http://666kb.com/i/djcjum0o31sbjk7oi.jpg
Printable View
Adapazarı'nda Atatürk büstüne balta ile saldıran bir kişi, halk tarafından tekme tokat dövüleli birkaç saat oldu.
https://twitter.com/kacsaatoldunet/s...83766386941955
Ellerine kollarına sağlık:bravo::bravo::bravo::bravo::bravo::bravo::b ravo::bravo::bravo::bravo::bravo::bravo:
Azeri twiter fenomeni.. :)
https://i.hizliresim.com/dPYv54.png
ATATÜRK’E BİR KÖYLÜNÜN YANITI
Türk milleti tarihi boyunca büyük savaşlar kazanmış, ülkeler fethetmiş
ve sayısız devletler kurmuştur. Ancak, tarihte bunları başarıp da kendisini
unutan, başarılarından başka ulusları yararlandıran, “Nasıl olsa bu bende,
bundan bana kötülük gelmez.” mantığıyla kendisinden olanı ihmal eden,
yoksulluğa ve cehalete mahkûm eden, kendisine itaat etmeyeceğini veya
kendisinden ayrılacağını düşündüğü azınlıklara ise varını yoğunu yediren
başka bir millet de yoktur.
Ne yazıktır ki bu hatamızı Osmanlı Devleti’nin son döneminde
azınlıkların içlerinde sopayla kovulup Anadolu’ya döndüğümüzde anladık.
Oysa seferlerin tüm yükünü mal ve canlarıyla Türkler taşırken azınlıklar
hayatın tadını çıkarmışlar ve ekonomik yönden güçlenmişlerdir. Ama o
Anadolu ki bütün bunlara rağmen kucak açmasını bildi. ATATÜRK “Onun
içindir ki Türkiye’ye ve Türklüğe karşı olan görevlerimiz bitmemiştir.” diyor.
Aşağıdaki anekdot Türklüğün ihmal edilmişliğini yansıtması bakımından
anlamlı bir örnektir:
Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan baş kaldırıp ne
memleketi imar edebilmişiz, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bu bizim
suçumuz olduğu kadar düşmanlarımızın da suçudur. Çünkü başta Ruslar
olmak üzere düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi:
-Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler...
Bunun için de sık sık başımıza belâlar çıkarırlar, savaşlar açarlar,
Balkan milletlerini “istiklâl” diye kışkırtırlardı.
Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan
gayrimüslimler zenginleşirlerdi.
Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü,
ATATÜRK’e verdiği kısa bir cevap ile çok güzel açıklamıştır.
ATATÜRK, Mersin’e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü
büyük binaları işaret ederek sormuş:
-Bu köşk kimin?
-Kirkor’un...
-Ya şu koca bina?
-Yargo’nun...
-Ya şu?
-Salomon’un...
ATATÜRK biraz sinirlenerek sormuş:
-Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz? Toplananların
arkalarında bir köylünün sesi duyulur:
-Biz mi nerede idik? Biz Yemen’de, Tuna boylarında, Balkanlar’da,
Arnavutluk dağlarında, Kafkaslarda, Çanakkale’de, Sakarya’da savaşıyorduk
paşam...
ATATÜRK bu anısını naklederken:
-Hayatımda yanıt veremediğim tek insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur,
der dururdu.
101 Arıburnu; Atatürk, Anekdotlar-Anılar, s. 232.
http://fs5.directupload.net/images/170524/dqzsve8m.jpg
bursa'da baş kumandanımızla mülakat
mustafa kemal paşa ile karşı karşıya,
muallimlerin bursa'yı ziyaretlerinin paşa üzerindeki tesiri.
askerin kazandığı zafer ilim ve irfan ordularının kazandığı zaferin ancak zeminini teşkil
eder
senelerden beri türkün çiğnenmek istenilen hakkını müdaafa etmek için çok büyük bir cedelle ve pek haklı bir gazaya ön ayak olan türklerin büyük kumandanı mustafa kemal paşa ile görüşmek için fırsat bulduğum zaman kendimi dünyanın en bahtiyar adamı ad ettim.
mülakat günü derin bir heycan içinde paşanın bursada ikamet ettiği müddetçe misafir olduğu (altı parmak) taki bağcı cemal beyin köşküne gittim.
merdivenleri çıkarken adeta nefesim tıkanacak gibi idi.
kendi kendime nasıl konuşacağımı,
nasıl söz söyliyeceğimi düşünüyordum.
bir dakika sonra karşımda genç gözlüklü bir zabit nazikane bir surette beni karşıladı.
sonradan anladımki paşanın yaveri muzaffer bey imiş,
sade fakat güzel bir intizar (karşılama) salonunda kısa bir müddet kaldıktan sonra paşanın huzuruna çıktım.
paşa bursa ovalarına hakim geniş bir odada masasının başında oturuyordu.
bu kadar harikalar yaratan türklerin dahi baş kumandanı beni ümidimin fevkinde bir nezaketle karşıladı.
daha kendisine hürmetlerimi takdim etmeden evvel büyük kumandan bana:
istanbuldan hoş geldiniz demek suretiyle söze başladı.
bade aramızda atideki muhavere ceryan etti.
-paşa hazretleri istanbul sizi büyük bir arzuyla bekliyor.
sizi aramızda ne vakit görebileceğiz dedim.
mustafa kemal paşa bu suale hafif hafif gülerek:
-merek etmeyiniz pek yakın bir zamanda birbirimize kavuşacağız,
diye cevap verdiler.
-paşa hazretleri sulh konferansına nerede ve ne zaman ictima edeceği hakkında izahat lutuf buyururmusunuz ?
-biz izmiri istemiştik zamanında yirmi teşrini evvelde olamsını arzu etmiştik.
bu hususta düvel-i müttefika'ya verdiğimiz cevab-i nota'ya henüz bir cevab alamadık.
bu tehir herhalde londra'daki kabine tebdilinden (değişmesinden) ileri gelmiştir.
ingiliz siyaseti henüz bariz değildir.
bundan sonra paşa hazretlerinin muallime ve muallimlerin bursa seyyahatine ait ihtisasatlarını öğrenmek istedim.
paşa bu sualime'de şu yolda cevap verdiler.
-bizi ve anadoluyu görmek için muallime ve muallimlerin tertip ettikleri bu seyyahatten dolayı kendilerine ayrı ayrı teşekkür ettim.
biz bütün arkadaşlarımızla o kanaatteyiz'ki,
dünyadaki bütün zaferlerin en büyük amili ilim ve irfan ordusudur.
askerin kazandığı zafer ilim ve irfan ordularının kazandığı zaferin ancak zeminini teşkil
eder
-ankaraya teşrif buyrulacağını işittik ne zaman hareket edilecektir.
-cumartesi günü öğleden sonra saat ikide hareket etmek istiyorum,
evvela yeşil cami'ide kıraat edilecek mevlid-i risaletpenahi'de bulununacağım,
bade fevzi,ismet,kazım karabekir kazım paşalarla ankaraya gideceğiz.
paşa hazretlerini daha fazla rahatsız etmek istemedim ve göstermiş oldukları iltifat ve nezaketten dolayı kendilerine hürmetlerimi takdim ederek nezdinden ayrıldım.
burhaneddin ali.
10 rebiulevvel 1341
31 teşrinievvel 1338-1922 salı
https://i.hizliresim.com/ldM5QB.jpg
Mustafa Kemal Atatütk'ün Etnografya Müzesi'nden Anıtkabire taşındığı gün, 10 Kasaım 1953.
http://fs5.directupload.net/images/170527/hvotbmc2.jpg
Mustafa Kemal, 3 Mayıs 1920'de, Kazım Karabekir'e yollayacağı telgrafı dikte ettiriyor..
Tüm TÜRK ve ATATÜRK sevdalılarından özür diliyorum.
Geç farkedip,aranıza geç katıldığım için...
ATATÜRK VE UYGARLIK
Türk halkının mutluluğunu kendi mutluluğu olarak gören ve kendini
onun hizmetkârı olarak değerlendiren büyük ATATÜRK’ün aşağıdaki sözleri
ulusumuzun yolunu aydınlattığı gibi, ulusumuzu uygarlık yolunda geri
koymaya çalışan düşünce sahiplerine de bir uyarı niteliği taşımaktadır. Türk
ulusu bir bütün olarak aşağıdaki sözlerin anlamını idrak edip onun gereğini
yaptığı gün hiç şüphesiz uygarlık âleminde rakipsiz olacaktır. Bundan şüphe
duyanlar bilmelidir ki kendi yeteneklerini tanımayan ve kendisine güveni
olmayanlardır:
“Ben sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi uygarım diyen
Türkiye Cumhuriyeti halkı fikriyle, zihniyetiyle uygar olduğunu ispat etmek ve
göstermek zorundadır: Uygarım diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile
hayatıyla, yaşayış şekliyle uygar olduğunu göstermek zorundadır. Sonuç
olarak uygarım diyen Türkiye’nin gerçekten uygar olan halkı baştan aşağıya
dış görünüşüyle bile uygar ve olgun insanlar olduğunu uygulamada da
göstermek zorundadır.”
