Blog Yorumları

  1.  Avatarı
    Enteresandır. Burada yazılanların tümüne uymuş ve hayat tarzı haline getirmişim. Hiç eksiğim yok, Sağlığım da yerinde.
    Herkese tavsiye ediyorum.
    [url]https://insan64.blogspot.com.tr/2016/12/surekli-genc-kalmak-icin-12-oneri.html[/url]
  2.  Avatarı
    Konuyla ilgili olarak Facebook'taki profilimde bir sayfa oluşturdum. Yayınladığım fotoğrafların altında kısa yorum ve açıklamalara yer verdim. İlgiyle takip edeceğinize inanıyorum:

    [url]https://www.facebook.com/Serenler/media_set?set=a.10153065810369743.1073741853.699999742&type=3&uploaded=5[/url]
  3.  Avatarı
    [B][SIZE=4]PARİS 2 BATIĞI[/SIZE][/B]

    Antalya, Kemer

    Kemer Yat Limanı’ndan 1, 5 km. kadar açıkta kum bir zemin üzerinde, 25 m. derinlikte yatan Paris, I. Dünya Savaşı sırasında batan bir Fransız savaş gemisi.1896 yılında yapıldığı tahmin edilen gemi 3 güverte ve iki ambara sahiptir. Ambarlardaki birbirine kaynamış cephaneler, orta bölümdeki çini kaplı kısım ilginç noktaları oluşturmaktadır. Son yıllarda dalıcıların bir hayli ilgisini çeken bu batığın birçok ziyaretçisi bulunmaktadır.

    [B]GEMİNİN BATIRILIŞI ÖNCESİ (I.DÜNYA SAVAŞINDA) ANTALYA’ DAKİ GENEL MANZARA[/B]

    Antalya ‘da sahil bölgesinde ziraata elverişli arazi çok kıttı. Ve bu arazilerde halkın ve köylünün değil ağaların elindeydi. Köylü sanki yarı aç ve yarı çıplak ağaların hazinelerini doldurmak için yaratılmış gibiydi. İzmir ve İskenderun limanları karşısında Antalya limanı gittikçe önemini yitirmiş , Antalya ücra bir sürgün yeri haline gelmişti. Hatta çok fakirleşen halk öyle duruma gelmiştir ki , Beşkonak Nahiyesi’ndeki Zeren Köyü’nde tıpkı ilk çağlardaki gibi bazı insanların mağaralarda yaşadıkları , başlarının altına oyulmuş bir odun parçası , yatak diye altlarına kuru ot, yorgan diye de üstlerine dökülmüş gazeller örtündükleri ve yine ekmek diye ahlat veya palamut kozalarını yedikleri bir gerçektir. En önemli ve en korkuncu sıtma idi. Burada sahil halkından sıtmaya tutulmamış insan yok gibiydi. Sıtma yalnız sahil halkını değil , yayla halkını da kıvrandırmaktaydı.Buralarda İskender bile sıtmaya tutulmuştu.Nüfus azlığı , Antalya’nın en büyük derdi idi. Sıtmanın erittikleri yetişmiyormuş gibi sağlam kalanları da Yemen Çölleri ile Balkan Dağları yiyordu. Orduya katılıp da dönebilenler çok değildi. Eli silah tutan erkekleri askere gitmiş , cephelerde telef olmuş , köyde kalan ihtiyarlar da ya hastalıklardan ya açlıktan kırılmış bir vaziyetteydi. Halk otları kaynatıp yemekten ve açlıktan yüzleri gözleri şişmiş bir halde açlık ödemi geçirmekteydi. Ne sütünü sağacak bir davarı , ne de yüzünü yıkayacak bir sabunu vardı. Vücutları bitten görünmez hallere girmiş bitkin halk , ağaların gizli ambarlarından bir miktar zahire çekebilirlerse mutlu oluyorlardı.Ve Antalya’nın nüfusu hergün biraz daha eksiliyordu. O menhus 1.Dünya Savaşı da en acı darbeyi ona vurmuştu. Şehir ve kasabalarda , kahve ve çay bir tarafa şeker , gazyağı , sabun bulmak imkansız hale geldi. Yağların her türlüsüne hükümet el koyuyordu. İnsanlar sabun yerine vücutlarını ve çamaşırlarını kil ile yıkıyor, evlerde yine bulabildikleri zeytinyağı veya iç yağı kandilleri ile aydınlanıyorlardı. Ama köylüler ? Onlar askerlik çağına gelmiş ne kadar erkeği varsa askere yollandı. Kendisine bile yetişmeyen buğdayını , arpasını , darısını devlete verdi. Sina Çölü’nde topları çeken öküzler , develer , katırlar , merkepler artık zor yürüyordu. Davarlar cılızlaşmıştı. Kadınlar sandığın köşesinde saklayabildiği birkaç kuruşu varsa onu da askerdeki kocasına , oğluna yollardı. Kadın kendisi çam kabuğu ya da palamut kozasını öğütüp yabani ahlatla onu yerdi. Doydu mu? Tokluk nedir zaten bilmiyordu ki …. Bunlar yetişmiyormuş gibi düşman donanması da Fethiye ‘den Kaladran’a kadar bütün Antalya sahillerini abluka altına almıştı. İki kruvazör durmadan sahilleri tarıyor ve rastladığı en ufak tekneyi bile zaptedip , içinde bulduğu yiyecekleri aldıktan sonra kayığı batırıyordu. Türklerin ne Fransızların , ne de İngilizlerin donanmasına karşı çıkacak donanmaları vardı.Körfezde saklanıp ansızın saldıracak hücumbotlardan bile mahrumduk. Bundan hiç kuşkusu olmayan düşman o kadar küstahça , o kadar salına cesaretle yaklaşabiliyordu ki , bazen gemidekilerin sesleri bile duyuluyordu. Bununla da kalmadılar , Antalya ‘nın Fener Mevkii’nde su ile işleyen bir un fabrikası vardı. Şehir ve orduyu unsuz bırakmak için un fabrikasını bombardıman ederek yıktılar. Şehirde birkaç merminin de patladığı görüldü.Kaş’ın karşısındaki Meis Adası İngilizlerin işgalindeydi. Geceleri köpeklerin havlamaları , sabahları horozların ötüşünün duyulduğu sahilimize bu kadar yakın bu adacığın limanı müttefik donanmasının deniz üslerinden biriydi. Liman küçük olduğu için sayıları pek fazla olmamakla beraber uçak gemileri , kruvazörler gelip istedikleri gibi bu limanda dinlenir , ikmallerini yapar , sonra yine denize açılırlardı. Hiçbir şeyden korkuları yoktu. Keçilerin bile geçemeyeceği dağlardan Türkler top getirip onlara ateş edecek değillerdi ya ? Kendilerini o kadar emniyette sayıyorlardı. Bir Alman denizaltısının gece gelip torpillenmesini engellemek için limanın ağzına çelik bir ağ germekten başka bir emniyet tedbiri almak lüzumunu bile hissetmiyorlardı. Görünürde bunlara karşı koyacak hiçbir vasıtamız yoktu ama her zaman olduğu gibi Türk’ün azmini , imanını , zekasını yine hiç hesaba katmadılar. Ve ” İsterse Türk , tavşanı araba ile avlar ” atasözünü bilmemezlikten geldiler.

