Sayfa 11/22 İlkİlk ... 91011121321 ... SonSon
Arama sonucu : 174 madde; 81 - 88 arası.

Konu: Bu Dünyadan Nazım Geçti...

  1. Esas


  2. #82

    Esas

    NÂZIM'A BİR GÜZ ÇELENGİ

    Neden öldün Nâzım? Senin türkülerinden yoksun ne yapacağız
    şimdi
    Senin bizi karşılarkenki gülümseyişin gibi bir pınar bulabilecek
    miyiz bir daha?
    Senin gururundan, sert sevecenliğinden yoksun ne yapacağız?
    Bakışın gibi bir bakışı nereden bulmalı, ateşle suyun birleştiği
    Gerçeğe çağıran, acıyla ve gözüpek bir sevinçle dolu?
    Kardeşim benim, nice yeni duygular, düşünceler kazandırdın
    bana
    Denizden esen acı rüzgâr katsaydı önüne onları
    Bulutlar gibi yaprak gibi uçarlar
    Düşerlerdi orada, uzakta,
    Yaşarken kendine seçtiğin
    Ve ölüm sonrasında seni kucaklayan toprağa

    Sana Şili'nin kış krizantemlerinden bir demet sunuyorum
    Ve soğuk ay ışığını güney denizleri üstünde parıldayan
    Halkların kavgasını ve kavgamı benim
    Ve boğuk uğultusunu acılı davulların, kendi yurdundan...

    Kardeşim benim, adanmış asker, dünyada nasıl da yalnızım
    sensiz
    Senin çiçek açmış bir kiraz ağacına benzeyen yüzünden
    yoksun
    Dostluğumuzdan, bana ekmek olan,
    Rahmet gibi susuzluğumu gideren ve kanıma güç katan.

    Zindanlardan kopup geldiğinde karşılaşmıştık seninle
    Kuyu gibi kapkara zindanlardan
    Canavarlıkların, zorbalıkların, acıların kuyuları
    Ellerinde izi vardı eziyetlerin
    Hınç oklarını aradım gözlerinde
    Oysa sen parıldayan bir yürekle geldin
    Yaralar ve ışıklar içinde

    Şimdi ben ne yapayım? Nasıl tanımlar
    Senin her yerden derlediğin çiçekler olmaksızın bu dünya.
    Nasıl dövüşülür senden örnek almaksızın,
    Senin halksal bilgeliğinden ve yüce şair onurundan yoksun?
    Teşekkürler, böyle olduğun için! Teşekkürler o ateş için
    Türkülerinle tutuşturduğun, sonsuzca.



    Pablo NERUDA

    Çeviren : Ataol BEHRAMOĞLU

  3. #83
    Duhul
    Oct 2004
    İkamet
    Onuncu Köy
    Yaş
    74
    Gönderi
    7,869
    Blog Yazıları
    57

    Esas

    Nazım ilk gençlik, delikanlılık yıllarında, Moda'da yaşarken, semtin güzel kızlarından birine tutuluyor. Kız öylesine güzel ki, bütün Moda gençleri, platonik etkilenme alanındalar bu güzel kızın. Daha sonraları bir diplomatla evleniyor ve semtten ayrılıyor bu moda güzeli.

    Moda'da o dönem, bir kaynak suyu var. Bir gün bu güzel kız, gidiyor o pınardan eğilip su içiyor ve hemen peşinden Nazım da gidiyor, o pınarın suyundan içiyor ve şu şiiri yazıyor:

    Suları soğuk pınar
    suları soğuk pınar
    ateşten dudaklarını göğsüne koydu da yar
    sen neden ısınmadın
    sen neden ısınmadın

  4. #84

    Esas

    Kuvayı milliye destanı...

    http://www.addmanisa.org/nazim.htm

    26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR
    İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR


    ve

    İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E
    BAKAN NEFER



    Saat 2.30.

    Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
    ne ağaç, ne kuş sesi,
    ne toprak kokusu vardır.
    Gündüz güneşin,
    gece yıldızların altında kayalardır.
    Ve şimdi gece olduğu için
    ve dünya karanlıkta daha bizim,
    daha yakın,
    daha küçük kaldığı için
    ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
    evimize, aşkımıza ve kendimize dair
    sesler geldiği için
    kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
    okşayarak gülümseyen bıyığını
    seyrediyordu Kocatepe'den
    dünyanın en yıldızlı karanlığını.
    Düşman üç saatlik yerdedir
    ve Hıdırlık-tepesi olmasa
    Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
    Küzeydoğuda Güzelim-dağları
    ve dağlarda tek
    tek
    ateşler yanıyor.
    Ovada Akarçay bir pırıltı halinde
    ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
    şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var :
    Akarçay belki bir akar su,
    belki bir ırmak,
    belki küçücük bir nehirdir.
    Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip
    ve kılçıksız yılan balıklarıyla
    Yedişehitler kayasının gölgesine girip
    çıkar.
    Ve kocaman çiçekleri eflâtun
    kırmızı
    beyaz
    ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
    haşhaşların arasından akar.
    Ve Afyon önünde
    Altıgözler Köprüsü'nün altından
    gündoğuya dönerek
    ve Konya tren hattına rastlayıp yolda
    Büyükçobanlar Köyü'nü solda
    ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp
    gider.

    Düşündü birdenbire kayalardaki adam
    kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
    Kim bilir onlar ne kadar büyük,
    ne kadar uzundular?
    Birçoğunun adını bilmiyordu,
    yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel
    Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da
    geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.

    Dağlarda tek
    tek
    ateşler yanıyordu.
    Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
    şayak kalpaklı adam
    nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
    güzel, rahat günlere inanıyordu
    ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
    birdenbire beş adım sağında onu gördü.
    Paşalar onun arkasındaydılar.
    O, saatı sordu.
    Paşalar : «Üç,» dediler.
    Sarışın bir kurda benziyordu.
    Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
    Yürüdü uçurumun başına kadar,
    eğildi, durdu.
    Bıraksalar
    ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
    ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
    Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.

    Saat 3.30.

    Halimur - Ayvalı hattı üzerinde
    manga mevziindedir.

    İzmirli Ali Onbaşı
    (kendisi tornacıdır)
    karanlıkta gözyordamıyla
    sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi
    baktı manga efradına birer birer :
    Sağda birinci nefer
    sarışındı.
    İkinci esmer.
    Üçüncü kekemeydi
    fakat bölükte
    yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.
    Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
    Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
    tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.
    Altıncı,
    inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
    memlekette toprağını ve tek öküzünü
    ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için
    kardeşleri onu mahkemeye verdiler
    ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
    ona «Deli Erzurumlu» derdiler.
    Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı.
    Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı
    ve gözünü kırpmadan
    daha bir hayli yara alabilir,
    yine de dimdik ayakta kalabilir.
    Sekizinci,
    İbrahim,
    korkmıyacaktı bu kadar
    bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
    birbirine böyle vurmasalar.
    Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki :
    tavşan korktuğu için kaçmaz
    kaçtığı için korkar.

    Saat 4.

    Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.
    On ikinci Piyade Fırkası.
    Gözler karanlıkta, uzakta.
    Eller yakında, makanizmalar üzerinde.
    Herkes yerli yerinde.
    Tabur imamı
    mevzideki biricik silâhsız adam :
    ölülerin adamı,
    kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
    durdu boyun büküp
    el kavuşturup
    sabah namazına.
    İçi rahattır.
    Cennet, ebedî bir istirahattır.
    Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
    meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
    Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.

    Saat 4.45.

    Sandıklı civarı.
    Köyler.
    Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
    çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
    Çukurova beygiri
    kuyruğunu karanlığa vuruyordu :
    dizkapaklarında kan,
    kantarmasında köpük...
    İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,
    atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
    Geride, köylerde bir horoz öttü.
    Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
    ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
    Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
    bir başka horoz vardır :
    baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
    Düşmanlar herhal onu çoktan kesip
    çorbasını yapmışlardır...

    Saat beşe on var.

    Kırk dakka sonra şafak
    sökecek.
    «Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
    Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde,
    On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti
    ve onların genci, uzunu,
    Darülmuallimin mezunu
    Nurettin Eşfak,
    mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak
    konuşuyor :
    -Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var,
    bilmem ki, nasıl anlatsam,
    Âkif, inanmış adam,
    fakat onun, ben,
    inandıklarının hepsine inanmıyorum.
    Meselâ, bakın :
    «Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.»
    Hayır,
    gelecek günler için
    gökten âyet inmedi bize.
    Onu biz, kendimiz
    vaadettik kendimize.
    Bir şarkı istiyorum
    zaferden sonrasına dair.
    «Kim bilir belki yarın...»

