Sayfa 1/3 123 SonSon
Arama sonucu : 19 madde; 1 - 8 arası.

Konu: İnternet Hikayeleri...

  1. #1
    Duhul
    Jul 2006
    İkamet
    İzmir/Türkiye
    Gönderi
    18,646
    Blog Yazıları
    199

    Esas İnternet Hikayeleri...

    İnternette tanıştığınız kişilere asla güvenmeyin

    İnternet dolandırıcılarının akıl almaz oyunlarından biri daha...
    İnternette tanıştığınız kişiye gerçek anlamda kim olduğunu bilmeden güveniyor, onu sevdiğinizi sanıp kolaylıkla kandırılıyorsunuz.
    Evet “siz” diyorum, çünkü bunu sık sık yapıyorsunuz. Birçoğunuz bu tuzağa düşüveriyorsunuz.
    Onlarca örnek vermiş olmalıyım size bu köşeden. Ama her şeye rağmen o sanal alemden dünyanıza sinsice giren adama inanıyor, güveniyorsunuz.
    İşte size yeni bir öykü. Yine görmezden gelebilecek misiniz bakalım!



    İkimizi de çok akıllıca dolandırdı


    Ablacığım, köşenizde sık sık sözünü ettiğiniz internet kurbanlarından biri de benim.

    Bir süre önce internette bir beyle tanıştım. Babasının emekli emniyet mensubu olduğunu, yedi senedir New York’ta yaşadığını, Türkiye’ye iş için devamlı gidip geldiğini söyledi.
    Kendisinin mimar olduğundan, iki firmanın sahibi olarak ihalelere girdiğinden, birçok ihaleyi kazandığından bahsetti.
    Kısa bir süre içinde birbirimize bağlandık. İleriye dönük planlar yapıyorduk.
    Bu süre içinde geçici bir maddi sıkıntıya düştüğünü söyleyip benden para istedi.
    Ben de ilerde eşim olacak kişiyi sıkıntıda bırakmamak için hiç tereddütsüz yardım ettim.
    Bir süre sonra tutumu değişmeye başladı. Bir gün bana bir telefon numarası verdi ve o numaraya “Yarın size para çıkarıyorum, transfer numarasını bildireceğim” şeklinde bir mesaj yollamamı istedi. “Neden?” diye sorduğumda da “Yeni bir gayrimenkul alıyorum, onun için” dedi.
    Mesajı gönderdim. Aradan bir süre geçti, mesaj gönderdiğim o numaradan bir telefon geldi.
    Arayan, bir hanımdı. Bu adamla evlenmek üzere olduğunu, fakat adamın kredi kartlarını kullanarak kendisini maddi bakımdan zor durumda bıraktığını ve aslında benden para beklediğini söyledi.
    Bu hanıma kendi durumumu anlattım, “Biz uzun görüşüyoruz, yazın Amerika’ya gidip orada evleneceğiz” dedim.
    O ise “Sen ne diyorsun? Benimle burada evleniyor. Beni ailesiyle tanıştıracak, evlerinden birini de benim üzerime verecek” dedi. Ben de ona “Bana da aynı şeyleri söyledi” dedim.
    Ve o anda ikimizde de jeton düştü; çok akıllıca dolandırılmıştık!
    Dolaylı yollardan ulaştığım New York’taki bir telefon numarasını aradığımda daha da büyük şok yaşadım.
    Konuştuğum hanım, telefonla çok rahatsız edildiğini söyledi. Türkiye’den bir bey (sevgilimin adını söyledi) “Size Amerika’dan ilaç getirteceğim” diye müşterilerinden para toplamış, müşterileri de karşılığında hiçbir şey alamadıkları için kendilerine verilen bu hanımın telefon numarasını arayıp duruyormuş.
    Bunları öğrendikten sonra sevgilimi arayıp bana olan borcunu ödemesini istedim. Ama nafile...
    Bana büyük hakaretler etti. Üstelik yeni sevgilisiyle savcılığa başvurup “Bizi telefonla rahatsız ediyor” diyerek beni şikayet edeceklerini söyledi.
    Sizden ricam, benim başıma gelenleri okurlarınıza anlatmanız ve internette tanıştıkları kişilere asla güvenmemeleri gerektiğini belirtmeniz.
    Zaten bunu köşenizde birçok defa anlattınız ama benim gibi inatla anlamayanlar, belki canları daha fazla yanmadan gerçeği öğrenir.

    Rumuz: Benim canım yandı

    http://sosyal.hurriyet.com.tr/Yazar/...sla-guvenmeyin


    Yurdum insanı.


    Son düzenleme : BORA YAŞAR; 31-05-2014 saat: 12:21.

  2. #2

    Esas

    Sevgili Bora,

    Atalarımız ne güzel söylemiş; bedava peynir fare kapanında olur.