    [B]İŞTE TAM BU SIRADA MUSTAFA ERTUĞRUL SAHNEYE ÇIKIYOR. VE MEİS ADA’SINI İNGİLİZ DONANMASINA DAR EDİYOR[/B]

    O zaman düşmanın herhangi bir çıkarma hareketine karşı Antalya ‘da ihtiyat olarak bulundurulan dağ topu ve o zamanın deyimi ile cebel bataryasını Kaş ‘a kadar dağdan geçirerek Meis’i bombardıman etme emrini verdiler. Bu batarya gıcır gıcır yeni 8.8 ‘lik bir Erhard cebel bataryası idi. Kumandanı o zaman aslan gibi heybetli , fakat bir çocuk kadar da mahcup ve terbiyeli mülazim Mustafa Ertuğrul Bey idi. Efradı ile toplara gözü gibi bakıyordu. Üzerlerine toz kondurmuyordu. Her gün talim , terbiye… Fakat kendisi de , efrad da sıkılmaya başladığı için , bu emir heyeti çocuk gibi sevinirdi. Hazırlıklarını yaptıktan sonra 1916 sonlarında şafakla Aydın’dan yola çıktılar. Vahşi dağları aşarak keçilerin bile zor geçtiği yerlerden topları , tüfekleri geçirerek Kaş’a vardılar. Kaş’ dakilere hiç sezdirmeden topları tabya ettiler. Kaş’dakiler top getirildiğini gözleriyle görseler dahi kolay kolay inanmayacakları için belki bu ihtiyata bile lüzum yoktu ama yine tedbirli davranmak iyi oldu. Birazdan adanın başına yağacak yıldırımlardan habersiz horozlar ötüşüp dururken , onlar mesafeyi iyice ölçtüler ; ilk hedef uçak gemisiydi. Mesafe o kadar yakın , efrad o kadar iyi yetişmiş ve toplar o kadar yenidir ki , ilk salvoda 4 topun mermisi de kıç güverte pistinin üstüne patlar. Benzin varillerinin infilakı ile kıç pist cehenneme döner. Bu esnada en öndeki destroyer limanın ağzını kapatarak çelik ağı koparıp dışarıya fırlayacağı anda güvertesinden iki isabet alır ve olduğu yerde kalır. İkincisi dışarıya uğrarken aldığı üç isabetle bir anda batar. Beşincisi son süratle kıpırdar. Birini yedeğe alarak kaçar , fakat onlar da bir iki isabetle batarlar. O kadar şaşkına dönmüş olacaklar ki , can havli ile savurdukları birkaç mermi bizim bataryanın ancak uzaklarına düşer. Ama hiçbir hasar yapmaz.Dost düşman bütün harp tebliğleri bu olaydan bahseder. İngilizler Meis Adası’nın bir ateş baskınına uğrayarak bir uçak gemisi ile iki destroyerin hasara uğradığını yazarlar.

    [B]MUSTAFA ERTUĞRUL BU KEZ KEMER’E GELİYOR. PARİS II VE ALEXANDREA SAVAŞ GEMİLERİNİ SULARA GÖMÜYOR[/B]