    Saat beşe beş var.

    Dağlar aydınlanıyor.
    Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
    Gün ağardı ağaracak.
    Kokusu tütmeğe başladı :
    Anadolu toprağı uyanıyor.
    Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
    ve pırıltılar görüp
    ve çok uzak
    çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
    bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
    ön safta, en ön sırada,
    şahlanıp ölesi geliyordu insanın.

    Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın
    yaşı yirmi birdi.
    Kumral başını gökyüzüne çevirdi,
    kalktı ayağa.
    Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
    Şimdi bir hamlede o kadar büyük,
    öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
    bütün ömrünü ve hâtırasını
    ve yedi buçukluk bataryasını
    ağlanacak kadar küçük buluyordu.

    Yüzbaşı sordu :
    - Saat kaç?
    - Beş.
    - Yarım saat sonra demek...

    98956 tüfek
    ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
    yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
    bütün âletleriyle
    ve vatan uğrunda,
    yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
    Birinci ve İkinci ordular
    baskına hazırdılar.

    Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
    beygirinin yanında duran
    sarkık, siyah bıyıklı süvari
    kısa çizmeleriyle atladı atına.
    Nurettin Eşfak
    baktı saatına :
    - Beş otuz...
    Ve başladı topçu ateşiyle
    ve fecirle birlikte büyük taarruz...

    Sonra.
    Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
    Bunlar :
    Karahisar güneyinde 50
    ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.

    Sonra.
    Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
    Aslıhanlar civarında
    30 Ağustosa kadar.

    Sonra.
    Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
    Esirler arasında General Trikopis :
    Alaturka sopa yemiş bir temiz
    ve sırmaları kopuk frenk uşağı...

    Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı.
    Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,»
    Nurettin dedi ki : «Seni biz değil,
    buraya gönderenler öldürdü seni...»

    Sonra.
    Sonra, 31 Ağustos günü
    ordularımız İzmir'e doğru yürürken
    serseri bir kurşunla vurulan
    Deli Erzurumluydu.
    Devrildi.
    Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
    Baktı yukarı,
    baktı karşıya.
    Gözler hayretle yandılar :
    önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
    her seferkinden kocamandılar.
    Ve bu postallar daha bir hayli zaman
    üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
    seyredip güneşli gökyüzünü
    ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
    Sonra...
    Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
    ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
    yüzlerini toprağa döndüler...

    Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
    Kan içindeydi yüzü gözü.
    Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
    Kaçanı kovalamıyordu yalnız
    ulaşmak da istiyordu bir yerlere
    ve sadece kahretmiyor
    yaratıyordu da.
    Ve kılıçların,
    nalların,
    ellerin
    ve gözlerin pırıltısı
    ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
    Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
    ve şu türküyü duydu :
    «Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
    Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
    bu memleket bizim.

    Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
    ve ipek bir halıya benziyen toprak,
    bu cehennem, bu cennet bizim.

    Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
    yok edin insanın insana kulluğunu,
    bu dâvet bizim...

    Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
    ve bir orman gibi kardeşçesine,
    bu hasret bizim...»>

    Sonra.
    Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik
    ve Kayserili bir nefer
    yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
    öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
    Güneyden Kuzeye,
    Doğudan Batıya,
    Türk halkıyla beraber
    seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.

    Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
    Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
    Türk halkı bağışlasın bizi,
    onlar ki toprakta karınca,
    suda balık,
    havada kuş kadar
    çokturlar;
    korkak,
    cesur,
    câhil,
    hakîm
    ve çocukturlar
    ve kahreden
    yaratan ki onlardır,
    kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...


