Sayfa 13/233 İlkİlk ... 311121314152363113 ... SonSon
Arama sonucu : 1859 madde; 97 - 104 arası.

Konu: Mustafa Kemal ATATÜRK

  1. #97
    Duhul
    Feb 2017
    İkamet
    İstanbul
    Gönderi
    20,080
    Blog Entries
    12

    Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Arşivinden






  2. ATATÜRK VE UYGARLIK

    Türk halkının mutluluğunu kendi mutluluğu olarak gören ve kendini
    onun hizmetkârı olarak değerlendiren büyük ATATÜRK’ün aşağıdaki sözleri
    ulusumuzun yolunu aydınlattığı gibi, ulusumuzu uygarlık yolunda geri
    koymaya çalışan düşünce sahiplerine de bir uyarı niteliği taşımaktadır. Türk
    ulusu bir bütün olarak aşağıdaki sözlerin anlamını idrak edip onun gereğini
    yaptığı gün hiç şüphesiz uygarlık âleminde rakipsiz olacaktır. Bundan şüphe
    duyanlar bilmelidir ki kendi yeteneklerini tanımayan ve kendisine güveni
    olmayanlardır:
    “Ben sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi uygarım diyen
    Türkiye Cumhuriyeti halkı fikriyle, zihniyetiyle uygar olduğunu ispat etmek ve
    göstermek zorundadır: Uygarım diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile
    hayatıyla, yaşayış şekliyle uygar olduğunu göstermek zorundadır. Sonuç
    olarak uygarım diyen Türkiye’nin gerçekten uygar olan halkı baştan aşağıya
    dış görünüşüyle bile uygar ve olgun insanlar olduğunu uygulamada da
    göstermek zorundadır.”
    “Artık duramayız, kesinlikle ileri gideceğiz. Geriye ise hiç gidemeyiz.
    Çünkü ileri gitmeye mecburuz. Millet açıkça bilmelidir. Uygarlık öyle kuvvetli
    bir ateştir ki, ona ilgisiz kalanları yakar ve yok eder.”
    “Uygarlığın coşkun seli karşısında direnmek boşunadır ve o, gafil
    itaatsizlere karşı çok amansızdır. Dağları delen, göklerde uçan, göze
    görünmeyen zerrelerden yıldızlara kadar her şeyi gören, aydınlatan, inceleyen
    uygarlığın güç ve yüceliği karşısında çağ dışı kalmış zihniyetlerle, ilkel, boş
    inançlarla yürümeye çalışan milletler yok olmaya veya hiç olmazsa esir
    olmaya ve aşağılanmaya mahkûmdurlar.”
    “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar
    memleketi olamaz; en doğru, en hakikî yol, uygarlık yoludur. Uygarlığın emir
    ve isteklerini yapmak, insan olmak için yeterlidir.”
    “Biz her araçtan yalnız ve ancak bir görüş açısından faydalanırız. O
    görüş şudur: Türk milletini, uygar dünyada lâyık olduğu yere ulaştırmak ve
    Türk Cumhuriyeti’ni sarsılmaz temelleri üzerinde, her gün, daha fazla
    kuvvetlendirmek... Ve bunun için de keyfî yönetim fikrini öldürmek...

    Nezihe Araz; Mustafa Kemal’in Ankara’sı, İstanbul, 1994, s. 77-78.
    Tarih göstermiştir ki bilge herşeyi bilmez,sadece ahmaklar herşeyi bilir...



  3. #99
    Duhul
    Feb 2017
    İkamet
    İstanbul
    Gönderi
    20,080
    Blog Entries
    12

    "İcra eden, tatbik eden, karar verenden daima daha kuvvetlidir."
    Mustafa Kemal Atatürk



    Stalin'in Sovyetler Birliği'nin başında olduğu dönemler...
    Sovyetlerin Ankara Büyükelçisi ünlü bir diplomat "Karakan"...

    1917 Ekim Devrimi'nin yıl dönümlerinden birinin sabahında Stalin, son derece sivri, anlamsız ve onur kırıcı bir demeç veriyor. Bu demecinde aynen şunları söylüyor:

    "Herkes bilsin ki, Rus Milleti; Boğazlarla, Ardahan'ı ele geçirmekten asla vazgeçmeyecektir. Çok yakın bir zamanda bu davalarımızı halletmiş olacağımızı şimdiden müjdeliyorum..."

