Lozan Andlaşması 59. maddesi ile YUNAN MEZÂLİMİ'ni affediyoruz! Hakkımız olan tazminattan vazgeçiyoruz!
https://pbs.twimg.com/media/DMQ68_4XUAAo4BQ.jpg:large
Printable View
Lozan Andlaşması 59. maddesi ile YUNAN MEZÂLİMİ'ni affediyoruz! Hakkımız olan tazminattan vazgeçiyoruz!
https://pbs.twimg.com/media/DMQ68_4XUAAo4BQ.jpg:large
Lozan'ın Önemi
Lozan Konferansı'na 12 ülke katıldı, ama “esas görüşme ve tartışmalar İngiltere’yle Türkiye arasında oldu”. Lord Curzon, karşısındakini eski Osmanlı Türkü sanıyordu. Ancak, yanıldığını çabuk anladı. “İlkelerini her şeyin üstünde tutan vatansever bir tutumla” karşılaştı. “Doğulularda böyle şey olmaz”, “Türkler nasıl bu hale geldi?” diyerek şaşkınlığını dile getiriyor, “nedenini bir türlü anlayamadığı” değişimi, çözmeye çalışıyordu. Lozan’da ortaya çıkan “yeni Türk tipi”, ulusal hakların savunulmasında yüksek nitelikli bilinç ve direnç gösteriyor, oraya neden geldiğini, neyi nasıl elde edeceğini biliyordu. Batı gazetelerinde şaşkınlık ifade eden yorumlar yapılıyor, The Times, “Acaba Türkiye, bir mucize ile uygar bir devlet mi oldu?” diyordu.
Yalnız Türkiye
Vahdettin’in ülkeden kaçışından 3 gün sonra, 20 Kasım 1922’de, Lozan’da barış görüşmeleri başladı. Bir yanda, katılımcı olarak İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Japonya, Romanya ve kısmî katılımcı-gözlemci olarak, ABD, Sırbistan; Sovyetler Birliği, Bulgaristan, Belçika, Portekiz; diğer yanda yalnızca Türkiye vardı. 1 Birinci Dünya Savaşı’nı kazanan devletler, hazırladıkları Sevr Anlaşması’nı TBMM hükümetine kabul ettirememişler; Anadolu’ya çıkartılan Yunanlıları yenen Türkler, Lozan’a, yenilgiyi kabul eden Almanya ve Avusturya’dan farklı olarak, yengi kazanmanın özgüveniyle gelmişlerdi.
İngiltere ve müttefikleri Konferans’a, Türkiye’yi hala, “Dünya Savaşı’nın yenik ülkesi” görerek ya da öyle görünerek gelmişti. Almanya ve Avusturya’ya Versailles‘da yapılanın benzeri, Lozan’da Türkiye’ye yapılacak ve Küçük Asya’daki Batı çıkarları, korunacaktı. Ortadoğu’ya verilecek yeni biçim, uluslararası bir anlaşmayla meşrulaştırılacak, Osmanlı İmparatorluğundaki ayrıcalık (imtiyaz) haklarının korunması koşuluyla, Yeni Türkiye’nin sınırları belirlenecekti.
Batının Umduğu
Türkiye’yi Osmanlı İmparatorluğu’nun küçülmüş devamı, Ankara yöneticilerini de Babıâli bürokratları sanıyorlardı. Müttefik kurullar üzerindeki etkisi açıkça görülen Lord Curzon, İsmet Paşa’yı, “Hindistan’daki uyruklarından biri” 2 gibi görüyor, Fransız temsilcisi Bompard ona “eski bir Osmanlı sadrazamıymış gibi tepeden bakıyordu” 3
Sınırlar, askeri eyleme bağlı olarak büyük oranda belirginleştiği için fazla zaman almayacak, “ekonomik bilinçten yoksun Türklere”, geçmişten gelen ticari ve hukuki ayrıcalıklar (kapitülasyonlar) yenileriyle birlikte kolayca kabul ettirilecekti. Eski düzen yeni koşullarla sürdürülecek, önemli bir dirençle karşılaşılmayacak, Konferans uzun sürmeyecekti. Müttefikler, İsviçre’nin Leman Gölü kıyısındaki gezimsel (turistik) kent Lozan’a bu düşüncelerle gelmişlerdi.
Türkiye’yi, İsmet (İnönü) Paşa, Dr.Rıza Nur ve Hasan (Saka) Bey’den oluşan kurul temsil edecekti. 4 Kurul Başkanı İsmet Paşa, bu görevi, taşıdığı ağır sorumluluk nedeniyle istemeyerek kabul etmişti. Deneyimli bir asker olarak nasıl savaşılacağını iyi biliyor, ancak “Avrupa diplomasisi ve onun kurnaz şeflerinin sinsi silahlarıyla” 5 başedecek diplomatik çatışmayı yeterince bilmiyordu.
Sağlık sorunları nedeniyle, “Almanya ve Avusturya’da geçirdiği birkaç hafta dışında” 6 Avrupa’ya hiç gelmemişti. Komutanı Mustafa Kemal, görüşmelerin her aşamasıyla ve hemen her maddeyle bizzat ilgilenmekle birlikte, onu yabancısı olduğu bir alanda görevlendirmiş ve ülke geleceğini belirleme gibi ağır bir sorumlulukla Lozan’a göndermişti.
Temel Amaç; Ulusal Egemenlik
Mustafa Kemal, Vahdettin’in kaçtığı ve Lozan Konferansı’nın başladığı 1922 Kasım sonundan, Cumhuriyet’in ilan edildiği 1923 Ekim sonuna dek geçen 11 ay içinde, tehlikeli belirsizlikler, siyasi mücadeleler ve çatışmalarla dolu gerilimli bir dönem geçirdi. İçerde, düzeysiz bir karşıtçılıkla (muhalefet) uğraşırken, dışarda silahla kazanılan zafer’in kalıcılaştırılması için çalıştı.
Ulusal egemenlik haklarını Avrupalılar’a kabul ettirmek için büyük bir mücadeleye girmişti. Kapitülasyonlar tümüyle kaldırılacak, Türkiye artık kendi kararını kendi veren, her yönüyle bağımsız ve özgür bir ülke olacaktı.
Bunlar, büyük devletlerin azgelişmiş ülke yöneticilerinde kesinlikle görmek istemedikleri nitelikler, sözünü bile duymak istemedikleri amaçlardı. Büyük bir dirençle karşılaşacağını biliyordu, ancak dirence dirençle karşılık vermeye kararlı ve hazırdı.
