-
Fransiz heykeltiras Auguste Rodin’in dogum yildonumu (12 Kasim 1840)
Il Bacio (The Kiss, 1886)
-
Victoria donemi Ingiliz roman yazari Elizabeth (Cleghorn) Gaskell’in olum yildonumu (12 Kasim 1865)

'' 'Zengin ya da fakir olsun — insan insandir degil mi?'
'Efendim' dedi Higgins inatci bir tonda, 'Insandir ya da degildir. Iki dusunce var bu bakis acisini aciklamak icin. Farz edin ki hakikat iki kat kuvvetli olsun, eger ben onu kabul etmiyorsam o hakikat degildir benim icin. Raflarinizdaki su Latince kitaplarda hakikatin yazili oldugunu biliyorum. Ancak orada yazili olan kelimelerin anlamini bilmiyorsam, o sozler benim icin zirvadan oteye gecemez.' ” Kuzey ve Guney

“ 'Whether they were rich or poor — so be they only were men.'
'Well, sir,' said Higgins, rather doggedly; 'it might, or it might not. There's two opinions go to settling that point. But suppose it was truth double strong, it were no truth to me if I couldna take it in. I daresay there's truth in yon Latin book on your shelves; but it's gibberish and not truth to me, unless I know the meaning o' the words.' ”
"Bayan Shaw kiz kardesinin talihi uzerine dusununce huyu geregi bu sonuca variyordu: 'Ask evliligi yapti. Sevgili Maria bu hayattan daha ne isteyebilir ki?' Maria Hale, gercegi soyleyebilse bu soruya hazir bir liste ile cevap verirdi: 'Gumus renkli parlak islemeli ipek kumas, beyaz bone sapka! Dugun icin duzinelerce sey, ev icin yuzlerce sey.' ''

"Mrs. Shaw's characteristic conclusion, as she thought over her sister's lot: 'Married for love, what can dearest Maria have to wish for in this world?' Mrs. Hale, if she spoke truth, might have answered with a ready-made list, 'a silver-grey glace silk, a white chip bonnet, oh! dozens of things for the wedding, and hundreds of things for the house.' "
“Hakikat hicbir zaman seni yari yolda birakmaz, asla! Bagirtisi firtinali da olsa, Guvertesi kirik dokuk de olsa, Hakikat seni sonsuza dek tasir!”

“Truth will fail thee never, never! Though thy bark be tempest-driven, Though each plank be rent and riven, Truth will bear thee on for ever.”
-
Iranli sair Nima Yusic'in dogum yildonumu (12 Kasim 1895)

Soguk kis gecesinde
Gunesin ocagi da
Yanmiyor kandilimin sicak ocagi gibi,
Ve ne isik saciyor kandilim gibi
Ne de gokte parlayan soguk aya isliyor isigi.
Yaktim kandilimi komsum yurudugunde karanlik bir gecede,
Ve soguk bir kis gecesiydi,
Ruzgar kusatmisti cam agaclarini,
Sessizligin yigintisi arasinda
O yitip gitti benden, ayrildi bu daracik patikada,
Ve bu oyku oyle animsanir ki hala,
Ve dudaklarimda asili durur bu sozler:
"Yakan kimdir? Tutusturan kimdir?
Kimdir bagislayan yuregindeki bu oykuyu? "
Soguk kis gecesinde
Gunesin ocagi da
Yanmiyor kandilimin sicak ocagi gibi,
Ve ne isik saciyor kandilim gibi
Ne de gokte parlayan soguk aya isliyor isigi.
-
Fransiz edebi teorisyen, filozof, dilbilimci, elestirmen ve isaret bilimci Roland Barthes’in dogum yildonumu (12 Kasim 1915)
"Yasamimda milyonlarca bedenle karsilasirim; bu milyonlarca bedenden ancak birkac yuzunu arzularim; ama bu birkac yuzden yalnizca birini severim. Asik oldugum oteki bana arzumun ozgurlugunu gosterir.Bu secim - oylesine titizdir ki yalnizca Tek'i alikoyar-, soylediklerine gore, cozumsel gecisimle ask gecisimi arasindaki ayrimi olusturur; beriki evrenseldir, oteki ozgul. Binlerce Imge arasinda arzuma uygun Imge'yi bulabilmem icin, nice rastlantilar, nice sasirtici rastlasimlar (belki de arastirmalar) gerekmistir. Cozumunu hicbir zaman bilemeyecegim bir buyuk bilmecedir bu: Neden Sunu arzuluyorum? Neden onu surekli olarak, kendimden gecerek arzuluyorum? Butunuyle o mu (bir golge, bir bicim, bir hava mi) arzuladigim? Yoksa bu bedenin yalnizca bir parcasi mi? Peki, bu durumda, bu sevilen bedende, benim icin "fetis" iccagrisi tasiyan ne? Hangi parca, hangi rastlanti? Belki de inanilmaz olcude ufak bir sey. Bir tirnagin kesilis bicimi, azicik egrilemesine kirilmis bir dis, sacin bir kivrimi, konusurken, sigara icerken, bir parmaklari acma bicimi mi? Bedenin butun bu kivrimlari konusunda, onlarin tapilasi oldugunu soyleme istegi duyuyorum. Tapilasi demek: onun tek olmasi bakimindan, arzum budur demektir. Bununla birlikte, arzumun ozgullugunu ne denli cok duyarsam, o denli az adlandirabilirim onu: hedef kesinlestikce ad titrer; arzunun yerindeligi olsa olsa sozcugun uygunsuzluguna yol acar. Bu dil basarisizligindan tek bir iz kalir geriye: "tapilasi" sozu." Bir Ask Soyleminden Parcalar

