RSS olarak izle

pinky'nin yeri

Gece karanlığında Gazi'nin Kağnıları...

Rating: 3 votes, 4.67 average.
İbrahim Göktürk'ün 10 Kasım 1964 yılında Ulus gazetesinde yayımlanan
yazısında Zihni Kavukçu'nun ağzından pek bilinmeyen bir Ankara gecesi
anlatılıyor:
"Ben Kurtuluş Savaşı sıralarında Ankara'nın Samanpazarı semtindeki bir
askeri hastahanede sağlık memuru idim. Hastahane dediysem öyle ahım
şahım bir bina ve kurum aklınıza gelmesin... Burası, o zaman ilk Rus
Elçiliği binasının arkalarına düşen koca bir konak bozuntusu ve bozuk
bir evdi. Odalar, koridorlar, merdivenler, haraplıktan gıcırdar
dururdu...
O günlerde muhtelif savaş cephelerinden durmadan hasta ve yaralı
askerler buraya sevk ediliyordu... Hastahanemiz yüzlerce yaralı ve
hasta ile ağzına kadar doluydu. Buna rağmen binada sağlık personeli
olarak bir ben, bir tek de doktor vardı... Nizamiye kapı nöbetçimiz,
ünlü kadın kahraman Kara Fatma idi.
Elimizde ilaç yoktu ve ameliyat aletleri pek basit ve sınırlı şeylerdi.
Tek doktorumuz ise bir operatör bahriye binbaşıydı. Tabii o zaman
kendisi hastahanenin her şeyi sayılırdı. Sarı saçlı,yakışıklı, babacan
bir deniz subayı. Kasımpaşa'dan kaçarak gelmiş buraya. Üstelik sesi de
güzel ve yanık. Rakı bulursa birkaç tek atar akşamları. Bir taraftan
hem yanık türküler söyler hem de isli bir petrol lambasının altında
yaralıların ameliyatını yapar, kurşunları çıkarır, masanın üstüne
dizerdi. Gündüz çalışmaları yetmediğinden gece de bu kesmeli, biçmeli,
dikmeli ve gazelli operasyonlar geç vakitlere kadar devam ederdi. Bu
esnada ben de bayılan yaralıların başucunda eter koklatır ve kendine
yardım ederdim. Tabii o vakit hemşire filan hak getire... Ayrıca balık
istifli yaralı ve hastaların inilti, feryat ve figanları çevreden
duyulurdu... Yokluk ve yoksulluk diz-boyu, battaniye, karyola v. s.
bulmak veya almak olanaklı değil... Üst makamdan bazen çaresiz
istersek resmen: "Var olanla yetinin" diye yanıtlanırdı...
Yine kanlı cephe muharebelerinden sonraki gecelerden birindeyiz...
Hastahane iyileşmemişleri bile taburcu ettiğimiz halde yaralılarla
dopdolu... Tek operatörümüzle ameliyat odasındayız. İsli petrol
lambası tepemizde... Ortalık dağınık, karışık, ben yerimdeyim.
Doktorun sarı saçları terli anlına yapışmış.Beyaz gömleği kan ve leke
içinde... Ağzında tatlı, özlemli, bir İstanbul türküsü, habire
yaraları kesiyor, biçiyor, temizliyor, sarıyor, dikiyor. Bir yaralı
masadan kalkarken yerine başkası yatırılıyor...
Tam bu sırada odaya bir kaç gölge ve ayak seslerinin girdiğini
hissettim. Ve sertçe bir ses: "Kolay gelsin doktor bey!" dedi.
Başlarımızı uzatarak dikkatle baktık: Gelen Gazi Mustafa Kemal'di...
Sessizce binadan içeri girmişti, elinde bir kırbaç vardı. Hâl ve
hatırımızı sordu ve: "Doktor, hele bir hastaneyi gezelim," dedi. Hep
beraber odaları, koğuşları, koridorları gezerken ve yaralıları üst
üste balık istifi tahtalar üzerinde görünce, Gazi Mustafa Kemal'in
gözleri birden şimşeklendi ve: "Kaç hastanız var? Karyola, battaniye
ve yatağınız yok mu?" Doktor, altı yüz hastanın olduğunu, var olan yüz
karyolayı kurduklarını ve gereksinime yetmediğini söyledi.
Gazi Mustafa Kemal bir an düşündü sonra: "Şimdi beş yüz tane yatak ve
karyola göndereceğim. Hem iki saate kadar bunların hepsi kurulmuş
olacak ve yerde yatan tek bir nefer görmeyeceğim!" dedi. Ellerimizi
sıkarak yanındakilerle birlikte hızla ve yıldırım gibi hastahaneden
uzaklaşıp gitti. Uykulu gözlerle saate baktık; gece yarısından üç saat
sonraydı; Baştabiple birbirimize bakıştık. O zamanın Ankara'sında ve
savaşın en civcivli günlerinde bir gece iki saate değil beş yüz
karyola ve yatak, elli tane bile zor bulunuyordu... Hatta doktor; "Bu
akşam Gazi, bir iki tek fazla atmış galiba." dedi. Gülüşerek odamıza
uykuya çekildik.
Neden sonra idi ki kapının vurulmasıyla derin yorgun uykumdan
uyandım... Kapıdaki er: "Gazi'nin yatakları geldi, hemen kurulacak!"
dedi. Kulak verdim, etraftan gıcır gıcır bir sel halinde sesler,
uğultular, sert emirler birbirine karışıyordu. Pencereden şöyle bir
başımı uzattım. Sayısız kağnılar birbiri ardınca gıcırtılarla
Samanpazarıyokuşu yollarından hastaneye doğru akıyordu. Tan yeri
neredeyse ağaracak gibi. Henüz aradan iki saat geçmiş bulunuyor...
Gazi'nin buyruğuyla beş yüz yatak ve karyola aynı gece Ankara'nın
evlerinden teker teker toplanarak kağnılara yükletilmiş. İşte gelen
onlardı... İçlerinde öyleleri vardı ki daha hiç kimse yatmamış. Alta
serilmemiş... Kar gibi genç kızların rüyası olan gelinlik çeyizleri
idi. Nice sırmalı, nakışlı örtüler, yastık yüzleri, atlas yorganlar,
daha katlarından açılmamıştı bile...
Hayretler içinde kaldık... Önceki sözlerimizden utandık... Ve sıcak
sevinç yaşlarımızı tutamadık. Gözlerimiz boşalıverdi.
Bütün ömrüm boyunca inandım ve gördüm ki, her zaman ve her çeşit
koşullar altında Atatürk'ün kağnıları onun buyruğunu zamanında yerine
ulaştırırdı........

Yorum