Amaca ulaşmak için, dayanılacak ana güç, Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, ulusal birliği sağlamak ve bağımsızlığı seçeneği olmayan toplumsal amaç haline getirmekti. Dışa karşı güçlü olmayla içerde birliği sağlama arasındaki dolaysız ilişki, gerçekleştirilmesi güç ama başarılması zorunlu bir görev ortaya çıkarıyordu. Ulusal birliğe zarar veren karşıtlıklar giderilmeli, toplumun her kesimi aynı amaç çerçevesinde birleştirilmeliydi.
Yoğun bir çalışma ve her zaman olduğu gibi, ölçülü ama atak bir eylemlilik içine girdi. İçerdeki düzeysiz karşıtlıkla uğraşıp yeni devletin temelini atarken, 8 ay süren Lozan görüşmelerinin her aşamasıyla yakından ilgilendi, yurt içi çalışmalarını Lozan’daki gelişmelere göre düzenledi.
Lozan’da; onaylanacak, geri çevrilecek, değiştirilecek ya da yapılacak önerilere karar veriyor, görüşme taktikleri belirliyor ve Türk Kuruluna güç veren destek iletileri gönderiyordu.
Lozan gibi çok önemli bir konuda bile, bunlarla uğraşmıştı. Elindeki kadronun yetersizliğini bildiği için, her zaman yaptığı gibi, başarıya yönelen ve insan kazanmayı gözeten dengeli davranışını, sıradışı bir sabırla burada da sürdürdü. “Bir yana hak vererek öbür yanı susturma yoluna” 7 gitmedi, her iki tarafı da kırmamaya çalıştı. Yansız ama gereğini yapan genel tutumunu sürdürdü.
Türkiye’ye Bakış
Müttefikler’in gözünde Türkiye, “Genel Savaş’ta yenilmiş ancak daha sonra Anadolu’ya çıkan Yunanlılar’ı yenmiş bir ülkeydi.” 8 Kendilerini, destekleyip kışkırttıkları Yunanlılardan ayrı tutmaya, her ne pahasına olursa olsun geleneksel istekleri olan kapitülasyon haklarını korumaya, hatta geliştirmeye çalışıyorlardı. Onlar için önemli olan adil bir barış değil, çıkarlarını koruyan bir barıştı.
Türkler, “atalarından gelen savaşçılıklarıyla”, Yunanlıları yenmeyi başarmışlardı ama ekonomiyle bütünleşen bir ulusal istenç (irade) onlardan beklenemezdi. “Sanayiden yoksun, parasız ve yoksul” bir ülke, “diplomasinin kaygan alanında” 9 bu bilinci gösteremez, gösterse de uzun süre direnemezdi. Müttefiklerin Türkiye’ye ve onu temsil eden Delegeler Kurulu’na bakışı buydu.
“Yeni Türk Tipi”
Lozan Konferans’ına 12 ülke katıldı, ama “esas görüşme ve tartışmalar İngiltere’yle Türkiye arasında oldu.” 10 İsmet Paşa’yı “en yüksek fiyatı koparmak için pazarlık yapan, sonunda verilen fiyata razı olan halı satıcısı” 11 gibi gören Lord Curzon, karşısındakini eski Osmanlı Türkü sanıyordu. Ancak, yanıldığını çabuk anladı. “İlkelerini her şeyin üstünde tutan vatansever bir tutumla” 12 karşılaştı. “Doğulularda böyle şey olmaz”, “Türkler nasıl bu hale geldi?” diyerek şaşkınlığını dile getiriyor, “nedenini bir türlü anlayamadığı” 13 değişimi, çözmeye çalışıyordu.
Lozan’da ortaya çıkan “yeni Türk tipi” 14 , ulusal hakların savunulmasında yüksek nitelikli bilinç ve direnç gösteriyor, oraya neden geldiğini, neyi nasıl elde edeceğini biliyordu. Batı gazetelerinde şaşkınlık ifade eden yorumlar yapılıyor, The Times, “Acaba Türkiye, bir mucize ile uygar bir devlet mi oldu?” diye soruyordu. 15
İngiliz Delegeler Kurulu’ndan William Tyrrell, Lozan’da karşılaştığı “yeni Türkler” için şöyle söylüyordu: “İki çeşit Türk biliyorduk; biri eski Türk, ki öldü. Biri de Jön Türk, ki artık o da yok oldu. Şimdi onlardan çok başka bir tip görüyoruz. İsmet Paşa. O bizim için artık üçüncü Türk’ü canlandırıyor... Barışı bu Türkle imzalayacağız.” 16
İsmet Paşa'nın Diplomatlığı
İsmet Paşa, kendisini, Konferans’a hemen ağırlığını koyan Lord Curzon’la eşit görüyor ve Türkiye’nin, “savaş galibi” İngiltere’yle eşdeğerde olduğunu gösteren davranışlarda bulunuyordu. “Biz buraya Mondros’tan değil, Mudanya’dan geliyoruz” diyordu. 17
Kendine özgü bir mücadele yöntemi vardı. “Ne denli önemsiz olursa olsun her noktayı tartışıyor”, çoğu kez, savaşlardaki top atışları nedeniyle, “kulaklarının iyi işitmediğini” söyleyerek kimi sözleri “duymuyordu!” “Önceden hazırladığı uzun konuşmalar yapıyor” durmadan “arkadaşlarına danışıyordu”. Sürekli olarak, Ankara’yı aramak için zaman istiyor, yanıtlarını hep “ilerdeki toplantılara” bırakıyordu. 18
Ankara’ya gerçekten çok sık danışıyordu. Önceden saptadıkları hemen tüm önemli konuları, Mustafa Kemal’e soruyor, onun bildirimleri yönünde davranıyordu. Lozan’daki “Yeni Türk tipini” yaratan, Kurulda görev alanlar değil, Türkiye’nin Ankara’daki yeni önderiydi.
