Sayfa 84/87 İlkİlk ... 34748283848586 ... SonSon
Arama sonucu : 689 madde; 665 - 672 arası.

Konu: Sanat : Edebiyat, Müzik, Sinema, Tiyatro, Sergiler, Festivaller ...

  1. #665
    Duhul
    Feb 2017
    İkamet
    İstanbul
    Gönderi
    20,058
    Blog Entries
    12

  2. #666
    Duhul
    Feb 2017
    İkamet
    İstanbul
    Gönderi
    20,058
    Blog Entries
    12


    Orhan Veli ile Sait Faik'in işi gücü yoktur.
    Can sıkıntısından Eftalikus kahvesinde oturup her gün birer Cumhuriyet gazetesi alarak bulmaca çözmeye başlarlar.
    Sonraları ise bu bulmaca çözme işi aralarında bir iddiaya dönüşür.
    İddia şu'dur; O günkü bulmacayı kim önce bitirirse karşı taraf o kişiye rakı ısmarlayacaktır.
    Günler böyle geçerken Sait Faik yenilgiden yenilgiye koşmaktadır.
    En sonunda Sait Faik'in canına tak eder ve "Nasıl beceriyorsun lan, her gün rakıyı bana ısmarlatıyorsun?" der demez Orhan Veli sakin yanıtlar: "Çünkü Cumhuriyet'in bulmacalarını ben hazırlıyorum."

  3. #667
    Duhul
    Feb 2017
    İkamet
    İstanbul
    Gönderi
    20,058
    Blog Entries
    12


    Eftalikus'un Kahvesi

    Bir genç adam yanıma geldi:

    — Merhaba, dedi.
    * Ooo, merhaba, dedim.

    Sonra benimle çoktandır tanışmak istediğini, bir fırsatını bulamadığını söyledi. Yürümeye başladık. Öyle şeyler soruyordu ki, samimi olup olmadığını anlayabilmek zordu. Sordukları samimi ise onun hesabına, değilse benim hesabıma dikkatli bulunmak lazım geliyordu. Öyle ya, ya alay ediyorsa…
    Cepheyi ona göre alır, bir fırsatını bulup tüymek hayırlı olur. Ama ciddi ise bu samimiyeti çocukluğa, toyluğa vermeli. Nasıl olsa bir gün kafasında senin için daha çok histen doğan hayranlık duygusu silinip gidecektir. Bu hayranlığa da fazla güvenmeye gelmez. Sürüp gitmesi benim için de, onun için de iyi bir şey ya. Onun için şüpheliyim. İkimizin de uzun uzun yerimizde saydığımıza bir işaret olmaz mı?

    Genç adamın niyeti yazı yazmak olduğuna göre benimle alay etmek için samimi olması ihtimali çok kuvvetli ama, ne yapalım, fazla zeki ve dikkatli görünmeye de gelmez; bu da bir nevi ukalalık olur.
    İyisi mi, alay etmesi ihtimaline karşı yapılacak en doğru hareket, işi samimiyete dökmek, yutmuş görünmek. Çok zeki biri ise sonuna kadar bu hayran rolünde seninle oynayabilir. Varsın oynasın; bununla bir şey kazanmış olmaz. Sahiden samimi ise ne mutlu. Olabilir. Sen o yaşta bugün hiç hoşlanmadığın yazıcıları, onlara yaklaşmaya bile cesaret edemeden başka dünyadan insanlar gibi seyretmemiş miydin?

    Şimdi bile hayranlıktan kurtulamadığın Frenk muharrirleri yok mu? Gide'i görsen, bu seksenlik ihtiyarı nasıl hayranlıkla seyretmezsin, konuşma fırsatı bulsan kim bilir ne olmadık sualler sormazsın.

    — Sizinle böyle bir kahvede oturabileceğim hiç aklıma gelmezdi.

    Yan gözle yüzüne bakıyorum. Alay etmiyor vallahi. O alay etmiyorsa ben mi etmeliyim? diye düşünüyorum.