    Antalya ‘dan bakılacak olursa güneye uzanan sahilin ilerisinde yüksek bir yer görülür. Burası Antalya’ya 18 mil uzaklıktaki * Ağva Burnu ‘dur. Kuzey tarafında üstü çamlarla süslü küçük bir yarımada ile Ağva Burnu altında , fok balıklarının yuvalandığı küçük deniz mağaralarının üstünde yükselen kalemsi diklik , kademe kademe yükselir. Üstü ve gerisi sık ormanlıktır. O zaman Antalya’dan Kemer’e yani Ağva ‘ya fener yolu bile yoktu. Ancak karadan katırlarla veya denizden kayıklarla gidilip gelinebilirdi. Antalya’yı abluka eden Paris II ve Alexandrea adında iki Fransız kruvazörü nedense bu limanı pek severdi. Antalya denizlerinde ring seferini yaparken Ağva Burnu altına kadar sokulur ve limanın ağzında durarak içeride batırılacak kayık , yağma edilecek meyve v.s. ararlardı. İşte onların bu aç gözlülük ve pervasızlıkları kendilerine pahalıya mal oldu. Günlerce sarp kayalardan aşıp Kaş ‘a kadar giden ve uçak gemisi ile iki destroyerin hakkından gelen Ertuğrul , bu sefer bataryasını yine o kimsenin geçilmez sandığı patikalardan aşırarak 13 Aralık 1917 ‘de Ağva Burnu üstündeki bir yere yerleşti. Çok geçmeden iki kruvazör de sökün etti. İşte bu anda Ertuğrul ‘un bataryası birdenbire gürledi ve gemiyi batırdı. Kurtulup sahile doğru yüzenlerde bir korku , bir tereddüt seziliyordu. Sahilde mevzi alan küçük bir müfrezemizle bir kısım köylüler denizden çıkanları karşılıyorlardı. Deniz erlerinin arasında gemi subayları da vardı ve bunlardan bir tanesi bizim büyük dostumuz Fransız şair Pierre Loti ‘nin yeğeni idi. Bundan sonrası Pierre Loti’nin bir Fransız gazetesinde yazdığı makalesinde yeğeninin ifadesinden dinleyelim.” Her zamanki abluka seyrini yapıyorduk. Ağva Limanı’nın önüne geldik. Elimizdeki mükemmel haritalara göre oralara top getirmenin imkansızlığını bildiğimiz için böyle bir baskına uğrayacağımızı aklımızın kenarından bile geçirmiyorduk. Birden geminin üstünde şimşekler çaktı ve müthiş bir gürültü ile denize üç mermi düştü. Fakat bu esnada gemimiz de sarsıldı. Dördüncü mermi lumbozların birinden girerek makine dairesine isabet etmiş ve oradakileri paramparça etmişti. Manevra kabiliyetimizi kaybedince bütün toplarımızı bataryanın bulunduğu tarafa yönelterek ateşe başladık. Batarya çok iyi kamufle edilmişti , yağdırdığımız mermilerin hiçbir tesiri olmuyordu. Mesafe çok yakın ve Türkler çok iyi nişancı oldukları için gemimiz az zamanda delik deşik oldu.Kurtuluş ümidi kalmamıştı. Onun için gemiyi terk etme emrini verdik. Maksadımız, feci halimizi uzaktan seyretmekte olan kruvazöre sığınmaktı. Türkler önümüze şarapnel yağdırarak bizi geriye sahile dönmeye mecbur ettiler. Fakat bizi sahilde nasıl bir kader beklediğini bilmiyorduk.Sahil boyunca kazılmış siperlerden orasının boş olduğu seziliyordu. Bir kısmımız denizde delik deşik olmuştu. Sahile çıkarsak feci şekilde öldürülme ihtimalimiz de vardı. Denizde çok yorulmuş olduğumuz için kaderimize boyun eğip sahile çıkmaktan başka yapacak bir şeyimiz kalmamıştı. Sahile 40-50 metre kala siperlerden insanların fırladıklarını ve bir kısmının denize atlayarak bize doğru geldiklerini gördük.Denizde bir boğuşma mı olacaktı? Buna mecalimiz yoktu. Fakat korkumuz uzun sürmedi. Denizden bize gelenler ve sahilde bekleşenler bizi şefkatle kucaklayıp dışarı çıkardılar.Hepimiz kumların üzerine serilmiştik. Önce yaralılarımızı ayırdılar. Türk erleri kaputlarının eteğinde , kendileri için hazırladıkları harp paketlerini sökerek yaralarımızı sardılar. Bu savaşta Fransızlar kruvazörden başka , çok insan da kayıp vermişlerdi. ( Bizim ise gerideki kayada patlayan bir Fransız mermisinin kopardığı bir taş parçası , bir Mehmetçiğimizin başına değerek ölümüne sebep olmuş , oracığa gömülmüştü.) Yaralılara gelince , bir erimizin kolunda büyüyecek yara vardı. Türk erlerinden biri gömleğinden koparıp ayırdığı bir parça ile benim yaramı sardı. Yalnız ben değil , bu ulvi manzarayı gören bütün Fransızlar gözyaşlarını tutamadılar. Bize su getirdiler , kendi yiyeceklerinden verdiler. Çay gibi haşlanmış , güzel kokulu fakat şeker yerine kuru üzümle tatlandırılmış sıcak bir şey ikram ettiler. Biz ise küçücük kayıklarında yakaladığımız bu insanlara ne eziyetler , ne hakaretlerde bulunmuştuk.” Pierre Loti yazısının sonunda , ” Yeğenim Yüzbaşı Rolen şimdi Paris’te ve filanca adrestedir. Gidip sorabilirsiniz. Gelibolu ‘da bir kolunu kaybeden General Goro ‘nun anlattıkları da bunlardan başka mı? İşte ey Fransızlar bunları işittinizse tarih boyunca kahramanlıklarla anılmış olan bu insanlara zulmetmeyiniz , hakaret etmeyiniz. Onlara barbar demeyiniz ” diyor. Muhabereden sonra batarya Antalya’ya geldi şenlikler yapıldı , nişanlar , hediyeler dağıtıldı. Fakat şunu ilave etmek isterim ki , bu şenliklere esirler de dahildi.

