Sayfa 165/178 İlkİlk ... 65115155163164165166167175 ... SonSon
Arama sonucu : 1419 madde; 1,313 - 1,320 arası.

Konu: Tarihte Bugün

  1. 1917 Büyük Selanik yangını sonrası Kasimiye Camii

    1917 Büyük Selanik yangını sonrası tamamen yanan Kasimiye Camii (Agios Dimitrios Bazilikası - kilisesi)

  2. Evini kaybeden bir Selanik yerlisi

    1917 Selanik yangını ile evini kaybeden bir müslüman Selanik yerlisi

  3. 1917 Selanik yangını esnasında çekilmiş bir şehir panaroma fotoğrafı

    1917 Selanik yangını esnasında çekilmiş bir şehir panaroma fotoğrafı

  4. Ömer Seyfettin Balkan savaşı günlüğünden

    Ömer Seyfettin’e göre Balkan savaşının kaybedilmesinin temel sebepleri arasında imparatorluğun insanlar arasında bir dil birliği yaratmamasından dolayı askerlerin bir biri ile anlaşamadığını, birlikler arasında koordinasyon ve haberleşme olmadığını, askerin iaşe ve barınma konusunda ihmal edildiğini ve en önemlisi komuta kademesini oluşturan komutanların yetersizliğini çok net bir şekilde vurgular.


    14 aylık bir süreyi içine alan günlük defterinde bu konular ısrarla dile getirilmiştir. 5 Teşrin-i evvel 1328 tarihli günlükte ordunun komuta kademesinin başarısızlıklarını, kararsızlıklarını şu şekilde ifade eder:


    “Neferlerde büyük bir neşe yok. Zabitler de öyle. Fakat korku ve yeis de yok. Yemek içmek meselesi güçleşti. Dün yemek ve çorba tuzsuzdu. Köprülü’de tuz bulunmadı. Zabitler candan ve gönülden çalışmıyorlar. Yahut ben öyle görüyorum. Bunun en büyük sebebi amirlerin iktidarsızlıkları… Amirler hatta karargâh için verdikleri emri bile icra olunmadan değiştiriyorlar. Fırka emrini okudum, inşallah erkânıharplerimiz muktedirdir.
    İşte yorgun ve ümitsiz bir dua…
    Erkânıharpler, amirler, kumandanlar, zabitler ne olurlarsa olsunlar, Balkan Harbi’nde ancak bir şekil bulunacaktır.
    Ya Bulgarlar bizi ezip geçecekler, yahut biz onları ezeceğiz.
    Ve bu ezmek hâdisesine en az girecek şey de fen. Harbin o meşhur fenni olacaktır.”



    Komanova’da kaybedilen meydan savaşının ardından yazar, 10 Teşrin-i evvel 1328 tarihli günlüğünde ordunun perişanlığını şu satırlarla dile getirir:

    “Ayın kaçı? Bugün ne? Bilmiyorum. Benimle beraber kimse de bilmiyor. Ne felâket Yarabbi! Ric’atin, inhizamın en çirkinini gördüm. Bugün burada, Köprülü’nün önündeyiz. İkinci fırka kaçtı. Yalnız biz, nizamiye fırkası kaldı. Birden ric’at emri verildi. Hep kendimizi galip sanıyorduk. Meğer müthiş surette mağlup imişiz. Toplar filân hep kaçtı. En nihayet bizim tabur kalmıştı. Biz de çekildik. Bütün gece, tam on iki saat yürüyerek sabaha yakın Kiliseli’ye geldik. Oradan dün sabah kalktık. Buraya döküldük. Yolda uzun bir muhacir kafilesine tesadüf ettik. Oh ne felâket! Kadın, çoluk, çocuk tam beş bin ev imiş.”


    Ömer Seyfettin’e göre savaşın kaybedilmesinin temel sebeplerinden birisi, harp fennini bilmeyen erkânı harbin öngörüsüz kararlarıdır:

    “Gece hareket emri verildi. Şimdi yola düzüldük. Yine nereye gideceğimizi bilmiyoruz. Garibi şu ki erkânıharpler de bu muammayı bilmiyor. Yolda bizi görünce şaşırdılar.”


