2. Cihan Harbi sırasında kıtlıkla karşı karşıya kalan Yunan halkına Türkiye’den yardım malzemesi taşıyan Kurtuluş Vapuru
https://i.hizliresim.com/16ZGj5.jpg
Printable View
2. Cihan Harbi sırasında kıtlıkla karşı karşıya kalan Yunan halkına Türkiye’den yardım malzemesi taşıyan Kurtuluş Vapuru
https://i.hizliresim.com/16ZGj5.jpg
2nci Dünya Savaşı döneminde askere alınmış iki kafadar...:)
Ülke fakir, koşullar sert, savaş yüzünden askerlik uzamış.. Ama dostluklar baki
https://i.hizliresim.com/JZzOXW.jpg
Nahıl, bizzat Saray tarafından hazırlanıp bayramlarda şenliklerde, yeni yıl kutlamalarında şehirde gezdirilen seyirlik ve eğlencelik bir ağaçtır.
https://i.hizliresim.com/bVEalb.jpg
Üzerinde çocuklara yönelik şekerleme ve hediyeler olur. Özellikle şehzade sünnetlerinde sıkça gezdirilirdi.
Hatta tarihte, bir sokakta, nahıl ağacının geçişine mani olacak iki-üç evin padişah tarafından, sahiplerine bedeli verilerek yıktırıldığı, ama ev sahiplerinin ısrarları üzerine yine aynı yerde aynı evlerin yaptırıldığı da olmuştur.
İlaveten Akça çam süslemek, çocuklara hediye vermek, Ayaz Ata eski Türk geleneğidir.
Eski Türk inanışı olan pagan geleneklerden gelmiştir. Her daim yeşil olan çam ağacından gelen bereket dilekleri ve kışın karanlığını kırmaya yönelik hayatın canlılığını temsil ederdi.
O gün bugündür, radikal dinci Türkler, tarihine bakmadan, onca bilgi, belgeye rağmen, yapılan her türlü etkinliği noel kutlaması olarak görmüş "Müslüman noel kutlamaz" tartışmasını bitirememiştir... :)
Kanuni de okullardan fen derslerini kaldırarak koca bir imparatorluğun batışını hızlandırmıştı..
https://i.hizliresim.com/Ovz5RD.jpg
Düşünen, eleştiren, sorgulayan vatandaş istenmiyor.. !
Tarih tekekrürden ibarettir..
2. meşrutiyetin ilanından sonra dağdan inen Bulgar çeteciler Kumanovo'da Türk bayraklarıyla karşılanıyor. 29 Temmuz 1908
https://i.hizliresim.com/Nn2d5X.jpg
Osmanlıda padişah mülkiyet sistemi
Osmanlı hukuk sistemi padişahın sınırsız yetkileri nedeniyle, kişisel mülk edinmesine olanak vermemektedir. Osmanlı’da padişahın özel mülkü olamaz, sadece saltanat kurumunun hazinesi olur. Osmanlı hukukuna göre özel mülk sahibi olmasına izin verilmeyen Sultan, Hazine-i Hassa’nın (Saray iç hazinesi) mülk ve varlıklarını hükümranlığı süresince kullanmaya yetkilidir. Yani Hazine-i Hassa varlıklarını ve bunların tapularını veya işletme haklarını üzerine alamaz. Sultanın saltanatı herhangi bir sebepten dolayı bittiğinde kullandığı mülkler, varlıklar ve işletmeler hazineye devredilir.
https://i.hizliresim.com/y6pvVN.png
Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan itibaren sadece II.Abdülhamid, saraya ait Hazine-i Hassa varlıklarını ve bunların işletme haklarını üzerine almış, hazineden aldığı altınlarla özel mülkler satın alıp tapularını kendi üzerine yapmıştır.
II.Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle birlikte üzerine hazinenin parasıyla üzerine tapu ettiği mal varlıkları ile, işletme haklarını üzerine geçirdiği mal varlıkları, kendisinden sonra gelen padişah Mehmed Reşad tarafından Osmanlı hukuk sistemi gereği 1908’de saray resmi hazinesi olan Hazine-i Hassa’ya (Saray iç hazinesi) iade edilmiştir.
https://i.hizliresim.com/Gm4g33.jpg
Şimdi saray hazinesin teknik detaylarına bakalım;
Osmanlı Devleti maliyesinde iki büyük hazine vardı.
a- Bütün gelirlerini toplayıp, gerekli devlet ödemelerini yapan Divan-ı Hümayun hazinesi, yani “Maliye hazinesi” yani dış hazine.
b- Sarayın ve sarayın tüm kurumlarının bütün giderlerini karşılamakla yükümlü olan, ihtiyaç halinde ise devlet ana hazinesine yardım eden, kıymetli mücevher ve hediyelerin saklandığı Hazine-i Hassa, yani Saray özel hazinesi, yani İç Hazine.
Her iki hazine de padişaha bağlıydı. Dış hazinede darlık olunca, iç hazineden (Hazine-i Hassa) ödünç para verilir, gelirler toplanınca da bu para iade olunurdu. Yani iç hazine, dış hazinenin finansman ve kredi kaynağı durumundaydı. Ödünç verme işlemi öncelikli olarak veziriazamın, o yoksa vekili ve baş defterdar kefaleti ile olurdu.
Özellikle sefer yıllarında, iç hazineden dış hazineye verilen borç meblağında yükselmeler görülürdü. Giderler dış hazinenin takatini aşınca, padişahın hazinesinden askerin maaşı ödenir; Bununla askeri harcamalar karşılanırdı.
Fakat II.Abdülhamid döneminde ise bu durum tam tersine döndü. Şatafat, debdebe, israf, istibdat ve hafiyelik harcamalarını karşılamakta sıkıntı yaşayan sarayın giderleri, mevcut kaynaklardan karşılanamadığı için iç hazine (Hazine-i Hassa), Dış Hazineden borç almaya başladı.
https://i.hizliresim.com/9ar3go.jpg
II.Abdülhamid saray giderlerini karşılayabilmek için özel kararname ile maliyeden devralınan emlak dışında, verimli tarım arazilerini, imara müsait arazileri, mülkleri, işletmeleri düşük fiyat biçerek satın alıp önce Hazine-i Hassa’ya devretti. Sonrasında ise tümünü tapularını, önemli yatırımları ve bunların işletme işlerini de Hazine-i Hassa üzerinden kendi adına kaydettirdi.
Bunları listelemek gerekirse:
•İstanbul Sultanhamamı’ndaki İzmirli Hanı.
•İstanbul Direklerarası’nda Letafet Apartmanı.
•İstanbul Gedikpaşa’daki tiyatro arsası.
•Eyüp Kopçageçidindeki 21 dönüm tarla.
•Eyüp’te 18 dönümlük Bahariye Kışlası.
•Kağıthane’de 20 dönüm arazi.
•Kağıthane’de Silahtarağa çiftliği.
•Bakırköy’de 70 dönüm arazi.
•Bakırköy Veliefendi çayırı.
•Dolmabahçe’de 30 dönüm bostan.
•Küçükçekmece’de Burunsuz Mandıra Çiftliği, mera ve çayırları.
•Nişantaşı’nda A Celalettin Paşa Konağı, Kamil Paşa Konağı.
•Teşvikiye’de bir dönüm arsa.
•Beşiktaş Serencebey’de 2 dönüm bağ, Ihlamur’da 3 dönüm arsa.
•İstanbul Horhor’da konak ve 5 dönüm arsası.
•Arnavutköy Akıntı Burnu’nda gazino ve müştemilatı.
•Ortaköy’de Dalyan Mahallesi ve Ali Saip Paşa Yalısı ile müştemilatı.
•Kuruçeşme önündeki (Galatasaray) ada.
•Kartal Soğanlık Köyü’nde köşk ve 3 dönüm arazisi.
•Kartal’da Alemdağı Çiftliği, Çakmak Çiftliği ve 21 parça tarla.
•Paşabahçe İrcirli Köyü’nde 40 dönüm arazi ve şişe fabrikası.
•Beykoz’da 40 dönüm bostan, üç bahçe, 6 tarla, 2 çayır, 3 arsa, 1 bağ, 1 dükkan ve – yalısıyla Tokatköy Çiftliği, Yalnız Servi Çiftliği.
•Beykoz’da Abraham Paşa’dan alınan 38 dönüm arazi ve üzerindeki müştemilat ve teferruatıyla çiftlikler.
•Fenerbahçe’de tarla, çayır, kahvehane.
•İzmit’te 3 dönüm bahçe, İzmit Çiftliği
•Geyve’de 26 dönüm Balabal Çiftliği.
•Şişli’de İzzet Paşa Çiftliği.
•Çatalca ve Çekmece’de; Filifos Çiftliği, Kaparya Çiftliği, Safra Çiftliği, Kılıçali Sagır Çiftliği, Silivri Çiftliği, Bosna Çiftliği, Sazlı Bosna Çiftliği, Haraççı Çiftliği, Papas Bergos Çiftliği, İzzettin Çiftliği, Tozalak Çiftliği ve Yahya Bey Kışlası.
•Yalova 11 odalı han, hamam, 17 odalı otel, 7 odalı misatirhane, dükkan, fırın, 2500 dönüm orman.
•Mihalıç’ta; Çeribaşı Çiftliği, Melda Çiftliği, Cambaz Çiftliği, Ekmekçibaşı Çiftliği, Kayseri Çiftliği, Orta Çiftliği, Keçifdere Çiftliği, İskele Çiftliği, Kızıllar Köyü’nde 24 parça gayrimenkul, Akköprü Köyü’nde 280 dönümlük Paris Bey arazisi, yine aynı köyde 308 dönümlük Hızır Bey arazisi.
•Burdur Ağlasun’da Çeltikçi Çiftliği.
•İzmir’de Hayrettin Çiftliği.
•Dicle ve Fırat nehirlerinde gemi isletilmesi.
•Selanik ve Dedeağaç liman işletmeleri,
•Şehir merkezlerindeki petrol istasyonları,
•Selanik, İzmir, Bağdat ve Basra’da mağazaların inşaatı ve işletmesi,
•Zengin maden yataklarının işletme hakkı,
•Musul civarında petrol yatakları,
•Bağdat petrolleri,
•Taşoz adasındaki madenlerin işletilmesi,
Okurken sizde yoruldunuz değil mi?
