Artan

3,41 10 18:10
1.696,00 9.99 18:10
141,20 9.97 18:10
347,50 9.97 18:10
15,45 9.96 18:10
Artan Hisseler

Azalan

159,30 -10 18:10
6,50 -9.97 18:10
239,70 -9.97 18:10
25,06 -9.6 18:10
16,16 -9.21 18:10
Azalan Hisseler

İşlem

16.011.289.690,56 18:10
7.843.375.681,31 18:10
7.646.611.942,40 18:10
7.587.858.680,90 18:10
7.447.980.680,90 18:10
Tüm Hisseler
Arama sonucu : 18 madde; 1 - 8 arası.

Konu: Serdar Yıldırım Hikayeleri

Hybrid View

Previous Post Previous Post   Next Post Next Post
  1. FRANSA ASKERİ LİDERİ VE İMPARATORU NAPOLYON BONAPART İLE BİRLİKTEYİM
    Bir zamandır Napolyon ile koordinatlarımızın kesiştiği bir zamanda buluşmak istiyordum ve sonunda buluştuk. Napolyon Bonapart, Fransa imparatoru olmuş, dünya tarihine adını altın harflerle yazdırmak istemiş ve bunu başarmış. Tarih 9-5-2024. Ben Napolyon Bonapart yazıyorum bilgisayarıma ve siteler, forumlar çıkıyor. Hayat hikayesi, fethettiği yerler, hayatları sonlandırılan insanlar. Ben Fransa imparatoru olsam, Fransa'yı yüceltmeye çalışırdım. Komşu ülkelere saldırıp savaş çıkarmazdım. Yaşadığım yıllardan 200 - 300 yıl sonra yeni nesil insanlar benim adımı az bilirdi ama olsun. Az tanınayım ama iyi tanınayım. Ben Fransa imparatoru olarak Mısır'ı işgal edersem olmaz. Bu ülkelerin yüzlerce yıl sonraki yeni nesilleri Serdar Yıldırım kötüydü, fenaydı. Ülkemizi işgal etti, nice canlılara yaşam izni vermedi derlerse çok üzülürdüm.

    Zaman gezgini olarak Napolyon Bonapart'ı rahatsız ettim: " Buyrun, Napolyon Bonapart. Burası benim evim. Dört katlı bir apartmanın ikinci katı. Bazısına göre, saray, köşk. Bazısına göre, yaşanılacak iyi bir mekan. "

    Napolyon Bonapart: " Palavrayı kes!. İki oda, bir salon, apartmanda altı kolon. Kendini uyanık sanıyorsun değil mi? Beni harekete geçirmeden sinyallerini aldım. Yaşadığın bu binayı gezdim, dolaştım. Kendin için, kendince bir şeyler yapmaya çalışıyorsun ama bana sökmez. Hakkında araştırma yaptım. Bu binada ve komşu binalarda seni tanıyan yok. Kim bu Serdar Yıldırım diyorlar? "

    Serdar Yıldırım: " Doğrudur. Demek ki başarılı oldum. Öyle sağda solda lak luk edersem bunun bana faydası olmaz. Sessiz ve derinden gitmek, benim temel ilkemdir. Yakın plan çalıştığım insanlar oldu ve bunların pek azı bana yardımcı oldu. "

    Napolyon Bonapart: " Her yanlışa bir doğru kılıf buluyorsun. Seninle uğraşamam. Çekil yolumdan. Gölge etme.

    Serdar Yıldırım: " Benim sizinle bir uğraş içine girmemin sebebi, Osmanlı İmparatorluğu çöktükten sonra Anadolu işgal altındayken Kurtuluş Savaşı başlatan Mustafa Kemal ile ilgili. Mustafa Kemal öğrencilik yıllarında, önceleri Napolyon'a hayrandım. Sonradan siyasi fikirlerim şekillenince Napolyon'dan hoşlanmamaya başladım. Demek ki, devrimler karşı devrimleri getirebilir, demişti.
    Gençliğinde Mustafa Kemal'i etkileyen kişiler arasında yer alan batılı düşünürlerden bazıları şunlardı: Jean-Jacques Rousseau: Özgürlükçü ve cumhuriyetçi düşünceleri.
    Montesquieu: Erdem rejimi olarak cumhuriyetin önemine dair fikirleri.
    Voltaire: İlim ve akıl vurgusu.
    Ey Napolyon Bonapart, dünyadaki maceranızı bir şekilde sonlandırmışsınız. Sizin için, çok başarılıdır denebilir. Gelecek nesiller sizden etkilenmiş. Dünyanın yüz elliden fazla ülkesinin ders kitaplarında varsınız. Bunlar Napolyon Bonapart diyorlar da başka bir şey demiyorlar. Ben de tarihin kabul ettiği bir yüce sima olarak sizi gördüm ve kabul ettim. Dünya tarihine sizi yeniden lanse etmek istiyorum ve Napolyon Bonapart diyorum. Siz böyle bir etkinliğin baş mimarı olmaz mıydınız? "