“Artık duramayız, kesinlikle ileri gideceğiz. Geriye ise hiç gidemeyiz.
Çünkü ileri gitmeye mecburuz. Millet açıkça bilmelidir. Uygarlık öyle kuvvetli
bir ateştir ki, ona ilgisiz kalanları yakar ve yok eder.”
“Uygarlığın coşkun seli karşısında direnmek boşunadır ve o, gafil
itaatsizlere karşı çok amansızdır. Dağları delen, göklerde uçan, göze
görünmeyen zerrelerden yıldızlara kadar her şeyi gören, aydınlatan, inceleyen
uygarlığın güç ve yüceliği karşısında çağ dışı kalmış zihniyetlerle, ilkel, boş
inançlarla yürümeye çalışan milletler yok olmaya veya hiç olmazsa esir
olmaya ve aşağılanmaya mahkûmdurlar.”
“Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar
memleketi olamaz; en doğru, en hakikî yol, uygarlık yoludur. Uygarlığın emir
ve isteklerini yapmak, insan olmak için yeterlidir.”
“Biz her araçtan yalnız ve ancak bir görüş açısından faydalanırız. O
görüş şudur: Türk milletini, uygar dünyada lâyık olduğu yere ulaştırmak ve
Türk Cumhuriyeti’ni sarsılmaz temelleri üzerinde, her gün, daha fazla
kuvvetlendirmek... Ve bunun için de keyfî yönetim fikrini öldürmek...
Nezihe Araz; Mustafa Kemal’in Ankara’sı, İstanbul, 1994, s. 77-78.
"İcra eden, tatbik eden, karar verenden daima daha kuvvetlidir."
Mustafa Kemal Atatürk
Stalin'in Sovyetler Birliği'nin başında olduğu dönemler...
Sovyetlerin Ankara Büyükelçisi ünlü bir diplomat "Karakan"...
1917 Ekim Devrimi'nin yıl dönümlerinden birinin sabahında Stalin, son derece sivri, anlamsız ve onur kırıcı bir demeç veriyor. Bu demecinde aynen şunları söylüyor:
"Herkes bilsin ki, Rus Milleti; Boğazlarla, Ardahan'ı ele geçirmekten asla vazgeçmeyecektir. Çok yakın bir zamanda bu davalarımızı halletmiş olacağımızı şimdiden müjdeliyorum..."
Aynı gece Ankara'da Sovyet Büyükelçiliği'nde de ihtilalin yıl dönümü kutlamaları yapılıyor. Cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal Atatürk, gece yarısına doğru Stalin'in bu densiz demecinden haberdar oluyor ve maiyetine emrediyor:
"Arabaları hazırlayın gidiyorum."
"Paşamız bu saatte nereye gidecekler?"
"Sovyet Sefareti'ne."
Mahiyetin etekleri tutuşur çünkü olayı kavrarlar, içlerinden birisi Atatürk'e:
"Paşa hazretleri nasıl olur? Protokolsüz mü? Siz devlet başkanısınız, protokolsüz nasıl gidersiniz?"
"Ben protokol falan dinlemiyorum çocuk. Stalin vatanımın topraklarına göz dikmiş, sen bana protokolden söz ediyorsun. Hazırlayın arabaları." diye cevap verir.
Büyük önderimiz ve arabalar hazırlanır.
Atatürk ve maiyeti, Sovyet sefaretinin kapısına dayanır.
Ulu önderimiz yüzü asık bir şekilde yukarı çıkar ve o sırada sefarette büyük bir balo vardır. Atatürk kendisini karşılayan Büyükelçi Karakan'ı görünce:
"Merhaba Karakan" der ve aynı sert ifadeyle devam eder ;
"Rahatsız ettik ama sen benim şahsi dostumsun, kusurumuza bakmazsın. Bir hususu esasından anlamaya geldim."
"Emredin Sayın Başkan"
"Ajanstan öğrendiğime göre, başbakanınız Stalin, Ardahan'la Boğazları istemiş, kararı katiymiş ... Pek yakın bir gelecekte bu kararını uygulayacakmış. Tam böyle söyleyip söylemediğini bilemem ama buna benzer şeyler söylemiş. Tabii ki bu nutkun da bir sureti sende vardır. Getir bakalım şunu da işin aslını faslını iyi anlayalım."
Stalin'in nutku getirilir. Atatürk metnin o kısmını yanındakilere kelime kelime tercüme ettirir. Nutuk ajanstan geçen metin ile aynıdır, Atatürk sorar ;
"Karakan, sefaret telsizinden derhal Stalin'i bulduracaksın. Bu beyannatından vazgeçip geçmediğini sorduracaksın. Başbakanın tükürdüğünü yalayacak, yalamazsa ben yapacağımı bilirim. Bu cevap bugece gelecek çünkü benim senin başbakanından daha önemli kararım var. İstediğim cevabıalmadan sefaretinizden dışarı adım atmam. Eğer cevap istemediğim şekilde gelirse bil ki buradan çıkıp doğru Rus sınırına gideceğim ..."
Karakan çaresizlik içinde telsizin başına koşar ve Atatürk'ün söylediklerini aynen nakleder. Stalin'den gelen cevap büyük önderimizi tatmin eder çünkü cevapta aynen şöyle söylenmektedir ;
"Stalin sürçü lisan eylemiştir. Boğazlar'la Ardahan'ı almak gibi bir arzusu katiyetle yoktur ..."
Atatürk cevabı okuduktan sonra Rus Büyükelçisi Karakan'a hitaben "Karakan seni geri çağırırlar ve yaşatmazlar. Uzun süredir tanışıyoruz, istersen bize iltica et."
Karakan bu teklife olumsuz cevap verir ve cevabı telgraftan hemensonra bir telgrafla geri çağrıldığını açıklayarak: "Teşekkür ederim. Sizi tanımış olmam bile kafidir ancak memleketinizdeki vazifem sona ermiştir. Yarın hareket edeceğim."
Atatürk ısrar etmez ve Çankaya'ya döner. On gün sonra şöyle bir haber gelir. Sovyetler Birliği'nin eski Ankara Büyükelçisi Karakan fırında yakılmak suretiyle idam edilmiştir.
Kaynak: Prof. Herbert Melzig., Atatürk'ten Neşredilmiş Hatıralar,
İstanbul Ekspress Gazetesi, 1952 Tefrika
Mübarek gün hatırına Allah gani gani rahmet eylesin atamıza.
Bugün bu ülke varsa biz Türk milleti olarak varsak o ve silah arkadasları sayesindedir.
Allah hepsinden razı olsun.
Muhlis Sabahattin İstanbul'da Opera ve Operetler oynayan bir kumpanya kurmuş, 1930'lar.. Carmen'i oynuyorlar..
Turneye çıkmışlar.. Trenle.. İzmit.. Ful çekmişler..
Oradan Adapazarı.. Havalar bozunca temsil iyi gitmemiş..
Eskişehir tam felaket.. Kar diz boyu, temsil bile yapamamışlar.. Yapamayınca da otelde rehin kalmışlar ...
Beş lira lazım..
Beş lira da önemli para ha.. Babam anlatırdı.. Bebek Belediye'de 125 kuruşa faça masa donatılıp Müzeyyen dinlendiği günler..
Kumpanya karalar bağlamış otelde mucize beklerken, haber duyuluyor..
Atatürk Ankara'dan trene binmiş Eskişehir'e geliyor.. Şapka devrimi, o yıl çıkan ve kadınlarda peçeyi kaldıran kanunla tamamlanmış.. Ata, tanıtmak ve anlatmak için dolaşıyor..
Muhlis Bey lobide haykırıyor..
"Atatürk arkadaşım.. Parayı bulduk.."
Kostüm sandıklarını açıyor.. İçinden bir frak çıkarıyor. Giyiyor.. Doğru Eskişehir garına.. Orada görevliler penguen kılıklı adama bakıyorlar.. Biri "Amerikan Sefiri olmalı" diyor.. Yol açıyorlar.. Muhlis Bey en öne geliyor.. Tren gara giriyor..
