Sayfa 194/204 İlkİlk ... 94144184192193194195196 ... SonSon
Arama sonucu : 1628 madde; 1,545 - 1,552 arası.

Konu: Mustafa Kemal ATATURK

  1. #1545
    Duhul
    Dec 2004
    İkamet
    İSTANBUL
    Yaş
    54
    Gönderi
    316

    Esas



    İki güzel vatansever

  2. #1546
    Duhul
    May 2014
    İkamet
    İSTANBUL
    Yaş
    65
    Gönderi
    4,159

    Esas


  3. #1547
    Duhul
    Jul 2010
    İkamet
    İstanbul
    Gönderi
    9,784
    Blog Yazıları
    11

    Esas




    Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
    En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
    Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
    Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
    Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
    Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı'
    Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
    Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
    Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
    Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
    Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
    Ostralya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
    Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
    Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
    Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
    Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
    Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
    Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
    Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
    Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
    Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
    Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
    Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,
    Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

    Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
    Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
    Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
    Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
    Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
    Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
    Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
    O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
    Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
    Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
    Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
    Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
    Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
    Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.
    Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
    Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
    Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
    Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman?
    Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
    Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkâm.

    Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
    Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;
    Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedi serhaddi;
    'O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi.
    Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
    İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
    Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
    O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
    Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
    Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
    Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
    Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
    Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...
    Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
    Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
    'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın.
    Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
    Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
    'Bu, taşındır' diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
    Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
    Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
    Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
    Ebr-i nîsânı açık türbene çatsam da tavan,
    Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
    Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
    Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
    Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
    Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
    Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
    Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
    Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
    Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,
    Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
    Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
    O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
    Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
    Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
    Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
    Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
    Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.

    Mehmet Akif Ersoy

  4. #1548

    Esas


  5. #1549
    Duhul
    Oct 2004
    İkamet
    Onuncu Köy
    Yaş
    74
    Gönderi
    7,869
    Blog Yazıları
    57

    Esas


  6. #1550
    Duhul
    Jul 2010
    İkamet
    İstanbul
    Gönderi
    9,784
    Blog Yazıları
    11

    Esas

    Atatürk'ün Yaveri Muzaffer Kılıç anlatıyor ;

    Bir gün Atatürk'le beraber Abidinpaşa'dan gelip Samanpazarı yoluyla Ulus'a geçiyorduk. O zamanlar Samanpazarı'nda bulunan üç beş dükkandan birisi Ali Efendi isimli kitapçıya aitti. Kitapçı dükkanının kepenklerinde, nefis bir halı asılmış duruyordu. Harp yıllarının sonu olduğundan hiçbir yerde, hele Ankarada böyle güzel bir şey görmek pek şaşırtıcı olduğu için bu halı Atatürk'ün de dikkatini çekti. Hemen arabayı durdurup indik. Beraberce dükkana yürüdük. Kitapçı, Ata'yı görünce, buyurun Paşam diyerek heyecanla bir emri olup olmadığını sordu. Paşa da bu halıyı çok güzel bulduklarını ifade ettiler.

    Kitapçı ; - "Paşam, bu halı bir müşterimin. Paraya ihtiyacı olmuş, satılması için bana bıraktılar. Benimle bir ilgisi yok" dedi.
    Atatürk, böyle güzel bir halının çok kıymetli olduğunu, bunu halı sahibinin nereden almış olabileceğini öğrenmek istediler.
    Kitapçı ezile büzüle; - "Paşam, emanet koyan isminin söylenmemesini özellikle rica ettiler, müsaade ederseniz ismini söylemeyeyim"dedi.
    Bu sefer Atatürk daha çok merak edip; - "Çocuk, belki halıyı almak isteyeceğiz. Kimin ve kaça olduğunu öğrenmek isteriz" dediler.
    Kitapçı; - "Paşam 40 lira istemişlerdi" deyip yine halı sahibinin ismini vermedi.
    Atatürk halı sahibini iyice merak edip ısrar edince de, kitapçı istemeyerek ve sıkılarak; - "Abdülhalim Çelebi Hazretlerinin Paşam" dedi.
    Abdülhalim Efendi, Mevlana sülalesinden gelmiş, Konya milletvekili olarak Mecliste görev yapıyordu. Kapısı herkese daima açık, cömert, gayet güzel konuşan, Mevlevi kalpağı ile gezen, akıllı, sevimli, hoş sohbet, özü sözü doğru bir kişiydi.

