Sayfa 24/34 İlkİlk ... 142223242526 ... SonSon
Arama sonucu : 271 madde; 185 - 192 arası.

Konu: Öykü-Hikaye-Makale

  1. #185

    Esas

    MİNİK KARPUZ

    Oldum olası doğayla barışık yaşamıştı. Zaten, dağlar arasında, küçük bir vadide bulunan, doğa harikası bir köyde doğmuştu. Çocukluğunda, ilk gençlik yıllarında doyasıya yaşamıştı doğayı… Toprağı, toprağa dokunmanın tadını, yeşili, meşe ve dut ağaçlarının gölgelerinin keyfini doyasıya tatmıştı. Şimdilerde, yaşamın sonbaharına doğru yelken açmışken, hala o özlemlerle tutuşuyordu. Mahkum olduğu kent yaşamında, minik uğraşlarla bile olsa, özlemlerini gidermeye çalışıyor, bulduğu her fırsatta hemen kendini kent dışına atıyordu.
    Evinin balkonunda bulunan küçük, dar ve uzun bir tahta tekneye, pazardan aldığı maydanoz ve dereotu tohumları serpiştirmişti. Birkaç gün sonra tohumlar filizlenmiş, serpilmeye başlamıştı. Bir sabah, dereotu ve maydanoz filizlerinin arasında, ötekilerden farklı, minik iki yaprağa sahip olan başka bir filizin çıkmış olduğunu gördü. Tanıdığı bitkileri filizlerinden de tanıması zor değildi ama bu daha çok küçüktü. Yine de “karpuz veya salatalıktır” diye düşündü. “Büyüyecek, o da büyüyecek” diye geçirdi içinden. Bunu kendisi ekmemişti. Her nasılsa, tekneye koyulan toprağa karışmış bir çekirdekti bu.
    İhtiyaçları olduğunu düşündüğü zamanlarda onları suluyor, varsa, aralarından yabancı otları ayıklıyordu. Ama o tek filiz!..Ona ayrı bir özen gösteriyordu. Onun uğruna birkaç dereotu ve maydanoz kökünü bile feda etmişti. Etrafını açıp kök civarını çapalamak için… Arada bir de eşine takılıyordu: “Hanım, bu yıl karpuza para vermeyiz artık!”
    Balkon; sabah yataktan kalktığında uğradığı ilk adresti artık. Evet!.. Büyüyordu ve tahmininde yanılmamıştı; bu, bir karpuz filiziydi. Günler geçtikçe boyu, biraz büyümüş olan maydanoz ve dereotlarını aşıyor, uzayıp gidiyordu. Bir süre sonra dallarından ikisi, biri sağ yandan diğeri sol yandan olmak üzere, teknenin dışına taşmışlardı. Çiçek bile açmaya başlamıştı. Birkaç gün sonra, çiçeklerden bazılarının kök kısmında minik yumrular gördü. Mahsul veriyordu karpuzu… Ama günler geçtikçe durumun hiç de iç açıcı olmadığı anlaşıldı. O minik yumrular, bir pinpon topu kadar bile büyüyemeden, üzerilerinde koyu renk bir leke oluşuyor, büyüyor ve çürümelerine neden oluyordu. Bildiği bir-iki küçük müdahalede bulunduysa da bir yararı olmadı. Hemen her gün bir-iki tane yumru oluşuyor, biraz büyüyor ve kaçınılmaz sonu yaşıyor, çürüyorlardı. Bu duruma oldukça üzülse de ev halkına fazlaca hissettirmiyordu. İçinden “hiç değilse iki-üç tane…” diye geçiriyordu.
    Bu durum haftalarca sürdü. Bitkisinin boyu iki-üç metreyi bile bulmuştu. Ama sonuç pek değişmiyordu. Sekiz-on tane minik karpuzu gözlerinin önünde çürüyüp gitmişti. Artık umudunu kestiği günlerde, sonradan çıkıp büyüyen diğer dalların birinde oluşan bir yumru daha gördü. Onun da üzerinde minik bir leke vardı. Özenle eline aldı, parmağıyla usulca o lekeye dokundu, okşar gibi, o bölgeyi sildi. Leke kalıcıydı, çamur falan değildi. Yine yerine bıraktı. Akşam serinliğinde suladı. Bu arada, maydanoz ve dereotu, salatalarda kullanılmak üzere sökülmüş, bitmişti. Aslında, karpuza zararları olur diye, bilinçlice, onların tükenmesini sağlamıştı.
    Günler geçmiş, o son oluşan yumru biraz büyümüştü. Büyükçe bir limon kadar vardı artık. Üzerindeki, cinsinin belirteçleri olan çizgiler iyice koyulaşmış, netleşmişlerdi. Bu durum onun içinde öylesine bir duyguya neden oluyordu ki, bu duyguyu yaşarken kendisini yakaladığında, kendisi bile şaşırıyordu. Duygunun adını koyamasa da… Eşi, kendisine takılıyor, “kıskanıyorsun, benden bile…” diyordu.
    ………….