    Napolyon Bonapart: " Ben gelmişim, geçmişim. Bu dünyadaki zamanımı tamamlamışım. Siz beni yeniden gündeme mi getirmeye çalışıyorsunuz? "

    Serdar Yıldırım: " Tamamen öyle. Ben kesinlikle Napolyon Bonapart diyorum ve bu fikirlerin takipçisi olacağım. "

    Napolyon Bonapart: " İlk karşılaştığımızda bana agresif biri gibi göründünüz ama kalbiniz bir pamuktan yumuşakmış. Benim şu anda size bir jest yapmam gerekir. O zamanlar İspanya Krallığına kardeşim 3. Napolyon'u getirmiştim. Şimdi geçmişe dönsek ben sizi İspanya Kralı olarak tayin etsem, siz emrime riayet edip İspanya Kralı olur muydunuz? "

    Serdar Yıldırım: " Bu benim için, paha biçilmez bir umut kaynağı olurdu. Krallar, şahlar, padişahlar hep zor durumda kalmıştır ve istemedikleri işlerle mücadele etmiştir. Ben sizi kırmamak için, İspanya Kralı olurum. Zamanı tersine çevirir, saatleri sessiz çaldırırım. Sarayda oturmaz halkın arasında gezerim. Halkla birlik olurum, bütünleşirim. "

    Napolyon Bonapart: " Ben 22 yaşında albay, 26 yaşında general oldum; haberin var mı senin? Bir ülkeyi düşmanlar istila etse, dört bir yandan sarılsa, yok edilmeye çalışılsa, sen bu ülkenin vatandaşı olsan, bu haksızlığa karşı çıkmaz mısın? "

    Serdar Yıldırım: " Gür sesimle haykırırım. Bağırır çağırırım. Düşmanlar bundan korkar. "

    Napolyon Bonapart: " Benim ülkem Fransa'nın İngiltere ile yıllardır bitmek tükenmek bilmeyen savaşları vardı. Genelde bizim ordu bozguna uğruyordu ve kaçıyordu. Ben yüzbaşı ve binbaşı iken savaştan kaçmadım. Emrimdeki birlikle savaşa devam ettim. Asker de kaçmadı. Sonradan ordu komutanları bunu fark etti. Sayısı yüz bini geçen ordular emrime verildi. İtalya seferi sırasında 18 meydan savaşı kazandım. 15-Mayıs-1796’da ordumla Milano’ya girdim. 27 yaşındaydım.
    Daha sonra Fransız donanması ile 19-Mayıs-1798'de Mısır seferi için yola çıktım. İngiltere'nin ticaret yolunu kesmek istedim. Olayın odak noktası Süveyş Kanalı'ydı. Uzak doğudan gelen gemiler dolusu mallar, Afrika'nın güneyinden dolanmadan Süveyş'ten kolayca geçirilip İngiltere'ye getiriliyordu. Mısır'ı ele geçirmek, benim için zor olmadı. Böylece İngiltere'nin asıl ticaret membaı olan yolu kesmiş oldum. İngiltere'den ah vah sesleri yükselmeye başladı. Sonradan doğuya gittim. Orta Doğu'nun güçlü kalesi Akka'ya yöneldim. Akka'yı kuşattım ama alamadım. Osmanlı veziri Cezzar Ahmet Paşa çok dirençliydi ve Akka'yı bana teslim etmedi. Cezzar kasap demektir. Bu Cezzar Ahmet Paşa yakaladığı düşmanlarını develeriyle birlikte kurban edermiş. Eğer ben Cezzar'ı yenip Akka'yı alabilseydim, Büyük İskender gibi Suriye, Irak, İran, Pakistan ve Afganistan'ı dümdüz edip Hindistan'ı ele geçirmek istiyordum. "