    İnsanların kontrol edilmez tamah ve hırsa dair kontrolsüz duyguları, kendini gereğinden fazla akıllı olduğunu düşünerek kaz gelecek yerden yumurta esirgememek düşüncesiyle ava giderken avlananlar.

    Beslenme uzmanı prf. bayan bile telefonla 50 bin tl. dolandırıcılara kaptırıyorsa vay halimize.

    İnternet günlük yaşamada yoğun kullanımdan dolayı ön plana çıkmış yoksa birçok alanda sayısız dolandırıcılık yöntemleri çok yaygın kullanılmaktadır.

    Yazınızdaki dolandırıcı tipleme çok sistematik çalışmış, gelecekteki işlere fazla engel çıkmasın diye; mağdurdan daha mağduru oynayarak olaydaki mağduru bizzat savcılığa müracat etmekle tehdit etmesi traji komik.

  3. #3
    Duhul
    Jul 2006
    İkamet
    İzmir/Türkiye
    Gönderi
    18,646
    Blog Yazıları
    199

    Esas


    Ada Sahibi ya da Ada Olmak



    Tanınmış gezgin Thomas Cook, bir araştırma gezisi sırasında Atlas Okyanusu'nun ıssız bir yerinde, çığlıklar atan milyonlarca kuşun havada daireler çizerek uçtuğunu gördü. Kulakları sağır edecek denli yüksek sesle çığlıklar atan kuşların kimileri yoruldukça, kendilerini okyanusun dev dalgaları arasına atıyorlardı. Onlar bu son hareketleriyle yaşamlarına son veriyorlar, kendilerini okyanusun dalgalarına bırakırken, çaresizlikten ölüme teslim oluyorlardı.

    Bu olaya yalnızca Thomas Cook değil, o bölgede ki balıkçılar da yıllardır tanık olmuşlardı. Kuş bilimcileri ise, yaptıkları araştırmalarda göçmen kuşların farklı yönlerden gelerek okyanusta bu noktada birleştiklerini keşfediyorlar, fakat onların, birbirleri peşi sıra kendilerini ölümün kucağına atmalarının nedenini bir türlü çözemiyorlardı.

    Gerçek, geçtiğimiz yüzyılın ortalarında anlaşıldı. Bu trajik olayın yaşandığı yerde bir zamanlar bir ada vardı. Göçmen kuşların göç yolu üzerinde bulunan bu ada, bir deprem sonunda, okyanusa gömülmüştü. insanların, yok olduğunun bile farkına varamadıkları ada, göç yollarının ortasında kuşlar için vazgeçilmez "dinlenme"durağıydı. Kuşlar binlerce yıllık kalıtımsal alışkanlıklarıyla adanın yerini bilmekteydiler ve yıpratıcı, uzun yolculuklarının ortasında, biraz dinlenebilmek ve toparlanabilmek için, yine binlerce yıllık kalıtımsal güdüleriyle, okyanusun ortasındaki adaya geliyorlardı ama...

    Olması gereken yerde adayı bulamayınca, yorgunluktan bitkin bedenlerini çığlık çığlığa okyanusun sularına bırakmak zorunda kalıyorlardı.

    Söz kendini toparlamaktan açılmışken soralım. Sizin hiç "kendinizi toparlayacağınız" bir adanız oldu mu? Yaşamın uzun "göç yolları"nda acaba, sizin de bir yudum taze soluk alabileceğiniz, yolunuzun kalan bölümüne dinç olarak devam etmenizi sağlayabileceğiniz bir adaya sahip olabildiniz mi?

    Bir gün yerinde bulamadığınızda ise, ona ille de ulaşmak ve sığınmak için başınız dönercesine, dengeniz bozulurcasına çırpınıp kanat çırptığınız bir ada yaratabildiniz mi? yaşamınızda kendinize?

    Her şeyi sınırsızca paylaşabildiğiniz bir dost, yola birlikte çıkacak denli güven duyduğunuz bir arkadaş, size her zaman huzur verecek bir eş, ulaşmak için yıllardır uğraş verdiriniz bir amaç edinebildiniz mi? şöyle daha bir iyi bakın çevrenize...

    Size gelen, size sığınan...

    Sizin gittiğiniz, sizin sığındığınız...

    Sizin bulduğunuz dostlarınızı bir düşünün. Sonra da bir gerçeği görün gözlerinizle:

    Sizin durup , soluklandığınız ve kendinizi toparlayabildiğiniz kaç adanız var çevrenizde ve...