Ama bütün bu gelirler de II.Abdülhamid’in şatafat, debdebe ve israf içinde yaşayan sarayının artan giderlerini karşılayamıyordu. Saray hazinesi Hazine-i Hassa’nın, maaş ve diğer harcamalardan dolayı maliye hazinesine 1.150.000 altın lira borcu birikti. Osmanlı İmparatorluğunda 600 yıl sürekli olarak Dış Hazineye borç veren saraya ilk defa II.Abdülhamid döneminde borçların kapatılması için 1908’de maliye hazinesinden 1.000.000 altın lira borç verilmesi kararlaştırıldı.
https://i.hizliresim.com/qdNajB.png
İç Hazineye (saraya) verilen bu borca karşılık, Hazine-i Hassa’ya ait ve yıllık geliri 400.000 altın lira olan emlak Dış Hazine’ye (maliyeye) devredildi. Saraya, sadece yılda 200.000 altın lira gelir getiren emlaklar bırakıldı.
II.Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra padişah Mehmet Reşad döneminde Osmanlı Meclisi 27 Nisan 1909’da 1876’dan beri II.Abdülhamid adına kaydedilmiş bütün taşınmazları “haksız olarak mal edinildikleri gerekçesiyle” devlet hazinesine devretti. Böylelikle de sarayın bütün mal varlıklarını devralan maliye Hazine-i Hassa’nın, yani sarayın bütün borçlarını da üstlenmiş oluyordu.
Böylece sarayın vakıflara, galata bankerlerine, tüccar ve esnafa 49 milyon 371 bin altın lira borcu ile saray personelinin 62 milyon 841 bin altın lira olan birikmiş ücret alacakları ve II.Abdülhamid’in Hicaz demiryoluna taahhüt edip de ödeyemediği borçlar maliye tarafından kapatıldı.
Hanedan çökerken Abdülhamit’in mirasçıları enkazdan mal kurtarma telaşına düştüler. İddiaları ise “II.Abdülhamid’in şahsi malvarlığının, 1909’da Meclis tarafından hukuksal bir geçerliliği olmayan bir şekilde devlet hazinesine devredildiği” idi.
Mirasçılar, 1920 yılında bu yasaya karşı Osmanlı mahkemelerinde dava açtılar. Davaya Örfi Mahkeme bakması gerekirken, başvurdukları Şer’i Mahkeme onları haklı buldu ve devir işlemlerini iptal edip “varlıkların Hazine-i Hassa’ya geri verilmesine” karar verdi.
Yeni ve son padişah Sultan Vahdettin ise 8 Ocak 1920 tarihinde 1908 ve 1909’da Dış Hazineye devredilmiş olan II.Abdülhamid adına kayıtlı varlıkları, Şer-i Mahkeme kararı doğrultusunda bir kararnameyle yeniden Hazine-i Hassa’ya aktardı. Ancak bu iade, II.Abdülhamid’in o sırada hayatta olmaması sebebi ile malvarlığının varislerine intikali demek değildi. Hazine-i Hassa II.Abdülhamid öncesinde olduğu gibi “Sarayın Hazinesi” şekline dönüyor, varlıklar ise hanedanın ortak malı oluyordu. Fakat iade kararı, Meclis’in o günlerde kapalı olması sebebi ile onaylanamadı ve hukuken de kesinlik kazanmadığı için yürürlüğe girmedi.
İade kararı ile birlikte hanedan varisleri “Abdülhamid’in efsanevî mirası” söylentisi ile mirastan hisse alma çabalarına başladı. Açgözlü hanedan mensupları miras peşinde koşarken, II.Abdülhamid’in batırıp son darbeyi vurarak çöküşünü hızlandırdığı Osmanlı İmparatorluğu ve varlıkları Sevr Anlaşması ile İtilaf Devletleri arasında paylaşılıyordu.
https://i.hizliresim.com/grYD2Z.jpg
İngilizler boş durmadılar ve miras hukuki olarak varislere kalırsa, özellikle Bağdat ve Musul’daki petrol varlığını düşük bir bedel karşılığı varislerden devralarak ucuza kapatmak istiyorlardı. Bu amaçla tapuda yaptıkları araştırmada II.Abdülhamid adına kayıtlı hiç bir varlık bulunamadı. İngilizler, varislerin hak iddia ettği İç Hazine’deki (Hazine-i Hassa) tüm varlıkların devlet adına kaydedilmiş olduğunu bunların da, 1910, 1911 ve 1912 yıllarında Osmanlı Maliyesine devredilmiş olduklarını tespit ettiler.
Bunun üzerine işgal altındaki İstanbul’daki İtilaf Devletleri Yüksek Komiserleri, “varislerin peşinde olduğu varlıkların artık Osmanlı Devleti veya varislerin değil, İtilaf Devletleri hükümetlerinin tasarrufunda olduğu” gerekçesiyle Osmanlı hükümetine protesto notası verdiler.
1920’de, Sevr anlaşması ile Osmanlı’nın tüm malvarlığı paylaşılmaya başlandığı zaman varisler, mirası alabilmek için önce İngilizlere yanaştılar. İngilizler, varislere Hazine-i Hassadaki varlıkların Sevr ile devredilen ülkelerden satın alınabileceğini önerdiler. Fakat tapu kayıt değerlerinin çok düşük tutulması nedeniyle varislere küçük bir ödeme yapılabileceğinden, bu öneri varislerin işine gelmedi.
İngilizlerden destek bulamayan varisler ABD’li çıkar gruplarının avukatlık şirketiyle anlaştılar. Bu çıkar gruplarının da amacı tıpkı İngilizler gibi petrol sahalarına sessizce el koyup çökmekti. Ancak ABD’liler İngilizler ile uzlaşınca bu yol da kapandı.
ABD’den de eli boş dönünce çalacak hiçbir kapıları kalmadığını anlayan açgözlü varisler Lozan görüşmelerini fırsat bilerek Kurtuluş Savaşını kazanmış Türk heyetine yanaşmaya çalıştılar. Konferans sürerken, 29 Aralık 1922’de İnönü ile görüşerek “varislerin haklarını savunmanın hem ülkeye gelir sağlamak hem de Musul sorununda ABD’nin desteğini elde etmek açısından Türkiye’nin yararına olduğu” konusunda ikna etmeye çalıştılar.
İsmet Paşa’yı bir şekilde ikna etmiş olacaklar ki; Lozan’da hanedanın özel mülkiyeti olan varlıkların Hazine-i Hassa varlıklarından ayrı olarak ele alınıp kapsam dışı bırakılmasına çalıştı. İtilaf Devletleri de Hazine-i Hassa dışında hanedana ait özel malları gösteren resmi belge istedi. Dolayısıyla İtilaf Devletlerinin istediği resmi belgeler gösterilemedi.
Sonuçta Lozan Antlaşmasında, Hazine-i Hassa varlıkları konusu İtilaf Devletleri’nin isteği doğrultusunda son biçimini aldı. 60. md. ile 1908 ve 1909’da Osmanlı maliyesine aktarılan Hazine-i Hassa mallarının bedelsiz olarak İtilaf devletlerine geçtiği hükme bağlandı. Son biçimiyle Lozan Antlaşması’nın 60. maddesi İtilaf Devletleri açısından Sevr Antlaşması’nın 240. maddesinden daha sağlam güvenceler içeriyordu. Hanedan mensupları Lozan Anlaşmasına bu nedenle çok kızgınlar.
Böylece II.Abdülhamid varislerinin mirası almak için İngiltere ve Fransa mandası altındaki Irak, Suriye gibi ülkelerin mahkemelerine yapacağı başvuruların kabulü de imkansız hale geldi. Bütün ülkelerin kapıları yüzlerine kapandı.
Şanslarının kalmadığını gören varisler son bir gayretle İngiltere’ye “tüm haklarını bir İngiliz petrol şirketine devretmelerinde yasal bir engel olup olmadığını” sordular. Ancak İngilizler ortada “II.Abdülhamid varislerinin hakları” diye resmi bir belge, delil, kayıt bulanmadığı için varislerin kendilerine devredileceği bir hak veya varlık da olmadığını bildirdi.
Ve sonuçta Lozan Anlaşmasını da imzalayan Türkiye Cumhuriyeti 3 Mart 1924 tarihinde sırtındaki Osmanlı Hilafet yükünü ve mirasyedi hanedan soyunu kaldırıp attı.
https://i.hizliresim.com/P1aAn6.jpg
431 sayılı ‘Hilafet’in kaldırılması ve Osmanlı Hanedanının TC toprakları dışına çıkarılmasına dair Kanun’un 8. md’si; “Osmanlı İmparatorluğu’nda Padişahlık yapmış kimselerin, TC arazisinde tapuya kayıtlı gayrimenkullerinin ulusa geçtiğini” hükme bağlıyordu.
Mirasçılar ise Türkiye ve dışında 1924’ten sonra da yıllarca miras davaları açtılar. Sonunda da 7 Mayıs 1949’da TBMM devreye girerek “Padişahlar üzerine kayıtlı malların millete intikal ettiğine ve varislere devredilemeyeceğine” karar verip son noktayı koydu.
TBMM’nin bu “yorum kararı” nın 1949 yılında Resmi Gazete’de yayınlanmasının ardından hanedan mensuplarının padişah dedesinin adeta zimmetine geçirdiği mirastan hisse alma çabaları da, 2004 yılında AKP iktidara gelinceye kadar son buldu.
AKP iktidarıyla birlikte Türk vatandaşlığına geri alınıp “Osmanoğlu” soyadı verilen hanedan mensubu varisler; bir yandan Osmanlı meraklılarına hamam tası, sünnet kostümü, Abdülhamid parfümü satıp bir yandan da “Dünyanın en büyük miras davası” ile neredeyse İstanbul’un yarısını isteme hayali peşinde koşmaya devam ediyorlar.