Barış için önceden saptadığı, “değiştirilemez koşulları”, Lozan’a İsmet Paşa aracılığıyla o iletiyordu. Kendilerini, dünyanın egemenleri gören büyük devlet yetkilileri, o güne dek görmedikleri, “alttan almayan”, “kafa tutan” özgüvenli davranışlarla karşılaşıyordu. Lord Curzon ve müttefikleri için rahatsız edici ana sorun, sömürge ve yarı sömürgelere yayılma olasılığı yüksek bir antiemperyalist istençle (irade) karşılaşmış olmalarıydı. Bu istencin arkasındaki güç, Mustafa Kemal’di. Fransız tarihçi Benoit Méchin, onun için, “tarihte çok az insan Mustafa Kemal gibi emperyalizme karşı durabilir” diyecektir. 19
Mustafa Kemal’in isteği, çok basit ve anlaşılır bir şeydi: “Kan bedeli ödenerek” kurtarılan Türk topraklarında; kimseye karışmadan, kimseyi karıştırmadan, kendi geleceğine kendisi karar vererek barış ve bağımsızlık içinde yaşamak… Geçmişin yanlışlarına yeniden düşmek istemiyordu. “Fetih düşüncesi ona cihat düşüncesi kadar yabancıydı.” 20
Ulusun gücünü aşan her türlü girişime, sonucu olmayan serüvenlere karşıydı. “Amaca ulaşmak için izleyeceğimiz yolu, duygularımızla değil aklımızla çizmeliyiz” diyordu. 21 Türkiye’yi, geçmişte yaşadığı olumsuzluklardan ders alarak, “sağlam sınırlarla çevrili, uygar, merkezi ve bağımsız bir ulus” yapacaktı. 22 Lozan, onun için, bu girişimi dünyaya kabul ettirecek, önemli bir ilk adımdı.
Lozan’da gerçekleştireceği işin; uluslararası boyutunu, ezilen ülkelerde ortaya çıkaracağı direnci, bu direncin büyük devletler için ne anlama geldiğini biliyordu. Bu güç işi başarmak için, sonuna dek gidecekti. Ezilen uluslara çağrılar yapıyor ve “Türkler artık kendilerini ezdirmeyecektir. Türklerin yapacaklarını örnek alın. Dünya, o zaman daha iyi olacaktır” diyordu. 23
İngiltere Güç Durumda
Lord Curzon ve müttefiklerinin, sömürge ve yarı sömürgelere örnek olacak yaygın bir bağımsızlık dönemi başlatacak Türk istemlerini kabul etmesi çok güç ve İngiltere için tehlikeli bir işti. Barış yapılmalı, ama koşulları Türklerin istediği gibi olmamalıydı.
Ancak, Ankara dayatıyor, geri adım atmıyordu. Ayrıca, Lozan’da sonuç alınamazsa, anlaşma dışı bırakılacak bir Türkiye, Sovyetler Birliği’ne daha çok yakınlaşabilir, bu da başka tür sakıncalı sonuçların ortaya çıkmasına neden olabilirdi.
Türkiye’den, yeni bir savaşı göze alan açıklamalar geliyordu; oysa Avrupa’nın savaşacak gücü kalmamıştı. Karşılaşılan siyasi açmaz, dünya siyasetine yön vermeye alışkın büyük devlet yöneticilerini, şimdiye dek hiç yaşamadıkları bir çaresizlik içine sokmuştu. Çaresizlik, blöf politikasıyla aşılmaya çalışıldı. Ancak Ankara korkutmaya dayalı gerçek dışı girişimleri kavrayacak ve önlem geliştirecek bilinçli bir tutum sergiliyordu, blöfü gerçekle bastıracak yeteneğe sahipti.
İsmet Paşa’nın, “on yıl birden yaşlandım” dediği sekiz aylık Lozan süreci, “sinir sağlamlığı gerektiren” böyle bir ortamda yaşandı. Hukuki ve ticari ayrıcalıklar, Konferans’ın ana gündemi gibiydi. Avrupalılar ayrıcalıkların sürmesinde, Türkiye ise kaldırılmasında son derece kararlıydı ve bu iki yaklaşımın uzlaşma olasılığı yok gibi görünüyordu.
Lord Curzon, çaresizliğini o denli açık ediyordu ki, “üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu”’nun diplomatlığıyla ünlü bu Dışişleri Bakanı, “Türkiye için rahatsız edici oluyorsa, kapitülasyon yerine başka bir sözcük kullanabiliriz” 24 gibi gülünç önerilerde bulunabiliyordu.
Curzon’un Çaresizliği
Türk isteklerine karşı başlangıçtaki alaycı yaklaşım, giderek saldırgan bir karşıtlığa dönüştü... Ulusal egemenlik ve bağımsızlık konularında gösterilen kararlılık, alaycılığın yerini kaygı ve korkunun almasına yol açmıştı. Öyle görülüyordu ki, Türkler ekonomik bağımsızlık konusunda, söylediklerinin bilincindeydiler ve bunları elde etmeden, herhangi bir belgeye imza atmayacaklardı.
Curzon, dizginleyemediği bir öfke ve çoğu kez “diplomatik nezakete uymayan” bir saldırganlık içine girmişti. ABD Delegasyonu’nda yer alan ve daha sonra Türkiye’de Büyükelçilik yapan Charles H.Sherrill’in anılarında aktardıkları, Curzon’un Lozan’daki ruh halini ortaya koymaktadır: “Curzon’un odasına gitmiştik. Bir anda Curzon göründü. Kızgın bir boğa gibi odaya girdi. Bizlere baktı ve parmağını havada dolandırarak aşağı yukarı yürümeye başladı. Durmadan ter döküyor ve içerdekilerin yüzlerine bakıyordu. Birden bağırdı: ‘Dört korkunç saatten beri oturumdayız. İsmet her sözümüze şu bayat ve adi sözcükle yanıt verdi’; ‘bağımsızlık ve ulusal egemenlik!’. Curzon’a, İsmet Paşa’nın hangi sorunda anlaşmazlık çıkardığını sordum. ‘Ekonomik ve hukuksal sorunda’ yanıtını verdi.. Herşey bitmişti. Curzon ızdırap ve korku içindeydi. İsmet Paşa’yla görüşmemizin yararlı olup olmayacağını sorduk; yeniden harekete geçmek istediğimizi söyledik. İsmet Paşa’yla bir saat kadar konuştuk. Korkunç derecede yorgun olduğu görünüyordu. Kendilerine önerilen ekonomik maddelerin, Türkiye’yi malî ve sınaî tutsaklığa sürükleyeceğini söylüyordu... Türkçe birkaç sözcük söyleyerek ayağa kalktı. Sonradan, aramızda bulunan ve Türkçe bilen Gillespie’den, ‘kalbim tıkanıyor’ dediğini öğrendik.” 25
Görüşmeler Kesiliyor
Görüşmeler, 4 Şubat 1923’te kesildi. ABD delagasyonu, Konferans’ın kesilmesinin ana nedenini, Washington’a, “Türklerin, özel yargı hakları ve ekonomik imtiyazlara ait hükümlerde, her türlü uzlaşmayı reddetmeleridir” diye bildirmişti. 26 Müttefikler, İsmet Paşa’nın, hiçbir biçimde ödün vermediği, “bağımsızlık” ve “ulusal egemenlik” direncinin arkasındaki ana gücün Mustafa Kemal olduğunu biliyor, ona büyük bir öfke ve düşmanlık duyuyorlardı. Amerikalı Senatör Upshow’un 1927 yılında Temsilciler Meclisi’nde yaptığı konuşma, günümüze dek gelen Mustafa Kemal karşıtlığının ortak ifadesi gibiydi: “Lozan Antlaşması, Timurlenk kadar hunhar, müthiş İvan kadar sefil ve kafatasları piramidi üzerine oturan Cengiz Han kadar kepaze bir diktatörün, zekice yürüttüğü politikasının bir toplamıdır. Bu canavar, savaştan bıkmış bir dünyaya, bütün uygar uluslara onursuzluk getiren bir diplomatik anlaşmayı kabul ettirmiştir. Buna her yerde Türk zaferi dediler.” 27
Görüşmelerin kesilmesi, ülke içinde, sesini yükseltmeye hazır karşıtçıları (muhalifleri) harekete geçirdi. “Barış fırsatı kaçırıldı” diyorlar, saldırılarını, İsmet Paşa’dan çok ona yöneltiyorlardı. Yabancılar gibi, Lozan’a yön verenin, o olduğunu biliyorlardı. Türk toplumunun geleceğini belirleyecek ulusal bir sorunu, siyasi çıkarları için kullanmaktan çekinmediler. Ülkenin içten ve dıştan sıkıştırıldığı bir dönemde, onunla ve kurmaya çalıştığı yönetimle uğraştılar.