    Misafirleri vardı o gün. Yakınlarıydı... Onun ve eşinin… Farklı yaş gruplarındandı hepsi. Aralarında, üç yaşında, kendisi ve çevresiyle oldukça barışık, çok sempatik bir kız çocukları olan genç bir çift de vardı. Kendi yaşıtları ve onlardan büyükler de…
    Yaş gruplarına ve ilgi alanlarına göre kümelenmişlerdi. Kimileri “mutfak muhabbeti”ne, büyükler salonda sohbete dalmışlarken, en gençler ise; genç odasında bilgisayarla oynaşıyorlardı. Minik Zekiye Şemal de, ev sahibesi teyzenin terliklerini minnacık ayaklarına giymiş, tüm sevimliliği ile oradan oraya koşturuyor, hiç kimseyi ilgisinden yoksun bırakmıyordu. Kimseyi rahatsız etmeden ve en küçük bir antipatik davranış göstermeden…
    Bir ara balkona çıktı. Sokağa bakmak istiyordu. Bu eve çok gelmişti, etrafı tanıyordu. Balkonu, oradaki bitkileri, karpuzu da biliyordu ve o güne kadar çok da ilgi göstermemişti. Ama o da neydi?.. O güne kadar hep gördüğü ama ilgisini çekmediği sanılan o bitkinin dalının üzerindeki o minik karpuzu görür görmez tiz bir çığlık attı. Bir sevinç çığlığıydı bu tabii ki.
    - Annneeee!..
    Balkona mutfaktan geçiliyordu. Annesi de oradaydı. Önce küçük çocuğunun çığlığıyla irkildi ama onu tanıyordu. Atılan çığlığın bir sevinç çığlığı olduğunu anlamıştı, rahatladı. Çocuk ona doğru koştu.
    - Anne anne, gel gel!..
    - Efendim kızım!
    - Anne gel, bak karpuz!
    - Gördüm kızım!
    - Ama anneee…
    Israrla annesini elinden çekiyordu. Annesi, daldığı işten başını kaldırmaksızın,
    - Git, babayı çağır kızım, ona göster, dedi.
    Şemal, duyduğu müthiş heyecana kapılmış, içeriye doğru koşuyordu. Bunu, mutlaka birileriyle paylaşmalıydı. Paylaşıldıkça büyümüyor muydu mutluluklar? O, bu bilinçte değildi belki, ama içgüdülerinin ona bunu hissettirdiği ve yaşattığı gün gibi ortadaydı. Koşarken, ayağındaki koca terlikler yerlere takılıyor, dengesini yitiriyor, sendeliyor ama yılmıyor, babasının kucağına ulaşıyor.
    - Baba baba!.. Gel, bak; karpuz karpuz!..
    - Nerede kızım, ne karpuzu?
    - Balkonda balkonda…gel!..
    - Hı, gördüm, biliyorum.
    - Ama baba, geeeel!
    Elini çekiştirdiği babayı da yerinden kaldırmayı başaramadı. Diğerlerini denedi. Birer birer… Ama başaramadı. O minik beyninde var olup da kent yaşamına doğmasının sonucunda ötelenmiş olan doğa sevgisini tetikleyen o minik karpuzun önemini kimseye anlatamamıştı. Onun, onu o kadar yakından görmesinin kendi saf yüreğinde, henüz dış etkenlerin istilasına uğramamış olan dimağında yarattığı mutluluğu, sevdikleriyle, ayrım gözetmeksizin hepsiyle paylaşmak istemişti. Ama onlar, tümü, farklı neden ve şekillerde de olsa çoktan hayata teslim olmuşlar, minik bir karpuzun o minik yürekte yaratabildiği büyük mutluluğu görebilme ve paylaşabilme yetilerini çoktan yitirmişlerdi. Onların iç dünyalarındaki çok önemli gündemleri, yaşamın yarattığı yeni endişelerdi.
    Şemal son bir umutla “büyük dede” dediği adama, ev sahibine yöneldi. Şemal’in tüm bu çabaları onun gözünden kaçmamıştı. Kalktı, Şemal onun elinden tuttu, ‘götürdü’.
    - Dede bak, karpuz!..
    - Evet kızım, minik karpuz…çok güzel, değil mi?
    - Evet, çok güzel!
    Minik eli ‘dede’nin avucunda, ikisi de kıpırtısız, ters orantılı bedenleri ile, yan yana duruyorlardı. İkisi birden karpuza uzun uzun baktılar. Büyük bir hayranlıkla…
    O hayranlıklarına neden olan duygularını birbirlerine kelimelerle
    anlatamasalar da...................

