Sayfa 3/5 İlkİlk 12345 SonSon
Arama sonucu : 36 madde; 17 - 24 arası.

Konu: Tarihi olaylar ve kişiler

  1. #17

    Esas

    image den resim atamıyorum

  2. #18

    Esas

    KURBANIN TARİHÇESİ
    İnsanoğlu, sıkıntılarından kurtulmak isteği olduğu kadar, şükür etmek için, bereket getirilmesi, fırtınalardan, sel vb afetlerden kurtulmak için, kendinden güçlü olan varlıklara, tanrılara, Allah’a kurban kesmişlerdir. Hazreti İbrahim’in oğlu İsmail’i Tanrı adına kesme girişimi öyküsünü hepimiz biliriz. Hazreti İbrahim

    20 BİN KİŞİ BOĞAZLARI KESİLEREK KURBAN EDİLDİ.

    Bugünkü Meksika topraklarında, M.S. 400 – 1500 yılları arasında büyük bir uygarlık yaratan Aztekler, yaptıkları kanlı törenler ile de tanınıyordu. Huitzilopochtli adlı Güneş Tanrısı’nın şefkatini kazanmak için insan kalplerini yiyen ve kanlarının içilmesine inanan halk, dini törenlerde de tüyler ve kâğıttan yapılan yılanlar ile süslenen çoğu mahkûm olan kişileri kurban seçiyordu. Rahipler, flüt eşliğinde yapılan törende, taş bıçak ile kurbanların kalbini çıkarıyor ve vücudu, piramidin basamaklarına atıyor, kalbin üzerine biber koyarak yiyordu. Yağmur Tanrısı Tlaloc’a, 4 –7 yaşları arasındaki çocukları getiren ve boğazlarını keserek kurban eden toplumda, en büyük kitlesel kurban, 1487′de Mayor Tapınağı’nın açılışında 20 bin kişinin sunaklarda kurban edilmesiyle olmuş ve bu iş 4 gün 4 gece sürmüştü.

  3. #19

    Esas

    Resmi raporlarda Dersim katliamı: 13 bin kişi öldürüldü’


    CHP’li Onur Öymen konuştu arşivlerde kalan tarihi belgeler yeniden gündeme gelmeye başladı, Dersim’le ilgili Dördüncü Umum Müfettişlik raporuna göre olaylarda 13 bin 160 kişi öldü, 11 bin 818 kişi sürgün edildi.

    Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık’ın, Dersim araştırmasında ulaştığı yüzlerce belge ve fotoğraf kitap oluyor. Belgelerde ölenlerin ve sürgüne gönderilenlerin gerçek sayısının yer aldığı bir raporla, olaylar sırasındaki fotoğraflar da bulunuyor.

    CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in TBMM’deki konuşmasıyla gündeme gelen ‘Dersim İsyanı’ ve devletin düzenlediği harekâtla ilgili 71 yıldır gizli kalmış belge ve fotoğraflar gün ışığına çıktı. 1937-1938 yıllarında harekâta katılan asker ve subayların, dönemin emniyet müdürlerinin, vali ve kaymakamların kişisel arşivlerinden isyanla ilgili hiç bilinmeyen yüzlerce fotoğraf ve yazılı belgeye ulaşıldı. Belgeler arasında, ölenlerin ve sürgüne gönderilenlerin gerçek sayısının bulunduğu bir raporla, isyanın liderlerinden olduğu öne sürülen Seyit Rıza’nın idam kararının alındığı mahkeme çıkışında oğluyla kol kola görüldüğü fotoğraf da bulunuyor. Bölgenin önemli aşiret reislerinden Şahin Ağa ve amcasının cansız bedenini, askerlerin mağaralara düzenlediği baskınları ve halkın çaresizliğini gösteren fotoğraflar da dikkat çekiyor. Bir başka karede ise askerlerin gözetimindeki kadın aynı anda iki çocuğunu birden emziriyor. Fotoğrafların birinde ise harekât emrini veren dönemin Başbakanı İsmet İnönü, Hozat ziyaretinde görülüyor.

    4. UMUM MÜFETTİŞLİK RAPORU
    Dersim olaylarıyla ilgili 9 yıl boyunca araştırma yapan Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık, arşivindeki bu önemli belgeleri ilk kez SABAH’la paylaştı. Harekâta katılmış, hayatta kalan asker ve bürokratlara, ölenlerin akrabalarına ulaşan Saltık; sahaflar, müzayedeler, özel koleksiyoncular ve İngiliz Ulusal Arşivleri’nden de yararlanarak, kendi tabiriyle ‘çuvallar dolusu belge ve yüzlerce fotoğrafa’ ulaştı. ‘Katliam’ olarak nitelendirdiği Dersim olaylarında ölen ve sürgüne gönderilenlerin sayısının yanlış bilindiğini söyleyen Saltık, “Harekâtın başında olan bir subayın Dördüncü Umum Müfettişlik raporuna ulaştım. Bu rapora göre, 13 bin 160 sivil ölü var. Sürgüne gönderilen hane sayısı 2 bin 258. Kişi sayısı ise 11 bin 818″ diye konuştu.

    “KAN İÇER İNSAN ETİ YERLER”
    Dönemin Ovacık Kaymakamı’nın Ankara’ya yazdığı bir rapora da ise Tunceliler’in kan içip, insan eti yediği, güneşe taptığının yazıldığını anlatan Saltık, “Harekât için daha ne bekliyorsunuz demeye getirmiş. Bir müzayedede o dönemin Tunceli Emniyet Müdürü’nün fotoğraf albümünü de ulaştık. Harekat sırasında çekilmiş fotoğraflardı. Bir vali muavinin arşivini de bulduk, ölenlerin tek tek fotoğrafları var” dedi. Belge toplarken zorlandığını da ifade eden Saltık, nedenini şöyle anlatıyor; “Bazıları hiç konuşmazken bazıları anlattıklarının kayıt altına alınmasını tercih etmedi. Konuştuklarının öldükten sonra yayımlanmasını isteyenler oldu. Kimi ’12 Eylül’de solcular bizi öldürür’ korkusuyla elindeki tüm fotoğrafları imha etmiş. Araştırmalarım sonucu şunu gördüm ki, Dersim hareketine katılan askerlerin, subayların çoğu bir daha eski haline dönememiş. Çoğunun söylediği aynı: ‘Çok kötü şeyler yaptık’.”

    BU DA JANDARMANIN DERSİM ANDICI
    Jandarmanın 1931′de tuttuğu Dersim raporunda, “Kızılbaş, Sünni’yi sevmez, kin besler ona ezelden beri düşmandır” deniyor. Türklüğü telkin için 2 okul açılması öneriliyor
    Jandarma Umum Kumandanlığı’nın (Jandarma) 1931 yılında Dersim’le ilgili tuttuğu raporu ortaya çıkardı. Tutulan raporlar, bir kitap haline getirildi ve sadece 100 adet basıldı. Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi’nin raflarında bulunan “Dersim” kitabında; aşiret, aşiretlerin yapısı, hükümete yakın olanlar olmayanlar, devlet karşıtı aşiretlerin içlerine sızma yöntemleri ile Batı’ya göç ettirilen aşiretlerin listesine yer veriliyor.

    KILIÇDAROĞLU’NUN AŞİRETİNE
    Cumhuriyet döneminde, Dersim’de devlete karşı ayaklanan, kendi içlerinde işbirliği yapan aşiretlerin tümü sürgün ediliyor. Sürgünde Trakya ilk adres oluyor. CHP’li Onur Öymen için ‘gereğini yapsın” diyen partisinden Kemal Kılıçdaroğlu’nun isyancı dedesinin Kureyşanlı Aşireti, Tekirdağ’ın Saray kazasına gönderiliyor. Trakya’ya sürgüne gönderilen 347 aileden 3 bin 470 kişinin ulaşım masrafları devletin kasasından çıkıyor. Botanlı Aşireti Edirne (Uzunköprü), Koç Uşağı Aşireti ve Hozat Reisleri Balıkesir (Balya), Şadilli Aşireti Balıkesir ( Bandırma), İksor Aşiret Reisleri (Kırklareli), Balabanlı Aşiret Reisleri Çorlu’ya gönderiliyor.