    Bir Antalya sevdalısının kaleminden Bir zamanlar ANTALYA
    DR. BURHANETTİN ONAT ( 1894 – 1976 )
  4.  Avatarı
    Sarı ve kırmızı olarak 2 ye ayrılır.Bu tür ürünlerin yapımı kadar toplanması da önemlidir.Sarı kantaron yetiştiği bölgelerde genelikle tozlu yol kenarlarında bulunur. Çok üretim yapan tesisler toplanmasında hangi kriterleri dikkate alıyor iyi araştırılmalı.
    Yağı nasıl elde edeceğinizi biliyor ve kendiniz topladı iseniz zaten sorun yok.
    Updated 21-08-2013 at 18:29 by YANSIMA
  5.  Avatarı
    3 yıldır akçayda yaşıyorum,ben burda öğrendim kantron yağını.yaralanmalardan arda kalan geçmeyen siyah lekelerimi tamamen temizledi.dirseklerde,dizkapaklardakilerede.ben görmedim söyleyen komşumdur,dediğine göre yazın çoğalan çillere her akşam sürülürse yok ediyormuş.birde uygulama gece olucak,yada sürüldükten sonra enaz 2 saat güneşten uzak kalınmalıymış,ben bu kurala uyarak kurtuldum.
  6.  Avatarı
    dikkatlı olmak lazım bu kantaron denilen bitkide. şizofren olanlarda psikozu arttırır. ona göre.
  7.  Avatarı
    Teşekkürler...
  8.  Avatarı
    Güzelmiş.MEnkıbe
    Selamlar Saygılar
  9.  Avatarı
    Teşekkürler.
  10.  Avatarı
    Çok güzel bir menkıbe Sn. Serenler üstadım.
    İlahi adalet er geç tecelli ediyor işte.
    Mazlumun ahı yerde kalmıyor hiç bir zaman.
    Saygı ve selamlar :)
  11.  Avatarı
    Sn Ömer Irk ve sevgili Atila Han düşüncelerini yukarıya yazmışlar. Benim de bilgi ve düşüncelerim bu istikamette idi.
    Oğuzhan ise 4 gün önce çamurunu attı ve gitti. Ona cevap vermezden önce acaba bir bilgi noksanımız veya yanlış bildiğimiz birşeyler mi var düşüncesiyle kendisinden yazdığı konularda kaynak göstermesini rica etmiştim.
    Ama gördüm ki 4 gündür hala bir cevap vermedi/veremedi.
    Bu durumda ya çamur attı ya da bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olarak aklındakileri buraya boca edip gitti. Ya da ta şems zamanından gelen kine sahip biri olarak kinini kustu gitti.
    Daha da ne tür bir cevap yazayım bilemiyorum.
    Pes doğrusu....
  12.  Avatarı
    Kabadayı yağız mı yağız'mış....gizlisi saklısıda yokmuş...

    Kabağıda sevmem....Sahibinide sevmem...demiş...

    Vurmuş okkalı bir tokat...açık açık...
    -----
    -----
    Kabağıda severim...sahibinide severim...diyipte..

    sonradan tokatlar serisine başlayanlar...gizliden saklıdan...

    Vururlar okkalı tokatları...Kapalı kapalı...
    ----
    ----
    İllaki tokat yiyecek isek!

    Sorsalar size...seç bakalım...tokatı...hangisinden yemek istersin deseler??
    .
  13.  Avatarı
    [QUOTE=oguzhan;bt6952]Sayın SERENLER öncelikle emeğiniz için teşekkürler.Ancak size bir cevap yada polemik olsun diye değil ama ŞEMS ile ilgili birkaç şey yazmak istedim.
    Mevlevi Tarih kaynaklarında yani kendi kayıtlarında;
    1-ŞEMS HEM Türk değildir hem Müslüman değildir.ŞEMS orjinal İRANLI bir ZERDÜŞT-Mecusidir.
    2-Moğol Ordusunun öncü kollarında Kalenderilerle birlikte onların komutanı olarak Anadoluya girerek ERZURUM-SİVAS-KAYSERİ-NİĞDE ve AKSARAY'da Sünni AHİ TÜRKMEN Katliamı yapmıştır.KAYSERİ de ve NİĞDE'de Türkmen Bacıyan-ı RUM Türkmen kadınlarını-Kızlarını Çocuklarını kılıçtan geçirmiş ve 15 gün boyunca Kayseriyi yakmıştır.
    3-ŞEMS'in babası Mecusi bir RAHİPTİR; Şems babası tarafından ,ANADOLU Türkmen katliamı için ,Selçuklulardan İntikam almak için yetiştirilmiş özel biridir.Bu hedefini Celaledin-i Rumi ile birlikte icra etmiştir.Felsefelerinin temeli İbrahimi üç dini redderek farklı bir (güya)sevgi-kardeşlik dini oluşturmaktır.O yüzden bugünki Dünya Masonluğu tüm gücüyle desteklemektedir.Öğretilerinin temeli İnsanın ALLAH'ın bir parçası olduğu yani İnsanın ALLAH olduğu iddiasıdır.ŞEMS ile MEVLANA bize ulaşan tüm kayıtlarda ALLAH olduklarını iddia etmişlerdir.ŞEMS kim tarafından ve neden öldürülmüştür?? ŞEMS, MEVLANA'nın büyük oğlu tarafından babası ile sapık ilişkide yakalandığı için tüm KONYA da sapıklıkları ayyuka çıktığı için MEVLANA'nın büyük oğlu tarafından öldürülmüştür.[B]Anadoluda yaşayan hiç bir Müslüman-Türk bu İRAN lı KATLİAMCI MECUSİ Rahibinin oğlunu benimsemeyez.!![/B]![/QUOTE]

    Yahu Mevlana ve Şems ile neden uğraşırlar ki? Neden?

    ve dolaylı olarak ta...Mevlana ve Şems'i sevenler ile de uğraşırlar?

    Uğraşanlar kendi akıllarını bozmuş...

    Yani Mevlana ve Şems'den çıkarttıkları...Cinsellik...

    Düşünüyorum da...Bu saldırıların amacı ne olabilir?

    Hücum etmek...saldırmak...nedir bu öfke/Kin/...

    Şu an aklıma gelen tek şey...

    Meyvası Bol Olan Ağaç Taşa Tutulur...

    Ben Anadoluda yaşıyan müslüman biri olarak...Mevlana ve Şems'in öğretilerini benimsiyorsam...

    Ne olacak şimdi???....
    .
  14.  Avatarı
    Şems Üzerine Söyleşi...

    07 Aralık 2008 20:42

    Pöpr.: SONAT BAHAR

    İki bilinmeyenli bir denklem Mevlana ve şems ilişkisi. Bu ilişkinin gizemi şu sıralar Türk edebiyat dünyasını da sarmı. durumda. Peki işin gerçeği ne? ..

