen Türkler. Şehri kurtaran o gün için ileri teknoloji sayılabilecek Rum Ateşiydi. Neft ve ziftten oluşan bir karşımdı bu. O günün napalm bombası diyebileceğimiz formülü saklı olan bu gizli madde gemilere yükleniyor ve bronz bir toptan ateşleniyordu.

    Elli metreden daha geniş bir alan içerisinde tahtadan yapılmış hiçbir gemi yaklaşamıyordu. Buna benzer alev atan mancınıklar da kale duvarlarında sabit bir biçimde duruyorlardı. Böylece yedi yüzyıl boyunca şehir saldırılara göğüs gerebilmişti. İmparatorluğun geri kalanı parça parça elden çıktıysa bile şehir Bizans'ın elindeydi.

    15. yüzyıl başlarında Roma İmparatorluğu'ndan geriye kalan bu şehir ve birkaç küçük Ege adaşıydı. 1451'de daha sonra "Fatih" unvanını alan II. Mehmet tahta geçti ve yedi yüzyıllık amacı gerçekleştireceğine ant içti. Güçlü Konstantinopol şehri Osmanlı kılıcına boyun eğecekti. Mehmet, kenti alma konusunda parlak fikirlerle gelen herkesin Hıristiyan, Müslüman ya da Musevi olmasını önemsemeksizin ödüllendirileceği haberini her yere saldı.

    Top yapımındaki yeniliklerin yaygınlaşması henüz birkaç nesillik bir olaydı. Önceki toplar küçüktü, yararsızdı ve hedefi tutturamıyordu. Ancak kısa bir mesafe içinde isabet sağlayabiliyorlardı. Barut zamansız patlayabilirdi, tehlikeliydi ve içindeki kömür, sülfür gibi maddeler nakliye sırasında ayrılıyordu. Bunları bir arada tutmak için geliştirilen teknikler henüz piyasada değildi.

    Dolayısıyla bu yeni silah sistemi çok ses çıkaran bir oyuncaktan daha fazlası gibi gözükmüyordu. Aslında Wright Kardeşlerin yaptığı ilk uçak da tehlikeli bir uçurtmaydı ancak arkasından gelen Messerschmitt ve Spitfire'lar çok şeyi değiştirdi.

    Macaristan hükümdarı Urban toplara bayılırdı. Barutun zamansız patlaması ve isabet sorunlarına bir çare bulmayı başardı. Eğer topların boyutu ve güçleri artırılırsa doğru yere isabet etmesinin çok önemi kalmayacaktı. Devasa büyüklükteki top mermisi nereye düşerse düşsün büyük bir alana zarar verecekti. Hayallerindeki silah tam bir canavardı, bir tondan daha ağır ve 120 cm. çapındaki bir top mermisini atabilecek bir top. Bu süper topu destekleyecek 90 cm. çaplı mermi atabilen küçük toplar, küçük taşlarla yüklü mancınıklar kuşatılmış bir şehirden gelebilecek her türlü saldırıya karşı bu büyük topu da koruyabilirdi.

    Bu silahların imal edilmesinin büyük bir paraya mal olacağını söylemeye gerek yok. Süper silah beraberinde büyük bir asker gücü ve yüzlerce ton barut gerektirecekti.

    Urban bu silahın zafer kazandıracağını biliyordu ve iyi bir silah tüccarı gibi bu fikri satmak için dolaşmaya başladı. Akla ilk gelen müşteri adayı tabii ki Konstantinopol'dü. II. Mehmet'in orduları Çanakkale Boğazının doğu tarafında toplanıyordu ve Osmanlı Türkleri Bizans'a karşı kutsal bir savaş ilan etmişti. Urban'ın teklifini ilk olarak İmparator XI. Konstantin'e götürülmesinde mutlaka az da olsa din ve ırk birliğinin etkisi vardı.

    Hazırladığı süper silahların planlarını göstererek buna sahip olacak herhangi bir şehrin tüm saldırıları kolayca püskürtebileceğini anlattı. Bu güçlü silahtan atılacak bir mermi, yüzlerce saldırganı öldürebilir ya da bir gemiyi batırabilirdi. Düşman karşılarına aynı büyüklükteki silahlarla çıksa bile onları daha kullanamadan etkisiz hale getirilebilirdi.

    Ancak Urban reddedildi. Danışmanlar denenmemiş silahlara para harcamaktansa o parayla biraz daha kiralık asker tutulabileceğine karar verdi. Herhalde Bizans, Urban'ın bir silah tüccarı olduğunu ve bir dahaki durağının Boğazın öte yakası olacağını düşünememişti. II. Mehmet teklifi hemen kabul etti ve Urban'la bu silahları hazırlaması için anlaştı.

    Bir yıl sonra Mehmet'in ordusu şehri kuşattı. Kuşatmanın kaderini Urban'ın dev topları belirledi. Silahlar Bizanslıların Rum Ateşlerinin menzili dışına yerleştirildi. Ayrıca bu silahların yapılması için harcanabilecek parayla tutulan askerlerin oklarından da uzaktı.

    Surlar yıkıldı, Türkler içeri girdi ve XI. Konstantin öldürüldü. Urban'ın silahlarını reddeden danışmanların da Konstantin ile birlikte öldüğünü düşünmek isteyebilirsiniz ancak bu tür bir adalet nadiren gerçekleşir.

    Urban'ın silahları Türklere satma fikri uzun vadede yanlış bir karar olabilirdi. İstanbul artık Türklerin önünde bir engel değildi, dahası Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti olmuştu. Bu da tüm Güneydoğu Avrupa'nın savaş alanı haline gelmesi demekti. Dahası Türkler Viyana'ya kadar uzanacak ve Urban'ın kendi ülkesi bir savaş alanına dönecekti. Malını satıp para kazanma tutkusu Macaristan'ın bugün bile korkulu rüyası olan, beş yüz yıllık bir çatışmaya neden olmuştu.

  2. #10

    Esas

    Veba ve Kediler




    Kediler İçin Kara Bir Gün
    1300'lerde Avrupa

    'Kara Ölüm' olarak bilinen veba salgını ilk olarak 1300'lerde Çin'de ortaya çıktı. Kurbanların şikayetleri ağrılar, ateş ve bulantıyla başlıyordu. İnsanların dirseklerinde ve kasıklarında mor kabarıklıklar oluşuyor ve kısa sürede yumurta büyüklüğüne ulaşıp sertleşiyordu. Bu yumurtalar patladığında içinden pis kokulu siyah bir madde fışkırıyordu ancak bu rahatlama kurban için çok geç oluyordu. Çünkü hasta beş gün içinde ölüyordu.

    Bunun bilinen bir tedavisi yoktu ve alınan hiçbir önlem işe yaramıyordu. Seksen yıl içinde hastalık Çin nüfusunu üçte bir oranında azaltmıştı. İyi işleyen ticaret yolları aracılığıyla da salgın batıya doğru, Hindistan ve Ortadoğu'ya ilerliyor, her gün binlerce insanın ölümüne neden oluyordu.

    Hastalığa neyin sebep olduğu bulunamıyordu. 1347'de bozkır savaşçıları bir Ceneviz şehrini kuşatıp mancınıkla hastalıktan ölmüş cesetleri şehre fırlattılar. Böylece şehrin çoğunluğu hastalığa yakalandı. Bu cesetler toplanıp yakıldı ve ardından da gömüldü ancak hastalığın yayılması engellenemedi. Şehir mahvolduğu için Cenevizliler Sicilya'ya geri döndü ve hastalığı orada da yaydılar. Hastalık, yeni ve kendisiyle ilgili hiç bilgisi olmayan bir nüfusa yayılacaktı. Sicilya üzerinden Avrupa ve Kuzey Amerika da hastalıkla tanıştı ve milyonlarca insan öldü.

    Bu salgına hastanın derisinin son aşamalarda koyu mor bir renge dönmesinden dolayı "Kara Ölüm" adı verildi. Derinin bu renge dönüşmesi, soluma sorunları yüzünden kanda oksijenin azalmasından kaynaklanıyordu. Hastalık bir kere bedene girdikten sonra o günün hiçbir tıp tekniği tedavi edemiyordu. Kara ölüm şehirlerin tümünü darmadağın ederken Avrupa uygarlığının da paniğe kapılmasına yol açtı

    Doktorlar salgını durdurmanın yollarını aradılar. Hastalar evlerinde karantina altına alındılar ancak hastalık yine de bir orman yangını hızıyla yayıldı. Birçok insan kara ölümün, Tanrının onlara günahkar yaşamları yüzünden gönderdiği bir ceza olduğuna inandı. Tanrının öfkesini yatıştırmak için insanlar günah keçileri aramaya koyuldu.

    Bazı dindarlar Tanrının öfkesini kendi üzerlerine çekip insanları kurtarmak için kendilerini kırbaçladı. Özellikle Brüksel ve Strasburg'da bazıları olanları Musevilerin varlığına bağladı.

    Bu panik döneminde binlerce insan öldü. Salgının cadılar yüzünden ortaya çıktığı da söylendi. Zararsız erkek ve kadınlar evlerinden alınıp hastalığın yayılmasını önleme amacıyla yakıldı. Kedilerin ise parlayan gözleri ve geceleri dışarıda çok dolaşmaları yüzünden bu "cadıların" büyülü hayvanları olduğu düşünülüyordu. Binlerce kedi katledildi.

    Aslında Avrupalılar kedileri öldürerek salgına karşı en birinci savunma hatlarını kaybetmiş oluyorlardı. Çünkü veba salgını, öteki adıyla Yersinia Pesüs yaygın bir fare biti tarafından taşınıyordu. Ortaçağda her yer fare doluydu. Kanalizasyon ilkeldi. Caddeler insan dışkısı, çöp ve ölü hayvan artıklarıyla doluydu. Kara veba, hastalığı taşıyan bitlerin fareler yoluyla yayılması sonucu artmıştı.

    Cenevizlileri Avrupa'ya geri getiren gemide insanlarla birlikte karaya çıkan fareler hastalığı taşımışlardı. Limanda yaşayan bir sürü kedi öldürülmemiş olsaydı fareleri yiyeceklerdi ve hastalık yayılmayacaktı. Ancak bu kemirgenler kontrolsüz kaldı ve getirdikleri hastalığı korumasız binlerce eve yaydı.

    14. yüzyılda salgın hastalık Avrupa'da beş kez daha baş gösterdi. Salgın sona erdiğinde nüfusun üçte birinden fazlası ölmüştü. Kediler öldürülmemiş olsaydı ölüm oranı çok daha az olurdu.

  3. #11

    Esas

    Prof.Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
    CARİYELER


    CARİYELER

    Cariyeler ve Kadınefendiler taşlığı: Cümle kapısı holünden Kızlarağası Dairesi ile Kalfalar Koğuşu arasında devam eden yoldan sola dönülerek Cariyeler Hamamı ile Kadınefendi daireleri arasındaki geniş ve uzun hole cariyeler ve Kadınefendiler Taşlığı denilmektedir. 16. yüzyıl ortalarında karaağalar taşlığıyla beraber inşa olunmuş. 1665 harem yangınından sonra yenilenmiştir.

    Cariyeler ve Kadınefendiler taşlığı: Cümle kapısı holünden Kızlarağası Dairesi ile Kalfalar Koğuşu arasında devam eden yoldan sola dönülerek Cariyeler Hamamı ile Kadınefendi daireleri arasındaki geniş ve uzun hole cariyeler ve Kadınefendiler Taşlığı denilmektedir. 16. yüzyıl ortalarında karaağalar taşlığıyla beraber inşa olunmuş. 1665 harem yangınından sonra yenilenmiştir. Kadınefendi dairelerinin taşlığa bakan cephelerindeki manzara resimleri, naturalist Türk resminin 18. yüzyıldan kalan ilk örnekleridir. 16. yüzyıl sonlarında kadınefendi daireleri yapılmadan önce taşlık Haliç’e doğru bir terasla açılırdı.

    Cariyeler Hamamı: Cariyeler ve Kadınefendiler Taşlığı’nın sonunda Karaağalar Koğuşu’na bitişik olarak yapılmıştır. Sarayın en eski hamamıdır. Kubbeli bir camekân, iki bölümlü ve tonozlu bir ılıklık ve küçük bir halvet bölümünden ibarettir. Hamamın yanındaki bir merdivenden taşlığın sol tarafında bir sıra abdest musluğu, büyük kubbeli hamam girişi, kalfalar dairesine çıkan merdiven kapısı, onun yanında hamam külhanının giriş kapısı bulunurdu.

    Tam karşısında çamaşırlık, mutfak, kiler ve aşçıbaşına ait bir oda vardır.
    Taşlığın sağ tarafındaki birinci, ikinci ve üçüncü kapı sırasıyla birinci, ikinci ve üçüncü kadınefendi odalarıdır. Dördüncü kapı kırk merdiven diye anılan 52 basamaklı, harem bahçesine inan geniş bir merdivene açılır. Beşinci kapı padişah sarayı dışında hiçbir benzeri olmayan cariyeler kopuşuna aittir. Birçok kalfa odasının bulunduğu üst kat sayesinde cariyeler koğuşunun galeri katına ulaşılır. Bu durum koğuşun sürekli olarak kontrol altında tutulduğunun bir işaretidir.



    Harem

    Cariyeler I. Koğuşu: Taşlığın haliç kenarında Kadınefendi Dairesi ile meşkhane arasında yer almaktadır. Mermer sütunlarla desteklenmiş asma katı bulunan büyük bir tek hacimdir. Zamanla sütun araları ahşap bölmelerle birleştirilmiş, tek tek mekanlar oluşturulmuştur. Mimari tarihimizde hemen hiç rastlanmayan bu tarz, cariyeler dairesindeki günlük hayat prensiplerine uygun hale getirilmek istenmesi sonucu ortaya çıkmış olabilir.