    KİM BU DERSİMLİLER
    Rapordaki en dikkat çekici bölüm ise devletin bakış açısını ortaya koyması açısından Dersimliler’le ilgili tespitler:
    Konuştukları dil Zazacadır.
    Dersim kalabalık ve çok silahlıdır. Dersim’de silah toplamak gün ve ay işi değildir. İki sene işidir.
    Türk ve Türklüğü telkin etmek için iki mektep açılmalı.
    Hükümete karşı tamamıyla anarşiktir.
    Dersim hükümeti cumhuriyet için bir çıbandır.
    Dersimliler askerlik yapmazlar.
    Zaza kadını, Türkmen ve Yörük kadınları gibi cinsi temasa pek düşkündür.
    Türkmen kadını gibi evinin işlerini çevirir.
    Yavuz Sultan Selim’in gazabı olmasaydı bugün güzel Türkiyemiz’de tek bir Sünni’ye tesadüf etmek imkanı belki de mümkün olmayacaktı.
    Aleviliğin en kötü ve tefrika değer cephesi Türklük’le aralarındaki derin uçurumdur. Bu uçurum Kızılbaşlık itikadıdır.
    Kızılbaş, Sünni Müslümanı sevmez. Kin besler, onun ezelden düşmanıdır.
    Kızılbaşları, yuvarlak kafası, geniş alnı basık yüzü ile gözlerinin daima akın yollarını, uzakları araştıran cevvaliyeti ile Türk neslinden ayrı bir nesle bağlamak güç bir iş olur.
    Dersim; Türk, Faris, Asur, Ermeni, Arap gibi milletlerin tortularını almış bir mıntıkadır.
    Ermenilik Dersim içinde şimale gittikçe kesafetini kaybetmiş ve ancak kasabalar ve onların yakınında barınıp taşamamış ve hiçbir zaman Dersim umum nüfusunun yüzde 20′sini aşamamıştır. Harbi umumiden sonra izlerini bırakarak ölmüştür.

  4. #20

    Esas

    DP Dönemi Siyasi Gelişmeleri ve 1954 – 1957 Seçimleri
    Yazıyı derleyen: İsmail Akkaya on May 27th, 2009 // Yorum yok

    C) DP’nin Atatürk İlke ve İnkılaplarından Uzaklaşıldığı İddiası:
    Demokrat Parti yukarıda bahsedildiği üzere iktidara gelir gelmez dini açılımlı bazı icraatlarda bulunmuştu. 18 yıldır Türkçe okunmakta olan ezan tekrar Arapça aslıyla okunmaya başlanmış, okullarda din dersi konulmuş, imam hatip okulları ve ilahiyat fakülteleri açılmış, yurt genelinde cami sayısı giderek artmıştı. Bazı tarikatlar Kur’an kursları açmaya başlamış ve daha serbest hareket etme olanağı bulmuş, Ankara Radyosundan her hafta Cuma sabahları Kur’an-ı Kerim okunmuş, daha sonraları Mevlid yayınları yapılmıştır. Tek parti döneminde kapatılmış olan bazı türbeler ziyarete açılmıştır.

    Tüm bu gelişmeler özellikle CHP’yi kaygılandırmış ve DP iktidarı döneminde Atatürk Devrimlerinden ödün verildiği propagandası sıklıkla yapılmıştır. Özellikle iktidarın kendisine yakın bulduğu İslamcı basını desteklediği yolunda çeşitli söylentiler git gide yayılmaktaydı. Bu uygulamalar DP’nin bazı sıkı önlemler alması sonucunu doğurmuş ve basın üzerinde sansürü ağırlaştırmış, hatta İslami görüşte yayınlar yapan bazı basın-yayın organlarını kapatma yoluna gitmiştir.

    Yeni iktidarın; muhalefete ve memleketin sağduyulu insanlarında yarattığı ilk hayal kırıklığı, daha doğrusu bunun davet ettiği endişe, yeni Başvekil Adnan Menderes’in 20 Mayıs 1950’de okuduğu hükümet programı nutku ile başladı. Bu nutukta Atatürk’ün bir defa olsun adı geçmiyordu. Demek ki, karşılaşılan yalnız bir parti iktidarının değişmesi değildi. Yeni bir parti iktidarının değişmesi değildi. Yeni bir parti iktidarının gelişi şeklinde bir siyasi değişiklik veya çok partili rejime geçiş şeklinde bir rejim değişikliği karşısında değildik. Sanki geçmişin, milli gururu besleyen hatıralarına karşı bir kopuş vardı. Menderes bu ruh halini, 14 Mayıs inkılabının, gelmiş geçmiş bütün inkılapların en önemlisi olduğunu ilan ederek açığa vuruyordu. Bu ruh hali, Menderes’in Demokrat parti iktidarının sonuna kadar, bütün davranışlarına hakim olacaktır.[1]


    Bu dönemde Ticaniler denilen bir tarikatın, Demokrat Parti’nin Atatürkçülükten uzak bir siyaset sergilemesinden aldıkları cesaretle Atatürk büstlerine saldırmaya başladığı şayiaları da dillerden düşmüyordu. Bu söylentiler Demokrat Parti’yi zor duruma düşürüyordu. Bu durum karşısında iktidar, 1951 Temmuz’unda 5816 sayılı “Atatürk’ü Koruma Kanunu” çıkarmış ve bu tür fiillerle, Atatürk’e tahkir, küfür, aşağılama vb. nitelikli yazı ve sözlere 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezaları getirmiştir. Bu kanun günümüzde de geçerliliğini korumaktadır.


    D) Soğuk Savaş Yılları ve Türkiye’nin NATO’ya Üye Olması:
    II. Dünya Savaşı sonunda Sovyet gücü karşısında paniğe kapılan Avrupalı devletlerin, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’un 17 Mart 1948’de imzaladıkları “Brüksel Anlaşması” ile ortaya çıkan ortak savunma programının iki kutuplu dünya düzeninin şartlarına uymaması Kuzey Atlantik Anlaşması teşkilatını doğurmuştur. Savaş sonunda Batı dünyasının tartışmasız lideri konumuna yükselen Amerika Birleşik Devletleri’ni dışlayacak bir Batı savunma sistemi ne mümkün ne de anlamlıdır. Nitekim Brüksel Anlaşmasını imzalayan beş ülke ile Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada arasında başlayan görüşmelere İtalya, İzlanda, Danimarka, Norveç ve Portekiz de katılmıştır. 4 Nisan 1949’da NATO kurulmuştur.[2]

    II. Dünya Savaşı sonunda dünya iki kutuplu bir sisteme geçmiş, komünist yayılmadan çekinen Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa devletleri ABD’nin liderliğinde 1949’da Washington Antlaşması’yla kurulmuştur. Temel amaç üye ülkelerin güvenliğini sağlamak, komünist bloğun yayılmasını engellemek, askeri ve stratejik konularda ortak hareket etmek vb. hedeflerden ibarettir. ABD bu dönemde Batı Avrupa ülkelerinde birçok askeri üsler oluşturmuştur. Üye ülkeler birbirlerinin askeri güvenliğini ve toprak bütünlüğünü, bağımsızlıklarını korumayı güvenceye almışlar ve Nato üyesi bir ülkeye yapılmış olan bir saldırıyı tüm Nato üyesi ülkelere yapılmış kabul edeceklerini anlaşma ile garanti altına almışlardır.

    Doğu bloku adı verilen Doğu Avrupa’daki bazı sosyalist rejimle yönetilen ülkeler ise bu girişim karşısında Sovyetler Birliği liderliğinde 1955 yılında Varşova Paktı’nı kurmuş ve dünya “Özgür Batı Bloku” ile “Sosyalist Doğu Bloku” olarak ikiye bölünmüş ve bu bölünüş de soğuk savaşın temellerini atmıştır. Varşova Paktı ülkeleri de kendi aralarında askeri ilişkilerini ve işbirliğini güçlendirmek için bir takım ikili anlaşmalar yapmışlardır. Bu pakta üye 8 ülke vardı. Bunlar, Sovyetler Birliği, Polonya, Romanya, Macaristan, Arnavutluk, Doğu Almanya, Bulgaristan ve Çekoslovakya’dan oluşan ülkelerdir. Bu ülkeler, o dönemde dışa son derece kapalı oldukları için “demir perde” ülkeleri olarak da anılmaktaydı.