    Aynı gece Ankara'da Sovyet Büyükelçiliği'nde de ihtilalin yıl dönümü kutlamaları yapılıyor. Cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal Atatürk, gece yarısına doğru Stalin'in bu densiz demecinden haberdar oluyor ve maiyetine emrediyor:

    "Arabaları hazırlayın gidiyorum."

    "Paşamız bu saatte nereye gidecekler?"

    "Sovyet Sefareti'ne."

    Mahiyetin etekleri tutuşur çünkü olayı kavrarlar, içlerinden birisi Atatürk'e:

    "Paşa hazretleri nasıl olur? Protokolsüz mü? Siz devlet başkanısınız, protokolsüz nasıl gidersiniz?"

    "Ben protokol falan dinlemiyorum çocuk. Stalin vatanımın topraklarına göz dikmiş, sen bana protokolden söz ediyorsun. Hazırlayın arabaları." diye cevap verir.

    Büyük önderimiz ve arabalar hazırlanır.
    Atatürk ve maiyeti, Sovyet sefaretinin kapısına dayanır.

    Ulu önderimiz yüzü asık bir şekilde yukarı çıkar ve o sırada sefarette büyük bir balo vardır. Atatürk kendisini karşılayan Büyükelçi Karakan'ı görünce:

    "Merhaba Karakan" der ve aynı sert ifadeyle devam eder ;

    "Rahatsız ettik ama sen benim şahsi dostumsun, kusurumuza bakmazsın. Bir hususu esasından anlamaya geldim."

    "Emredin Sayın Başkan"

    "Ajanstan öğrendiğime göre, başbakanınız Stalin, Ardahan'la Boğazları istemiş, kararı katiymiş ... Pek yakın bir gelecekte bu kararını uygulayacakmış. Tam böyle söyleyip söylemediğini bilemem ama buna benzer şeyler söylemiş. Tabii ki bu nutkun da bir sureti sende vardır. Getir bakalım şunu da işin aslını faslını iyi anlayalım."

    Stalin'in nutku getirilir. Atatürk metnin o kısmını yanındakilere kelime kelime tercüme ettirir. Nutuk ajanstan geçen metin ile aynıdır, Atatürk sorar ;

    "Karakan, sefaret telsizinden derhal Stalin'i bulduracaksın. Bu beyannatından vazgeçip geçmediğini sorduracaksın. Başbakanın tükürdüğünü yalayacak, yalamazsa ben yapacağımı bilirim. Bu cevap bugece gelecek çünkü benim senin başbakanından daha önemli kararım var. İstediğim cevabıalmadan sefaretinizden dışarı adım atmam. Eğer cevap istemediğim şekilde gelirse bil ki buradan çıkıp doğru Rus sınırına gideceğim ..."

    Karakan çaresizlik içinde telsizin başına koşar ve Atatürk'ün söylediklerini aynen nakleder. Stalin'den gelen cevap büyük önderimizi tatmin eder çünkü cevapta aynen şöyle söylenmektedir ;

    "Stalin sürçü lisan eylemiştir. Boğazlar'la Ardahan'ı almak gibi bir arzusu katiyetle yoktur ..."

    Atatürk cevabı okuduktan sonra Rus Büyükelçisi Karakan'a hitaben "Karakan seni geri çağırırlar ve yaşatmazlar. Uzun süredir tanışıyoruz, istersen bize iltica et."

    Karakan bu teklife olumsuz cevap verir ve cevabı telgraftan hemensonra bir telgrafla geri çağrıldığını açıklayarak: "Teşekkür ederim. Sizi tanımış olmam bile kafidir ancak memleketinizdeki vazifem sona ermiştir. Yarın hareket edeceğim."

    Atatürk ısrar etmez ve Çankaya'ya döner. On gün sonra şöyle bir haber gelir. Sovyetler Birliği'nin eski Ankara Büyükelçisi Karakan fırında yakılmak suretiyle idam edilmiştir.


    Kaynak: Prof. Herbert Melzig., Atatürk'ten Neşredilmiş Hatıralar,
    İstanbul Ekspress Gazetesi, 1952 Tefrika

  4. Mübarek gün hatırına Allah gani gani rahmet eylesin atamıza.
    Bugün bu ülke varsa biz Türk milleti olarak varsak o ve silah arkadasları sayesindedir.
    Allah hepsinden razı olsun.