    Serdar Yıldırım: " Ey Napolyon Bonapart, siz yüce düşünceler içindeydiniz ve İngiltere'nin ticaret yolunu kesmeye çalıştınız. Kestim dediniz, doğrudur ama sonradan neden oradan ayrılıp iki gemiyle Fransa'ya döndünüz. Kırk bin askeriniz orada kaldı. Siz Fransa yönetimi üstünde gücünüzü artırdınız ama orada kalan Fransız askerleri ne oldu? "

    Napolyon Bonapart: " Avrupa’da Fransa’nın Koalisyon ordularına yenildiği haberini alınca ülkeme dönme kararı aldım. Eylül 1799’da ordumu Mısır'da bırakarak iki gemiyle Fransa'ya döndüm. Emrimde bir dolu general vardı. Onlarda güçlerini ispat etsinler ve zafer kazansınlar diye düşündüm. Ben bir generaldim ve Fransız orduları benim emrime verilmişti. Bu böyle olmasaydı ben Napolyon Bonapart olabilir miydim? Savaşa gidip, savaştan kaçan komutan değil, savaş meydanını asla terk etmeyen, yalnız kalsa bile savaşan, zafer kazanmayı bekleyen ve bunu başaran bir komutan olabilir miydim?
    Ben zafer kazandıkça ordu komutanları, bu Napolyon, Fransa İmparatoru olur, dedi. Önce 1.konsül seçildim ve sonra Fransa İmparatoru oldum. Fransa'yı yücelttim. İngiltere'nin hızını kestim. Fransa'yı dünya devletleri arasında ön sıraya yükselttim. 1804 yılının Mayıs ayında, kralcıların bir komplosunu bahane ettim ve kendimi imparator ilan ettim. "

    Serdar Yıldırım: " Avrupa'yı fethettikten sonra, doğuya yöneldiniz. 1812 yılı ortasında 800 bin kişilik orduyla Rusya üstüne yürüdünüz. Borodino Muharebesi'nde General Kutuzov komutasındaki Rus ordusunu yenilgiye uğrattınız. Ruslar, tarlaları yakarak ve su kaynaklarını kurutarak geri çekildi. Aç ve susuz kalan ordunuzda hastalıklar başladı. Sonunda Moskova'yı kuşattınız. Bir hafta sonra Moskova'ya girdiniz. Bir ay boyunca Moskova'da kaldıktan sonra Kaluga'ya doğru çekildiniz. Daha sonra ordunuzla ileri yürüyüşe geçince Tatarlar Fransa ordusunu takip etti ve çok can aldı. Rus ordusunun kazandığı savaşlardan sonra 14-Aralık-1812' de Rusya'yı terk ettiniz. Böylelikle Avrupa'da itibarınız zedelendi. "

    Napolyon Bonapart: " Benim hiçbir şekilde itibarım zedelenmedi. Her ne yaptıysam hepsi yüzde yüz doğrudur ve peşinden gidilmesi gerekir. Sen kimsin ki, beni eleştirmeye çalışıyorsun. Ben seni bir kaşık suda boğarım. "

    Serdar Yıldırım: " Benim yaşadığım zamanda, Avrupa tek bir gücün egemenliği altında olsaydı, sesimi bu derece yükseltemezdim. Avrupa kıtası pek çok devlet barındırıyor ve orta ölçekli bir yönetim anlayışı içinde. Ey Napolyon Bonapart, şu anda Avrupa Birleşik Devletleri olsaydı ve bunun kurucusu siz olsaydınız, bakın ben karşınızdayım ve benim için, nasıl bir gelecek arzulardınız? "

    Napolyon Bonapart: " En güçlü olduğum zaman bu derdim ve seni şövalyelerime yakalatırdım. Ellerini bağlatır ve karşımda diz çöktürürdüm. "

    Serdar Yıldırım : " Ey Napolyon Bonapart, böyle bir şey mümkün değil. Ben suçlu biri değilim ki, hakkımda nasıl bir cezai işlem uygulatacaksınız? Hem ele geçirdiğin ülkelere Napolyon kanunları getireceksin ama ben düşüncemi söyledim diye beni kürek mahkumu ilan edeceksin? "

    Napolyon Bonapart: " Bana bak bana. Adın Serdar mıydı neydi? Benim canımı sıkma canını yakarım. Konuşmayı burada kes, hikayeyi hazırla, sadece gerçekleri yaz ve bana okutmadan yayınlama. Bu işten ben karlı çıkarım çünkü zaferlerimle gündeme geliyorum. Senin bu işten kazancın ne olacak merak ediyorum? "