Varisler padişah dedesinin İngilizlere peşkeş çektiği sınırları korumak uğruna terörle mücadele eden Türk askerinin, Afrin/İdlib’te şehit olduğu günlerde hamam tası, dedesini kostümlerini pazarlayıp İstanbul’u, Musul/Kerkük’ü isteyip, Türkiye Cumhuriyeti aleyhine süren davalarına ilaveten uluslararası mahkemelerde çok büyük davalarla muhatap etmeye hazırlanmaktadır.
https://i.hizliresim.com/oXNakQ.jpg
Osmanlı devletine ait malvarlığını özel kanun/kararname çıkararak kelepir fiyatla yağmalayıp üzerine kaydeden II.Abdülhamid’in varislerinin iddiaları şöyle:
“Malvarlığı, şahıs öldüğü anda mirasçılara intikal eder. II.Abdülhamid, 10 Şubat 1918 tarihinde vefat ettiğinde terekesi mirasçılarına 10 Şubat 1918 tarihinde intikal etti.
1924’de, TBMM II.Abdülhamid’in malvarlığının devri yasasını çıkardığıda ortada zaten. II.Abdülhamid ve el konulacak bir mülk yoktu. Kanunların ‘makable şamil’ yani geriye yönelik uygulanamaması tüm hukuk sistemlerinin ortak ilkesidir. Bu nedenle II.Abdülhamid’in malvarlığı 1918’de bizlere yani varislerine intikal etmiştir. 1924’te çıkarılan yasa geriye dönük uygulanamayacağı için geçersizdir”
Torunları II.Abdülhamid’in Osmanlı devletine ait bina, işletme, tarım arazisi, petrol sahalarını zimmetine geçirip gasp ederek kendi belirlediği kelepir fiyatlarla parasını hazineden ödeyip üzerine kaydetmesi için sundukları diğer bir gerekçeler ise hayli ilginç. Gerekçelerinde adeta itirafta bulunuyorlar.
“Yabancı devletler Osmanlı Devleti’nin iç işlerine istedikleri gibi müdahale edebiliyorlardı. Kapitülasyonlar yüzünden yabancılar Osmanlı Devleti içinde imtiyazlı hale gelmişler ve Osmanlı Devleti içinde toprak satın alabilme hakkına da sahip olmuşlardı. İstedikleri takdirde değerinin fazlasını ödeyerek bu petrol sahalarını satın alabilirlerdi.
Ayrıca her an savaş çıkıp Dış Hazineye ait olan bu mülklerin, işletmelerin, arazilerin ve petrol sahalarının İngiltere, Fransa veya Almanya tarafından işgal edilmesi söz konusu da olabilirdi.
Bu durumda bu mal varlığı hiçbir hak iddia edilmeksizin işgal eden devletin olacaktı. Oysa bu malvarlığı, işletme ve araziler, devlete değil de padişaha ait olsa, şahsi mülkiyet kabul edilecek ve herhangi bir işgal durumunda padişahın şahsi malı olarak kalacaktı.
Onun vefatı halinde ise bu mülk evlatlarına geçecek, yani yine sultanın ailesine kalacaktı. II.Abdülhamid bütün bu meselelere çözüm bulmakta çok gecikmedi. Bütün olumsuz şartları dikkate alan sultan petrolün bulunduğu bölgelerin ve stratejik öneme sahip arazilerin Devlet hazinesinden alınarak Hazine-i Hassa’ya yani Saray Özel Hazinesine dahil edilmesine ve bu şekilde koruma altına alınmasına karar verdi.
Zaman kaybetmeden çıkarılan emirlerle bu araziler sultanın hazinesi olan Hazine-i Hassa’ya dahil edildikten sonra tapuları II.Abdülhamid adına çıkarıldı. Böylece petrol kaynayan bu araziler hem yabancılar tarafından satın alınmaktan hem de herhangi bir işgal durumunda elden çıkmaktan korundu. II.Abdülhamid ‘in bu arazileri şahsi mülk haline getirerek sağladığı diğer bir fayda ise bu arazileri devlet mülkü olmaktan çıkararak Düyun-ı Umumiye (Borç Ödeme Kurumu)’nun menfi durumlarından kurtarmasıydı.
Bunun neticesi olarak da, Düyun-ı Umumiye yerine Hazine-i Hassa’ya gelecek olan gelirleri Osmanlı Devletinin borçlarını ödemek için değil, Osmanlı coğrafyasına yaptığı hayır eserleri için kullandı. Bununla birlikte II.Abdülhamid çeşitli tarihlerde çıkardığı 3 emir ile Musul ve Bağdat petrol, gaz madenlerinin araştırma ve çıkarma imtiyazını da Hazine-i Hassa’ya dahil edip belgeleri kendi adına hazırlatmıştır…”
II.Abdülhamid’in Osmanlı örf ve hukukunu bile hiçe sayarak devlet malları üzerinde yaptıklarını o dönemin hukuk kuralları açısından da geçerli bir “özel mülk edinimi” saymak mümkün değildir. Bu yapılan işlemin adı olsa olsa görev ve yetkilerini kötüye kullanarak yolsuzluk yapmaktır. Bu yapılanlar hırsızlık, mala çökme, yağmacılık, soygunculuk ve zimmetciliktir! Bu şekilde hukuksuz olarak elde edilen malvarlığının miras ile varislere devredilmesi söz konusu değildir. Tespit edildiğinde devlet el koyar.!
Sayın Sadi ÖZGÜL'ün yazısından alıntıdır.
Birinci dünya savaşına katılırken, Osmanlı Devleti’nin mali durumu nedir?
https://i.hizliresim.com/lqN8JE.jpg
II. Abdülhamit idaresinin son yıllarında devletin iç ve dış borçlarının toplamı 318.625.425.- altın liradır. Elde bulunan kaynaklar, bu borçların faizlerini bile ödemeye yetmemektedir. Mali kaynakların yetersizliği ve Osmanlı Devleti’nin ekonomik şartları ortadadır.
1914 yılı itibariyle Osmanlı Devleti’nin yıllık ihracatı 4.600.000.- lira iken, ithalatı 11.000.000.- lira civarındadır. Yıllık gelir ise yaklaşık 30.000.000.- lira civarında olup, bununda en az 10.000.000.- lirası, borçların faizini ödemek için kullanılmaktadır.
Osmanlı Devleti’nin hükümran olduğu topraklar üzerinde neredeyse sanayinin adı bile yoktur. Daha ziyade askeri gereçlerin bakım – onarım işlerine yönelik çalışan sadece iki adet devlete ait fabrika ile tamamı yabancıların kurup işlettiği birkaç iplik ve dokuma fabrikası mevcuttur.
Devlet öylesine dışa bağımlı bir durumdadır ki halkın fesinden, donuna kadar giysilerinin kumaşı bile, ancak dışalım yoluyla sağlanmaktadır.
Olası bir savaş durumunda Harbiye Nezareti’nin (Savunma Bakanlığı) yıllık bütçe ihtiyacı 19.000.000.- lira olarak hesaplanmıştır. Buna karşın 1914 yılında savunmaya bütçeden ayrılabilen miktar, sadece 4.000.000.- liradır.
Ayrıca bilinmelidir ki Osmanlı Devleti, Almanya’nın vermeyi taahhüt ettiği, yıllık % 6 faizli 5.000.000.- altın lira tutarındaki kredi sayesinde Birinci Dünya Savaşı’na girebilmiştir.
Bu kredi; sözleşmenin imzalanmasından 10 gün sonra 250.000.- lira, Rusya veya İngiltere ile savaşa girilmesinden 10 gün sonra 750.000.- lira, bakiyesi de savaş ilanından 30 gün sonra 400.000.- liralık taksitler halinde kullanılabilecektir.
https://i.hizliresim.com/ZXzl0z.jpg
Çanakkale Boğazı'nı geçmek için planlanan harekatın ilk evresi 19 Şubat 1915 sabahı 07:45’te Mondros Limanı’ndan Müttefik donanmanın harekâta geçmesi ile başlarken,saat 07:50’de,Limni Adası’ndan havalanan bir uçak Ertuğrul Tabyasının çevresindeki piyade bölüğünü bombalamıştır.
https://i.hizliresim.com/lqNAVp.jpg
Saat 09:51’i gösterdiğinde ilk ateşi açan Cornvallis zırhlısı, Orhaniye tabyasını topa tutmuş, bunu 10:01’de Truimph zırhlısının Ertuğrul tabyasına ateşi izlemiştir. Daha sonra saat 10:32’de Suffren de Kumkale tabyasına ateşe başlamıştır.
https://i.hizliresim.com/V9zjbR.jpg
Gemilerinin menzil dışında olması nedeniyle Türk bataryaları karşılık verememiştir. 13:30’a kadar böyle devam eden, öğlen saatlerinde bir saat ara verilen bombardıman 14:30’da tekrar başlamıştır.
Bu son aşamada tabyaların kısa mesafeden ezici bir ateş altına alınarak tahrip edilmesi ve Boğaz’ın girişine doğru mayınların temizlenmesi hedeflenmiştir.
https://i.hizliresim.com/nQN4Ba.jpg
Inflexible zırhlısının 10 bin metre mesafeden demirleyerek Seddülbahir tabyasını bombalamasına karşılık verilmeyişi üzerine diğer gemiler de Boğaz’a doğru yanaşmaya başlamışlardı.
https://i.hizliresim.com/v6N3qD.jpg
Ayrıca Kumkale’ye ateş ederek yaklaşmaya başlayan Suffren’e karşılık verilemedi. Orhaniye ve Ertuğrul tabyalarını da ateş altına almışlardır. Tabyaların karşılık veremeyip toz duman altında kalması, Amiral Carden’de buraların yerle bir edildiği intibasını uyandırmıştı.
https://i.hizliresim.com/16ZRXb.jpg
https://i.hizliresim.com/LlRjLz.jpg
https://i.hizliresim.com/r5NG7z.jpg
“Suffren’e kıyıya daha yaklaşması, Vengeance’ın da, ateş keserek tabyaları gözden geçirmesi” şeklindeki verilen emri, yanlış anlaması üzerine birleşik filo büyük bir fırsat kaçırmış, bombalamayı bırakıp geri çekilmiştir.
https://i.hizliresim.com/7a1j4r.jpg
Orhaniye tabyasının etkili ateşi, Vengeance’ın sereninin kırılmasına ve donanımının ağır hasar görmesine neden olmuştur.Vengeance ile birlikte sokulan Cornwallis de,yoğun ateş altında kalmıştır. Neticenin alınamayacağına kanaat getiren Carden, 17:20’de geri dönüş emri vermiştir.
https://i.hizliresim.com/P1ajgb.png
Yedi saat kadar devam eden ve 1.000 kadar merminin atıldığı bu günde Türk tarafının verdiği zayiât bombardımanın şiddetine kıyasla az olmuştu. Orhaniye ve Seddülbahir Tabyaları’nda, 2’si subay 4 şehit verilmiş, 11 er de yaralanmıştı.
https://i.hizliresim.com/grYQBQ.jpg
Sayın Mustafa Onur YURDAL beyin araştırma yazısından alıntıdır.