  5. #101
    Duhul
    Feb 2017
    İkamet
    İstanbul
    Gönderi
    20,080
    Blog Entries
    12





  6. #102
    Duhul
    Feb 2017
    İkamet
    İstanbul
    Gönderi
    20,080
    Blog Entries
    12


    Muhlis Sabahattin İstanbul'da Opera ve Operetler oynayan bir kumpanya kurmuş, 1930'lar.. Carmen'i oynuyorlar..

    Turneye çıkmışlar.. Trenle.. İzmit.. Ful çekmişler..
    Oradan Adapazarı.. Havalar bozunca temsil iyi gitmemiş..
    Eskişehir tam felaket.. Kar diz boyu, temsil bile yapamamışlar.. Yapamayınca da otelde rehin kalmışlar ...
    Beş lira lazım..
    Beş lira da önemli para ha.. Babam anlatırdı.. Bebek Belediye'de 125 kuruşa faça masa donatılıp Müzeyyen dinlendiği günler..

    Kumpanya karalar bağlamış otelde mucize beklerken, haber duyuluyor..
    Atatürk Ankara'dan trene binmiş Eskişehir'e geliyor.. Şapka devrimi, o yıl çıkan ve kadınlarda peçeyi kaldıran kanunla tamamlanmış.. Ata, tanıtmak ve anlatmak için dolaşıyor..

    Muhlis Bey lobide haykırıyor..
    "Atatürk arkadaşım.. Parayı bulduk.."

    Kostüm sandıklarını açıyor.. İçinden bir frak çıkarıyor. Giyiyor.. Doğru Eskişehir garına.. Orada görevliler penguen kılıklı adama bakıyorlar.. Biri "Amerikan Sefiri olmalı" diyor.. Yol açıyorlar.. Muhlis Bey en öne geliyor.. Tren gara giriyor..

    Vagonun camı iniyor.. Atatürk'ün şapkalı eli gardakileri selamlıyor..
    Sonra, iniyor aşağı, karşılayıcılara teşekkür etmek için..

    Bir bakıyor, karşısında yakın dostu Muhlis Sabahattin..
    Kollarını açıyor.. "Muhlis!.."
    "Kemal!.."

    Sarmaş dolaş oluyorlar..
    Muhlis Bey iki cümleyle özetliyor..
    "Otelde rehin kaldık, Kemal. Beş lira lazım!.."

    Atatürk ceplerini karıştırıyor, cüzdanı açıyor..
    Üç tek lira çıkıyor üzerinden..
    "Üç liram var, Muhlis!.."
    "Beş lira lazım, Kemal.."

    Atatürk yanındaki dört yıldızlı generale dönüyor..
    "İki liran var mı?..
    Paşa ceplerini karıştırıyor ve 1 lira uzatıyor..
    "Bu kadar var paşam.."

    Atatürk "Dört lirayla idare et Muhlis" diyor..
    "Beş lira, Kemal" diyor, Muhlis Bey..

    Atatürk özel kalem müdürüne dönüyor bu defa.. Hasan Rıza Soyak olmalı..
    "Bir lira bul" diyor.. Özel Kalem Müdürü ceplerini karıştırıp, beş kuruşlar, on kuruşlarla bir lirayı denkleştiriyor..

    Atatürk sonunda "Beş Lira"yı Muhlis Sabahattin'e uzatıyor ...


    Ali Poyrazoğlu "Ben bu hikayeyi birinci elden dinledim" dedi.. "O kumpanyanın Carmen temsilinde Don Jose'yi canlandıran tenor Celal Sururi'den.."

    Devrin güzelliğine bakar mısınız?.. Hani sövdükleri devrin..
    İnanmadınız değil mi?.
    İnanılacak gibi değil çünkü..

    Ama Atatürk'ün hangi yaptığı inanılacak gibiydi ki?.
    Onun için "Ata" Türk'tü o!..
    Teşekkürler Atam.. Sana minnet!.. Sana şükran!..