    Serdar Yıldırım: " Şimdi tarih 6-1-2025. Artık hikaye bitti. Yazması 8 ay sürdü. Bugün site ve forumlarda okunmaya başlayacak. Bu işten benim kazancım, okuyucunun hoşça vakit geçirerek tarihi bilgi sahibi olması. "

    SON



  2. OT YİYEN KAPLAN
    Genç kaplan kafesinde, demir parmaklıklar ardında, sinirli ve hızlı adımlarla gidip geliyordu. Nedense bugün yüreğini sanki dikenli tel halatıyla sıkıyorlardı. Bu kafese kapatıldığından beri güneş birçok kereler doğup batmıştı. Bir aylık ya vardı ya yoktu. Ormanda gezintiye çıktığı gün avcılar yakalayıp bu hayvanat bahçesine satmışlardı. Daha o zamanlar boyu irice bir kedi boyu kadardı. Zamanla gelişip güçlendi. Kafesi dar değildi, ama o burada yaşamak istemiyordu. Özgür olmak, adını bile unutmaya başladığı, hayali gözlerinin önünden gitmeyen ormana kavuşmak, hayatına kendisi yön vermek istiyordu. İnsanlar akın akın geliyorlar, kafesin önünde durup dakikalarca, hayranlık dolu bakışlarla kendisini seyrediyorlardı.

    O akşamüstü ziyaretçilerin azaldığı zamanda bakıcı kafesi temizleyip, yıkadı. Akşam yemeği olarak yarım koyunu kafesin içine bıraktı. Kapıyı kilitledi, gitti. Bakıcısı kapıyı kilitleyip giderken, genç kaplanın beyninde bir şimşek çaktı. Kilidin yuvasına oturuşu ve anahtarın çevrilirken çıkardığı ses alışılmışın dışındaydı. Oldukça hassas kulakları onu yanıltmıyorsa, kapı tam olarak kilitlenmemişti. Kafese bırakılan eti yedikten sonra, her zamanki voltalarına başladı. Ziyaretçiler tekrar çoğalmaya başladılar. İnsanlar, akşam yemeklerini yemişler, eğlenmek, dinlenmek için parklara, bahçelere gidiyorlardı. Genç kaplanın yüreğini saran sıkıntı gitmiş, gitmiş, kilidin anahtar deliğinde sıkışmış kalmıştı. Gece yarısı, biraz da şansı yardım ederse, kafesten kaçıp ormanına, özgürlüğüne koşmayı deneyecekti.

    Hava iyice kararmış, vakit gece yarısını geçeli çok olmuştu. Görünürde kimseler yoktu. Genç kaplan güçlü pençeleriyle kapıya hızla asıldı. Tam olarak kilitlenmemiş kapı açılıverdi. Kafesten süratle dışarı fırladı. Sağ yola saptı. Bu yol ilerideki ağaçlıkta son buluyordu. Kafeste gidip gelmek, dışarıda koşmaya benzemiyordu. Oldukça yorulmuştu. Durup dinlendikten sonra hayvanat bahçesi duvarından atladı. Ormana doğru koşarak karanlıklarda kayboldu.

    Genç kaplan dağlar, tepeler aştı, soğuk sulardan içti. Üç gün üç gece sonra, sabah güneş doğarken, daha çok küçükken yakalanıp götürüldüğü büyük ormana vardı. Özgürdü artık, içi içine sığmıyordu. Neşeli neşeli yürürken karnının acıktığını hissetti. Kaçtığından beri heyecandan üç gündür bir şey yememişti. Sadece su içmişti. Kafeste sabah akşam bakıcısı et getirirdi. Avcılar yakalamadan önce annesi beslerdi. Fakat bu uçsuz bucaksız ormanda yaşam çok farklıydı. Şimdi ne annesi vardı, ne bakıcısı vardı. Kafesten kaçmadan önce düşünemediği bir şeydi bu: Ne ile karnını doyuracaktı?

    Böyle düşünüp yürürken, ilerideki otlukta bir geyik gördü. Geyik, arada sırada etrafına bakınıp tekrar ot yemeğe başlıyordu. Geyik, aniden koşmaya başladı. Aynı anda yan taraftaki çalılıktan iki kaplan fırladı. Biraz sonra geyiğin önüne iki kaplan daha çıkınca geyik dört yandan sarılmıştı. Belli kaplanlar geyiği yakalamak için tuzak kurmuşlardı. En iyi savunma hücumdu. Cesur geyik, son bir gayretle ileri atıldı. Kendisine en yakın kaplana sivri boynuzlarıyla müthiş bir kesme vurdu. Kaplan kanlar içinde sırtüstü yuvarlandı. hafif yana döndü. Önündeki ikinci kaplana da aynı şekilde vurmak istedi. Fakat tutturamadı. Peşinden gelen diğer kaplanlar da yetişmişti. Geyik, ne kadar kuvvetli olursa olsun, üç tane kaplanla baş etmesi olanaksızdı. Kaplanlar, güçlü pençeleriyle vurarak geyiği yere yuvarladılar ve öldürüp yediler. Daha sonra çekilip gittiler.