    Durup, sığınmak ve kendilerini toparlayabilmek için size ihtiyaç duyan kaç dostunuz için siz bir adasınız?



    http://dil-ibicare.org/index.php/hik...a-da-ada-olmak

  4. #4
    Duhul
    Nov 2013
    İkamet
    ANKARA
    Gönderi
    3,740

    Esas

     Alıntı Originally Posted by BORA YAŞAR Yazıyı Oku

    Ada Sahibi ya da Ada Olmak



    Tanınmış gezgin Thomas Cook, bir araştırma gezisi sırasında Atlas Okyanusu'nun ıssız bir yerinde, çığlıklar atan milyonlarca kuşun havada daireler çizerek uçtuğunu gördü. Kulakları sağır edecek denli yüksek sesle çığlıklar atan kuşların kimileri yoruldukça, kendilerini okyanusun dev dalgaları arasına atıyorlardı. Onlar bu son hareketleriyle yaşamlarına son veriyorlar, kendilerini okyanusun dalgalarına bırakırken, çaresizlikten ölüme teslim oluyorlardı.

    Bu olaya yalnızca Thomas Cook değil, o bölgede ki balıkçılar da yıllardır tanık olmuşlardı. Kuş bilimcileri ise, yaptıkları araştırmalarda göçmen kuşların farklı yönlerden gelerek okyanusta bu noktada birleştiklerini keşfediyorlar, fakat onların, birbirleri peşi sıra kendilerini ölümün kucağına atmalarının nedenini bir türlü çözemiyorlardı.

    Gerçek, geçtiğimiz yüzyılın ortalarında anlaşıldı. Bu trajik olayın yaşandığı yerde bir zamanlar bir ada vardı. Göçmen kuşların göç yolu üzerinde bulunan bu ada, bir deprem sonunda, okyanusa gömülmüştü. insanların, yok olduğunun bile farkına varamadıkları ada, göç yollarının ortasında kuşlar için vazgeçilmez "dinlenme"durağıydı. Kuşlar binlerce yıllık kalıtımsal alışkanlıklarıyla adanın yerini bilmekteydiler ve yıpratıcı, uzun yolculuklarının ortasında, biraz dinlenebilmek ve toparlanabilmek için, yine binlerce yıllık kalıtımsal güdüleriyle, okyanusun ortasındaki adaya geliyorlardı ama...

    Olması gereken yerde adayı bulamayınca, yorgunluktan bitkin bedenlerini çığlık çığlığa okyanusun sularına bırakmak zorunda kalıyorlardı.

    Söz kendini toparlamaktan açılmışken soralım. Sizin hiç "kendinizi toparlayacağınız" bir adanız oldu mu? Yaşamın uzun "göç yolları"nda acaba, sizin de bir yudum taze soluk alabileceğiniz, yolunuzun kalan bölümüne dinç olarak devam etmenizi sağlayabileceğiniz bir adaya sahip olabildiniz mi?

    Bir gün yerinde bulamadığınızda ise, ona ille de ulaşmak ve sığınmak için başınız dönercesine, dengeniz bozulurcasına çırpınıp kanat çırptığınız bir ada yaratabildiniz mi? yaşamınızda kendinize?

    Her şeyi sınırsızca paylaşabildiğiniz bir dost, yola birlikte çıkacak denli güven duyduğunuz bir arkadaş, size her zaman huzur verecek bir eş, ulaşmak için yıllardır uğraş verdiriniz bir amaç edinebildiniz mi? şöyle daha bir iyi bakın çevrenize...

    Size gelen, size sığınan...

    Sizin gittiğiniz, sizin sığındığınız...

    Sizin bulduğunuz dostlarınızı bir düşünün. Sonra da bir gerçeği görün gözlerinizle:

    Sizin durup , soluklandığınız ve kendinizi toparlayabildiğiniz kaç adanız var çevrenizde ve...

    Durup, sığınmak ve kendilerini toparlayabilmek için size ihtiyaç duyan kaç dostunuz için siz bir adasınız?



    http://dil-ibicare.org/index.php/hik...a-da-ada-olmak
    Okudukça tüylerim diken diken oldu.
    Sonra birden sorulan tüm sorulara olumlu cevabım olduğunu ve ne kadar şanslı olduğumu farkettim.
    Umutlandım, bu kara günlerde mutlulukla doldu içim.

  5. #5
    Duhul
    Jul 2006
    İkamet
    İzmir/Türkiye
    Gönderi
    18,646
    Blog Yazıları
    199

    Esas

    Mac Donald'da iki ihtiyar

    Soğuk bir kış akşamı Mac Donald’sin kapısından içeri yaşlı bir amcayla teyze girip köşede bir masaya oturmuşlardı. O kadar sevimli tonton iki ihtiyardı ki gözüm takılmış onları seyrediyordum. Bir yandan onları seyrediyor bir yandan da torunumun menüsünü yemesine yardım etmeye çalışıyordum. Yaşlı tonton amca kasaya gidip 1 Hamburger, bir büyük boy patates ve bir büyük kola aldı.

    Para öderken ve tepsiye konan menüyü alıp eşinin oturduğu masaya gelirken yüzünde öyle bir mutluluk vardı ki tarif edemem. Eminim ki Resimleri çekilmiş olsa evet işte o mutluluğun resmi olurdu.