    Nazım Hikmet

  5. #85

    Esas

    Nazım Hikmet Vakfı sanat galerisi açılıyor

    Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı, Taksim-Sıraselviler’deki merkezinin bir bölümünü, sanata ve sanatseverlere hizmet vermek amacıyla sanat galerisine dönüştürdü.
    Galeride, 2 Kasım Perşembe günü açılacak olan ilk sergi “Doruktaki Çağdaşlar II” adını taşıyor. Aralarında Alaeddin Aksoy, Mustafa Ata, Özdemir Altan, İbrahim Balaban, Adnan Çoker, Burhan Doğançay, Turan Erol, Mehmet Güleryüz, Ergin İnan, Komet, Güngör Taner, Ömer Uluç gibi ünlü ressamların yer aldığı sergi 25 Kasım’a kadar sürecek.
    Tevfik İhtiyar tarafından yönetilen galeride, çağdaş Türk resminin özgün isimlerine yer verilmesinin yanı sıra vakfın ruhuna ve amacına uygun olarak genç yeteneklere yönelik resim yarışmalarının ve çağdaş Türk resim müzayedelerinin yapılması düşünülüyor.(ANKA)

  6. #86

    Esas

    nazım hikmet hayranlarının goruslerini degistirmeye calısmak gibi bir niyetim yok..ama bazılarımıza fikir verebilir..
    7 yıl once kaleme alınmış bir yazı..umarım imzaya tkılmaz kimse ve herkes objektif olur..
    saygılar...

    NAZIM HİKMET ÜZERİNE, GECİKMİŞ BAZI GÖRÜŞLER

    Nazım Hikmet’in ülkemizin aydın geçinen kesimi , medya ve sanat çevrelerinden aldığı ölçüsüz methiyeler, sevgi ve saygı beni son yirmi, yirmibeş senedir rahatsız etmekte idi.

    Bu rahatsızlığım son yıllarda daha da arttı. Nazım yalakalığına ona ideolojik karşı olanlar da başladılar. Bu kişiler (başta Türkeş olmak üzere diğer sol karşıtı kesimler), Nazım’a övgüler düzerek entellektüel çevrelerde statü kazanma hevesine düştüler. Artık sağ çevreler Nazım’dan şiirler okuyarak medyada takdir görme yarışına girdi.

    Türk medyasında , sanat dünyasında Nazım büyük bir kahraman ve tabu. Her vesileyle kutlamalar, törenler , lehte yazılar, TV programları v.s. Derken, Sayın Cumhurbaşkanımız da modaya uydu: AGIT Konferansında Nazım’dan bir beyit okudu.

    Milenyumu karşılayan Hürriyet gazetesi 31 Aralık 1999 nüshasının baş sayfasını, Nazım’ın basit bir ideolojik şiirine ayırdı. Tüm bunlar yetmedi sevgili dostum Kültür Bakanı İstemihan Talay, '2002 yılının Nazım’ın yüzüncü doğum günü olarak UNESCO tarafından tüm dünyada kutlanması' teklifi ile ortaya çıktı.

    Neyse, kim bu Nazım Hikmet? Kendisi , ülkesi , insanlık , çevre , tabiat , sanat v.s için neler yapmış?

    Nazım Hikmet, zengin bir ailenin kültürlü çocuğu. O sıralar birçok iyi halli aile çocuğunun başına geldiği gibi sosyalizme bağlanmış. Marks’in dediği gibi 'sosyalizme, zincirlerinden başka kaybedecek birşeyleri kalmıyan işçi sınıfı' öncülük etmedi!. Rahat yaşayan aile çocukları biraz sosyalizmin humanist ve romantik havası birazda yaşadıkları göreceli rahat hayatın verdiği kompleks yüzünden takıldılar.

    1920’lerde Nazım Hikmet, sosyalist bir şair. İnsanlığın sosyalizm sayesinde bütün kötülüklerden kurtulacağına samimi olarak inanıyor.

    Bu inancını mertçe ifade ediyor. Bu yüzden hapislerde yatıyor. Uğruna fedakarlık yaptığı işçi sınıfını ancak hapiste tanıyor.

    1936 önemli bir tarih ; basit bir beceriksizlik , kötü talih v.s. Bahriyeyi isyana kışkırtıyor diye Nazım Hikmet (haksız bir şekilde!) çok uzun bir hapis cezasına çarptırılıyor.