    Atatürk, bu cevabı alınca çok duygulandı ve bana dönerek dükkana 40 lira bırakmamı emretti. Hemen parayı bıraktım. Kitapçı halıyı koşarak indirip paket yapmaya koyuldu.
    Bu arada Atatürk, Abdülhalim Efendi'nin kişiliğinden övgüyle bahsederek; - "Abdülhalim Efendi, evde halısını satacak kadar parasız kalıyor ama, kapısını kimseye kapamıyor" diyerek onu övdü, sonra da kitapçıya dönerek;
    "Bana bak, halıyı biz alıyoruz. Fakat halıyı Abdülhalim Efendi'nin evine yollayınız, biz oradan aldırırız. Akşam üzeri de kendilerine bir kahve içmek için geleceğimizi söyleyiniz." dediler.

    Kitapçı bu davranışa şaşırmış bize bakarken, arabaya binip uzaklaştık. Aynı akşam Abdülhalim Efendi'nin evine gittik. Kendisi bizi avlu kapısında karşıladı. Eve girince baktım halı, kapı arkasında paketli olarak duruyordu. Mütevazı evinde minderlere oturuldu, kahveler içildi.
    Abdülhalim Efendi; - "Paşam halıyı almışsınız. Fakat halı evime geri geldi. Müsaade ederseniz, arabanıza koyduralım." dedi.
    Atatürk de; - "Abdülhalim Efendi halı yine bizim olsun. Biz arada sırada sana kahve içmeye geldikçe onun üzerinde kahvemizi içeriz." diyerek halıyı açtırdılar ve odaya serdirdiler.
    Kahveler içildi ve sohbet edildi. Giderken Abdülhalim Efendi yine bizi kapıya kadar uğurlayarak; - "Paşam eğer müsaadeniz olursa halıyı..." derken Atatürk sözünü keserek mütebessim; - "Abdülhalim Efendi, onu sana emaneten bırakıyoruz. Her gelmemizde onu burada görmek ve üzerinde oturmak isteriz." diyerek veda edip ayrıldılar.

    Böylece Atatürk, Abdülhalim Çelebi Efendi'ye, kitapçıya bile belli etmemeye çalışarak ihtiyacı olan yardımı yapmış, fakat halıyı almamışlardı. Bu ibret verici anı; O büyük asker, devlet adamı ve devrimci liderin, en az bu nitelikleri kadar büyük olan insanlığını anlatmasının yanı sıra, onun, gerçek dindar ve üstelik bir tarikat mensubu olan Çelebiye saygısını göstermesi bakımından da ayrı bir önem taşıyor. Abdülhalim Efendi, o halıyı Konya Mevlânâ Müzesi kurulunca oraya armağan etmiştir. Görülüyor ki, Abdülhalim Efendi de bu asil davranışı kötüye kullanmamış ve halıyı sahiplenmeyip, layık olduğu yere armağan etmiştir. (1922)


    Atatürkten Hiç Yayınlanmamış Anılar/Prof.Yurdakul Yurdakul

  7. Esas

    Ulu önderi bir gün değil her gün saygıyla anıyoruz...