    Masaya oturup tepsideki hamburgeri eline aldı ve itinayla ikiye bölerek yarısını erişin önüne koydu. Sonra patatesleri tek tek bir kendi önüne bir eşinin önüne koyup pay edip kola kutusunu da ortaya koydu. Koladan bir yudum kendi içiyor, bir yudum eşi içiyordu.

    Yavaş yavaş herkesin dikkatini çekmiş herkes gülümseme ve tebessümle onları izliyor, içlerinden ne kadar tonton ihtiyarlar diye geçiriyor ve muhtemelen de buraya gelmişler bir kişilik yemeği ikisi paylaşıyor diye geçiriyorlardı.

    Birden bir şeyi fark ettim. İhtiyar amca hamburgerini, patatesini yiyor koladan içiyor ama eşi sadece sırası gelince kolasını içiyor önündeki hamburger ve patatesten yemiyordu. Ama eşinin afiyetle yiyişini büyük bir mutlulukla seyrediyordu.

    Daha fazla dayanamadım, gidip bir kişilik yemek alıp onlara ikram etmek istedim ama onların rencide olmasından da korktuğum için görevlilerden birine gidip durumu söyledim. Konuştuğum görevli de durumu fark etmiş o da onları izliyormuş, onlara bir menü ısmarlayacağını söylemek için yanlarına gitti. Onları daha bir dikkatli izliyordum. Yaşlı amca da, eşi de görevliye istemediklerini söylediği el kol ve yüz hareketlerinden belli oluyordu. Görevli onların yanından bana geldi ve;

    – efendim hallerinden memnun olduklarını ve istemediklerini söylüyorlar teşekkür ediyorlar. “ dedi
    - peki teyze neden yemiyormuş neyi bekliyormuş onu sordun mu?, dedim.

    -Evet sordum dedi görevli sordum teyze amcanın yemeğini bitirmesini bekliyormuş sonra dişleri alıp o yiyecekmiş.

    Merhum Akif, Seyfi Baba adlı şiirinde diyor ki:

    "YA PARAM OLAYDI YA HAMİYETSİZ OLAYDIM."


    http://dil-ibicare.org/index.php/hik...-hikayeler-232

  6. #6
    Duhul
    Jul 2006
    İkamet
    İzmir/Türkiye
    Gönderi
    18,646
    Blog Yazıları
    199

    Esas


    Trabzon’da internetten tanıştığı iki kadını evine çağıran, kadınlardan 29 yaşındaki D.K. ile cinsel ilişkiye giren 29 yaşındaki Fatih A., cep telefonu ile kredi kartının çalındığını anlayınca şikayetçi oldu.


    Olay 2 Nolu Beşirli Mahallesinde dün meydana geldi. Fatih A., internetten tanıştığı D.K. ile N.B.’yi evine davet etti. Eve gelen kadınlardan D.K. ile cinsel ilişkiye giren Fatih A., onların ayrılması sonrasında cep telefonunu bulamadı. Evin telefonundan aradığı cep telefonuna cevap veren D.K.’dan, "Benimle ilişkiye girdin. Telefonuna el koydum" cevabı alan Fatih A., daha sonra da kredi kartı kullanılarak 835 liraya uçak bileti alındığını anlayınca polise giderek suç duyurusunda bulundu. Olayla ilgili soruşturma sürüyor.

    http://www.milliyet.com.tr/iki-kadin...undem-1891431/


    Bu hikayeleri sıkça duyacağız artık.

    İnternet hayatımızın bir parçası oldu artık.

    O zeminde tanışıyor, tartışıyor, görünmezliğin yarattığı tümüyle sanal bir dünyanın yardımıyla insanlarla ilişkiye giriyoruz.

    Kadın sandığımız erkek, erkek sandığımız kadın çıkıyor.

    İyi niyet kötü niyetle kolkola.

    Birbirimizi zaten aldatmayı seven bir toplumuz.

    Artık gerçeklerin çok uzağındaki bu dünya, aldatılmaya çok uygun .


    Dikkat.

  7. #7
    Duhul
    Jul 2006
    İkamet
    İzmir/Türkiye
    Gönderi
    18,646
    Blog Yazıları
    199

    Esas

    311 Numaralı Oda

    Güney Afrika'nın Cape Tovn şehrindeki bir hastanede devamlı olarak gizemli ölümler oluyordu. Hemşireler haftalardır üst üste her cuma günü 311 numaralı yoğun bakım odasına yatırılan hastaları olü bulmaktaydılar. Bu sırlı ölümlere uzun süre açıklama getirilemedi. Herkes meselenin çözülmesi için seferber oldu.

    Uzmanlar odanın havasını bakteriyolojik olarak kontrol ettiler. Güney Afrika'nın önde gelen bilim adamları ölenlerin aileleriyle üç hafta boyunca görüşmeler yaptılar.