  2. #186

    Esas

    HAC

    Vakit gece yarısı... Ortada ses sada yok... Uzaktan bir iki köpek havlaması duyuluyor o kadar. Rıfkı amcanın yüreği kıpır kıpır... Akşam üzeri hac işlemini birlikte yaptırdığı müstakbel hacı arkadaşlarıyla vedalaşmış, evine gidiyor. Birkaç gün sonra Allah nasip ederse mukaddes topraklara doğru yola çıkacaklar... Bu duyguyu ailesi ve çocuklarıyla paylaşmak için aceleci... Tenha sokakta ilerlerken, loş ışığı henüz sönmemiş bir evin önüne geldiğinde pis bir koku burnunun direğini kırıyor. Öyle pis koku ki,midesi bulanıyor. "Üüffff!" diyor gayri ihtiyari, "Bu ne pis bir koku Allahım. Leş kokusu bu be..." Koku sebebiyle sağına soluna bakınırken loş ışıklı penceireden bir ses duyuyor ağlamaklı: -Anne pişmedi mi daha? Durup içeriye kulak kabartıyor. Duyduğu ses yüreğini dağlıyor: -Az daha sabret yavrum. Az kaldı. Bir başka çocuk sesi. Diğer kardeşi olmalı. -Anne çok acıktım. -Tamam oğlum pişiyor işte. Pis koku insanın midesini bulandırıyor. Öğürmemek için çaba gerek. Peki yavrularını teselli etmek isteyen annenin sesindeki mahzunluğa ne demeli... Rıfkı amca duramıyor: "Ben altmış yaşıma gelmiş bir ihtiyarım. Merak ettim yahu. Bir gidip soracağım." diyor kendi kendine. O zamanlar terör nerde, öyle anarşist nerde? Kimin aklına gelir art niyet... Üstelik biraz araştırsan herkes birbirini tanır. Hele Rıfkı amca ki, Erzurum'da bilmeyen çıkmaz. Biraz da bu cesaretle burnunun direği kırılsa da çalıyor kapıyı. Bir iki tıklatıyor tabii. Sonunda kapı çekingen bir şekilde gıcırtıyla açılıyor. Tamam işte, o leş kokusu içerden geliyor. Ama artık merak, kokuyu bastırmıştır. Kapı aralındı işte. Gencecik bir gelin. Otuz otuzbeş yaşlarında. Yüzüne yaşmak denilen cilbabını çekmiş kapı aralığından soruyor: -Kim o? -Benim kızım, ismim Rıfkı. -Ne istersiniz? -Yoldan geçiyordum. Sesler duydum. Halinizi merak ettim yavrum. Müsaade ederseniz bu meraktan kurtulmak istiyorum. O esnada zaten çocuklar da annelerinin eteğinden tutarak kapı aralığından bu meçhul adama bakıyorlar, niçin geldiğini anlamak istercesine... Rıfkı amca üstleri başlan loş ışıkta bile perperişan olan bu çocukların halini görünce koyveriyor kendini. Dünyası allak bullak oluyor. Ne haccın sevinci kalıyor yüreğinde, ne az önceki manevi heyecan. O yürek şimdi bir sorumlulukla sarsılıyor. Bir mü'min olarak, bu gece vakti iki küçük çocukla bu tenha sokakta loş ışığın altında hayat mücadelesi veren bu sahipsiz genç kadının halinden sorumlu hissediyor kendini. -Kimin kimsen yok mu kızım? -Yok amca. Kocam öleli iyice naçar kaldım. -Evine misafir olabilir miyim? -Buyur gel ama... Cümlenin sonundaki "ama"nın ne anlama geldiğini çok iyi biliyor Rıfkı amca. "Ne oturtacak misafir odam var, ne ikram edecek bir kahvem" denilmek isteniyor. Ne fark ederdi ki, Rıfrı amca ne misafir köşesine kurulmak ne de kahve içmek istiyor. Onun tek derdi bu kimsesiz ailenin halini öğrenmek. Öğreniyor tabi. Yüreği kıyım kıyım kıyılarak öğreniyor. Kapıdan içeri girer girmez dayanamayıp soruyor: -Kızım bu pis koku ne Allasen. Susuyor genç kadın. Dudaklan titriyor. Gözlerinden aşağı inen yaşları fazla saklayamıyor. Başını kaldırıp şöyle bir bakıyor, gece yarısı belki de Allah tarafından gönderilen nur yüzlü ihtiyara. -Söyle yavrum çekinme söyle. -Ölmüş köpek eti amca... Ardından hıçkırıklarını koyveriyor anne. Başını Rıfkı amcanın omuzuna koyup babasına sarılır gibi çaresizliğini anlatıyor: -Çocuklarım aç amca. Kimsem yok. Ne yapaydım? Kime gideydim... Rıfkı amca taş mı sanki? Kim dayanır o hale? Koskoca adam, çocukluğundan beri ilk kez hıçkırarak ağlıyor, hem de çocuklar gibi: > -Allahım affet... Allahım affet!.. Çocuklar melül melül annesiyle birlikte ağlayan ak saçlı adamın yüzünden aşağı süzülen