Sayfa 51/451 İlkİlk ... 41495051525361101151 ... SonSon
Arama sonucu : 3601 madde; 401 - 408 arası.

Konu: Özlü Sözler (Hayat Dersi veren)

  1. #401
    Duhul
    Mar 2006
    İkamet
    İsRANTbul / 34,5
    Gönderi
    16,810

    Esas

    Ömrün ilk yarısı ikinci yarısını beklemekle, ikinci yarısı ilkinin hasretiyle geçer.
    F.Sherman

  2. #402
    Duhul
    Apr 2005
    İkamet
    Erenköy
    Yaş
    50
    Gönderi
    3,994
    Blog Yazıları
    1

    Esas

     Alıntı Originally Posted by PARK Yazıyı Oku
    Ömrün ilk yarısı ikinci yarısını beklemekle, ikinci yarısı ilkinin hasretiyle geçer.
    F.Sherman
    Paşam bu harikaymış gerçekten.Ne kadar da doğru

  3. #403

    Esas

    Sorun düzelecekse kaygılanmaya gerek yok,
    Sorun düzelmeyecekse kaygılanmanın faydası yok...

    Ortada sorun da yoksa hiç problem yok ooh yan gel yat

  4. #404
    Duhul
    Aug 2005
    İkamet
    Ayazmana-Kasaplar Mah.
    Yaş
    17
    Gönderi
    906

    Esas Ölüm herkese bir defa gelir ama geçmez

    Mehmet nice zorluklarla büyümüş, delikanlı olmuştu. Evlenecek çağa geldiğini düşünüyordu. Lâkin evlenmek için çaldığı kapılar, hiçbir şeyi olmadığından yüzüne kapanıyordu. Allah’tan ümit kesilmez diyerek pes etmiyor, günaha girmekten korktuğu için evlenmekten de vazgeçmiyordu. Son bir ümitle köyün zengini olarak bilinen ihtiyarın yanına gitti ve içini şöyle döktü:



    - “Benim hiçbir mal varlığım da, beni himaye edip barındıracak kimse de yok. Bu güne kadar çeşitli işler yaparak Allah’ın yardımıyla geçinmeye çalıştım. Evlenme çağına geldim. Münasip biriyle evlenmek istiyorum. Fakat yoksul ve kimsesiz olduğumu öne sürerek bana kız vermiyorlar. Bir miktar borç verseniz… Sonra ben çalışır size öderim.”



    İhtiyar bu saf ve kalbi temiz delikanlıyı dinledikten sonra şöyle der.



    - “Keşke param olsaydı da sana karşılıksız verseydim evlâdım. Ben köy halkının bildiği kadar zengin değilim. Bir senelik gıda ihtiyacımı karşılayacak kadar tarlam ve ekin zamanı o tarlayı sürmekte kullandığım iki de öküzüm var. Başka da bir şeyim yok.”



    Genç Mehmet diretir:



    - “Öküzlerden birini bana verin, onu satıp parasıyla evleneyim. Ekin zamanına kadar çalışır öderim. Şayet ödeyemezsem öküzden boş kalan yere geçer, boynumda sabanla tarlayı ben sürerim.”



    İhtiyar sözlerinde apayrı bir tatlılık sezdiği delikanlıyı kıramaz ve peki deyip öküzün birini verir. Mehmet artık evlidir. Köyün hem ahlâk hem de güzellik timsali kızlarından biriyle evlenir. Hayatını mutlu ve huzurlu bir şekilde sürdürmekte, bir yandan da ihtiyara olan borcunu ödemek için var gücüyle çalışmaktadır. Ekin vakti gelmiş çatmış Mehmet bir türlü parayı denkleştirememiştir. Verdiği sözü tutmak üzere ihtiyarın yanına gider. İhtiyara:



    - “Size borcumu ödeyeceğimi aksi halde diğer öküzün yanına geçip tarlayı süreceğimi söylemiştim. Evlilik benim düşündüğüm kadar kolay değilmiş. Ekin vakti gelmesine rağmen parayı biriktiremedim. Buraya sözümü tutmak için geldim.” der. İhtiyar şaşkın bir şekilde:



    - “İyi dersin de evlâdım seni sabanda gören köylü ne der? Ben nasıl cevap veririm?” Mehmet:



    - “Siz onların söylediklerine kulak asmayın. Size çıkışan olursa siz “ona sorun” diyerek beni gösterin. Ben cevap veririm.”



    - “Peki, Sen bilirsin” der ihtiyar.



    Mehmet boynunu geçirir sabana, başlar tarlayı sürmeye. İhtiyar arkadan sabanı itmekte, öküzle beraber Mehmet de çekmekte ama yanındaki öküzle bir değildir ki Mehmet. Günler geçtikçe boynunda ve omuzlarında yaralar çıkmakta gittikçe zayıflamaktadır. O yine yaratanına devamlı şükürler etmekte: “Belâyı veren onu almaya da kadirdir bu da geçer elbet.”diye söylenmektedir.



    O sırada yoldan geçmekte olan bir atlı Mehmet’in halini görünce merakını yenemez ve ihtiyarın yanına giderek biraz da kızgın bir şekilde ona:



    - “Ayıp değil mi Bey Amca utanmıyor musun? Gencecik delikanlıya eziyet ediyorsun. Bu yaptığın insanlığa sığar mı?” diye çıkışır.



    İhtiyar sesini çıkarmaz ve “Bana bir şey söyleme” der. “Git kendisine sor.”