    Hatta işin içine polis girdi ve akla gelen her ihtimal tek tek değerlendirildi, ancak onların araştırmaları da sonuçsuz kaldı. Ve tabii bu arada 311 numaralı odadaki hastalar sebepsiz ölmeye devam ediyordu. Son çare olarak hastaların kaldığı 311 numaralı yoğun bakım odası sürekli gözetim altına alındi ve sonunda odadaki ölümlerin nedeni ortaya çıktı.

    Sonuç çok trajikomikti. Cuma sabahı saat 6'da odaları temizleyen temizlikçi kadının, hastanın bağlı bulunduğu solunum cihazının fişini çekerek, kendi elektrik süpürgesinin fişini taktığı ve işini bitirdikten sonra solunum cihazının fişini tekrar yerine takıp gittiği görüldü...


    http://dil-ibicare.org/index.php/hik...1-numarali-oda

  8. #8
    Duhul
    Jul 2006
    İkamet
    İzmir/Türkiye
    Gönderi
    18,646
    Blog Yazıları
    199

    Esas

    ODTÜ’NÜN DONLARI..


    1971 darbesinde Sansaryan Han’daki işkenceler sırasında polisler önemli bir
    delil buldu; devrimcilerin hemen çoğunda aynı tip mavi ya da kırmızı külot
    vardı.
    Sordular; “bu donların anlamı ne; mavi ile kırmızının farkı ne; bunlar THKO’nun
    rütbeleri mi?”
    İşkencedeki sporcu gençler gülmemek için kendini zor tuttu, “bunlar” dediler;
    “ODTÜ Spor Kulübü’nün donları!”
    Futbolu severlerdi kuşkusuz…
    Devrimci Öğrenciler Birliği’nin tümü Beşiktaşlı’ydı. Çarşı’nın devrimciliği
    nereden geliyor sanıyorsunuz?
    68’lilerden futbol takımı kurulsa Deniz Gezmiş ilk 11’e mutlaka alınırdı.
    Deniz’in ayrılmaz parçası Cihan Alptekin de…
    Mahir Çayan ise kesin teknik direktör; çok sevdiği futboldan iki bacağına takılan
    platin çubukları nedeniyle erkenden koptu.
    Deniz Gezmiş sahada kesin hakemi kandırmaya çalışırdı. Onun mizahçı yönü
    bilenmeden Deniz Gezmiş portresi yazılabilir mi? Beyaz at üstünde ODTÜ yurdunda
    kız arkadaşına serenat yapan bir romantikti o. İdam edildiğinde henüz 25 yaşındaydı.
    Aşkı da yaşadılar doyasıya…
    Sevgilisini son bir kez daha görmek için saklandığı evden çıkan ODTÜ’lü Koray
    Doğan, sırtından yediği polis kurşunuyla sevgilisinin evinin önünde can verdi.
    O da 25 yaşındaydı.
    O kuşak 1 kişiyi bile öldürmedi; ama tam 43 can verdiler.
    Oysa…
    Okul koridorlarında gazoz kapağıyla futbol oynayan bir kuşaktı onlar.
    Sanmayın ki fasulyesine poker ya da blöflü pişti oynamadılar?
    Sanmayın ki kolalı votka içmediler? Ya da rakı?
    Emel Sayın konserine gitmediklerini mi düşünüyorsunuz?
    Muhammed Ali, Joe Frazier’e yenildiğinde üzülmediklerini mi sanıyorsunuz?
    Ya da hiç küfür etmediklerini mi? En güzelini de bir ağız dolusuyla Deniz Gezmiş
    ederdi. Ve yine Deniz Gezmiş her fırsatta en sevdiği türküyü söylemez miydi: “Ne
    ağlarsın benim zülfü siyahım/ Bu da gelir bu da geçer ağlama/ Göklere erişti
    feryadım ahım/Bu da gelir bu da geçer ağlama…”
    68 Kuşağı...
    Arkadaşım dert yandı:
    “Oğluma yatarken hikaye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona,
    Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi.
    Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi?
    Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi.
    Korktum.”
    Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite
    mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar.
    Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
    Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu.
    Sinan Cemgil meraklıydı; babasına-annesine hep sorular sordu. Onlar da
    oğullarının anlayacağı bir dille anlattılar.
    Nitelikli bir kültür ortamında yetişen Sinan çok başarılı öğrenci oldu.
    İngilizce, Fransızca , İspanyolca, İtalyanca öğrendi. Arkadaşlarına Dante’den
    İtalyanca dizeler okurdu.
    Ünlü Amerikalı artist Clark Gable’nin taklidini yapıp herkesi güldürecek kadar
    espriliydi.
    ODTÜ Mimarlık’ta öğrenci iken devrimci mücadeleye katıldı. Teorik derinliğiyle
    öğrenci liderlerinden oldu.
    ODTÜ’de “Hoca” deme adetini Sinan Cemgil başlattı. “Hoca” derlerdi arkadaşları
    bilgisinden ötürü
    Köylüleri, toprak ağalarına karşı ayaklandırmak amacıyla gittiği Nurhak
    Dağları’nda Jandarma tarafından öldürüldü. Sırt çantasından 4 kitap, bir de kuru
    soğan çıktı. Yirmi yedi yaşındaydı.
    Bir yaşındaki oğluna, 21 yaşında öldürülen arkadaşı Taylan Özgür’ün adını
    vermişti.
    Oğlunun cesedini almaya giden anne Nazife Cemgil, tabut başındaki meraklı
    köylülere seslendi: "Bu oğlum Sinan. Bunlar da onun arkadaşları (Kadir Manga ve
    Alpaslan Özdoğan), kardeşleri. Onlar da oğullarım. Bu çocuklar, bu oğullar;
    ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer
    dehaydı. Her biri üstün zekalı güzel çocuklardı. Dileselerdi, düzenin adamları
    olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar,
    halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar."
    Arkadaşım yakın tarihin bu acı olaylarını bilen biri.
    Üniversite öğrencilerine son yapılanlar arkadaşımı da korkutmuştu; nedeni biricik oğluydu.
    Oğlunun Sinan Cemgil’le aynı kaderi paylaşmasından korktu ve tarihsel gerçekleri
    anlatıp anlatmama kararsızlığına düştü.
    Ona Edip Cansever’in şirini okudum:
    “Utancı bilerek yaşamak korkunç/ Daha korkuncu da var: utancı bilerekten
    yaşatmak…”