Akbaş Cephaneliği Baskınıni gerçekleştiren Büyük Kuvayı Milliyeci, Büyük Vatansever Köprülülü Hamdi Bey'i in vatan hainleri tarafından Biga Kırkgeçit yakininda alçakça şehit edildi.17 Şubat 1920
https://i.hizliresim.com/zjpN8D.jpg
İlerlemekte olan Rus ordusunun neşesi ile Türk köylerinde terör estiren ermeni çetecilerin elinden yaralı olarak kurtulup Erzurum'a sığınan Alvar köyünden yaralı Müslüman mülteciler, Erzurum 1916
https://i.hizliresim.com/y6pkYa.jpg
Anastezi olmadan yapılan böbrek taşı kırma operasyonu gösteren illüstrasyon. 1846
https://i.hizliresim.com/WqpjBL.jpg
Çanakkale muharebelerinde, HMS Goliath zırhlısını batıran torpidoları ateşleyen Muavenet-i Milliye Muhribi Torpido Zabiti, Yüzbaşı Ali Haydar Efendi
https://i.hizliresim.com/OvzP3D.jpg
https://i.hizliresim.com/Rrpjmj.jpg
ABD Tahudi dergisinde askere alma çağrı ilanı. "Siyon'un kızları sizin eski yeni ülkeniz sizin olmalı Yahudi Alayına Katılın" 1914
https://i.hizliresim.com/OvzPzQ.jpg
1948’de, Filistin topraklarında kurulan Yahudi Devleti’nde önce, dünyada bir Yahudi devleti mevcut değildi. Dolayısıyla da Yahudilere ait bir ordu yoktu.
I. Dünya Savaşı’ndaki “Yahudi Lejyonu”, İspanyol İç Savaşı’ndaki “Botwin Bölüğü” ve II. Dünya Savaşı’ndaki “Yahudi Alayı”ndan önce üyeleri tamamen Yahudilerden oluşan, modern anlamda kurulan ilk askeri birlik ‘‘Siyon Katır Birliği’’dir.
Bu birlik, 2000 yıldan bu yana, Yahudi tarihinin “bir savaşa katılan ilk askeri birliği” olma unvanını elde edecekti.
İlk defa Gelibolu cephesinde Osmanlıya karşı müttefik orduları hizmetinde, lojistik destek birliği olarak yer aldılar
Hamdi Bey, Akbaş baskını ile ele geçirilen silah ve cephaneyi emniyete aldıktan sonra,bu bölgede Sarıçalı (Sarıcaali), Yenişehir ve Üveycik (Üvecik)’te Osmanlı Devleti’ne ait cephaneliklerdeki silah ve cephaneyi de oradaki subaylarımızın yardımıyla Yeniceköy’e naklettirmiştir. Büyük fedakârlıklar ve zorluklarla yapılan bu nakil sonrası Hamdi Bey Çan’a geçmiş 10 veya 11 Şubat 1920 günü Biga’ya dönmüştür.
Hamdi Bey Biga’ya geldikten sonra tekrar kuzeybatı cephelerine asker toplama çalışmalarına başladı. Akbaş’tan ele geçirilen silah ve cephane ile ve toplanacak bu kuvvetlerle Soma-Akhisar arasında büyük bir saldırıyla Yunanlıların İzmir’den çıkarılmaları planlanmıştı; ancak, Ankara’dan Yunanlıların şubat ayı ortalarında genel bir saldırıya geçecekleri haberi alındı.
Bu haberde alınması gerekli önlemler soruluyordu.Hamdi Bey, toplanması düşünülen 5 bin kişilik kuvvetin çeşitli ihtiyaçları için halktan yardım adı altında para toplanmasına karar verildi.
https://i.hizliresim.com/MVBm46.jpg
16 Şubat 1920 günü Anzavur Ahmet ve İmam Fevzi (Gâvur İmam) kuvvetleri iki koldan Biga’yı basmışlardır. Kısa süren çatışmaların ardından durumun kötüye gittiğini anlayan Hamdi Bey silah ve cephanenin bulunduğu Yeniceköy’e gitmeye karar verdi. Biga’dan ayrılmadan Balıkesir’de Kazım Bey’e makine başında durum anlatılır ve Yeniceköy’e yardım gönderilmesini ister.
Daha önce 40 adamıyla Yeniceköy’e yardıma gitmiş olan Dramalı Rıza Bey silahları korumaya hazırlanır. Biga’dan hareket eden Hamdi Bey ise yolda dinlenmek üzere girdiği İnova Köyü’nde tedbirsizliğinden dolayı Gâvur İmam’ın bir grup adamına yakalanır. Eşkıyalar onu Biga’ya götürürlerken yolda işkence ile delik deşik ederek şehit etmişlerdir (17 Şubat 1920).
Feci bir şekilde öldürülen ve cesedi günlerce ortada kalan Köprülülü Hamdi Bey Bandırma’dan gelen 14. Kolordu Komutanı Yusuf İzzettin Paşa Biga’da Hamdi Bey ile diğer şehitleri hükümet yanındaki cami avlusuna gömdürmüştür.
https://i.hizliresim.com/qdNVn3.jpg
Uluğ İğdemir anılarında bu konudan şu şekilde bahseder:
” …Ne başını bırakmışlar ne vücudunu; paramparça etmişler zavallıyı. Tüylerim ürperdi rengim uçtu. Hamdi Bey’in naşı mübarekini canavarlar kirli ayaklarıyla çiğnemişler, vücudunu parça parça etmişler alçaklar!”.
Türkiye Cumhuriyeti’ne giden yolun en önemli aşaması olan Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştiren Kuva-yı Milliye gücünün fedakâr kahramanlarından biri bu şekilde can vermiştir. Halka moral, İtilaf Devletlerine ise korku veren bu olayın kahramanı olarak Köprülülü Hamdi Bey ve arkadaşlarının bölgedeki işgal güçlerine karşı verdikleri mücadele oldukça önemli ve anlamlıdır.
Bu tür olaylar bağımsızlık mücadelesinde mücadele eden kuvvetlere ve halka itici güç ve moral kaynağı olmuş, mücadelenin başarıya ulaşmasında çok büyük rol oynamıştır. Köprülülü Hamdi Bey’in öldürülmesinden sonra Yeniceköy’de bulunan Dramalı Rıza Bey ve adamları Anzavur ile Gavur İmam kuvvetlerince sarıldı.
O sırada Hamdi Bey’in Balıkesir’den istediği yardım yola çıkmıştı; fakat, Rıza Bey’in bu yardım kuvvetinden haberi yoktu. Oysa Balıkesir’den Binbaşı Muhtar Bey ve Mustafa Necati Bey bir Kuva-yı Milliye Birliği ile Yenice köy’e hareket etmişlerdir. Dramalı Rıza Bey ve arkadaşları,silah ve cephanenin Anzavur’un eline geçmemesi için onları ateşe verdi ve infilak ettirdi. (21 Şubat 1920).
Hamdi Bey’in şehit edilmesinin ardından 12 Mart günü de Balıkesir Paşa Camisi’nde mevlid okutulmuştur.
Akbaş baskınında çok büyük emeği geçmiş olan kahramanlardan biri de Dramalı Rıza Bey’dir. Silah ve cephanelerin Anzavur’un eline geçmemesi için onları kendi elleriyle yakan ve bunu bir türlü içine sindiremeyen Dramalı Rıza Bey kendini affettirmek için çareler arar. En sonunda Damat Ferit Paşa’yı öldürmeyi planlar ve bu amaçla İstanbul’a gider; fakat, bir ihbar sonucu yakalanarak Divan-ı Harp’te alınan bir kararla idam edilir
Metin Bey,
Arşivinizde, 1.Dünya savaşı ve sonrasında Nargin Adasında yaşananlar hakkında bilgi varsa paylaşabilir misiniz?
Bulgaristan Pehlivanlar diyarı Deliorman Razgrad Güz Panayırı ve Yağlı Güreşler ...Yıl 1920'ler
https://i.hizliresim.com/JZ8AJn.jpg
Deliorman tarihinin ünlü Pehlivanları: Koca Yusuf, Filiz Nurullah, Hergeleci İbrahim, Kurtdereli Mehmet Pehlivan, Katrancı Mehmet ve Kel Aliço gibi efsane güreşçiler yetiştirdi.
https://i.hizliresim.com/V98aWj.jpg
https://i.hizliresim.com/nQ9M0B.jpg
1890'da Osmanlının Deliormanlı 3 Cihan Pehlivanı ; Kara Osman Koca Yusuf ve Filiz Nurullah
https://i.hizliresim.com/4jWroq.jpg
I. Dünya Savaşı esnasında, adada tutulan esirlerin bulunduğu şartlardan dolayı, Azerbaycanlı Türkler tarafından “Arsa-i Kerbela”, “Makber” gibi çeşitli isimlerle anılan ve yılanlarıyla ünlü olduğu için de ”Yılan Adası” da denilen Nargin, Hazar Denizi’nde, Bakû’ye deniz yoluyla 45 dakikalık mesafede bulunan 3 bin 100 metre uzunluğunda ve 900 metre eninde, 3,5 kilometre kare büyüklüğe sahip olan bir adadır.
https://i.hizliresim.com/V98j2q.jpg
https://i.hizliresim.com/ZXjl20.jpg
https://i.hizliresim.com/lqPABl.jpg
Ruslar, Sarıkamış harekâtından sonra bu adayı savaş esirlerinin tutulduğu bir kamp haline getirmişlerdi.