    Genç kaplan, olduğu yerde donmuş kalmıştı. İnanılmaz gözlerle bakıyordu. Gördüğü bir vahşetti. Fakat orman kanunları böyleydi. Zayıf daha kuvvetliye yem oluyordu.“ Demek ki ” dedi, “ kaplanlar böyle karınlarını doyuruyorlarmış. Ben de kaplan olduğuma göre benim de canlıları avlayıp yemem lazım. Ben karnımı doyurmak için diğer hayvanları öldüremem. Kimse beni öldürmeye alıştırmadı. Öldürmeyi bilmiyorum ve öldürmenin gerekliliğine inanmıyorum. Geyik ot yiyerek besleniyordu. Gücü kuvveti yerindeydi. Ot yiyen hayvanlar güçlü oluyormuş. Başka çarem yok, ya aç kalacağım ya da ot yiyeceğim. Varsın “ kaplan ot yer mi “ varsın “ ot yiyen kaplan olur mu “ desinler.

    Aradan bir ay geçti. Ot yiyen kaplan ormanda aradığı huzuru bir türlü bulamadı. Kaplanlar onu aralarına kabul etmişlerdi, ama ormandaki yaşam ot yiyen kaplana ters geliyordu. Neden geyik, karaca, tavşan gördüklerinde aniden saldırganlaşıyorlardı. Onlar öldürmek için programlanmışlardı, yaşamak için öldürmek zorundaydılar. Bu tarafta bir kaplan ot yiyerek yaşıyordu, bunu da düşünmek lazımdı. Ot yiyen kaplan bir gün ormanda gezerken karşısına bir tavşan çıktı. Tavşanın kendisini görüp de kaçmamasına şaşırdı. Hayret, tavşan üstüne doğru geliyordu. Kenara çekilmek istedi, çekilemedi. Ayakları tutulmuştu. Tavşan, ot yiyen kaplana çarpıp sırtüstü düştü. Daha sonra yattığı yerden doğrulup onun yüzünü elledi, yanaklarını okşadı. “ Sen ot yiyen kaplan mısın? “ diye sordu. Ot yiyen kaplan gık diyemedi. Dili damağına yapışmıştı.
    Tavşan: “ Tabii canım, sen ot yiyen kaplansın. Ağzın öteki kaplanlar gibi kan kokmuyor. Bak ot yiyen, şöhretin kulağıma kadar geldi. Sen ormana alışamazsın, hayvanat bahçesine dönmelisin. Duyduğuma göre, kaplanlar senin gözlerinin önünde bazı hayvanları öldürüp, seni de öldürmeye alıştırmak isterlermiş. Eğer öldürmeye alışamazsan kaplanlar seni öldürürler. Sen beni dinle ve çek git buralardan “ dedikten sonra yürüyüp gitmek isterken az ilerdeki bir çukura düştü. Ot yiyen kaplan tavşanı çukurdan çıkardı ve onun yüzüne dikkatle bakınca göz çukurlarının boş olduğunu gördü. Gözleri yoktu bu tavşanın. Kör bir tavşan diye geçirdi içinden. Onu sırtına bindirdi ve yuvasına götürüp bıraktı.

    Ertesi gün kör tavşanı yuvasında ölü olarak bulan ot yiyen kaplan gözyaşlarını tutamadı. Şimdiye kadar kör tavşana dokunmayan kaplanlar onu ot yiyen kaplanın sırtında giderken görünce kıskanmışlar ve öldürmüşlerdi. Ot yiyen kaplanın yüreği nefretle doldu. Bu kadarı da fazlaydı artık. Ne istemişlerdi garip bir tavşandan. Son sürat koşarak kaplanların arasına dalan ot yiyen kaplan otuzdan fazla kaplana rest çekti. “ Kör tavşanı öldürmek kolay, sıkıysa gelin beni de öldürün. “ Kaplanların beklediği buydu zaten. Ot yiyen kaplanı çileden çıkarıp üstlerine saldırtacaklar sonra parça parça edeceklerdi. Evdeki hesap her zaman çarşıya uymazdı. Aniden ortalık karardı ve şiddetli bir yağmur başladı. Şimşekler çakıyor, yıldırımlar düşüyordu. Kaplanlar sağa - sola kaçıştılar ama ot yiyen kaplan kaçmadı. Sırılsıklam oluncaya kadar bekledi. Yarım saat sonra yağmur dindi. Güneş açtı, ortalık aydınlandı. Ot yiyen kaplan gece yarısına kadar oralarda gezindi. Gelen giden olmadığını görünce beklemekten bıkıp uzaklaştı gitti. Orman işi buraya kadardı. O, şimdi hayvanat bahçesine dönmeye kararlıydı.