    Pro-Sovyet Balkan ülkelerinin hızla silahlanması ve Yugoslavya üzerinde artan Sovyet baskısı NATO Başkumandanı Eisenhower’ın kuvvetlerinin güney-doğu kanadını güçlendirmek istemesi ve Batı Avrupa’ya yönelik bir Sovyet saldırısı durumunda Sovyetler Birliği’nin Kafkasya ve Urallar bölgesine düzenlenecek hava akınları için Türkiye’de kurulacak hava üstlerine duyduğu ihtiyaç ve Ortadoğu bölgesinin artan önemi Türkiye’nin NATO’ya alınışını sağlamıştır. Türkiye’nin Kore Savaşı’na katılması ve Kore Türk Tugayı’nın gösterdiği başarıların NATO’ya girişi ne ölçüde etkilediği ayrı bir tartışma konusudur. Türkiye, Yunanistan’la birlikte 16-20 Eylül 1951 tarihleri arasında toplanan NATO Bakanlar Konseyinin verdiği olurla ittifaka katılmış, katılma ile ilgili ek protokol Ekim 1951’de imzalanmıştır.[3]

    Türkiye’nin NATO’ya üyeliğine Batı Avrupa devletleri uzun süre karşı çıkmışlar; Ortadoğu’nun bir parçası sayılan Türkiye ile kendi bölgelerinin ortak yönlerinin olmayışı, Türkiye’nin ittifaka dahil edilişinin kendileri açısından bir yararının olmayacağı ve sorunlu bölge olan Ortadoğu’nun meselelerinden uzak durmak istemeleri bu görüşte olmalarına yol açmıştır. ABD açısından ise Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik konumu, Sovyetler Birliği’nin tehdidi altında olması, Ortadoğu’nun kendisi açısından önemi Türkiye’nin üyeliği önem arz etmekteydi. Türkiye açısından bakıldığında ise, Sovyetler Birliği’nin Doğu Anadolu’da toprak ve Boğazlarda ayrıcalık elde etme idealinde olması ve değişen dünya şartlarında kendisini Batı’ya yakınlaştırmak istemesi böyle bir birlikteliği gerekli kılmıştır.

    Türkiye, ittifaka üyeliği hızlandırmak için ve sol görüşlü Türk aydınlarının karşı çıkmalarına rağmen 1950 yılında Kore’ye 5090 kişilik bir Tugay göndermiştir. İskenderun’dan hareket eden Türk tugayı yaklaşık bir ay süren deniz yoluyla Kore’ye varmış ve Kore’de, eşine nadir rastlanır dillere destan bir kahramanlık örneği sergilemiştir. Özellikle Kunure Savaşı’nda gösterdiği kahramanlık ve üstün cesaretiyle Amerikan bir Amerikan birliğini Komünistler karşısında yok olmaktan kurtarmıştır. Bu savaşta Türk askerleri zaman zaman yaralı Amerikan askerlerini kilometrelerce omuzlarında taşımışlardır. Türkiye 18 Şubat 1952 tarihinde Yunanistan’la birlikte NATO’ya resmen üye olmuşlardır.

    Türkiye’nin NATO’ya girmesini yalnızca Sovyet tehdidine karşı güvenlik sağlamak açısından değerlendirmek eksiktir. Üzerinde en çok durulan Sovyet tehdidi, Türkiye’de zaten var olan isteği güçlendirip hızlandırmıştır. Türkiye, savaş sonu dünyasına çok partili demokratik rejimi kurma çabaları ve çok önemli ekonomik kalkınma sorunlarıyla girmişti. Ekonomik kalkınma olmadan demokrasinin kurulamayacağı, kurulsa bile gelişemeyeceği evrensel olgusundan hareket eden Türk yöneticileri NATO üyeliğini modern Türkiye için gerekli görüyordu. Üstelik savaş sonrası siyasal istikrarsızlık döneminde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de yeni silahlarla ateş gücünün yükseltilmesi gerekiyordu. Türk yöneticileri tüm bu amaçların gerçekleşmesinde dışarıdan gelecek ekonomik ve askeri yardımı bir önkoşul olarak değerlendirme eğilimindeydiler. Dolayısıyla Türk Hükümetinin bakış açısına göre, Türkiye’nin NATO üyeliği ekonomik, siyasal ve askeri gelişme amaçlarına yardım edecekti.[4]

    Ancak NATO’ya girildikten sonra Türk ordusu, Amerikan çıkarlarının belirlediği Amerikan global stratejisinin bir unsuru durumuna gelmiştir. Yani artık genel stratejinin sadece bir parçasıdır. Bu çerçevede Türk Genelkurmayı talimnameleri dahi hazırlanmaktan vazgeçip İngilizce’den tercümeye yönelecektir. Amerikalılar yaptıkları baskılar neticesinde Harp Akademilerinde eğitim kısalmıştır. 1949-1950’ye kadar 3 yıl olan öğretim süresi Amerikan usulüne göre aralarında en az 2 yıl aralık bulunacak şekilde 2 eğitim yılına indirilmiştir.[5]


    E) Balkan Paktı:
    Türkiye, NATO’ya 1952 yılında üye olup güvenliğini sağlama yolunda olumlu bir adım atmış ve özellikle Sovyet tehdidini bir ölçüde nötürize etmiştir. Ancak Trakya sınırını da güvence altına almanın yolunu araması ve özellikle ABD’nin bu konudaki ısrarlı teşvikiyle Türkiye’yi bazı Balkan ülkeleriyle yapmış olduğu işbirliği ve savunma anlaşması yapma yoluna gitmiştir.

    Menderes’i Balkan Paktı fikrine iten bu jeopolitik anlayış olduğu gibi, aynı zamanda ABD’nin Yunanistan’ı olduğu gibi, Türkiye’yi de Yugoslavya ile askeri işbirliğine zorlaması/itmesidir. Balkan Paktı’na giden yolu 1948’de Stalin-Tito çekişmesi sonucunda, Yugoslavya’nın Kominform’dan ayrılması açmıştır. Bu durum ABD’nin Yugoslavya’ya mali yardım yapmasını beraberinde getirmiş, Yugoslavya ile Yunanistan arasındaki ilişkiler düzelme sürecine girmiştir. ABD Balkanlar bölgesinde Sovyet etki sahası olmaktan çıkan Yugoslavya’yı dolaylı da olsa Batı güvenlik kuşağına dahil ederek, Balkanlarda doğan güç boşluğunu giderme politikasına yönelmiştir. Böylelikle Türkiye-Yunanistan-Yugoslavya arasında 1952 yılında hükümet temsilcileri düzeyinde görüşmeler sürmüş, bir savunma birliği konusunda görüşler berraklaşmaya başlamıştır. Nitekim Tito, 7 Ağustos 1952’de Belgrad’da bulunan bir Türk heyetine şöyle demiştir: İlişkiler öyle bir noktaya gelmiştir ki, yalnız siyasi ve ekonomik değil, aynı zamanda askeri işbirliği de düşünülebilir.[6]

    Menderes, Yugoslavya’nın NATO’ya alınması gerektiği inancı ile NATO konseyine resmi öneride bulunmuştur. Ancak Tito, Yugoslavya ile İtalya arasındaki Trieste Sorununu ileri sürerek NATO’ya girmeye yanaşmamıştır. Bu değişik yaklaşımları bağdaştırmak için bulunan çözüm, Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında 28 Şubat 1953’te Ankara’da bir Dostluk ve İşbirliği Anlaşmasının imzalanması olmuştur. Anlaşmaya göre üç devlet ortak çıkarlarıyla ilgili konularda birbirlerinin görüşlerini alacaklar, Türk Yugoslav ve Yunan dışişleri bakanları yılda en az bir kez toplanacaktır. Üç ülke 6 Ağustos 1954’te Yugoslavya’nın Beld kentinde imzaladıkları anlaşma ile Pakta yeni bir karakter vermişlerdir. Anlaşmaya göre üç devlet, içlerinden birine veya birkaçına ülkelerin herhangi bir yerinde vuku bulacak silahlı tecavüzü bütün akit taraflara tevcih edilmiş kabul etmektedir.[7]

    Stalin’in Mart 1953’teki ölümü ile tekrar iyileşme sürecine giren Sovyetler Birliği – Yugoslavya ilişkileri sonucunda Yugoslavya pakta gereken ilgiyi ve önemi göstermemiş ve bu durumda paktın amacını ve işlevini etkisiz hale getirmiştir. Öte yandan Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs sorunundan kaynaklanan bunalım ve gerginlik paktın uzun ömürlü olmayacağının açık işaretiydi. Pakt ancak 1960 yılına kadar varlığını devam ettirebilmiş, bu tarihte tarafların ortak kararlarıyla sona ermiştir.