Dışarda, başarılması gereken bir antlaşma sorunu, içerde altından kalkılması gereken büyük boyutlu sorumluluklar varken; zamanının önemli bir bölümünü, karşıtçılığı izlemeye ve Meclis kararlarına bağlı kalarak denetim altında tutmaya çalıştı. Ülke önemli bir dönemden geçerken, çözüm bekleyen yaşamsal sorunlar ortada dururken, iç siyasi çekişmelerle uğraşmak zorunda kalmasına son derece üzülüyordu. Türkiye’deki gelişmelerden ve ordudan haber soran İsmet Paşa’ya, 22 Aralık 1922’de yazdığı mektupta; “Meclis’te bazı görüşlere karşı, daima uyanık ve izleyici olma zorunluluğu beni üzüyor. Bir tarafa ayrılamıyorum. Halife’ye saltanat hukuku vermek hevesinde bulunan gericilerin (mürtecilerin) gizli girişimleri, beni çok sinirlendiriyor. Fevzi Paşa İzmir’dedir. Yakup Şevki Paşa, gözündeki hastalığından Avrupa’ya gitti, Kolorduları Batı Cephesi Karargahı’na bağlandı. Ordu iyidir; hazırdır” diyordu. 28
Uyarıcı Açıklamalar
Türkiye’nin kararlılığını göstermek için, Lozan’daki karar vericilere gönderme yapan uyarı niteliğinde ve bir birini tamamlayan bir dizi açıklama yaptı. Açık ve net konuşuyor, “egemenlik hiçbir anlamda, hiçbir biçimde, hiçbir renk ve belirtide ortaklık kabul etmez” 29 diyor, eski alışkanlıkları sürdürmek isteyen anlayışlarla sonuna dek mücadele edileceğini söylüyordu.
Söylediklerini yapma ya da yapmayacağını söylememe alışkanlığı bilindiği için, hem uyarı hem de meydan okuma niteliğindeki sözleri, etkili oluyordu. Batının karar vericileri, ya Türkiye’nin isteklerini kabul edecekler ya da onunla çatışacaklardı. Gönderilen iletilerin özü buydu.
22 Aralık 1922’de, İngiliz Morning Post gazetesi muhabiri Grace M.Ellison’la görüştü. Lozan’da, bağımsızlığa ve ulusal egemenliğe zarar veren tüm önerilerin reddedileceğini ve bu tür istemlere şiddetle karşı koyulacağını söyledi. Sözleri kararlılığının düzeyini gösteriyordu: “Bizim elde etmeğe kararlı olduğumuz tam bağımsızlık ülküsüne, meydan okuyacak herhangi bir kişi varsa; o kişi, bu ülkümüzden ilham almış bütün Türkleri ortadan kaldırma imkanlarını arayıp bulmalıdır” diyordu. 30
Üç gün sonra, 25 Aralık 1922’de Fransız Le Journal muhabiri Paul Erio’yla görüştü. Konferansın ilerlemediğini, “beş hafta içinde önerilen sorunlardan hiçbirini” çözmediğini ve Türkiye’nin ileri sürdüğü isteklerin, “ülkenin yaşaması ve bağımsızlığını sağlaması için gereken şartların en azı” 31 olduğunu söyledi.