    Yirmi, yirmi beş cariyenin oturduğu, yiyip, içtiği, yatıp kalktığı bu hacim içindeki asma katlara alttan çıkış imkanı yoktur. Asma katların korkulukları alt kattakilerin üst kattakileri görmesine engel olacak kadar yüksektir. Asma kata cariyeler taşlığındaki abdest muslukları yanında bulunan ustalar dairesinden geçilerek ulaşılırdı.

    Üst katlarda yaşayan cariyeler ise acemi cariyeleri istedikleri zaman kolaylıkla denetleyebilirlerdi. Böylece acemileri cariyelerin, cariyeleri kalfaların, kalfaları ise ustaların farkettirmeden denetleyebildiği bir sistem ortaya çıkmıştı.

    Bu durum koğuşlardaki hayatın kural ve disiplinlere uymasında, düzenli ve intizamlı olarak işleyişinde büyük etken olmuştur.
    Koğuş büyük ve tek bir ocakla ısıtılır, ayrıca odalarda mangallar bulunurdu. Odalar sade olup bizzat sakinleri tarafından duvarlarında süslemeler yapılmıştır. Cumbalı ve kafesli pencereleri Marmara Denizi’ne ve Haliç’e bakardı.

    Cariyeler yüksek kerevetler üzerinde yatarlardı. Yatakları yünden yapılmış olup sertti. Bütün gece dairelerde lambalar yanardı.

    Cariyeler Alt Taşlığı: Topkapı Sarayı’nın Gülhane Parkı ve Arkeoloji Müzesi’ne bakan köşesinde bulunan üstü açık avludur. Cariyeler Üst Taşlığı’na göre 12 metre daha düşük rakımda yapıldığından burası Cariyeler Alt Taşlığı adı ile anılır. Taşlığın saray tarafında harem hastanesi ve mutfağı; sağda harem bahçesine bakan tarafında hekim odası ve Cariyeler İkinci Koğuşu; Gülhane Parkı’na bakan tarafta odun deposu; Arkeoloji Müzesi yönünde ise hamam, ölü yıkama yeri, meyyit kapısı ve çamaşırlık yer almaktadır.

    Kırk merdivenle cariyeler dairesinin üst taşlığından (Kadınefendiler Taşlığı) inilen bu alt taşlığın harem bahçesine açılan kapısı cariyeler dairesi ile harem bahçeleri arasındaki bağlantıyı sağlamaktadır.

    Cariyeler İkinci Koğuşu: Cariyeler Alt Taşlığı ile harem bahçesi arasında kalan cariyelere ait ikinci koğuştur. Cariyeler Birinci Koğuşu’nun benzeri olarak inşa edilmiştir. Pencereleri Cariyeler Taşlığı’na bakmaktadır. Büyük ocağı alt kattan üst kata kadar uzanır. Bu koğuşun da asma katları ile alt katı arasında merdiveni olmaması burada yaşayanların da acemiler ve cariyeler diye iki sınıftan oluştuğunu gösterir.

    Cariyeler Hastanesi: 1665 Harem yangınından sonra Kadınefendi Daireleri cephesi ile büyük biniş önünde haremi bahçeden ayıran duvarlar kullanılmak suretiyle yapılmıştır. 40 merdiven sistemiyle cariye taşlığına, zemin katta harem bahçesi ve karşı yönde meyyit kapısı ile hasbahçeye açılır. Hastane, payeli revaklarla çevrili bir avlunun kenarlarındaki mekanlardan ibaret olup yer yer iki katlıdır. Harem hastanesine girişte sağ tarafta hastalar odası, sol yanda hastane mutfağı ve hastane koğuşu yer alır. Koğuş pencereleri cariyeler dairesinin alt taşlığı olarak anılan taş avluya bakmaktadır. Koğuşla tüm hastane yapıları gibi dekorsuzdur. Hastanenin altındaki revaktan meyyit kapısına kadar uzanan kısımda ölenlerin yıkandığı çok mekanlı ve büyük ocaklı bir gasilhane mevcuttur.

    Cenaze Yıkama Yeri ve Meyyit Kapısı: Haremde vefat eden cariyelerin ve saray görevlilerine ait cenazelerin yıkandığı yerdir. Cariyeler alt taşlığının sonunda günümüzde Arkeoloji Müzesi bahçesine bitişik olan köşededir. Yıkanan cenazeler, yanındaki meyyit kapısında dışarı çıkarılırdı. Padişahların cenazeleri ise Mukaddes Emanetler Dairesi’nin kapısı yanındaki revaklı bölümde bulunan çeşmenin önünde yıkanırdı. Üçüncü avluya bakan kapı önündeki sette ise cemaate hal sorma (Tezkiye) yapılırdı.

    Ustalar Dairesi: Valide Taşlığı ile cariyeler Taşlığı yolu arasına yer almaktadır. Her iki avlıya da geçişleri bulunmaktadır. Valide Taşlığı’na açılan bölümü daha büyük ve itinalıdır. Bu kısmın Fatih devrinden kalma olduğu tahmin edilmektedir. Bir hela ve çeşmeli merdiven girişiyle değerlendirilen zemin kat üzerinde bir sofa, baş oda ve kiler odasından mürekkep ana daire yer alır. Burası tekne tonozla örtülüdür. Her iki taşlığı kontrol eden konumuyla üst düzey harem ustalarına ait olduğu düşünülmektedir. Girişi cariyeler taşlığından sağlanan diğer kanada ise doğrudan kesmetaş bir merdivenle ulaşılır. Bu dairenin 16. yüzyılın harem yapılaşması sırasında inşa edildiği anlaşılmaktadır. Burada da saray ustaları ve kalfaların barındığı odalar yer alıyordu.

    İşte bu mekânların da içerisinde bulunduğu haremin bir adı da Darüssaade yani Saadet Dairesi idi. Cariyeler buraya isteyerek veya istemeden geldiler. Fakat muhakkak ki dışarıda olan hür kadınların da arzusunu çeken bir merkezdi burası.

    Sakinlerinin kimi padişah hanımlığına, kimi valide sultanlığa, kimi gözdeliğe, kimi ikballiğe yükseldi. Kiminin bahtı sonuna kadar açıktı. Kiminin talihi ise yaver gitmedi. Kimi güldü, kimi üzüldü. Ama mutlu veya mutsuz ömürlerinden bir kısmını burada sürdüler. Sonra muhakkak ki o bölüm, hayatlarının en hatırlanacak ve hasretle yâd edilecek kısmı olacaktı.
    Osmanlı Harem hayatı bir sırdı. Bu sırrın bir parçası olan cariyeler çoğunlukla dışarı çıktılar. Ancak onlar öyle bir sırdaş idiler ki saray ve harem hayatı ile ilgili olarak tek bir kelâm etmediler.

    Sırları ile yaşadılar ve sırları ile gömüldüler!

  4. #12

    Esas

    Filistin’i Kim Sattı?
    Yazıyı derleyen: H.Sanem Erkan on Kas 26th, 2010 // Yorum yok

    Yahudilerin, Filistin’e yönelik yerleşme, yurt ve bağımsız ülke kurma operasyonları Temmuz 1882’lerde resmen başlamıştır. Önceleri Batılı Yahudi zenginlerin Filistin’den para ile Yahudiler için Osmanlı’dan toprak satın alma girişimleri ile başlayan bu operasyonlar, siyonizmin lideri Theodor Herzl’in 1896-1902 yılları arası tam beş defa İstanbul’u ziyaret ederek amacına ulaşmak için yaptığı girişimlerle yeni bir boyut kazanmıştır.(1) II. Abdülhamid Theodor Herzl’in her teklifini -vaat ettiği para ve medya desteğine rağmen- kesin bir dille reddetmiş, padişah, arkadaşı Newslinski aracılığı ile Theodor Herzl’e şu ültimatomu göndermişti:“Eğer Bay Herzl, senin arkadaşın ise ona söyle, bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsüldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan, tekrar kanlarımızla örteriz. Benim, Suriye ve Filistin alaylarının askerleri birer birer Plevne’de şehit düşmüşlerdir. Bir tanesi bile geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Devlet-i Aliyye bana ait değil, Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım Musevîler milyonlarını saklasınlar, benim imparatorluğum parçalandığı zaman Filistin’i karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz parçalanarak, bu ülke taksim edilebilir. Ben, canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına asla müsaade edemem.(2)

    “Filistin’i satmayız”

    Fakat buna rağmen bugün olduğu gibi dün de Yahudiler Avrupa’da “Ermeni Meselesi”nde Türkiye’yi destekleyecek, Osmanlı’nın Avrupa’daki borçlarını ödeme girişiminde bulunacak, hatta 30 milyon sterlini bulan tüm Osmanlı borçlarını Filistin’e karşılık tasfiye etme ve ödeme girişiminde bulunacaklardı. Hiç olmazsa Hayfa dahil Akkâ sancağı kendilerine verilmeliydi. Fakat Osmanlı yetkilileri, buna karşılık, Yahudi girişimcilere ekonomik bazı imtiyazlar verebileceklerini, ama asla Filistin’i vermeyeceklerini söylüyorlardı. Washington’daki Osmanlı Büyükelçisi Ali Ferruh Bey, 24 Nisan 1899’da bir Amerikan gazetesine verdiği demeçte “Ceplerimize milyonlarca altın doldursalar, hükümetimiz Arap memleketlerinin hiçbir bölümünü satmak niyetinde değildir” diyordu. Ali Ferruh Bey aynı beyanatında, Filistin meselesinin ekonomik değil, siyasî bir mesele olduğunu, bu nedenle de Maliye Nezareti’ni ilgilendirmediğini söylemişti.(3)

    Siyonistlere tedbir

    II. Abdülhamid, sadece Siyonistlerin teklifini reddetmekle kalmamış, onlara karşı Filistin’e yerleşmemeleri için etkin önlemler de almıştı. Bu nedenle de büyük güçler nezdinde diplomatik girişimlerde bulunulmuş, Musevîlerin Siyonistleşmesini engellemeye çalışmış. Duhûliye Nizamları hazırlatmış, Siyonistlerin yabancı himaye elde etmelerini önlemek için çaba harcamış ve Filistin’den Yahudîlerin arazi satın almalarını yasaklamıştı. (…) 1867 tarihli Osmanlı Arazi Kanunnamesi Mûsevîlerin Kutsal Topraklar’da arazi almalarını engellemiyordu. 5 Mart 1883’de çıkarılan yeni kanun yabancı Siyonistlerin Osmanlı ülkesinde taşınmaz mal satın almalarını yasakladığı halde, Osmanlı vatandaşı olan Yahudilere herhangi bir yasak getirmiyor, bu nedenle de yerli Yahudilere Siyonist örgütlerce para verilerek, bölgede önemli bir toprak parçasının Siyonistlerce satın alınması sağlanıyordu.