    İşin garipliğine bakın ki, 1930 dan beri Türkiye büyük ölçüde Stalin Rusyasının etkisi altında. CHP, totaliter idaresine ideal örnek olarak SSCB Komünist partisini alıyor. Ankara, Rus müşavirlerle kaynıyor. İlk beş yıllık plan, Ruslar tarafından yapılıyor. Cumhuriyetin ilk sanayi tesisleri, modası geçmiş Rus teknolojisi ve yardımı ile kuruluyor. Özel sektör ezilerek devletleştiriliyor.

    Taksim anıtında, Atatürk’ün arkasında, iki Sovyet mareşalı boy gösteriyor. Tüm bunlar yetmiyor CHP zaten ezdiği sanat ve kültür hayatını tamamen kontrol altına almak için halk evlerini kuruyor. Köylüleri de ne olur ne olmaz tam kontrol altına almak için köy enstitüleri açılıyor.

    Bu ahval ve şerait altında sosyalist bir şairin ağır hapse mahkum olması tam bir komedi. Nazım Hikmet özlediği , uğruna çok şey verdiği rejimin zaten Ankara’da iktidar olduğunun farkında değil. Meseleyi zamanın Ankara Valisi Tandoğan özetliyor:

    “Size ne oluyor? Memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz.”

    Derken 14 Mayıs 1950 seçimlerinde DP, (aslında Türk Milleti) tüm baskılara, engellemelere rağmen iktidara geliyor. Ve, çıkarılan büyük af sayesinde, Nazım Hikmet hapisten çıkıyor.

    İşte bir garabet daha; bugün Nazım Hikmet hayranları, İnönü’nün totaliter idaresini methede, methede bitiremiyorlar. O idare altında Nazım Hikmet’in zindanda olduğunu, es geçiyorlar. Nazım’ı hapisten çıkaran DP iktidarına ise, küçük beyinleriyle, her türlü kötülemeyi yapmayı görev biliyorlar.

    Nazım Hikmet rahat değil. Yaşı geçkin olmasına rağmen, (yapmadığı için) askere alınmaktan korkuyor. Genç arkadaşı Refik Erduran (bugün benim yakın dostumdur), sürat motoruyla Nazım Hikmet’i, Karadeniz çıkışında bir Romen şilebine bindiriyor. Önce Romanya , sonra ver elini Moskova. İyi bir karşılama. Yıl bin dokuz yüz elli bir.

    İşte bundan sonrası beni çok rahatsız ediyor; 1951’de Nazım Moskova’ya varıyor. O yıllarda Moskova’da üç, beş gün kalan vasat zekalı bir insan bile sosyalist totaliter rejimin insanlık haysiyetini ayaklar altına alan, Dünya tarihinin gördüğü en iğrenç yönetim tarzı olduğunu anlardı.

    Moskova’da tarihin en büyük katili olan Stalin, hâşa tanrı gibi ve SSCB’de Sanat demek, Stalin’e ve onun iğrençliklerine yağ çekmekten başka birşey değil. (Hitler’le Stalin’i karşılaştırırsanız, Hitler nisbeten hafif kalır!)

    Bu ortamda Nazım ne yapıyor ? Beş, on gün, bir, iki ay içinde fırsatını bulup SSCB dışına mı gidiyor? Fransa’ya (büyük bir sosyalist partisi ve solcu büyük bir sanat çevresi var) veya İngiltere’ye, olmadı İtalya’ya iltica talebinde mi bulunuyor?

    Hayır! Nazım’a Moskova’da bir yazlık , bir kışlık , sekreter ve maaş veriliyor. 1951-63 arası ölene kadar insanlık tarihinin en iğrenç en aşağılık, en zararlı rejimine bile , bile propogandistlik yapıyor.

    Bu arada, zorla sosyalist yapılan Doğu Avrupa ülkelerinde, halkların çeşitli kalkışmaları var, bunlar vahşi şekilde eziliyor. Nazım’da çıt yok. En çarpıcısı, 1956 Macaristan olayları; zavallı Macarlar, istedikleri biraz hürriyeti çok ağır ödüyorlar. Nazım gene sosyalizmin resmi propogandistliğine devam ediyor.

    Latin Amerika, Avrupa, Asya ülkelerini dolaşıyor. Oralarda sol çevrelere, büyük Türk şairi olarak takdim ediliyor. Ve O görevini, KGB gözetimi altında, tam bir itaat ve sadakatla sürdürüyor.