Kapitülasyon konusunun, “tartışılmasını bile ulusal onura yönelmiş bir hakaret” sayıyor ve Avrupalıları şu sözlerle uyarıyordu: “İngilizlerin gerçeği görmedeki duraksamasına hayret ediyorum. Duraksama sözcüğünü kullanırken, düşüncemi eksik bir biçimde açıklamış oluyorum, Fransa ve İtalya’nın izlediği fazla tarafsız tutum, hayretimi uyandırmaktan geri durmuyor. Lozan bize, hayret ve şaşkınlık veren başka manzaralar da göstermekten geri durmadı. Kapitülasyonların, Konferans’ta birçok toplantıda konu edilmesini bir türlü anlayamıyoruz. Bu sorunun, söz konusu edilip görüşme konusu yapılması bile ulusal onurumuza yöneltilmiş bir harekettir. Kapitülasyonların Türk milleti için, ne derece nefret edilen bir şey olduğunu size anlatmam güçtür. Bunları, yeni biçim ve adlar altında gizleyerek, bize kabul ettirmeyi başaracaklarını sananlar, bu konuda çok yanılıyorlar. Türkler, kapitülasyonların sürmesinin, kendilerini kısa süre içinde ölüme götüreceğini çok iyi anlamışlardır. Türkiye tutsak olarak mahvolmaktansa, son nefesine kadar mücadele etmeye kesin karar vermiştir.” 32
25 Ocak 1923’te Alaşehir’e geldi ve halka yaptığı konuşmada, Lozan’da büyük devletlerin kabullenmek istemediği ulusal egemenlik konusunu işledi. Beş ay önce Alaşehir’i “ateşler içinde bırakan” Yunanlıları “buralara getiren” gücün, büyük devletler olduğunu belirtti ve Türk ulusunun egemenliğini kayıtsız şartsız ele alıp bu güce karşı direnmeseydi, “bütün milletin şimdi yabancıların kölesi” olacağını söyledi. “Bundan sonra kazanacağımız zaferler”, “ekonomi, bilim ve eğitim zaferleri olacaktır” dedi ve ulusal egemenliği tanımak istemeyenleri şu sözlerle uyardı: “Artık eski felaketli günler geri gelmeyecektir. Bütün düşmanlarımız, bütün dünya anlamıştır ki, egemenliğini çok kıskanç bir biçimde savunan ve koruyacak olan milletimiz, ülkeye ayak basacak düşmanları kovacak ve mahvedecektir.” 33
Lozan’da tartışma konusu yapılmak istenen, ulusal egemenlik konusundaki bir başka açıklamayı, Alaşehir’den iki gün sonra, 27 Ocak 1923’te İzmir’de yaptı. Annesinin mezarı başında, duygulu bir ortamda yaptığı açıklamada, ulusal egemenliği koruma yönündeki kişisel kararlılığını şu sözlerle dile getirdi: “Validemin ruhuna ve bütün ecdat ruhuna ahdettiğim vicdan yeminimi tekrar edeyim. Validemin kabri önünde ve Allah’ın huzurunda yemin ediyorum. Bu kadar kan dökerek milletin elde ettiği ve güçlendirdiği egemenliği, koruma ve savunmak için, gerekirse validemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Ulusal egemenlik uğruna canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.” 34
Lozan’a yönelik açıklamalarını, Konferans’ın bitimine dek sürdürdü. 15 Ocak’ta Eskişehir, 16 Ocak’ta İzmit, 22 Ocak’ta Bursa, 2 Şubat’ta İzmir, 5 Şubat’ta Akhisar, 7 Şubat’ta Balıkesir, 17 Şubat’ta İzmir İktisat Kongresi ve 20 Mart’ta Konya’da konuştu.
Batılı gazetecilere ve Türk halkına yaptığı açıklamalardan sonra, konuyla ilgili kararlılığını gösteren, belki de en dikkat çekici açıklamayı, Türk Ordusu’na bir çağrıyla yaptı. 16 Nisan 1923’te, Lozan görüşmelerinin kesildiği dönemde yapılan çağrıda şunları söylüyordu: “Meşru hukukumuzu sağlamak için, devletçe yapılmakta olan barış girişiminin sonucunu, sakince ve güven içinde bekliyoruz. Sonuç, bizim yeniden harekete geçmemizi gerektirecek biçimde belirirse; savaşma ve yiğitlik yolunda, aynı vatansever coşkuyla yürüyeceğimiz doğaldır.” 35
“Uluslararası Hukuk Kütüğüne Çakılan Zafer”
Tarihçi Nobert Von Bischoff’un, “Türk silahlarının, kazandığı zaferi, uluslararası hukukun kütüğüne geçirmesidir.” 36 diye tanımladığı Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 1923’te Lozan Üniversitesi tören salonunda imzalandı.
ABD’nin imzalamadığı Antlaşma’yı, TBMM 23 Ağustos’ta onayladı ve işgal güçleri, silahlarıyla birlikte Türkiye’den ayrılmaya başladılar. “Generalleri ve askerleriyle” son birlikler, 2 Ekim 1923 Salı günü, Dolmabahçe önünde, “Türk bayrağını ve Türk askerlerini selamlayarak” denize açıldı. 13 Kasım 1918’de Boğaz’da söylediği sonucu elde etmiş, “yüzyıllarca beslenmiş kötü amaçlarla” 37 Türkiye’ye gelenler, “geldikleri gibi gitmişlerdi.” 38
Ankara, görüş ve isteklerini büyük oranda Batıya kabul ettirmiş, ulusal egemenlik haklarına yönelik ana amacı etkilemeyen ve çoğu geçici kimi uzlaşmalarla barış sağlanmıştı. Son iki yüz yılda, Türklerin Avrupaya karşı kazandığı tek siyasi başarı olan bu antlaşma, gerçek bir “diplomatik zaferdi”.
“Türkiye, Batı devletleri ve Yunanistan’la arasındaki savaş durumuna son vermiş” 39 Misak-ı Milli sınırlarını ve tam bağımsızlığını kabul ettirmiş, ezilen uluslara emperyalizmin yenilebileceğini göstermişti. Fransız Robert Lambel’in söylemiyle, “Türkiye artık Osmanlı İmparatorluğu değildi” ve yeni Türk Devleti elde ettiği başarıyı, “Mustafa Kemal’in dinamizmiyle başından beri coşturduğu Ankara’daki milliyetçilerin başa çıkılmaz iradesine borçluydu.” 40
Kurtuluş Savaşı ve onun politik sonucu Lozan Antlaşması, hem Batının gelişmiş ülkeleri, hem de Doğunun ezilen ulusları üzerinde, 20.yüzyıla yön veren büyük bir etki yaptı. Kısa süre içinde Türkiye’nin sorunu olmaktan çıkarak evrensel boyutlu bir bağımsızlık simgesi haline geldi. Askeri ve hemen ardından gelen siyasi başarı, emperyalist tutsaklıktan kurtulmak isteyen sömürge ve yarı-sömürgelerde büyük bir uyanış sağladı, onlara örnek oldu.
