Italyan ressam Giacomo Favretto’nun olum yildonumu (12 Haziran 1887)
The Poultry Seller, 1880
Traveling Musicians, 19th century
|
|
Amerikali romantik sair William Cullen Bryant’in olum yildonumu (12 Haziran 1878)
Kisa-omurlu zevkten konusurlar onlar—birakin o kisa olsun—
Aci da hizlica olur onun kadar: sap gibi, kati yuzlu acinin
Hukmu gecer, ve yorgun tutsagini birakir gitsin diye.
En kisadir hukmu en azgin isdiraplarin;
Ve korkulu dusler bittikten sonra gelir yine
Hos geldin diyen sabah, isik izleriyle huzurun.
Unutmak, lekeyi cikarirken yavasca,
Guclu gizemli sancilarini dindirmeye girisir utancin.
Vicdan azabi kokudur erdemli olusun; onun dosdogru artisi
Meyveleridir masumiyetin ve kutsanmisligin:
Sevinc, boylece, agir basan ve baglanmis, serbest birakir hala
Onun taze dallarini zincirlerden, onun etrafina baski yapan.
Dunya degisiyor diye aglama —o devam ettirseydi
Sarsilmadan degismez bir hal, o aglamaya neden olurdu gercekten.
Italyan ressam Giacomo Favretto’nun olum yildonumu (12 Haziran 1887)
The Poultry Seller, 1880
Traveling Musicians, 19th century
Avusturyali Ekspresyonist ressam Egon Schiele'nin (Egon Leon Adolf Schiele) dogum yildonumu (12 Haziran 1890)
Atto d’amore, studio (Liebesakt - Coitus, 1915)
Casa su un Fiume (Vecchia Casa I), House on a River (Old House I), 1915
Amerikali modernist yazar Djuna Barnes’in dogum yildonumu (12 Haziran 1892)
"Yalnizca imkansiz sonsuza kadar surer. Zamanla ona erisebilirsin. Robin'in aski ve benimki bastan beri imkansizdi ve birbirimizi sevmekle artik sevemez olduk. Hayati bir yemek zili gibi calsan da bir tek saat hic cinlamaz-kopus saati. Herkes sonunda o yuregi agzinda olmak denen zehirden oluyor." Geceyi Anlat Bana
“Only the impossible lasts forever; with time, it is made accessible. Robin's love and mine was always impossible, and loving each other, we no longer love. Yet we love each other like death. Beat life like a dinner bell, yet there is one hour that won't ring--the hour of disentanglement. Oh well, he sighed, every man dies finally of that poison known as heart-in-the-mouth.”
“Nora herkesin yaninda kendini soyuyor. Kendini ikaz etmeyi beceremedigi icin, donup baktiginda hep azalmis oldugunu goruyordu. Her zaman uygun bir fiyata satilabildigi icin dunyanin her tarafindaki yoldan cikmislar onu cok karli buluyorlardi cunku kendi ihanetinin parasini kendi cebinde tasiyordu.”
“Nora robbed herself for everyone; incapable of giving herself warning, she was continually turning about to find herself diminished. Wandering people the world over found her profitable in that she could be sold for a price forever, for she carried her betrayal money in her own pocket.”
Italyan sair Sandro Penna'nin dogum yildonumu (12 Haziran 1906)
Yasam... safak vakti bir trende
animsamaktir uzunclu bir uyanisi
disarda olgun isigi gormus olmaktir
isirgan havanin kizoglankiz ve buruk huznunu
duymus olmaktir kirik dokuk bedende
Daha bir tatli animsamak
apansiz kurtulusu oysa
yanibasimda genc bir denizci
ve mavisi ve beyazi giysisinin
ve disarda bir deniz
bastan sona renk tazesi
La vita… è ricordarsi di un risveglio
triste in un treno all’alba: aver veduto
fuori la luce incerta: aver sentito
nel corpo rotto la malinconia
vergine e aspra dell’aria pungente.
Ma ricordarsi la liberazione
improvvisa è più dolce: a me vicino
un marinaio giovane: l’azzurro
e il bianco della sua divisa e fuori
un mare tutto fresco di colore.
"Askimiza tutkuyla yagmur yagdi butun yaz. O yuzden guzellesti rengi, kirlarin. / Piovve nel nostro amore ardentemente tutta l'estate. Indi mutò colore in bello, la campagna." Erotica
"Uykuya dalip yasamak isterim, yasamin tatli gurultusu icinde. / Io vivere vorrei addormentato entro il dolce rumore della vita."
Munih Okulu uyesi ve savas eserleriyle taninan Polonyali ressam Józef Brandt’in olum yildonumu (12 Haziran 1915)
Jan Karol Chodkiewicz during the battle of Khotyn, 1867
Stefan Czarniecki during the Battle of Kolding, 1870
Japon sair Noriko Ibaragi’nin dogum yildonumu (12 Haziran 1926)
Kisadir hayat,
cok ama cok kisadir;
diyelim, altmis ya da yetmis yildir.
kac pirinc yetisecek bu kadar surede bir tarlada?
kac ekmek pisecek tas ocaklarda?
ogretmenler ayni seyi kac defa tekrarlayacak?
gramer ve matematikle, baligin ve
ivir zivirin ekolojisiyle dolusturulacak
gercek dunyaya hazirlanan cocugun kafasi.
sonra sira gelecek tum o eleyici secimlere;
korkunc kurallarla bogusacak
adaletsizlikle carpisacak
anlamsiz bir savasin ardindan
angarya ile ezilecek ruhlar.
ve sonra okul, is, evlilik gelecek.
minik bir bebek dogacak ve ardindan
endise kaplayacak her yani.
kendine dair her sey bir lukse donusecek.
dunyadaki sayili gunlerin sonuna geldiginde
hayatini gozden gecirirken fark edeceksin
gercekten yasadigin gunlerin ne kadar az oldugunu
ve hayrete duseceksin.
birkac taneden fazla olmayan o yasam dolu isigi
belki sadece kiz arkadasinin
ilk bakisinda bulacaksin.
elbette vardir hepimizin sahiden yasadigi gunler.
hatta bir mucevher pariltisini andirir bazilari:
hayat dolu kizil bir sabah
atolyede gecen sessiz bir gece
bahcenin ortasinda bir oglen vakti
ya da belki safak oncesi baslayan karmasa...