    F) 1954 Seçimleri:
    DP, 1953‘te CHP’nin bütün mal varlığını haksız iktisap diye nitelendirerek hazineye geçiren bir yasa çıkarttı. (14 Aralık 1953) Bu, ana muhalefet partisinin etkinlik olanaklarını kısmak için bir hareketti. Fakat DP’nin alerjisi CHP ile sınırlı değildi. Her türlü muhalefete karşı olmalıydılar ki, Atatürk ve devrimlerinin aleyhindeler diye Millet Partisi de kapattırıldı. (8 Temmuz 1953)[8]

    1954 seçimlerinde DP oyların % 57’sini, CHP % 36’sını aldı. CHP’nin sandalye sayısı 21’e indi.[9] 2 Mayıs 1954’te yapılan seçimin sonuçları şöyledir:

    Kayıtlı Seçmen Sayısı: 10.262.063

    Oy Kullanan Seçmen Sayısı: 9.095.617

    Seçime Katılma Oranı: % 88

    Cumhuriyet Halk Partisi: 3.161.696

    Cumhuriyetçi Millet Partisi: 434.085

    Demokrat Parti: 5.151.350

    Köylü Partisi: 57.011

    Bağımsızlar: 137.318


    CHP çökmüş, İsmet İnönü-Nihat Erim ikilisi eleştirilerin hedefine oturmuştur. Bu çöküntü; CHP muhalefetinin kendisini bütün kayıtlardan sıyırmasına, her türlü insaf ölçüsünden ayrılmasına sebep olacak, bu da DP’nin akıl almaz hatalarına yol açacaktır. Şimdi Menderes, seçim sonuçları karşısında duygulanmış “Böyle bir millete hizmet yolunda canım feda olsun” demektedir.[10]


    G) Bağdat Paktı:
    Balkanlardan sonra Ortadoğu bölgesinde de askeri güvenliğini artırma ve işbirliğini sağlamak için Menderes hükümeti döneminde oluşturulmuş bir örgüttür. ABD dışişleri Bakanı John Foster Dulles’in girişimleri ve çabaları sonucu askeri işbirliğine dayalı bir örgüt olarak 1955 yılında kurulmuştur.. Üyeleri Irak, Türkiye, İngiltere, Pakistan ve İran’dan oluşmaktaydı. Bağdat Paktı bazı Arap ülkelerinin tepkisini çekmiştir. Örneğin Mısır ile Suriye bu pakta tepki olarak 1958 yılında “Birleşik Arap Cumhuriyeti” adı altında birleşmişlerdir. Fakat Suriye 1961’de bu birlikten ayrılmıştır. Mısır’ın resmi adı 1971 yılına kadar “Birleşik Arap Cumhuriyeti” olarak kalmıştır.

    Bu birliktelik hakkında Oral Sander şu bilgiyi vermektedir: 1958 Şubat’ında Mısır ile Suriye arasında Birleşik Arap Cumhuriyeti kuruldu. Suriye önderleri önderleri, Sovyet taraftarı Genelkurmay Başkanı ve yerel komünistlerin eylemlerinden korkarak Nasır’a başvurmuşlar ve Nasır da bunu olumlu karşılayınca BAC kurulmuştu. Suriye önderlerinin düşüncesine göre, Nasır’ın Mısır’da komünistlere karşı uyguladığı sert politika ve tedbirler, bu birleşmenin sonucu olarak, Suriye’de de etkili olabilirdi.[11]

    Bağdat Paktı’nın kuruluşu temelde Menderes Kabinesinin Arap ülkeleri ile ilişkilerinde aldığı tavırdan değil Amerikan askeri stratejisinin dayatmasından doğmuştur. Sander, Amerika açısından Bağdat Paktı’nın kurulmasının nedenlerini şöyle sıralar:

    Doğrudan bir Sovyet-Amerikan çatışmasına varacak sürtüşmelerden kaçınmak,
    Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’de egemen bir duruma gelmesini engellemek,
    Bölgedeki kaynaklar ve özellikle petrolün Batı’ya akış yollarını korumak ve sürdürmek,
    İsrail devletinin varlığını sürdürmesini sağlamak[12].

    Arap ülkelerinin, özellikle Mısır’ın şiddetli muhalefetine rağmen 24 Şubat 1955’te Bağdat’ta Türkiye ile Irak arasında karşılıklı işbirliği anlaşması imzalanmıştır. İngiltere 4 Nisan 1955’te, Pakistan 23 Eylül 1955’te, İran ise 3 Kasım 1955’te pakta katılmışlardır. Bağdat Paktı 14 Temmuz 1958’de Irak’ta gerçekleşen ihtilalden sonra Irak’ın pakttan ayrılması ile niteliğini yitirmiş, paktı ikame etmek için CENTO kurulmuş ise de istenilen amaca ulaşılamamıştır.[13]

    1958 askeri darbesinin ardından 1959 yılında pakttan ayrılan Irak’tan sonra paktın genel merkezi Ankara’ya taşınmıştır; 20 yıl sonra 1979’da İran ve Pakistan’ın da pakttan ayrılmasından sonra CENTO da Balkan Paktı’nın akıbetine uğrayıp dağılmıştır.


    H) 6 -7 Eylül Olayları:
    Demokrat Parti’nin 10 yıllık tarihinde 6 -7 Eylül olayları oldukça mühim bir öneme haizdir. Olaylar, sadece Türkiye’de değil Batı’da da geniş yankılar bulmuştur. Olayların meydana gelişinin temelinde Kıbrıs sorunu yatmaktaydı. Bilindiği üzere Kıbrıs 1960 yılına kadar İngiltere’nin denetiminde iki uluslu bir toprak parçasıydı. 1955 tarihinde adadaki Rumlar, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak için EOKA terör örgütünü kurarak adadaki Türklere karşı kıyıma başladılar. Lozan’dan o tarihe kadar Türk kamuoyunda pek konuşulmayan bir konu olan Kıbrıs, İngiltere’nin de kışkırtması ile Türkler ve Rumlar açısından milliyetçi duyguların ön plana çıktığı bir kaynar kazana dönmüştür. Olaylar Londra’da İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın Kıbrıs’ın geleceğini ilgilendiren konuların görüşüldüğü konferansın henüz bitmeden başlamıştır.