    Hıncal Uluç

  7. #103
    Duhul
    Feb 2017
    İkamet
    İstanbul
    Gönderi
    20,080
    Blog Entries
    12



  8. #104
    ATATÜRK VE HALİL AĞA

    Aşağıdaki ilginç ve ibret dolu olay tarihimizin bir kesitinin arka planını gözler önüne seriyor. Kısa hikâye, adeta bir dönemin röntgenini çekiyor. İsmet Bozdağ’ın “Atatürk’ün Sofrası” adlı kitabı ile Hasan Rıza Soyak, Behçet Kemal Çağlar ve Kasım Gülek’in anılarından derlenmiş. Hanri Benazus tarafından kaleme alınmış. Kısaltarak naklediyorum.


    Birden Atatürk'ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Sapanının sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu.
    Atatürk şoföre durmasını söyledi.

    Köylüye seslendi:

    "Kolay gelsin Ağa!"

    "İşler nasıl? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?"

    Köylü isteksiz konuştu:

    "Tanrı'nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi!"

    "Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?"

    "Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar."

    "Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikâyet etseydin..."

    Köylü güldü:

    "Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?"

    Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:

    "Kaymakam’a gitseydin."

    Köylü iyice güldü.

    "Sen de benle gönül mü eyleyon beyim!" dedi.

    Atatürk konuşmayı sürdürdü.

    "E peki, İstanbul şuracıkta, geleydin Vali’ye anlataydın derdini... O’nun işi bu değil mi?"

    Köylü Atatürk'ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz.

    Kestirip attı:

    "Bırak şu sağarı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?"

    Atatürk sordu:

    "Adın ne senin Ağa?"

    "Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler..."

    "Demek varlıklısın, Ağa dediklerine göre!"

    "Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız Ağa'ya çıkmış."

    "Peki, Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi Kaymakam şöyle, Vali öyle diyelim, e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?"

    "Bilmez olur muyum, beyim?"

    "Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor. Florya Köşkü'ne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona... Herhalde çaresini bulurdu."

    "Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya... Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşa'mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez beni..."

    Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.

    "Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!"

    Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.

    "Sen ne diyorsun bey?" dedi.

    "Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek... Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek!"

    "Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir
    vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma, ara!"

    Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı.

    "Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Devlet Baba'ya borçtur. Ödenmesi gerek... Otomobil hareket etti. Atatürk'ün canı sıkılmıştı.

    "Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!" dedi. Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı.

    "Yahu çocuk, şu Halil Ağa'nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hâlâ da 'Devlet Baba' diyor. Ne mübarek millet, bu millet!"

    Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:

    "Şimdi" dedi: "İstanbul'da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!

    Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa'yı bul, onlara da haber ver."

    Yaver odadan çıktı. Atatürk, Nuri Conker'e döndü:

    "Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa'ya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. 'Seni sevdi, sana öküz alıverecek' diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al getir buraya."

    O akşam Atatürk'ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ'dan oluşan yirmi beş konuk vardı.

    Atatürk, "Bu akşam soframıza efendimiz gelecek" dedi.

    Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk'ün kulağına bir şeyler söyledi.

    Atatürk "Buyursun!" dedi.

    Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa'nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu, "Hoş geldin Halil Ağa" diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı:

    "İşte beklediğimiz, Efendimiz" dedi.

    Halil Ağa'ya döndü:

    "Bak beri, Halil Ağa" dedi. "Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum:

    'Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?"

    Soru - cevap Vali’ye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:

    "Peki İstanbul şuracıkta, gideydin Vali’ye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?"

    Vali Muhittin Üstündağ, Halil Ağa'nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:

    "Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki..."

    "Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi, dosdoğru..."

    "Böyle demedik mi beyim?"

    "Ya, ben mi yanlış anladım? Dur soralım bakalım Nuri'ye. Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?"

    Nuri Conker karşılık verdi. "Hayır Paşam!"

    "Gördün mü? Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, Vali neden duymazmış? Aynen bana söylediğin gibi söyle."

    Halil Ağa kekeleyerek konuştu:

    "Köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır, paşam" dedi. "Kusura kalma gayri..."

    Atatürk gülmeye başladı:

    "Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız... Söyle bana, orada dediğin gibi..."

    Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:

    "Şaşırmışım, ağzımdan yanlışlıkla 'Bırak bu sağarı' diye bir laf kaçırmışım..."

    Sofrada gülüşmeler başlamıştı.

    "Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:

    "E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?"

    Halil Ağa İsmet Paşa'nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:

    "Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün..."

    Atatürk Halil Ağa'yı durdurdu.

    "Bırak şimdi övgüleri" dedi.


    Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:

    Atatürk'ün sesi iyice sertleşti:

    "Beni uğraştırma, Halil Ağa" dedi. "Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!"

    Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:

    "Şanlı Paşamıza da sağar dedikti ya..."

    "Yalnız sağar değil, 'sağarın sağarı' değil miydi?"

    Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı:

    "Öyle dedikti paşam, doğrusun!" diyebildi.

    Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi.

    "Son soruyu sorayım şimdi" dedi. "Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git."

    "Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?"

    "Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim! Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler."

    "Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla." Halil Ağa birden diklendi!

    Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk'ün gözlerinin içlerine bakarak konuştu.

    "İşte bunu demem Paşam" dedi. "Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!"

    Atatürk gülmeye başladı:

    "Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor." dedi. "Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. 'Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek' demiştin." Halil Ağa'nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Taş kesilmiş, duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:

    "'Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri' demeye getirdin!

    "Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet... Yani, biri Başbakan, ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler.

    Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre'den mi olur, İtalya'dan mı olur, Fransa'dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe‘ye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi'ne...

    Bu Millet Meclisi dediğim, şu altı baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da 'hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok' derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!

    Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa'nın öküzünü çeker, satar... Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda...

    Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa... Sen benim yerimde olsan, efkâr dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için
    içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana 'sarhoş' der..."

    Halil Ağa'nın dili çözülmüştü:

    "Öyle diyen yok haşa! Dinden çıkmak gibidir... Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer..."

    Atatürk sordu:

    "Peki sen de içer misin?"

    "Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam? İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!"

    Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini Halil Ağa'ya uzattı:

    "Hadi bakalım Halil Ağa" dedi. "Sağlığına içelim."

    "Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun! Gayri bana izin, koca Paşam!"

    "Yemek yemedin!"

    "Yemek kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim."

    Atatürk Nuri Conker'e işaret etti.

    Conker kalkıp Halil Ağa'nın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk'ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü:

    "Efendimizin halini gördünüz mü beyler?" dedi. "Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu... Şimdi bu adam milletin karşısında 'adam olmak,' bize düşüyor!"

    Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk'ten ayıramıyordu:

    "Halil Ağa'nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa'nın öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu?

    Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul'da geçiyor. Bunun Van'ı var, Bitlis'i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!"

    Hikâye burada bitiyor. Cumhuriyet’i bizler içerden, düşmanlarımız dışarıdan yıkmak için elinden geleni ardına koymadı! Ama Cumhuriyet hâlâ direniyor! Mayası sağlam. Cumhuriyet’i dâhiler kurdu. Bizler kurucu atalarımızın tırnağı bile olamadık!

    CHP’nin 1930’lu yıllarını dillerine dolayanlar, HDP’nin (PKK) peşinden koşacaklarına, önce biraz yakın tarihimizle ile ilgili kitaplar okusunlar. Ayrıca, ayna diye bir şey var! Arada dönüp kendilerine baksalar fena mı olur?

    Büyük Önderimiz milletine hep inandı ve sonuna kadar güvendi. Büyük imparatorluklar kuran ve sayısız devrimler yapan bu büyük millet yeniden ayağa kalkacak. O günler yaklaşıyor…

    Ulu Önderimiz Atatürk’ü sevgi, vefa, şükran ve minnet duygularımla, tazimle anıyor; aziz hatırası önünde saygı ile eğiliyorum. Çare, dün Atatürk’tü; bugün Atatürk ve yarın da Atatürk olacaktır.


    Çocukluğumdan beri çok sevdiğim bu hikayeyi alıntıladım.
    Muhteşem Deha'nın aslında ne kadar yalnız olduğu halde,bir kadar büyük işin altından nasıl kalktığını biZlere anlatan, gülümsetirken ağlatan bu hikaye;günümüz Türkiye'sinde O na salyalar akıtarak saldıran KUDUZLARA DA kapak olsun...
    Dervişlik dedikleri;hırka ile taç değil.Gönlün Derviş eyleyen,hırkaya muhtaç değil.
    YUNUS EMRE

Sayfa 13/233 İlkİlk ... 311121314152363113 ... SonSon

Yer İmleri

Yer İmleri

Gönderi Kuralları

  • Yeni konu açamazsınız
  • Konulara cevap yazamazsınız
  • Yazılara ek gönderemezsiniz
  • Yazılarınızı değiştiremezsiniz
  •