    ŞAİRDİLER..

    Size 68’lileri anlatmalıyım:
    Mahir Çayan’ın şair olduğunu bilir misiniz; “Güneşi batmayan bir ada/Ben ne
    şuralıyım, ne buralıyım/Adalıyım… Adalıyım.”
    Eşi Gülten Çayan atletti; 400 metrede milli takım seviyesinde bir koşucuydu.
    Yakın arkadaşı erkekler 400 metre koşan atlet ise bugünün tanınmış gazetecisi
    Osman Saffet Arolat’tı.
    Hüseyin Cevahir edebiyat eleştirmenliğine Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde
    başladı. Şiir de yazdı. Tunceli Alevi Dedesi torunu Hüseyin Cevahir,
    Rolling Stones dinlemeyi de çok severdi. SBF’nin en çalışkan öğrencisiydi;
    “devrimci başarılı olmalıdır” diyordu hep arkadaşlarına.
    Dürbünlü silahla hedef alınarak öldürüldüğünde 26 yaşındaydı.
    SBF’nin efsanevi hocalarından Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, derslerinden hep tam
    not alan Cihan Alptekin’i yakından tanımak için evine davet etti. “Laz uşağı”
    Cihan yaşasaydı belki önemli anayasa profesörlerinden biri olacaktı.
    Öldürüldüğünde 25 yaşındaydı.
    Tunceli’de yakalanıp işkenceyle öldürülen İbrahim Kaypakkaya’nın elinden;
    Varlık, Papirüs, Soyut, Türk Dili gibi edebiyat dergileri düşmezdi.
    Türk dilinin yapısını, sözcük hazinesini, şiirdeki gücünü ve müzikalitesini
    araştıran şair Kaypakkaya öldürüldüğünde sadece 24 yaşındaydı.

    DİLLERİNDEKİ ŞARKI; IMAGINE

    Delikanlıydılar. İdealisttiler. Devrimciydiler.
    Bozulmamış saf bir kuşaktı onlar.
    Kızıldere’de katledilen Kazım Özüdoğru gibi, “halka inmeyi” ayakkabı boyacılığı
    yapmak sanıyorlardı. İşten atılan Çorumlu belediye işçileri için yürüdüler.
    Kürtler için de yürüdüler; Kürtçe slogan atıp, Kürtçe şiirler okudular.
    Varto Depremi nedeniyle kan bağışı kampanyası düzenlediler. Azgın Zap Suyu’na köprü inşa ettiler.
    Pancar, tütün, fındık, haşhaş mitingleri yaptılar. Tam bağımsızlık için “Mustafa
    Kemal Yürüyüşü” düzenleyip Samsun’dan Ankara’ya yürüdüler. Atatürk heykelleri
    tahrip edilmesin diye geceler boyu nöbet tuttular.
    68’li kızlar da vardı bu eylemlerde; hem de mini etekleriyle.
    Hippiler yok muydu? “Özel okullara hayır” yürüyüşünde, uzun saçlı genç
    üniversiteli, sarışın kız arkadaşıyla hem sarmaş dolaş yürüyor hem de slogan
    atıyordu. O hippi; Kızıldere katliamından tek sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü’ydü.
    Hayalleri vardı; dillerinde ise John Lennon’un “Imagine” şarkısı...

    SBF’NİN DANS PARTİLERİ..