    Komanova savaşından sonra yazılan 14 Teşrin-i evvel, Köprülü, 1328 tarihli günlükte şu satırları okuyoruz:

    “İşte şimdi hareket emri verildi. Nereye? Kimse bilmiyor. Niçin? Kimse bilmiyor. Gözlerini kaybetmiş bir kör sürü gibi bocalanıp gidiyoruz. Ortada ne kumandan var, ne kumanda.”

    İaşe ve ikmal işlerinin ise çok kötü olduğu görülmektedir:
    Ömer Seyfettin’in günlüğünün en acı sayfaları askerlerin kötü beslenmesini, bunun sonucunda hastalanmalarını ve ölmelerini anlatan sayfalarıdır:
    Garp ordusu her şeyden önce açlığa yenilmiştir:

    “Kaç gündür, kaç gecedir burada çekmediğimiz sefalet kalmadı. Üzerimize yağmurlar yağdı. Çamurlar içinde yuvarlandık. Askerin hepsi hasta. Kazanlar yolda bırakıldı. Hepimiz açız.”
    “ Ve haber aldık ki üç gün evvel Üsküp düşmüş. Yolda koşa koşa gidiyoruz. Arkadan top, yandan tüfek sedaları geliyor. Hava güzel, çamur yok. Fakat hepimiz aç ve hastayız. Hiçbir şey düşünmüyor, dilimdeki peksimet yaralarının sızılarını dinleyerek ilerliyorum.”
    “Görice’ye geldik. Büyücek, muntazam bir şehir. Evleri hep taştan. Akşamdan sonra girdik. Bizi geniş bir hana doldurdular. Açız. Kaç gündür ekmek yemedik.”



    Bu günlüklerden iaşe işleri gibi ordunun silah ikmal işlerinin de çok kötü olduğu anlaşılmaktadır:

    “Bu sabah saat beşte yola çıktık. Yunana muharebeye gidiyormuşuz. Halbuki her neferde yüz fişek bile yok. Bu kadar cephane ile muharebeye değil, ava bile gidilmez.”

    Balkanların çetin kış şartlarından fazlasıyla etkilenmiş, yağmur, çamur, kar içinde adeta birliklerini yok etmiştir. Aslında birinci Sarıkamış faciası Balkanlarda yaşanmıştır:

    “Bu gece Pirlepe’nin ovasında yattık. Asker son derece yorgun ve perişan. Bölükteki zabitler hasta. Yüzbaşı ishal oldu. Mülâzım-ı saniyi sıtma tutuyor. Benim sol ayağım fena halde şişti. Üzerine basamıyorum. Fakat gayret ediyorum. Korkuyorum ki kangren olmasın. Kasıklarımdaki bezeler birer yumurta kadar şişti.”
    “Aman yarabbi! Sefaletin bundan müthişi var mıdır? Karların üzerine kaputumu koydum. Şunları yazıyorum. Askerin hepsi hasta. Sisten hiçbir taraf görünmüyor. Hafif karla karışık ince bir yağmur yağıyor.”


    27 Kânun-ı evvel 1328 tarihli günlükten bu tarz düşünüşün orduda oldukça yaygın olduğu anlaşılmaktadır:

    “Dün Akşam Yanya’ya gittim. Burası âdeta bir efsâne memleketi… Yattığım otelci mütareke olduğunu iddia ediyordu. Halbuki bu sabah gelirken kuvvetli ve çok top sesleri işittim. Hakikatte müthiş bir muhasaradayız. Mektup gazete, telgraf değil, kuş uçmuyor. Zabitler son derece meyus… Meselenin bir Avrupa meselesi olduğuna ve Yanya’nın ya Arnavutluk’a yahut Yunan’a verileceğine azıcık coğrafya bilenlerin bile aklı erdikten sonra bu kadar kan dökmekteki mana anlaşılamıyor.
    Bununla iki taraf da mütareke etmiş gibi davranıyor. Çat, çut oluyor, fakat ciddî bir muharebeye girişilmiyor.
    Fakat bu hâl daha ne kadar devam eder?”