    — Sizin hikayelerinizi…

    Sonradan belki de pişman olacağı cümlesini tamamlatmamak için hemen müdafaaya geçmeli. Genç adam hem de eleştirmeci olmak istediğini söylüyor. Öylesine pişman olacak ki. Rotayı değiştirmeli.

    * Siz de hikaye mi yazarsınız?

    — Benim yaşımda herkes gibi şiir yazıyorum. Bir iki hikaye de denedim ama beceremedim. Daha çok tenkide çalışıyorum. Neşredilmiş, bilmediğim Türkçe bir hikaye yok, diyebilirim. Ama sizin…

    * Şu karşıdaki adama bakın. Anadan doğma kördür. Bakın, karşı tarafa “Mahmut Bey" diye sesleniyor. Demek ki Taksim sinemasının önünde olduğunu, karşıdaki börekçi dükkânında da Mahmut Bey isimli bir adam bulunduğunu biliyor. Bize bir seziş gibi gelen korkunç ilim ona kim bilir kaç seneye mal oldu.

    — Mesela siz bundan hemen güzel bir…

    * Olabilir ama, ben bu hikayeyi yazmayacağım.

    Yalnız düşünüyorum; acaba kör, etrafın havasından, gürültüsünden mi nerede bulunduğunu anlıyor. Yoksa adımlarını mı sayıyor? Siz ne fikirdesiniz? Sağ dan şu kadar, faraza doksan sekiz adım yürürsem Taksim sinemasının önünde olacağım. Evden çıkarken saat dokuza bir mi vardı? Ağır yürüyorum. Şimdi saat tam dokuz olmalı. Börekçi Mahmut'un saat dokuzda dükkândan ayrıldığı görülmemiştir.

    Gözlerindeki karanlık, dışarının tahassüslerinden, kafasında bir aydınlık yaratmış olabilir. Belki de Şişli'den yürüyor, Harbiye'deki seslerle Taksim bahçesinin önündeki sesler arasında bizim farkına varmadığımız neler olabilir? Havada da bir değişiklik var mıdır? Hatta gözlerindeki zifiri karanlıkta bile ruhi bir zifiri karanlık farkları bulunabilir mi? Ama, bana öyle geliyor ki, daha çok seslerden, bizim için bilinmeyen, ama onun için hiç şaşmayan, değişmeyen, değişmez mahiyetini muhafaza eden gürültülerden…

    Biz sokağın hendesesinin de farkında değiliz. Ama o, münhanileri, müstatilleri, sokağın haritasını, teferruatını kafasına çizmiş olabilir. Belki semtlerin kokuları da vardır. Dükkanlar da ayrı ayrı kokabilir. Onun tabanının bildiği çukurlar da, tümsekler de bulunabilir. Körlük ne kadar modası geçmiş bir edebiyata benziyor. Kılı kırk yaran bir edebiyata…

    Ben bütün bunları kafamda düşünürken genç arkadaşım durmadan beni öven sözler söylüyor. Belki de bu sözlerin tesiriyle kör hakkında uzun uzun düşünüyorum.

    Kör adamı Mahmut Bey, karşı taraftan alıp beriki kaldırıma geçirdi. Adımını yaya kaldırımına atar atmaz kör:

    — Sadık Ağabey, merhaba, dedi.

    — Ooo, merhaba, Mösyö İvan, bu sabah erkencisin, dedi Sadık Bey.

    İvan:
    — Ne erkeni yahu, dedi. Saat dokuzu on geçiyor.

    Taksim'deki saat tam dokuzu on bir geçiyordu. Bu kadarı fazlaydı. Yanımdaki genç arkadaş, bu sırada hikayelerimden hangilerini beğendiğimi soruyordu.

    * Bilmem, dedim. Sonra "İşittiniz mi?" dedim.

    — Neyi?

    * Kör, saatin tam dokuzu on geçtiğini söyledi, dedim. İki dakika evvel.

    — Yok canım, dedi.

    * Vallahi, dedim.

    — Olur şey değil, dedi.