    Mehmet de yolcu olduğu anlaşılan bu adama günah işlemekten korktuğu için evlenmeyi düşündüğünü parası olmadığından kendisine kız verilmediğini, ihtiyardan borç olarak bir öküz alıp sattığını ve o öküz parasıyla evlendiğini, borcunu zamanında ödeyemediği için de sabana kendi isteğiyle geçtiğini anlatır. Atlı da sevmiştir Mehmet’i. Kuşağındaki keseyi çıkarıp önce ihtiyarın öküz parasını verir. Sonra ona da biraz para verip, o parayla bereketli olması hasebiyle koyun almasını tavsiye eder. O da atlının dediklerini uygular. Mehmet’in mal varlığı gittikçe artmaktadır. Ovalara sığmayan sürüleriyle, emrindeki hizmetçilerle köyün ağası oluvermiştir biranda ama o hiçbir zaman gurura kapılmıyor, nimeti vereni unutmuyordu. Zekâtını fazlasıyla dağıtıyor, köyün fakirlerini araştırıp geçim sıkıntılarını gideriyordu. Özellikle de kendi geçmişini unutmuyor, evlenecek yaşa gelip de evlenemeyenlere yardım ediyordu. İki de erkek çocuğu olmuştu. Her şey verilmişti kendisine. Servet, şöhret, sıhhat ve iki çocukla süslenen huzurlu bir aile…



    Seneler sonra yine aynı köyden geçmekte olan o atlı bu kez Mehmet’i o zenginlikle görünce kendisine:



    - “Bakıyorum da hiçbir sıkıntın kalmamış. Bundan sonra rahat bir ömür sürersin” der. Mehmet de:



    - “Şükürler olsun hiçbir sıkıntım yok ama sen yinede öyle deme. Bunları veren Allah elbette almaya da kadirdir. Buda geçer” diye cevap verir. Mehmet’in cevabı atlıyı şaşırtmıştır. Yine de sesini çıkartmadan atını dizginleyip uzaklaşır.



    Aradan fazla bir zaman geçmemişti ki büyük bir afetin ortasında kaldı. Bir yandan fırtına bir yandan fırtınayla beraber azgınlaşan seller bütün malını yutup götürmüştü. Elinde avucunda ne varsa akan sele kaptırmıştı. Geriye sadece eşeği kalmıştı. O yine devamlı dua ediyor kendi ve ailesinin canına zarar gelmediği için yaratanına şükrediyordu. Köy ağası Mehmet afetten köyün en fakiri olarak çıkmıştı. Hanımına şöyle dert yanıyordu:



    - “Hanım biz köyün en zenginiyken şimdi en fakiri olduk. Sadaka ve zekât dağıtırken muhtaç duruma düştük. Ben artık bu köyde kalamam. Uzak bir köye gidip oraya yerleşelim. Rızkımızı başka yerlerde arayalım.”



    İki çocuğunu eşeğe bindirip kendisi de hanımıyla beraber yola koyulur. Köy köy kasaba kasaba iş aramaya başlarlar. Uğradıkları köylerden birinde çoban aradıklarını ancak köyün dışındaki kulübeden başka kalacakları yerleri olmadığını söylerler. Mehmet de kabul edip işe başlar. İlk önce kulübeyi tamir edip güzelce temizler sonra da vakit kaybetmeden işe başlar. Mehmet dürüstlüğüyle ve işine olan bağlılığıyla burada da kendini köylüye sevdirir. Köylü başı her derde girdiğinde Mehmet’e koşar canı sıkıldığında Mehmet’e koşar, emanet bırakacak biri mi lâzım akla ilk gelen Mehmet’tir. Kısacası köylü her işini Mehmet’e yaptırmaya alışmıştır. O günlerde yabancı olduğu anlaşılan bir adam köye gelir. Köylüye elbisesinin yırtıldığını diktirmek için usta bir terzi aradığını söyler. Onlar da kendilerinin pek beceremediğini ancak köyün dışındaki kulübede oturan Mehmet’in hanımının iyi terzi olduğunu söylerler. Yabancı eve geldiğinde Mehmet evde yoktur Mehmet’in hanımı yabancının elbisesini güzelce diker temizler. O da teşekkür ederek oradan ayrılır, ama yolda kalbine kötülük dolar. Şeytana uyup geri döner Mehmet’in hanımına:



    - “Yolda Mehmet’e rastladım çok zor durumda sürüsüne kurtlar musallat oldu yardıma gitmeliyiz.”der. Hanım da yabancının sözüne inanır çocuklarını evde bırakıp aceleyle kocasına yardıma koşar atının terkisine binip gözden kaybolur. Mehmet döndüğünde çocuklar babalarına:



    - “Bir adam geldi. Önce elbisesini diktirip gitti sonra tekrar gelip senin sürülerine kurtların saldırdığını aceleyle annemi çağırdığını söyledi ve annemizi alıp gitti. Mehmet’in başı ellerinin arasındadır çocuklarına: “Yavrularım adam annenizi kaçırmış. Benim başıma hiçbir belâ gelmedi. Adam yalan söylemiş annenizi kandırmış.”



    Çaresiz bir şekilde köylüye mallarını tek tek teslim eder. Hepsiyle helâlleşir ve oradan ayrılır. Bu sefer de köy köy, kasaba kasaba hanımını arar, ama o bu kadar sıkıntıya rağmen yine de Allah’a şükredip ondan yardım istemekte ve derdi veren Allah dermanını da verir elbet bu da geçer” der. Böylece dolaşırlarken bir nehrin kenarına varırlar. Karşı yakasına geçeceklerdir, ama nehir azgın bir şekilde akmakta, yol vermemektedir. Mehmet ilk önce büyük oğlunu karşıya geçirir orada bırakır ve döner küçük oğluyla eşeğini alır. Nehrin ortasına varmıştır ki gözlerine inanamaz. Bir kurt oğlunu kaçırmaktadır. Telâşla büyük oğlumu kurtarayım derken küçük oğlunu da nehrin ortasında bırakır. Nehrin azgın suları oğulcağızını alıp götürür. Mehmet öylece kalakalır bir oğlunu kurda bir oğlunu da nehrin azgın sularına kaptırmıştır. Çaresiz bir şekilde dolaşmaya başlar.