    Filistin’i satanlar

    15 Ağustos 1893’de üç Filistinli yöneticinin gönderdiği bir rapor, Filistin’de yaşananları, ihanet ve gafletleri bir bir ortaya koyuyordu. Raporu, Akkâ’nın eski Umumî Müdürü Nabluslu Muhammed Tevfik, Bihke’nin eski Reji Müdürü Muhammed Said ve Bihke’ye bağlı Bihar Nahiye Müdürü Beyrutlu Suphi Efendiler hazırlamışlardı. Bu iki sayfalık önemli raporu sadeleştirerek ve kısaltarak Filistin’i kimlerin sattığını merak edenlerin dikkatlerine sunmak istiyoruz.(4)“Romanya ve Rusya göçmeni Yahudilerin Osmanlı ülkesinde, özellikle Filistin’de iskânları, Filistin’e girmeleri ve burada arazi satın almalarının padişahın yüce emri ile yasaklandığı herkesçe bilindiği halde, bazıları özel çıkar ve menfaatleri, bazıları da bozguncu, zararlı fikir ve düşüncelerinin etkisiyle bu emre uymamışlardır. 1890 senesinde Yafa ve Hayfa kasabalarında Baron Hirscb’in adamları Mösyö Henger ve Mayer Zelyan aracılığı ile Yahudiler için toprak satın alınmış, Rus tebaası 140 aile Hayfa havalisine yerleştirilmişti. Bu işte onlara Akkâ Mutasarrıfı Sadık Paşa, eski Hayfa Kaymakamı Mustafa Efendi Kanevetti, yeni Hayfa Kaymakamı Ahmed Şükrü, Akkâ Müftüsü Ali, Hayfa Belediye Reisi Mustafa ve Hayfa İdare Meclisi Azâsından Necip Efendi aracılık yapmışlardı. Bu ekip, düzenledikleri sahte mukavele ve belgelerle eski Adana Mutasarrıfı Şakir Paşa ve Cebel’i Lübnan ahalisinden Selim ve Nasrullahi’l-Havarî’nin vaktiyle 800 liraya aldıkları Hayfa yakınlarındaki mülkleri; Hazire, Dordore ve Nefbâte çiftliklerini 18.000 liraya satmış, ayrıca kendileri de 2.000 lira aracılık parası almışlardı. Bu satış sonrası bir gece içinde Hayfa Polis Memuru Aziz ve Zabıta Memuru Yüzbaşı Ali Ağaların marifetiyle Rus göçmeni 140 aile Hayfa sahillerindeki bu araziye yerleştirilmişlerdi. Padişahın iradesi (emri) nedeniyle arazi satışının yasak olduğunu çok iyi bilen Hayfa Belediye Başkanı Mustafa Efendi, selâhiyetini kullanarak sahte ve kadim (çok eski) tarihli bir ruhsatname ile burada 140 haneli yeni bir Yahudi köyü kurmuş, onlardan bir de vergi alarak yıllardır Osmanlı vatandaşı olduklarını belgelemeye çalışmıştır. Bununla da yetinmeyen Mustafa Efendi güya bunların yıllarca Safed ve Taberiyye kazaları arasında bulunan “Mizrate’l-Hafize” köyünde asırlardır yaşadıklarını, ama nüfuslarının unutularak kaydedilmediklerini ileri sürerek onları Osmanlı nüfusuna kaydetmiş, 140 fakir Yahudi ailesinin altısından, birer mecidiye, toplam altı mecidiye, “nüfusa geç kaydolma” cezası almıştı. Böylece bir gecede 140 Yahudi aile Osmanlı vatandaşı olarak Osmanlı fakirlik ve ilmuhaberi verilerek birçok devlet hizmetinden bedava yararlanmaları sağlanmıştı.”Şikâyetçilere göre Hayfa ve Akkâ’da bu yolla Yahudilerin iskânı sürekli hâle ettirilmiştir. Bundan başka Baron Bilavaroş’un vefatıyla sahipsiz kalan Zemarin köyüne Yahudi koloniciler el koymuş, Baron Roşeyle yönetimindeki 700 hane Yahudi bu köye yerleştirilmişti. Daha sonra da her ne yapılmışsa yapılmış bu arazi Yahudilere Padişahın emrine aykırı olarak satılmıştı. Bu köyün çevresindeki Eşfiya, Emma’l-Altun ve Emma’l-Cemal adlı üç köy de bu arazinin içinde gösterilmiştir. 2-3 bin kuruş kıymetinde harap bir arazi, Akkâ Mutasarrıfı Sadık Paşa tarafından 2.000 liraya Yahudilere satılmıştır. Hayfa ve Yafa arasında bulunan Hazine-i Hassa ile bitişik, dönümü bir kuruştan alınan Haşmezrezzake adlı 30 dönüm arazi, 30 bin liraya Yahudilere satılmıştı. Yine dönümü 3 kuruşa alınan beşbin dönümlük arazi de 15.000 liraya Yahudilere satılmıştı. Bu, şebekenin faaliyetlerini bütün bütün ortaya çıkarmıştı. (…) Yahudîlerin maddî fedâkârlıkları sonucu onlarla iyi geçinen yerel yöneticiler genelde onlara itibar etmiş, Müslümanlara fazla yakınlık göstermemişlerdir. Bunlardan biri olan Maykerî Nahiyesi Müdürü Çerkes Ali Ağa, Yahudilerin kalp akça bastıkları ihbarı üzerine Yahudî köylerine gidip soruşturma yapmak isteyince tahkir ve saldırıya uğramış, daha sonra da onların girişimleriyle azledilmişti. Onun gönderilmesinden cesaret alan Yahudîler bir takım silah ve mühimmat depolamaya, gizli eğitim kurumları açmaya ve kendilerini engelleyebilecek kişileri haps ve işkence ile yıldırmaya başlamışlardı.(5)

  5. #13

    Esas

    Osmanlı Kılıcı
    Zengin ve çeşitli içeriğe sahip olan Osmanlı da kullanılan silahları dört ana bölüme ayrılır.

    Bunlar:

    Vurucu silahlar (eslah-i darbe),
    Delici silahlar (eslah-i nafize),
    Kesici silahlar (eslah-i cariha),
    Atıcı silahlar (eslah-i ramiye) diye adlandırılır.
    Bıçak kılıcın esas kesici görevini yerine getiren en önemli bölümüdür. Uzunluğu ve genişliği üzerinde standart ölçüleri olmayan namlu Osmanlı kılıçlarında form olarak özellik gösterir ve Avrupa kılıçlarından bu özelliği itibari ile ayrılır. Osmanlı kılıçları hafif balçaktan uca doğru hafif eğimli ve tek taraflı keskin olarak yapılmışlardır. Bu eğimin kılıcın kullanılmasında kolaylığı ve etkinliği sağlamak üzere belirli teknik ölçülere göre verildiği muhakkaktır. Hint, İran ve Memlük kılıçlarında da bu eğrilik görülür. Türk kılıçlarının en büyük karakteristik özelliği namlularda kullanılan çeliğin elde edilmesi ve bu namlular üzerinde çağına göre ileri bir teknikle yapılan süsleme, bezeme ve hat sanatını uygulamalarıdır. Ayrıca Cengiz Han zamanında Moğol ülkesine giden Çinli elçiler bunların çelik işlemeyi bilmedikleri Moğol generallerinin ve ordularının kılıçlarını Uygur Türklerine ısmarladıklarını yazmışlardır. Kılıcın gerek yapımında gerekse kullanımında tarihi bir geçmişe ve ustalığa sahip olan Türk toplumu bu özelliğini Osmanlılar zamanında da devam ettirmiştir.



    Kılıç namluları arasında en meşhur ve en seçkinlerinin Şam da yapılmış oldukları ve buna Şam’ ın Arapça adı olan” DIMIŞK” ile bağlantı kurularak “DIMIŞKİ” adı verildiği birçok kaynaklarda belirtilir. Hatta o kadar ki Şam tekniğini uygulayan ve Şam çeliği ile çalışanlara “DIMIŞKÇI” ünvanı verilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman ın saltanatının ilk yıllarında kendisine bayramlık hediye (bayramiye) veren sanatkarlar arasında DIMIŞKÇI Hüseyin in bir Dımışki yumurta, DIMIŞKÇI Murat ın on dımışki yumurta hediye ettiklerini görüyoruz. Burada yumurta deyimi ile kılıç yapımında kullanılan ve kılıç yumurtası diye adlandırılan has çelik kastedilmektedir.

    Kılıç Osmanlılar zamanında sayıca en çok kullanılan silahlardan bir olduğu halde imalathaneleri ve buralarda kılıç yapılması esnasındaki işlemler hakkında kesin bilgi veren bir kaynak yoktur. yalnızca Evliya Çelebi seyahatnamesinde; Fatih Sultan Mehmed in Kurşunlumahzen ve Topkapı arasında yaptırmış olduğu Dımışkihane den bahisle: “Hatta Sultan 4.Murad ın kılıççıbaşısı Davud bu kılıçhanede işlerdi kale dışında, deniz kıyısında büyük bir işyeri idi” der.

    Sultan Deli İbrahim başa geçince (1640), Dımışkihane nin Gümrük Emiri Ali Ağa tarafından satın alınarak yıktırıldığını böylece ne kılıçhanenin ne de demir madeninin adı ve nişanının kalmadığı belirtilir. Bir çok sefaretname ve seyahatnamelerde Türk kılıçlarına, kılıç talimlerine ve kılıç kullanmada Türk askerinin ustalıklarına dair pasajlar vardır Ahmed Cevdet Bey Tarih-i Askeri-i Osmani de şu gözlemlere yer verir; “

    Herhalde Türk kılıçları şekil, görünüş ve hafiflik yönünden bizimkilerden daha mükemmeldir. Avrupa süvarilerindeki en büyük eksiklik kılıçlarının ağır oluşlarından ileri gelmektedir. Herkesin kendi kullanacağı kılıcı kendisinin seçmesi Osmanlılar da adettir. Yüzlerce yıldan beri Osmanlılar bütün dikkatlerini kılıcın mükemmelleştirilmesine vermiştir. Türk kılıçlarını kullanmak bir ustalık işidir. Öyle ki Yatağanın ağzının çok keskin olmasından ve biçiminden dolayı zamanla bir kullanım kültürü gelişmiştir. Örneğin yatağan sahibi, karşısındaki kişi zayıf ise yatağanın keskin ağzı ile değil de kesmeyen sırtı ile müdahale ederdi. Oğuzlar’ ın milli düşüncelerine göre Türkler tarafından icat edilen ve yine eşsiz bir şekilde kullanılan kılıcı bu eski geleneğin devamı olarak kullanılabilen sanatı Osmanlılar tarafından benimsenmiş ve Yeniçeri Ocağındaki talimhanede, talimhaneci tarafından kabza tutmak ve kılıç çalmak talimleri yapılmıştır. Kılıç çalmak; kılıca herhangi bir zarar vermeden hedef üzerine kullanma tekniğine uygun olarak indirip istenilen en yüksek sonucu almaktır.




    Bir süs eşyası zarafetinde ince ve narin görünümü ile bugün müze vitrinlerini yerli ve yabancı kolleksiyonları süsleyen Türk kılıçları yaşadıkları çağlarda usta Türk savaşçısı elinde zırhları, miğferleri parçalayan aman vermez bir silah kimliğini taşımaktadır.

    Süvari bir ulus olan Türklerde kılıcın her kişinin yanında taşıdığı bir araç olması çok doğaldır.Türkler at ve kılıçla tarih boyunca çağlar açmışlar,çağlar kapamışlardır.Kılıç Türklerde kutsal kabul edilmiştir.Demir ve onu eriten ateşin büyük bir ruhsal yönü olduğu kabul edilirdi. Demire büyük saygı gösteren Türkler bu nedenle kılıca da saygı göstermişler, yeminlerini kılıç üzerinde yapmışlardır.
    İyi kılıç yapımı demiri bulan Türkler tarafından gerçekleştirilmiştir. Kamaların namlu denilen madeni bölümü daha da uzunlaştırılan Türk kılıçları dövme demirden ve ağırlıkları uç tarafa toplanacak biçimde yapılırdı.Her bozuluş yada kırılışta yeniden dövülerek kılıç biçimi veriliyordu. Türkler, kılıcın yapımında ve kullanımında de üstün yetenek göstermiş,kılıcın kullanım tekniğinde de büyük aşama yapmışlardır. Özel formüllerle yapılan kılıçlar yetenekli bileklerde büyük işler başarmışlardır. Tek vuruşta bir deve yavrusunu ikiye biçen bilek, yine tek vuruşta bir atlası ikiye bölüyor, kat kat yapılmış keçeyi doğruyordu.


    Kılıcı saldırı aracı olarak kullanan Türkler kılı kesecek kadar hünerli idi ve savunma aracı olarak kalkanı da ona eş değer özellikte kullanıyordu. Avrupa kılıçları düz ve iki tarafı da keskin olarak yapılıyordu. Türk kılıçlarının ise bir tarafı keskin ve kıvrıktır. Mezarlarına atları ve kılıçları ile gömülmelerini isteyen Türklerin kazılarla sağlanan bulgularında bu tarihsel yönlerini yansıtan bir çok belge ele geçmiştir.

    M.Ö. 23-24. Yüzyıl öncesine varan doğu Hun Türklerinin silahlarına ait Çin kaynaklarında geniş açıklamalar vardır. Bir bölümde şöyle denilmektedir: Onların hepsi zırhlı süvarilerdi. Uzağa mahsus silahları yay ve oktu,Kısa silahları ise keskin kılıçlar ve mızraktı.

    Shamsir (şaşmir): Şaşmir Eski Persçe de kılıç anlamına gelmekle birlikte kuşağa takıldığına kıvrık namlusunun yandan bakıldığında aslanın kuyruğuna benzediği için de bu ismin verildiği söylenmektetir. İran, Türk, Rusya ve Hindistan da kullanılmıştır.


    Tarihçi Lofyor. ”Kılıç, acemilik ve dikkatsizlikte bir toprak çanak gibi kırılır der. Kılıç onu kullananın bileğin kuvvet ve yeteneği ile üstünlük kazanır. İşte bu bilek Türklerde vardır” demektedir.

    Ayrıca tarihi belgelerde Alparslan’ın yönettiği ani saldırılarda her Türk askerinin biri elinde, biri belinde, biride ağzında olmak üzere üç kılıcı olduğu belirtilir. Savaş dışında ise kılıç bir egemenlik sembolü olarak kullanılıyordu.


    Kılıç; kabza, korkuluk ve namlu diye adlandırılan üç bölümden oluşmaktadır.
    Kabza: Ağaç, boynuz, kemik yada madeni maddelerden yapılırdı. Kabzanın süslü olmasına her dönemde ayrı bir özen gösterilirdi.


    Korkuluk: Kılıcı kullanan kişinin elini bir darbeye karşı koruyan bölümdür.


    Namlu ise: Kılıcın madeni bölümüdür. Türk kılıçlarının namluları eğridir. Eğri namlular darbede daha büyük yara açtıkları için delici kılıçlardan daha öldürücüdür. Bazı kılıçlarda iki yanları keskin, ucu sivri, düz yada yuvarlak olan namlu türleri de vardır. Namlunun keskin kenarına kılıç ağzı yada kılıç yalmağı denir. Kılıçlar kullanılmadıkları zaman ‘kın’
    Eski Türklerde kılıç yapımı ustalığı yanı sıra, kılıç üzerine ve kınına yapılan işlemecilikte büyük bir sanata dönüşmüştür. Kılıçların kınları ilk dönemlerden beri hayvan, bitki türündeki motiflere göre süslenirdi. Kılıçların üzerine de özellikle kabza bölümlerine; kaç yılında, hangi amaçla, kimin tarafından yapıldığı kazınarak işlenirdi. İslam dininin kabulünden sonra kılıçlar üzerine ayet, hadis ya da bazı mısralar işlemekte bir gelenek olarak benimsenmiştir. denilen bir kılıfta korunur ve taşınır. Kın önceden madenden yada tahtadan yapılırdı. Kının üst tarafında bele bağlanmasını sağlayacak olan bölüm vardır.