    Türk Dışişleri Heyeti Londra’da mücadelesini sürdürürken 6 Eylül 1955’te İstanbul’da inanılması güç olaylar oluyordu. Radyo öğle yayınında Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığını bildirmiş, bazı gazeteler de haberi manşetlerine çekmişlerdir. Kıbrıs dolayısı ile gergin olan halkta bu haber barut fıçısına düşen kıvılcım etkisi yapmış, binlerce insan sokağa dökülmüştü. Olayın görüntüsü böyle idi.[14]

    Fakat Beyoğlu’ndaki dükkanlar yakılıp yıkılıyor, malları yağma ediliyordu. Gösteri Rum ve Ermeni vatandaşlarla bunların ev ve işyerlerini hedef almış, tam bir yağma – çapul hareketine dönüşmüştü. Beyoğlu’nu enkaa çeviren binlerce kişiye müdahale edilemiyor, devlet ve hükümet an be an büyük bir sorumluluğa sürükleniyordu.[15]

    O akşam bütün İstanbul’da Rumların binlerce ev ve işyerlerine, kilise ve mezarlıklarına saldırıldı ve yağma ya da tahrip edildi. Bütün İstanbul’da aynı sıralarda aynı hareketin olabilmesi bir düzen olduğu izlenimi veriyordu. Polis önceleri seyirci, sonra da çaresiz kalmıştı. Olay gece yarısı ordu birlikleri tarafından bastırılabildi. Sıkıyönetim ilan edildi ve işi komünistler yaptı diye birçok solcu tutuklanıp aylarca hapis yattıktan sonra aklandılar. Daha sonra Yassıada’daki Adalet Divanı 6/7 Eylül olaylarını Bayar, Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve İçişleri Bakanı Namık Gedik tarafından düzenlendiğine karar verdi. Yunan makamları ise Atatürk’ün evine bomba atmaktan sorumlu birkaç Türk yakaladılar, bunlar mahkum oldular. Bunlardan biri daha sonra Türkiye’de valilik yapacaktı. Öyle görünüyor ki, 6/7 Eylül olayı, Tan olayı gibi ama çok daha geniş çapta, ülkemizde devletin hukuk dışına çıkmasının üzücü bir başka örneğidir. DP, meclis soruşturması önerisini de reddettirdi. Bir tek Namık Gedik istifa etti.[16]

    Olayların bilançosu çok ağır oldu. 7 Eylül’de İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildiğinde, ardında pek çok yaralı bırakmıştı ve maddi hasar çok ağırdı. Mahkeme kayıtlarına dayandırılarak verilen sayılara göre, 4214 ev, aralarında 21 fabrikanın bulunduğu 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 azınlık okulu, 5 spor kulübü, 2 mezarlık tahrip edilmişti. Saldırılar sırasında tecavüz olayları da yaşanmıştı. İzmir’de ise 14 ev, 6 dükkân, 1 pansiyon, Yunan Konsolosluğu, Katolik Kilisesi, Fuar’daki Yunan pavyonu ve İngiliz Kültürevi tahrip edildi. Dönemin İzmir gazeteleri 7 kişinin ağır, 50 kişinin hafif yaralı olduğunu yazıyordu. İzmit ve Adapazarı’ndan gelen yağmacılar geri dönmek üzere Haydarpaşa istasyonuna geldiklerinde, üzerlerinde yağmaladıkları mallarla yakalandılar. Bunların büyük bir bölümünün başka şehirlerden getirildiği ortaya çıktı. (Örneğin Sivas’tan 145, Trabzon’dan 117, Kastamonu’dan 116, Erzincan’dan 111kişi) Kaynaklara göre, olaylardan sonra İstanbul’da 5104, İzmir’de 424, Ankara’da ise 171 kişi tutuklanmıştı. Ne var ki bunların çok büyük bir kısmı bir süre sonra serbest bırakıldı ve ceza alanlar küçük bir azınlığı oluşturdu[17]


    I ) 1957 Seçimleri:
    1957 seçimleri CHP’nin yükselişi ile sonuçlandı. Ekonomik sıkıntılar, siyasi kavga ve çekişmeler, DP’deki bölünme ve 7 yıllık bir iktidarın doğal sonucu olan yıpranma, seçim sonuçlarını DP aleyhine etkiledi. Ama DP yine birinci partiydi ve yine iktidara getirilmişti. 27 Ekim 1957 seçimlerinin sonuçları şöyledir:

    Kayıtlı seçmen Sayısı: 12.078.623

    Oy Kullanan Seçmen Sayısı: 9.250.949

    Seçime Katılma Oranı: % 76.6

    Cumhuriyet Halk Partisi: 3.753.136 (% 40.5)

    Cumhuriyetçi Millet Partisi: 652.064 (% 7.05)

    Demokrat Parti: 4.372.621 (% 47.26)

    Hürriyet Partisi: 350.597 (% 3.78)

    Bağımsızlar: 4994 (% 0.05)


    DP’nin oy oranı bu seçimlerde % 50’nin altına indi. Muhalefetin toplam oy oranı % 50’nin üstüne çıktı. Çoğunluk sisteminin garipliği bu seçimde de kendini gösterdi. DP’ye oy verenlerin sayısı CHP’ye oy verenlerin sayısından sadece 619.000 kişi fazla idi. Ama DP 419 milletvekili ile yine iktidardı. Bütün muhalefet oyları ise DP’nin aldığı oydan 388.000 oy fazla idi. Sonuçlara bir seçim sonucu olarak değil, bir referandum sonucu olarak bakarsak DP’nin başarısını sürdürdüğü anlaşılır. Halk DP’nin iktidarının devam etmesini istediğini, başarılı olmadığı takdirde iktidardan uzaklaştırmak için bir dönem daha beklemeyeceğini söylemişti. DP’nin Ankara’da kaybetmesinden, CHP ayrı bir moral kazandı.[18]

    Gerek CHP yöneticileri, gerekse CHP’li yurttaşlar seçimlerde hile yapıldığı kanaatindeydiler. İnönü’nün ve CHP yöneticilerinin, DP’nin seçimi seçmen sandık kütüklerinde yapılan tahribatlar ve DP’li militanların birçok sandıkta oy kullanarak kazandığına olan inançları CHP yönetimini sert bir tutuma sevk etmişti. İnönü, 29 Ekim’de TBMM’de Bayar, Koraltan ve Menderes’in kutlama törenlerine ve Anıtkabir’de yapılan resmi tören ile hipodromdaki resmi geçide katılmama kararı almıştı ve böylece DP’ye karşı 27 Mayıs 1960’a kadar sürecek olan şiddetli mücadelesini başlatmıştır.[19]

  5. #21

    Esas

    Osmanlı Devleti’ndeki Ermeniler Hakkında
    Yazıyı derleyen: H.Sanem Erkan on Mar 23rd, 2009 // Yorum yok

    Türk toplum hayatını son yirmi beş seneyi aşan bir süredir Ermeni sorunu işgal etmektedir. 23 Ocak 1973′te Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet Baydar ve yardımcısı Bahadır Demir ile Santa Barbara’da Baltimor Oteli’nde görüşmeye gittikleri 77 yaşlarındaki Mıgırdıç Yanıkyan tarafından tabanca ile vurularak öldürülmüşlerdi. Ardından da yıllarca Ermeni Terörü sürüp gitti. Özellikle 1980′li yıllarda ülkemizde Osmanlı-Ermeni ilişkileri ile ilgili yayınlar yapıldı, toplantılar düzenlendi. Dünyanın başka ülkelerinde de aynı sorun, aynı konu hep gündemde tutuldu. A.B.D.’de Ermeniler Senato’dan 24 Nisan’ın Ermeni Soykırımı Günü ilan edilmesine çaba gösterdiler. Netice alamamakla birlikte, isteklerinden de pek vazgeçmiş görünmüyorlar. Bu sorun ısıtılıp ısıtılıp zaman zaman yine gündeme gelecek gibi görünmektedir. Nedir, ne anlama gelmektedir 24 Nisan? Birinci Dünya Harbi içerisinde 24/25 Nisan 1915 gecesi İstanbul’da 500 kadar Ermeni tutuklanır, aralarında doktorlar, avukatlar, gazeteciler, din adamları da vardır.




    Bunlar Ermeni İhtilal Örgütü üyesi olduklarından Anadolu’ya sevk olunurlar. Anadolu’nun özellikle Doğu ve Güney-Doğu kesimlerinde oturan Ermeniler de aynı muameleye tabi tutulurlar. Gönderildikleri bölge Deyr-i Zor ve civarıdır, yani bugün Suriye’de Fırat boyunda bulunan bir kesimdir. Burada hiç Ermeni de yok değildir. 1893′te Deyr’e gelen Max Freiherr von Oppenheim burada bir Ermeni Kilisesi’nin varlığından bahseder. Ebü’l-Fida’ya göre, 1331′de inşa olunmuş, sonradan tahrip edilmiştir.1 Aynı sene Ağustos ayında Deyr’de kendisinin aşçısı da Mardin’li bir Ermeni’dir.2 İsveç’li Sven Hedin Deyr’de 1917 Nisanı’nda bulunur. Arapların siyah çadırları yanında Fırat kenarında yüzden fazla beyaz çadır görür, bunlar İstanbul’dan Halep-Meskene-Rakka yolu ile Deyr’e gelen, gelmeye zorlanan Ermenilerdir. Aralarında Kafkas cephesi hudutlarından gönderilenler de vardır. Sven Hedin bunların sayılarını 5.000 kadar tahmin eder .3

    Ermeni örgütleri ve yandaşları bu sürgün sırasında bir Ermeni soykırımı vukuu bulduğunu iddia ederler, sayısı da açık arttırmadadır. Bu olaylar sırasında bir buçuk-iki milyon Ermeni’nin hayatlarını kaybettiği öne sürülür, halbuki her iki rakam da o tarihlerde bütün Osmanlı hudutları içerisinde bulunan Ermenilerin sayısından fazladır.