Aslında Kafkas Cephesi savaşlarının başlamasından hemen sonra Ruslara esir düşen Türklerin Tiflis ve Bakû gibi şehirlere getirilmesi, Çarlık yönetimi açısından ciddi bir rahatsızlık yaratmıştı. Bunun sebebi de Kafkas halkının önemli bir kısmının dini ve etnik açıdan esir düşen Türklerle aynı kökten olması idi.
Dolayısıyla bu bölgelerden geçirilen Türk esirlerin durumu yerli halk arasında büyük bir rahatsızlık doğuruyordu. Diğer taraftan kiliselerde Çarlığın başarısı için dualar edilmesi, onların milli ve dini hislerini daha da olumsuz etkiliyordu. Türk-Müslüman ahali, Rusya vatandaşları olmalarına rağmen Osmanlı Devleti’nin bu savaşta mağlup olmasını istemiyorlardı.
Netice itibarı ile Rusya’nın Türk ve Müslüman Osmanlı Devleti ile savaşması, Rusya’da milli ve dini çatışmaları daha da derinleştirmişti. İşte bu ortamda Çarlık yönetimi, kötü durumdaki Türk esirlerin halkın üzerinde bırakacağı tesiri de göz önünde tutarak, esir kamplarını özellikle halkın dikkatlerinden uzak, herhangi bir irtibat riski olmayan yerlerde kurmayı planlamıştı.
Daha önceleri ağır suçluların tutulduğu bir hapishane olarak kullanılan Nargin Adası da bu amaca uygun olarak düşünüldü..
https://i.hizliresim.com/P12jpv.png
Adaya Rus istihkam birliklerince ahşaptan büyük barakalar inşaa edilerek esir kampına uygun hale getirildi.
https://i.hizliresim.com/AD8jAX.png
Adada zaten eski cezaevi olarak kullanılırken yapılmış taş binalar ve liman mevcuttu.
https://i.hizliresim.com/0RW37W.png
Savaş meydanlarında esir düşen Türk askerlerinin yaşadıkları zorluklar ve sıkıntı, daha Rusya’ya nakledilmeleri sırasında başlıyordu.
Yaralı askerler ile sağlamlar bir arada tutuluyor, sonra genelde Kafkas Ermenilerinin idare ve kontrolü altında bulunan esirler, cepheden ellişer ellişer vagonlara bindiriliyorlar ve yine çoğu Ermeni olan askerlerin kontrolünde aç-susuz bir halde gönderiliyorlardı.
Vardıkları yerlerde vagonlar açıldığı zaman, her vagondan 10-15 Türk askeri ölmüş oluyordu.
https://i.hizliresim.com/k975JA.jpg
I. Dünya Savaşı’nda Ruslara esir düşen Hüsamettin Tugaç hatıralarında, Rusya’ya nakledilişleri esnasında yaşadıkları ile ilgili olarak şunları anlatmaktadır:
“1915 yılının ilk ayının ikinci haftasında idik. Şimdi Kubişef adını taşıyan Samara İstasyonu’na gelmiştik. Bir Rus doktoru yanımıza geldi. Hasta olup olmadığımızı sordu... Şehirde tifüs hastalığı salgın halinde imiş. Esir trenlerini karantina altına almışlardı. Sonradan Rus gazetelerinden öğrendik ki, o sıralarda bu istasyonda müthiş bir dram oynanmış.
Trenler dolusu Türk esiri karantina var diye bulundukları hayvan vagonlarında kilitli kapılar ardında haftalarca aç ve susuz bırakılmış, hepsi açlıktan, susuzluktan ve hastalıktan ölmüş gitmişlerdi...
” Faik Tonguç ise nakledilişleri hakkında şunları yazmaktadır :
https://i.hizliresim.com/P12jQ5.jpg
“150 kişiyi aşan subay kafilesi bir Ermeni teğmenin kumandası ve 100 kadar askerin muhafazası altında Hamamlı köyünden ayrılarak Sarıkamış İstasyonu’nda bizim “kırk kişilik”lere benzeyen vagonlara yerleştik.
Kor Nehri Vadisi’ni izleyerek akşam vakti Tiflis İstasyonu’na vardık. Cehennem sıcağında vagon içinde, pencereler kapalı olarak üç gün acı ve derin bir üzüntü içinde bekledik.
https://i.hizliresim.com/V98j0B.jpg
Su bile dirhemle verildiğinden bayılanlar, hastalananlar çoğalıyordu.
Yemek içmek gibi zorluklardan başka pencereden bakmak bile yasaktı.
Bu durumdan kimsenin şikâyete hakkı yoktu. Çünkü esirdik, hem de memleketimizdeki deyişle “Moskof elinde esir”dik. “Birçok rica ve şikâyetlerden sonra bir vagonda bir pencere açılmasına izin verildi. Bu demir hapishanelerde, aç susuz kavrulmanın sonucunda bulaşıcı hastalık baş gösterdi. Hastaneye kaldırılanlar sıklaştı.”
Esaret hayatını Nargin’de geçiren Türk askeri esirlerinden olan Süleyman Nuri hatıralarında adaya nakledilişleri ve ada hakkındaki intibalarını şu şekilde kaleme almıştı :
https://i.hizliresim.com/BaWjyL.jpg
“Bakû istasyonundan, etrafımız Rus askerleriyle kuşatılmış bir güruh halinde, bizleri sahile, Bakû’nün iptidai bir şekil arz eden, ağaçtan iskelelerinden birine getirdiler ve bir çatanaya bindirerek 15-20 kilometre deniz açığında bulunan ve adı Azericesi Yılan Adası olan Nargin Adası’na getirdiler.
https://i.hizliresim.com/8aWjN1.png
Bakû, deniz açıklarından sahilden içerilere doğru az yükselerek kalkan bir yamacın üzerine sahilden “Züh” ve “Bayıl” denilen semtler kadar serpilmiş, bazı yerlerde seyrek ve bazı yerlerde sık sık üzin ve fabrika oldukları açıktan seçilmesi zor olan binalardan müteşekkildi.
https://i.hizliresim.com/DYWjy3.png
https://i.hizliresim.com/mMg0J4.png
“Çatana bizi sonumuzun meçhul karanlıkları “Nargin” adasının toprakları üzerine serpiverdiği zaman, hemen orada ilk müşahede ettiğimiz, muhafız Rus erleriyle, hangi millet ordusuna mensup oldukları fark edilemeyen yırtık pırtık elbiseli esirleriyle, kadınlı erkekli beyaz sıhhiye giysili sağlık memurlarıyla ve Bakûlü olmaları ve adda alış verişle meşgul oldukları kolayca tahmin edilebilen sivilleriyle ada, üzerimizde hiç de ümit verici bir tesir bırakmadı. 2, 2,5 kilometre kare sathında, bir kilise ve birkaç idare binalarından başka, yer üstünde hemen hemen başka bir bina görünmüyor, tek tük Alman, Avusturya ve Macar esirleri olmak üzere 50 bin Türk esiri, yarı yarıya toprağa gömülü zeminliklerde yaşıyorduk..
“Bir iki gün devam eden acemiliğimiz devrinde, adanın hemen hemen bütün sahillerini döndük dolaştık, batı ve Bakû’ye yani kuzeye taraf olan sahillerin müthiş kayalık ve bu kayalar üzerinde oltalarıyla bütün gün balık tutamayan balık avcılarına ve her adımda dünya kadar tesadüf ettiğimiz su yılanlarına rastladık.
Bakûlülerin burasını “yılan adası” olarak tesmiye etmelerinin (adlandırmalarının) sebebi bu imiş meğer! Bir günde bizim de belki ebedi mekânımız olması pek de ihtimalden uzak olmayan ve adanın diğer kısmına nazaran daha hakim mevkii olan kuzey tarafı ucuna, ölen esirleri gömdüklerini işittiğimiz yeri görmek ve bu vesileyle onları ziyaret etmiş olmak için, bir gezinti yapmaya gittik.
https://i.hizliresim.com/oXqJ6X.png
Orada yegâne açık bulunan bir çukura yaklaştık, çukur henüz yarı yarıya doluydu, çukurun içine atılmış ölülerin, üzerlerine kalın bir tabaka kireç serpildiği için ölüleri saymak mümkün değildi. Bu çukurun hayalen toprakla örtüldüğünü farz ederek, buna benzer çukurlar olmaları muhtemel, fakat şimdi, toprak üzerinde birer iz olarak kalmış yerleri çokluklarından saymak da mümkün değildi.
Saymak istememizin sebebi, adanın üsera kampı olduğundan beri, bugüne kadar ölenlerin sayısını, mümkün mertebe sıhhate yakın bir tarzda tahmin ederek merakımızı tatmin etmekti.
Buradan koğuşa gelince, bizden kıdemli olan erlerden çukurların ellişer kişilik olarak kazıldıklarını, her gün ölenleri sırayla balık istifi koya koya 50 kişi tam olduğu tekmil haberi verilince, çukur kapatılarak diğer bir çukurun hemen orada ve yahut da yakın civarında kazıldığını söylediler. Cephe başka burası da bambaşka bir alem, artık biz de ölümle hayat arasında fark görmek hissinden mahrum olanlara döndük…
https://i.hizliresim.com/YQ8oQA.png
https://i.hizliresim.com/8aWjaA.png
https://i.hizliresim.com/DYWjYZ.png
“..Sabahları sırayla koğuşlarımızdan tayin ettiğimiz arkadaşlarımız ekmeklerimizi, karavana kaplarıyla getirilen bulanık su halinde, çay olduğuna binbir şahit lazım olan çaylarımızı, kendi kaplarımızda içiyor ve akşamları da bulgur tanesi gibi ot tohumu taneleriyle, mutfakta kendi arkadaşlarımızın sözde soydukları ve fakat haddi zatında soyulmamış bütün bütün patateslerin katışık ve bunların topunun da yıkanmadıkları için, topraklı taşlı çorba mı desem lâpa mı desem, karavanalarımızı getiriyorlar ve bunlara beş on kişi bir arada kepçe gibi kaşıklarla girişiyorduk.”