    11.Yüzyılda yazılan Kaşgarlı Mahmud un eserinde; demir maddesinde şu açıklamalar vardır; Kırgızlar Yabanku, Kıpçaklar ve öteki Türk boyları yemin edecekleri zaman demirden yapılmış kılıcı kınından çıkarırlar önlerine enine koyar ‘Bu kök girsin,kızıl çıksın’ diyerek yemin ederlerdi.Bunun anlamı sözümde durmasam bu kılıç temiz girsin vücudumdan kanlı çıksın biçiminde idi. Bu suretle ‘Demir intikamını alsın’
    Eski Türklerde daha 5-6 yaşındaki çocuklar ellerine verilen tahtadan yapılmış kılıçlarla bu uğraşa hazırlanırdı. Daha sonra iki çocuk bu tahta kılıçlarla birbirlerinin karşısında beceri edinirlerdi. Eski kaynaklara göre Türkler eğri ve tek yüzlü bir savaş aracı olarak kullandıkları kılıçları ile ilgili düzenlenen oyunlara büyük önem verirlerdi. Kılıçla ilgili becerilerini artırmak, sergileyebilmek için sık,sık gösteri düzenlenirdi. Bu kılıç oyunları yıl dönümlerinde ve büyük törenlerde yakılan ateşin çevresinde, müzik eşliğinde ritmik hareketlerle yapılırdı. Bu oyunlar ve benzeri akrobatik hareketlerin Türk efsanelerinde, destanlarında geçmesi bunların tarihin derinliklerinden indiğini anlatır.


    Kılıç – kalkan oyunu bir dini inançtan oluşmuştur. Bu gösteri ilkbaharda yeniden ateş yakmak amacı ile yeni yılın başında yapılırdı. Bundan yeni yılın ürünü için bir sonuç çıkarılırdı.


    İki düşman kabile arasındaki iddialı gösterilerde öldürme koşulu vardı. Düğün ve bayram gibi özel günlerdeki gösterilerde ise oyuncular birbirlerini yaralamaktan kaçınırlardı. Ancak oyunun aşırı heyecan ile yinede ölenler olabilirdi.


    Türkler çok iyi kullandıkları kılıçlarına kutsal bir değer kazandırmışlardır. Eski Türklerde olduğu gibi Osmanlı Türkleri de yeminlerini kılıç üzerine ederlerdi. Fatih Sultan Mehmet Bosna’daki Latin kilisesine tanıdığı ayrıcalığı doğrulamak için ‘‘Kuşandığım kılıç hakkı için” diyerek güvence vermiştir. Yavuz Sultan Selim de Venediklilere ticaret ile ilgili olarak verdiği izni; ”Kılıcım hakkı için” diyerek garanti etmiştir.


    Kılıç yapımı için 3-5 kg ağırlığındaki kılıç yumurtası 5-8 cm çapında ve 8-12 cm yüksekliğinde oval biçimdeki bir çelik külçe dövülerek yapılırdı. Sonradan değişik formüllerle kılıca su verilirdi. Kılıca su verme işlemi başlı başına bir sanattı. Kılıç ustaları kendilerine özgü değişik su verme formülleri bulmuşlar ve bunları birbirlerinden büyük değer olarak gizlemişlerdir. Bu türde yapılan Türk kılıçları havaya atılan yaş pamuktan bir yumağı kolayca ikiye biçerdi. demekti.


    Mühr-ü Süleyman
    Mühr-ü Süleyman

    Mühr-ü Süleyman’ın üzerindeki altı kollu yıldız motifinin daha tunç devrinden itibaren Ortadoğu coğrafyasında sıklıkla kullanıldığı arkeolojik kalıntılardan bilinmektedir. Keza Roma, İbrani, Asur, Bizans gibi eski medeniyetlerden kalan eserler üzerinde de göze çarpmaktadır. Eski Türklerin kullandığı on iki hayvanlı takvimde de bu yıldızı görürüz. Mitolojik zamanlardan itibaren bereket ve güç sembolü sayıldığı, pagan toplumlarda da kutsal kabul edildiği bilinmektedir. Ona her devirde atfedilen anlam da bu yüzden değişip durmuştur. Altı yön, matematikte ilk mükemmel sayı, dünyanın altı günde yaratılışı, bereket ve bolluğun özü vs. bunlardan. Şer güçlerden korunmak için tılsım oluşu ise pek yaygın.

    Hıristiyan ve Yahudiler arasında mühr-ü Süleyman’a ”Davud Yıldızı” denilmektedir. Onlar altıgen mührün üzerindeki yıldızın her bir köşesinde sıra ile İbrahim, İshak, Yakup, Musa, Harun ve Davud isimlerinin yazılı olduğuna inanırlar. Bugünkü İsrail devletinin bayrağı üzerinde de hexagram bulunmasının sebebi budur.


    Mühr-ü Süleyman’ın önemi Yahudilerce bir amblem olarak kullanılmaya başladıktan sonra artmıştır. Mührün, İlahî himayeyi sembolize ettiğine inanan Yahudiler sonraki dönemlerde bu şekli sancak ve flamalara, muskalara nakşetmişler, büyücülük tılsımı olarak sıklıkla kullanmaya başlamışlar, zamanla ona kudsiyet atfedilmiş ve özellikle dinî ikbal uğrunda kullanmışlardır.

    Mühr-ü Süleyman, İslam tezyini sanatlarının metal, ahşap, mimari, dokuma gibi pek çok dalında da nakış amaçlı kullanılmıştır. Birinin tepesi diğerinin tabanına geçirilmiş iki eşkenar üçgenin figüratif birleşimindeki kontrast, özellikle yapı süslemelerinin göbek motifi olarak çok cazip görülmüştür. Mühr-ü Süleyman’ın bulunduğu yere şeytanın giremediğine dair halk inancından dolayı da taş, ağaç, cam, kağıt vb. satıhlarda merkezî motif niyetine kullanılmıştır. Yine bu inanıştan dolayı cami, tekke vb. mekanların kubbe veya tavan nakışlarında yahut medhal sövelerinde mühr-i Süleyman desenleri bulunur.

    Anadolu Selçukluları, Artukoğulları ve İlhanlıların eserlerinde bilhassa kubbelerin kilit taşlarında sık rastlanır. Osmanlılarda ise başta hamam kubbe delikleri olmak üzere mezar taşları, cami tezyinatları, anıtlar ve kemer kilit taşlarıyla çini, seramik gibi mimariyi ilgilendiren hususlarda şeytanı uzaklaştırma amacıyla; mutfak eşyalarında, çeşmelerde, sebillerde zehirlenmeye karşı tılsım niyetine; serpuş, tolga vb. başlıklarda güç sembolü olarak; giyim eşyaları ve takılarda hırz ve vefk olsun diye kullanılmıştır. Nitekim Barbaros Hayreddin Paşa’nın, rüzgara hükmedebilmek maksadıyla sancağına mühr-i Süleyman motifi nakşettirmesi bu geleneğin bir neticesidir. Aynı motif Ön Türk devletlerinin sancaklarında da kullanılmıştır.


    Ön Türk Tarihinde iç içe geçmiş iki üçgenden oluşan bu altıgen yıldızın ”Yaratan ve yaratılan”ı ifade ettiği belirtilmektedir. Ön Türk boylarında bu yıldız ”Temur Kazık” yani Kuzey yıldızını simgelemektedir. Daha sonra bu yıldızın adı, bazı Türk boylarınca ‘‘Çolpan Yıldızı” olarak adlandırılmıştır. Çolpan Yıldızı, tüm Türk boylarınca, Yaradan Tanrı’nın bir lütfu ve kendilerinin yıl göstericisi olarak kabul edilmiş ve ”Temuk Kazık” yani kırmızı renkli sabit yıldız olarak isimlendirmişlerdir.

  6. #14

    Esas

    Zerdüşt ve Öğretisi
    Yazıyı derleyen: İsmail Akkaya on Nis 20th, 2009 // 2 Yoruma bak

    1. Zerdüşt
    Zerdüşt’ün (Grekçe: “Zoroaster”) reformunu belli bir zaman içine yerleştirmek zordur. Doğu İran’da bir bölgede yaşamış olan Zerdüşt, esasında bir reformcudur. Zerdüşt’ün esas mesajı, daha önceki dinsel tecrübeye birçok şekilde muhaliftir: Zerdüşt, kanlı kurbanları ve panteonun total bir değişimini öneren “haoma” uygulamasını red*dederek “monoteist” ve “düalist” olmuş, yeni dinin evrimi daha sonra karakter değiştirmek suretiyle genel olarak Zerdüştlük/Zoroastrizm adını almıştır. [2]



    Zerdüşt, eski İran’a tek tanrıcılık/tevhîd inancını getirmiştir. Onun getirdiği din, tek tanrı inanışını temel alır. Ondan önce İranlılar bir kısım tanrılara tapınmakta ve rahiplerin hazırladığı bir tür uyuşturucu, bir kutsal içkiyi içmekle uygulanan “haoma” kültürünü devam ettirmekte idiler. “Haoma”, bütün evreni sıvı şekilde doldurduğuna inanılan hayat tanrısı idi. Zerdüşt inanışında daha sonraları “Ormuzd” şekline dönüşmüş ve İslâmî kaynaklarda da “Hürmüz” olarak yer almış Ahuramazda: Egemen Rab, Ahâmeniş hükümdarı Daryûş (hük. MÖ. 522-486) ve takipçileri tarafından Batı Asya’ya getirilen ve birkaç yüzyıl içinde Turfan’dan Habeşistan’a, İndus nehrinden Ege Denizi’ne kadar yayılan bir yüce Tanrı idi. Evrenin gayesi; yalanın, kötülüğün hakikat tarafından yenilmesidir. Evrendeki maddî ve manevî düzeni yaratan, tabiat kanunlarını koyan Ahuramazda’dır. Kötülüklerin kaynağı ise Ehrimen’dir.


    1.1. Adı, Ailesi
    Tek tanrılı bir inanç sistemi getirdiği için kimilerince peygamber olarak kabul edilen Zerdüşt’ün hayatıyla ilgili bilgiler daha çok efsanelere dayanır. Kişiliği ve hayatı hakkında bilgilere yer veren kaynaklarda; “bilge bir kişilik”, “olgunluğa erişmiş bilgin”, “seçkin bir insan” olarak nitelenen eski İran’ın en büyük peygamberi Zerdüşt’ün adı, Avestâ’da; “Zaraθuštra”; Pehlevî dilinde “Zartuxšt: sarı deve sahibi”; sözlüklerde ise daha çok: “Zerdhuşt”, “Zerdhişt”, “Zerâtuşt”, “Zerthuşt”, “Zartuşt”, “Zârhuşt” şekilleriyle kaydedilmiştir.[3] Bunlar arasında en çok kabul görenler: “Zerduşt” ve “Zertuşt” şekilleridir.[4] Gātālar’da, “Zarathushtra” şeklinde geçen Zerdüşt kelimesinin hangi sözcüklerden türediği konusunda ise dilciler çok eski dönemlerden beri birbirinden farklı görüşler ileri sürerler. Zerdüşt kelimesinin; “parlak yıldız”, “altın renkli aydınlık”, “deve sahibi”, “deveci” gibi anlamlarının olduğu söylenir. Bu isimler o çağlarda hayvancılığın yaygın bir gelenek olduğunu ve Zerdüşt’ün de böyle bir toplumda doğup büyüdüğü ve inanışı yaydığını göstermektedir. Bazılarınca Zerdüşt kelimesinin “yıldızları öven” anlamında olduğu da belirtilir.[5] Birtakım Yunanlı yazarlar da, Zerdüşt kelimesinin “yıldız bilimci”, “yıldıza tapan” anlamlarını ifade ettiği kanısındadırlar. Zerdüşt din adamları ve bizzat Zerdüşt’ün kendisinin de tıp, astroloji gibi bilimlerle de uğraşması bu anlamlarla ilgi kurulmasına neden olmuştur.[6] Ancak birçok görüş içerisinde öne çıkanlar arasında özellikle batılı bazı araştırmacılar tarafından benimsenen, bu ismin iki kelimeden oluştuğu ve bu bileşik şekliyle: “yaşlı deve sahibi” anlamı taşıdığı ifade edilmekte, bunun yanı sıra “sarı deve sahibi” anlamına geldiği de kaydedilmektedir.[7] Bazı Farsça sözlük yazarları da Zerdüşt sözcüğünün; “ilk yaratılan”, “saf nur”, “doğru sözlü”, “Yezdân’ın nuru”, “ateşperestlerin lideri, önderi” anlamlarına geldiğini belirtirler. [8]

    “Spitamalar” adıyla bilinen soylu bir aileye mensub olan Zerdüşt, bilge tanrı Ahuramazda’dan vahiy aldığını öne sürerek eski İran dinini yeniden biçimlendirmeye çalıştı. Bu inanç sisteminin temelini tapınılacak tek tanrı, en yüce tanrı Ahuramazda oluşturur. Ahuramazda, göklerin ve yerin, diğer bir deyişle maddî ve manevî dünyaların yaratıcısıdır. Birbirini izleyen karanlıkla aydınlığın kaynağı, evrensel adaletin yaratıcısı, doğanın merkezi, ahlak düzeninin kurucusu ve tüm dünyaların yargıcıdır.