    Birkaç gün sonra sabaha karşı bakıcısı onu kafesin önünde beklerken buldu. Ot yiyen kaplan biraz sonra kafese girecek ve bakıcısı kapıyı üstüne kilitlerken, “ Kilit yeni değişti, bir daha kaçma numarasına kalkışamazsın, çünkü artık imkânsız “ demesine karşılık, içinden “ Yuvam burası, ben kafes kaplanıyım. Hem istesem de ormana gidemem. Bana göre değilmiş orası “ dedi.

    İki ay sonra kafesine dişi bir kaplan getirilince yüreği kıvançla doldu genç kaplanın. Eş oldular birbirlerine ve kaynaşıverdiler. Gün döndü, günler döndü, zaman geçti ve iki tane yavruları oldu. Neşelendi, mutlandı, huzur doldu yüreği ve genç kaplan artık kafesinde, demir parmaklıklar ardında sakin ve yavaş adımlarla gidip geliyordu.

    Ot yiyen kaplan günler birbiri ardına geçip gittikçe iki yavrusunun büyümesini gözlemlemeye başladı. Yavrularının gözleri açılsa, adım atsalar, onlar yürüseler, koşsalar, oyun oynasalar. Onların oyunlarına katılıp, birlikte gülüp, eğlenmeyi sabırsızlıkla bekliyordu. Kafesin bir köşesinde dişi kaplan yavrularıyla ilgilenirken, ot yiyen kaplan, karşı köşede onları izliyordu. Yavrular doğduktan sonra dişi kaplan, babaya, hiçbir şekilde onlara yaklaşma izni vermiyordu. Belki de, babalarının yavrularına bir zarar vereceği endişesini taşıyordu. Başkalarına zarar vermek düşüncesi anlamsız geliyor bana, diye düşünen ot yiyen kaplan neden yavrularına zarar versindi? Belki ki, bu durum dişi kaplanın yaptığı içgüdüsel bir hareketti. Doğuştan ona odaklanmış, kaçmasına, kurtulmasına olanak bulunmayan düşünsel bir türevdi. Bu düşünsel türevin eksen açmazından kurtulmak onun için çok zordu. Zorun üstüne gitmek, çok daha büyük zorluk girdaplarına kapılmana sebep olurdu. Zorun üstüne gitmek yerine, kolay olanı seçer ve içten gelen güdüye evet dersen, her şey çok daha basit olurdu. Ot yiyen kaplan aradan bir ay geçmesine karşın, yavrularını bir kez bile koklamadan karşıdan bakar dururdu.

    Bir aylıklar, iki aylık oldular derken, dişi kaplanın izin vermesiyle birlikte, ot yiyen kaplan, iki yavrusuyla güreşmeye, şakacıktan kavga etmeye başlamıştı. Bu güreşmeler, şakacıktan kavgalar yavru kaplanların kaslarının gelişimi için gerekliydi. Hayat, tuzaklarla, engellerle doluydu. Her zaman güçlü olmalıydın, gözü açık durmalıydın. Bir an bile gözünü kırpmaya kalkmak hatalanmana sebebiyet verirdi. Hata yapan affedilmezdi. Hemen çökertme girişimi başlardı.

    Yavrular üç yaşına girmişti ki, boyları annesinin boyuna ulaşmıştı. Kocaman dört kaplana kafes dar geliyordu. Bu durum hayvanat bahçesi müdürünün gözünden kaçmamıştı. Onlara geniş, etrafı tel örgülerle çevrili, üstü açık, içinde ağaçlar olan bir bölüm hazırlatmış ve kaplanları buraya nakletmişti. Tel örgülere elektrik verilmesine karşın, kaplanlarla arasında kırılmaz, kalın camdan yapılmış kapılar vardı. Tel örgülerden sonra demir kafes, ondan sonra da yine kırılmaz kalın camdan yapılmış kapılar bulunuyordu. İnsanlar, kaplanları işte buradan seyrederlerdi.