    Türkiye’ de bu konu üzerinde çalışanlar ve yayın yapanların ana kaynağı Esat Uras’ın Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi (İstanbul 1976) adlı eseridir. Bazen Türk arşiv kaynakları bazen, Birinci Dünya Harbi esnasında basılan, Ermenilerin Türkleri nasıl boğazladıklarına ait resimli kitaplar kullanılmaktadır.4 Ermeni yandaşları da bunu tersini yapar, ne dereceye kadar objektif olduğu belli olmayan Ermenilerle ilgili hatıralardan yararlanırlar,5 onlar için de resimli, maktul Ermenileri gösteren kitaplar bulunmaktadır. Tahriklerle, kinle birbiriyle amansız bir mücadele veren, yıllarca bir arada dostane yaşamış iki topluluk bahis konusudur. Ringe çıkan ve döğüşen iki boksörden yenen de yenilen de yara bere alacağı gibi, bu olaylar sırasında iki tarafın da elbette kayıpları vardır. Bunlar üzerinde mütemadiyen durmak neye hizmet eder, belli de değildir. Amma büyük bir ihtimalle iki topluluğu kıyamete kadar birbirine düşman etmeye götürür. Bu da çağımızda pek onaylanabilecek bir tutum değildir.

    Türk meslektaşların Osmanlı-Ermeni ilişkilerinde üzerinde durdukları başlıca iki konu vardır: 1. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan bir süre sonra Bursa’dan bir Ermeni din adamını getirterek Ermeni Patriki tayin etmiş, bütün Ermenilerin işlerini ona devretmiştir, tıpkı Rum ve Yahudi cemaatleri için de yaptığı gibi. 2. Ermeni sorunu 1878 Berlin Antlaşması’ndan sonra ortaya çıkmıştır. Şimdi bunlar üzerinde biraz duralım:

    Ermeni Patrikliği Meselesi
    Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra, bu şehirdeki Ermeni cemaatini 1461′de Bursa’dan bir kısım Ermeni aileleri ile birlikte getirttiği Piskopos Ovakim (Ermenice Yovakim)’in emrine vermiş, onların nizamını kendisinden istemiştir. Bu maksatla da Samatya’daki Sulu Manastır Kilisesi’ni Ermenilere tahsis etmiştir, denilir. Bu bilginin kaynağı 1786′da Venedik’te basılan Çamiçyan’ın Ermeni Tarihi adlı eseridir. İstanbul Üniversitesi’nde Edebiyat Fakültesi’nde rektörlük yapan, çok kıymetli bir araştırıcı ve öğretici olan Hrand D. Andreasyan vasıtası ile Türk okuyuculara da intikal etmiştir.6 Bu satırların yazarı da vaktiyle bu malumatı kullanmıştır.7 Lakin 1982′de Princeton Üniversitesi’ndeki bir toplantının bildirileri yayınlanınca, bu bilginin pek de doğru olmadığı anlaşılıyor. Kevork B. Bardakjian ”The Rise of the Armenian Patriarchate of Constantinople” başlıklı makalesinde Çamiçyan’ın yazdıklarını irdeliyor. Hayk Berberian’m bu konuda çalışmalarından bahsederek, İstanbul’ daki Ermeni ruhani liderinin ancak Kanuni Süleyman zamanında marhasa Grigor (1526-1537) ve onun halefi Astuacatur (1538-1543) devrinde güçlendiğini ve 1543′ten sonra da bu ikinciye İstanbul Patrik’i denildiğini, Berberian’dan naklen kaydediyor.8 Stanford J. Shaw da Fatih devrinde Roma ile birleşme düşüncesine karşı olan Gennadios Skolarios’u bütün Ortodoksların dini reisi tayin edildiğini, Ermenilere millet statüsü verilmesinin ise, Memluk Sultanlığı’na karşı Osmanlıları desteklemek şartı ile, Yavuz Sultan Selim zamanında olduğu kanaatini belirtiyor.9



    Bardakjian yüzyılımızın başlarında İstanbul’ da yaşayan Arşak Alpoyaçean’ın görüşlerine de makalesinde yer veriyor. Ermenilerin İstanbul’un fethinden önce de bu şehrin dini denetiminde olduğu, Osmanlı idaresinde ise İstanbul Ermeni Ruhani liderliğinin alanının genişlediğini kaydediyor.

    Bununla beraber, Bardakjian 1462-1487 tarihleri arasında Ankara, Amasya, Sivas, Trabzon ve Kefe’de yazılan Ermeni kolofonlarına dayanarak İstanbul Ermeni Patrikliği’nin o tarihlerde hiçbir yerde en yüksek Ermeni ruhani makamı olarak tanımadığına işaret eder. Kolofon Ermeni papazlarının tuttukları günlüklerdir. Kısa kısa zamanının olaylarını bizlere sunarlar.

    Çamiçyan’ın kaydettiği ve Hrand D. Andreasyan’ın da Eremya Çelebi Kömürçüyan’ın İstanbul Tarihi’ne yazdığı geniş notlarda naklettiği ”altı cemaat” deyiminin de ancak 1764′te Ermeni Patrikhanesi’ne verilen berat’ta zikr edildiğini ilave ediyor. Netice olarak da, eğer Fatih Sultan Mehmet Yovakim’i Bursa ve Ankara’dan getirdiği Ermenilere Patrik tayin etmişse, bu ancak İstanbul ve Galata’da, belki de Üsküdar’da tanınmıştır, hükmüne varıyor.10

    Ermeni Sorununun Siyaset Sahnesine Çıkması
    Bunun 1878′den sonra olduğu doğrudur. Bununla beraber, bazı Ermeniler çok daha önceleri Osmanlı idaresinden kurtulmanın yollarını aramışlar, kendilerine destek bulmak için çabalamışlardır. Mesela 1562′de aslen Tokatlı olan Abgar adlı bir Ermeni, aralarında oğlunun da bulunduğu üç kişilik bir heyet halinde Roma’ya Papa’yı ziyarete gider. Roma’nın teklifi, dönüşünde Abgar’ın Ermeni Kralı ilan edilmesi, fakat Ermeni Kilisesi’nin Roma’nın hakimiyetini tanıması karşılığı kendisine yardım edilebileceğidir. Bu girişim sonuçsuz kalır.11

    1566′da Van’da bin kadar Hıristiyan toplanırlar, üç gün bir arada kalır, fesat çıkartırlar. Olay Van Beylerbeyi tarafından Divan-ı Humayun’a bildirilir.12 Bunlar da Ermenilerdir.

    Zeytun isyanları 1780′de başlar, uzun süre aralıklı olarak devam eder.13 Bu itibarle, bir ülke bütünlüğünü bozmaya çalışanların memleket içinde birilerini bulacaklarını, her zaman kendilerine yardakçılar temin edeceklerini unutmamak lazımdır. Fırsatı düştüğünde de siyasi mahiyet alır.

    Ermeni tehcirini diline dolayanlar, 1828-1829 Osmanlı-Rus Harbi’nde Doğu Anadolu’dan ve İran’dan da 1828′de Rusya’ya türlü vaadlerle göçürülen, sonra da orada perişan edilen Ermenilerden neden bahsetmezler? Bunların sayısı tahmini yüzbini bulmaktadır.14

    17 Mayıs 1915′te de Ruslar Van’ı işgal ederler, şehirdeki Ermeniler onların tarafına geçmişlerdir. Müslümanları katletmeye başlarlar. 80.000 Müslüman Bitlis istikametine kaçmaya başlar. İşgalden önce de Van Ermenilerinin ayaklandıkları, kaledeki zayıf Türk garnizonuna ağır kayıplar verdirdikleri, şehrin de asilerin eline geçtiği Alman Dışişleri Arşivleri’ndeki belgelerle sabittir. Belgeler de İstanbul’daki Alman Büyükelçisi Wangenheim’in raporlarıdır ve yayınlanmışlardır.15 Bu tür belgeler, yayınlar nedense gözardı edilmektedir.