    Bundehişn ve Dînkerd gibi klasik eserlerde Spitama’nın Zerdüşt‘ün dokuzuncu atası olduğu belirtilir. Babasının adı Puršasp[9] (Porushasp: iki renkli, siyah beyaz ve yaşlı at sahibi). Annesinin adı (Doğdu: süt veren)[10] dur. Zerdüşt’ün karısı asîl İranlı ailelerden birine bağlı olan, aynı zamanda Zerdüştîliğe ilk inananlardan Ferşa Ûstra’nın kızı Huvûy’dur. Kaynaklarda Zerdüşt’ün üç oğlu ve bir kızı olduğu belirtilir.[11] Bazı kaynaklar onun üç karısı, üç oğlu, üç kızı olduğunu aktarırlar. Oğullarının adları: Isatvastra, Urvatatnar ve Hvarecitra; kızlarının adları: Freni, Teriti ve Pourvacista’dır. Zerdüşt’ün dinini ilk kabul eden kişi, Zerdüşt edebiyatında Medyumâh adıyla bilinen, Avestâ’nın bazı bölümlerinde kendisine selam gönderilen amcasının oğlu Maidyoimangha’dır. Zerdüşt’ün babasıyla annesinin soyları Pîşdâdîler[12] hanedanının altıncı hükümdarı Ferîdûn’a[13] erişmektedir. [14]

    Zerdüşt’ün adı ve Zerdüşt kelimesinin anlamı, babasının ya da atalarının isimleriyle ilgileri konusunda şöyle bir açıklama da yapılır: Zerdüşt’ün yaşadığı çağlarda İran toplumunda özellikle hayvancılık çok yaygındır. Hayvan sürüleri yetiştirilerek onlardan büyük sermayeler elde edilmekte, önemli gelirler sağlanmaktadır. Buradan hareketle dönemin insan isimleri genellikle yaygın olarak bu yararlı ve insan hayatına temel katkılarda bulunan hayvan isimlerinden alınmadır. Özellikle de bunlar arasında Zerdüşt’ün yaşadığı bölgelerde insanların en çok deve ve at yetiştirmekte oldukları bilinmekte, Avestâ’da yoğunlukla Yasna’da bu türden isimlerin sık sık geçmeleri de, insanların geçimlerini sağlamada bunlara ne denli bağımlı olduklarını göstermektedir. Doğu İran’da özellikle Hârezm’den Horâsân’a kadar yörelerde yaygın şekilde sığır, deve ve at isimleri diğer kelimelerle bileşik isimler oluşturularak insanlar için kullanılır. Örneğin “Ercâsp/Arjataspa: rahvan yürüyen at sahibi”, “Lohrâsp/Aurvantaspa: hızlı koşan at sahibi”, “Pourušaspa: alaca renkli at sahibi”[15], “Câmâsp/Jamaspa: asîl at sahibi”, “Hvogava: iyi sığır sahibi”, “Feraşa-uştura: hızlı yürüyen deve sahibi”…gibi. [16]

    Rivayete göre Zerdüşt, (Yaşt 36,16) “zaotar: kurban rahibi ve ilahi okuyucu”ydu. At yetiştiricisi “Spitāma: parlak saldırılı” kabilesindendi; “Pourusaspa: atı benekli” ile Doğduye: “beyaz koyun sağan”ın evliliklerinden dünyaya gelmiş olan Zerdüşt yoksuldu. Ünlü bir Gatasında Ahuramazda’ya kendisini koruyup yardım etmesi için yakarırken, şöyle haykırır: “Niye güçsüz olduğumu biliyo*rum ey Bilge; çünkü sürüm küçük ve az adamım var” (Yasna 46:2). [17]

    Çağrısıyla seslendiği topluluk, “kavi” denen şefleri ve “karapan: mırıldanan” ve “usig: kurban edici” denen rahipleri bulunan yerleşik çobanlardan oluşuyordu. Zerdüşt’ün Ahuramazda adına saldırmaktan çekinmediği bu rahipler, geleneksel Âryâ dininin bekçileridir. Ama çok geçmeden tepkiler gelir ve peygamber kaçmak zorunda kalır. “Hangi ülkeye kaçayım?” diye haykırır; “Nereye kaçmalı, nereye gitmeli? Beni ailemden ve aşiretimden uzaklaştırıyorlar; ne köyüm ne de memle*ketin kötü reisleri benim yanımda….” (Yasna 46:1). Fryâna aşiretinin reisi Goştâsp/Viştaspa’nın yanına sığınır ve onu, getirdiği dine çekmeyi başarır; Goştâsp onun dostu ve koruyucusu olur. Ama direniş zayıflamaz ve Zer*düşt bazı kişisel düşmanlarını Gātālar’ında açıkça kınar. [18]

    Zerdüşt’ün doğum yeri konusunda birbirinden farklı görüşler vardır. Bazı araştırmacılar onun Azerbaycan’da dünyaya geldiğini kabul ederlerken bir kısım bilim adamları Doğu İran’da, bazıları ise İrânvîc ve özellikle de Belh/Bâhter/Baktria’da doğduğu görüşünü öne sürerler. Ancak bu görüşler arasında en güçlü olanı, onun hayat tarzı ve hayvancılıkla uğraşmasından da hareketle üçüncü görüşü onaylamaktadır. Yaştlar’da, Zerdüşt’ün İrânvîc’te yaşadığı ve peygamberlik görevinden önce de din işleriyle uğraştığı, din adamları muğlar arasında yer aldığı belirtilir.[19] Gatalar’dan da anlaşıldığı gibi Zerdüşt yüksek düzeyde eğitim almış, yaşadığı çağın değişik bilim dallarında derin bilgi ve birikim elde etmişti. [20]

    Zerdüşt adı, Gātālar ve Avestâ’da bazen ailesinin adı olan “Spitâma” sözcüğüyle ile birlikte anılır. Ünlü tarihçilerden Taberî (ö. 310/923), İbn Esîr (ö. 630/1233) ve Hândmîr (ö. 942/1535) gibi bir kısmı onu İsrailoğulları peygamberlerinden birinin öğrencisi olarak tanıtmak istediklerinden olsa gerek Zerdüşt’ün Filistin topraklarında dünyaya geldiğini kabul ederken, Nizâmu’t-tevârîh ve Nefâyisu’l-funûn gibi bazı eserlerde de onun Pers bölgesinde ortaya çıktığı ve insanları Sâbiî dininden vazgeçirerek Mecûsî dinine çağırdığı görüşü öne çıkar. Bunlardan başka onun Azerbaycan’da dünyaya geldiği, Pers bölgesinde yaşadığı; Rey’de dünyaya geldiği, annesinin Rey şehrinden olduğu ya da daha sonra Rey’e geldiği, Demâvend’li olduğu ifade edilir. Yaygın rivayetlerde ise onun Batı İran’da yaşadığı kabul edilir. Bu görüş araştırmacıların çoğu tarafından da benimsenir. İranlı ve Arap tarihçiler Zerdüşt’tün Azerbaycanlı olduğu kanısındadırlar. Daha önce de ifade edildiği gibi Taberî ve bazı tarihçilerin onun Filistinli olduğu konusundaki görüşleri de onun Filistin’den Azerbaycan’a gitmiş olduğu kanılarına dayanır.[21] Doğulu ve batılı birçok tarih araştırmacısı Zerdüşt’ün Batı İran’da doğduğu daha sonra Kuzeybatı bölgesine yerleştiği ve dinini orada yaydığı inancını taşır.

    Bir kısım araştırmacılar Zerdüşt’ün doğulu bazıları da batılı olduğu kanısındadır. Bazıları da onun önceleri batıda yaşadığı, ancak sonra dinini yaymak için doğu bölgelerine gittiği, birtakım araştırmacılar da, atalarının Rey şehrinden oldukları, sonradan Azerbaycan’a göç ettikleri, Zerdüşt’ün de Çîçest/Urûmiyye Gölü kıyalarında dünyaya geldiği kanısını taşırlar. Daha önce de belirtildiği gibi günümüzde Zerdüşt’ün doğup büyüdüğü bölgenin Azerbaycan olduğu yaygın olarak kabul edilmektedir. Âzergoşesp, Şîz gibi büyük ateşkedeler ve Eski Bakü Tapınağı’nın, Sebelân Dağı, Sehend Dağı, Aras Nehri ve Çîçest Gölü’nün bu coğrafyada bulunması, bu toprakların Zerdüşt’ün vatanı ve inanç sistemini yaydığı yerler olduğunun açık kanıtları olarak kabul edilir. [22]

    2. Yaşadığı Zaman (MÖ. 660-586) [23]
    Zerdüşt’ün doğum yeri kesin belli olmadığı gibi doğum tarihi konusunda da birbirinden oldukça farklı görüşler bulunmaktadır: bu konudaki en eski belge Herodot ile aynı çağlarda yaşamış Lidyalı Kisatyus tarafından aktarılmaktadır. Onun kayıtlarına göre Zerdüşt, Med hükümdarı Hışayarşa’nın (hük. MÖ. 633-585) Yunan topraklarına saldırmasından 600 yıl önce yaşamıştır. Ebû Reyhân-i Bîrûnî (ö. 440/1048), İskender’den (hük. MÖ. 336-323) 258 yıl önce Keyânî hükümdarı Goştâsp’ın Zerdüşt’e inanmış olduğunu aktarır. Öte yandan MÖ. IV. yüzyılın ortalarında Eflatun Kültür Merkezi’nin, Zerdüşt’ün peygamberliği ve Batı İran’da yaygın öğretisinden haberdar olduğu bilinmektedir. Günümüzde araştırmacılar Zerdüşt’ün MÖ. VII. yüzyıl ortalarında 600 yılında dünyaya geldiğin kabul ederler. Ancak hem Avestâ’nın yazım tarzı ve dil özellikleri ve hem de Vedalar’ın dil özellikleri Zerdüşt’ün doğum tarihinin MÖ. 1400-1000 yıları arasına yerleştirmeği daha uygun göstermektedir. [24]

    Her halükarda Zerdüşt, Peygamber olduktan sonra dinini yaymak amacıyla birbiri ardınca ve süren uzun seyahatlere çıkmış, büyük bir ihtimalle anavatanı İrânvîc’i terk ederek Avestâ’da Daitia adıyla anılan büyük ırmağı geçerek güneye doğru ilerlemiştir. Bu seferinde Zerdüşt Doğu İran’da çok önemli bir üs kurmuştur. [25]

    Eski İran peygamberi olarak kabul edilen Zerdüşt, Zerdüşt bağlılarının inanışına göre, Büyük İskender’den 258 yıl önce ortaya çıkmıştır. Büyük İskender, Ahâmeniş hanedanının (MÖ. 559-330) merkezi Parsa’yı (Persepolis) MÖ. 330’da ele geçirdiğine göre Zerdüşt, Goştâsp’a inançlarını MÖ. 588’de kabul ettirmiş olmalıdır. O sırada 40 yaşında olduğu inancı doğru kabul edilirse, doğum tarihinin MÖ. 628 olması gerekir.

    Daha geç tarihli metinler, Zerdüşt’ün gökteki ön-varoluşu üzerinde ısrarla dururlar. O, “tarihin ortasında” ve “dünyanın merkezi”nde doğar. Zerdüşt’ün annesi büyük bir nurla sarılır. Üç gece boyunca, evin kenarları ateş içinde gibi görünür. Gökyüzünde yaratılan bedeninin özü ise yağmurla yere düşer ve bitkilerin boy atmasını sağlar. Peygamber’in akrabaları arasında yer alan, hiç doğurmamış iki genç inek bu bitkilerden yer. Öz, onların sütüne geçer ve “haoma” ile karıştırılan bu sütü Zerdüşt’ün annesiyle babası içer ve onlar ilk kez birleşirler. Kadın Zerdüşt’e hamile kalır. Ehrimen ve devler (daevālar) doğmadan önce onu öldürmek için boşuna uğraşırlar. O, dünyaya gelmeden üç gün önce köy bir pırıltıyla öylesine ışıl ışıl aydınlanır ki, yangın çıktı sanan Spitamalar köyü terk ederler. Geri döndüklerinde nur içinde parıldayan bir çocuk bulurlar. Rivayete göre, Zerdüşt gülerek dünyaya gelir gelmez devlerin saldırısına uğrar ama kutsal sözlerini söyleyerek onları etrafından uzaklaştırır ve zararlarından korunmuş olur. [26]

    Zerdüşt ile ilgili diğer konular gibi yaşadığı zaman bahsi de çok karanlık ve kesinlik ifade etmeyen rivayetlerle doludur. Bu rivayetler arasındaki görüş farklılıkları da insanı hayrete düşürecek kadar ileri boyutlardadır. Zerdüşt’ün yaşadığı zaman konusunda birtakım bilgiler MÖ. 9.600’lü yılları gösterirken bazı rivayetlerde de MÖ. 600’lü yıllar onun hayatta bulunduğu çağlar olarak ileri sürülmektedir. Ancak bütün bu birbirinden çok farklı rivayetler arasında araştırmacıların çoğu, Zerdüşt’ün hayatta bulunduğu çağ olarak MÖ. 600’ü (600’lü yıllar) gösterirler.[27] Örneğin Muhammed Takî-yi Bahâr (ö. 1330 hş./1951), Zerdüşt’ün 630-583 yılları arasında yaşadığını otuz yaşında da Peygamber olarak gönderildiğini belirtir. [28]

    Bu konuda birbirinden farklı rivayetler bulunmakta ise de Zerdüşt dini bağlılarının geleneksel kabullerine göre İskender’den üç yüz yıl önce yaşamış olduğuna inanılan Zerdüşt’ün hayatı şu şekilde kayıt altına alınmıştır: Zerdüşt MÖ. 660 yılında dünyaya gelmiş, 20 yaşında (640) inzivaya çekilmiş, 30 yaşında (630) peygamber olarak gönderilmiş, Urmiyye gölü kıyılarında Sebelân Dağı’nda 618 yılında Keyânî hükümdarı Goştâsp’ı dinine bağlamıştır. 583 yılında, yetmiş yedi yaşında Tûranlı Ercâsp’ın saldırıları esnasında Belh’te bir âteşkede’de öldürülmüştür. Bütün bunlarla birlikte klasik ve çağdaş araştırmacılara göre; Zerdüşt’ün yaşadığı zaman MÖ. 1100’lerden geriye gitmemektedir.[29] Birtakım araştırmacılar, sosyologlar ve dilbilimciler eldeki bilgilerden çıkardıkları verilerle Zerdüşt’ün yaşadığı zaman olarak MÖ. 1500-800 yılları arasını vermektedirler. Bu tarihler Aryaların Orta Asya topraklarından İran platosuna gelip yerleştikleri dönemlere rastlamaktadır. [30]