1 Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 12.Cilt, sf.7560
2 “Atatürk” Lord Kinrose, Altın Kitaplar Yay., 12.Basım, İst.-1994, sf.417
3 a.g.e. sf.417
4 Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 12.Cilt, sf.7560
5 “Atatürk” Lord Kinrose, Altın Kitaplar Yay., 12.Basım, İst.-1994, sf.416
6 a.g.e. sf.416
7 “Nutuk” M.K.Atatürk, 2.Cilt, TTK, 4.Baskı, Ank.-1999, sf.1033
8 “Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi” Afet İnan, TTK, Ankara-1977, sf.101
9 “Mustafa Kemal” Benoit Mechin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.243
10 Büyük Larousse, Gelişim Yay., 12.Cilt, sf.7560
11 ”Atatürk” Lord Kinross, Altın Kitaplar Yay., 12.Baskı, İst.-1994, sf.421
12 a.g.e. sf.422
13 a.g.e. sf.422
14 a.g.e. sf.417
15 a.g.e. sf.435
16 a.g.e. sf.417
17 “Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi” Afet İnan, TTK, 1977, sf.101
18 ”Atatürk” Lord Kinross, Altın Kitaplar Yay., 12.Baskı, İst.-1994, sf.417
19 “Mustafa Kemal” Benoit Mechin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.242
20 a.g.e. sf.242
21 “Mustafa Kemal Eskişehir-İzmit Konuşmaları” Kaynak Y., 1993, sf.77
22 “Mustafa Kemal” Benoit Mechin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.242
23 a.g.e. sf.242
24 “Atatürk’te Konular Ansiklopedisi” S.Turan, Y.K.Y., 2.Bas., 1995, sf.345
25 “İlk ABD Büyükelçisinin Türkiye Hatıraları”John Grew, 2.Cilt, Cumhuriyet Kitap, sf.50-51
26 “Amerikan Belgelerinde Lozan Konferansı ve Amerika” Fahir Armaoğlu, Belleten C.LV.Ağustos 1991, S.213, sf.500; ak. “70.Yıldönümünde Lozan” T.C.Kültür Bakanlığı, sf.34
27 “Amerika, NATO ve Türkiye” Prof.Dr.Türkkaya Ataöv, sf.172; ak., Emin Değer, “Oltadaki Balık”, Çınar Araş., 5.Baskı, sf.182
28 “70.Yıldönümünde Lozan” T.C.Kültür Bakanlığı, sf.33
29 “Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı, Ank.-1999, sf.933
30 “Bir İngiliz Kadın Gözüyle Kuvayı Milliye Ankarası” Grace M.Ellison, 1973; ak. U.Kocatürk, “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” İş.B.Y., sf.220-221
31 “Atatürk’ün Bütün Eserleri” 14.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2004, sf.197
32 a.g.e. 14.Cilt, sf.198
33 a.g.e. 14.Cilt, sf.389
34 a.g.e. 14.Cilt, sf.394
35 “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof.Dr. U.Kocatürk, İş.B.Y., sf.233
36 “Türkiye’deki Yeni Oluşan Bir İzahı” Norbert Von Bischoff, Ank.-1936, sf.149-150; ak. “70.Yılında Lozan” Kültür Bak. Yay., sf.94
37 “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri-IV” Kaynak Y., 3.Bas. 2001, sf.142
38 “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof.Dr.U.Kocatürk, İş Bank.Yay., sf.74
39 “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.128
40 L’İllustration (Paris), 28.07.1923; Bilal Şimşir, “Dış Basında Laik Cumhuriyetin Doğuşu” Bilgi Yay., Ank.-1999, sf.188
Metin AYDOĞAN, 23 Temmuz 2014
Metin Aydoğan: EGE SORUNU, YUNANİSTAN VE AKP
Karasuları, Hava Sahası, Kıta Sahanlığı, ada işgalleri ve Yunan Adalarının Silahlandırılması’ndan oluşan Ege “sorunu”, özgünlüğü olan bir konular bütünüdür. Yunanistan, arkasına aldığı uluslararası desteğe dayanarak; Ege konusunu dilediği gibi yorumluyor, kararlar alıyor ve aldığı kararları uyguluyor. Türkiye’deki yetersiz yönetimi bir fırsat olarak görüyor ve arkasına aldığı uluslararası destekle Türkiye’ye karşı siyasi üstünlük sağladığına inanıyor. Ada işgal ediyor, karasularını 12 mile çıkarıyor ve bunları Türkiye’ye kabul ettiriyor. Yakın gelecekte, kıta sahanlığı konusunu gündeme getirmeye hazırlanıyor.
Ege Sorunu Nedir
Ege sorunu, coğrafi konumunun özgünlüğü nedeniyle, uluslararası anlaşmaların genel kurallarıyla çözülmesi mümkün olmayan ulusal bir sorundur. Dikkatlice ele alınacak ve kazanılmış haklardan ödün verilemeyecek bir konudur.
Ege’nin karmaşık sorunları, daha doğrusu Yunanistan’ın karıştırıp sorun durumuna getirdiği Ege konusu, iki ülkenin anlaşmasıyla çözülebilecek nitelikte bir sorundur. Ancak, Yunanistan 19.yüzyıldan beri takındığı tavrı sürdürmekte ve Ege’yi kendi mülkü sayan geleneksel anlayışıyla, hareket etmektedir. Bugün zayıf gördüğü Türkiye’yi yok sayıyor; Girit, Selanik ve Kıbrıs’ta yürüttüğü politikanın benzerini, 21.yüzyılda Ege’de uyguluyor.
Karasuları ve Lozan
Ege konusunda ortak bir yaklaşım, Lozan Anlaşması’yla sağlanmıştı. Ancak, daha sonra, Lozan’da Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığıyla ilgili diğer tüm konularda olduğu gibi, Ege tartışma konusu yapılmıştır. Brüksel ya da Washington’da ileri sürülen görüşlerin ve oluşturulan politikaların ortak noktası Lozan’a karşıtlıktır. Batı’nın politika üreticileri ve uygulayıcıları, Lozan’ı “özel bir dönemin” kabul edilmez ürünü olarak ele almışlar ve sürekli olarak yürürlükten kaldırmak istemişlerdir. Ege sorunu bu tutumun açık örneklerinden biridir.
Lozan’ın imzalandığı 1923 yılında, Türk ve Yunan karasuları (Karasuları: Bir devletin sahip olduğu deniz kıyıları boyunca egemenliği altında tuttuğu belli genişlikte su şeridi) 3 mildi.
Kısa Geçmiş
Yunanistan karasularını 1936 yılında kimseye sormadan ve görüşmeden 6 mile çıkardı.1936, savaşın yaklaştığı ve Hitler Almanyası’yla birlikte hareket eden İtalya’nın, Ege adalarının tümünü işgale hazırlandığı yıllardı. Ankara-Atina ilişkileri en iyi dönemiydi ve Türkiye İtalya’nın saldırgan tutumuna tepki duyuyordu. O günlerde 6 mil Türkiye için bir olumsuzluk oluşturmuyordu.
Yunanistan, savaştan sonra kararını değiştirmedi. Türkiye, bu tutuma karşı 1945-1960 arasındaki CHP ve DP dönemlerinde herhangi bir yanıt vermedi. 27 Mayıs’ın getirdiği ulusalcı hava sonucunda ancak 1964’de yanıt verilebildi ve karasuları 6 mile çıkarıldı.