    Ayrıca 17 Teşrin-i evvel 1328 tarihli günlük, ordu mensuplarının kötü yönetimden, kötü sevk ve idareden, kötü lojistikten bıkmış bir şekilde ümitlerini sadece yapılacak barış görüşmelerine bağladıkları anlaşılmaktadır. :


    “Bu geceyi İzidor Köprüsünün üzerinde geçirdik. Düşmandan demek hâlâ bir nişan görünmedi. Fakat Köprülü’ye geldikleri muhakkak. Biz bu saat her tarafla münasebetimiz kesilmiş, habersiz ve ümitsiz, bu rutubetli taşların, ıslak toprakların üzerinde sürünürken acaba Bâb-ı Âli ne yapıyor? Mütareke ne vakit olacak? Konferans ne vakit başlayacak?
    Artık bu korkmuş ve perişan asker geriye dönemez.
    Rumeli eski şeklini alamaz. Artık Rumeli bir daha yapışmamak üzere Türk ilinden kopmuştur. Avrupa’nın orduları gelip Sırp ve Bulgarları buradan çıkaramaz ya!...”

    Sekiz sene evvel, mektepten yeni çıktığım vakit gezdiğim bu yerleri bir gün böyle kaçarak terk edeceğimi hiç aklıma getirir miydim?
    Heyhat!... Mademki biz asker değiliz, mademki bizde askerlik için lâzım olan zekâ ve itaat yok, mademki bizde bir ideal, bir vatan hissi, nihayet bir lisan yok…
    Bölüğün yarısından ziyadesi Türkçe bilmiyor. Tabur Babil Kulesi gibi. Ne alanın satandan, ne satanın alandan haberi var.”

  5. Naş naş Çarigrad naş

    Ömer Seyfettin, “Gençliğini Makedonya’da geçirmiş eski bir zabitin hatıra defterinden” üst başlığıyla yayımlanan “Nakarat” hikâyesinde Türklerin milli kimlikten yoksun oluşlarının bilhassa Balkanlar’daki feci sonuçlarını azınlıkların etnik milliyetçiliklerini ve komitacılık faaliyetlerini merkeze alarak eleştirir.


    Günlük şeklinde kurgulanan hikâyenin zamanı, 13 Aralık 1903 ile 24 Mart 1904 arasındaki üç buçuk aylık dönem; mekân ise Pirbeliçe, Velmefçe, Babina ve Manastır’dır.


    Zabit ve müfrezesi komitacı arama faaliyeti bitince köyde konaklamaya başlar.
    Konakladıkları evin karşısındaki bahçeye günlük işler için çıkan bulgar kızı devamlı bir şarkı mırıldanmaktadır..
    Zabit devamlı kızı izler ve şarkının nakaratını ezberler.
    Bir gün yine kız o şarkıyı söylerken nakaratına "Naş, naş Çarigrad naş" diyerek eşlik eder.
    Kız ona gülümser ve "bravo, bravo" diyerek tebrik eder.


    Bulgar köylü kızı, Zabit her pencereye çıkışında, onun gözlerinin içine bakarak, kendi dilinde,
    “Naş, naş Çarigrad naş…” şarkısını söylemeye devam eder.
    Türkünün sözlerinden hiçbir şey anlamayan zabit, türkünün nakaratını zihninde yorumlamaya ve anlamlandırmaya çalışır. Bu şarkıyı kendisi için yakılan bir aşk türküsü olduğunu tahayyül ederek heyecanlanır
    Zabit bu uzaktan ilişkiyi artık kafasında platonik bir aşk hikayesine çevirmeye başlar.


    "Milli esvabını vücuduna ne güzel yaraştırıyor. Kumral saçları o kadar çok, o kadar uzun ki… bütün sırtını kaplıyor. Dürbünle de bakıyorum. Keskin mavi gözleri sürmeli gibi… Dürbünle kendisine baktığımı görünce galiba daha ziyade seviniyor, çıldırıyor, gözlerini süzüyor, daha ateşli, daha fettan bir neşe ile haykırıyor. Yün çoraplı güzel kalın bacaklarını, nihayet bulmaz millî çorabını örerken, uçları ince parmaklı, işten biraz esmerleşmiş kuvvetli pençelerini hep dürbünle seyrediyorum. Dikkat ediyorum, tuvaleti daima tam. Saçları daima taralı. Esvap daima aynı. Önündeki kırmızı yünden püsküllü örtüde bile başka bir letafet var!”