    Ot yiyen kaplan eşine ve yavrularına çok küçükken avcılar tarafından yakalanıp bu hayvanat bahçesine getirildiğini daha sonra büyüdüğünde bir fırsatını bulup buradan kaçtığını, Büyük Orman’a gittiğini defalarca anlatmıştı. Ot yiyen kaplanın eşi ise, kurnaz avcıların şaşırtan tuzağından sonra annesi yanından uzaklaşınca avcılara yakalanmıştı. Avcılar, bunları bir arada görünce anneyi uzaklaştırmak için, teyp yardımıyla erkek kaplan kükremesi bağırtmışlardı. Anne kaplan kükremeyi duyunca, “ Büyük erkek geldi “ deyip o tarafa doğru koşarak uzaklaşmıştı. Yalnız kalan yavruyu yakalamak avcılar için zor olmamıştı. Yavru o zamanlar annesinin yarısı kadardı ve annesinin canlı yakalayıp getirdiği geyik, karaca yavrusu ve birkaç tavşanı boğazlayıp yemişti yani öldürmeyi öğrenmişti. Günlerden bir gün, ot yiyen kaplan kendilerine ayrılan bölümün arka tarafında ağaçlar arasında geziniyordu. Aniden tel örgülerin yanındaki bir delikten çıkan köstebeği gördü. Köstebek, sağa sola biraz koşturduktan sonra ot yiyen kaplanı görünce geldiği delikten girip gözden kayboldu. Ot yiyen kaplan tel örgülerin yanına geldiğinde köstebeği diğer tarafta gördü. O anda ot yiyen kaplanın aklına şöyle bir fikir geldi: Yerdeki bu delik benim geçebileceğim kadar geniş olsa karşıya çıkabilirim. Fikrinden eşini ve yavrularını haberdar ettikten sonra pençeleriyle toprağı kazmaya başladı. Ot yiyen kaplan gece yarısından sonra karşı tarafa çıktı. Hemen seslenip eşinin ve yavrularının yanına gelmesini sağladı. Birlikte koşarak özgürlüğe ilk adımlarını attılar. Hedefleri, Büyük Orman’dı.

    Ot yiyen kaplan ve ailesi, dağlardan, tepelerden geçerek, günler sonra Büyük Orman’a vardı. Özgürlük güzeldi, bağımsızlık güzeldi. Kim kendinde nasıl bir hak buluyordu da, yavru kaplanı annesinden ayırıp, esaret altında, tek başına, demir parmaklıklar arkasına atıyordu. Pek çok karanlık gecede ot yiyen kaplanın ağladığını ve anne gel, beni bu hapishaneden kurtar. Bebek bir kaplanı, suçu yokken acılar içinde bırakan şu insanları cezalandır, diyerek gözyaşı döktüğünü insanlar bilemezdi. İnsanların hayvanat bahçesi dedikleri, esir edilmiş canlılarla dolu esaret bahçelerinin haklı nedeni olabilir mi?

    Daha sonraki günlerde ot yiyen kaplan ve ailesinin Büyük Orman’daki yaşamı sürüp gitti. Dişi kaplan bir taraftan yavrularına öldürmeyi öğretirken diğer taraftan avlanarak ailesinin et ihtiyacını karşılıyordu. Ot yiyen kaplan ise, gelişmeleri soğukkanlılıkla izliyor, olanlara kendince yorumlar yapıyor ama onların işine karışmıyordu. Ot yiyen kaplan bir defasında yavrularına, öldürmeyi öğrenmeyin, ot yiyin demişti. Bunun üzerine yavruları ne dese beğenirsiniz: Biz ot yemeyiz, et isteriz.

    Bir gün ot yiyen kaplan, eşi ve iki yavrusuyla ormanın derinliklerinde gezerken, ilerideki kayalıklardaki mağara dikkatini çekti. Yanılmıyorsa bu mağara onun dünyaya ilk gözlerini açtığı mağaraydı. Mağaraya girip etrafı gezdiğinde yanılmadığını anladı. Mağara, annesi kokuyordu. Ama annesi mağarada yoktu. Anladığına göre, annesi gece burada yatmış, sabahleyin avlanmaya gitmiş ve daha geri dönmemişti. Büyük bir ihtimalle akşamüstü geri dönerdi.