    Mahkemedeki savunmaları sırasında, Mevlana resmi çizip altına
    “Ben İnsanım” yazıp, hakime gönderecek kadar bu ülke değerlerine inanan bir kuşaktı.
    Resimden, edebiyattan gelmişlerdi.
    Ellerinden kitap düşmedi hiç. Nice yazarlar çıkarmaları boşuna değil. ODTÜ
    İnşaat’tan “Balık Memet” yani yazar Mehmet Eroğlu’nu okumayanınız var mı?
    Dans da ettiler: SBF yatılı öğrencilerinin Salı ve Cuma akşamları 18.45-20.00
    arası dans partileri vardı.
    Carmina Burana’nın Türkiye’deki ilk bale gösteriminde harikalar yaratan balet
    Aydın Erol unutulabilir mi? Ya da; onca işkenceye rağmen cezaevinin soğuk
    koğuşunda bale yapan 20 yaşındaki balerin kız Ayşe Emel Mestçi?
    Anadolu türkülerini, Dadaloğlu’ndan Aşık Veysel’e şehre getiren 68’liler değil
    mi?
    Tiyatro da yaptılar; Uluslararası Üniversite Tiyatroları Festivali’nde üçüncü
    oldular.
    FKF ilk başkanı İzzet Polat Ararat’ın DTCF tiyatro bölümü öğrencisi olması tesadüf mü?
    ODTÜ Sosyalist Kültür Kulübü üyeleri Ali Artun ve Yılmaz Aysan’ın bugünün
    tanınmış sanat galerisi Nev’in sahipleri olması, o dönem birikiminin ürünü değil
    mi?
    Dağcılık kulüplerini üniversitelerde ilk kimler kurdu sanıyorsunuz? Türkiye’de
    bu sporun gelişiminde 68’li Fikret Gürbüz, Tuncer Gürdil, Uçmaz Sungur, Sönmez
    Targan ve nicelerinin katkıları unutulabilir mi?
    Ardı ardına şampiyon olan efsanevi İTÜ basketbol takımının temelini TMTF İkinci
    Başkanı Cavit Savcı atmadı mı?
    Maratoncu Mehmet Yurdadön ülkeye madalyalar kazandırmadı mı?
    ODTÜ’lü Ömer Gürcan cezaevine sokulmasaydı, idam edilen babası
    Fethi Gürcan gibi ülkemizi binicilikte birincilik kürsüsüne çıkarır mıydı?
    SBF’nin tanınmış milli güreşçileri Necati Sağır, Mustafa Aynur aynı zamanda
    THKP-C’li değil miydi?
    Bugün judo ve karate de madalya alanlar, bu sporun gelişmesinde büyük emeği olan
    Murat Özdabak’ı anımsar mı? Peki ya boksörler milli sporcu Taşkın Konuralp’in
    adını duymuş mudur?
    ODTÜ Motor Kulübü’nün kurucularından Tayfur Cinemre motosikletiyle kimleri
    taşımadı ki; Ulaş Bardakçı, Yusuf Aslan, Cihan Alptekin…
    Fenerbahçe takımında yelken yapan Taner Türkantöz Mahir Çayan’ın en yakın
    yoldaşıydı.
    Hangisini yazayım?
    68 kuşağı bu özellikleriyle neden anlatılmaz?
    Oysa…
    Toplumsal bir gelecek hayali kuranlar bu mirası her yönüyle bilmelidir.

    HALA 68’Lİ BİR DEVRİMCİ:
    YAŞAR YILMAZ

    İstanbul Teknik Üniversitesi inşaat bölümü öğrencisiydi.
    İTÜ Öğrenci Birliği başkanlığını Harun Karadeniz’den sonra devraldı.
    Hakkari’ye “Zap Suyu üzerine Devrimci Gençlik Köprüsü” yapmaya giden 84
    devrimciden biriydi. Deniz Gezmiş’in yakın yoldaşıydı.
    Devletin ceberut baskısından her 68’li gibi o da nasibini aldı:
    1971 darbesinde Ziverbey Köşkü ve Harbiye’de ağır işkencelerden geçti.
    Yaşadıkları; 2,5 yıl cezaevi arkadaşlığı yaptığı Yılmaz Güney tarafından yazılan
    “Sanık” adlı öyküye konu oldu. Mahkemedeki savunmasını ise “Söz Sanığın” adlı
    kitabında kendi yazdı.
    Maltepe ve Selimiye cezaevlerin de 5,5 yıl yattı. Hapisten sonra hep “sakıncalı” oldu; ekmeğini taştan çıkardı.
    Sonra bir gün karar verdi; mühendisliği bıraktı; “ülkeme hizmet etmeliyim” diye
    düşündü.
    Anadolu topraklarını 2,5 yıl karış karış dolaştı.
    Unutulmaya yüz tutmuş, sahipsiz bırakılmış, 115 antik kentteki 119 antik
    tiyatroyu inceledi. “Anadolu Antik Tiyatroları” adıyla kitaplaştırdı.
    Bu çalışma Kültür Bakanlığı’nı heyecanlandırmadı.
    Fakat Avusturya Kültür Bakanlığı, Yaşar Yılmaz’ı Salzburg’taki Mozart
    Üniversitesi “Antik Çağda Akustik ve Ses Dağılımı” konusunda konuşma yapmaya
    çağırdı.
    Çünkü bugüne kadar bilinmeyen 2 önemli bulgu keşfetmişti.
    İlki sesin iletilmesiydi: Sahnedeki oyuncu, şarkıcı, konuşmacı ya da müzik
    aletinden çıkan sesin 20-25 bin kişilik açık hava tiyatrosunun en uzak
    basamaktaki izleyiciye kadar gidebilmesini, o dönemin mühendisleri orta yola
    “sırtlı koltuklar” yerleştirerek sağlamışlardı. Ses, koltuğun sırtlığına çarpıp
    yukarı basamağa kadar çıkabiliyordu.
    İkinci buluş ise bugüne kadar düşünüldüğü gibi ilk tiyatro Antik Yunan uygarlığı
    döneminde değil, Erken Dönem medeniyetleri döneminde yapılmıştı ve ilk açık hava tiyatroları taş değil ahşaptı.