    Bir umutla karısını ve çocuklarını arar durur. Böylece seneler geçer. Mehmet yaşlanmaya başladığını hisseder. Saçına sakalına aklar düşmeye başlamıştır. O geçirdiği uzun yıllar, o gezdiği şehirler, beldeler, ülkeler kendisini bir hayli yıpratmıştır. Mehmet yine de azminden bir şey kaybetmiyor, karısını ve çocuklarını bulma ümidini yitirmiyordu. Bir gün uğradığı şehirlerden birinin girişinde büyük bir kalabalık görür. Neler olduğunu anlamak için kalabalığa yaklaşır. Bu sırada bir ak güvercin gelip Mehmet’in omzuna konar. Kalabalıktan uğultular yükselmeye başlamıştır. Kendi aralarında; “Bu da kim böyle? Saçı sakalı birbirine karışmış, elbiseleri yırtık pırtık, hali perişan. Bu olmaz bir daha deneyelim” derler. Mehmet'in omzundan kuşu alıp tekrar uçururlar. Kuş döner dolaşır yine Mehmet’in omzuna konar bir daha denerler yine Mehmet’in omzunda. Meğer o günlerde ülkenin kralı ölmüş. Halk da adet olduğu üzere beyaz bir güvercin uçurur güvercin kime konarsa kral o olurmuş. Talih kuşu bu sefer Mehmet'i bulmuş.



    Mehmet ülkeye kral olmuş. Mehmet kral oldum diye hemen yan gelip yatmaz. “Mademki halk bana bu görevi verdi en iyi şekilde yapmam lâzım” der. Her gece vezirleri ve diğer devlet erkânını çağırıp toplantılar yapar. Halkın arasına karışıp dertlerini dinler ve böylece devleti âdil bir idare ile yönetmeye başlar. Halk yeni kralını çok sevmiştir. Böyle birden bire çıkıp gelen biri nasıl olur da devleti böyle güzel yönetebilir. Onun Allah tarafından gönderilen bir melek olduğuna dahi inananlar vardır.



    Mehmet gece yaptığı toplantıların birinde baş vezirini göremez. Ertesi sabah veziri çağırıp toplantıya neden katılmadığını sorar. Vezir de “Efendim benim ev biraz şehrin dışında, eşim de yalnız olduğu için geceleri onu tek başına bırakıp gelemiyorum,. Onun için sizden gece toplantılarından affımı istiyorum.”der. Mehmet izin vermez.



    - “Toplantıların faideli geçebilmesi için senin de katılman lâzım. Ne olursa olsun bu toplantılara katılacaksın. Eğer eşinin başına bir şey gelmesinden korkuyorsan evinin kapısına iki nöbetçi bırak.” der. İşte Mehmet devleti böyle idare eder. Hiçbir gevşekliğe müsamaha göstermez. Günler böyle gelip geçerken yine o atlıyla karşılaşır. Atlı kendisine: “İstediğin her şeye kavuşmuşsun. Sıkıntın kalmamış. Köyde sefil bir hayat sürerken buraya gelip kral olmuşsun.” der. Mehmet de öyle deme der. Bana önce öküzlük sonra ağalık, daha sonra çobanlık daha sonrada krallık yaptıran Allah her şeye kadirdir. Bu da geçer”



    Mehmet’in cevabı atlıyı hem şaşırtmış hem de biraz kızdırmış.



    - “Ne zaman senle karşılaşsak, ne zaman senle konuşsak mutlaka sonunda bu da geçer diyorsun. Geçmeyen bir şey var mı bana onu söyle” der. Mehmet de atlıya sorusunun cevabını 6 ay sonra vereceğini söyler. Atlı şaşkın bir şekilde söylene söylene oradan ayrılır. Vezirin kapısına bıraktığı iki nöbetçi kendi aralarında sohbete dalmışlardır. Biri diğerine başından geçenleri anlatmaya başlar.



    - “Biz iki kardeştik babam köyde çobanlık yapardı. Bir gün bir yabancı evimize gelip elbisesini diktirdikten sonra annemizi kandırarak kaçırdı. Babamla birlikte onu aramaya çıktık. Derken bir nehrin kenarında beni kurt kaptı. Tepeyi aştığımızda köylüler beni kurdun elinden kurtardı. Ondan sonra babamla kardeşime neler oldu bilmiyorum.” Bunları dinleyen diğer nöbetçi gözyaşlarına hâkim olamaz:



    - “Senin o nehir ortasında bıraktığın kardeşin benim. Babam seni kurtarmak için acele edince beni elinden kaçırdı. Nehrin sularına kapıldım. Uzun bir süre sürüklendikten sonra beni de köylüler kurtardı. Babama neler olduğunu ben de bilmiyorum. Onu bir daha görmedim.”



    İki kardeş ağlayarak birbirlerine sarılırlar. Doya doya hasret giderirler. Vezirin hanımı içerden bu nöbetçilerin konuştuklarını dinliyordu. Kendisine daha fazla tutamadı.



    - “Yavrularııııım” diyerek gözyaşlarıyla nöbetçilerin boyunlarına sarıldı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. “Siz benim yavrularımsınız. Beni kaçıran yabancı, tebdil-i kıyafetle köye gelen vezirmiş. Beni bu vezir kaçırdı.”diyordu. Nöbetçiler iki sevinci birden yaşıyordu. Hem kardeşlerini hem de annelerini bulmuşlardı. Anne, çocuklarını içeri aldı. Onların karınlarını bir güzel doyurdu. Sevdi okşadı. Yılların çektirdiği acılar yavaş yavaş diniyordu. Oğullarını bulmuştu bundan güzel bir şey mi vardı? Tam bu sırada vezir içeri girdi. Karısının nöbetçilerle yan yana oturduğunu görünce çok kızdı. Daha bir şey söylemelerine fırsat vermeden ağzına geleni söyledi.