Nargin adasında sadece asker savaş esirleri değil Erzurum'a kadar olan cephe hattında şüphelendikleri halktan sivil insanlarda vardı.
https://i.hizliresim.com/16aRBb.png
Bunlar arasında oldukça yaşlı olanlarla çocuklar dikkat çekiyordu.
https://i.hizliresim.com/Ll8jNz.png
Bakû Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi Erzincan Temsilcisi Abdulmabud Bey, Bakû’deki merkeze gönderdiği telgrafında şunları yazmaktaydı:
“Nargin Adası’nda ve Tiflis’teki hapishanede külli miktarda Türk esiri var ki, ne bu muharebede askerlikte bulunmuşlar, ne kabaklarda(önce). Lakin Rus koşunları(birlikleri) Türkiye toprağına sokuldukta, yalan danışlar ve provakatiya neticesi olarak hapsedilmişlerdir.
Bunların arasında 90 yaşında kişiler dahi vardır. Ben telgraf ile Kafkasya Komisarlığı Sadrı’na ve Doktor Sultanov’a müracaatla asker olmayan Türk esirlerinin bırakılmaları hakkında teşebbüste bulunmalarını istida etmiştim.
Atalar ve kardaşlar, fitne ve yalan danış kurbanı olan bu zavallıların müdafaa ve muhafazasına ses kaldırın.
Erzincan – Bakû Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi Vekili Abdülmabud”
Bakû Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi, Ruslar tarafından Anadolu’da işgal edilen bölgelerdeki aç, sefil ve korunmaya muhtaç Müslümanlar için büyük bir yardım faaliyetine başlarken, Ruslara esir düşen ve bir kısmı Azerbaycan’a sevk edilen Türk savaş esirlerinin durumuna da seyirci kalmadı.
https://i.hizliresim.com/BaWj5v.png
Cemiyet-i Hayriye ilk iş olarak, esirlerle daha yakından ilgilenebilmek ve daha serbest bir şekilde yardımların ulaşmasını sağlamak amacıyla, Bakû’deki Türk esirlerinin “resmi himayeciliğini” üzerine almak istemiştir.
Hükümet nezdinde yapılan girişimler sonucunda resmi olarak izin alınmış ve böylece Cemiyet, esirlerin bulundukları yerlere rahatlıkla girip çıkma ve kontrol edebilme hakkına sahip olmuştur.
https://i.hizliresim.com/ZXjlPZ.png
Cemiyet, ilk olarak Nargin Adası’nda giyecek ve yiyecek sıkıntısı çeken Türk esirlerin yararına olmak üzere halktan yardım toplamaya başladı. Bu amaçla çeşitli çaylar, toplantılar tertip edildi, tiyatro günleri düzenlendi.
https://i.hizliresim.com/lqPA6b.png
https://i.hizliresim.com/V98j1r.png
Ayrıca Cemiyet, esirlerin resmi korumacılığını üzerine aldığından, haftada bir gün (Pazar günleri) Nargin’deki Türk esirlerinin Bakû’ye çıkarılarak gezdirilebilmesi için de izin alabilmişti. Böylece Türk esirlerin haftada bir gün de olsa o çok kötü şartlardan kurtulup rahat etmeleri, dinlenmeleri sağlanıyordu.
https://i.hizliresim.com/jgrdGn.jpg
Bu tarihlerde Bakû’de bulunan Fahrettin Erdoğan hatıralarında şunları aktarmaktadır :
“...Erzurum’un düşmesinden sonra Rus cephesi Erzincan’a kadar ilerlemiş, burada esir edilen subay ve erleri Sibirya’ya değil, Bakû’nün karşısında Hazar Denizi’nin ortasındaki Nargin adasında esirler kampında topluyorlardı. Her Pazar bu kampta bulunan esir subaylar muhafızlarla şehri ziyarete geliyorlardı. Biz de onları görmek için iskeleye gittik.
Halk yığılmış, otomobiller sıralanmış, içinde genç kızlar yolcuların gelmesini bekliyorlardı. Bu otomobildekilerin kimler olduğunu sordum. Bakû milyonerlerinin kızları olduklarını öğrendim.
Mesela Topçubaşı Ali Merdan Bey’in, Nagiyov, Tagiyov ve Kuluyovların hususi taksilerindeki kızları en başta duruyordu.
Motörler yanaştı. Esir Türk subayları kıyıya çıktılar. Taksiden çıkan kızlar birer ikişer mevcuduna göre subayları kollarından tutup taksilere oturttular. Şehrin her tarafını gezdirdikleri gibi subayların ve kamptaki arkadaşlarının ihtiyaçlarını mağazalardan alıyorlar ve paraları Cemiyet-i Hayriye tarafından ödeniyordu.
Bunları evlerine götürerek öğle yemeklerini aileleri arasında yedirttikten sonra tekrar taksilerle aldıkları kıyıya getirip teslim ediyorlardı...
https://i.hizliresim.com/26WpVj.png
” Cemiyet-i Hayriye’nin Türk esirleri için yapmış olduğu hizmetlerden biri de, Rusya’ya nakledilirken çok kötü şartlardan dolayı vagonlarda veya getirildikleri yerlerde ölen esirlerin İslâmi usullerle defnedilmesi, yaralı ve hasta olanların ise bakımlarının yapılmasının sağlanması idi.
Cemiyet, Bakû’ye getirilen hasta ve yaralı Türk esirlerin mümkün olduğunca bakımını üstlenerek, Cemiyet-i Hayriye’nin hastanesinde tedavilerinin yapılmasını sağlarken, burada ölen Türk askerlerinin defin işlerini de üzerine almış ve bu işle, İsmail Bey Sefer Aliyov’u görevlendirmişti.
Aslında Rus Hükümeti ölen harp esirlerinin defin ücretlerinin karşılanması için belirli bir miktar ödenek ayırmıştı. Türk esirleri için bu pek uygulanmayınca Cemiyet-i Hayriye defin masraflarını kendisi karşılamak durumunda kaldı.
Fakat kaynaklardan anlaşılıyor ki bu hizmet Nargin’de ölen Türk esirleri için pek mümkün olmamıştır. Ada ile bağlantı belirli şartlarda ve Rusların kontrolü altında, çok nadir sağlandığından buradaki hasta veya ölen Türklerin durumları hakkında bilgiler pek yetersiz olup, gelen haberler de pek iç açıcı değildi
Metin Bey,
Detaylı bilgileriniz için çok teşekkür ederim. Atalarımızın uğramış olduğu bu bela ve akabindeki zulmü okurken insan gözyaşlarını tutamıyor. Savaşın acı yüzü daha iyi anlaşılıyor. Allah'tan bu acıları milletimize bir daha yaşatmamasını dilerim.
Rica ederim.
Talebiniz gayet yerinde oldu. Zira bnm arşivlerimde konuyla ilgili sadece 2 başlık vardı.
Bu bilgisel paylaşım devam edecek. Şu anda konuyla ilgili kitaplardan ve hatıratlardan derlemeye devam ettiğim 11 paylaşım daha hazırladım..
Toplamda 20-25 civarında başlık ile internet üzerindeki en kapsamlı bilgisel paylaşımı olacak.
Azerbaycan Türk halkı Nargin Adası'ndaki Türk esirlerinin durumuyla oldukça ilgili bulunuyordu. Hatta yardım heyetlerinin ve cemiyetlerin dışında şahsî olarak da idarî makamlara başvurarak, Türk esirlerine yardım etmek amacıyla girişimde bulunanlar vardı.
https://i.hizliresim.com/lqPoAJ.png
Nargin Adası’nda esir olan Türk subaylarından Ahmet Göze, Azerbaycan Türklerinin kendilerine yapmış oldukları yardımlara değinirken Azerbaycanlı Ayşe Hanım adlı bir Türk kadınının göstermiş olduğu yardımseverliği şöyle anlatmaktadır :
“...Ayşe Hanım zengin bir kadın, çok büyük bir vatanperver, milli hisleri kuvvetli ve çok cömert bir hanımefendidir. Nargin Adası'nda yüzlerce Türk esirinin bulunduğunu bilmekte ve her fırsatta kendilerini ziyarete gelmektedir. "Asker evlatlarım, ziyarete geldim" diyerek hallerini hatırlarını sormaktadır.
"Her haliyle bütün servetini onlara feda etmeye hazır olduğunu belli etmektedir. Bu hamiyetli yaşlı hanım bütün kampın anası olmuştur adeta. Bilhassa bayramlarda sabah sabah kampa koşmakta ve "asker evlatlarının" bayramlarını tebrik etmektedir. Amma nasıl tebrik. Kâhyası arkasından bütün esirlere maaşları kadar maaş yani albaya albay, yüzbaşıya yüzbaşı maaşı bayram harçlığı ve herkese birer kat çamaşır, ayakkabı vesaireyi muhtevi bohçalar vermektedir.
"Onun karşılanışı da bir âlemdir. Bütün esirler onu merasimle tabur halinde karşılayıp selamlamakta kendisi de esir olan bu kadına en büyük saygıyı, o da onlara en büyük sevgiyi göstermektedir.
” Yine Nargin Adası'nda tutulan askeri esirlerden Hakkı Mehmet de buradan kurtulduktan sonra, 1 Şubat 1918 tarihli ifadesinde, Azerbaycan Türklerinin esirlere yaptıkları yardımlar hakkında şunları kaydetmektedir:
“...Bu zamana kadar Bakû milyonerlerinden merhum İsrafil Gacırof'un zevcesi Seniha Hanım her hafta zabitan ve efradımızı ziyaret ederek birçok muavenette bulunmuş, hatta hastalarımıza bizzat pansuman ve masaj gibi büyüklükler de göstermişti.
Fakat bir müddet sonra Ruslar bu hanımın da adayı ziyaret etmesini men etmişlerdi.
“Verilen yemekler pek fena, ekmek çamur gibi idi. Bakû milyonerlerinden Müslüman bir zat Rusların verdikleri siyah unu alarak onun yerine beyaz un ita edip pek büyük bir iyilikte bulunmuştur.”
Azeri kardeşlerimizin kadirşinaslıkları gerçekten takdire şayan.Bu arada, Rusların da bu yardımlara göz yummaları baya ilginç geldi bana. Sizin yorumunuz nedir Metin Bey?