    Ermeniler Osmanlı idaresinde geniş imkanlara sahip olmuşlardır. XVI. yüzyılda Vezir Mehmet Paşa,16 XVII. yüzyılda Kaptan-ı derya ve Sadrazam olan Halil Paşa17 Ermeni asıllıdırlar, Müslüman olmuşlardır. 1523′te Toroslarda Gülek kalesinde oturan 165 hane, 50 bekar yaklaşık 875 kişi Ermenidir, kale hizmetlerinde çalıştıklarından olağanüstü vergilerden (avarız) muaftırlar.18 Karaisalı’da En-Nahşa kalesinde oturan Ermeniler de öşür, cizye ve bad-i hava gibi vergileri vermemektedirler, muaf tutulmuşlardır. Belli ki bazı hizmetleri karşılığında bu bağışıklığı kazanmışlardır.19 XVIII. yüzyılda Divrikli Düzyan ailesinden saray kuyumcuları, Darphane nazırları, Şaşyan ailesinden saray hekimleri, XIX. yüzyılda Bezciyan ailesinden Darphane müdürleri, Dadyan ailesinden Baruthane nazırları,20 Balyan ailesinden mimarbaşılar, II. Abdülhamid devrinde Ermeni hariciyeciler, Balkan harbi sırasında Hariciye Nazırı (Gabriel Noradonghian Efendi) vardır. Midhat Paşa’nın kahyası, yani en önemli yardımcısı Kirkor Odyan Efendi’dir. Kasım 1879′da Osmanlı Dahiliye Nezareti Genel Sekreteri Artin Dadyan Efendi”dir.

    Doğu Anadolu’da oturan Ermeni nüfusun Osmanlı yönetimi buralarda güçlenince kırsal alanlardan büyük ticari şehirlere göçtükleri belgelerle sabittir.21 Osmanlı Tahrir defterleri verilerine göre, şehirlerde toplandıklarından kaza ölçeğinde Hıristiyan nüfus %5 ile 20 arasında değişmektedir. Bunların da ne kadarı Ermenidir, belli değildir, çünkü aralarında Süryaniler de vardır.22

    XIX. Yüzyılda Rusların ve Anadolu’daki misyoner okulları mensuplarının tahriki ile bir kısım Ermeniler ülkelerini terk ederek başka yerlere giderler.23 Rusya’ya göçürülenler dışında, Amerika’ya da 1890-1900 arasında 12.000 Ermeninin göç ettiği, XX. yüzyılın başlangıcında daha da hızlandığı anlaşılmaktadır .24

    1885′ten sonra üç Ermeni İhtilal Örgütü kurulur. Bunlardan birisi Armenakan Partisi’dir. Kurucularından elebaşı Mıgırdıç Portakalyan’ın babası Mikael Portakalyan, gençliğinde Paris’e tahsile gönderilmiş, dönüşte 1858′de Bab-ı Ali Tercüme Odası’nda çalışmış, 1886′da Maliye Nezareti danışmanı, sonra da Ziraat Bankası müdürü olmuştur. Mıgırdıç İstanbul’da Ermeni okullarından biriside öğrenim görmüş, genç yaşta siyasi faaliyetlere girişmiş, zaman zaman yurt içinde, bazen de yurt dışında Ermeni ayrılıkçı çabalarına katılmıştır. 1885′te Marsilya’da Armenia gazetesini çıkartmış, öğrencilerinden dokuzu da Armenaka Partisi’ni kurmuşlardır.25 Mıgırdıç Portakalyan’ın yayınlandığı Armenia gazetesi ve kendi matbaasında bastırdığı beyannameler Maraş’a gönderilerek dağıtılır. Çukurova’ dan ve başka yerlerden Ermeni delikanlılarından ıayık olanlarının seçilerek Avrupa’ya gönderilmeleri, orada eğitildikten sonra tekrar memleketlerine geriye yollanmaları istenmektedir. Gaye Ermenilerin kendilerini idare etmeleri, diğer bir deyimle bir Ermeni Devleti kurulmasıdır.26

    İkinci bir örgüt de Hınçak (Çan) Partisi’dir. 1887′de Cenevre’de Rusya’dan Avrupa üniversitelerine giderek tahsillerine başlayan iyi aile çocuğu yedi genç Ermenidir. Hepsi Marksisttir. Mıgırdıç Portakalyan ile yakın ilişkileri vardır. Anadolu’da Bafra, Merzifon, Arnasya, Tokat, Yozgat, Eğin (Kemaliye), Arapkir ve Trabzon’da örgütlenirler. İstanbul’da da teşkilatları vardır. 15 Temmuz 1890′da Kumkapı nümayişini, Ağustos 1894′te Sasun isyanının, 30 Eylül 1895′te Bab-ı Ali yürüyüşünü, 24 Ekim 1895 Zeytun isyanını bunlar başlatır, yönetirler.27

    Bahis konusu olayların mahiyeti nedir, bunlara da değinmek gerekir.

    Kumkapı Olayı

    Hınçak Cemiyeti üyelerinden bir grup 15 Temmuz 1890 Pazar günü Kumkapı Ermeni kilisesi’ne giderek ayine müdahele ederler, içlerinden birisi Ermeni ıslahatı hakkında bir beyanname okur. Bu olay tarihe Kumkapı Nümayişi olarak geçer. Birkaç gün sonra da olayın elebaşısı Ermeni Patrikhanesi’ne giderek oradaki Türk armasını parçalar, Patrik’i zorla yanlarına alarak Yıldız Sarayı’na yürüyüşe geçerler. Askerler önlerini keser, çatışmada iki taraftan ölenler olur.28

    Sasun İsyanı

    Ağustos 1894′te Diyarbakır Vilayeti’nin Sasun kazasında Hınçak Cerniyeti üyelerinden ve kumkapı olayının faillerinden Haçin (Saimbeyli)’li Hamparsum Boyacıyan’ın tahrikleri sonucu Ermeniler ile Müslüman halk arasında çatışmalar çıkar. Boyacıyan önce Atina’ya kaçıp sonradan tekrar Türkiye’ye gelmiş, birçok şehirlerde halkı tahrikte bulunmuştur. Onun yaptıklarının çoğu zamanının Ermeni gazetelerinden tercüme edilerek Osmanlı İstihbaratına intikal etmiştir.29 23 Ağustos 1894′te Osmanlı kuvvetleri olayı bastırır. Bu olaya 1. Sasun isyanı denilir .30

    Bab-ı Ali Yürüyüşü

    30 Eylül 1895′te Hınçak gurubuna mensup kalabalık bir Ermeni topluluğu Kumkapı’daki Ermeni Kilisesi’nde toplanarak Bab-ı Ali’ye yürüyüşe geçerler, kendilerine sadrazama isteklerini yazılı olarak vermeleri haberi gönderilir, yürüyüşten vazgeçmeleri de emrolunur. Lakin yürüyüşçüler kendilerine hükümet emrini getiren subayı şehid ederler. Büyük devletlerin müdahalesi ile II. Abdülhamit olayı yatıştırmak için askeri birlik kullanmaktan vazgeçer, bunun üzerine halk galeyana gelir. İstanbul’da birkaç gün müslümanlar ile Ermeniler arasında kanlı olaylar cereyan eder.31

    Zeytun İsyanı

    10 Ekim 1895′te Zeytun’un Alabaş köyüne bir tahkikat için giden iki jandarma Ermeniler tarafından bir ağaca bağlanarak yakılır. 24 Ekim’de bir grup ermeni Zeytun’a gelir, plan yaparlar, Türkleri esir alarak öldürürler. Bu olaya ermeni kadınlar bile katılır. Olayın günlüğünü tutan Aghasi adlı Ermeni 20.000 Türkü öldürdüklerini, bunların 13.000′inin asker olduğunu kaydetmiştir.32 İsyanı çıkartanlardan elebaşları yakalanır, lakin yabancı devletlerin (Rus, İtalyan, Fransız ve İngiliz) konsoloslarının (Halep’teki) girişimi ile serbest bırakılır ve Marsilya’ya giderler.