    - “Ben size namusumu emanet adıyorum Siz neler yapıyorsunuz.” diyordu. Derhâl nöbetçilerin idamını emretti. Darağacı kuruldu. İkisi birden sehpaya çıkarıldılar. Cellât tekmeyi vurmadan önce adet olduğu üzere son istekleri soruldu. İki kardeşin hiç umutları kalmamıştı, ama yinede son isteklerini söylediler. “Kralla yüz yüze görüşmek.”



    Vezir idamın hemen gerçekleşmesini istiyordu. Önce izin vermek istemedi. Ancak yapacak bir şey yoktu. Bu onların son istekleriydi. Kral iki delikanlıyı dikkatlice dinledi. Tahtından yavaş yavaş indi. Yüreğinin derinliklerinden gelen hıçkırıklara hâkim olamıyordu. İki gencin yanına geldi. Ellerini omuzlarına koydu.



    - “Oğullarım benim ben, sizin babanızım” dedi. Onların babasıydı Mehmet. Yıllardır aradığı çocukları şimdi karşısındaydı. Artık her şey ortaya çıkmıştı. Mehmet’in karısını kaçıran vezir idam edildi. İşte şimdi istediği mutluluğu yakalamıştı. Karısı da çocukları da yanındaydı, ama bu mutluluk da uzun sürmedi. İki ay geçmemişti ki anîden rahatsızlandı. Yaşadığı hayat kendisini çok yıpratmıştı. Kısa bir süre sonrada öldü. Halk aylarca onun yasını tuttu.



    Mehmet’in ölümünden birkaç ay sonra atlı şehre döndü. Sorusunun cevabını alacaktı. Fakat daha şehrin girişinde Mehmet’in öldüğü anlaşıldı. Her yerde matem vardı. Sanki şehir de Mehmet'le birlikte ölmüştü. Mezarının başına vardı ve sitem dolu şu serzenişte bulundu.



    - “Ey öküzlük yapan Mehmet, Ey ağalık yapan Mehmet, Ey çobanlık yapan Mehmet, Ey krallık yapan Mehmet. Bu sefer sözünde durmadın. Bu da geçer bu da geçer dedin. Geçmeyen şey nedir? diye sordum cevabını vermeden gittin. Nerelerdesin?”



    Atlı böyle söylenip dururken bir ses duydu. Bu Mehmet’in sesiydi.



    - “Sorunun cevabı işte burası!.. Ölüm herkese bir defa gelir ama geçmez!”

  5. #405

    Esas

     Alıntı Originally Posted by DUVAR USTASI Yazıyı Oku
    - “Sorunun cevabı işte burası!.. Ölüm herkese bir defa gelir ama geçmez!”
    Muhteşem bir paylaşım çok etkileyici ve bir okadarda sürükleyici, çok teşekkürler

  6. #406
    Duhul
    Aug 2005
    İkamet
    Ayazmana-Kasaplar Mah.
    Yaş
    17
    Gönderi
    906

    Esas

    Peygamberimiz, babaların çocukları için yaptığı duaları "peygamber duası"na benzetirken, anne ve babası sağ iken cenneti kazanmayanlara hayret ettiğini belirtmiş.

    Sadece Cennet değil ki,

    Bu dünyayı kazanmak da onlara bağlı.

    Yani, anne ve babalarımıza.

    ….

    80'li yıllar asistanlık yıllarımdı ve bana göre en aktif dönemimdi.

    Zafer dergisine o yıllarda katılmış ve yardım için sadece parmağımı uzatayım derken, ilk önce elimi, sonra kolumu, daha sonra da bütün vücudumu kaptırmıştım. Artık fakülteden gelir gelmez kapağı dergiye atıyor ve gece yarılarına kadar mizanpaj yapıyordum. Selim Gündüzalp'le birlikte tabi. Arka planda ise, başta rahmetli hocamız Haluk Nurbaki olmak üzere, en az bizler kadar çalışan ve yaptıkları için hiçbir karşılık beklemeyen bir yazar kadrosu vardı. O zamanlar ilk gençlik çağlarının başında olan Ali Suad ve Özkan Öze, hem bütün gayretleriyle bize yardımcı olur, hem de dakikasında boşalan bardaklarımıza çay yetiştirirlerdi. Dergicilik zor işti doğrusu...

    O ayın dergisini tamamlayıp "Gerçeğe Doğru" ciltlerine geçtiğimizde, tam bir hapis hayatı başlıyordu. Bilgisaraylar o günlerde yaygın değildi. Bu yüzden de her şey elle yapılıyordu. Bazen bir ay boyunca dergiden çıkmıyorduk. Buna rağmen halimizden şikayetçi değildik. Çünkü bütün yorgunluğumuza rağmen, ruhumuzun bayram yaptığını hissediyorduk. İşimiz bittiğinde, esnaf ziyaretleri başlıyordu.

    O günlerde civa gibi bir genç tanıdık. (Bu gencin gerçek ismini vermek istemiyorum. İsterseniz ona Osman diyelim.)

    Osman, işe bir tezgahtar olarak başlamıştı. İnanılmaz derecede çalışkan bir insandı. Yaşlı babası, ona her an destek veriyor ve aşırı bir şefkat gösteriyordu. Kısa bir süre içinde, kendi işyerini açtı. Hatırladığım kadarıyla, iç giyim ve gecelik satıyordu. Dükkanı arı kovanı gibiydi. Birkaç ay sorma, ara sokaklardan çıkıp Adapazarı'nın en işlek caddesine geçti. Aynı ilgiyi görünce, bir dükkan daha açtı. Hemen arkasından, bir tane daha...

    Osman artık gerçek bir milyarderdi.

    Aradan geçen yıllar içinde, babasıyla kavga edip darıldığını ve onu gücendirdikten sonra, yüzüne bile bakmadığını duyduk. Kendisine defalarca giderek, yaptığı işin yanlış olduğunu ve babasının rızasını mutlaka alması gerektiğini tekrarladık. Ama Osman, artık büyük adamdı ve hiç kimseye tenezzül etmiyordu.