Vagonun camı iniyor.. Atatürk'ün şapkalı eli gardakileri selamlıyor..
Sonra, iniyor aşağı, karşılayıcılara teşekkür etmek için..
Bir bakıyor, karşısında yakın dostu Muhlis Sabahattin..
Kollarını açıyor.. "Muhlis!.."
"Kemal!.."
Sarmaş dolaş oluyorlar..
Muhlis Bey iki cümleyle özetliyor..
"Otelde rehin kaldık, Kemal. Beş lira lazım!.."
Atatürk ceplerini karıştırıyor, cüzdanı açıyor..
Üç tek lira çıkıyor üzerinden..
"Üç liram var, Muhlis!.."
"Beş lira lazım, Kemal.."
Atatürk yanındaki dört yıldızlı generale dönüyor..
"İki liran var mı?..
Paşa ceplerini karıştırıyor ve 1 lira uzatıyor..
"Bu kadar var paşam.."
Atatürk "Dört lirayla idare et Muhlis" diyor..
"Beş lira, Kemal" diyor, Muhlis Bey..
Atatürk özel kalem müdürüne dönüyor bu defa.. Hasan Rıza Soyak olmalı..
"Bir lira bul" diyor.. Özel Kalem Müdürü ceplerini karıştırıp, beş kuruşlar, on kuruşlarla bir lirayı denkleştiriyor..
Atatürk sonunda "Beş Lira"yı Muhlis Sabahattin'e uzatıyor ...
Ali Poyrazoğlu "Ben bu hikayeyi birinci elden dinledim" dedi.. "O kumpanyanın Carmen temsilinde Don Jose'yi canlandıran tenor Celal Sururi'den.."
Devrin güzelliğine bakar mısınız?.. Hani sövdükleri devrin..
İnanmadınız değil mi?.
İnanılacak gibi değil çünkü..
Ama Atatürk'ün hangi yaptığı inanılacak gibiydi ki?.
Onun için "Ata" Türk'tü o!..
Teşekkürler Atam.. Sana minnet!.. Sana şükran!..
Hıncal Uluç
ATATÜRK VE HALİL AĞA
Aşağıdaki ilginç ve ibret dolu olay tarihimizin bir kesitinin arka planını gözler önüne seriyor. Kısa hikâye, adeta bir dönemin röntgenini çekiyor. İsmet Bozdağ’ın “Atatürk’ün Sofrası” adlı kitabı ile Hasan Rıza Soyak, Behçet Kemal Çağlar ve Kasım Gülek’in anılarından derlenmiş. Hanri Benazus tarafından kaleme alınmış. Kısaltarak naklediyorum.
Birden Atatürk'ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Sapanının sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu.
Atatürk şoföre durmasını söyledi.
Köylüye seslendi:
"Kolay gelsin Ağa!"
"İşler nasıl? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?"
Köylü isteksiz konuştu:
"Tanrı'nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi!"
"Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?"
"Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar."
"Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikâyet etseydin..."
Köylü güldü:
"Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?"
Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:
"Kaymakam’a gitseydin."
Köylü iyice güldü.
"Sen de benle gönül mü eyleyon beyim!" dedi.
Atatürk konuşmayı sürdürdü.
"E peki, İstanbul şuracıkta, geleydin Vali’ye anlataydın derdini... O’nun işi bu değil mi?"
Köylü Atatürk'ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz.
Kestirip attı:
"Bırak şu sağarı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?"
Atatürk sordu:
"Adın ne senin Ağa?"
"Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler..."
"Demek varlıklısın, Ağa dediklerine göre!"
"Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız Ağa'ya çıkmış."
"Peki, Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi Kaymakam şöyle, Vali öyle diyelim, e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?"
"Bilmez olur muyum, beyim?"
"Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor. Florya Köşkü'ne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona... Herhalde çaresini bulurdu."
"Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya... Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşa'mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez beni..."
Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.
"Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!"
Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.
"Sen ne diyorsun bey?" dedi.
"Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek... Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek!"
"Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir
vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma, ara!"
Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı.
"Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Devlet Baba'ya borçtur. Ödenmesi gerek... Otomobil hareket etti. Atatürk'ün canı sıkılmıştı.
"Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!" dedi. Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı.
"Yahu çocuk, şu Halil Ağa'nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hâlâ da 'Devlet Baba' diyor. Ne mübarek millet, bu millet!"
Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:
"Şimdi" dedi: "İstanbul'da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!
Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa'yı bul, onlara da haber ver."
Yaver odadan çıktı. Atatürk, Nuri Conker'e döndü:
"Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa'ya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. 'Seni sevdi, sana öküz alıverecek' diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al getir buraya."
O akşam Atatürk'ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ'dan oluşan yirmi beş konuk vardı.
Atatürk, "Bu akşam soframıza efendimiz gelecek" dedi.
Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk'ün kulağına bir şeyler söyledi.
Atatürk "Buyursun!" dedi.
Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa'nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu, "Hoş geldin Halil Ağa" diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı:
"İşte beklediğimiz, Efendimiz" dedi.
Halil Ağa'ya döndü:
"Bak beri, Halil Ağa" dedi. "Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum:
'Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?"
Soru - cevap Vali’ye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:
"Peki İstanbul şuracıkta, gideydin Vali’ye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?"
Vali Muhittin Üstündağ, Halil Ağa'nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:
"Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki..."
"Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi, dosdoğru..."
"Böyle demedik mi beyim?"
"Ya, ben mi yanlış anladım? Dur soralım bakalım Nuri'ye. Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?"
Nuri Conker karşılık verdi. "Hayır Paşam!"
"Gördün mü? Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, Vali neden duymazmış? Aynen bana söylediğin gibi söyle."
Halil Ağa kekeleyerek konuştu:
"Köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır, paşam" dedi. "Kusura kalma gayri..."
Atatürk gülmeye başladı:
"Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız... Söyle bana, orada dediğin gibi..."
Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:
"Şaşırmışım, ağzımdan yanlışlıkla 'Bırak bu sağarı' diye bir laf kaçırmışım..."
Sofrada gülüşmeler başlamıştı.
"Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:
"E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?"
Halil Ağa İsmet Paşa'nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:
"Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün..."
Atatürk Halil Ağa'yı durdurdu.
"Bırak şimdi övgüleri" dedi.
Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:
Atatürk'ün sesi iyice sertleşti:
"Beni uğraştırma, Halil Ağa" dedi. "Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!"
Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:
"Şanlı Paşamıza da sağar dedikti ya..."
"Yalnız sağar değil, 'sağarın sağarı' değil miydi?"
Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı:
"Öyle dedikti paşam, doğrusun!" diyebildi.
Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi.
"Son soruyu sorayım şimdi" dedi. "Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git."
"Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?"
"Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim! Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler."
"Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla." Halil Ağa birden diklendi!
Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk'ün gözlerinin içlerine bakarak konuştu.
"İşte bunu demem Paşam" dedi. "Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!"
Atatürk gülmeye başladı:
"Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor." dedi. "Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. 'Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek' demiştin." Halil Ağa'nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Taş kesilmiş, duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:
"'Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri' demeye getirdin!
"Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet... Yani, biri Başbakan, ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler.
Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre'den mi olur, İtalya'dan mı olur, Fransa'dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe‘ye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi'ne...
Bu Millet Meclisi dediğim, şu altı baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da 'hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok' derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!
Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa'nın öküzünü çeker, satar... Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda...
Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa... Sen benim yerimde olsan, efkâr dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için
içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana 'sarhoş' der..."
Halil Ağa'nın dili çözülmüştü:
"Öyle diyen yok haşa! Dinden çıkmak gibidir... Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer..."
Atatürk sordu:
"Peki sen de içer misin?"
"Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam? İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!"
Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini Halil Ağa'ya uzattı:
"Hadi bakalım Halil Ağa" dedi. "Sağlığına içelim."
"Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun! Gayri bana izin, koca Paşam!"
"Yemek yemedin!"
"Yemek kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim."
Atatürk Nuri Conker'e işaret etti.
Conker kalkıp Halil Ağa'nın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk'ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü:
"Efendimizin halini gördünüz mü beyler?" dedi. "Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu... Şimdi bu adam milletin karşısında 'adam olmak,' bize düşüyor!"
Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk'ten ayıramıyordu:
"Halil Ağa'nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa'nın öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu?
Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul'da geçiyor. Bunun Van'ı var, Bitlis'i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!"