    Mevlana Celaleddin-i Rumi ve Şems-i Tebrizi'nin ilişkisi, içinde bilinmeyenlerin olduğu, bilinemedikçe de yorumlanan bir ilişki.

    Öyle ki dünyayı etkisi altına alan Mevlana'nın 'hocam' diye nitelediği Şems ile ilişkisi son zamanlarda Türk romancılarına da ilham oldu.

    Ahmet Ümit, Şems-i Tebrizi'nin ölümünü anlatan bir cinayet romanı yazdı. Elif Şafak, Mevlana ve Şems ilişkisi üzerine bir kitap yazıyor. Ama sanmayın ki Türk edebiyatçıları Mevlana ve Şems ilişkisini yeni keşfediyor, iki mutasavvıfın yaşadıklarına gönderme yapmış en önemli isimlerden biri de Orhan Pamuk.

    Edebiyat çevreleri Kara Kitap'ın sufizmle, modern dünyayı birleştiren buluşlarının 'dâhice' olduğunu vurgulamışlardı.

    Sadece edebiyatçılar değil, Eyşan Özhim de bir gün 'Şems' karakteri oynamayı çok istediğini söylüyor.

    Mevlana 17 Aralık tarihinde, 735. ölüm yıldönümünde düzenlenecek Şeb-i Aruz törenleri ile anılacak. Törenlere günler kalmışken, Şems ile ilişkisinin gerçeğini öğrenmek için bir bilenin kapısını çalalım dedik. Mevlana üzerine çalışmalar yapan, Türkiye'de ve Amerika'da konuyla ilgili sayısız konferans veren, hatta önümüzdeki yıl İstanbul'da ilk kez bir Şems sempozyumuna imza atacak olan Cemalnur Sargut'la ilişkinin gerçeğini konuştuk.

    Cemalnur Sargut, aralık 2009'da bir Şems sempozyumu düzenliyor. "Hocasını anlamadan Mevlana'yı anlayamayız," diyen Sargut, sempozyum için dünyaca ünlü 14 Mevlana profesörünü Türkiye'de ağırlayacak.

    -Mevlana, Şems'le karşılaşıncaya kadar nasıl biriydi?

    -Mevlana maddi ve manevi açıdan son derece bilgili; fizik, kimya, biyoloji, psikoloji konusunda muazzam derinlikte bilgilere sahip biri. Bu arada İslam'ın beklediği fıkıh, astronomi, kelam, Kuran gibi konularda da o dönemin en bilgili kişisi.

    Şems'le karşılaşmasaydı da tüm eserleriyle dünyaya tesir edecekti ama Mevlana olmayacaktı.

    Allah'ı ilimle bilmek seviyesinde olacaktı ki; bu Hz. Musa'nın seviyesidir. Mevlana, Şems'le karşılaşmasa; Musa olarak kalacaktı, İsalığa geçip, Muhammediliğe tekamül edemeyecekti.

    -Peki ya Şems?

    -Şems bir derviş, maddi bilimlerden çok, ledün dediğimiz, keşifle elde edilen, yani Allah'ın yarattığı manaların iç yüzünü görerek elde edilen, keşfi bilgiye sahip biriydi. Dolayısıyla Şems, Mevlana'yı ihtiyacı olan bütün bilgileri görme seviyesine ulaştırmak üzere yollanmış gibi. Zira kendi Şeyhi de Şems'i yollarken, "Seni bir Allah sevgilisine göndersem, aradığın her şeyi O'nda bulsan, o zaman O'na başını verir misin?' diyor, yani Şems bilerek geliyor oraya.

    -Şems-i Tebrizi, gönderildiği kişinin Mevlana olduğunu nereden biliyor ya da Mevlana beklediği kişinin Şems olduğunu?

    -Karşılaştıkları anda Şems'in sorusu çok önemli; "Bende Hak tecellisi var diyen biri mi üstün, yoksa peygamber gibi seni Allah'ım layıkıyla bilemedim, diye kendi aczini, hiçliğini belirten biri mi üstün?" Bu soru şu demek; "Ya Mevlana her şeyi biliyorsun da, ben doydum artık istemiyorum mu dedin? Yoksa doyamıyorum, bana öğret mi diyorsun?" İşte bu soruyla karşılaşınca Mevlana, anlıyor işin hikmetini.

    Diyor ki; "Peygamber daha üstün, peygamber daha doyamadı Allah'a, ben de doyamıyorum, gel öğret," diyor.

    -Şems, Mevlana'ya ne yapıyor da bu kadar etkiliyor?

    -Hz. Şems, Mevlana'ya bütün öğrendiği şeylerin iç yüzünü göstermeye başlıyor. Düşünün ki; senelerce Kafka okumuşsunuz, Kafka'yı çok iyi bildiğinizi sanırsınız, ama bir edebiyat öğretmeni gelir ve Kafka'ya bakmak için size ipuçları verir, bu ipuçlarından sonra tüm Kafka'nın manası size derin bir şekilde açılır. İşte Şems'in Mevlana'ya yaptığı buydu. Mevlana aç ve doymayan bir öğrenciydi. Daha çoğunu isteyen biriydi. Şems ona gösteriyor, açıyor, ipucu veriyor, o ipuçlarından Allah'a varmanın, adeta problem çözmenin, adeta görmeden görür hale geçmenin zevkiyle, Mevlana Şems'e bağlanıyor. O kadar çok bağlanıyor ki, hayatının merkezi haline getiriyor.

    Üç sene kadar, gidip gelen bir beraberlikleri var, arada çok dedikodu olduğu için Şems, Şam'a gidiyor, Mevlana çok yalvardığı için dönüyor.

    Çünkü daha istiyor Mevlana, bitmemiş, doymamış... Daha öğrenmek ihtiyacı içinde.

    -Nasıl dedikodular bunlar?