    Olur şeydi. Birdenbire işi keşfetmiştim. Mahmut Bey, körü almak üzere karşıya geçtiği zaman otomobil kornalarından duyamadığım bir konuşma yapmıştı körle. Saati o zaman sormuş olabilirdi. Genç arkadaşla artık iyice dost olmuştuk. Bazılarını çekiştirebiliyorduk. Hikayelerimi beğenmeyen eleştirmeciler hakkında onun beni müdafaa etmesini zevkle dinliyordum. Tam bu sırada bir beş dakika, körün nasıl bildiğini düşünüyormuş gibi sustuk. Sonra:

    — Hikayelerinizi nasıl yazarsınız? dedi.

    Güldüm. Alay edip etmediğini anlamak üzere yüzüne baktım. Hayır, vallahi alay etmiyordu. Ne iyi çocuktu bu.

    — Sizin, dedi, en çok "Lüzumsuz Adam"ı severim. Sonra "Baba-oğul"u, bir de "Tespih" hikayeniz vardır, o da hoştur, dedi. "Kameriyeli Mezar" da fena değildir.

    Mahcup, ama ağzım kulaklarımda susuyordum.

    — Ama, sorduğuma cevap vermediniz ki? dedi.

    * Ne sormuştunuz?

    — Hikayeyi nasıl yazarsınız? demiştim.

    * Bilmem, diyebildim.

    Düşündüm: Setin üstündeki kahvenin altından körün sesi geliyordu. Sadık Efendi ile bağıra bağıra konuşuyorlardı.

    * Bilmem, dedim yine, işte böyle körü körüne. İşte mesela şimdi bir hikaye yazıyorum. Hem ismini bile koydum, dedim.

    * Nedir ismi? Demek önce ismini koyarsınız hikayenin, demedi.

    * Yok ama bu isim hoşuma gitti de onun için, demedim.

    * Nedir? diye sormadı.

    * Eftalikus kahvesi. Hatta kahvesini de bir kenara atıp yalnızca Eftalikus da olur. Hem de hikaye ile münasebeti de ikinci derecede olabilir.

    O demediklerimi anlamış gibiydi:

    — Demek böyle yazarsınız siz hikaye, dedi.

    * Nasıl? diye bu sefer ben sordum.

    — Ne bileyim, dedi. Evvela ismini korsunuz. Sonra bir defa kurarsınız. Bir neticeye bağlarsınız.

    * Yok yahu, dedim. Öyle yapmam. Doğrusunu ister misiniz? Ben hikayenin nasıl yazıldığını da pek
    bilmem, dedim.

    Paraları vermek üzere ayağa kalktık. Genç adam parayı bana verdirtmemek için samimi bir acele gösterdi.
    Yanımızda, kahvesine tavla oynayan iki kişi, bu ben vereceğim, sen vereceksin münakaşasına gülümseyerek baktılar.

    Garson benim kasketimden ve kirli muşambamdan, vakti halime dair pek acele bir karar vermiş olduğunu tahmin ettiğim bir hesapla benim paramı almakta bir tereddüt geçirdi. Ve o sırada genç arkadaş da kahveleri ödedi.

    Ben:
    * Ayıp ettiniz, dedim.

    Eftalikus'un merdivenlerini indik.

    İşte hikayelerimi nasıl yazdığımı şimdilik merak eden dostum, yarın incir çekirdeği doldurmayacak mevzuları yazan bir hikayecinin iyi bir hikayeci olmadığını yazacağına göre, bilmem hikayem oldu mu? Olmadıysa ne yapalım? Bizim hikaye anlayışımız da böyle efendim.

    Sait Faik Abasıyanık - Varlık, (361), 1 Ağustos 1950

  4. #668
     Alıntı Originally Posted by Koray Yazıyı Oku


    Eftalikus'un Kahvesi

    Bir genç adam yanıma geldi:

    — Merhaba, dedi.
    * Ooo, merhaba, dedim.