Hikâye burada bitiyor. Cumhuriyet’i bizler içerden, düşmanlarımız dışarıdan yıkmak için elinden geleni ardına koymadı! Ama Cumhuriyet hâlâ direniyor! Mayası sağlam. Cumhuriyet’i dâhiler kurdu. Bizler kurucu atalarımızın tırnağı bile olamadık!
CHP’nin 1930’lu yıllarını dillerine dolayanlar, HDP’nin (PKK) peşinden koşacaklarına, önce biraz yakın tarihimizle ile ilgili kitaplar okusunlar. Ayrıca, ayna diye bir şey var! Arada dönüp kendilerine baksalar fena mı olur?
Büyük Önderimiz milletine hep inandı ve sonuna kadar güvendi. Büyük imparatorluklar kuran ve sayısız devrimler yapan bu büyük millet yeniden ayağa kalkacak. O günler yaklaşıyor…
Ulu Önderimiz Atatürk’ü sevgi, vefa, şükran ve minnet duygularımla, tazimle anıyor; aziz hatırası önünde saygı ile eğiliyorum. Çare, dün Atatürk’tü; bugün Atatürk ve yarın da Atatürk olacaktır.
Çocukluğumdan beri çok sevdiğim bu hikayeyi alıntıladım.
Muhteşem Deha'nın aslında ne kadar yalnız olduğu halde,bir kadar büyük işin altından nasıl kalktığını biZlere anlatan, gülümsetirken ağlatan bu hikaye;günümüz Türkiye'sinde O na salyalar akıtarak saldıran KUDUZLARA DA kapak olsun...
Gazeteci-yazar Banu Avar, Venezuella’da karşılaştığı bir olayı şöyle anlatmıştır :
"Şehri göreceğimiz tepeye doğru tırmanırken, Kemal Atatürk tabelasını geçince şaşırdım ki, tepeye geldik. Genç kız rehber heyecanla ‘şu fabrikayı görüyor musun? yanında nikah salonu, şu sağlık ocağı, şu okul onun arkasındaki de bizim ev.’ ‘Eeee ,dememe kalmadı’ Rehber ‘Biz buna ATATÜRK modeli’diyoruz’ diye yapıştırdı.”
Venezuella’da bu gördükleri ve duydukları üzerine duygulanan Banu Avar: "Venezuella tepesinde tüylerim diken diken, gururum tavan yapmıştı..." diyerek anlatmıştır heyecanını…
Peki ama, Türkiye’den binlerce kilometre uzaktaki Venezuella’da “Atatürk Modeli” diye adlandırılan bir fabrikanın ne işi vardı?
“Atatürk Modeli Fabrika” da nedir?
Türkiye’de bu fabrikadan var mıdır?
İşte bütün bu soruların cevaplarını verebilmek için şimdi hep birlikte Nazilli’ye uzanalım!
ATATÜRK’ÜN DEV PROJESİ : NAZİLLİ SÜMERBANK BASMA FABRİKASI
Venezuella’daki “Atatürk Modeli Fabrika’ya” esin kaynağı olan fabrika, 1937’de Atatürk tarafından açılan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’dır. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, Atatürk’ün kafasındaki “Sosyal Fabrika Projesi’nin” ilk uygulaması olması bakımından çok önemlidir. Atatürk’ün kafasındaki fabrika, sadece üretim yapılan bir mekan değil, aynı zamanda “ar-ge” çalışmalarının yapıldığı bir laboratuar, eğitim verilen bir okul, her türlü sanat ve spor imkanlarına sahip bir kültür kompleksi, kısacası adeta dört dörtlük bir “yaşam alanı”, bir kampustur. Atatürk, işçilerin yüksek standartlarda, her türlü imkândan yararlandıkları bu “sosyal fabrikaları” Anadolu’nun her yanına yapmayı planlıyordu. Ama bu projesini yaygınlaştırmaya ömrü yetmeyecekti.
Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, genç Cumhuriyetin Birinci Beş Yıllık Kalkınma Palanı’nın ilk önemli eseridir. Sümerbank’ın kurduğu ilk Türk basma fabrikasıdır. Devlet eliyle kurulan ilk basma fabrikasıdır.
Fabrika, Türk-Sovyet ortak yapımıdır. Makineler ve teçhizatların çoğu Sovyetler Birliği’nden narenciye karşılığında alınmıştır. Fabrika kuruluşundaki işçi açığını kapatmak için 120 Sovyet montör ve mühendisi istihdam etmiştir.
Fabrikanın temelleri 25 Ağustos 1935’te atılmış, yapımı 18 ayda tamamlanmış ve 9 Ekim 1937’de açılmıştır. Bina ve makineler dâhil, 8 milyon liraya mal olmuştur.
Fabrikanın, 28 bin iğ ve 800 otomatik tezgâh ile çalışmaya başlaması ve 2.400.000 kilo iplik işlemesi planlanmıştır. Bununla 20 milyon metre basma imal edilecektir.
Fabrika 15 bin ton kömür yakacaktır.
Fabrika her gün en fazla 2400 işçi çalıştıracak ve ücret olarak senede 1 milyon lira ödeyecektir.
Fabrika, beş kısımdan oluşmuştur: Dokuma bölümü, Basma bölümü, Desen bölümü, Gravür bölümü ve Baskı kısmı… Basma, Desen, Gravür bölümünden geçen kumaşlar, Dokuma bölümünde, yarısı elektronik olmak üzere 768 tezgahta dokunacaktır. Günlük dokuma, 62.000 ile 64.000 metre arasındadır. Baskı bölümünde ise 4 baskı makinesi vardır. Burada farklı renk ve desenlerde günlük ortalama 85.000 metre basma yapılacaktır.
Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, sosyalist ülkeler de dâhil, dünyada görülmemiş bir “sosyal” niteliğe sahiptir. Evet, fabrika kurulurken Sovyet modeli esas alınmıştır, ama genç cumhuriyetin genç mühendisleri Türk devrimine has, çok özgün bir eser ortaya çıkarmayı başarmışlardır. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, 1930’ların dünyasında bir benzerine daha rastlanmayacak kadar özgün bir “sosyo-kültürel” ekonomi projesidir.
Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın Şaşırtan Özellikleri
1. Fabrika, balolar, danslar ve partiler düzenlemiştir :
1930’ların ortalarına kadar kadınlı erkekli hiçbir toplantıya katılmamış halk, fabrikanın organize ettiği balolar, danslar ve partilerle sosyalleşmiş, özellikle kadın ön plana çıkmaya başlamıştır.
2. Fabrikada sinema salonu vardır: 1937 yılında 12 bin kişinin yaşadığı bir kentte, bu fabrika bünyesinde 700 kişilik bir sinema salonu açılmıştır. İki defa memurlara, iki defa işçilere ve iki defa da ustalara olmak üzere haftada toplam altı defa film gösterilmiştir
3. Fabrika Halkevi kurmuştur :
Fabrika “Sümer Halkevi” adıyla bir halkevi kurarak halkı her konuda bilinçlendirmeye çalışmıştır. Bir fabrika bünyesinde açılan ilk ve tek halkevi Sümer Halkevi’dir. Halkevinin şubelerinde çalışanların büyük çoğunluğu fabrika işçisidir. Halkevinin, hazırladığı oyunları sergilemesi için fabrika içinde bir sahnesi vardır. Sümer Halkevi biçki-dikiş kurslarında her yıl birçok genç kız meslek sahibi olmuştur. Halkevi civar köylere geziler düzenlemiş, köylülerin sorunlarıyla ilgilenmiş, köylere ilaç ve sağlık elemanı göndererek hastaların tedavisini sağlamıştır.
4. Fabrikanın korosu :
Fabrika çalışanları arasında bir müzik grubu oluşturulmuştur. Klasik müzik seslendiren grup Nazilli, Aydın ve Denizli’de konserler vererek “çok sesli” müziğin Anadolu’da tanınmasını sağlamıştır. Fabrikada yemek aralarında dünya klasiklerinden eserler okuyan bu koro (grup), işçilerin Beethoven zevke ulaşmalarını sağlamıştır. Fabrikada, çalmayı bilen işçilerin kullanımlarına açık bir de piyano vardır.
5. Fabrikanın hamamı :
Fabrika bünyesinde kurulan bir hamam, hem işçilere hem de Nazilli halkına hizmet vermiştir.