    Üçüncü örgüt Daşnaksutyun (Federasyon demek) 1890′da Tiflis’te bazı Ermeni milliyetçiler, Çarlık rejimini devirmeye niyetli sosyalistler, Rus ve Gürcü ihtilalcilerin işbirliği ile kurulmuştur. Yayın organları Droşak (Bayrak)’tır.

    Bununla beraber, bu teşekkül İstanbul’da ve Doğu Anadolu’da bazı kesimlerde yayılır, yani niyet ile amel başka başkadır. 26 Ağustos 1896′da İstanbul’da Osmanlı Bankası’nı işgal ederler. Bomba kullanılır, memurlardan ölenler, yaralananlar olur. Baskını yapanlardan üçü olay sırasında ölmüş, altısı yaralanmıştır. Geriye kalanlar Osmanlı Bankası Müdürünün ve Rus Sefaretinin aracılığı ile bir Fransız gemisi ile Marsilya’ya giderler. Lakin halk galeyana gelir, İstanbul’da Ermeniler ve Müslüman halk arasında kanlı olaylar olur.33

    Osmanlı’dan Günümüze Ermeni Sorunu
    1904′te de Sasun’da ikinci bir isyan vukuu bulur. Düzenleyenler yine Daşnaksutyun mensuplarıdır. Bastırılır, fakat Nisan ve Temmuz arasındaki çatışmalarda bin civarında Türk, 19 Ermeni ölmüştür.34

    21 Temmuz 1905 Cuma günü Yıldız Sarayı önünde II. Abdülhamit’e yapılan suikast, hükümdarın gelişinden önce patladığından sonuçsuz kalır. Bu olayı da aynı tedhiş örgütü yapmıştır.

    Ermeni ihtilal örgütleri mensuplarının İstanbul’da ve Anadolu’nun bazı şehirlerindeki faaliyetleri hakkında Avusturya Arşivlerinde İstanbul’daki temsilcilerinin yolladıkları belgelere rastlanır. Mesela 19 Eylül 1896′da Üsküdar’da bir evde bir Ermeni bomba imalathanesi bulunur.35 24 Eylül1896′da da Galata Ermeni Kilisesi’nde, Beyoğlu’ndaki bir evde bombalar ve bunların yapımına yarayacak malzeme bulunur.36 1 Eylül 1905′te Manisa’da bir evde 34 kilo dinamit bulunur .37

    II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, Nisan 1909′daki Adana ve çevresindeki olaylar da bunların eseridir. Anayasaya göre, herkesin silah taşıyabileceğinin kabulü, Ermenilerin örgüt mensuplarının teşvik ve çeşitli hile ve yalanları ile silahlanmalarına yol açmış, ardından da Ermeni murahhası Muşeg’in tahrikleri ile Müslüman ve Ermeni halk arasında üç gün süren kanlı olaylar cereyan etmiştir (Nisan 1909). Muşeg olaylar sırasında Mısır’da bulunmaktadır.38

    Ermeni ihtilal örgütlerinin aralarındaki yazışmaların Türkçe çevirileri (asılları Ermenice), bu örgütlerin giriştikleri kanlı olaylar Hüseyin Nazım Paşa’nın derlediği Osmanlı istihbarat raporlarından okunabilir.39

    Yukarıda kısaca özetlenen olaylar ister istemez günümüzde Türkiye’de bazı benzeri durumları hatırlatıyor. İhtilalci örgüt mensuplarının liderleri ve elebaşıları Batı devletleri tarafından korunmakta, silahlandırılmakta, asıl elebaşları ortada görünmemekte, Adana’da olduğu gibi, olaylar sırasında uzaklarda bulunmaktadırlar. Hepsi Anadolu kökenlidirler, fakat batı şehirlerinde veya Atina’da eğitim görmüşlerdir.

    Ermeni İhtilal Örgütlerinin en ziyade faaliyet gösterdiği yıllarda Ermeni nüfus da hep azınlıktadır. Bunlara da birkaç örnek verelim:40
    Ermeniler ile Türkler arasındaki kültür ilişkileri çok derindir. Sanat, basın, ticaret alanlarında iki millet içiçedir. Ermeniler o kadar Türk adetlerini tesirinde kalmışlardır ki, 1835′te Osmanlı Devleti’ne gelen ve İstanbul’da, Anadolu’da pek çok incelemelerde de bulunmak fırsatını yakalayan Moltke ”Bu Ermeniler hakikatte Hıristiyan Türklerdir denilebilir” kanısına varmıştır.41

    Yakın tarihi bilmek, bir kısım olayların sebeplerini ve sonuçlarını iyi öğrenmek Türk eğitim sisteminin temel taşı olmalıdır. Yalnız iyi ekonomi bilen, her şeye ekonomi açısından bakan bazı devlet adamları, Amerika’da da öyledir diye, silah edinilmesini serbest bırakmış, bu da yakın zamanların en kanlı olaylarının en önde gelen etkeni olmuştur.

    Geçmişte çatışan milletler, çeşitli tahriklerin kurbanı olmuşlardır .Onları bu olaylara itenler de zevk ü safa içerisinde keyif çatmışlardır. Bunun adı milliyetçilik, halka hizmet olarak tanıtılmaya çalışılsa da, hiçbir zaman bu sıfatlara layık değil, tam aksine memleketine ve halkına ihanettir .

    Milletler arasındaki bu tür olayları zaman zaman deşmenin faydası emperyalist güçlerin ekmeğine tereyağı sürer. Milletleri kaynaştırmanın yolu aralarındaki kültür ilişkilerini geliştirmek, bunların ön plana çıkmasına hizmet etmektir.

    Prof. Dr. Nejat GÖYÜNÇ

    İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi.

  6. #22
    Duhul
    Jul 2006
    İkamet
    İzmir/Türkiye
    Gönderi
    18,646
    Blog Yazıları
    199

    Esas

    Engin bey kolay gelsin..

    Bunca metni bu sitede okuyacak insan bulamazsınız..

    Tarihe ve okumaya meraklı bendeniz bile oturup kuru kuruya bu metinlere zaman vermem.

    Bir kere son derece genel bir bakış açısı.

    Özel bir konu olsa belki..Osmanlı'da Ermeni bürokratlar gibi. Ya da Türk sadrazamlar mesela..

    Devam etmek size kalmış ama bence emeğinize yazık..

    Meraklısı gider internetten bulur okur..

    Dostça ifade ettim..

    Beni mazur göreceğinize eminim..

    İyi geceler..

  7. #23

    Esas

     Alıntı Originally Posted by bora yaşar Yazıyı Oku
    engin bey kolay gelsin..

    Bunca metni bu sitede okuyacak insan bulamazsınız..

    Tarihe ve okumaya meraklı bendeniz bile oturup kuru kuruya bu metinlere zaman vermem.

    Bir kere son derece genel bir bakış açısı.

    özel bir konu olsa belki..osmanlı'da ermeni bürokratlar gibi. Ya da türk sadrazamlar mesela..

    Devam etmek size kalmış ama bence emeğinize yazık..

    Meraklısı gider internetten bulur okur..

    Dostça ifade ettim..

    Beni mazur göreceğinize eminim..

    Iyi geceler..
    teşekkürler abi yorumun için sağol

  8. #24
    Duhul
    Dec 2009
    İkamet
    27 E 09 38 N 25
    Yaş
    37
    Gönderi
    1,780
    Blog Yazıları
    1

    Esas

    http://ww2history.com/

    gece gece kendimi burada buldum

    ilginizi çekebilir

Sayfa 3/5 İlkİlk 12345 SonSon

Gönderi Kuralları

  • Yeni konu açamazsınız
  • Konulara cevap yazamazsınız
  • Yazılara ek gönderemezsiniz
  • Yazılarınızı değiştiremezsiniz
  •