Life’s short
Very, very short
sixty or seventy years
How many rice seedlings will the farmer plant?
How many pies will the baker bake?
How many times will the teacher repeat the same things?
Grammar, math, the ecology of fish and whatnot
are dinned into the child’s head
in preparation for the real world
And then along come selective breeding
strife against vicious rule
charges against miscarriage of justice
soul-crushing drudgery
the picking after of a senseless war,
then scholarship, progress, marriage
One little baby’s birth, and then
worry, the desire for self-renewal
will all turn into luxuries
On your last day of this earthly sojourn
astonishment will strike
as you review your life
how few the days were
that you were truly alive–
only as many as your fingers can count;
haply among them is a fierce shaft of light
of the first glace at your girlfriend
Sure, we all have our own truly-lived days
among those days of diamond’s glaring scintillance:
a red morning of blazing guns
a night at your atelier
a mid-day on your orchard
or perhaps a scrum before day-peep…
|
|
Meksikali sair ve siyasetci (Salvador Antonio Edmundo Espiridión y Francisco de Paula Díaz Ibáñez) Salvador Díaz Mirón’un olum yildonumu (12 Haziran 1928)
Orada, aciklikta, ormanliga yakin,
golgelik olan incirin altinda,
bir kulube vardi, artik olmayan
bir ailenin yasadigi.
Baba, oldu: anne, oldu;
olduler dort cocuk da:
baba, yorgunluktan; anne, kederden;
cocuklar, soguktan, acliktan, susuzluktan.
Cok zaman oldu, kulubeye son gideli
ve oyle geliyor ki bana, dunmus gibi.
Bahtsizlar! Bur'da cekerlerdi aciyi,
araliksiz, vahsi iskenceyi.
Ve bosuna kaldirarak bulanik gozlerini,
sordular onlar bana, Beyim, ne icin?
ve yer yoktu siginacak, yuce affindan baska
dagiticisi tum iyiliklerin.
Ah Tanrim! Tapiyor siradan insanlar
ismine senin ve gucune:
senden iyilik ister yoksullar,
uzgunler, senden diler merhamet;
ise yaramadigi anlasilan niyazlar gibi
düusunuyorum bir gun -bir hayli yakin-
olmayacak, diz cokturen izdiraplar,
olmayacak, inandiklari tum o acilar!
Proleterya dikiyor butun o duvarlari,
kaziyor tuneli, isletiyor atolyeyi,
ekip biciyor tarlayi, isitiyor firini,
oduyor tum vergiyi, sirtlaniyor tufegi;
ve kanli carpismada ve buyuk,
savuruyor silahi, vatan ya da kral icin,
gosteriyor ondere soylu gururlari ile
nasil borc odenir, vazife ile.
Ama, ah, ne elde eder kahramanlikla?
Nedir odulu onun; sani, serefi nedir?
Isirganlar topluyor bahtsizlar
ve supuyorlar tabagi, son kirintisina degin.
Cuzamli, solgun, bicimsiz, sefih,
katlanir degismez yasaya guclukle
ve gectiler mi bi', gormeden gogu
titrer yeryuzu, ayaklari altinda!
Allá en el claro, cerca del monte
bajo una higuera como un dosel,
hubo una choza donde habitaba
una familia que ya no es.
El padre, muerto; la madre, muerta;
los cuatro niños muertos también:
él, de fatiga; ella de angustia;
¡ellos de frío, de hambre y de sed!
Ha mucho tiempo que fui al bohío
y me parece que ha sido ayer.
¡Desventurados! Allí sufrían
ansia sin tregua, tortura cruel.
Y en vano alzando los turbios ojos,
te preguntaban, Señor, ¿por qué?
¡Y recurrían a tu alta gracia
dispensadora de todo bien!
¡Oh Dios! Las gentes sencillas rinden
culto a tu nombre y a tu poder:
a ti demandan favores lo pobres,
a ti los tristes piden merced;
mas como el ruego resulta inútil
pienso que un día —pronto tal vez—
no habrá miserias que se arrodillen,
¡no habrá dolores que tengan fe!
Rota la brida, tenaz la fusta,
libre el espacio ¿qué hará el corcel?
La inopia vive sin un halago,
sin un consuelo, sin un placer.
¡Sobre los fangos y los abrojos
en que revuelca su desnudez,
cría querubes para el presidio
y serafines para el burdel!
El proletario levanta el muro,
practica el túnel, mueve el taller;
cultiva el campo, calienta el horno,
paga el tributo, carga el broquel;
y en la batalla sangrienta y grande,
blandiendo el hierro por patria o rey,
enseña al prócer con noble orgullo
¡cómo se cumple con el deber!
Mas, ¡ay! ¿qué logra con su heroísmo?
¿Cuál es el premio, cuál su laurel?
El desdichado recoge ortigas
y apura el cáliz hasta la hez.
Leproso, mustio, deforme, airado
soporta apenas la dura ley,
y cuando pasa sin ver al cielo
¡la tierra tiembla bajo sus pies!
Yer İmleri