    Bu süre içinde, Zekeriya ve Sabiha Sertel'ler Moskova’ya gidiyor. Oradaki atmosfere dayanamayarak kısa sürede ayrılıyorlar. Viyana’ya yerleşiyorlar.

    Kore harbinde BM emrinde komünistlere karşı savaşan Türk askerine hakaret eden şiirleri kaleme alıyor. 1950-60 arası Türkiye çok başarılı işler yapmasına rağmen Nazım devamlı Türkiye’yi, Türk demokrasisini aşağılıyor.

    Bana göre, Nazım zayıf karakterli bir zavallı. Ancak, ülkemiz fikir hayatını uzun süredir zehirleyen ve hâlâ da buna devam eden çok zararlı bir zavallı. Bir bakıma, ben bu yazıyı yazarak Nazım’a gereksiz iltifat etmiş oluyorum. Bu yazının amacı, aydınlarımızın Nazım’ı analitik sorgulamalarına teşvik etmek.

    Düştüğümüz komik durumlara bakın! Sosyalizm yirminci yüzyılın en büyük belâsı, insanlık büyük bedel ödemiş. Türkiye, bedel ödemeye devam ediyor.

    Bu gün ülkemizdeki, devletçi , bürokratik , anti-demokratik yapı 1930’lara dayanıyor. Ve bu yapının harcında devletçi-sosyalizm var. Türk halkının fakirliği , kalitesiz mutsuz bir hayata mahkum olmasında en büyük etken sosyalist-devletçi felsefe ve bunun 1930’lardan beri, lök gibi oturan yapısı.

    1989’da sosyalizm çökmüştü (zaten, için için çökmüştü) ve 1989’da yıkıldı. Biz ise, Dünya tarihinin en zararlı totaliter rejimine, kendi rahatı ve menfaati için propagandistlik yapmış birini UNESCO ya tavsiye ediyoruz. Sormazlar mı, kimdir, ne yapmış bu adam?

    Hürriyet gazetesi iki bin yılını karşılarken böyle birinin şiirini kapağına koyuyor. Ne diyor bu şiirde Nazım ?
    “Bana yeter
    Yirminci asırda olduğum safta olmak,
    Bizim tarafta olmak
    Ve döğüşmek yeni bir âlem için...”

    Nazımın, ideolojik olmayan bazı güzel hasret, aşk şiirleri var. Ben, şiirden şöyle böyle anlarım. Ancak Nazım, şiiri sosyalist ideolojisi için hayasızca kullanmış ve şiire büyük saygısızlık yapmıştır.

    Değerli dostlarım, Nazım’ı iyice inceleyin.

    Türk toplumu, Nazım’dan daha karakterli, daha namuslu, daha başarılı birçok şair, sanatçı yetiştirmiştir. Onları aydınlığa çıkarmaya biraz vakit ayırın.

    Nazım yalakalığı kabak tadı verdi artık!

    Besim Tibuk 3 Şubat 2000

  7. #87

    Esas

    Okudum okudum sona varınca dipten kim cıktı...Zamanında kendi holdingini dahi yönetemeyip batıran, ondan sonra medyada her fırsatta nerderyse Romayıda yakanın Karl Marks olduğunu söyleyen,devletciliğe ver yansın eden sonra yine devletin ayaklarına kapanıp Holdigini İstanbul yaklaşımına aldıran Sonra "Yaw sen holdigini dahi yönetemiyon memleketin yönetimine nasıl talip olin" düşünmeyelim diye tek kişilik partisinin başkanlığından istifa eden ADAM...kim zavallı ?

  8. #88
    Duhul
    Mar 2006
    İkamet
    İsRANTbul / 34,5
    Gönderi
    16,810

    Esas

    Yaşamak

    Bir ağaç gibi,tek ve hür

    Ve bir orman gibi

    Kardeşçesine...


    Ruhun şad olsun büyük şair

Sayfa 11/22 İlkİlk ... 91011121321 ... SonSon

Gönderi Kuralları

  • Yeni konu açamazsınız
  • Konulara cevap yazamazsınız
  • Yazılara ek gönderemezsiniz
  • Yazılarınızı değiştiremezsiniz
  •