    -İnsanlar Mevlana'ya alışmış, kalabalıklar halinde O'na ihtiyaçları var. O'ndan devamlı bir feyiz almaya çalışıyorlar. Hiç tanımadıkları bir adam geliyor hocalarını alıyor. Şems katiyen kendini açmamış, sadece Mevlana ve oğlu Sultan Veled için açmış. Mevlana "Edepli insan edepsizin sıkıntısına tahammül eden insandır," diyor. Şems o üç senede edepsizlere tahammül ederek Mevlana'yı eğitmiş, geceleri de Sultan Veled'i eğitmiş. Daha sonra Mevlevilik tarikatının nasıl kurulması gerektiğini yazdırarak anlatmış ve öğretmiş. Tarikatın bir anlamda fikir babası ve kurucusu Şems oluyor.

    -Mevlana bu arada ne yapıyor?

    -Mevlana çok başka bir dünya içinde, Mevlana Allah aşkına dalmış, sema ediyor, şiir söylüyor, konuşuyor, anlatıyor. Onun sistem kuracak hali yok, tamamen dağılmış vaziyette.

    -Mevlana'nın çevresindeki insanlar Şems'in varlığından rahatsızlar mı?

    -Çok rahatsızlar, kıskanmaya başlıyorlar; "Biz hocamızı göremiyoruz, birisi geldi, hocamız O'na esir oldu, hocamızı göremiyoruz ve hocamızla beraber olamıyoruz, Mevlana devamlı O'nunla olmak istiyor ve öğrencileriyle olmak istemiyor, her şeyi terk ediyor," diyorlar. Şems, Mevlana'nın kitaplarını dağıtıyor, "Bu maddi ilimde bulduklarının hepsini unutacaksın, ben sana işin hakikatini göstereceğim, bu bir birikimdi bana gerekti ama şimdi bunlar bitti," diyor.

    Mevlana'nın bu hazırlık dönemi: Kendisinin en bilgili dönemini 'hamdım' diye değerlendirmesi, hocamla 'piştim' diye anlatması ve O'nun gidişiyle 'yandım' diye değerlendirmesi var.

    -Şems hep geri planda, peki Mevlana'dan daha mı üstün?

    -Nasıl diyebiliriz ki? İkisi de aynadaki görüntüler, aynı mana, aynı tecelli, birbirlerini uyandırmışlar, mesele burada. Böyle bir üç seneleri olmuş, Mevlana, Şems'in gitmeye meyilli olduğunu hissettiği için, Şems'e çok âşık olan, çok kıymetli kızı Kimya Hatun'la evlendirmiş. Ama Şems vazifesini biliyor, Kimya Hatun, Şems'e çok âşık oluyor, bir süre sonra bu aşkla veremden ölüyor, Şems'in gidişi bu ölümden hemen sonraya rastlar.

    -Şems-i Tebrizi'nin öldürüldüğü doğru mu? Bu bir cinayet mi?

    -Tarihi gerçeğinde bu katiyen bilinmiyor. Bir kan bulunduğu, kuyuya attıkları söyleniyor. Şems'in kanın bulunduğu söylenen yerde, Büyük Mutasavvıf Eva Meyerovitch, ilk defa titreme hissettiğini, Şems'in orada bulunduğunu söyledi. Tarihi hakikat bir sır, kim öldürmüş, öldürtmüş mü, bu kışkırtışta Mevlana'nın oğlu Alaaddin Çelebi'nin parmağı var mı? Çünkü Alaaddin Çelebi'nin babasıyla yakınlığından dolayı Şems'i kıskandığı söyleniyor. Hatta Alaadddin Çelebi'nin Kimya Hatun'a âşık olduğu söyleniyor.

    -Şems'in gidişi ya da öldürülüşü Mevlana için çok önemli bir aşama yani...

    - Şems biliyordu, "Şu anda benle görüyor, zannediyor ki ben olmazsam göremez, halbuki tüm güzellikler kendi içinde O'nun, kendi güzel, ben aradan vücudumu çekeyim ki; o aynı hakikati kendinde bulsun diye," kendi vücudunu aradan çekişidir bu kayboluş. Bir mürşit bunu mutlaka yapmalıdır. O zaman mürit, mürşide tapar, insana tapmış oluruz.

    Mevlana bu noktaya geldi. Bu işin başıdır, fakat tapma derecesine gelmesin diye mürşit kendini aradan çeker. Şems'in yaptığı budur.

    Şems, Mevlana'yı yıktı, yok etti, var etti ve bıraktı, gitti. Manevi açıdan Şems'in ortadan kayboluşu ise, Mevlana'nın Şems'in aynasında seyrettiği Allah'ını, artık kendi aynasında görmeye başlaması için şarttı.

    -Şems'ten sonrası nasıl geçti Mevlana için?

    -Mevlana, Şems kaybolduğu için çok ızdırap çekti. Burada çekilen ızdırap bir arkadaşın, bir dostun kaybı değildir, bir öğrencinin öğretmeninin manasını artık seyredemeyeceğinin ızdırabıdır. Uzun süre yemek yemediğini biliyoruz, zaten çok zayıf biriydi. Çok acı bir devre geçirmiş, birkaç sene böyle geçmiş sonra kendini halka adamış. O birkaç sene içinde Zerkubi çıkıyor karşısına, Zerkubi'yi baş köşeye oturtmaya başlıyor, uzun süre O'nun varlığı Mevlana'yı anlatmaya, öğretmeye itiyor. Daha sonra Hüsamettin Çelebi, "Bir kitap yazsanız," diyor. Mesnevi'nin ilk 18 bin beyitini yazıyor.

    -Mevlana ve Şems'in ilişkisini eşcinsellik olarak yorumlayanlar var...

    -Aklınız cinsellikteyse böyle bir yakınlığı cinsellikle değerlendirirsiniz.

    Böyle öğretmen-öğrenci ilişkisini yaşayan biri olsaydı böyle bir düşünceye tenezzül bile edilmezdi. Ben kimseyi suçlayamam, Mevlana yasaklamıştır suçlamayı. Demek ki böyle düşünenlerin kafası ancak bu kadarına erebiliyor.