"Nella mia vita, io incontro milioni di corpi; di questi miloni io posso desiderarne delle centinaia; ma di queste centinaia, io ne amo uno solo. L'altro di cui io sono innamorato mi designa la specialità del mio desiderio. Per trovare l'Immagine che, tra migliaia, si confà al mio desiderio, ci sono volute molte combinazioni, molte sorprendenti coincidenze (e forse molte ricerche). E' un enigma che io non riuscirò mai a risolvere: perchè mai desidero il Tale? Perchè lo desidero persistentemente, languidamente? E' tutto lui che desidero (una sagoma, una forma, un'aria)? O è solamente una parte di quel corpo? E, in tal caso, che cos'è che, in quel corpo amato, ha per me il valore del feticcio? Quale porzione, per quanto esigua sia, quale sua caratteristica? Il taglio di un'unghia, un dente leggermente rotto di sbieco, una ciocca di capelli, un certo modo di muovere le dita mentre parla, mentre fuma? Di tutte queste caratteristiche del corpo, ho voglia di dire che sono adorabili. Adorabile vuol dire: questo è il mio desiderio, in quanto esso è unico: "E' questo! E' esattamente questo (che io amo)!". Tuttavia più provo la specialità del mio desiderio, meno sono in grado di precisarla; alla precisione di ciò che voglio dire corrisponde uno sfocamento del nome; il proprio del desiderio non può che produrre un improprio dell'enunciato. Di questo fallimento linguistico, resta soltanto una traccia: la parola adorabile."
-
“Eski bir fotografimiza bakiyorum, ama tam anlamiyorum. Bir bardayiz ve bir seylere dikkatle bakiyoruz, ne oldugunu hatirlayamiyorum. Gulumsuyorsun ve elinde bir bardak sarap tutuyorsun, bardak neredeyse bos. Elin hafifce koluma dayaniyor. Normalde, tum bu isaretleri bilirim. Sarap bizim simgemizdir ve elbette simgeledigi umutsuz burjuva idealimizdir. Iyi de, tum bunlarin anlami neydi? Bence iyi vakit geciriyorduk ve sen beni sonra hic aramadin. Neden? Neyin ters gittigini, niye aramadiginiı anlamak icin semiyotige basvurabilirdim. Acik ki, daha ogrenecegim cok sey var.”

“I'm staring at an old photograph of us, but can't figure it out. We're at a bar and looking off into the distance at something—I can't remember what it was. You're smiling and holding a glass of wine, which is almost empty. Your hand is gently resting on my arm. Normally, I know all the signs. The wine is our signifier, of course, and the signified is a hopeless bourgeois ideal. But what did it all mean? I thought we were having a nice time. And yet you never called. Why? I thought I could employ semiotics to understand what went wrong, but apparently I have much to learn.”
-
Auschwitz ve Dachau Nazi toplama kamplarinda soykirim magduru Polonyali sair ve yazar Tadeusz Borowski'nin dogum yildonumu (12 Kasim 1922)
"Yeni, tiksinti veren bir uygarligin temel taslarini dosuyoruz. Antik Cag'in ne menem bir şey oldugunu ancak simdi kesfedebildim. O Misir piramitleri, o antik tapinaklar, o Yunan anitlari—Hepsi de igrenc cinayetler! Eski Roma’nin yollari ne kadar kan icti kim bilir, sinir duvarlarindan, kent yapilarindan ne kadar kan damladi? Kolelerin alnina mulkiyet muhrunun basildigi, kacmaya girisen kolelerin carmiha gerilerek cezalandirildigi antik cag! Ozgur olanlarin kolelere karsi suikast duzenledigi Antik Cag!”