Yunanistan, istemlerini tırmandırmayı bırakmadı ve 12 Eylül Darbesi’nden sonra 12 milden söz etmeğe başladı. Avrupa Birliği’ne girdikten sonra, sözlerini somut isteme dönüştürdü ve konuyu Avrupa Birliği’nin sorunu durumuna getirdi. Uzun yıllar uğraşıp hiçbir Cumhuriyet hükümetine kabul ettiremediği ve Türkiye’nin savaş nedeni saydığı 12 mil konusunu sonunda AKP yönetimine kabul ettirdi. Hükümet, Türkiye’nin ödünle sonuçlanan hemen her dış ilişkisinde adı geçen, Ferudun Sinirlioğlu başkanlığındaki bir kurul aracılığıyla Yunanistan’la anlaştı. Anlaşma koşulları açıklanmadı ama basın, Yunanistan’ın 12 mil isteminin kabul edildiğini yazdı.
Karasuları 6 mil iken, Ege Denizi’nin yüzde 48,85’i açık deniz, yüzde 43,68’i Yunan karasuları ve yüzde 7,47’si ise Türk karasularından oluşuyordu.1 Bundan sonra Ege’de Türkiye’nin karasuları herhalde kalmayacaktır. Çünkü Yunanistan, her adanın kendi kıta sahasının olmasını istemektedir. Olasıdır ki, AKP ilerde bunu da kabul edecektir.
12 Mil Sorunu
16 Kasım 1944’te yürürlüğe giren BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 3.Maddesi, genel bir yaklaşım olarak ülkelere karasularını 12 mile dek genişletme yetkisi vermiştir. Yunanistan bu maddeyi ileri sürerek karasularını 12 mile çıkarmak istemektedir. Oysa, bu isteğin yerine getirilmesi, Ege Denizi’nin özgün yapısı nedeniyle olanaksızdır.
Türkiye ve Yunanistan Okyanus’a kıyısı olan iki ülke değildir. Anadolu’ya neredeyse dayanmış olan Ege adalarının tümüne sahip Yunanistan, karasularını 12 mile çıkardığında, Ege Denizi’nde açık deniz alanı hemen hemen kalmayacak ve Ege Denizi’nin tümü Yunanistan’ın olacaktır.
Türk Deniz Kuvvetleri’nin uluslararası sular aracılığıyla Ege’den Akdeniz’e çıkışı olanaksız duruma gelecek, Hava Kuvvetleri Ege üzerindeki hava sahasında tatbikat yapamayacaktır.
BM Deniz Hukuku Sözleşmesi, açık denizlere yönelik olarak 12 mil yetkisi vermektedir ancak aynı sözleşmenin 300.Maddesi, “Bu hakkın istismar edilemeyeceğini” söylemektedir.2 Yunanistan’ın bugünkü tutumu, 300.Maddeye gösterilebilecek en iyi örnektir.
Yunanistan, karasularını 12 mile çıkarırken, Ege Denizi’nin tümünü kendi malıymış gibi görmekte ve Doğu kıyılarındaki Türkiye’yi adeta yok saymaktadır. Dayanaksız isteklerine gerekçe oluşturmaya çalışırken ileri sürdüğü; “Karasularını azami genişletme yetkisi kıyı devletinin egemenlik yetkisine girer” savı bunun en açık kanıtıdır. Oysa karşı kıyıda bir Türkiye vardır ve Türkiye’nin de egemenlik hakları bulunmaktadır. Yunanistan, Türkiye’nin en yaşamsal egemenlik hakkını bile yok sayabilmekte, Türkiye’yi yöneten insanlar da bunu kabul etmektedir.
Ege’nin Tümü
Yunanistan’ın Ege konusundaki “ihtiraslı” istekleri deniz yüzeyi ve altındaki su hacmiyle sınırlı değildir. Yunanistan, kendisini bir “takımada devleti” sayarak, deniz tabanını, onun altındaki varlıkları ve deniz üstündeki hava sahasını da denetimi altına alarak Ege’nin tümüne sahip olmak istemektedir.
Yunanistan’ın hava sahası (fır hattı) konusundaki tutum ve davranışları, akıl ve hukuk dışı aykırılıklar içermektedir. Uluslararası hukuk, her ulusun hava sahasını o ulusun kara suları ile sınırlamaktadır. Yunanistan, bu kurala uzun yıllar uymamış, karasuları 6 mil olmasına karşın, hava sahasının 10 mil olduğunu iddia etmişti. Şimdi, karasularını 12 mile çıkararak hava sahasını daha da genişlemiştir. Artık, uluslararası hava sahasında uçan Türk uçakları, 12 mil sınırı içine giremeyecektir. Yunanistan bu tür uçuşları hava sahasının ihlali saymaktadır.
Ege konusunda araştırmalar yapan Burak Rende, kıta sahanlığı ve karasuları konusunda şunları söylemektedir: “Türk anakarasının doğal uzantısı üzerinde bulunan adaların kıta sahanlığı ve kara suları olduğunu iddia eden Yunanistan tüm Ege’nin deniz yüzeyini, deniz tabanı ve onun toprak altını, ayrıca hava sahasını (fır hattı) denetim altına alarak tüm Ege’ye sahip olmak istemektedir… Karasuları 12 mile çıkarsa Türkiye’de denize bile giremeyeceğiz”.3
Kıta Sahanlığı:
Yunanistan son dönemlerde arttırdığı istek ve yarattığı sorunlara Kıta sahanlığı konusunu da ekledi. Diğer tüm konularda olduğu gibi bu konuda da haklı değildi. Ne taraf ülke olarak Türkiye’nin kabul edeceği uygulanabilir bir öneriye, ne de hukuksal dayanaklara sahipti. AB’ye girdikten sonra yoğunlaştırdığı Türkiye karşıtı politikaya Kıta Sahanlığı konusunu, “yeni” bir sorun olarak eklemişti.
1958 Cenevre Sözleşmesi, Kıta Sahanlığı kavramını: “Kıyılara bitişik ancak karasularının dışında kalan deniz yatağı ve onun toprak altında oluşan deniz alanı” olarak tanımlamıştı. Kıta sahanlığı, uluslararası hukuka göre, kara ülkelerinin doğal uzantılarıydı ve sınırları; uygulanabilir sözleşme hükümlerinin bulunmaması durumunda, ülkeler arası eşitlik ilkesine dayanılarak belirleniyordu.4
Ege Denizi, benzeri olmayan ilginç bir yapıya sahiptir. Bu nedenle yapılmış tanımlara tam olarak uyum göstermemektedir. Ege Kıta sahanlığının yarısından çoğu Anadolu Yarımadası’nın doğal uzantısı içinde kalmaktadır. Kıta sahanlığı, uluslararası kararların da ortaya koyduğu gibi anakaralarla ilgili bir sorundur. Ege, yarı kapalı bir deniz konumundadır. İki yanı başka ülkelere ait yarı kapalı bir denizde, adaların kendi kıta sahanlıklarına sahip olması gibi bir savın; geçerli ve haklı olması olanaklı değildir.