    Allah böyle düşünenlerin izanını açsın, anlasın. Herkes bu yakınlığı kendi bakış açısıyla değerlendiriyor. Onun için bu kişilere Mesnevi'yi okumalarını tavsiye ediyorum, o zaman akıllarında böyle bir düşünce ya da şüphe kalmaz.

    -Mevlana'ya popülist yaklaşımı nasıl yorumluyorsunuz?

    -O kadar herkese 'Gel,' demiş ki, herkes geliyor 'O, benim' diyor. İranlısı geliyor, Amerikalısı geliyor 'Benim,' diyor. Tüm sufi görünen kişiler sakalı, bıyığı birbirine karışmış kişiler 'Mevlanacıyım,' diyor.

    Sağ olsun Madonna, Mevlana'dan alıntılar yapıyor. Çünkü Mevlana buna izin vermiş. Mesnevi'ye bakıp hayvan hikâyesi gören var, aşk hikâyesi gören var. Batı Mevlana'yı sadece sevmiş, idrak edecek bilgisi ve kapasitesi yok, profesörler hariç, Amerikan ve İngiliz üniversitelerinde tasavvuf konusundaki eğitim bizden çok üstün. Onlar halk olarak aşk şiiri okur gibi okuyorlar manasını idrak etmek yine bize düşüyor. Buda'ya çok saygım var ama o tasavvuf bizimkinin yanında ilkokul seviyesi.

    -Bizdeki Mevlana eğitimi ne durumda?

    -Bizim okullarımızda disiplinli bir Mevlana eğitimi yok. Çok zorlanarak beş altı senedir bir Mevlana enstitüsü açabildik.

    Batıda kürsüleri var üniversitelerde.

    İnşallah biz de o seviyeye geleceğiz.

    Üniversitelerimizde Mevlana bölümü açılır ve okutulur, dünyaya bakışımız değişir ve belki Papa'yı bile değiştiririz. Papada biliyorsunuz dinler arası diyaloğa hayır diyor, oysa Mevlana herkese 'Gel,' diyor.

    semazen.net
  15.  Avatarı
    Sayın Oğuzhan;
    Yukarıdaki satırlardaki konularda kaynak verebilir misiniz?
    Cevabımı ondan sonra yazacağım.
  16.  Avatarı
    Bora abi;
    Bu yazıyı ülkemizin bugünkü durumunu anlatan mesel olarak algılamış ve buraya bunun için almıştım.
    Öyle ya da böyle bu ülke sahipsiz değil. Elbette gerçekler neyse ortaya çıkacak ve doğrular galip gelecek.
    Bu ülke bu badireyi de atlatacaktır diye düşünüyorum.
  17.  Avatarı
    Mustafa'cım;

    Hoş bir mesel..Anlayana..

    Bizde meseller masal gibi dinlemek içindir.

    Ders almak için değil.. Çünki mesel sanki başka bir zamandan başka bir coğrafyadan bahsetmektedir . Kimse üzerine almaz..

    Kötü adaletsiz çirkinle ilgili birşey anlatsan, insanoğlu başka birisini konu alıyor diye düşünür.

    Gene bizde herkes, adaletsiz, namussuz, iffetsiz, tacizci, çevreye zarar veren, hırsız, yalaka vs den bahseder, konuşur, yazar..

    Kimdir bunlar diye insan merak eder..
  18.  Avatarı
    Sayın SERENLER öncelikle emeğiniz için teşekkürler.Ancak size bir cevap yada polemik olsun diye değil ama ŞEMS ile ilgili birkaç şey yazmak istedim.
    Mevlevi Tarih kaynaklarında yani kendi kayıtlarında;
    1-ŞEMS HEM Türk değildir hem Müslüman değildir.ŞEMS orjinal İRANLI bir ZERDÜŞT-Mecusidir.
    2-Moğol Ordusunun öncü kollarında Kalenderilerle birlikte onların komutanı olarak Anadoluya girerek ERZURUM-SİVAS-KAYSERİ-NİĞDE ve AKSARAY'da Sünni AHİ TÜRKMEN Katliamı yapmıştır.KAYSERİ de ve NİĞDE'de Türkmen Bacıyan-ı RUM Türkmen kadınlarını-Kızlarını Çocuklarını kılıçtan geçirmiş ve 15 gün boyunca Kayseriyi yakmıştır.
    3-ŞEMS'in babası Mecusi bir RAHİPTİR; Şems babası tarafından ,ANADOLU Türkmen katliamı için ,Selçuklulardan İntikam almak için yetiştirilmiş özel biridir.Bu hedefini Celaledin-i Rumi ile birlikte icra etmiştir.Felsefelerinin temeli İbrahimi üç dini redderek farklı bir (güya)sevgi-kardeşlik dini oluşturmaktır.O yüzden bugünki Dünya Masonluğu tüm gücüyle desteklemektedir.Öğretilerinin temeli İnsanın ALLAH'ın bir parçası olduğu yani İnsanın ALLAH olduğu iddiasıdır.ŞEMS ile MEVLANA bize ulaşan tüm kayıtlarda ALLAH olduklarını iddia etmişlerdir.ŞEMS kim tarafından ve neden öldürülmüştür?? ŞEMS, MEVLANA'nın büyük oğlu tarafından babası ile sapık ilişkide yakalandığı için tüm KONYA da sapıklıkları ayyuka çıktığı için MEVLANA'nın büyük oğlu tarafından öldürülmüştür.Anadoluda yaşayan hiç bir Müslüman-Türk bu İRAN lı KATLİAMCI MECUSİ Rahibinin oğlunu benimsemeyez.!!!
  19.  Avatarı
    Serenler teşekkürler
    Yani ALLAH (CC) sız geçirilen bir ömür,ne koyarsanız koyun adını,namazdan başlayından en tepedeki zirve olan cihad sız geçen bir ömür ,uzaklarda inim inim inleyen bir müslüman kardeşin ve ya bir mazlumun sızısını kalbimizde hissetmedikçe ...!
  20.  Avatarı
    [B][SIZE="3"]21. Kural:[/SIZE][/B]

    Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık.
    Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı.
    Farklılıklara saygı göstermemek kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hakk'ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.