yaşlara bakadursunlar, Rıfkı amca ani bir kararla anneyi omuzundan tutuyor: -Tamam kızım, artık ben yanındayım. Sen benim kızımsın, bunlar da torunlarım. Hemen indir o leşi ocaktan. Bekleyin ben yarım saate kalmaz gelirim. Kimsede konuşacak hal yok. Rıfkı amca kapıdan çıkar çıkmaz, ardından atlı kovalarcasına koşuyor. Hem koşuyor hem söyleniyor: -Hacca gitmiyorum bu sene... Hacca gitmiyorum... Allahım affet... Hacca gitmiyorum... Kendi evine vardığında evdekilerin yüreği ağzına geliyor. Eyvah, babalarına ne oldu? Öyle ya Rıfkı amcanın göğsü körük gibi inip kalkıyor. -Baba, bu ne hal. -Hemen dediğimi yapın! -Tamam da baba? Ardından talimatlar yağdırıyor herkese: -Hanım, kullanmadığın ne kadar tabak çanak varsa hepsini çıkart. Yastık yorgan, halı kilim ne varsa çıkartın. Bu telaş üzerine Rıfkı amcanın diğer çocukları da başına üşüşüyor. Ama baba bu. Kimse bir isteğim ikileyemez. Öyle bir saygı var o zaman. Rıfkı amca, hem ağlıyor hem oğluna kızına torunlarına emirler yağdırıyor tatlı tatlı: -Sen badana boya için kireç vs tedarik et; sen keser çekiç çivi falan ayarla. Sizler yastık yorgan çarşaf çıkartın. Sen un yağ şeker gibi erzak hazırla... Haydi hemen yola çıkacağız! "Eyvaah" diyor aile, "Rıfkı amca hac sevdasıyla aklını oynattı." Çünkü gece gündüz hac için hazırlık yapan bu adam birden ne oldu da bu hale geldi? "Tamam bu iş burda bitti" diyor aile. Ama bakalım ne olacak? Yarım saat sonra baba önde, yastık yorgan, mala çekiç, tencere tabak,ailesi ardında. Rıfkı amca yine aynı heyecanla kapıyı tıklatıyor. "Geldik yavrum, geldik!" diyor. Rıfkı amcanın ailesi gördüğü manzara karşısında şaşkın. Herkes nerdeyse küçük dilini yutacak. Ama az sonra işin sırrı anlaşılıyor. Bu kez görev taksimatı hemen aracıkta yapılıyor. Mağdur anne ve çocukları hemen Rıfkı amcanın evine misafir olarak götürülüyor. Çocukların yemekleri hazırlanacak. Güzelce yıkanıp temizlenecek ve karınları doyurulacak. Orda kalanlar da kadıncağızın evini oturacak hale getirecekler. Sabaha kadar evin altı üstüne getiriliyor. Biri kapıyı pencereyi tamir ediyor. Biri boyayı badanayı başlatıyor. Yastıklar yorganlar yerleştiriliyor. Kilimler seriliyor. Ev sabaha bayram evi gibi hazırlanıyor. Üstelik o gürültüyü ne bir komşu duyuyor, ne kimse rahatsız oluyor, hayret!.. Sabah ezanlanyla birlikte herşey tamam... Rıfkı amca ertesi gün huzura kavuşmuş, belli... Sakinleşmiş halde, çocukları tekrar evinde ziyaret ediyor. Erzak getirilmiş çuval çuval... Ayrıca hacca gitmek için ayırdığı parayı da genç anneye teslim ediyor. -Amca Allah senden razı olsun. Allah gönlüne göre versin. Birkaç gün sonra... Hacı adayları yola revan oluyorlar... Rıfkı amca arkadaşlarını yolcu ederken bir garip halde. O mübarek topraklara gidemediği için yüreği buruk. Gerçi çaresiz bir annenin imdadına yetiştiği için de huzurlu. Bu garip duygularla yol arkadaşlarını uğurlayıp,mahzun bir şekilde arkalarından el sallarken, Rıfkı amcanın çocukları, babalarının bu haline doğrusu çok üzülüyorlar. İkibuçuk ay boyunca hacdan dönen arkadaşlarının yolunu gözlüyor Rıfkı amca. Hiç olmazsa onlardan dinleyecek o mübarek yerleri... Ama Rıfkı amcanın ailesi bir kere daha şaşıracak. Çünkü hacdan dönen arkadaşlarının soluk aldığı ilk yer Rıfkı amcanın evi. Herkes Rıfkı amcaya gelip, hürmetle elini öpmek için eğiliyor. Rıfkı amca bile şaşkın: -Hayırdır, hacdan dönen sizsiniz. Ben size gelecekken? -Sen oradaydın. Bizden sonra nasıl gittin? Bizden önce nasıl döndün Hacı Rıfkı? -Yanılmış olmayasınız. -Nasıl yanılırız Hacı Rıfkı, Bize bu yeşil akikleri hediye vermedin mi? Rıfkı amcanın buğulu gözleri uzak ufuklara dalıp giderken, hacı arkadaşları hala, ellerindeki yeşil akikleri Rıfkı amcaya gösterip onu inandırmaya çalışıyorlardı