    Zerdüşt, Goştâsp zamanında Mezdiyesnâ dinini tek tanrı olarak inanılan Ahuramazda’dan alarak insanlara tebliğ etmiştir. Goştâsp da, onun bu getirdiği dine girmiş ve aynı zamanda da bu dinin yayılması için önemli destekler sağlamıştır.[31] Zerdüşt’ün dini, Batı İran’da Med kavimleri arasında hızla yaygınlaştı ve diğer bölgelerde henüz Aryaların eski inanışlarının yaygın olmasına rağmen Medler’in başkentleri Ekbatana/Hemedan zamanla bu dinin merkezi haline geldi. [32]

    Rivayetlere göre Zerdüşt, Goştâsp hükümdara gelerek: “Ben Allah’ın sana göndermiş olduğu peygamberim.” dedi ve Mecûsilerin ellerinde bulunan kitabı kendisine verdi. O da kendisine iman etti ve Mecusîlik dinine girdi.[33] Goştâsp, hükümdarlığı döneminde Zerdüşt dinini egemen olduğu bölgelerin resmî dini olarak ilan etmiş, bu inanış Ahâmenişler döneminin ortalarından itibaren İran topraklarında baştanbaşa yaygınlaşmıştır. Ancak Zerdüşt dini bir taraftan halk arasında hızla yayılırken, diğer taraftan da eski inançlarına dayanan geleneksel inanışlar Zerdüşt inanç sisteminde birtakım yaralanmalara neden olmuştur. Örneğin tek tanrıcılık temeline dayanan Zerdüşt inanışının tersine eski çok tanrılı inanış sisteminde yer alan eski devir İran tanrıları yeniden İran inanışına sızarak yer almaya başlamış, bu yoğun etkileşim sonucu Ahuramazda, Ehrimen karşısında yer almış, sonuçta Zerdüşt’ün tek tanrı inanışı bir tür düalist inanışa dönüşmüştür. [34]

    Eşkanîler (MÖ. 250-MS. 226) dönemiyle ilgili kaynakların azlığı gerekçesiyle o çağlarda hangi inançların daha egemen olduğu konusunda kesin birtakım yargılarda bulunmak oldukça zordur. Ancak genellikle hükümdar, güneş ve ayın kardeşi olarak gösterilmekte, birtakım sikkeler üzerinde de onlarla birlikte resimleri basılmaktadır. Buradan hareketle Îzed Mihr/Tanrı Mihr’in hükümdarın varlığında yer aldığı, onun benliğine girdiği inanışı ön plana çıkar. Belki de ilkel kavimlerin; toplumun ileri gelenlerinin öldükten sonra tanrılaşmaları inanışı gereği hükümdar öldükten sonra tanrılar arasına katılırdı. [35]

    Sasanîler (MS. 224-652), Eşkanîler’i Zerdüşt dini takipçileri olarak kabul etmiyorlardı. Görünürde de durum bundan farklı değildi. Eşkanî hükümdarlarından biri Avestâ metinlerine önemli hizmetlerde bulunmuştu. Bu dönemde “muğlar”, toplumun dinî liderleri konumunda bulunuyor, Eşkanîler’in iki danışma meclisinden biri olan “Muğlar meclisi”ne de üye olarak katılıyorlardı. [36]

    MÖ. 583-480 yılları arasındaki dönem İran tarihinde yeniden diriliş ve millî kalkınma devresi olarak bilinir. Bu dönemde İran yeni dinin ortaya çıkışıyla birlikte yeni bir hayata kavuşmuş, İran orduları güçlü komşusu Bâbil topraklarını ele geçirmiş (MÖ. 539) büyük bir imparatorluk kurmuş, Büyük Dâryûş başarılı yönetimiyle ün kazanmış ve ordularını Avrupa’ya doğru ilerlemiştir.

    MÖ. 480-230 yılları arasındaki yaklaşık yüz elli yıllık dönem İran-Yunan mücadeleleriyle geçti. Doğal olarak Yunanlılar bu Asyalı savaşçıların dinlerinden de etkilendiler. Herodot İran’ı gezdi ve gözlemlerini kaleme aldı. İskender’in zaferiyle sona eren bu savaşlar döneminin kargaşasından dolayı Eflatun planladığı İran seferini Zerdüşt dini konusunda yapacağı araştırmaları gerçekleştiremedi. MÖ. 330-MS. 226 yılları arasındaki 550 yıllık uzun dönem, İran toprakları yabancıların egemenlikleri altına girdi: önceleri İskender’in yerine geçen Yunanlılar ve daha sonra da Partların MS. 226-651 yılları arası dört asırlık bağımsızlık dönemi. Zerdüşt dininin sıkı bağlıları arasında bulunan I. Erdeşîr/Erdeşîr-i Bâbekân (hük. 226-241) İran ülkesinin bağımsızlığını yeniden kazandı. Ermenistan’ı fethetti. Sasanî İmparatorluğunu kurdu. [37]

    İran’ın klasik dönemlerde yeniden ihyası ve yenileşmesi yönetim merkezleri Fars olan Sasanîler zamanında gerçekleşmiştir. Sasanîler yönetimi ele geçirdikten sonra bir bakıma millî bir dine ve medeniyete dayanan çok uzun İran tarihinde benzeri olmayan güçlü bir millî devlet kurdular.[38] Bu daldaki araştırmalara göre; Erdeşîr-i Bâbekân devletini kurduktan sonra Fars ülkesinde safiyetini ve benliğini korumuş halde bulunan Zerdüşt inanışını imparatorluğun resmî dili olarak kabul etti. Yazılı belgeler, kitabeler ve tarihî gerçekler yanında arkeolojik bulgular da bu gerçeği vurgulamaktadır. Öte yandan Sasanî devletinin kurulduğu dönemlerde de İran topraklarında Ahuramazda inanışı, ana tapınakları İstahr’da bulunan Anahîtâ inanışı yaygındı. Bu tapınakta hîrbedler[39] âteşkede görevlileri arasında da Sasanîler hanedanının ataları yüce makamlara sahip idiler. Hanedanın kurucusu Sâsân ve babası da söz konusu dinî merkezde çok önemli bir konumda bulunmuştur. [40]

    Sasanîler döneminin dört yüz yıllık egemenlikleri boyunca Zerdüşt inanışı devlet gücüne dayanarak gücüne güç katarken bu dayanağını kaybeder etmez birçok şehirde eski gücü ve etkisini de aşamalı olarak yitirdi. Bununla birlikte Zerdüşt dininin güç kaybında, egemen yöneticilerin güçleri ve Zerdüşt dini aleyhinde faaliyetlerinin yanı sıra daha çok Zerdüşt din adamları mûbedler tabakasının ahlakî çöküntüleri de etken rol oynamıştır. Bazı yörelerde Arap fetihleri sonrasında halifeler ve onların atadıkları yöneticiler tarafından Mecûsî dininin yayılmasını engelleyecek faaliyetler de yürütülmüş olduğu tarihî bir gerçektir. Zaman zaman bazı âteşkedeler de Müslüman topluluklar tarafından yıkılmıştır. Buna karşın İstahr, Kâzerûn, Deylem ve Taberistân gibi bölgelerde Zerdüşt dini aristokrat kesimlerde bile İslâm sonrası dönemlerde İran’da uzun süre hayatını sürdürdü. Âteşkedelere ve mûbedlerin faaliyetlerine hilafet yönetimi tarafından fazla zorluk çıkartılmadı.[41] Müslümanlar arasında Zerdüşt ya da Mezdiyesnâ inanışı adıyla bilinen dine inananlar Kur’ân’da da belirtildiği gibi[42] “Mecûs” adıyla anılmaya başladılar. Yine onlar kitap ehlinden kabul edilerek kendilerine karşı bu kural gereği davranıldı. [43]

    Rivayete göre, Zerdüşt 77 yaşında iken, Turanlı Bratvarkhş tarafından bir ateş tapınağında öldürüldü. Daha geç tarihli bazı kaynaklar, katillerin kurt kılığına girdiğini belirtir. Efsane, Zerdüşt’ün yazgısının anlamını hayranlık uyandıracak bir biçimde ifade ediyor; çünkü “kurtlar,” peygamberin büyük bir cesaretle eleştirdiği Ari “erkek cemiyetleri”nin üyeleriydi. Ama mitleştirme süreci en az onbeş yüzyıl sürdü. Helenistik dünyada Zerdüşt, örnek din adamı (Magus) olarak yüceltildi ve İtalyan Rönesansı’nın filozofları ondan hep “Magus” diye söz etti. Bu arada Goethe’nin (1742-1832) Faust’unda, Zerdüşt’ün en güzel mitsel yansımaları bulunur. [44]



    3. Öğretileri
    Zerdüşt’ün yaşadığı dönem İran dinî inanışlarından etkilenmiş olsa da yeni getirmiş olduğu inanç sistemi, halkın inançlarında köklü yenilikler ortaya koymuştur:

    1. En büyük tanrı Ahuramazda’dır. Görünen ve görünmeyen evrenlerin yaratıcısı odur. O kutsal ve arıdır. Kötülükler ona erişemez ve asla yol bulamaz. Spend Mînû’yu o yaratmıştır. Onun ilk ve en büyük tecellisi Spend Mînû’dur. Diğer tecellileri ise Behmen, Ordîbehişt, Şehrîver, Sipendârmuz, Hordâd ve Mordâd’tır. “İmşâspendân” adı verilen bu grup, “kutsal ölümsüzler” olarak bilinirler. İmşâspendler asılları ve özleri itibariyle Ahuramazda ile aynıdırlar. Gerçekte Ahuramazda onların yaratıcısı ve babalarıdır.

    2. Varlık iki güç arasında paylaşılmaktadır. Birisi “Asha: takva/doğruluk”; diğeri de “Durûğ: yalan”dır. Asha, Ahuramazda tarafından yaratılmıştır. Ancak Zerdüşt, yalan’ın kaynağı hakkında söz etmez.

    3. Ahuramazda’nın yaratıkları özgür yaratılmışlardır. Doğru ya da yalandan birini seçebilirler. İnsanlar da alınyazılarını kendileri belirler, yaptıkları iyilik ya da kötülükler karşılığında cennet ya da cehenneme giderler.

    4. Asha’nın yeryüzündeki simgesi ateştir. Ateşkedeler Ahuramazda’ya tapınma ve övgü ocaklarıdır.

    5. Ehrimen ve şeytanların saldırısıyla yeryüzünde kötülük ve şer yayılmaya başlamıştır. Ancak sonuçta Ahuramazda galip gelecek, temizlik, ilk dönemlerdeki saflık yeniden dünyaya dönecektir. [45]


    Ayrıca Zerdüşt’ün, tanrısını sorgularken göster*diği telaş ve varoluşçu gerilim de çarpıcıdır: Ondan kozmogoni: evrenin doğumu sırları hakkında kendisine bilgi vermesini, hem kendi geleceğini, hem kendisine baskı yapan bazı kişilerin ve bütün kötülerin kaderini göstermesini ister. Ünlü Yasna 44’ün her dörtlüğü aynı ifadeyle başlar: “İşte sana sorduğum Tanrım- bana iyi cevap ver!” Zerdüşt, “güneşin ve yıldızların yollarını kimin çizdiğini” (3), “aşağıdaki yeri ve bulutlu gökyüzünü düşmeyecek biçimde kimin sabitledigini” (4) öğrenmek ister ve yaratılış’a ilişkin sorulan giderek hızlanan bir ritimle birbirini izler, “iyiye kavuşan ruhunun nasıl kaybolacağını” (8) ve “kötülükten nasıl kurtulacağımızı” (13), “kötülüğü adaletin eline nasıl teslim edeceğini” (14) de bilmek ister. Kendi*sine “görünür işaretler” verilmesini (16) ve özellikle de Ahuramazda ile birleşebilmeyi ve “sözünün etkili olmasını” talep eder (17). Ama ekler: “Ücret olarak adalet gereği bana vaat edilen on kısrakla bir aygır ve bir deveyi alabilecek miyim ey Bilge?” (18). “Hak edene ücretini ödemeyenin” hemen çarptırılacağı ceza hakkında da Tanrı’ya soru yöneltmeyi unutmaz, çünkü “en sonunda onu bekleyen ceza” hakkında zaten önceden bilgi almıştır (19). [46]

    Zerdüşt’ün zihni sürekli, kötülerin uğrayacağı ceza ve erdemlilerin alacağı ödülle meşguldür. Başka bir ilahide, “kötülük eden kötüye imparatorluk veren için ne ceza öngörüldüğünü” sorar (Yasna/Hât 31/1). Başka bir yerde haykırır: “Ey Bilge (Mazda), beni yok etmekle tehdit edenlerin üzerinde Adaletle birlikte gücünüz olup olmadığını ne zaman ögreneceğim?” (Yasna Hât: 48/9). Sığır kurban etmeyi ve haoma içmeyi sürdüren “erkek cemiyetleri”nin üyelerinin cezasız kalması karşısında sabırsızlanır: “Bu pis içkiyi ne zaman çarpacaksın?” (48/10). “Bu hayatı yenileyebilmeyi umar” (Yasna Hât: 30/9) ve Ahuramazda’ya, “Doğrunun kötüyü şimdiden başlayarak yenip yenemeyeceğini” so*rar (Yasna 48/2). Kimi zaman tereddütlü, kafası karışık, alçakgönüllü, Tanrı’nın isteğini daha somutça öğrenmek isteyen biri olarak çıkar karşımıza: “Ne buyuruyorsun? Övgü olarak, tapım olarak ne istiyorsun?” (Yasna Hât: 34/12). [47]