Azerbaycan Türkleri, Nargin’deki Türk esirlerin durumlarını iyileştirmek, ihtiyaçlarını karşılama gibi faaliyetlerin dışında, onların adadan kaçmalarına yardımcı olmak ve Türkiye’ye ulaşmalarını sağlamak içinde gizli çalışmalar yürütmüşlerdir.
https://i.hizliresim.com/BaNmGQ.jpg
Bu konuyla ilgili olarak birçok bilgi mevcuttur. Örneğin; Bakû’deki Türk esirlerinin resmi korumacılığını üzerine alan Bakû Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi, yukarıda da belirtildiği üzere esirlerin belirli günlerde Bakû’ye çıkarılmaları için de gerekli olan izni alabilmişti.
İşte bu izin çerçevesinde 1915 yılı Temmuz ve Ağustos aylarında “Türk Bayramı Günü” 8 Türk esir subay şehre bırakılmış ve bir daha geri dönmemişlerdir.
Büyük ihtimalle bu esirlere Cemiyet üyeleri tarafından yardım edilerek, İran’a kaçmaları sağlanmıştır ki; bu olaydan sonra Cemiyet-i Hayriye temsilcilerinin adaya gidip gelmesi kısıtlanmıştı.
Nitekim bu olayı 16 Nisan 1916 tarihli bir rapor ile bildiren “Bakû Arama Polisi Başkanı Rudenko”da, Cemiyet-i Hayriye’nin bu kaçırılma işini planladığı konusunda şüpheleri olduğunu belirtmiş ve kaçan esirlerin isimlerini vermiştir. Bu rapor aşağıdadır :
“1915 Yılı Temmuz ve Ağustos aylarında Türk Bayramı günü 8 esir subay kaçmayacaklarına dair yemin ettirilerek şehre bırakılmıştır.
Bunlar; Yüzbaşı İzzet, Yüzbaşı Tapayev Farad Bey, Yusuf İbrahim Efendi, Yakup Mustafa Efendi, Hüseyin Hilmi Efendi, Şükrü Şaban, Fikri Şakar, Ziya Efendi.
Yukarıda adı geçen subaylar adaya geri dönmeyerek, kaçmışlardır.
Firariler İran pasaport ve giysileri ile teçhiz edilerek İran’a gitmişlerdir.
Bakû’deki esirler üzerinde resmi himayeciliği Müslüman Hayriye Cemiyeti üstlenmişti.
Bu Cemiyet’in üyeleri önceleri askeri hastaneye giderek esirleri kontrol ediyorlardı.
Ancak bu kaçış olayından sonra Cemiyet’in elemanlarının esirlerin yanına gitmeleri yasaklanmıştır.
Bu kaçış olayını kim tertip etmiş ve firarilere kim pasaport temin etmiştir?
Bu durum aydınlatılamamıştır.
16.4.1916 Bakû Arama Polisinin Başkanı Rudenko”
Esir kampına atanan komutanların karakterine göre, esirlere yaklaşım zaman zaman farklılık göstermiştir.
Ayrıca Ruslarda rüşvet oldukça yaygın ve aleni durumdadır..
Bu komutanlar arasında;
Boş ahşap binadan ısınmak için 2 tahta parçası kopardılar diye tüm Tük esirleri 2 gün aç bırakan da olmuştur.
Meryem Atmaca Hanımefendinin girişimleri ile 10.000 altına 1.800 esiri serbest bırakan da olmuştur.
Kalben takdir etmek gerekir ki Azerbaycan'daki Cemiyet-i Hayriye insan üstü gayretlerle çalışmıştır.
Çünkü Rus milliyetçiliğinin temellerinden biri Türk düşmanlığıdır.
Bu düşüncelere sahip Rusları, para ile bile olsa ikna edip binlerce Türk'e yardım edebilmek kolay iş değildir.
Bunlarla ilgili örnek paylaşımlarım da olacak.
Yine aynı dönemlerde Nargin Adası’ndan Türk esirlerinin kaçırılması amacıyla birçok girişimler olmuştur.
Kafkasyalı Türk gençleri tarafından kurulan “Kafkasya Müslüman Talebeleri Komitesi” bizzat Türk esirlerin kaçırılması faaliyetlerine iştirak etmiş , birçok esir kaçırma olayında, Cemiyet-i Hayriye ile birlikte çalışmıştı.
https://i.hizliresim.com/oXpQzX.jpg
Azerbaycanlı Türk hanımlardan bazıları da, özellikle adadan kaçırılan Türk esirlerinin çeşitli ihtiyaçlarının karşılanması konusunda büyük hizmetler görmüşlerdir.
https://i.hizliresim.com/lqpYzQ.png
Azerbaycan milli burjuvazisinin önde gelenlerinden birisi olan Murtaza Muhtarov’un adadan Türk esirlerinin kaçırılmasında önemli rol oynadığına dair bilgiler de mevcuttur.
Kafkasya Müslüman Talebeleri Komitesi’nin üyelerinden biri olan Seyitli Mir Aziz, Türk esirlerinin Nargin’den kaçırılmasıyla ilgili bir olayı şöyle anlatmaktadır :
https://i.hizliresim.com/nQpPGN.png
“Gece yarısı, ada açıklarında pusuda duran teşkilatımızın kayıkları, lamba işaretleri üzerine adaya yanaşarak sessizce birkaç esiri kaçırdı. Başka bir gün 16 zabit kaçırıldı.
Ruslar Zig Burnu’nda bağlanan kayığı çevrilmiş buluyorlar.
Bunun üzerine aynı gün Rus gazeteleri sevinçli bir haber veriyorlardı:
https://i.hizliresim.com/v6VzoA.jpg
“ Bu gece Nargin Adası’ndan 16 Türkiye zabiti kaçmak teşebbüsünde bulunmuş ise de fırtınanın şiddetinden kayıkları çevrilmiş ve kendileri de boğulmuşlardır. Kayık Nargin açıklarında bulunmuştur.”
Halbuki firari zabitler, Cemiyet-i Hayriye’nin “İsmailiye” binasında istirahat etmekte idiler. Demek ki kaçırılanların izini Hazar Denizi yutmuştu.
https://i.hizliresim.com/GmNn5V.jpg
” Nargin’den kaçırılan Türk esirler, genellikle Bakû’den İran’a geçiriliyor, Tebriz yolu ile Anadolu’ya gönderiliyorlardı. Bunun için şehirli, köylü her Azerbaycan Türk’ü üzerine düşen hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyorlardı.
Mesela kaçırılarak Karabağ’a getirilen Türk esirlere, burada en güzel ve güçlü atlar hediye edilmiş, böylece daha rahat kaçmaları sağlanmıştır.
Fakat, Azerbaycan Türklerince yapılan, gerek bu yardım faaliyetleri gerekse adadan Türk esirlerinin kaçırılma olayları, Rus makamları rahatsız etmiştir. Cemiyetlerin çalışmaları kısıtlanırken, zaten mahkeme kararıyla adaya girip çıkabilen ve şahsi olarak yardım faaliyetlerinde bulunan kişiler de engellenmiş, hatta bunlardan bazıları öldürülmüştür.
Türk subaylarının bir kısmı, bu kaçırılma olaylarından sonra Nargin Adası’ndan alınarak daha uzak bölgelerdeki kamplara nakledildiler.
Kafkas Müslümanları ve Azerbaycan Türklerinin organizasyonları ile Nargin adasından kaçırılan Türk subaylarından biride Vecihi Hürkkuş‘ tur.
https://i.hizliresim.com/P1NE9O.jpg
Vecihi Hürkuş, 1917 sonbaharında Kafkas cephesine, 7. Tayyare Bölüğü’ne atandı. Orada bir uçak düşürerek Kafkas Cephesinde uçak düşüren ilk Türk tayyarecisi oldu.
https://i.hizliresim.com/pbkYlr.jpg
Hava savaşında yaralanarak düşünce uçağını yakarak Rus’lara esir oldu.
Esir olarak Hazar Denizi’ndeki Nargin adasına gönderildi.
Bir süre sonra Azeri Türklerinin yardımı ile adadan kaçtı.
Birlikte kaçtığı bir arkadaşıyla Erzurum’a kadar Azerbaycan Türklerinin yardımları ile geldiler..
1917 yılı Kasım ayında; Rusya’daki Türk esirleri hakkında bilgi toplamak ve onların yurda döndürülmesini sağlamak amacıyla Hilal-i Ahmer tarafından görevlendirilen Yusuf Akçura da Rusya’daki Türk esirlerinin ihtilaldan sonraki durumları hakkında bilgi verirken Nargin Adası’ndan, “Yılan Adası” olarak bahsedip, Çarlık döneminde buradaki Türk esirlere karşı çok kötü muamele edildiğini, Bolşevikler döneminde ise kurulan yeni idarelerin inisiyatifine göre her yerde farklı muameleler uygulandığını bildirmiştir.
https://i.hizliresim.com/6abMaN.jpg
Yusuf Akçura, Rusya'daki Türk esirlerinin ihtilâldan sonraki durumları hakkında şu bilgileri vermiştir:
"Çarlık zamanında bazı mahallerde hayat ve sıhhatleri şöyle temin olunmuş ise de bazı mahallerde teshin edilmemiş, vagonlarda günlerce kilitli bırakılarak dondurulup öldürüldükleri de vaki olmuştur.
https://i.hizliresim.com/OvNav0.jpg
İnkılâptan sonra birbirini vali eden, birbirinin yanında teşkil eden muhtelif hükümetlerin muameleleri muhtelif olduğu gibi, aynı hükümet de bile aynı muamele devam edip gitmemiştir.
Osmanlı üserasına edilen muamele-i şiddetkâranenin azamisi, muhtelif membalardan alınan haberlere, ezcümle Danimarka Salib-i Ahmeri tarafından gönderilmiş Kastenskiyold Larsay Heyeti'nin meşhudatına nazaran Cenubî Kafkasya'da Kars, Ardahan, Erivan nahiyesiyle Yılan Adası'nda reva görülmüş efrattan olan üseraya en mühsif muamele ise Sovyetler Cumhuriyeti tarafından yapılmıştır.
https://i.hizliresim.com/y61j60.jpg
Bolşevikler hemen her tarafta nefer esirleri serbest bırakmışlardır. Üsera karargâhlarında nefer ve zabit farkını kaldırarak, efradın zabitana hidmetkârlığını men etmişlerdir."
Yusuf Akçura'nın bahsettiği olayı İsveç kızılhaç yetkilisi gözünden okuyalım..