“We are laying the foundation for some new, monstrous civilization. Only now do I realize what price was paid for building the ancient civilizations. The Egyptian pyramids, the temples and Greek statues—what a hideous crime they were! How much blood must have poured on to the Roman roads, the bulwarks, and the city walls. Antiquity—the tremendous concentration camp where the slave was branded on the forehead by his master, and crucified for trying to escape! Antiquity—the conspiracy of the free men against the slaves!"
-
Monako Prensesi, Akademi Odulu sahibi (Tasrali Kiz / The Country Girl, 1954 - En Iyi Kadin Oyuncu Akademi Odulu) Amerikali sinema ve tiyatro oyuncusu Grace Kelly’nin dogum yildonumu (12 Kasim 1929)


-
Alman fantastik cocuk kitaplari yazari Michael Ende'nin dogum yildonumu (12 Kasim 1929)
"Onceleri pek farkina varilmaz. Gunun birinde insanin cani artik hicbir sey yapmak istemez. Hicbir seyle ilgilenmez, kurur gider. Ve bu isteksizlik gecici degildir. Hatta giderek artar. Gunden gune, haftadan haftaya daha kotu olur. Kendinden hoslanmaz, ici bombostur, dunyayla bagdasamaz. Sonralari bu hisler de kalmaz, hicbir sey hissetmez olur. Butun dunyaya yabancilasmistir, kimse onu ilgilendirmez olmustur. Ne kizginlik duyar, ne hayranlik. Ne sevinmesini bilir, ne uzulmesini. Gulmeyi de, aglamayi da unutmustur. Boyle bir insanin ici kaskati kesilir. Artik hicbir seyi, hic kimseyi sevemez. Bu durumda, artik hastanin iyilesmesine olanak yoktur. Donus kalmamistir. Bombos, kul rengi bir yuzle, nefretle cevresine bakar, tipki duman adamlar gibi. Onlardan biri olup cikmistir. Hastaligin adina gelince, buna 'olduren can sikintisi'denir." Momo

“Am Anfang merkt man noch nicht viel davon. Man hat eines Tages keine Lust mehr irgendetwas zu tun. Nichts interessiert einen, man ödet sich. Aber diese Unlust verschwindet nicht wieder, sondern sie bleibt und nimmt langsam immer mehr zu. Sie wird schlimmer von Tag zu Tag, von Woche zu Woche. Man fühlt sich immer missmutiger, immer leerer im Innern, immer unzufriedener mit sich und der Welt. Dann hört nach und nach sogar dieses Gefühl auf und man fühlt gar nichts mehr. Man wird ganz gleichgültig und grau, die ganze Welt kommt einem fremd vor und geht einen nichts mehr an. Es gibt keinen Zorn mehr und keine Begeisterung, man kann sich nicht mehr freuen und nicht mehr trauern, man verlernt das Lachen und das Weinen. Dann ist es kalt geworden in einem und man kann nichts und niemand mehr lieb haben. Wenn es einmal so weit gekommen ist, dann ist die Krankheit unheilbar. Es gibt keine Rückkehr mehr. Man hastet mit leerem, grauem Gesicht umher, man ist genauso geworden wie die grauen Herren selbst. Ja, dann ist man einer der ihren. Diese Krankheit heißt: die tödliche Langeweile.”
"Zamani olcmek için saatler ve takvimler yapilmistir; ama bunlar hicbir sey ifade etmez. Herkes cok iyi bilir ki bazen bir saatlik sure insana omur kadar uzun gelirken, bazen de goz acip kapayincaya kadar gecip gider. Cunku zaman, yasamin kendisidir. Ve yasamin yeri yurektir."

"Es gibt Kalender und Uhren, um sie zu messen, aber das will wenig besagen, denn jeder weiß, dass einem eine einzige Stunde wie eine Ewigkeit vorkommen kann, mitunter kann sie aber auch wie ein Augenblick vergehen – je nachdem, was man in dieser Stunde erlebt. Denn Zeit ist Leben. Und das Leben wohnt im Herzen."
Gönderi Kuralları
- Yeni konu açamazsınız
- Konulara cevap yazamazsınız
- Yazılara ek gönderemezsiniz
- Yazılarınızı değiştiremezsiniz
-
Forum Rules
Yer İmleri