    Nihayet bir ay sonra Pirbeliçe’ye dönmek için tabur kumandanından emir alan Zabit, bu habere çok üzülür. Adını bile bilmediği ve aralarında büyük bir aşk olduğunu zannettiği kıza kendisinden bir yadigâr bırakmaya karar verir. Büyük bir gaflet içerisinde bulunan Zabit, bir aydır dinlediği türkünün nakaratını pencerenin duvarına kazıyarak, kendisinden sonra bu odada konaklayacak olanlardan Bulgarca bilenlerin, bunu okuduklarında burada ne büyük bir aşk macerasının yaşandığını anlayacaklarını tahayyül eder.

    Zabit, bavulundaki kolonya şişesini kıza iletmesi için çırağa verir. Ardından vedalaşmak için odaya gelen odacıya, günlerdir dinlediği türkünün nakaratının ne anlama geldiğini sorunca odacı irkilip;

    “Hâşâ efendim, bizim köyümüzde bunu kimse söylemez! Biz bunu kabul etmeyiz. Buranın ahalisi hep namusludur.” der. Zabitin ısrarlarına dayanamayıp, ezilip büzülerek nakaratın

    “Bizim olacak, bizim olacak, İstanbul bizim olacak”

    anlamına geldiğini, kızın papaz olan babasının, kendi mefkûresi doğrultusunda komitaya katıldığını ve bir yıl önce öldürüldüğünü söylediğinde, gerçeği bir anda idrak eden Zabit, beyninden vurulmuşa döner.


    Koyu bir Bulgar milliyetçisi olan köylü kızı, gözlerinin içine bakarak hem kendisine, hem de milletine en ağır küfrü ederken Zabit, anlamadığı sözleri zihninde bir aşk türküsü olarak yorumlayıp hayallere dalmıştır.

    Zabitin bu nakaratta söylenenlerin ne anlama geldiğini anladığında içine düştüğü utanç verici durum, milli şuurdan yoksun bir askerin, hem kendisini hem de temsil ettiği memleketini ne kadar kötü bir duruma düşebileceğinin de çarpıcı ve somut bir göstergesidir.

  6. Ömer Seyfettin'in Bomba

    Ömer Seyfettin'in “Bomba” hikâyesi ise Balkan savaşlarının öncesinde Osmanlı topraklarında kanlı eylemlerine başlayan komitacıların, çıkarları doğrultusunda kendi milletine bile uygulamaktan çekinmediği vahşeti gözler önüne serer.


    Hükümete başkaldırarak bir dönem dağa çıkan, fakat Meşrutiyet ilân edilince silahını hükümete teslim edip, köyüne dönen Boris, ihtiyarladığından dolayı tarla ve çifti idare etmekte zorlanan babası İstoyan’dan işleri devralır;

    köyün güzel öğretmeni Magda’yla evlenirler ve aynı çatı altında yaşamaya başlarlar. Ancak komitacılar, Boris’i rahat bırakmaz.
    Komitacılardan, kendisinin “büyük vatan” için çalışmasını, aksi takdirde öldürüleceğine dair aldığı tehdit mektubu Boris için bardağı taşıran son damla olur ve ailece Amerika’ya kaçmaları hususuna babasını ikna ederek, her şeyi sattırır.

    Ancak Boris’in kaçış planını haber alan komitacılar, kaçacakları günün gecesinde eve haber göndererek, parayı isterler.
    Kapı çaldığı sırada Boris, hamile karısına Amerika’daki yeni hayatlarına dair hayallerini anlatıyordur. Boris’in hayalleri ile Balkan coğrafyası hakkında düşündükleri, dönemin koşullarını yansıtması bakımından çarpıcıdır:

    “Evet Magdacığım. Yarın Amerika’ya gideceğiz, orada çalışacağız. Küçük, rahat, asude bir evimiz olacak. Ne komite, ne eşkıya, ne vahşet, ne cinayet! Yalnız çalışacağız. Gider gitmez çocuğumuz orada doğacak. Göreceksin ki o zaman, insanlık ne tatlı imiş! Güzel ve asayişli şehirler… Tiyatrolar! Geniş ve aydınlık sokaklar, cennet gibi köyler! Birbirine ihtiram etmesini bilen adamlar… Hiçbir sefalete müsaade etmeyen büyük şefkat müesseseleri… hastahaneler, sanatoryumlar… mektepler, darülfünunlar… Hâsılı cennet! Mümkün değil bunları tahayyül edemezsin.”