    [B][SIZE="3"]22. Kural:[/SIZE][/B]

    Hakîki Allah aşığı bir meyhaneye girdi mi orası O’na namazgâh olur.
    Ama, Bekri ayni namazgâha girdi mi orası ona meyhane olur.
    Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan,
    suret ile yaftalar değil.

    [B][SIZE="3"]23. Kural:[/SIZE][/B]

    Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret.
    Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki, ağlar perişan olur onun için.
    Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı, kırar ve atar.
    Ya aşırı kıymet verir, ya kıymet bilmeyiz.
    Aşırılıktan uzak dur. Sûfi ne ifrattadır ne de tefritte.
    Sûfi daima orta yerde...

    [B][SIZE="3"]24. Kural:[/SIZE][/B]

    Madem ki insan eşref-i mahlûkattır, yani varlıkların en şereflisi,
    Attığı her adımda Allah'ın yeryüzündeki halifesi olduğunu hatırlayarak, buna yakışır soylulukta hareket etmelidir.
    İnsan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile gene başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi
    davranmaktan vazgeçmemelidir.

    [B][SIZE="3"]25. Kural:[/SIZE][/B]

    Cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama.
    İkisi de şu an burada mevcut.
    Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak, cennetteyiz aslında.
    Ne vakit birileriyle kavgaya tutuşsak, nefrete, hasede ve kine bulaşsak, tepetaklak cehenneme düşüveririz.

    [B][SIZE="3"]26. Kural:[/SIZE][/B]

    Kâinat tek vücut, tek varlıktır.
    Her şey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır.
    Sakın kimsenin ahını alma, bir başkasının hele hele senden zayıf olanın canını yakma.
    Unutma ki dünyanın öteki ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir.
    Ve bir kişinin saadeti, herkesin yüzünü güldürebilir.

    [B][SIZE="3"]27. Kural:[/SIZE][/B]

    Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir.
    Korka korka atar adımlarını.
    "Aman sakın kendini" diye tembihler.
    Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği:
    " Bırak kendini, ko gitsin! "
    Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer.
    Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur.
    Ne varsa harap bir kalpte var!

    [B][SIZE="3"]28. Kural:[/SIZE][/B]

    Geçmiş, zihinlerimizi kaplayan bir sis bulutundan ibaret.
    Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi.
    Ne geleceğimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiştirebiliriz.
    Sûfi daima şu anın hakikatini yaşar.

    [B][SIZE="3"]29. Kural:[/SIZE][/B]

    Kader hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir.
    Bu sebepten "ne yapalım kaderimiz böyle" deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir.
    Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir.
    Güzergâh bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir.
    Öyleyse ne hayatına hakimsin, ne de hayat karşısında çaresizsin.
    30. Kural:
    Hakiki sûfi öyle biridir ki başkaları tarafından kınansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hakkında tek kötü laf etmez.
    Sûfi kusur görmez. Kusur örter.

    [B][SIZE="3"]31. Kural:[/SIZE][/B]

    Hakk'a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı.
    Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir.
    Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık, kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp...
    Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız.
    Ama kimimiz bundaki hikmeti anlar ve yumuşar, kimimiz ise ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.

    [B][SIZE="3"]32. Kural:[/SIZE][/B]

    Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil..
    Hak Yol' unda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil.
    Nefsini bilenlerden ol silenlerden değil!

    [B][SIZE="3"]33. Kural:[/SIZE][/B]

    Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken, sen hiç ol.
    Menzilin yokluk olsun.
    İnsanın çömlekten farkı olmamalı.
    Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insani ayakta tutanda benlik zannı değil hiçlik bilincidir.

    [B][SIZE="3"]34. Kural:[/SIZE][/B]

    Hakk'a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam tersine, böylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir.
    Teslim olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır, emin bir beldede yaşar.

    [B][SIZE="3"]35. Kural:[/SIZE][/B]

    Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz.
    Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Tanrıya inanmayan kişi ise içindeki inananla.
    İnsan-i Kâmil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi.
    Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.

    [B][SIZE="3"]36. Kural:[/SIZE][/B]

    Hileden, desiseden endişe etme.
    Eğer birileri sana tuzak kuruyor zarar vermek istiyorsa, Tanrı da onlara tuzak kuruyordur.
    Çukur kazanlar o çukura kendileri düşer.
    Bu sistem karşılıklar esasına göre işler.

    [B][SIZE="3"]37. Kural:[/SIZE][/B]

    Tanrı kılı kırk yararak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır.
    O kadar dakiktir ki, sayesinde her şey zamanında olur.
    Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç.
    Her insan için bir aşık olma zamanı vardır, bir de ölmek zamanı.

    [B][SIZE="3"]38. Kural:[/SIZE][/B]

    "Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım?" diye sormak için hiç bir zaman geç değil.
    Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün.
    Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa, yazık.
    Her an her nefeste yenilenmeli.
    Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.
    Ne bir katre hayır karşılıksız kalır, ne bir katre şer.
    O'nun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz, Sen sadece buna inan!

    [B][SIZE="3"]39. Kural:[/SIZE][/B]

    Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır.
    Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar.
    Ölen her dürüst insanin yerini bir dürüst insan alır.
    Hem bütün hiç bir zaman bozulmaz, her şey yerli yerinde kalır merkezinde.. .
    Hem de bir günden bir güne hiç bir şey aynı olmaz.
    Ölen her sûfi için, bir sûfi daha doğar.

    [B][SIZE="3"]40. Kural:[/SIZE][/B]

    Aşksız gecen bir ömür beyhude yaşanmıştır.
Sayfa 1/2 12 SonSon