    Avesta’nın en saygıdeğer bölümünde bu kadar çok somut ayrıntının varlığını, eğer bunlar tarihsel bir kişiliğin anılarını temsil etmeselerdi, gerekçelendirmek ko*lay olmazdı. Gerçi peygamberin daha geç tarihli efsanevi yaşam öyküleri mitolo*jik unsurlarla doludur, ama yukarıda hatırlattığımız gibi, iyi bilinen bir süreç söz konusudur: önemli tarihsel bir kişiliğin mükemmel örneğe dönüşmesi. Bir ilahide de Peygamber’in doğumu Mesihçi terimlerle yüceltilir (Yaşt 13): “O doğdu*ğunda ve büyürken su ve bitkiler çok sevindi, o doğduğunda ve büyürken su ve bitkiler de büyüdü” (13:93 vd). Ve “artık iyi Mazdeizm dini yedi kıtaya yayıla*caktır” diye duyurulur (13:95). [48]

    Zerdüşt inananlarından istenen “amentü” şöyledir: “Daevalara tapınmaktan vazgeçiyor ve Zerdüşt’ün müridi ol*duğumu, Ahuramazda’ya tapındığımı, Daevaların düşmanı olduğumu beyan ediyorum.” [49]

    Zerdüşt öğretileri temelde düalist bir yaklaşıma sahiptir. Buna göre; iyilik, aydınlık ve hayat tanrısı Ahuramazda, kötülük, karanlık ve ölüm temsilcisi Ehrimen ile sürekli savaş halindedir. Bu iki güç egemen oldukları bölgelerde birbirlerine saldırmakta, doğaüstü güçler ve insanlardan da yardım almaktadırlar. Bu mücadele dünyanın sonuna kadar aralıksız sürer. Gerçek tanrı, gerçek aklın da sahibi olan Ahuramazda’dır. Takipçilerine göre sonuçta başarıyı yakalayanlar da Ahuramazda taraftarları olacaktır. Yine Zerdüşt inanışına göre insanların en önemli görevleri, Ahuramazda’yı desteklemeleri ve onun karanlıklarla mücadelesinde manevî görevleri yalandan uzak durmaları, bütün zararlı varlıkları yok etmeleridir. Onlara göre en değerli meslek çiftçiliktir. Yapılan işler, verimli olmaları için mutlaka dualar ile desteklenmelidir. Çünkü dua ve yakarış kötüler ve kötülüklerle mücadelede en güçlü silahlardır. [50]

    Eski İran’da görülen düalizm ise, bütün doğayı kapsamaktadır. Maddenin iyi kısımları mevcut olduğu gibi ruhanî dünyada kötülük de vardır. Vücut, kendiliğinden kötü ve pis değildir; tam tersine o da, Ahuramazda’nın emrettiklerini icra etmek suretiyle insanın kurtuluşuna hizmet edebilir. Maddenin esas itibarıyla kötü, ruhun muhakkak iyi olması nevinden bir tasavvur, Zoroastrism’de değil, ancak gnostik ve mistik düşünce sistemlerinde ortaya çıkmaktadır. [51]

  7. #15

    Esas

    Cumhuriyet’in ilanı
    Yazıyı derleyen: İsmail Akkaya on Eki 29th, 2008 // Yorum yok

    Lozan’n kabulü ve barışın sağlanması ile geride Türk Devleti’nin siyasal yapısını belirleyecek devlet şeklinin ve adının ne olacağı sorunu kaldı. T.B.M.M.’nin varlığı ile egemenliğin kayıtsız – şartsız ulusa ait olan, insan haklarına dayanan bir devlet sistemi kurulmuştu. Fakat gerek halkın, gerekse Meclis içinde bulunanların büyük kısmı Padişah’a dinsel ve geleneksel bağlarla bağlıydılar. Padişah’ın işgal ettiği Saltanat – Hilafet makamı yüzyıllardır kökleşmiş bir teokratik sistemdi. 1300 yılından beri de Osmanoğullarından başka hiçbir aile iktidar olmamıştı. Egemenlik biri dinden, diğeri gelenekten gelen iki kaynaktan çıkıyor ve Padişah’ta toplanıyordu. Gerçi İttihat Terakki bu gücü kırmıştı, fakat sistemin özünü, yani egemenliğin kaynağını ve kullanılış biçimini değiştirememişti. Egemenliğin, tanrı hakları sisteminden, insan hakları sistemine geçişin bir sonucu olarak Padişah’tan ulusa geçişi, bir ilke ve ülkü olarak Amasya Genelgesi’nde ortaya konmuş ve 23 Nisan 1920′de B.M.M.’nde somutlaşmıştı. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu da bu temel üzerine oturmuştu.





    Kurtuluş Savaşı ulusal bağımsızlık yanında ulus egemenliğini de açık bir biçimde ortaya koyduğu için Padişah daha başından beri milliyetçilerin amansız düşmanı kesilmişti. M. Kemal Paşa Padişah’ın ihanetini bildiği halde, henüz zamanı olmadığı için Padişah’ı hedef almadı. Genç subaylık yıllarından beri inandığı ve Erzurum’da Mazhar Müfit’e not ettirdiği “Cumhuriyet” inancını “Ulusal bir sır” olarak sakladı. Kurtuluş Savaşı içinde “Cumhuriyetçi” bir düşünceyi ortaya atmak, iç parçalanmaya yol açacağı için bu yola gitmedi. Hatta Sivas Kongresi sırasında “Cumhuriyet” ilan edelim önerilerini red etmişti. Fakat Kurtuluş Savaşı’nın Başkomutanı, Türk Ulusu’nun kurtarıcısı M. Kemal, Türkiye’nin siyasal yapısını değiştirmenin ilk adımını Saltanat’ın kaldırılmasını sağlamakla attı. Saltanat’ın kaldırılışına en yakın arkadaşları bile karşı çıkmışlardı. Meclis’te tutucu kanat direndiyse de, M. Kemal Paşa’nın kararlı ve sert tutumu sonucu Saltanat’ın kaldırılışı sağlandı. Fakat onun bu sert tutumu endişe doğurdu. Bunun bir başlangıç olduğunu görenler çeşitli yöntemlerle M. Kemal Paşa’yı engellemeye çalıştılar.



    2 Aralık 1922′de Meclis’e muhalif grup tarafından bir öneri verildi. “İntihab-ı Mebusan Kanunu”nda değişiklik yapılmasını isteyen önergede “Büyük Millet Meclisi’ne üye seçilmek için Türkiye’nin bugünkü sınırları içindeki yerler halkından olmak ve seçim çevresine yeni gelenlerin ise en az beş yıl oturmuş olmaları” gerektiği kanun hükmü haline getirilmek isteniyordu. M. Kemal Paşa’yı milletvekili seçilmekten yoksun bırakmak isteyen bu önerge üzerine söz alan M. Kemal Paşa, doğum yerinin Türkiye’nin sınırları dışında kaldığını ve bir yerde beş yıl oturmadığını belirttikten sonra, düşmanlara karşı savaştığını, vatanı kurtarmak için hiç bir yerde beş yıl oturamadığını hatırlatıp, ulusun sevgisisi kazanmış bir insan olmasına rağmen kendisini yurttaşlık haklarından yoksun bırakmak isteyen bu kimselerin bu yetkiyi kimden aldıklarını sordu. Önerge red edildi.



    29 Ekim 1933- Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Onuncu Yıl Nutku’nu okurken


    Mustafa Kemal’in kamuoyu yoklaması yapmak üzere 14 Ocak 1923′de Batı Anadolu’da bir geziye çıkmasını fırsat bilen muhalif grup, O’nun Ankara’dan ayrıldığının ertesi günü “Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi” başlıklı bir broşür yayınladılar. Broşürün önceden hazırlanmış olduğu ve M. Kemal’in Ankara’dan ayrılmasını fırsat bilerek dağıtıldığı anlaşılıyordu. Broşürün ana fikri, islam kamuoyunun son gelişmelerden (Saltanatın Kaldırılışı) büyük ızdırap içinde bulunduğu, Hilafet’in hükümet demek olduğu ve Hilafet’in hukuk ve görevlerini yok etmenin hiç kimsenin, hiç bir meclisin elinde olmadığı esaslarına dayanıyor, “Halife Meclisin, Meclis Halife’nindir.” sözleriyle bitiriyordu. Yürütme yetkisinin Halife’ye verilmesini ve Meclis’in aldığı kararların ve kanunların Halife’yi bağlamayacağı, dolayısıyla Meclis’in çıkardığı Saltanat ve Hilafet ile ilgili yasaların meşru olmadığı görüşü savunuluyordu. Bu bildiri, M. Kemal’e ve O’nun gerçekleştirmek istediği devrime bir tepki idi.

    İzmit’e gelen M. Kemal, din ve hilafet konusunda yaptığı açıklamada “Türkiye Büyük Millet Meclisi Halife’nin değildir ve olamaz, Türkiye Büyük Millet Meclisi yalnız ve yalnız Ulusundur.” dedi. T.B.M.M.nin büyük programının tam bağımsızlık, kayıtsız şartsız ulusal egemenlik esaslarına dayandığını, teokratik devlet biçiminin ve buna bağlı bütün toplumsal düzenin ve çıkarların yıkılacağını belirtti. 16 Ocak’ta yaptığı toplantıda, Hilafet’in dinle ilgisi olmadığını, siyasi bir mevki olduğunu, idare-i maslahatçılıkla devrim yapılamayacağını belirttikten sonra “Devrimin kanunu mevcut kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafamızdaki cereyanı boğmadıkça başladığımız devrim ve ilerleme bir an bile durmayacaktır” diyerek gericilere gerekli yanıtı verdi. Basınla iyi ilişki kurmak istediği için İzmit’te yaptığı basın toplantısında, “Devrim” yapılacağını açıklarken, Meclis’te birliğin sağlanması için “Müdafaa-ı Hukuk Gurubu”nun gerekli olduğunu bunun dışındaki grupların yararlı olmadığını belirtti ve İttihatçılardan ülke yararı için politikaya karışmamalarını istedi. Bu sırada Annesi Zübeyde Hanım’ın ölüm haberi geldi. İzmir’de annesinin mezarı başında devrimci inancını “Ulusal hakimiyet uğrunda canımı vermek benim için bir vicdan ve namus borcu olsun” sözleriyle bir kez daha yineledi. Bu sırada Lozan’ın ilk görüşmeleri kesildiği için İsmet Paşa ile Ankara’ya döndü. Meclis’te gizli oturumlar çok sert geçti. Trabzon mebusu Şükrü Bey’in Topal Osman tarafından öldürülüşü, M. Kemal’e saldırılara yol açtı. M. Kemal’i kendilerine buyük engel gören, tutucu, gerici, ittihatçılar, çıkarcı gruplar, O’na karşı muhalefette birleşiyorlardı. Yakın arkadaşlarından Rauf Bey, Kazım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Paşa’lar da yavaş, yavaş yanından ayrılıp, Hilâfetçilere kuvvet veriyorlardı. Saltanatı geri getirmek isteyen gericilerin çalışmaları karşısında arkadaşlarının kendisini yalnız bıraktığını gören M. Kemal, 20 Mart 1923′te Konya’da yaptığı bir konuşmada Türkiye’yi Ortaçağ karanlığına çekmek isteyen gericilere karşı tutumunu açıkça şu sözleriyle belirtti: “Eğer onlara karşı benim şahsımda bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim şahsi imanıma değil, yalnız benim amacıma değil, o adım benim ulusumun hayatıyla ilgili, o adım benim ulusumun hayatına karşı bir kasıt, o adım ulusumun kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı fikirde olan arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka o adımları atanları tepelemektir… Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim. Örneğin eğer bunu sağlıyacak kanunlar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam; yine tepeler ve yine öldürürüm.”

    Cumhuriyet’e doğru gidiş bu kararlı sözlerle açıkça görülüyordu. M. Kemal Paşa, 8 Nisan 1923′de dokuz ilkede görüşlerini toplatarak, programını belirlerken, siyasi biçimlenmeyi de hazırladı.Savaş zamanının T.B.M.M.’nin görevi son bulmuştu. Bu sebeple Meclis kendini dağıtıp, seçime gitme kararı aldı. M. Kemal, dağılmadan önce Meclisten 15 Nisan’da, Saltanatı geri getirmeye çalışanları vatan haini kabul eden bir kanun değişikliği ile “Hıyanet-i Vataniye Kanunu”na, ileride gerekirse yine İstiklal Mahkemeleri kurma fırsatını veren bir ek getirdi.

    Yeni kurulacak Meclis’te kuvvetli bir kadro oluşturmayı ve böylece Cumhuriyet’i ilan etmeyi düşünen M. Kemal’in bu çalışmaları yakın arkadaşlarının kendisinden uzaklaşmasını hızlandırdı. Rauf Bey ve arkadaşları, M. Kemal’in partiler üstü kalmasını, politikaya karışmamasını, önererek, O’nu pasif duruma getirmek istiyorlardı. Rauf Bey’in İsmet Paşa ile aralarının açılması da bu ayrılığın başka bir yönü idi. Lozan’dan dönen İsmet Paşa’yı karşılamak istemeyen Rauf Bey Başbakanlık’tan bile istifa etti.