  3. #187

    Esas

    Çocuk Gibi Düşünmek

    O gun hava çok kötüydü.. durmadan gök gürlüyor, bardaktan boşanır gibi yağmur yağıyordu.... küçük kız yine de her sabahki gibi annesinin sesiyle uyanmış, kahvaltısını etmiş ve her gün yürüyerek gittiği Okuluna doğru yola koyulmuştu... ancak gökyüzünde şimşekler birbiri ardına ve o kadar gürültüyle çakıyordu ki, küçük kızın annesi "yavrum bu havada yolda yürürken korkmasın?" diye telaşlandı.. Arabasına atladığı gibi yolda kızını aramaya başladı.... derken bir baktı,küçük kızı az ilerdeydi.. Minik minik adımlarla yürüyor, ama ne zaman şimşek çaksa durup gökyüzüne bakıyor ve gülümsüyordu.. Annesi önce bir anlam veremedi ama kızın niye böyle yaptığını çok merak etmişti, nihayet arabayla ona yaklaşıp sordu: "Yavrum hiç korkmadın mı bu havada yalnız yürümekten...? Hem ne zaman şimşek çaksa durup yukarı bakarak öyle ne yapıyorsun...?" Küçük kız cevap verdi: "Gülümsüyorum... çünkü Tanrı fotografımı çekiyor..."