    Onu ikna etmek mümkün olmadı.

    Yaşlı adam, kavgadan sonra hastalandı.

    Ve bütün ısrarlara rağmen gururunu kıramayan ve kendisini ziyaret etmeye yanaşmayan oğlunun ismini sayıklayarak vefat etti.

    Osman'ı birkaç yıl sonra pazarda gördüm.

    Rabbim şahittir ki, küçük bir tezgah açmış domates satıyordu.

    Kaynak: Hayatın İçinden -Sevgi Öyküleri (Cüneyd Suavi)-Zafer Yay.

  7. #407
    Duhul
    Aug 2005
    İkamet
    Ayazmana-Kasaplar Mah.
    Yaş
    17
    Gönderi
    906

    Esas Ana yüreği....Anneler günü kutlu olsun




    “insan denen bir saray“


    Padişah Gökhan, ayağa kalkamayacak şekilde hastalanmıştı. Ülkenin bir çok bölgelerinden doktorlar çağrıldı. Her birisi, değişik zamanlarda onu muayene ettiler. Kimi bitkilerden ilaçlar hazırladı... Kimi tohumları kaynatarak çay gibi içirdi. Boş verin iyileşmeyi... bel bel bakar hale geldi. Yani bir kelime dahi konuşamıyordu. Bir müddet sonra, ünü bir çok ülkede duyulan Baki isimli bir doktor saraya çağrıldı... Doktor Baki, Padişah’ı ayaklarına kadar muayene etti. Sonra Padişah’ın yakınlarına :



    - Karadeniz’de kız başlı bir balık var. Bu balığı getirirseniz Padişah hazretlerinin tedavisi mümkün olabilir. Bu balığın yüreğiyle yapacağım ilaçların hastalığına çare olacağına inanıyorum.

    Padişah Gökhan’ın oğlu da içlerinde olmak üzere, yüzlerce kişi kayıklarıyla Karadeniz’de kız başlı balığı aramaya koyuldular. Aramanın üçüncü günüydü. Padişah’ın oğlu, attığı oltaya büyük bir şeyin takıldığını hissetti. Yukarıya kaldırdığı an, karşısına kız başlı balık çıktı... Heyecanlanarak bağırdı :



    - Balığı ben buldum! Babam yakında iyileşecek!



    Bu esnada bir çok kişi Padişah’a müjde vermek için saraya koşuştular. Hep bir ağızdan : “Oğlunuz, Şehzade Mahmut, kız başlı balığı buldu...Gözleriniz aydınlık içinde olsun Padişah’ım“ dediler.



    Padişah’ın oğlu kız başlı balığın ağzındaki oltanın çengelini fazla incitmeden çıkardı. Kucağına aldığı balığın ağzında kan, gözlerinde yaşlar vardı. Narin hali ve gözyaşları karşısında duygusuz kalamadı ve onu tekrar denize bıraktı. Kız başlı balığın kurtulma sevinciyle denize dalışı, unutulacak gibi değildi.



    Şehzade Mahmut’un yakaladığı balığı denize bırakmasından sonra bir çok kişi, bu kez Padişah’a kötü haberi ulaştırmak için saraya koşuştular. Hep bir ağızdan : “Oğlunuz Şehzade Mahmut, kız başlı balığı denize bıraktı... Çok üzgünüz Padişah’ım“ dediler.

    Padişah Gökhan : “Oğlumun yaptığı hareket, benim hayatıma kasdetme anlamına gelmektedir. Bu sebeple oğlum Mahmut’u, şu andan itibaren evlatlıktan reddediyorum. Ayrıca yirmi bir gün sonra da idam ettireceğim.

    Şehzade Mahmut, babası Padişah Gökhan’ın emriyle, daha kayığından karaya çıkmadan, yanına gelen muhafızlar tarafından apar topar götürülerek zindana atıldı. Şehzade Mahmut için zor günler başlamıştı.

    - Annesi Ayla Sultan, ertesi sabah oğlunu zindanın kapılarını açtırarak ziyaret etti. Elinde bir elbise sepeti ve yiyecekler vardı... Ona :



    - “Oğlum Olanları ben de duydum. Baban yirmi bir gün sonra seni idam ettirecek... Keşke bulduğun balığı denize atmasaydın? Ben gece hiç uyuyamadım. Senin için bir at ve yol azığı hazırlayacağım… Bir yolunu bulup, yarın gece yarısı, muhafızlar uykuda iken, sarayda bulunan yedek anahtarlarla kapıları açarak, senin yanına geleceğim. Sen, şu an getirdiğim elbiseleri, ben gelmeden önce giyin. Buradan çıkar çıkmaz sarayın arkasındaki Altın Çeşme’nin yanına bağlıyacağım ata bin ve bu bölgeden süratle uzaklaş... Yönün daima doğu yolunda olsun... Şehrin doğu kapısından da çıkmayı unutma... Ben, sen buradan ayrıldıktan sonra, hâlâ buradaymışsın gibi, senin gittiğini farkettirmemek için her gün zindana geleceğim... Sakın ha sakın, tanımadığın insanlarla dost olma! Adamın iyisi yemek başında belli olur... Kendini tanıtırken de, ne başına gelenlerden bahset, ne de Padişah çocuğu olduğunu söyle! Bir halk çocuğu gibi görün... Konuşmadan önce düşün! Bak tekrar ediyorum : “Adamın iyisi yemek başında belli olur“ bu sözüm aklından hiç çıkarma!“



    Oğlunu üzmemek için adeta gözyaşlarını içine akıtıyordu. Sözlerini sürdürdü : “Belki gece yarısı fırsat bulamayağız... Şimdiden vedalaşalım... Hiç üzülme ALLAH senin yanında olacak! Yolun açık olsun oğlum… Bir başka ülkede de olsan senin hayatta olman benim için bir ışık olacak! Güle güle git oğlum. “

    Ayla Sultan, zindanın kapılarını kilitleyerek oradan ayrıldı... Şehzade Mahmut, annesinin dediklerini yaptı. Hiç uyumadan hazır bir vaziyette annesini bekledi. Bir müddet sonra zindanın kapılarının birer birer açıldığını hissetti. İçerde öylesine bir sessizlik vardı ki, annesinin nefes alışı bile uzaktan hissedilebiliyordu. Zindanın kapısı açıldı... Annesi elindeki çırayla içeriye girdi... Adeta fısıltı halinde konuşarak : “Haydi oğlum, dediklerimi yap. Vakit kaybetme!“



    Ayla Sultan’ın, oğlu Şehzade Mahmut’a fısıltı halinde söylediği son sözler : “Adamın iyisi yemek başında belli olur... Bu sözümü unutma! Yolun açık olsun oğlum!“ oldu.