Sarıkamış’ta esir edilen Türk askerlerini İsveç Salib-i Ahmer Murahhası Graf Londrof şöyle tarif etmişti.
https://i.hizliresim.com/dvDMNV.jpg
“İzdihamdan, kokudan yanlarına varılmayan, kapıları kilitli ve içerisi tıka basa Osmanlı esirleri ile dolu büyük bir tren 1915 Ocak ayının sonunda Sirzan istasyonuna geldi. İçindeki esirler, insan kılığından çıkmış, açlıktan renkleri sararmış, yanakları çökük, elmacık kemikleri dışarı fırlamış, kımıldayamayacak şekilde yorgun ve kuvvetten düşmüş, elbisesiz, ayakları çıplak, kâinatta mevcut bütün bulaşıcı hastalıklarla müptela bir haldeydi. Bu feci manzara insanların yüzlerini kızartacak ve kalplerini sızlatacak derecedeydi.”
Nargin Adası’nda sadece Türk esirler değil diğer esirlerin durumu da çok kötüydü.
https://i.hizliresim.com/16B7Wj.jpg
İsveç Konsolosluğu’nun 28 Kasım 1917 tarihinde, İsveç Büyükelçiliği’ne göndermiş olduğu raporda, bu konunun üzerinde durulmuş ve adadaki esirlerin durumunun bir an önce düzeltilmesi için girişimlerde bulunulması gerektiği bildirilerek, şu bilgiler verilmişti:
“Bakû’de Nargin Adası’nda esirlerin durumu çok kötüdür. Burada çalışan memura yaşam şartlarını iyileştirmesi için emir verilmiş, fakat bir şey yapılmamıştır. Hatta İsveç Konsolosu bu durumu görmüş ve düzeltmeye çalışmışsa da elinden fazla bir şey gelmemiştir.”
https://i.hizliresim.com/LlNGzo.jpg
https://i.hizliresim.com/r5pykm.png
İşte adadaki esirlerin durumu hakkında gerek gazetelerde çıkan çeşitli haberler, gerekse adaya çeşitli vesilelerle gidenlerin görmüş oldukları bu manzaralar karşısında Bakû Şehir Duması çeşitli fırka ve millet temsilcilerinden bir “Tahkik Komisyonu “ oluşturarak Nargin Adası’na göndermiştir.
https://i.hizliresim.com/7adQnY.jpg
Bu komisyonda Sovyet ve Danimarka heyetleri, bir Alman Doktoru, bir hemşire, Hümmet Fırkası adına Neriman Nerimanov, Abdülbaki Mehmedov, Muhtaçlara Kömek Cemiyeti adına Ağa Mehmed İbrahimov ve Türk esirlerinin koruyuculuğunu üzerine alan Bakû Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi temsilcisi olarak da Mürselov bulunmaktaydı.
Komisyonun, adadaki incelemeleri ve gözlemleri hakkında Açık Söz gazetesi şu bilgiler vermişti:
https://i.hizliresim.com/P1NGW5.jpg
“Cezirede yaşayan insanların dehşetli durumunun izlerini gören komite azaları hüngür hüngür ağlamaktan kendilerini alamamışlardı. 400 kişi yerleştirilecek hastanede 1200 kişi hasta esirler balık gibi birbirlerinin üstüne dökülmüş, kimisi can veriyor, kimisi “efendim su” kimisi “efendim yemek” diye bağırıyorlar. Bir taraftan ise o gün ölmüş 40 esir aynı yek diğerinin üzerine yığılıp durmuştur. Günde 40 kadar esir açlıktan, susuzluktan, soğuktan ölüyor. Üstlerinde giyecekleri, yakmaya yakacakları yok. Birçokları başlarının altına ker*** koymuşlar. Kuru tahta üstünde yatmaktan bir çoklarında büyük yaralar meydana gelmiştir.”
Bu komitede bulunan ve aynı zamanda Hümmet Partisi’nin başkanı olan Neriman Nerimanov da yapılan incelemelerin sonucunu bir rapor halinde Şehir Duması’na sunmuştur.
Daha sonra Nerimanov adada 700 kadar seksen yaşında, bitmiş bir halde yaşlı kişilerin, 2 yaşından 15 yaşına kadar körpe çocukların bulunduğunu ve bunların hepsinin Kafkasya cephesinden geldiklerini bildirerek, sözlerini şu cümlelerle tamamlamıştır:
“ Burası bir cezire değil, makberdir. Öyle bir makberdir ki bin kadar adem kenarında oturup, növbesini bekliyor. O yerlerde böyle bir növbeye hazırlanıyorlar.”
https://i.hizliresim.com/ZXpnBV.jpg
Bu olaylar üzerine adaya gelen Kızılhaç yetkilileri esirlerin durumunu görmüş ve Rus makamlarına şikâyette bulunarak, gerekli önlemlerin alınmasını istemişlerdi.
https://i.hizliresim.com/zjLyb4.jpg
Yine Azerbaycan gazetelerinde Türk esirlerin nakledilmeleri esnasında yüzlerce Türk esirinin havasızlıktan, açlıktan ve hastalıktan öldüğü ve adadaki esirlerin çok kötü şartlar içerisinde bulunduğuna dair haberler etkisini göstermiştir. Bunun üzerine Çar II. Nikola’nın dayısı ve Rus Kızılhaç Teşkilatı Başkanı Prens Oldenburg, konuyla ilgilenmek ve bazı tedbirler almak durumunda kalmış ve tepkileri yatıştırmak için kamuoyuna bazı açıklamalar yapmak gereğini hissetmiştir.
12 Ocak 1915 tarihli İkdam gazetesinin yazdığına göre; Prens Oldenburg, Türk esirlerinin çok kötü şartlarda bulunmalarından rencide olduklarını, bunun için lazım gelen yerlere emir vererek, Türk esirlerine eziyet edilmemesi, vagonlarla nakilleri sırasında geçirilen istasyonlarda esirlerin indirilerek hava aldırılması ve isterlerse kendileri için yiyecek almalarına engel olunmaması hususunda gerekli hassasiyetin gösterilmesini istemiştir
https://i.hizliresim.com/6abM09.jpg
Bu haberler ve şikayetler sonucunda, Prens Oldenburg , Nargin Adası’ndaki esirlerin de durumunu teftiş için Bakû’ye gelmiştir. Bakû’daki Rus Kızılhaçı temsilcisi tarafından adadaki esirlerin içler acısı durumu ile ilgili olarak Oldenburg’a brifing verilmiş ve bizzat kendisi de esirlerin bu feci durumunu gözlemlemiştir
https://i.hizliresim.com/GmNGl3.jpg
Not: O dönem hastane olarak kullanılan İsmailiyye binası.
Prens Oldenburg Bakû’de iken, Bakû Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi ‘nin hastanesinde de incelemelerde bulunmuştur. Prens, hastalara hiçbir ırk ve din farkı gözetmeksizin bakan doktorundan hastabakıcısına kadar hepsi Türk olan bu hastane yöneticilerinin ve çalışanlarının azminden ve hizmetinden etkilenmiştir. Hatta kaderin garip bir tecellisi olsa gerek, hastanede Ermeni hastaların da yattığını ve bunların bile Türk doktorlarından ve hastanesinden memnun olduklarını görünce Prens Oldenburg, hastane idaresi ve çalışanlarını bu azimleri ve hizmetlerinden dolayı kutlamıştır.
Prens Oldenburg’un, bu inceleme ve gözlemlerinden sonra, esirlerin durumunun düzeltilmesi yolunda bir takım girişimlerde bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu çabalar Nargin’deki esirlerin durumunu iyileştirmediği gibi, verilen direktif ve talimatların bölgedeki Rus idareciler tarafından göz ardı edildiği de bir gerçektir.
Çünkü Rusya, özellikle 1905 den itibaren Türk-Ermeni çatışmalarında husumeti artırıcı bir politika izlemiş ve Kafkasya’daki büyük Rus memurları, Ermenileri Türklere karşı kışkırtmış ve gizlice silahlandırmışlardı.
https://i.hizliresim.com/WqaodQ.jpg
Kafkasya Genel Valiliği’ne Türk düşmanı ve Ermeni yanlısı politikalar takip eden Vorontsov Daşkov’un 1905’te atanması ile bölgede Türklere yönelik sert ve düşmanca politika takip eden Rus idarecilerin sayısı artmıştır.
Bu yapının Azerbaycan’a getirilen Türk esirlerine de iyi davranması ve verilen talimatları düzgün uygulaması çok mümkün değildi. Nitekim bölgede görevli Rus idarecilerin esirlere yönelik suiistimallerinin önü alınamamıştır. Nargin’deki Türk esirlerinin durumu her geçen gün daha kötüye gitmiştir.
Bu dönemde Cemiyet-i Hayriye’nin Türk esirlerinin durumunu yakından görmek ve ihtiyaçlarını daha iyi tetkik etmek üzere adaya gönderebildiği Mustafa Bey Alibekov da, burada yapmış olduğu incelemeler sonucunda, Nargin esir kampında 9 binden fazla esir bulunduğu, bunların 3990’ını Türk esirlerin oluşturduğunu bildirmiş ve adadaki esirlerin yaşam şartları hakkında şu bilgileri vermiştir:
https://i.hizliresim.com/NnNGvQ.jpg
“Bu cezirede şiddetli soğuk külek (rüzgar) estiğine göre herkesin, hususen çıplak esirlerin, ısınmaya ihtiyaçları vardır. Ona binaen Dekabır (Aralık)’ın 18’inde iki Türk Müslüman esir kendini ısıtmak için oradaki boş hastaneden bir parça tahta koparıp yakıyorlar. Çünkü hastanelerde ve sair binalarda herkes soba yakmıyor. Cezire kumandanı bu iki esirin hareketinden dolayı ceza vermek maksadıyla yalnız o iki esiri değil, bütün Türk-Müslüman esirlerini cezalandırarak tam bir gün hepsini aç bırakmıştır.
https://i.hizliresim.com/alpgO7.png
Oradaki esirlere yemek o kadar az veriyorlar ki, esirlerin birçoğu paylarını yedikten sonra, etrafı gezip, atılmış kemikleri yiyip kemiriyorlar...”