İzmir-Karşıyaka
“İzmir’in bir ruhu yok!”
1990’lı yılların başında bir akşam, artık anılardan başka bir yerlerde mevcut olmayan Fuar Park Restoran’da, bir gençlik kulübünün toplantısına tanınmış bir İzmirli yazar katılmıştı. Konuşmasını İzmir üzerine yapacağını çok önceden bildirmişti. Bir İzmir aşığı olarak bilinen konuşmacı, sözlerine yukarıdaki cümleyle başlayarak, katılımcılarda yeterince sarsıcı bir etki yaratmıştı bile.
Bu sözlerin kendisine ait olmadığını, ilk duyduğunda kendisinin de sarsıldığını ve bunun üzerine, işte o akşam yapacağı konuşmasına temel olan anti-tezi oluşturmaya başladığını anlatarak gençleri rahatlattı.
“İzmir’in bir ruhu yok muydu gerçekten?”
1980’li yılların sonlarında, ABD’de NASA, bir uzay programı kapsamında, uzaya yollanacak bir uyduda sonsuza dek çalınacak ve dünyayı, insanlığı, insan uygarlığını tanıtacak farklı kültürlere ait modern müzik besteleri aramaya başlamıştı. Bunun için ünlü müzik okullarına gidilmiş. Bunlardan bir tanesinde de, okulun harika öğrencilerinden biri olarak nitelenen bir Türk’e rastlamışdı. İzmir Atatürk Lisesi mezunu bir yetenekti bu. Ve ondan da bir eser istendi. O da, adını “Smyrnaen” koyduğu bir bestesini verdi NASA’ya. Bu eser, o günden sonra uzaydaki olası başka uygarlıklara, bizleri tanıtmak için, diğer birçok eserle birlikte çalınmaya başladı. Hâlâ daha uzayın derinliklerine yolculuğunda olan; Smyrnaen.
NASA yetkilileri, eseri ilk dinlediklerinde değişik bulduklarını söyleyip, ne anlatmaya çalıştığını sormuşlar. Besteci; “Bu eser İzmir’i düşündüğümde aklıma gelenleri, hissettiklerimi anlatıyor. Yani, koca bir hiçliği. İzmir’in bir ruhunun olmayışını!”
İzmirli bir müzik insanı ve onun bestesi Smyrnaen’le birlikte, “İzmir’in ruhunun olmadığı” iddiasını ve tersten giderek, bir şeyin ruhunun olmasının ne olduğunu düşünelim!
Bu analize başlayabilmek için de önce şu soruyu soralım; “Şehrin ruhu nedir?”
Bir insan örneğin, et, kemik ve ruhtan oluşuyorsa eğer...
Ruh sonuna dek ete de, kemiğe de anlam veren ana unsur değil midir? Et ve kemiğin tek başına bir değeri varsa eğer, o da ancak sadece maddesel değerdir. Yani kilo cinsinden karşılığı. Oysa anlam, değerden çok daha üstün bir niteliktir. O da ancak işin içine ruh girince ortaya çıkmaz mı?
İzmir, bir kent olarak hep bir et ve kemiğe sahip. Coğrafi ve fiziksel bir varlık. Zaman içinde bunlar değişime uğramış olsalar bile hep var. Ama ya ruh! O, etin, kemiğin içini dolduran anlam, mana, içerik, öz?
Bizim, bugün için, içerikten anladığımız sanırım ve korkarım salt makyaj. Fiziksel varlıkta yaptığımız üstsel değişiklikler, düzeltmeler, güzelleştirmeler, yenileştirmeler.
Ama, gene de bu çabalara karşın sürebiliyor, bu kentin bir ruhunun olup olmadığı tartışmaları.
Kabaca, bir kentlinin ruhtan anladığı, bir birey olarak, şehirde yaşayan birisi olarak, şehrin geçmişinden gelen ve kendisine ulaşan bir şeylerin var olmasıdır. Belki, ya bir sokak, bir sokak taşı, bir sokak lambası, bir çeşme, şadırvan, bir yapı, yapıt, ya da alışkanlık, gelenek, anane, ortak tavır, benzerlik...
Küçük Asya’nın parlak yıldızının sokaklarının o eşsiz elişçiliğiyle döşenmiş kayrak taşlı arnavut kaldırımlarının, yollarının üzeri asfalt şimdi. Bugüne ulaşamadılar.
100 yıllık ağaçları mobilya şimdi. Bugüne ulaşamadılar. Tramvaylar sadece kartpostallarda şimdi. Bugüne ulaşamadılar.
Fuar’ın harika mini-treni belli bir kuşağın anılarında bir hatıra şimdi. Bugünün çocuğuna ulaşamadı.
Ve uzayıp giden bir liste...
Hiçbir kentli yeniliklere, gelişmeye karşı olamaz!