    Zindandan çıkmadan önce elindeki çırayı söndürdü. Sonra elindeki anahtarlarla sarayın kapılarını açarak, hiç kimseye farkettirmeden içeriye girdi.

    O annesinin hazırladığı atı, sarayın arkasındaki Altın Çeşme’nin yanından aldı. Vakit kaybetmeden ata binerek şehrin doğu kapısından çıkmak üzere yola koyuldu. Oldukça heyecanlıydı… İçi adeta titriyordu. Şehirden çıkmıştı. Doğu yolunu takip ediyordu… Bir kavşağa geldiğinde sarı atlı bir kişiyle karşılaştı. Hemen hemen kendi yaşındaydı. Atının üzerindeki örtü ve heybe işlemeliydi. Şımarık bir hali vardı… Kendisini tanıttı :



    - Adım Yusuf … Gül Şehri’nden geliyorum. İba ülkesine gitmek üzere yola koyuldum... Orada ipek ticareti yapmayı düşünüyorum. Babamı küçük yaşta kaybettim. Gül Şehri’nin zenginlerindenmiş... Ama yıllar geçtikçe varlığımızı kaybettik. Kala kala bir at, bir ipek örtü ve altın iple dokunmuş bir heybe kaldı. Bunları da annem bana verdi... Başka kardeşim de yok. Annem halı ve kilim dokuyarak geçimini sağlıyor. Bu sebeple bir kaç yıl para kazandıktan sonra annemin yanına dönmeyi düşünüyorum. Eğer kabul edersen birlikte çalışabiliriz?



    Hem yol alıyorlar hem de konuşuyorlardı. Şehzade Mahmut da kendisinden bahsetti :



    - Adım Mahmut… Saray kenti Mira’dan geliyorum. Babam hasta…Bu sebeple yola çıktım. Ülkemizdeki bazı şehirlere de uğramak zorundayım.



    Orman kenarına geldikleri zaman dinlenmeye karar verdiler... Kuş sesleri, adeta sessizliği dolduruyordu. Şehzade Mahmut annesinin hazırladığı yiyeceklerden kendi yiyeceği kadarını çıkardı. Yusuf ise, kendi heybesine hiç dokunmadan Şehzade Mahmut’un hazırladığı yiyecekleri birer ikişer yutmaya başladı. Annesi Ayla Sultan’ın : “Adamın iyisi yemek başında belli olur“ sözü aklına geldi. Yemek sonrası, ben bu kişiyle arkadaş olamam, diyerek onunla vedalaştı... Doğu yolu üzerinde, atıyla tek başına ilerliyordu. Bir müddet sonra dört yolu birleştiren bir kavşakta bir kişi göründü. Onunla selamlaştı :



    - Merhaba! Nereye gidiyorsunuz?



    Siyah atlı genç :



    - Adım Kenan… Dere Kent’ten geliyorum. Ben okuldayken evimiz yandı. Annem, babam ve küçük kardeşim yanarak öldüler. Dayım ve yengem benimle ilgilendiler. Şu an her ikisi de yaşlandı... Kendileriyle bile ilgilenemez hale geldiler. Bu sebeple bana zar zor bir at satın alıp : “Git uzaklarda para kazan, hem bizi kurtar hem de kendini…” dediler. Bu sebeple yola çıktım. İba ülkesine gidiyorum. Eğer kabul edersen birlikte çalışabiliriz?



    Hem yol alıyorlar hem de konuşuyorlardı. Şehzade Mahmut da kendisinden bahsetti :



    - Adım Mahmut… Saray kenti Mira’dan geliyorum. Babam hasta…Bu sebeple yola çıktım. Ülkemizdeki bazı şehirlere uğramak zorundayım.



    Göl kenarına geldikleri zaman dinlenmeye karar verdiler... Çevreyi mis gibi kokan ağaçlar kuşatmıştı. Kuş sesleri sessizliği dolduruyordu. Şehzade Mahmut annesinin hazırladığı yiyeceklerden kendi yiyeceği kadarını çıkardı. Kenan ise kendi heybesine hiç dokunmadan Şehzade Mahmut’un hazırladığı yiyecekleri birer ikişer yutmaya başladı. Annesi Ayla Sultan’ın : “Adamın iyisi yemek başında belli olur“ sözü aklına geldi. Yemek sonrası ben bu kişiyle arkadaş olamam, diyerek onunla da vedalaştı...



    Doğu yolu üzerinde atıyla tek başına ilerliyordu. Bir müddet sonra, ilerde dört yolu birleştiren bir başka kavşakta da bir kişi göründü. Onunla selamlaştı :



    - Merhaba! Nereye gidiyorsunuz?



    Beyaz atlı genç :



    - Adım Koray… İba ülkesine gidiyorum. Çevremde fakir insanlar çok. Para kazanıp onlarla ilgilenmeyi düşünüyorum. Eğer uygun görürsen birlikte çalışabiliriz?



    Hem yol alıyorlar hem de konuşuyorlardı. Şehzade Mahmut da kendisinden bahsetti :



    - Adım Mahmut… Saray kenti Mira’dan geliyorum. Babam hasta…Bu sebeple yola çıktım.