    HIRSIZLARIN PEŞİNDE BİR 68’Lİ..

    68’li devrimci Yaşar Yılmaz antik tiyatrolar çalışmasını bitirdikten sonra
    köşesine mi çekildi. Hayır.
    5 yıl önce, Anadolu’dan yağmalanan tarihi eserlerin ve kültürel varlıkların
    peşine düştü. ABD, İngiltere, Avusturya, Almanya, Danimarka, Rusya, ve
    Yunanistan’a gitti. Yüzlerce müze gezdi.
    Türkiye’den kaçırılan 40 bin eseri buldu ve fotoğraflarını çekerek belgeledi.
    Neler bulmadı ki:
    Paris Louvre Müzesi: Mağnesia'daki ünlü mermer tapınak kabartmaları, Asos'dan
    sökülen tapınak parçaları ve yüzlerce dev boyutlu mermer, bronz heykeller.
    Hitit, Urartu, Bizans, Selçuklu, Osmanlı eserleri.
    Londra British Museum: Ksantos'dan (Eşen-Antalya) Nereitler anıtı, Knidos'tan
    (Datça) 600 civarında büyük boy heykel, Mozeleum (Bodrum'daki ünlü, dünyanın 7. harikasının mermer süslemeleri ve heykelleri).
    New York Metropolitan Müzesi: Sardes'ten (Salihli) sütun ve diğer eserler,
    Bergama'dan büyük bronz heykel, Priyene, Milet ve Efes'ten heykeller, mermer
    lahitler, Kültepe'den (Kayseri) Sümer-Asur dönemi eserleri.
    Boston Müzesi: Asos eserleri
    Washngton Dumborton Oaks Müzesi: Antakya mozaikleri ve Bizans eserleri.
    Baltimore Müzesi: Antakya mozaik koleksiyonu.
    Ch icago Sanat Müzesi: Selçuklu- Osmanlı eserleri.
    Chicago Üniversitesi Şark Eserleri Enstitüsü Müzesi: Alişar eserleri.
    Los Angeles Getty Villa : Burdur- Antalya yöresinden Kremna mermer kadın
    heykelleri.Viyana Ephesus Müzesi : 50 m 'ye yakın mermer duvar frizleri Efes'ten
    giden binlerce eser.
    Berlin Alte Müzesi : Priyene, Milet'ten mermer heykeller.
    Berlin Pergamon (Bergama) Müzesi : Büyüktapınak, Milet ve Priyene'den
    tapınaklar, Zincirli'den Hitit tapınağı, Hattuşaş'dan heykeller, 33 metreye 14
    metrelik dev boyutlu Milet pazaryeri giriş duvarı ve Selçuklu dönemi camilerine
    ait eserler.
    Tübingen Üniversite Müzesi: Antakya'dan heykel ve Troya eserleri.
    Danimarka Ulusal Müzesi: Troya eserleri.
    Kopenhag David Müzesi: Selçuklu eserleri, Konya'dan türbe sandukası, Cizre
    Camii'nin ünlü tokmağı başta olmak üzere 14 ve 16. yüzyıl çini koleksiyonu.
    Daha sırada 60 bin eser var.
    Yaşar Yılmaz çalışmalarını sürdürüyor.
    Evet, 68 kuşağı yazmakla bitmeyecek bir destandır...

    Soner YALÇIN

Sayfa 1/3 123 SonSon

Gönderi Kuralları

  • Yeni konu açamazsınız
  • Konulara cevap yazamazsınız
  • Yazılara ek gönderemezsiniz
  • Yazılarınızı değiştiremezsiniz
  •