Örneğin bu şehirdeki, Yeni kordonyolu bir akciğerdir kent için. Körfez ve çevre düzenlemeleri de. Ve meydan düzenlemeleri. İnciraltı, Bostanlı ve diğer birçok yerdeki çalışmalar. Tüm çocukların yarınlarına tutulmuş bir ışık. Kentten gelen. Geleceği gösteren.
Ama, ne kadar “Bir ruhu” var bütün bunların? Bilmiyoruz. Bilmek istiyoruz. O yüzden aklımıza sorular geliyor.
Bunlar yapılırken ne kadar kentli katılımı vardı? Ne kadar kentli, buraları kendine ve kentine ait hissediyordu? Bu çalışmalarda ne ölçüde kentlinin görüşü, fikri, onayı alınmıştı? Yukardan inmeci, dayatmacı bir planlama anlayışından ne kadar uzak durulmuş, ne ölçüde bundan kaçınılmıştı?
İzmir eğer kentlisine bir şehir ruhu hissettiremiyordu ise, şimdiden sonra bunlarla bu eksik giderilebilecek miydi? Akıllarda olan ve cevabını ancak zamanın verebileceği sorular bunlar. Bu sorular, her kentlinin kendine ve kentine sorduğu sorular. İzmirliler’in olduğu kadar, İzmir’in karşı yakasındaki Karşıyakalılar’ın da. Belki Karşıyaka’da, bu karşı oluştan gelen bir doğal anti-tez durumu mevcut olabilir! Ne dersiniz?
İşte, belki de Karşıyaka’nın, her zaman daha bir Karşıyaka kalmayı başarabilmiş olması da bundan. Karşıyaka’nın bir karşı yaka oluşundan. Bu, isimde saklı tecrit halinden. Kendini büyük parçaya karşı koruma içgüdüsünden. Ve bu özgün halin, giderek büyük parça tarafından kıskançlıkla karşılanması da bundan.
Karşıyaka, madde olarak elbette değişti. Sokaklar, o sokaklardaki evler, o evlerdeki aileler, o ailelerdeki insanlar, o insanların yaşamları ve o yaşamların geçtiği Karşıyaka yok bugün. Ama ortada bir “Karşıyaka ve Karşıyakalılık Ruhu” var ki, o hep aynı. Kendini korumayı başarabilmiş.
Küçük bir çocukken, Kordon’da doğmuş, 1 yaşına kadar Karşıyaka’da yaşamış ve sonra da hayatını Alsancak ve Hatay’da geçirmiş bir çocuk. Ortaokulun yarım gün öğrenim yaptığı Çarşamba günleri, sanki sihirli bir avuç içine alırdı elini. Ona eşlik ederdi, sessizce. Alsancak’ın daracık sokaklarından geçerek vapur iskelesine kadar. Bu sessiz ortaklık Alsancak vapur iskelesinde alınan vapur biletiyle sürerdi. Ama gidiş-dönüş. Daha 11-12 yaşlarında bir çocuğun ürkekliğiyle garantilenen eve dönüş yolu içgüdüsüyle.
Ama asıl o zaman başlardı sihirli rehberin yol göstericiliğinde büyülü seyahat. Vapurun kalkışıyla köpüren sular gibi, yüreği ağzında küt küt bir çocuk, büyülü gözlerle bakakalırdı, gözlerini hiç ayırmamacasına Karşıyaka sahiline. Her bir yapıyı tek tek zihnine kazır gibi. Yakınlaştıkça gözünde büyüyen o yerde kutsal birşeyler varmış gibi.
Hava da değişirdi, denizin suyu da. Oraya varınca. Karşıyaka’ya. Vapurdan inilir. Çarşı’ya gizli saklı, ürkek adımlarla girilir. Sihirbazın son numarası, tren istasyonun o büyülü, çay bardağı çay kaşığı şakırtılı, tren düdüğü ıslıklı manzarası, en renkli hatırası olarak kazınır gezinin. Ve eve dönüş yolu başlardı.
Bir tavaf gibi. Bir kutsal görev gibi. Haftada bir. Mutlaka Çarşambalar'ı. Sessiz bir elin avcunda bir çocuk yüreği. Yüreğinin git dediği yere giderdi. Kutsal bir görev gibi.
Aynen, aradan geçen 30 yıldan sonra, bugün de, her gidişinde ona “Hoşgeldin” diyen bir ses duymak, içini kabartmak, ruhunu yıkamak için.
Demek bazı şeyler değişse de şekilde, ruh başka birşey. Davet eden. Sessizce elinden tutan. Sana “Gel” diyen. Gidince de “Hoşgeldin”.
Karşıyaka; hâlâ ruhu olan. Kutsal bir toprak gibi.
Uluğ Atasoy
www.kskhaber.com sitesinden alıntıdır