    Ülke çıkışına yakın bir yerde bulunan nehir kenarına geldikleri zaman dinlenmeye karar verdiler... Çevreyi, mis gibi kokan ağaçlar ve çiçekler kuşatmıştı. Kuş sesleri sessizliği dolduruyordu. Şehzade Mahmut annesinin hazırladığı yiyeceklerden kendi yiyeceği kadarını çıkardı. Koray ise kendi heybesinden çıkardığı yiyeceklerle sofrayı donattı. Şehzade Mahmut’un hazırladığı yiyeceklere hiç dokunmadan Şehzade Mahmut’a kendi yiyeceklerinden yedirmeye çalışıyordu. Yemek yerken hiç acele etmiyor... Lokmasını çiğnerken dahi ağzını kapıyordu. Annesi Ayla Sultan’ın : “Adamın iyisi yemek başında belli olur“ sözü aklına geldi. Yemek sonrası, “benim aradığım, annemin de tarif ettiği kişi bu“ diyerek onunla arkadaş olmaya karar verdi. Bu fikrini de Koray’a bildirdi.



    Koray :



    - Madem ki birlikte çalışacağız, İba ülkesinden ayrıldığımız zaman, birlikte ne elde ettiysek, ne kazandıysak yarı yarıya paylaşacağız! Kabul ediyor musun?



    Şehzade Mahmut, Koray’ın bu fikrini beğenmişti. Ve ona kabul ettiğini söyledi. Birbirleriyle iyice dost oldular. Ve çok geçmeden İba’ya girdiler.

    İba Ülkesi bir krallıktı. Başkent Almana’da kendilerine bir odalı ev tuttular. Odayı bir perdeyle tam ortasından ikiye böldüler. Evin dışındaki bir odaya da atlarını bağladılar.



    İş bulmak da zor olmadı onlar için. Çok geçmeden çil çil altınlara sahip oldular.



    Bir pazar günü gezmek için gittikleri Almana Park’ında Şehzade Mahmut güzel bir kızla göz göze geldi. Beline kadar inen sarı saçları ve mavi gözleriyle dikkatini çekti. Kız ona gülümsedi. Koray da bunu görmesine rağmen, bu konu hakkında birbirlerine tek bir söz dahi etmediler.

    Bir hafta sonra yine aynı parkta Şehzade Mahmut aynı kızla göz göze geldi. Kız ona yine gülümsedi. Sonra koşar adımlarla oradan uzaklaştı... Koray da olanları görmesine rağmen bu konu hakkında birbirlerine tek bir söz dahi etmediler.



    Ertesi pazar yine aynı parktaydılar. Şehzade Mahmut kıza iyice aşık olmuştu. Arkadaşı Koray’a da duyduğu hisleri anlattı. Çok geçmeden Şehzade Mahmut aynı kızla tekrar göz göze geldi. Kız ona yine gülümsedi. Sonra koşar adımlarla oradan uzaklaşırken Koray ve Şehzade Mahmut onu takip ettiler. Onlar da koşar adımlarla kızın girdiği binaya kadar geldiler. Sonra binanın, kralın şatosu, kızın da kralın kızı olduğunu öğrendiler.

    Gönül kral mı tanır hiç? Şehzade Mahmut ve Koray hafta arası bir akşam üstü Kral’dan kız istemeye gittiler. Kral Mar onları çok iyi bir şekilde karşıladı. Her şey konuşuldu, anlatıldı. Sofralar kuruldu. Yediler... içtiler. Kral Mar :
    - Her şey iyi ve güzel… Ama kızım Prenses Romi kimle evlendiyse, karı koca olmadan evlendiği kişi, sabaha ölü bulundu… Eğer bu haliyle kızımı kabul ederseniz, memnuniyetle Mahmut Bey’e veriyorum… Zannedersem kızım da bu kararımdan mutluluk duyacaktır.



    Şehzade Mahmut ve Koray uzun uzun düşündüler... Ve Kabul ettiler. Şehzade Mahmut ve Prenses Romi’nin düğünü kırk gün sürdü. Kral Mar, Şehzade Mahmut ve Koray’a bir çok hediyelerle beraber birer altın saplı kılıç hediye etti. Kral Mar şatoda kalabilecekleri bir yer göstermesine de rağmen onlar gelini tek odalı evlerine götürmeye karar verdiler. Kral Mar’ın adamları Şehzade Mahmut ve Prenses Romi ve arkadaşı Koray için evlerinde altından karyola, kuştüyü yatak ve yorgan hazırladılar. Şehzade Mahmut ve eşi perde arkasında yatarken Koray da odanın diğer bölümünde yatmak üzereydiler. Gaz lambaları söndürülmüştü. Pencereden gelen ay ışığı her iki bölümü de aydınlatıyordu. Çok geçmeden Koray bir hışırtı duydu. Şehzade Mahmut zor durumdaydı. Hemen kılıcıyla içeriye girdi. Prenses Romi’nin ağzından çıkan ve Şehzade Mahmut’a uzanmakta olan bir yılanın başını bir hamleyle kopardı. Gövdesini de Prenses Romi’nin ağzından eliyle çekerek çıkardı. Prenses Romi baygın haldeydi. Koray onun burnundan nefes aldığını hissetti. Şehzade Mahmut tir tir titriyordu. İkisi birden Prenses Romi’yi soğuk suyla ayılttılar. Prenses Romi’nin hiç bir şeyden haberi yoktu. Sonra dünyasını alt üst eden yılanın kopuk başını ve çırpınan gövdesini gördü.



    Ertesi sabah Kral Mar’ı, Şehzade Mahmut, Prenses Romi ve Koray bir torbaya koydukları yılanla ziyarete gittiler. Olup bitenleri anlattıktan sonra yılanın ölüsünü gösterdiler. Kral Mar ve eşi Kraliçe Sara mutluluktan gözyaşlarını tutamadılar. Israrla onları başka bir şatoya yerleştirdiler. Hepsi mutluydular. Dünyaları değişmişti...