6. Fabrikanın Ressamları vardır: Fabrika bünyesindeki desinatörler belli zamanlarda fabrika dışına çıkarak Nazilli ve çevresinin güzel resimlerini yapmışlardır. Fabrika ressamlarının yaptığı bu tablolar açık arttırmalarda satılmıştır. Resim heykel sergileri de düzenleyen fabrika Nazilli’de güzel sanatların gelişmesini sağlamıştır.
7. Fabrikanın spor kulübü :
Fabrikanın bünyesinde kurulan lacivert-beyaz renkli Sümer Spor, futbol, basketbol, atletizm, voleybol, bisiklet, güreş, yüzme, boks branşlarında faaliyet göstermiştir. Fabrika bünyesindeki Sümer Spor futbol Sahası Türkiye’nin ilk “alttan ısıtmalı” futbol sahalarından biridir. Ayrıca yine fabrika bünyesinde, basketbol, voleybol sahaları, güreş minderleri, boks ringi, tenis kortu ve paten pisti vardır. Nazilli’de toplumsal kaynaşmayı güçlendiren “paten eğlenceleri” ve” bisiklet yarışları” Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın mirasıdır.
8. Fabrika halka bedava basma dağıtmıştır :
Bir sosyal fabrika olarak tasarlanan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, altı ayda bir halka “ıskarta basma” dağıtmıştır.
9. Fabrikada işçi hakları üst düzeydedir :
Çok sayıda işçiyi barındıran fabrika işçi haklarına da çok önem ermiştir. İşçi ve Memur Biriktirme Sandıkları, İşçi Ölüm ve Hasatlık Yardım Sandıkları oluşturulmuş, fabrika içinde işçi sağlığını koruyacak 40 yataklı bir hastane, bir eczane bir de laboratuar kurulmuştur. Nazilli’nin kâbusu haline gelen sıtma hastalığı fabrikanın sağlık ekibi tarafından kurutulmuştur. İşçilere mesleki eğitim verilen fabrikada ayrıca işçiler için beş sınıflı bir okuma-yazma kursu, daha doğrusu bir küçük okul vardır. Sümer İlköğretim Okulu adlı bu işçi okulunun 980 öğrenciye sahiptir. Ayrıca bir işçi radyosu ve işçi çocukları için 26 yatak ve 40 mevcutlu bir kreş kurulmuştur. İşçiler ve memurlar, fabrikanın hemen önünde özel olarak inşa edilen 264 dairelik ve 1000 kişilik lojmanlarda çok uygun bir ücretle kalırken, bekâr işçiler için 350 kişilik bir “Bekar İşçi Pavyonu” vardır. Lojmanda kalamayan işçi ve memurları şehirden fabrikaya taşımak için düzenli seferler yapan GIDI GIDI adı verilen mini bir tren kullanılmıştır. Fabrika işçilerinin yiyecek ve giyeceklerini temin etmek için fabrika bünyesinde bir kooperatif vardır. Fabrikanın, işçilere hizmet veren güzel ve temiz bir fırını, işçi yemekhanesi, memur kantini ve bir de hamamı vardır.
10. Fabrikanın ar-ge bölümü :
Daha fabrika açılmadan fabrikada kullanılacak kaliteli pamukların çevrede yetiştirilmesi için 200 adet modern tohum ekme makinesi satın alınmıştır. Yine pamuk işinde kullanılmak üzere birçok modern tarım aleti ve makinesi bölgeye getirilerek çiftçilere dağıtılmış ve bunları nasıl kullanacakları öğretilmiştir. Fabrika içinde mekanik odası, fizik laboratuar, tarım laboratuarı gibi ar-ge bölümlerinde, fabrikada yapılacak üretimin kalitesini arttırmak için çalışmalar yapılmıştır.
11. Fabrikanın atölyesi :
Fabrikanın büyük bir atölyesi vardır. Bu atölyenin demirhanesi, marangozhanesi, dökümhanesi, kaynak ve teneke işleri yapan bir kısmı vardı. Diğer fabrikaların ahşap parça ihtiyacı olan makine vurucu kolları burada yapılırdı.
12. Fabrikanın elektrik ve su santralleri :
Fabrika, bir dönem hem kendi elektrik ihtiyacını hem de Nazilli kentinin elektrik ihtiyacını kendi bünyesindeki bir elektrik santraliyle sağlamıştır. Dört kazan ve üç türbinli olan bu santral, 2500 kw gücündedir. Fabrikanın su ihtiyacını karşılamak için bir de su santrali vardır.
İşte Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası… İşte Atatürk’ün “Sosyal Fabrika Projesi”nin ilk uygulaması… İşte genç cumhuriyetin, halkına, insanına, işçisine bakışı…
ATATÜRK NAZİLLİ SÜMERBANK BASMA FABRİKASI’NDA
Türkiye’de devlet eliyle kurulan bu ilk basma fabrikasını 9 Ekim 1937’de bizzat Atatürk açmıştır. Atatürk, Ege manevraları için bölgede bulunan ordu komutanlarıyla ve yöneticilerle birlikte açılışa gelmiştir. Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, İkinci Ordu Müfettişi Orgeneral İzzetin Çalışlar, Genelkurmay Asbaşkanı Asım Gündüz, Jandarma Genel komutanı Naci İldeniz gibi komutanlar ve Trakya Umum Müfettişi General Kazım Dirik ile İzmir Valisi Güleç, Başvekil Vekili Celal Bayar, İsmet İnönü, Afet İnan, Kütahya Milletvekili Recep Peker, Ziraat Vekili Şakir Kesebir, Dahiliye Vekili ve CHP Genel Sekreteri Şükrü Kaya, Nafia Vekili Ali Çetinkaya, Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Aras, Milli Müdafaa Vekili Kazım Özalp, Maliye Vekili Fuat Ağralı, Kültür Vekili Saffet Arıkan, Gümrük ve İnhisarlar Vekili Ali Rana, Orman Umum Muhafaza Komutanı Korgeneral Seyfi gibi nerdeyse devletin bütün askeri ve sivil erkanı tam kadro Atatürk’le birlikte Nazilli’dedir.
Atatürk’ün açılışını yaptığını ilk ve son fabrika olan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın açılışına verilen önem, asker-sivil neredeyse bütün devlet erkânın açılışa katılmasından da bellidir.
Nazilli Basma Fabrikası istasyonunda fabrika yetkililerince karşılanan Atatürk’ün ilerlediği istasyondan fabrika müdüriyet binasına kadar parke döşenmiş yolun her iki yanında halk düzenli bir şekilde sıralanmıştır. Sıraya geçmiş küçük kızlar ellerinde pamuk dallarıyla misafirlerini karşılamışlar ve bunları Atatürk’e hediye etmişlerdir. Fabrika binası ve meydanlar bayraklarla süslenmiştir. Atatürk, yanındakilerle birlikte fabrikaya geldiğinde, mahşeri kalabalık tarafından Halkevi Orkestrası eşliğinde büyük sevinç ve tezahüratla karşılanmıştır. Atatürk halkın bu coşkulu karşılamasına fabrikanın girişindeki müdüriyet binasının balkonundan halkı selamlayarak cevap vermiştir.
Açılışta yapılan konuşmalardan sonra Atatürk, fabrikanın yönetim dairesinden çıkarak iplik dokuma ve halı makinelerinin bulunduğu binaların kapısı önüne gelmiştir. Fabrikanın elektrik santralinin önünde elektrikle aydınlanan bir büstünü gören Atatürk, bir süre bu büstü inceledikten sonra “güzel” diyerek fabrika müdürüne iltifatta bulunmuş ve daha sonra açılışı yapmıştır. Atatürk’ün fabrikayı açmasıyla birlikte 480 makine bir anda çalışmaya başlayarak ilk pamuğu işlemiştir. Tören boyunca bir uçak filosu fabrika üzerinde uçuşlar yapmıştır
Atatürk’ün açtığı Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, çok kısa bir sürede Nazilli’nin çehresini değiştirmiştir, Daha önce göç veren Nazilli kısa zaman içinde göç alan bir kent haline gelmiştir. Genç cumhuriyetin çağdaşlaşma projesi kapsamında en erken ve en köklü şekilde aydınlanan kentlerden biri, belki de birincisi Nazilli olmuştur. Nazilli’nin “çağdaşlaşmasında” Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın yeri çok büyüktür.
BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU’NUN İZLENİMLERİ
7 Ekim 1953’te Nazilli’ye gelen şair ve ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nazilli’deki değişimi şöyle gözlemlemiştir:
"…Altı saat içinde altı lunapark geçtik… Bir de ne görelim şehir baştan aşağı neon ışıkları içinde. Nazilli dediğin nedir ki, Anadolu’da küçük bir kaza değil mi? Gecenin on ikisinde ışık, elektrik ışığı içinde yüzen bir Anadolu kasabasını görmek insanı nasıl sevindirmez… Nazilli’nin iki yakasını bir araya getiren bir ışık fermuarı taa Basma Fabrikası’na kadar uzanmış. Sarı yerine hafif yeşilimtırak bir ışık. Bu ışığın altında yürüdük. Gayet nazik bir memur, belediye memuru mu polis mi pek anlayamadım, küçük bir çocuğa seslendi; ‘Bu misafiri Gıdı Gıdı’ya kadar götür…’ dedi. Evvele bir mahalle, bir semt adı sandım. Sonra bir şoför, bir arabacı olabilir dedim. Gıdı Gıdı dedikleri bir küçük, bir maskara dekovil tren imiş. Belli saatlerde işçileri fabrikaya taşırmış… Bir kedim olsa ismini muhakkak Gıdı Gıdı koyardım… Birkaç adım ötede aynı ışıklarla donanmış birkaç otel sıralanmış. Burası kaza değil vilayet merkezi diyorum. Burasını bu hale fabrika soktu diyorlar.
Dükkân önünde bir otobüs duruyor, içinden birçok işçi çıkıyor çoğu kadın. Birkaç erkek var. Fabrika’dan dönüyorlarmış. Gece Postası. Pek yorgun görünmüyorlar, ama kına gecesinden de dönmedikleri belli. Telaşsız adımlarla sokaklara dalıyorlar. Çoğu siyah gömlek üstüne beyaz bir başörtüsü sallandırmış. Geniş yollar, ışıklı yollar, ışıklı oteller, gece yarısı açık dükkânlar, dizi dizi okaliptüs ağaçları.
Kışın kapıya dayandığı bu günlerde Pazar yerindeki sebze çeşidi insanı şaşırtıyor… Eski evlerin dışarıdan çok kalender göründüğüne bakmayın içleri cennet gibi. Derli toplu tertemiz. Nazilli’de bisiklet bolluğu göze çarpıyor. Motosikletler ve takma motorlu bisikletler de var. Bisikletlerin çoğu Basma Fabrikası’nda çalışan işçilerin olmalı. Fabrikanın bir bisiklet garajı var. Yol dümdüz olduğu için işçiler bisikleti benimsemişler.
Fabrikanın Nazilli’ye bağışladığı nimetlerden birisi de bu olmalı. Ne yalan söyleyeyim, sinemada görsem reklamdır derdim. Bana Anadolu’da bir kaza merkezinde işine bisikletle giden beş yüz işçi gördüm deseler kolay kolay aklım yatmazdı.
Fabrikayı gezdikçe işçiler sağlanan imkânları, kolaylıkları gördükçe şaşırdım kaldım. Sıcak, lezzetli, kuvvetli bir yemek. Boyalarla uğraşanlara süt ve yoğurt, işçiler mahsusu hastane, kreş, kantin, alabildiğince geniş bir bahçe, Kantinin üstünde bir havuz. Havuzun içinde bir heykeltıraşın elinden çıktığını zannettiğim bronz bir heykel, bir kadın heykeli. İşçilerden birisi yapmış. Fabrikada bronz döktürmüş. Aman Allah’ım! Akademide bronza değil alçıya bile dökmek nasip olmaz. Bir de gazoz tezgâhı kurmuşlar. Geliri, işçilerin spor kulübüne veriliyor. Futbol takımları var. Denizli’de yaptığı maçlarda kimseden geri kalmamış.
İstanbul’da eşine az rastlanır bir boyda bir tiyatro salonu var. Geçenlerde ‘Soygun’u oynamışlar. Şehirde böyle bir salon olmadığı için bazı düğünler burada yapılırmış. Balolarda eksik değil. Benim tarihime üst üste iki tane düştü. Fabrika kuruluşunun 16. yılı iki balo ile kutlandı. Birisinde, fabrika işçileriyle aileleri, ötekinde şehirden gelen davetliler vardı. Birisinde yerli oyunlar oynandı, türküler söylendi. Ötekinde bol bol dans edildi. Her ikisi de geç vakte kadar uzadı.
Fabrika ailesinin toplantısında hiç görmediğim bir oyun oynandı. Bir tarafta Köroğlu türküsü söyleniyor, ortada iki kişi bu havaya uygun adımlarla bir koyun yüzüyorlar. Koyun dediğim de yere upuzun yatmış, kaskatı kesilmiş bir genç. Sıra koyun yüzmeye geliyor. Adamcağızı parçalamadan bir güzel şişiriyorlar. Seninki gayet güzel ölü taklidi yaparken biçarenin parçalarından içeriye bir bardak da bira dökmezler mi! O zamana kadar oyunun bütün kısımlarına büyük ustalıkla katlanan genç, yıldırım hızıyla doğruluyor. Bu kötü şakanın hesabını soruyor. Meğer oyun içinde bir başka oyun varmış.
Fabrikanın sanatçısı olan bir genç mikrofon başında hiç de bayat olmayan esprileri döktürüyor. Fabrikanın bülbüllerini birer birer, mikrofon başında şakımaya davet ediyor! Nazlanmadan geliyorlar. Kimi gazel söylüyor, kimi en ön moda caz havalarından birini… Kimi Köroğlu’na girişiyor. Kimi harmandalına. Sonra her sene bu gece çıkarılan Gıdı Gıdı balo gazetesi dağıtılıyor. İçerisinde gene fabrikalı çocuklardan birisinin yaptığı karikatürler var …"
SÖYLEDİĞİNİ YAPARDI
Başarıyı önleyecek engelleri kaldırdığın zaman başarı kendiliğinden
gelir diye düşünen ATATÜRK, başarısızlık diye bir şey tanımazdı. Ülkenin
üzerine kara bulutların çöktüğü, herkesin umutsuzluk içerisine düştüğü işgal
yıllarında bile O, umutsuzluğa düşmeyerek Bağımsızlık Savaşı’nı başlatma
cesaretini göstermiştir. Üstelik zaferi mutlak görmüştür.
Atatürk’ün bu derece kendisine güvenmesinin nedeni ne idi? Türk
ulusunun düşkün ve onursuz bir yaşamı kabullenemeyeceğine, varını yoğunu
özgürlüğü için vermekten çekinmeyeceğine olan inancı idi .Ona göre,
karamsar olanlar, umutları bitik olanlar bu ulusu tanımayanlardı. Tanısalardı
özgürlük uğruna bu ulusun bütün yoklukları yeneceğine olan inançlarını
yitirmezlerdi. Aşağıdaki anekdot, ATATÜRK’ün bu konudaki düşüncelerini
yansıtan güzel bir örnektir:
Kurtuluş Savaşı’na başladığı sırada ATATÜRK’e dediler ki:
-Nasıl mümkün olur? Ordu yok!
ATATÜRK hemen cevap verdi:
-Yapılır!
-İyi ama, bunun için para lâzım... O da yok?
-Bulunur!...
-Diyelim ki bulduk, düşmanlarımız hem büyük, hem de çok!
-Olsun, yenilir!...
O, dediklerinin hepsini yaptı. Yapamayacağı şeyi asla söylemedi. Bir
liderin kendisini milletine sevdirebilmesi için belki ilk şart bu değil midir?
58 Arif Hikmet Par – M. Agah Önen; s. 120-122.
Emekli Hava Albayı Kemal İntepe, hatıralarında anlatıyor:
“1941 yılında İngiltere'ye uçuş eğitimi için gitmiştik. Londra'ya vardığımızda, yaşlı bir İngiliz hava binbaşısı, irtibat subayı olarak görevlendirilmişti
Adı Mr. Salter olan bu subay Türkçe'yi bizlerden daha iyi konuşuyordu.
Mr. Salter'i birkaç defa eşi ile birlikte ikindi çayına davet ettim. O da beni akşam yemeklerine evine çağırıyordu. Emekli Binbaşı Salter bir akşam bana şunları anlattı:
“1919 yılında Piyade Binbaşı Salter olarak Samsun'daki İngiliz İşgal Tabur Komutanı idim. 18 Mayıs 1919 günü İstanbul'daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanlığı'ndan şifreli bir telsiz telgrafı aldım. Bu telgraf, ‘16 Mayıs 1919 günü, Mustafa Kemal adında bir Türk generalinin, Bandırma Vapuru ile İstanbul'dan ayrıldığını, eğer Samsun'a inecek olursa tutuklanarak İstanbul'a gönderilmesini' istemekte idi.