    Sonra benimle çoktandır tanışmak istediğini, bir fırsatını bulamadığını söyledi. Yürümeye başladık. Öyle şeyler soruyordu ki, samimi olup olmadığını anlayabilmek zordu. Sordukları samimi ise onun hesabına, değilse benim hesabıma dikkatli bulunmak lazım geliyordu. Öyle ya, ya alay ediyorsa…
    Cepheyi ona göre alır, bir fırsatını bulup tüymek hayırlı olur. Ama ciddi ise bu samimiyeti çocukluğa, toyluğa vermeli. Nasıl olsa bir gün kafasında senin için daha çok histen doğan hayranlık duygusu silinip gidecektir. Bu hayranlığa da fazla güvenmeye gelmez. Sürüp gitmesi benim için de, onun için de iyi bir şey ya. Onun için şüpheliyim. İkimizin de uzun uzun yerimizde saydığımıza bir işaret olmaz mı?

    Genç adamın niyeti yazı yazmak olduğuna göre benimle alay etmek için samimi olması ihtimali çok kuvvetli ama, ne yapalım, fazla zeki ve dikkatli görünmeye de gelmez; bu da bir nevi ukalalık olur.
    İyisi mi, alay etmesi ihtimaline karşı yapılacak en doğru hareket, işi samimiyete dökmek, yutmuş görünmek. Çok zeki biri ise sonuna kadar bu hayran rolünde seninle oynayabilir. Varsın oynasın; bununla bir şey kazanmış olmaz. Sahiden samimi ise ne mutlu. Olabilir. Sen o yaşta bugün hiç hoşlanmadığın yazıcıları, onlara yaklaşmaya bile cesaret edemeden başka dünyadan insanlar gibi seyretmemiş miydin?

    Şimdi bile hayranlıktan kurtulamadığın Frenk muharrirleri yok mu? Gide'i görsen, bu seksenlik ihtiyarı nasıl hayranlıkla seyretmezsin, konuşma fırsatı bulsan kim bilir ne olmadık sualler sormazsın.

    — Sizinle böyle bir kahvede oturabileceğim hiç aklıma gelmezdi.

    Yan gözle yüzüne bakıyorum. Alay etmiyor vallahi. O alay etmiyorsa ben mi etmeliyim? diye düşünüyorum.

    — Sizin hikayelerinizi…

    Sonradan belki de pişman olacağı cümlesini tamamlatmamak için hemen müdafaaya geçmeli. Genç adam hem de eleştirmeci olmak istediğini söylüyor. Öylesine pişman olacak ki. Rotayı değiştirmeli.

    * Siz de hikaye mi yazarsınız?

    — Benim yaşımda herkes gibi şiir yazıyorum. Bir iki hikaye de denedim ama beceremedim. Daha çok tenkide çalışıyorum. Neşredilmiş, bilmediğim Türkçe bir hikaye yok, diyebilirim. Ama sizin…

    * Şu karşıdaki adama bakın. Anadan doğma kördür. Bakın, karşı tarafa “Mahmut Bey" diye sesleniyor. Demek ki Taksim sinemasının önünde olduğunu, karşıdaki börekçi dükkânında da Mahmut Bey isimli bir adam bulunduğunu biliyor. Bize bir seziş gibi gelen korkunç ilim ona kim bilir kaç seneye mal oldu.

    — Mesela siz bundan hemen güzel bir…

    * Olabilir ama, ben bu hikayeyi yazmayacağım.

    Yalnız düşünüyorum; acaba kör, etrafın havasından, gürültüsünden mi nerede bulunduğunu anlıyor. Yoksa adımlarını mı sayıyor? Siz ne fikirdesiniz? Sağ dan şu kadar, faraza doksan sekiz adım yürürsem Taksim sinemasının önünde olacağım. Evden çıkarken saat dokuza bir mi vardı? Ağır yürüyorum. Şimdi saat tam dokuz olmalı. Börekçi Mahmut'un saat dokuzda dükkândan ayrıldığı görülmemiştir.