    Beş yıl sonra Şehzade Mahmut, Prenses Romi ve Koray, ülkelerine dönmek üzere, İba ülkesinden ayrılmaya karar verdiler. Kral Mar ve eşi Kraliçe Sara, kızları Prenses Romi ve damatları Şehzade Mahmut’un mutlulukları sebebiyle, geri dönüş kararlarına saygı gösterdiler. Yol için yiyecekler, içecekler konuldu. Vedalaşma sofrası kuruldu. Yediler... içtiler. Sonra dört atla yola koyuldular. Atın birinde Altın ve gümüş malzemeler ve bir çok hediyeler vardı. Ülkenin çıkışına kadar uğurlamak için, onlarla gittiler. Ayrılma esnasında Şehzade Mahmut, Prenses Romi ve Koray’la birlikte Kral Mar ve eşi Kraliçe Sara hüngür hüngür ağlıyorlardı. Şehzade Mahmut, Prenses Romi ve Koray gözden kayboluncaya kadar, Kral Mar ve eşi Kraliçe Sara arkalarından mendil salladılar.

    Bir müddet sonra, dört yolu birleştiren ve Koray’la ilk karşılaştıkları kavşağa gelmişlerdi. Koray :



    - Sevgili arkadaşım seninle beş yıl once burada karşılaşmıştık… Ülke çıkışına yakın bir yerde bulunan nehir kenarına geldiğimiz zaman da birbirimize söz vermiştik : “Ne kazanırsak yarı yarıya paylaşacağız” demiştik. Şimdi ayrılma ve paylaşma zamanı geldi.



    Şehzade Mahmut, önce Koray’ı kucakladı. Ona :



    - Sen iyi bir dost ve eşi bulunmayan bir arkadaşsın… Elbette paylaşacağız.



    Şehzade Mahmut, iki atı, arkadaşına verdikten sonra eşit bir şekilde, birlikte kazandıklarını ve hediyeleri paylaştırdı. Eşyaları yükledikten sonra Prenses Sara’yı ata bindirmek üzereyken Koray :



    - Sevgili Mahmut, her şey yarı yarıya demiştik. Tek bir şey kaldı!



    Şehzade Mahmut :



    - Söyle onu da paylaşalım ?



    Koray :



    - Prenses Sara…



    Şehzade Mahmut :



    - Nasıl olur ? Onu paylaşmaya kalkışırsak o ölür…



    Koray :



    - Ben onu bunu bilmem… Verdiğin sözde dur! Ne demiştik? “Her şey yarı yarıya…”



    Prenses Sara :



    - Sevgilim, sen ve ben hayatımızı Koray’a borçluyuz. Bunu sen de, ben de, kabul etmeliyiz. Ben senin mutluluğun için ölümü göze alıyorum. Bırak arkadaşın dilediğini yapsın !



    Şehzade Mahmut :



    - Pekiyi kardeşim o halde çek kılıcını !



    Koray attan inen Prenses Sara’nın karşısına geçti. Kral Mar’ın kendisine hediye ettiği ve yılanın başını da koparan keskin kılıcını çekti. Öğleye doğru yaz güneşiyle pırıl pırıl parlayan kılıcını eliyle sağa sola hareket ettirdi. Hırlayarak bütün kuvvetiyle kılıcını yukarıya kaldırdı Prenses Sara’nın başına doğru vuruyormuş gibi yaptı. Prenses Sara, korkudan midesindekilerini boşalttı. Ağzından yılan yumurtaları ve yavruları da tümüyle çıkmıştı.



    Koray :



    - Sevgili Sara, düşmanlarından böylece kurtuldun. Beş yıldır çocuk sahibi olmamanıza da bunlar sebep oluyordu. Senin kocan da bir Şehzade’dir. O hepimizden bunu gizledi. Onun pırıl pırıl kalbi var... Çok merhametlidir. Hayat boyu her ikinize de mutluluk diliyorum. Padişah olan babası da tedavi oldu. Annesi, dört gözle onu bekliyor. Benim ne paraya, ne altına, ne de atlara ihtiyacım var… İkiniz dört atla güle güle gidin. Yolunuz açık olsun. Her iyiliğin, her güzelliğin bir karşılığı var. Beni ziyarete gelirseniz Karadeniz’deyim.



    Şehzade Mahmut :



    - O halde sen… benim denize bıraktığım kız başlı balıksın?…



    Koray :



    - Evet sevgili Şehzade’m… Ben oyum! Yani senin acıyarak denize bıraktığın kız başlı balığım...



    Koray bu sözlerden sonra gözden kaybolmuştu. Şehzade Mahmut ve Prenses Sara oldukça heyecanlanmışlardı. mutluluk gözyaşlarıyla birbirlerine sarıldılar... Sonra dört atla Saray kenti Mira’ya gitmek üzere tekrar yola koyuldular.

  8. #408
    Duhul
    Apr 2007
    İkamet
    Türkiye
    Yaş
    17
    Gönderi
    568
    Blog Yazıları
    3

    Esas

    Çaresiz kaldığım zamanlarda gider, bir taş ustası bulur, onu seyrederim. Adam belki yüz kere vurur taşa. Ama değil kırmak, küçücük bir çatlak bile oluşturamaz. Sonra birden, yüz birincide taş ikiye ayrılıverir. İşte o zaman anlarım ki; taşı ikiye bölen o son vuruş değil, ondan öncekilerdir.

    Jacob Riis

Sayfa 51/451 İlkİlk ... 41495051525361101151 ... SonSon

Gönderi Kuralları

  • Yeni konu açamazsınız
  • Konulara cevap yazamazsınız
  • Yazılara ek gönderemezsiniz
  • Yazılarınızı değiştiremezsiniz
  •