  4. #188

    Esas

    Arkadaşlar, bir sorum var. Affınıza sığınarak Necmi Zeka adlı yazar/şair ile ilgili bilgisi olan var mı acaba diye sormak istiyorum. Bilgi verebileceklere şimdiden teşekkür ediyorum...

  5. #189

    Esas

     Alıntı Originally Posted by istanbul 000 Yazıyı Oku
    Arkadaşlar, bir sorum var. Affınıza sığınarak Necmi Zeka adlı yazar/şair ile ilgili bilgisi olan var mı acaba diye sormak istiyorum. Bilgi verebileceklere şimdiden teşekkür ediyorum...

    Meşk

    yazılmış olsaydı bu sevda önceden bilirdim
    -hiç katkım olmadı bir ayin başlatmaya
    ama yıldızları saymaktan siğilli ellerim-
    umman olup bu adı taşımayan çöllerden
    iki piyano için konçertodan
    sen yokken habersizdim
    Hep sesin gelirdi uzaklardan bir yerden
    bir gözaşinalığı -bir top ışık- erişilmez gibiydi
    nereden başlasam
    daha öncesi vardı benim için

    ve bir gün gelip bende unuttun her şeyini
    her şeyin titrekti -inatçı anaç bir pozda-
    rötuşlar bölmeler sana ters gelirdi
    her seferinde tünellere dalıp
    tam ortasına düşüyorduk batağın
    hiç geri vermedin sırtına yüklediklerimi
    bunca katlanman gerekir miydi sıskalığıma
    azı zarar bu ışığın daha çoğu hiç yoktu
    nerede bıraksam
    hep sonrası vardı benim için

    Necmi Zeka

  6. #190

    Esas

    ''NİYE BEN'' DİYEN HERKES İÇİN

    Brenda, yamaç tırmanışı yapmak isteyen genç bir kadındı. Bir gün cesaretini toplayarak bir grup tırmanışına katıldı.
    Tırmanacakları yere vardıklarında, neredeyse duvar gibi dik, büyük ve kayalık bir yamaç çıktı karşılarına. Tüm korkularına rağmen, Brenda azimliydi. Emniyet kemerini taktı, ipi yakaladı ve kayanın dik yüzüne tırmanmaya başladı.

    Bir süre tırmandıktan sonra, nefeslenebileceği bir oyuk buldu. Orada asılı dururken, gruptan yukarıda ipi tutan kişi dalgınlığa düşerek ipi gevşetiverdi. Aniden boşalan ip, hızla Brenda'nın gözüne çarparak lensinin düşmesine neden oldu.

    Lens çok küçüktü ve bulunması neredeyse imkansızdı. Lens, yamacın ortasında bir yerlerde kalmıştı ve Brenda artık bulanık görüyordu. Ümitsizlik içinde Brenda, lensini bulması için Allah'a dua edebilirdi yalnızca... Ve içten içe düşünüp dua etmeye başladı. "Allah'ım! Sen bu anda buradaki tüm dağları görürsün. Bu dağlar üzerindeki her bir taşı ve yaprağı bildiğin gibi, benim lensimin yerini de biliyorsun. Onu bulmama yardım et."

    Patikalardan yürüyerek aşağı indiler. Aşağı indiklerinde, tırmanmak üzere oraya doğru gelen yeni bir grup gördüler. İçlerinden biri "Aranızda lens kaybeden var mı?" diye bağırdı.

    Brenda'nın sonradan öğrendiğine göre, lensi bir karınca taşıyordu ve karınca yürüdükçe yavaşça kayanın üzerinde hareket edip parlayan lens kızların dikkatini çekmişti.

    Eve döndüklerinde Brenda lensini nasıl bulduklarını babasına anlatacak ve bir karikatürcü olan babası da ağzıyla lens taşıyan bir karınca resmi çizerek karıncanın üzerindeki baloncuğa şunları yazacaktı:

    "Allah'ım! Bu nesneyi neden taşıdığımı bilemiyorum. Bunu yiyemem ve neredeyse taşıyamayacağım kadar ağır. Ama istediğin sadece bunu taşımamsa, senin için taşıyacağım..."