  8. #1552
    Duhul
    Jul 2010
    İkamet
    İstanbul
    Gönderi
    9,784
    Blog Yazıları
    11

    Esas



    Anıtkabir'deki 33.5 metre uzunluğundaki Bayrak direği ;

    Nazmi Cemal isimli Türk vatandaşı, New York'ta Amerikan sancak direkleri üreten bir fabrikanın sahibidir. Nazmi Cemal, Atatürk için bir Anıtkabir inşa edildiğini duyunca oraya öyle bir bayrak direği yapmak ister ki, dünyada eşi ve benzeri olmasın.
    Bu fikrini gerçekleştirmek üzere 1945 yılında New York Büyük elçimiz Münir Ertegün ile görüşerek bağış için izin ister. İsteği olumlu karşılanan Nazmi Cemal, zamanın Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Şükrü Saraçoğlu'na 21.06.1945 tarihli bir mektup yazar. Mektubun özeti şöyledir:


    "Aslen Makedonya'da Türk sancağı altında doğmuş ve hakiki bir Türk terbiyesiyle büyümüş, bütün varlığımla Türklüğümle iftihar eden bir vatandaşım. New York'ta Amerikan sancak direkleri ve malzemesi imal eden kumpanyanın sahibi ve umum direktörüyüm. Zaman ve mekan Türklüğüme ve yurduma karşı sarsılmaz sevgi rabıtalarına halel getirmemiştir. Atatürk'e karşı pek derin bir sevgi ve saygıyla bağlı bulunduğumdan, yapılmasına başlanılan Atamızın mübarek kabrine reks edilmesi için üstad ve mahir mühendislerim tarafından imalathanemde hususi bir suretle yaptırdığım sancak direğini, hiçbir maksat beslemeksizin bir hizmet iştirakiyle ve bir hediye olmak üzere, bütün masrafı ve sigortası tarafımdan verilmek şartıyla anavatana göndermek azmindeyim.

    NAZMİ CEMAL"

    Dünyanın o tarihteki en uzun bayrak direği 100 fittir. Nazmi Cemal 110 fit uzunluğunda bir bayrak direği yaptırır. Tek parça olarak yapılan bayrak direğinin ağırlığı 5 tonu bulmaktadır. Nazmi Cemal kısa sürede istediği bayrak direğini hazırlatır. Direğin Türkiye'ye gönderilmesi için gerekli girişimlerde bulunur. Fakat pek çok sorunla karşılaşır.
    Amerikalılar, bu direği Amerikan Ulusu adına Türkiye'ye göndermek isterler. Fakat Nazmi Cemal bu isteği kabul etmez. Büyükelçi Münir Ertegün 1946'da Amerika'da vefat edince naaşla birlikte, devasa bronz bayrak direği New York Limanı'nda düzenlenen görkemli bir törenle Missouri Zırhlısı'na yüklenerek Türkiye'ye gönderilir. Bayrak direğinin gönderilmesi dönemin Amerikan basınında da geniş yer bulur. Nazmi Cemal, Anıtkabir'e dünyanın en uzun direğini göndermekle kalmaz, 6 metre x 3,6 metre boyutunda bir de Türk bayrağı yollar. Bayrak direğinin ucundaki ay yıldız, 22 ayar altın yaprakla kaplanmıştır. Nazmi Cemal bunlarla da yetinmez. Anıtkabir'de kullanılan mermerleri biçen makineleri de Almanya'dan getirtir ve 20 yıl boyunca bayrak direğinin bakımını da üstlenir.

    (2013 yılı 29 Ekim'de bu direk çok bozulduğu için 63 yıl sonra yenisiyle Gn.Kur. Bşk.lığı tarafından değiştirilmiştir.)



    Kaynaklar:
    Mehmet Ali Eren/Bir Eğitimcinin Düşünce ve Anıları.
    "906 Rakımlı Tepe" Belgeseli, Radyo TV ve Foto Film Şube Müdürlüğü.




Sayfa 194/204 İlkİlk ... 94144184192193194195196 ... SonSon

Gönderi Kuralları

  • Yeni konu açamazsınız
  • Konulara cevap yazamazsınız
  • Yazılara ek gönderemezsiniz
  • Yazılarınızı değiştiremezsiniz
  •