    İkinci Meclis, toplandıktan sonra Lozan’ı onayladı. Artık sorun Türkiye’nin rejiminin belirlenmesiydi. M. Kemal 22 Eylül 1923′de “Neue Treie Presse” adlı bir Viyana gazetesi muhabiriyle yaptığı görüşmede, 23 Nisan 1920′de kurulan sistemin Cumhuriyet olduğunu fakat adının açıklanamadığını belirtip, yapılacak işin yalnızca isim koymak olduğunu söyledi.

    Yeni devletin başkentinin neresi olacağı da bir sorundu. Ankara 1920′den beri bu işi yapıyordu. Merkezi ve güvenli durumu ortada idi. Meclis’te uzun tartışmalardan sonra 13 Ekim’de Ankara başkent olarak oy çokluğu ile kabul edildi. Cumhuriyet’in ilanına bir adım daha yaklaşılmıştı.



    29 Ekim 1937 – Cumhurbaşkanı Atatürk, Başbakan Celâl Bayar ile Cumhuriyet Bayramı törenine giderken


    M. Kemal’e Cumhuriyet’in ilanına fırsat veren bir hükümet buhranı oldu. Başbakan Fethi Okyar Bey’e karşı Meclis’te muhalefet oluşması üzerine M. Kemal, “Erkan-ı Harbiye Umumiye Riyaseti Vekili Fevzi Paşa”nın dışında kabinenin istifasına karar verdi ve 27 Ekim’de uygulandı. Mevcut sisteme göre her bakan Meclis tarafından tek tek seçiliyordu. İstifa eden bakanlar yeniden seçilirlerse, görev kabul etmeyeceklerdi. Bu sırada Rauf Bey, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Refet Paşalar İstanbul’da bulunuyorlar ve temasları, Halife’ye yakınlık gösterileri oluyordu. Ankara’da’ ise kabine kurulamıyordu. Bu gelişmeler üzerine “Cumhuriyet İlanı” ile işi kökünden çözmeye karar veren M. Kemal 28 Ekim gecesi Çankaya’da İsmet Paşa ve bazı kimseleri toplantıya çağırdı ve “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz.” diyerek kararını açıkladı. Misafirlerin ayrılmasından sonra İsmet Paşa’yı alıkoydu ve birlikte, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda gerekli değişikliği sağlayacak önergeyi hazırladılar. Ertesi gün saat 10′da Parti grubunda yapılan toplantıda, M. Kemal Paşa Genel Başkan olarak Hükümet buhranının mevcut sistemden kaynaklandığını, bunun çözumünün istikrarlı bir sistemde olduğunu belirtttkten sonra değişiklik önergesini okuttu:


    Türkiye Devleti’nin Hukümet şekli Cumhuriyettir
    Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur
    Türkiye Devleti, Hükümetin inkisam ettiği idare şubelerini İcra Vekilleri (Bakanlar Kurulu)

    vasıtasıyla idare eder.


    Bu önerge Parti toplantısında tartışıldı Büyük Millet Meclisi’nin aynı akşam (29 Ekim 1923) saat 18:45′de yaptığı toplantıdan sonra 20.30′da “YAŞASIN CUMHURİYET” sesleri arasında Cumhuriyet ilan olundu ve yeni Türk Devleti’nin adı kondu. “TÜRKİYE CUMHURİYETİ”. Hemen arkasından da Türk Ulusu’nun kurtarıcısı Gazi M.Kemal oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçildi. Kürsüye gelen Cumhurbaşkanı M. Kemal, kendisini Cumhurbaşkanı seçen Meclis’e teşekkür ettikten sonra “Son yıllarda Ulusumuzun fiili olarak gösterdiği kabiliyet ve istidat, kendi hakkında kötü düşüncede bulunanlarınn ne kadar tedkikten uzak görünüşe önem veren insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Ulusumuz kendisinde bulunan nitelikleri ve değeri, hükümetin yeni adıyla uygarlık dünyasına çok daha kolay gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünyada işgal ettiği yere layık olduğunu eserleriyle ispat edecektir… Türkiye Cumhuriyeti mutlu, başarılı ve muzaffer olacaktır.” sözleriyle konuşmasını tamamladı. M. Kemal Cumhurbaşkanı seçildiğinde henüz 42 yaşındaydı. Cumhuriyetin ilk Başbakanı İsmet Paşa oldu.

    19 Mayıs 1919′da Samsun’da başlayan yeni ve bağımsız, bir Türk Devleti kurmak savaşı dış ve iç düşmanlara karşı başarıyla sonuçlanarak Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Kurtuluş Savaşı’nın inanç ve başarısı nasıl Atatürk’ün eseri idiyse, Cumhuriyet de yine O’nun eseri idi. İleriki yıllarda bunu şu sözleriyle belirtti. “Benim en büyük eserim Türkiye Cumhuriyeti’dir.”

    SONUÇ

    Bir zamanların muhteşem Osmanlı İmparatorluğu, gerek iç gerekse dış etkenlerin sonucunda 18. y.y.’dan itibaren hızlı bir çökuntüye girdi. Kapitülasyonlar sebebiyle Avrupa devletlerinin açık pazarı durumuna geldi. Rusya ve Avusturya’nın devamlı saldırıları sonunda savaşları kaybederken, önemli topraklarını elden çıkardı. İmparatorluğun bu çöküntüsünü gören Padişahlar, İmparatorluğu kurtarmak için ıslahat önlemlerine başladılar. Fakat yalnızca askeri olan bu önlemler etkili olamadı. III. Selim’in başlattığı Nizam-ı Cedit ise 1807′de gerici bir ayaklanma ile son buldu.

    19. y.y.’da çöküntü büyük hızla sürerken, Fransız Devrimi’nin ortaya koyduğu ulusal bağımsızlık ve egemenlik akımları, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’da yaşayan Hristiyan azınlıklarını etkiledi ve bagımsızlık isteklerini kamçıladı. Sırp, Yunan ve hatta Mısır ayaklanmaları İmparatorluğun iç bünyesini sarstı ve bunlar giderek bağımsızlık veya özerklik kazandılar. Bu yüz yılda Rus tehlikesi karşısında İngiltere ve Fransa Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü koruma potikası izlediler. Kırım Savaşı’nda bu politika sonucu Rusya’ya savaş bile açtılar. 1838 ticaret anlaşması ile imparatorluk ekonomik bakımdan batının eline geçerken, 1854′den sonra başlayan dış borçlanma ile, 1881′de mali iflasa ve batının mali denetimine girdi. II. Mahmut Islahatı ve Tanzimat da İmparatorluğun kurtuluşu için çözüm olmadı. Genç Osmanlılar’ın çalışmaları 1876′da Kanun-u Esasi’nin ilanını hazırladı. Birinci Meşrutiyet yaşama fırsatı bulamadan 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı bu dönemin sonunu hazırlarken, Abdülhamid’in “İstibdatı” başladı. Bu tarihten sonra İngiltere de koruyucu politikasını terk etti. Ermeni konusu da ilk kez gündeme geldi. Osmanlı İmparatorluğu bundan sonra Almanya’ya yanaştı. Alman siyasi, askeri ilişkisi, Alman ekonomik ihtiraslarını da getirdi. Bağdat Demiryolu projesi bunu simgeledi.

    20. y.y.’a girilirken Abdülhamid’e karşı başlayan Genç Türk hareketi gittikçe kuvvetlendi ve 1908′de II. Meşrutiyeti getirdi. Fakat 31 Mart gerici ayaklanması ile 1909′da iç buhran yaşandı. II. Meşrutiyet de İmparatorluğu kurtaramadı. Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük akımlarının çatıştığı bu dönem, içte buhranlar, anarşi yaratırken, dışta da Trablus ve Balkan Savaşları’nda büyük yenilgi ve tüm Makedonya’nın kaybı ile sonuçlandı. 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı’na Almanya yanında giren İmparatorluğun kaderi de çizilmiş oldu. Bu savaştan çok ağır kayıplarla yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu Mondros Ateşkesi ile kayıtsız şartsız teslim oldu.

    Yüz yıldan beri süren Doğu Sorununun çözümü, Avrupa’nın Hasta Adamının mirasının paylaşılması ile Türk Ulusu’nun dünya siyasi tarihindeki varlığı ortadan kaldırılmak isteniyordu. Savaş içinde gizli anlaşmalarla, İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılmasını kararlaştırmışlardı. Fakat Rusya’da devrim çıkınca anlaşmalar önemini yitirdi. Türk Ulusu’nun hakkında karar verecek en büyük kuvvet İngiltere idi. İngiltere Batı Anadolu’yu Yunanistan’a veriyor, Doğuda bir Ermenistan ve Kürdistan kurmak istiyor, Türk yurdunun geri kalan yerlerini de Fransa ve İtalya ile paylaşıyordu. Ülkenin yağmalanmasına boyun eğen Padişah ve Hükümet, kurtuluşu İngiliz himayesinde görüyorlardı. Halk ve aydınlar çaresizlik içinde, çoğunluk kadere boyun eğmiş görünüyordu. Kurtuluş çareleri arayanlar Padişah – Halifesiz bir çare düşünemiyordu. Kurtuluşu Amerikan mandasında görenler veya yörelerinin kurtuluşunu sağlamak için çalışanlar vardı.

    Birinci Dünya Savaşı’nın sonundaki perişan ve çaresiz durumda, bir tek insan, M. Kemal topyekün kurtuluş ve tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak düşüncesiyle Samsun’a geldi. O’nun yola çıktığı sırada ise Yunanlılar İzmir’i işgal ediyorlardı. Padişah ve Hukümet ise İzmir’i Yunanlılara veren İngilizlerin hala körü körüne her isteğine boyun eğiyorlardı. Düşmanla işbirliği yapan Padişah ve İstanbul Hükümeti’nin bu tutumları karşısında M. Kemal, ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik savaşının esaslarını Amasya’da ulusu ve orduyu Padişah – Halifeye karşı ayaklandırmak şeklinde belirledi. Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde de bu esaslar içinde yeni bir Türk Devleti’nin kuruluşunun ulusal bilinçlenme, idari, siyasi örgütlenmesini de gerçekleştirdi. Misak-ı Milli ile bu esaslar İstanbul’da bir kez daha ortaya konunca İngilizler, İstanbul’u işgal ettiler. Bundan yılmayan M. Kemal, Ankara’da ulusun meşru iradesinin eseri olan ulusal egemenlik prensibini B.M.M. ile ortaya koydu. Fakat bütün bunların gerçekleşmesi çok büyük güçlükler ve olanaksızlıklar içinde yapılıyordı. Bir yandan İtilaf Devletleri ve Yunan saldırısı ve baskıları bir yandan Padişah ve İstanbul Hükümeti’nin M. Kemal ve B.M.M.’ni gayri meşru ilan etmesi, Türk Ulusu’nu olumsuz yönde etkiledi. Türk Ulusu, yüzlerce yıldan beri dini ve geleneksel iktidar kabul edilen Padişah – Halife ile bu değerleri yıkan ve yerine ulusal, egemenlik değerleriyle ulusu bir araya toplamak isteyen M. Kemal hareketi arasında bir süre bocaladı. Yer yer B.M.M.’nin otoritesine karşı ayaklanmalar çıktı.

    Doğu Anadolu’da Ermenilere, Güneyde Fransızlara karşı savaşıldı. Batıda Yunan Taarruzu ve iç ayaklanmalara karşı Kuva-yı Milliye ile çözüm bulan B.M.M. daha sonra düzenli ordu kurar. I. ve II. İnönü Savaşları ile ilk askeri başarılarını sağladı. Diğer yandan dış ilişkilerde Sovyetler Birliği ile Moskova Antlaşması’nı imzaladı. Sakarya Meydan Savaşı’nda Yunan Ordusu’nu yendi. Fransa ile de anlaşan Türkiye İtilaf blokunu da parçaladı. 26 Ağustos 1922′de başlayan ve 9 Eylül’de İzmir’de Yunan Ordusu’nun denize dökülmesi ile son bulan Büyük Taarruz, Türkiye gerçeğini ve Türk Ulusu’nun yenilmez azmini bütün dünyaya kanıtladı. Askeri başarısını Mudanya Ateşkesi ve Lozan Antlaşması ile de onaylattı. Emperyalizme karşı yapılan bağımsızlık savaşını kazanan, “Türk Mucizesi”ni yaratan Türkiye’nin bu başarısı bütün Mazlum Uluslara örnek oldu.

    M. Kemal Kurtuluş Savaşı’nın bittiği yerde; Türkiye’nin çağdaşlaşma savaşını başlattı. 1 Kasım 1922′de Saltanat’ın kaldırılışı ve 29 Ekim 1923′de Cumhuriyet’in İlanı ile Türkiye yeni devlet sistemini Fransız Devrimi ile ortaya konan insan haklarına dayanan “Ulusal ve Laik Devlet”i gerçekleştirmiş oldu. Ancak, çağdaş devlet ve ülke olma mücadelesi için Türk Devrimi’nin başarılması için Cumhuriyet döneminde Atatürk ‘ün yeni mücadele vermesi gerekiyordu.

  8. #16

    Esas

    tarih göründüğü gibi değil

Sayfa 2/5 İlkİlk 1234 ... SonSon

Gönderi Kuralları

  • Yeni konu açamazsınız
  • Konulara cevap yazamazsınız
  • Yazılara ek gönderemezsiniz
  • Yazılarınızı değiştiremezsiniz
  •