    "BU YÜKÜ NİYE TAŞIYORUM" demeyin...

  7. #191
    Duhul
    Jan 2005
    İkamet
    ankara
    Yaş
    39
    Gönderi
    732

    Esas

    amerikalı bir zengin, iş seyahati sırasında meksika'nın küçük bir kıyı kasabasına uğramış. limanda gezerken, bakmış ağzına kadar balık dolu bir tekne ve içinde keyifli bir balıkçı...
    "merhaba balıkçı" diye seslenmiş, bu balıkları kaç zamanda tuttun?"
    "bir iki saatimi aldı" demiş balıkçı...
    iştahlanmış bizim işadamı;
    "e, niye biraz daha kalıp daha fazla tutmadın?" diye sormuş.
    "bu kadarı bize yetiyor da ondan" diye omuz silkmiş balıkçı.
    şaşmış balıkçının bu kanaatkarlığına işadamı;
    "kalan zamanını nasıl geçiriyorsun peki" diye üstelemiş.
    balıkçı, özetlemiş bir gününü:
    "sabahları açılır, biraz balık tutarım. sonra çocuklarımla oynarım. öğleyin karımla biraz siesta yaparım. akşamları amigolarla beraber gitar çalıp şarap içer, geç vakte kadar eğleniriz. oldukça meşgul sayılırım senyor".
    gerinmiş amerikalı:
    "bak" demiş "... ben sana yardımcı olabilirim. bu işe daha çok zaman ayırmalısın. daha büyük bir tekne bulup daha çok balık tutmalısın. oradan elde edeceğin gelirle daha büyük tekneler alırsın. kısa sürede değil, doğrudan işletme tesislerine satarsın. hatta zamanla kendi balık fabrikanı bile kurabilirsin. kısa zamanda balıkçılık sektöründe bir numara olursun".
    balıkçı merakla
    "bunları yapmak kaç sene alır sinyor" demiş:
    "15-20 yılda halledersin" demiş amerikalı,
    "ama sonrası daha parlak: zamanı gelince şirketini halka açarsın, hisselerini iyi paraya satarsın, kısa zamanda zengin olup milyonlar kazanırsın."
    "milyonlar ha..." diye tekrarlamış balıkçı...
    "eeee... sonra?"
    "sonra emekli olursun. küçük bir balıkçı kasabasına yerleşirsin. istersen zevk için balık tutarsın. çocuklarınla oynar karınla keyfince siesta yaparsın. akşamları da arkadaşlarınla şarap içip gece yarısına kadar gitar çalarsın. nasıl...? mükemmel değil mi?"

  8. #192

    Esas

    İki gurbetçi ,arkadaş bayram tatilini gecirmek için memleketlerine gitmeye karar verir .iki adet tren bileti alarak yola koyulurlar...
    yanlarına mütevezi bir çift oturur ,ve yolculuk başlar...
    Bir müttet sonra ,bayan cantasından iki adet muz cıkarır birini eşine verir.digerini kendine ayırır..yanlarında oturan iki arkadaşın baktıgını görünce birer tane de onlara ikram eder...
    adam daha önce hiç muz yemedigi için bu nedir acaba diye bakınırken
    bayanın muzu soydugunu göz ucuyla takip eder
    oda bayan gibi soymaya başlar.. bizimkide aynısını yapar...
    Bayan muzu ısırır...tabiki bizimkide ısırır... bu arada tren tünele girer...
    bizimki .cok heyecanlanarak.yanındaki arkadaşına..
    -Ola ahmet ısırdınmı
    ahmet..
    -yog daha soyirem
    bizimki ..bir heyacanla,
    -sagın kıtlama .. ben kor oldum..der...

Sayfa 24/34 İlkİlk ... 142223242526 ... SonSon

Gönderi Kuralları

  • Yeni konu açamazsınız
  • Konulara cevap yazamazsınız
  • Yazılara ek gönderemezsiniz
  • Yazılarınızı değiştiremezsiniz
  •