Uluslararası Hukuk
Adalet Divanı’nın, 1969 Kuzey Denizi, 1982 Tunus–Libya, 1974 ABD–Kanada, 1977 İngiltere–Fransa Davalarında aldığı kararlar ve BM Deniz Hukuku Sözleşmesi; konuya yaklaşım biçimini ve çözüm yöntemlerinin dış çerçevesini açık bir biçimde belirlemiştir.
Uluslararası hukukun geçerli kuralları ve Türkiye’nin bu kurallara dayanan meşru hakları, herkesin anlayabileceği bir biçimde ortada dururken; Avrupa Parlamentosu, 17 Eylül 1998’de şöyle bir karar alabilmektedir: “Avrupa Parlamentosu, Türkiye’den; Ege’deki, özellikle Kardak Adası’na ve kıta sahanlığı sınırlarının belirlenmesine ilişkin olarak, farklılıkların giderilmesi çalışmalarında uluslararası hukuk ilkelerine saygı göstermesini istemektedir”5
Türkiye’nin Tutumu
Türkiye, Kıta Sahanlığı konusunun gündeme getirildiği ilk günden beri, uluslararası hukukun geçerli kurallarına uygun olarak davranmış ve Yunan adalarının varlığını da dikkate alarak soruna eşitlik ilkesi çerçevesinde çözüm getirilmesini savunmuştur.
Ancak Yunanistan, Türkiye’nin bu olumlu yaklaşımına karşın, hukuk dışı bir yaklaşımla, Anadolu’ya yakın Yunan adalarına da Kıta sahanlığı tanınması gerektiğini ileri sürmekte ve bu yolla Türkiye’nin Kıta sahanlığının 6 millik dar bir kıyı şeridiyle sınırlanmasını istemektedir.
Yunanistan bu garip isteğini, 1978 yılında konuyu, kendi isteklerini yansıtan biçimiyle Uluslararası Adalet Divanına götürmüş ancak Divan, Türkiye’nin o günlerdeki kararlı tavrının da etkisiyle; “Savaşa neden olabileceği” gerekçesiyle “yetersizlik” kararı vermişti.6
Olasıdır ki AKP yönetimi bu konuda da ödün verecek, Doğu Akdeniz’de İsrail’e kaptırdığı Münhasır Ekonomik Bölgesi gibi, Ege Denizi’nin de denizaltı ve üstü varsıllığını Yunanistan’a kaptıracaktır.
Güçsüzlüğün Bedeli
Yunanistan, Türkiye’nin bugün, ulusal birlik ve bilinçten uzak, dış etkilere açık ve güçsüz bir duruma düştüğüne inanmaktadır. Bu nedenle, en kabul edilmez istekleri bile olağan hak istemi gibi ileri sürebilmekte ve bilinçli bir biçimde Türkiye’nin üzerine gelmektedir. Türk adalarını işgal etmiş, 12 mili kabul ettirmiştir. Lahey kararına karşın kıta sahanlığı konusunu, ısrarla yeniden gündeme getirmektedir. Öyle görünmektedir ki, istekleri Kurtuluş Savaşı öncesinde olduğu gibi bitmeyecek ve sürekli yükselecektir.
Gelecek yeni istem, Ege Denizi’nin deniz, deniz altı ve deniz üstü varlıklarıyla Türkiye ve Yunanistan arasında; sınırların belirlenmesi, yani paylaşılması sorunudur. Bu sorunun çözümü, denize kıyısı olan ülkelerin anakara uzantılarından oluşan kıta sahasının belirlenmesinden geçmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, güçlü olması gereken bir dönemde, ne yazık ki en güçsüz dönemini yaşamaktadır.
DİPNOTLAR
1 “Sorunun Kaynağı” Burak Rende, 15.01.1997, www.türk–yunan. gen.tr
2 a.g.y.
3 a.g.y.
4 “Büyük Larousse” Gelişim Yayınları, sf.6734
5 Europan Parliament, Resulution on the Commission Reports on developments in relations with Turkey Since the entry into force of the Customs Union (COM (96) 0491–C4 0605/96 and COM (98) 0147–C4–0217/98), 17.09.1998, ak. Türk–İş, “Avrupa Birliği Türkiye’den Ne İstiyor” sf.12
6 “Türk Yunan İlişkileri: Sorunlar Argümanlar”, Ank., sf.14, ak.Burak Rende a.g.y.
Eski defterleri karıştırarak siyaset yapmaya çalışanlara şu soruyu sormak icab eder.
"Sen niye eskiyi kurcalıyosun? Günümüze gelsene, madem sen çok vatanını seven birisin peki burda tmmo'na ait rapor ve internet sitesindeki kayıtlara göre niye vtan topraklarını daha TC'nin tarihinde görülmemiş büyüklükte rakamlarla satıyosun?
Hani sen yoksa üfürükten vatanseverlerden misin? Niye satıyosun elin arabına kardeşim benim ata topraklarımı?
Kıvırmadan cevap verelim lütfen.
Bak aşağıdakini iyi incele derler adama:)
https://i.hizliresim.com/JOaPmB.png
https://i.hizliresim.com/7yqRRW.png
yahu LOZAN'ı beğenmeyenler onu boşverin siz 2 tane köprünün tünelin anlaşmasını bu ülke lehine yapamıyorsunuz... OSMANGAZİ köprüsünden AVRASYA tünelinden dolayı, YAVUZ SULTAN SELİM köprüsünden dolayı bu ülke insanının sırtına binen yükten bahsedin...
şu hale bakın yahu akıllara ziyan...2 tane köprüden dolayı bu milletin sırtına kol gibi zararı bindirenler kalkmış LOZAN diyor...uzağa gitmeyin önce şu yakındakine bakalım...
Osmangazi Köprüsü'nün maliyetinin 2 milyar 355 milyon TL ama geçiş garantisi yüzünden ödenen paralar akıllara ziyan...
https://tr.sputniknews.com/ekonomi/2...zarar-maliyet/