bir sabah ansızın kendimi muş ovasında buluyorum.
yıl sanırım 2002
aylardan mayıs
ova metre boyunda doğal lalelerle kaplı
kızıla boyanmış bir derya
karlar eriyince ovayı su kaplıyor.
bu nedenle tarım işi gecikiyor.
hemen ovayı bu sorundan kurtarmak için ovanın etrafına kanal yapılmasını öneriyorum.
muş yokuşunda görevli arıyorum.
bir kaç küçük resmi bina hariç bacası tüten bir şey göremiyorum.
marketten borsa dergisi alıp çıkıyorum.
araç kiralama işi olmayınca ilk taksiciye uğruyoruz.
doğu insanı dürüst
parayı uzatıp ticari taksinin anahtarını alıyoruz.
arkadaşım taksinin şoför koltuğuna atlıyor.
ilk hedef doğunun denizine tatvana yol alıyoruz.
tatvanda güzel bir lokanta için polis memuruna adres soruyoruz.
memur bey taksi şoförünü gösteriyor ona sorun diyor.
memur beye o da bizden diyoruz.
ayaklarımızı van denizinin sodalı suyuna soktuktan sonra gözümüz yükseklerde.
kartpostallarından gördüğümüz güzelliğe nemrut krater gölüne çıkmayı arzuluyoruz.
dağa sürüyoruz
ova altımızda kalıyor.
zirveye doğru yolların karınının erimediği görülüyor.
kardan ileri gidemiyoruz.
engebeli arazide tarlasını süren çamura saplanmış traktörüyle bir köylü yardım istiyor.
üstümüz grand tuvalet yardım etmiyoruz.
ovaya bakıyorum yüzlerce boş araziler var.
köylü engebeli arazide ekmek parasında
ovalar ağalara teslim
onlarda istanbula teslim
Yolumuz ahlata ilk Müslüman Türk mezarlığına düşüyor. İki metreyi aşan mezar taşları karşılıyor. İrkiliyorum. Sanki insanlar yerde değil ayaktalar. Rehber çocuk mezar taşlarının uzunluğunun ölen insanlarla aynı uzunlukta olduğunu söylüyor.
Kendime bakınca cüce hissediyorum. Ya ben Türk değilim diyorum.
Ya da atalarım mevki makama göre adam severdi diyorum.