    Aradan birkaç saat geçmişti ki, bir kaplan kükremesi duyuldu. Ot yiyen kaplan ve ailesinin başları sesin geldiği tarafa doğru döndü. Bir kaplan yavaş adımlarla gelerek mağaranın önünde durdu. Havayı kokladı. Tanıdık, tanımadık birkaç kaplan kokusu aldı. Daha sonra olanca gücüyle bağırdı: “ Kimseniz çıkın gövdenizi görelim. Saklanmayın korkaklar. “
    Ot yiyen kaplan annesinin kokusunu almış ve onu tanımıştı: “ Anne, benim güzel annem. Yıllar önce, şu ileride giderken, insan avcılar beni kaçırmıştı. Kim bilir, ne üzülmüşsündür? Yıllar sonra işte karşındayım. Bu eşim, bunlar da yavrularım. “
    Bunun üzerine anne kaplan: “ Mağaraya yaklaşırken, asla unutmadığım kokunu almıştım. Gel bakalım, oğlum benim. Yıllardır nerelerdeydin, neler yaptın? “
    Annesine sıkıca sarılan ot yiyen kaplan: “ İnsan avcılar beni çeşitli orman yaratıklarının bulunduğu bir bahçedeki kafese attılar. Büyüyünce bir gün firar ettim ve bu ormana gelip seni aradım. Ama diğer kaplanlar beni bu ormanda barındırmadılar. Ben de hata yapmamak için, geri döndüm. Bu, ikinci firarım. Artık zor dönerim oraya. “
    “ Gel oğlum, mağaramıza girelim. Sizler de gelin. “

    Ertesi gün ava çıkılmıştı. Anne kaplan bir geyiği kovalayarak yakalasın diye ot yiyen kaplanın üstüne sürdü. Geyik hızla koşarak ot yiyen kaplanın yanından geçip gitti.
    Anne kaplan şaşırmıştı: “ Ne oldu şimdi? Geyik gitti. Neden yakalamadın? Büyük bir ziyafet fırsatını kaçırdık. Bir kaplan geyiği neden yakalamaz? Dur bakalım. Yoksa sen ot yiyen kaplan mısın? Tabi ya. Avcılar seni götürdüğünde çok küçüktün ve sana öldürmeyi öğretmemiştim. Bu ormana ilk gelişinde kaplanlar sana öldürmeyi öğretmek istemişler fakat başaramamışlar. Arkadaş olduğun kör tavşanı öldüren kaplanlara meydan okumuşsun. O anda şiddetli bir yağmur başlamış ve seni kaplanların saldırısından korumuş. Eğer o yağmur başlamasa şimdi hayatta yoktun. “
    Bunun üzerine ot yiyen kaplan: “ Dur bakalım, anne. Yağmur beni değil, rest çektiğim otuzdan fazla kaplanı korudu. Sen atıp tutan kaplanlara sor bakalım: Neden hiçbiri karşımda duramamış? Neden kaçıp gitmişler? Yağmur bahane, benim kızgınlığımı görünce yüreklerinin yağı eridi. Savunmasız bir tavşan karşısında ejderha kesilenler, çil yavrusu gibi dağıldılar.”
    “ Kaplanlar kaçmasalardı, bazılarını öldürecek miydin? “
    Annesinin sözleri üzerine ot yiyen kaplan gülümsedi: “ Yok canım, ne öldürmesi? Onları döverdim.”
    Ot yiyen kaplan sonraki yıllar boyunca annesi ve ailesiyle birlikte yaşadı. Hayatın katı kurallarına daima karşı çıktı. Nasıl yaşayacağıma ve ne yiyeceğime ben karar veririm, dedi. Bu düşüncesini orman yaşayanlarıyla paylaştı. Her sabah doğan yeni güne, yeni umutlarla başladı.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    BU HİKAYENİN BULUNDUĞU KİTAPLAR:

    Masal Bahçesi - Masalcı Yayınları - Yayın Yılı: 2012 - Sayfa: 97-103
    Masal Kuşağı - Masalcı Yayınları - YayınYılı: 2012 - Sayfa: 163-169
    Hayvan Masalları - Yediveren Çocuk - YayınYılı: 2018 - Sayfa: 121-126

Yer İmleri

Yer İmleri

Gönderi Kuralları

  • Yeni konu açamazsınız
  • Konulara cevap yazamazsınız
  • Yazılara ek gönderemezsiniz
  • Yazılarınızı değiştiremezsiniz
  •