Gerekli emirleri verdikten sonra Samsun'a indim. Şehir her zamankinden daha kalabalıktı. Bu kalabalık pazar kalabalığından farklı görünüyordu. Siyah çizmeli, külot pantolonlu ve siyah kalpaklı, sert bakışlı kimselerin çokluğu dikkatimi çekti. Sonradan bunların Türk subayları olduğunu öğrendim. Durum çok nazikti. Dört gün önce Yunanlılar İzmir'i işgal etmişler, Türkler buna çok sert bir tepki göstermişlerdi. Rum tercümanım çok korkuyordu. Bütün gece hiç uyuyamadım.”
“19 Mayıs günü sabah erkenden iskeleye gittim. Sabah namazından çıkan herkes sahile inmişti. Kurtarıcılarını bekliyorlardı. Askerlerimle çevreyi kordon altına aldım.
Denizde, batı tarafında bir duman göründü. Sahildeki kalabalık heyecanlıydı. Bir de baktım ki, her askerimin arkasında siyah çizmeli, kara kalpaklı bir Türk subayı duruyor. Hepsinin silahlı olduğu muhakkak.
Vapur iyice göründü. Görevimi iskele üzerinde yapamayacağımı düşünerek motoruma atlayıp vapura doğru hareket ettim. Mustafa Kemal Paşa'yı orada tutuklayacaktım.
Vapura ilk varan benim motorum oldu. Beraberimde getirdiğim iki erimi motorda bırakarak, tercümanımla birlikte vapurun iskelesine tırmandım. Güvertede beni selamlayan iki tayfaya: ‘Vapurdaki generali görmek istiyorum' dedim.
Bir tanesi önümüze düşerek bizi salonun kapısına kadar götürdü. Kapıdaki görevli, durumu içeriye bildirdi ve geriye dönüp bizi salona aldı... Herkes ayakta idi...”
“Ortada, mavi gözlü, sert bakışlı kişi ile göz göze gelince ne söyleyeceğimi şaşırdım. Sert bir asker selamı verirken ağzımdan şu sözler döküldü: ‘Taburum emrinizdedir!'
Bunu nasıl söylemiştim? Daha önce hiç böyle bir şeyi aklımdan bile geçirmemiştim. Rum tercümanım şaşırdı, bir an durakladı. Ben kendisine dönüp bakınca hemen toparlandı ve Türkçe olarak generale iletti.
Mustafa Kemal Paşa'nın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi, teşekkür etti ve beni de yanına alarak dışarıya çıktı.
Sanıyorum, bakışlarından etkilenip bir anda teslim olma kararı vermiştim.
Gözlerinin, inanılmaz bir etkileyici gücü vardı.
Öteki sandallar da vapura ulaşmışlar, çevreyi doldurmuşlardı.
Mustafa Kemal Paşa, gemiye çıkan birkaç kişiyle tokalaştıktan sonra, vapurdan benim motorumla ayrıldık.
İskeleye vardığımızda muavinime, taburu safta toplayıp silah çattırmasını ve hepsinin Türk makamlarına teslim olmasını emrettim. Biraz durakladı, sonra asker selamı verip ayrıldı ve emrimi aynen yerine getirdi. Taburu o siyah çizmeli, kara kalpaklı kişiler teslim almıştı...
Bu yüzden, İngiltere'ye dönünce askeri mahkemede yargılandım. ‘Bir İngiliz subayı, nasıl olur da bir Türk generalin emrine girer? Bu vatan hainliğidir!' diyorlardı.”
Mr. Salter, olayın devamını şöyle anlatıyor: “Mustafa Kemal Paşa benim yanıma, o siyah çizmeli, kara kalpaklı kişilerden birini vererek kendi makam otomobilimle ve kendi şoförümle birlikte, misafir edileceğimi söyledikleri Ankara'ya gönderdi.
Taburumun tutuklu erlerinin de, Çorum, Çankırı ve Kastamonu'da kurulan esir kamplarına yerleştirildiğini öğrendim.
Türklerin Kurtuluş Savaşı'nın sonuna kadar Ankara'da, Hacıbayram Camii'nin önündeki cadde üzerinde bulunan iki katlı ahşap evde kaldım.
Hizmetimi göreceğini söyledikleri, fakat aslında gardiyanım olan ve sıksa suyumu çıkaracak kuvvetteki bir kadınla dört seneye yakın bu evde oturdum. Savaşın sonunda imzalanan anlaşma gereğince ben ve taburum, Malta'daki Türk esirlerle değiştirildik.
İngiltere'ye döner dönmez tutuklandım ve vatana ihanet suçundan divanı harbe verildim. Hakkımda ağır hapis isteniyordu!
Ben askeri hapishanede tutuklu iken ziyaretime gelen ailem ve ebeveynim, savunmamı yapabilmem için bana birçok gazete ve kitap getirmişlerdi.
Onlardan yararlanarak, kısa fakat öz bir savunma hazırladım.
Bana isnat edilen suç, taburumu hiç direnmeden teslim edişim idi.
Savcı, teslimiyetimin vatana ihanetle eşdeğerde bir suç olduğunu iddia ediyor ve en ağır şekilde cezalandırılmamı istiyordu.
Yüksek Askeri Mahkeme'nin önüne çıktığımda savunmamı büyük bir soğukkanlılıkla okudum ve şu cümlelerle bitirdim:
‘Sayın hâkimler... Başbakanımız Lloyd George, Avam Kamarası'nda şöyle bir soruya muhatap olmuştur:
‘Yunanlıları silahlandırarak 15 Mayıs 1919'da İzmir'e çıkarttık... Ve o tarihten bu yana milyarlarca sterlini bulan masraflar yaptık. Sonuç ne oldu? Yunanlılar İzmir'de denize döküldüler.
Ayrıca Anadolu'daki bütün Rumlar atıldılar veya göçe zorlandılar. Bu olayda bizim kazancımız nedir? Hiç... Bu akılsızca bir gaf, korkunç bir hata, büyük bir felaket değil midir?'
Bu sert ve suçlayıcı soruya karşılık Başbakanımız Lloyd George şu cevabı vermiştir: ‘Yüzyıllar bir veya iki dâhi yetiştirir. 20'nci yüzyılın dâhisinin Mustafa Kemal adıyla Türkiye'den çıkacağını ben nereden bilebilirdim?'
Görüyorsunuz sayın hâkimler... Karşınızdaki bu subay, Başbakanımızın bahsettiği 20'nci yüzyılın dâhisi ile hiç beklemediği bir anda karşı karşıya ve göz göze gelmişti. Ne yapabilirdi?
Eğer ben o gün başka türlü hareket edecek olsa idim, bugün benimle beraber bütün taburumun mezarlarını ziyarete gelecektiniz. Fakat şimdi, eceli ile ölmüş olan üç erimizin dışında hepimiz sağ salim yurdumuza dönmüş, ailelerimize kavuşmuş durumdayız. Karar yüksek adaletinizindir.'
“Beraat ettim ve terhise tabi tutuldum. Ailemle birlikte Türkiye'ye gidip Mustafa Kemal Paşa'yı ziyaret ettim. Paşa beni muhteşem nezaketiyle karşıladı. Tekrar görevli olarak İngiltere'ye çağırılmasaydım, Türkiye'de kalacaktım...
İngiltere'ye döndüğümde beni, Kraliyet Hava Kuvvetleri'ne aldılar ve...İstihbarat Başkanlığı'nda önemli bir görev verdiler.
Türkiye ile İngiltere arasında irtibatı sağlayan grupta görev yapıyorum.”
Emekli Hava Albayı Kemal İntepe anılarında Binbaşı Salter için “İki yıldan fazla bir süre birlikte olduk. Bu süre içinde her zaman bizleri savundu ve kendisini daima bizden biri saydı. Büyük bir Atatürk hayranıydı” diyor."