    Gözlerindeki karanlık, dışarının tahassüslerinden, kafasında bir aydınlık yaratmış olabilir. Belki de Şişli'den yürüyor, Harbiye'deki seslerle Taksim bahçesinin önündeki sesler arasında bizim farkına varmadığımız neler olabilir? Havada da bir değişiklik var mıdır? Hatta gözlerindeki zifiri karanlıkta bile ruhi bir zifiri karanlık farkları bulunabilir mi? Ama, bana öyle geliyor ki, daha çok seslerden, bizim için bilinmeyen, ama onun için hiç şaşmayan, değişmeyen, değişmez mahiyetini muhafaza eden gürültülerden…

    Biz sokağın hendesesinin de farkında değiliz. Ama o, münhanileri, müstatilleri, sokağın haritasını, teferruatını kafasına çizmiş olabilir. Belki semtlerin kokuları da vardır. Dükkanlar da ayrı ayrı kokabilir. Onun tabanının bildiği çukurlar da, tümsekler de bulunabilir. Körlük ne kadar modası geçmiş bir edebiyata benziyor. Kılı kırk yaran bir edebiyata…

    Ben bütün bunları kafamda düşünürken genç arkadaşım durmadan beni öven sözler söylüyor. Belki de bu sözlerin tesiriyle kör hakkında uzun uzun düşünüyorum.

    Kör adamı Mahmut Bey, karşı taraftan alıp beriki kaldırıma geçirdi. Adımını yaya kaldırımına atar atmaz kör:

    — Sadık Ağabey, merhaba, dedi.

    — Ooo, merhaba, Mösyö İvan, bu sabah erkencisin, dedi Sadık Bey.

    İvan:
    — Ne erkeni yahu, dedi. Saat dokuzu on geçiyor.

    Taksim'deki saat tam dokuzu on bir geçiyordu. Bu kadarı fazlaydı. Yanımdaki genç arkadaş, bu sırada hikayelerimden hangilerini beğendiğimi soruyordu.

    * Bilmem, dedim. Sonra "İşittiniz mi?" dedim.

    — Neyi?

    * Kör, saatin tam dokuzu on geçtiğini söyledi, dedim. İki dakika evvel.

    — Yok canım, dedi.

    * Vallahi, dedim.

    — Olur şey değil, dedi.

    Olur şeydi. Birdenbire işi keşfetmiştim. Mahmut Bey, körü almak üzere karşıya geçtiği zaman otomobil kornalarından duyamadığım bir konuşma yapmıştı körle. Saati o zaman sormuş olabilirdi. Genç arkadaşla artık iyice dost olmuştuk. Bazılarını çekiştirebiliyorduk. Hikayelerimi beğenmeyen eleştirmeciler hakkında onun beni müdafaa etmesini zevkle dinliyordum. Tam bu sırada bir beş dakika, körün nasıl bildiğini düşünüyormuş gibi sustuk. Sonra:

    — Hikayelerinizi nasıl yazarsınız? dedi.

    Güldüm. Alay edip etmediğini anlamak üzere yüzüne baktım. Hayır, vallahi alay etmiyordu. Ne iyi çocuktu bu.

    — Sizin, dedi, en çok "Lüzumsuz Adam"ı severim. Sonra "Baba-oğul"u, bir de "Tespih" hikayeniz vardır, o da hoştur, dedi. "Kameriyeli Mezar" da fena değildir.

    Mahcup, ama ağzım kulaklarımda susuyordum.

    — Ama, sorduğuma cevap vermediniz ki? dedi.

    * Ne sormuştunuz?

    — Hikayeyi nasıl yazarsınız? demiştim.

    * Bilmem, diyebildim.

    Düşündüm: Setin üstündeki kahvenin altından körün sesi geliyordu. Sadık Efendi ile bağıra bağıra konuşuyorlardı.

    * Bilmem, dedim yine, işte böyle körü körüne. İşte mesela şimdi bir hikaye yazıyorum. Hem ismini bile koydum, dedim.

    * Nedir ismi? Demek önce ismini koyarsınız hikayenin, demedi.

    * Yok ama bu isim hoşuma gitti de onun için, demedim.

    * Nedir? diye sormadı.