    Boris’in bu hayali aynı zamanda Balkanlarda, bu yıllarda gündelik hayatın ne kadar güç şartlarda devam ettiğinin bir kanıtıdır.
    Boris, komitacıların çağırdığı babası yerine, onları kandırabileceğini düşünerek, kendisi gider. Magda heyecan içinde Boris’i beklerken, kapıya komitacılar gelir ve parayı vermedikleri takdirde Boris’i öldüreceklerini söyleyerek sekiz yüz lirayı alırlar.


    Komitacılar, bununla da yetinmeyerek şarap isterler,eğer isteklerine itaat etmezse Boris’i öldüreceklerini söyleyerek Magda’yı taciz ederler. Sabaha karşı, masaya bıraktıkları ve bomba olduğunu söyledikleri şeyi kendileri için saklamalarını söyleyerek ayrılırlar.
    Onlar gittikten sonra Magda ve İstoyan’ın içinde bomba olduğunu zannettikleri bezi açınca, Boris’in kesik kafası ile karşılaşmaları ise komitacıların çıkarları için söyledikleri yalanlarla her istediklerini nasıl yaptıklarını gösteren çarpıcı bir sonuçtur.

    Bu bölgede uzun yıllar askerlik görevi dolayısıyla bulunan Ömer Seyfettin, hiç şüphesiz komitacıların hikâyede anlatılanlara benzer icraatlarına şahit olmuştur

  7. Resneli Niyazi Bey' yıkılan hayalleri

    Henüz okuldan yeni mezun olan Resneli Niyazi 9 aylık teğmenken, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda muazzam bir başarı göstererek müfrezesiyle bir Yunan bölüğünü esir alır.


    Başarısı üzerine esirlerle birlikte İstanbul'a padişahın sarayına gönderilir. Ama asıl hikaye bundan sonra başlar...


    Esir aldığı Yunan bölüğü dönemin üst düzey kumandanlarından Müşir Kazım Paşa'nın henüz 13 yaşında askeri okul öğrencisi çocuğunun arkasında sokak sokak gezdirilir. Başarı Resneli Niyazi'nin değil 13 yaşında olan Paşa'nın oğlununmuş edası uyandırılır.

    Üstüne üstlük 13 yaşında bu çocuğa daha öğrenciyken 2 rütbe terfi verilir. Resneli'ye ise sadece bir rütbe terfi...
    13 Yaşında bu çocuğa bir yüzbaşının 2 yıllık maaşına eşdeğer 200 altın verilir. Resneli'ye ise 10 lira harçlık...
    Resneli işte bu yüzden ihtilalcidir, ittihatçıdır


    Resneli Niyazi, bu haksızlığa uğradıktan sonra II. Abdülhamit'in kendisine teklif ettiği "Padişah yaverliği" görevini kabul etmez. Makedonya Manastır'daki birliğine dönmek ister. Manastır'a gittiğinde ise birliğine verilmeyip, sürgün bir göreve getirilir.
    İşte gönülden bağlı olduğu padişaha, bir asker böyle küstürülür...


    Aslında Resneli Niyazi'nin başından geçenlerin benzeri hadiseler çokça yaşandı. Bu durum da İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin büyümesini sağladı. Özellikle saraya yakın kişilerin, jurnalcilerin yersiz taltif ve rütbe edinmesi devletleri için kaygılanan ve bir çıkar yolunu bulamayan genç subayların meseleyi şahsileştirmesini sağladı.


    Devlet meselesini şahsi mesele belleyen genç bürokrat ve subaylar kendileriyle aynı duyguları besleyen kişilerle İttihat ve Terakki Cemiyeti yapısı altında birleştiler.

  8. Çaldıran Savaşı öncesi Osmanlı ordusunun ovaya inişini izleyen Şah İsmail

    Çaldıran Savaşı öncesi Osmanlı ordusunun ovaya inişini izleyen Şah İsmail'in, Osmanlı ordusu hakkında bir esir Türk Beyinden bilgi almaktadır.

    1

    2

    3

Sayfa 165/178 İlkİlk ... 65115155163164165166167175 ... SonSon

Yer İmleri

Yer İmleri

Gönderi Kuralları

  • Yeni konu açamazsınız
  • Konulara cevap yazamazsınız
  • Yazılara ek gönderemezsiniz
  • Yazılarınızı değiştiremezsiniz
  •