Rahmi TURAN
Atatürk'ün Masum Din Adamlarını Astırdığı Söylentilerine Cevap Olan Bu Yazıyı Okumalısınız!
https://i.hizliresim.com/kW1Yrv.png
Devamı .. >>> https://onedio.com/haber/ataturk-un-...lisiniz-773271
Atatürk'ün Yaveri Muzaffer Kılıç anlatıyor ;
Bir gün Atatürk'le beraber Abidinpaşa'dan gelip Samanpazarı yoluyla Ulus'a geçiyorduk. O zamanlar Samanpazarı'nda bulunan üç beş dükkandan birisi Ali Efendi isimli kitapçıya aitti. Kitapçı dükkanının kepenklerinde, nefis bir halı asılmış duruyordu. Harp yıllarının sonu olduğundan hiçbir yerde, hele Ankarada böyle güzel bir şey görmek pek şaşırtıcı olduğu için bu halı Atatürk'ün de dikkatini çekti. Hemen arabayı durdurup indik. Beraberce dükkana yürüdük. Kitapçı, Ata'yı görünce, buyurun Paşam diyerek heyecanla bir emri olup olmadığını sordu. Paşa da bu halıyı çok güzel bulduklarını ifade ettiler.
Kitapçı ; - "Paşam, bu halı bir müşterimin. Paraya ihtiyacı olmuş, satılması için bana bıraktılar. Benimle bir ilgisi yok" dedi.
Atatürk, böyle güzel bir halının çok kıymetli olduğunu, bunu halı sahibinin nereden almış olabileceğini öğrenmek istediler.
Kitapçı ezile büzüle; - "Paşam, emanet koyan isminin söylenmemesini özellikle rica ettiler, müsaade ederseniz ismini söylemeyeyim"dedi.
Bu sefer Atatürk daha çok merak edip; - "Çocuk, belki halıyı almak isteyeceğiz. Kimin ve kaça olduğunu öğrenmek isteriz" dediler.
Kitapçı; - "Paşam 40 lira istemişlerdi" deyip yine halı sahibinin ismini vermedi.
Atatürk halı sahibini iyice merak edip ısrar edince de, kitapçı istemeyerek ve sıkılarak; - "Abdülhalim Çelebi Hazretlerinin Paşam" dedi.
Abdülhalim Efendi, Mevlana sülalesinden gelmiş, Konya milletvekili olarak Mecliste görev yapıyordu. Kapısı herkese daima açık, cömert, gayet güzel konuşan, Mevlevi kalpağı ile gezen, akıllı, sevimli, hoş sohbet, özü sözü doğru bir kişiydi.
Atatürk, bu cevabı alınca çok duygulandı ve bana dönerek dükkana 40 lira bırakmamı emretti. Hemen parayı bıraktım. Kitapçı halıyı koşarak indirip paket yapmaya koyuldu.
Bu arada Atatürk, Abdülhalim Efendi'nin kişiliğinden övgüyle bahsederek; - "Abdülhalim Efendi, evde halısını satacak kadar parasız kalıyor ama, kapısını kimseye kapamıyor" diyerek onu övdü, sonra da kitapçıya dönerek;
"Bana bak, halıyı biz alıyoruz. Fakat halıyı Abdülhalim Efendi'nin evine yollayınız, biz oradan aldırırız. Akşam üzeri de kendilerine bir kahve içmek için geleceğimizi söyleyiniz." dediler.
Kitapçı bu davranışa şaşırmış bize bakarken, arabaya binip uzaklaştık. Aynı akşam Abdülhalim Efendi'nin evine gittik. Kendisi bizi avlu kapısında karşıladı. Eve girince baktım halı, kapı arkasında paketli olarak duruyordu. Mütevazı evinde minderlere oturuldu, kahveler içildi.
Abdülhalim Efendi; - "Paşam halıyı almışsınız. Fakat halı evime geri geldi. Müsaade ederseniz, arabanıza koyduralım." dedi.
Atatürk de; - "Abdülhalim Efendi halı yine bizim olsun. Biz arada sırada sana kahve içmeye geldikçe onun üzerinde kahvemizi içeriz." diyerek halıyı açtırdılar ve odaya serdirdiler.
Kahveler içildi ve sohbet edildi. Giderken Abdülhalim Efendi yine bizi kapıya kadar uğurlayarak; - "Paşam eğer müsaadeniz olursa halıyı..." derken Atatürk sözünü keserek mütebessim; - "Abdülhalim Efendi, onu sana emaneten bırakıyoruz. Her gelmemizde onu burada görmek ve üzerinde oturmak isteriz." diyerek veda edip ayrıldılar.
Böylece Atatürk, Abdülhalim Çelebi Efendi'ye, kitapçıya bile belli etmemeye çalışarak ihtiyacı olan yardımı yapmış, fakat halıyı almamışlardı. Bu ibret verici anı; O büyük asker, devlet adamı ve devrimci liderin, en az bu nitelikleri kadar büyük olan insanlığını anlatmasının yanı sıra, onun, gerçek dindar ve üstelik bir tarikat mensubu olan Çelebiye saygısını göstermesi bakımından da ayrı bir önem taşıyor. Abdülhalim Efendi, o halıyı Konya Mevlânâ Müzesi kurulunca oraya armağan etmiştir. Görülüyor ki, Abdülhalim Efendi de bu asil davranışı kötüye kullanmamış ve halıyı sahiplenmeyip, layık olduğu yere armağan etmiştir. (1922)
Atatürkten Hiç Yayınlanmamış Anılar/Prof.Yurdakul Yurdakul
Şu asalete bak kurban olurum...:party:
Dünyanın en büyük insanı, en zeki, en ahlaklı, en namuslu, en fedakar, en stratejist bizim ATA'mız.. Bu yüzden dünyanın en şanslı milletiyiz......
YAŞA MUSTAFA KEMAL PAŞA YAŞA adın sonsuza kadar aklımıza ve kalbimize yazıldı........
seni çok seviyoruz ATAM...evlatlarımızı da senin sevginle büyütüyoruz...
GELENEKSEL DOSTLUK YOKTUR
Birinci Dünya Savaşı sonunda (30 Ekim 1918 tarihinde) imzaladığı
Mondros Mütarekesi’yle yenilgiyi kabul etmiş olan Osmanlı Devleti aynı
zamanda bu mütarekeyle kendi geleceğini de batılı devletlerin insaf
duygularına teslim etmişti. Padişah Vahdettin, Anadolu’nun İngiltere, Fransa
gibi ülkeler tarafından parçalanacağı söylentilerine ‘’İngiltere ve Fransa bizim
eski ve sağlam dostlarımızdır. Böyle bir işe kalkışmazlar.” cevabını
vermekteydi. Oysa devletler arası ilişkileri dostluklar değil çıkarlar
belirlemekteydi. Bu gerçeği görememenin bedelini Türk ulusu savaş
meydanlarında binlerce yeni şehitler vererek ödemek zorunda kaldı.
Vahdettin, kurtuluşu teslimiyette görürken, bir akıl adamı olan
ATATÜRK, ülkeler arası ilişkilerin rengini çıkar birliğinin veya çıkar
çatışmalarının belirlediğinin farkında olduğu içindir ki Türk ulusunun
kurtuluşunu “Ya istiklâl ya ölüm”de görmüştür. İşte iki yönetici arasındaki fark:
Birinin dünya gerçeklerinden uzaklığı devletin parçalanmasını hazırlarken,
diğerinin gerçekçiliği yeni bir devletin güçlü temeller üzerinde doğuşunu
sağlamıştır. Aşağıdaki diyalog ATATÜRK’ün devletler arası ilişkilere yönelik
düşüncelerini yansıtan güzel örneklerden birisidir:
ATATÜRK, Ankara Erkek Lisesinde yapılan bir sınavda bulunuyordu.
Sınava giren çocuklardan biri sorulan soruya şöyle cevap vermişti:
-Fransa ile olan geleneksel dostluğumuz gereği...
ATATÜRK hemen öğrencinin sözünü keserek sordu:
-Hangi geleneksel dostluk? Bu da nereden çıktı, kim söyledi bunu?
O zaman coğrafya öğretmeni ATA’nın öfkesini azaltmak için:
-Ben söyledim Paşam diye yanıt verdi.
Gazi bu kez bana döndü.
-Sen söyle bakalım tarih hocası... deyince hemen ayağa kalkarak yanıt
verdim:
-Paşam ortada geleneksel bir dostluk yoktur. Yalnız ortak hareketlere
Fransız yazarları bu adı yakıştırmışlardır. Örneğin Kırım Savaşı’nda olduğu
gibi...
ATATÜRK bu yanıtımdan hoşlandı.
-Aferin, dedi. Bu gerçekten böyledir. Ne yazık ki Türk’ün geleneksel
dostu yoktur. Ortak çıkarlar söz konusu olunca Avrupalılar hemen buna
geleneksel dostluk adını yakıştırmışlardır, dedi.
21 Hilmi Yücebaş; Atatürk’ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları, İstanbul, 1983, s.
87-88
Dr. Semih Nafiz Tansu22