    * Eftalikus kahvesi. Hatta kahvesini de bir kenara atıp yalnızca Eftalikus da olur. Hem de hikaye ile münasebeti de ikinci derecede olabilir.

    O demediklerimi anlamış gibiydi:

    — Demek böyle yazarsınız siz hikaye, dedi.

    * Nasıl? diye bu sefer ben sordum.

    — Ne bileyim, dedi. Evvela ismini korsunuz. Sonra bir defa kurarsınız. Bir neticeye bağlarsınız.

    * Yok yahu, dedim. Öyle yapmam. Doğrusunu ister misiniz? Ben hikayenin nasıl yazıldığını da pek
    bilmem, dedim.

    Paraları vermek üzere ayağa kalktık. Genç adam parayı bana verdirtmemek için samimi bir acele gösterdi.
    Yanımızda, kahvesine tavla oynayan iki kişi, bu ben vereceğim, sen vereceksin münakaşasına gülümseyerek baktılar.

    Garson benim kasketimden ve kirli muşambamdan, vakti halime dair pek acele bir karar vermiş olduğunu tahmin ettiğim bir hesapla benim paramı almakta bir tereddüt geçirdi. Ve o sırada genç arkadaş da kahveleri ödedi.

    Ben:
    * Ayıp ettiniz, dedim.

    Eftalikus'un merdivenlerini indik.

    İşte hikayelerimi nasıl yazdığımı şimdilik merak eden dostum, yarın incir çekirdeği doldurmayacak mevzuları yazan bir hikayecinin iyi bir hikayeci olmadığını yazacağına göre, bilmem hikayem oldu mu? Olmadıysa ne yapalım? Bizim hikaye anlayışımız da böyle efendim.

    Sait Faik Abasıyanık - Varlık, (361), 1 Ağustos 1950
    Kesinlikle oldu

    Süperdi.. Çok şekerdi... Çok akıllıcaydı..

  5. #669
     Alıntı Originally Posted by Koray Yazıyı Oku

    Sonra benimle çoktandır tanışmak istediğini, bir fırsatını bulamadığını söyledi. Yürümeye başladık. Öyle şeyler soruyordu ki, samimi olup olmadığını anlayabilmek zordu. Sordukları samimi ise onun hesabına, değilse benim hesabıma dikkatli bulunmak lazım geliyordu. Öyle ya, ya alay ediyorsa…
    Cepheyi ona göre alır, bir fırsatını bulup tüymek hayırlı olur. Ama ciddi ise bu samimiyeti çocukluğa, toyluğa vermeli. Nasıl olsa bir gün kafasında senin için daha çok histen doğan hayranlık duygusu silinip gidecektir. Bu hayranlığa da fazla güvenmeye gelmez. Sürüp gitmesi benim için de, onun için de iyi bir şey ya. Onun için şüpheliyim. İkimizin de uzun uzun yerimizde saydığımıza bir işaret olmaz mı?
    Çok detay var ama en beğendiğim detay bu

  6. #670
    Duhul
    Feb 2017
    İkamet
    İstanbul
    Gönderi
    20,058
    Blog Entries
    12
     Alıntı Originally Posted by Dore Yazıyı Oku
    Kesinlikle oldu

    Süperdi.. Çok şekerdi... Çok akıllıcaydı..
     Alıntı Originally Posted by Dore Yazıyı Oku
    Çok detay var ama en beğendiğim detay bu
    ......

  7. #671
    Duhul
    Feb 2017
    İkamet
    İstanbul
    Gönderi
    20,058
    Blog Entries
    12


    Nurhan Ablayı da Uğurladık,
    Allah'tan gani gani rahmet dilerim.

  8. #672
    Duhul
    Feb 2017
    İkamet
    İstanbul
    Gönderi
    20,058
    Blog Entries
    12

Sayfa 84/87 İlkİlk ... 34748283848586 ... SonSon

Yer İmleri

Yer İmleri

Gönderi Kuralları

  • Yeni konu açamazsınız
  • Konulara cevap yazamazsınız
  • Yazılara ek gönderemezsiniz
  • Yazılarınızı değiştiremezsiniz
  •